3.CİLT - İnsani Değerler Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
Transkript
3.CİLT - İnsani Değerler Eğitimi Uygulama ve Araştırma Merkezi
III.Cilt © 2015 Atatürk Ün vers tes Rektörlü ü Bu eser n tüm yay n haklar , Atatürk Ün vers tes Rektörlü üne a tt r. Yay nc n n yaz l zn olmadan k smen veya tamamen bas lamaz, ço alt lamaz ve elektron k ortama ta namaz. Kaynak göster lerek al nt yap lab l r. Bu k tapta yer alan tüm yaz lar n d l, b l m ve hukuk aç s ndan sorumlulu u yazarlar na a tt r. ULUS L AR AR A SI SEMP OZ Y UM NSAN DE ERLER N YEN DEN N ASI ATATÜRK ÜN VERS TES YAYINLARI NO : 1078 TAKIM NO : 978-975-442-680-9 ISBN NO : 978-975-442-683-0 Gra k - Tasar m : Muhammet S.KARACA Rana Medya 442/2358113 Vaniefendi Merkezi Kat.3 No.28 Erzurum ULUSLARARASI SEMPOZYUM İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI (19-21 HAZİRAN 2014 ERZURUM) TEBLİĞLER Editör Prof.Dr. Cengiz GÜNDOĞDU Editör Yardımcısı Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ Erzurum 2015 İÇİNDEKİLER IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Hukuk-Etik İlişkisi Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA (11-20) Popüler Kültürün Metalaştırdığı Değerlerimizi Nasıl Yeniden İnşa Edelim? Doç.Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU - Öğr.Gör. Fatma ÇAPCIOĞLU (21-29) Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU (31-47) IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Değerler Eğitimi İçin Bir Önşart: Demokratik Eğitim Doç.Dr. Mahmut BOZAN (51-67) Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci - Demokratların Rolü ve Etkinliği Doç.Dr. Sevinç QASIMOVA (69-81) İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak Değerlendirilebileceği Durumlar Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ (83-94) Değer Kavramının Toplumsal ve Bireysel İşlevi Üzerine Sosyolojik Bir Çözümleme Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI (95-104) IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ (107-119) Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitimi Kurumu Olarak Ahilik Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN (121-140) Bektaşi Geleneğinde Kur’an ve Sünnet Merkezli Değerler Prof.Dr. Ömer Faruk TEBER (141-149) Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın Yorumlayıcı ve Çözümleyici Okuma Yöntemiyle Analizi Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP (151-177) IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler: Sembol-Simge, Retorik, Kurum ve Fenomenler Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ - Arş.Gör. Özer TOKSOY (181-208) İnsani Değerlerin İnşasında Mevlâna'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK (209-224) İnsani Değerler Konusunda Bir İmkân Alanı Olarak Tasavvuf Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ (225-233) Şemseddin Sivasi'nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY (235-247) V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Dinî Kültürel Çoğulluk ve Dinler ve Mezhepler Arası Öğrenme Prof.Dr. Cemal TOSUN (251-258) İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN (259-275) Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif mi? Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK (277-292) Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci Dr. Abdülkadir ERKUT (293-311) V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Günümüzde Değer Üretme Problemi ve Öneriler Prof.Dr. Şakir GÖZÜTOK (315-320) Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Tanımlamak ve Öğretmek Mümkün mü? Değer Eğitimi Yaklaşımları Bağlamında Bir Analiz Dr. Mahmut ZENGİN (321-335) Yeni Ortamda Şahsiyet ve Toplumsal Değerler Sisteminin Yeniden Değerlendirilmesi İhtiyacı Doç.Dr. Yagut ALİYEVA - Dr. Sevinç ALİYEVA (337-342) V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Değerler Eğitiminin Değeri Prof.Dr. Adnan ÖMERUSTAOĞLU (345-348) Değerler Eğitimi Amacına Ulaşmıyor? “Benimsetme ve Şartlanma Kültürü Şeklinde Süren Dayatmacı Eğitim Yapısının İflası ve Çözümlür Prof.Dr. Osman ÇAKMAK (349-355) Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi- Teorik Bir Yaklaşım Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ (357-366) V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Öğretmen Adaylarının Değer Algılamaları ile Sosyal İyi Olma Düzeyleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Doç.Dr. Lokman TURAN - Yrd.Doç.Dr.İsmail ÇELİK Arş.Gör. Yavuz Erhan KANPOLAT - Öğrt.Gör. Dr. Hakan SARIÇAM (369-374) İlkokul Çocuklarının Maddi Değer Algılarının Belirlenmesi Doç.Dr. Ayda ÇELEBİOĞLU - Yrd.Doç.Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLUYrd.Doç.Dr. Aynur AYTEKİN - Arş.Gör. Arzu ÇELEBİ (375-382) Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine Nitel Bir Araştırma Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR (383-402) Okul Öncesi Dönemde Sorumluluk Bilinci Kazandırma Öğr.Gör. Gamze KAĞAN - Semra Sezer YAĞCI (403-409) Değerler Eğitiminde İyi Örnekler (Projeler) (411-633) Kapanış Konuşmaları (636-641) Değerlendirme Oturumu (644-653) Sempozyum Görüntüleri (656-669) IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Cuma - 15:30 - 16:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Sacit ADALI / Turgut Özal Üniversitesi Hukuk-Etik İlişkisi Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA / Erciyes Üniversitesi Popüler Kültürün Metalaştırdığı Değerlerimizi Nasıl Yeniden İnşa Edelim? Doç.Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU / Erciyes Üniversitesi Öğr.Gör. Fatma ÇAPCIOĞLU / Ankara Üniversitesi Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU / Üsküdar Üniversitesi Hukuk-Etik İlişkisi Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA Erciyes Ünviversitesi Edebiyat Fakültesi Giriş Hukuk ve Etik (dar anlamıyla ahlak) günlük hayatımızda oldukça sık duyduğumuz ya da hukuk’un gerçekleşmesi ve adaletin sağlanması bağlamında bilerek ya da bilmeyerek (gizli ya da aşikâr) sürekli ilişki kurduğumuz birbirleriyle ilişkili iki farklı disiplindir. Hukuk doğal olarak daha ziyade pozitif olanla (diğer bir ifadeyle pratikle) ilgiliyken; Etik pratikle (ahlaki eylem bağlamında) ilişkili olsa da ondan daha ziyade etik yaşamın temel ilkeleri belirlemesi beklenir. Doğru eylem her şeyden önce doğru etik ilkeler yardımıyla gerçekleştirilebilir. Adaleti temin aracı olarak hukuk ise temelde etik ilkeleri kendine rehber olarak seçmiş bir toplulukta tam anlamıyla işlevsel olabilir. Hukuk “düzenleyici” sosyal bir norm (Topakkaya, 2007:61) olarak belirli temel ilkelere bağımlı olmak durumundadır. Yani “hukuk” dediğimiz olgu tek başına bütün diğer alanlardan tecrit edilerek incelenecek bir alan değildir. Belki diğer alanlar için de bu kısmen geçerlidir fakat bu durum hukuk için temel bir gereklilik gibi durmaktadır. Bu anlamda hukukun gerek diğer bilim dallarıyla (bu ilişki sadece sosyal bilimlerle sınırlanmış bir ilişki değildir, mesela adli tıpta olduğu gibi hukuk fen bilimleriyle de belirli bir ilişki içerisindedir) gerekse toplumda geçerli olan “değer” alanlarıyla kurduğu ilişki “hukuk sistemi”nin oluşmasında önemli bir role sahiptir. Bir toplumda geçerli olan hukuk sistemi mecburen o toplumun din, gelenek, ahlak ve tarihiyle özsel bir ilişki içinde olmalıdır. Bu hem hukukun geçerlilik ve işlerlik kazanması için hem de toplum üyelerinin kendi hukuk sistemlerine sahip çıkmaları ve ona rıza göstererek uymaları bağlamında olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Bu çerçevede hukukun çok yakından ilgili olduğu ya da olması gerektiği bir alan da etiktir. Bunun en önemli sebebi hukukun adalet, eşitlik, özgürlük ve insan onuru gibi temel kavramların aynı zamanda – belki de asli anlamda- etiğin de temel kavramları olması ve bu anlamda bu temel kavramların düşünce tarihinde pozitif hukuktan çok ahlak felsefesinde üzerinde derin tartışma ve yorumların yapılmış olmasıdır. Bu kavramların felsefi anlamda oldukça gerilere giden bir soyağacı vardır Hukuk-Etik İlişkisi • Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA ve hukuk bu kavramları ahlak felsefesinin getirmiş olduğu seviyeden hareketle onları bütün bir hukuk sisteminin temeli haline getirmiştir. Hukuk etiğinden kastedilen de budur. Yani hukuk bir bütün olarak, bu temel etik kavramlarının üzerine kurulmuştur. Diğer bir ifadeyle hukuk, bu kavramların insanlar arasındaki ilişkilerde kendilerini gerçekleştirmelerinin bir aracısı olmak durumundadır. Bu bağlamda hukuk bu kavramları kendine “temel ilkeler” olarak almakta ve aynı zamanda bu temel ilkelerin toplumsal alanda gerçekleşmesi için gerekli normatif düzenlemelere gitmektedir. Bu açıdan bakıldığında hukukun da sahip olması gereken bir “etik”ten ya da bir “değerler” sisteminden bahsetmek mümkündür. Fakat bu etik, bireysel anlamda sahip olunan bir “ahlak” bütünü gibi algılanmamalıdır. Yani hukuk etiği, hukukun ve onun dayandığı hukuk felsefesinin temel çerçevesini çizmektedir. Bu bağlamda hukuk etiğinin alanını şöyle betimlemek mümkündür: “[Hukuk etiği] anlam ve değerlere yönelmiş, ahlaki ölçütleri hukuk ve onun normları için temele almış bir hukuk felsefesinin somut ve maddi yönünün özünü oluşturur. Hukuk etiği, formalizm, pozitivizm ve ahlakı basit bir biçimde işlevselliğe ya da sosyolojik bakış açısına indirgemeye çalışan görüşlerin karşısında yer alır.” (Hollerbach, 1988:692). Burada hukukun temel ilkelerini en iyi ve en doğru bir biçimde hangi ilkenin belirleyebileceğine dair soru karşımıza çıkmaktadır (Larenz, 1979: 29). Hukuk felsefesi tarihi gözönüne alındığında bu soruya genelde verilen cevap “adalet” kavramıdır. Böyle bir tarihsel bağlamı Batı hukukundaki “hukuk” (ius) kavramıyla “adalet” (iustitia) kavramı arasındaki benzerlik güzel bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu düşüncenin gerisinde Platon’un devletinde ifade ettiği “adalet idesi” (δίκαίοσύνε) kavramı yatmaktadır. Adalet kavramı Platon’dan günümüze kadar filozofun siyaset karşısındaki kaygısını billurlaştıran bir kavramdır. (Badiou, 2008: 37). Aristoteles de adalet kavramını toplumsal varlık olan insanın ahlaksal ve hukuksal ilişkilerinde açığa çıkan sosyal bir fazilet olarak kabul eder ve onu eşit muamelenin mükemmel şekli olarak betimler. Adalet kavramı bütün düşünce tarihi boyunca üzerinde en çok düşünülen kavramlardan biri olmuştur. Bu saptama çağımız için de geçerlidir. Bugün hukuk felsefesinde çığır açan J.Rawls’ın A Theory of Justice adlı eseri baştan aşağı adalet kavramıyla ilgili bir eserdir (Rawls, 1979). Biz bu makalede hukukla etiğin ortaklaşa sahip oldukları (doğal olarak farklı açılardan değerlendirdikleri) kavramları etiğin konuları olması açısından ziyade (bu konu üzerinde ahlak felsefesi tarihinde yüzlerce farklı çalışma bulmak mümkündür; bu yüzden makalede tekrar bu tartışmalara girmekten kaçınılacaktır) her iki dalın kesişim noktasını oluşturan hukuk etiği açısından incelemeye çalışacağız. Yazının gelişme bölümünde hukukla etiğin ortak kavramları yukarıda zikrettiğimiz kesişim noktası açısından ele alınacaktır. Böyle bir kısa çalışmada bütün etik kavramlarının hukukla olan ilişkisini betimlemek imkânsız olduğundan konu açısından önemli olan adalet, barış, güven, eşitlik gibi kavramlar hukuk etiği açısından ele alınacaktır. 12 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 1. Hukukla Etiğin Etkileşim Alanları Hukukla etiğin etkileşimini sağlayan ilk ve en genel kavram hiç şüphesiz adalet kavramıdır. Adalet kavramı bağlamında üzerinde durulmadan geçilemeyecek olan I. Kant’tır. Kant’ta adalet kavramı “yargıç gücü idesi”nde olduğu gibi devlet mahkemeleri bağlamında, yani insani ve tanrısal ceza gücünün tartışıldığı yerde söz konusu edilir. Kant burada hâkimiyet ilişkilerinden bahseder. Bu ilişki bağlamında adalet kavramı, iktidar gücünün uygulanması sırasında açığa çıkan ikincil bir kavram olarak değerlendirilir. Kant’ın burada merkeze aldığı kavram “özgürlük” kavramıdır. Özgürlük kavramı Kant felsefesinin temel kavramıdır. Ona göre “özgürlük doğuştan kazanılan biricik ve yekta bir haktır.” (Kant, 1902:237). Özgürlük hukuk’un genel bir ilkesidir (Kant, 1902:231). Fakat bu özgürlük ancak bütün insanları birbirlerine eşit sayan yasayla mümkündür. Kant’ın bu görüşleri özellikle de insan onuru ve özgürlüğü ile ilgili görüşü, Alman idealizminin mesela Fichte’nin aktif hukuk ve devlet felsefesinde, Schelling’in organizasyona dayalı devlet öğretisinde ve Hegel’in özgürlüğün tarih felsefesi ile ilgili görüşlerinde bulmak mümkündür. Genç K. Marx’ın 1848 yılında kaleme aldığı Komunist Manifesto’sunda da vaat edilen sosyal eşitlikten ziyade özgürlüktür. Sistemin temeli olarak özgürlük kavramını, anayasal devletten ilk bahseden kişi olarak J. Locke’da ve toplum sözleşmesini özgürlüğün garantisi ve koruyucusu olarak alan J.J. Rouesseau’da bulmak mümkündür. Adı geçen üç filozof da bireysel iradenin tecelli ettiği özgürlük kavramıyla, genelin iradesinin bir çelişiklik arz edip etmediğini ele alıp tartışmışlardır (Topakkaya, 2007:55 vd.). Hukuk etiğinin diğer önemli kavramları sırasıyla barış, güvenilirlik, eşitlik ve güvenlik kavramlarıdır. Barış ve adalet (pax et iustitia) ve bunların doğal sonucu olarak ortaya çıkan güven ve emniyet kavramların kökleri, hukuk tarihinde Roma Hukukuna kadar geri götürülebilmektedir. Barış sadece çağdaş anayasaların ve çağdaş hukukun ulaşmak istediği bir amaç olarak değil, aynı zamanda ortaçağdan beri hukuk otoritelerinin ulaşılması gereken bir hedef olarak ortaya koydukları bir kavramdır. İtalyan kralına karşı Padua’lı doktor Marsilius (1280-1342) Aristoteles’in siyaset felsefesinden hareketle bağımsız vatandaşların oluşturduğu adil bir yönetim sisteminin en büyük amacının barış olduğu tespitini yapar (burada asıl amaç barış, adalet ise bu barışı sağlayan unsurlardan biri olarak değerlendirilmektedir). Avrupa’daki mezhep savaşlarının gerisinde de barış, sükûnet ve güvenlik vaatleri yatar. Bu kavramlar aynı zamanda büyük devlet felsefecisi T. Hobbes’in Leviathan (Hobbes, 1966) adlı eserinin de temel konusu teşkil eder. Buna karşın bu kavramların anlaşılması ve yorumlanmasında eski Yunan’da, Ortaçağda ve Yakınçağda farklılıkların olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Bu bağlamda bu kavramların gerçekleşmesinde kral ya da hâkim sınıfın rolünün oldukça önemli olduğu hatta bu anlamda Kant’ın Hobbes gibi kral ya da yönetici sınıfa karşı başkaldırı hakkını olumsuzladığını söylemek gerekir. (Kant, 1902:318 vd.) Hatta Kant ilginç bir şekilde yasa koyucu güce karşı itaati “pratik aklın temel ilkelerinden” biri olarak kabul eder. 13 Hukuk-Etik İlişkisi • Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA Barış ve özgürlüğün mevcut hukuksal ve siyasal sistemle sağlanabildiği toplumlarda güvenilirlik, sosyal düzen ve sosyal ilişkilerin temel paradigması olarak ortaya çıkmaktadır. (Luhmann, 1987:114). Barış kavramı zıttı olan savaş kavramını doğal olarak hatırlatır. Bu yüzden 16. yüzyıldan itibaren barış hukuku ile savaş hukuku ayrımı yapılmaya başlanmıştır.1 Bu ayrımı sistematik olarak yapan Groitus’un hukuk öğretisinin önemli bir özelliği de eşit yurttaşlar tarafından ortak antlaşmaya dayalı bir hukuk sistemi oluşturma arayışıdır. Ona göre toplumun en büyük amacı “herkese sahip oldukları şeyleri koruma garantisi vermektir”. Bunlar da sırasıyla yaşama, özgürlük ve-karşılıklı anlaşmayla teminat altına alınmak şartıyla- mülkiyettir. Bu düşünceler daha sonra Locke tarafından alınıp geliştirilmiştir. Yaşam (life), özgürlük (liberty) ve mülkiyet (proberty) kavramları Locke’un politik felsefesinin temel kavramlarıdır. Locke mülkiyet, sadece dışsal anlamda herhangi bir nesneye “sahip olmak” anlamında kullanılmaz. Aslında Locke bu kavramı her insanın en temel hakkı olarak görür ve bu hak ona göre, her insanın kendisinin, sahip olduğu gücün ve yeteneklerin ve üretim sürecinde sahip olduğu ürünün efendisi olması anlamına gelmektedir. Locke insanlara bunu sağlayamayan siyasal sistemin değiştirilmesi hakkının da bireylerde olduğu, toplum sözleşmesinin ana ilkesi olan bu hakları ihlal eden her hükümetin değiştirilme yetkisinin vatandaşların en doğal haklarından biri olduğu inancındadır. Amerikalı ihtilalciler Locke’un bu görüşleri doğrultusunda 1776 tarihli “Bağımsızlık İlanı”nı gerçekleştirdiler. Bu ilanın baş aktörlerinden Jefferson sadece Locke’daki mülkiyet kavramını (property) bu kavramın asli anlamını da içerecek bir şekilde mutluluğa yönelmek (pursuit of happiness) kavramıyla yer değiştirmiştir.2 Bağımsızlık İlanı’nda ifadesini bulan bu temel haklar, aynı sene içinde açıklanan Virjinya Haklar Bildirgesi’nde (Virginia Bill of Rights) daha kısa ve özlü bir biçimde ifadesini bulur. “Herkes için eşit özgürlük ve doğuştan getirilen haklar vardır, bunlar yaşama, özgürlük, mülkiyet, mutluluk ve güvenlik haklarıdır”. Bu temel haklar bildirgesi İngiliz anayasa tarihi bakımından ele alındığında yeni bir şey getirmemektedir. Fakat burada birkaç açıdan önemli bir paradigma değişimiyle karşılaşmaktayız. İngiliz vatandaşlarının doğuştan getirdikleri haklar söz konusu iken, yukarıda ifade edilen Bağımsızlık İlanı’nda insan haklarının evrensel geçerliliği, yani ____________________________________________________________________ 1 2 14 Bu bağlamda H. Grotius’un (1585-1645) “Savaş ve Barış Hukuku (1625)" (De jure belli ac pacis) hukuk felsefesi tarihinde eşsiz bir öneme sahiptir. Bağımsızlık İlanındaki şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir: “Aşağıdaki gerçekleri kendiliğinden gerçekler olarak kabul ediyoruz: Bütün insanlar eşit yaratılmıştır ve yaratıcı tarafından çeşitli haklarla donatılmışlardır. Bunlar sırasıyla yaşama, özgürlük ve mutluluğa yönelme onu elde etme haklarıdır. Bunu sağlamak için insanlar hukuksal ölçülere göre bir hükümet kurmalıdır. Kurulan herhangi bir hükümet bu ideallerden uzaklaştığında onu değiştirmek ve yeni hükümet kurmak halkın en doğal hakkıdır. Kurulan bu yeni hükümet yukarıda sayılan temel haklar üzerine kurulmalı, onları genişletmeye çalışmalı ve kendi gücünü halkın güvenliği ve mutluluğunu sağlamak üzere organize etmelidir“. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI sadece belli bir milletin değil bütün insanların bu temel haklara sahip olduğu ilan edilmiştir. İngiliz kralının keyfi güç kullanımına herhangi bir sınır getirilmezken, adı geçen İlanda böyle bir keyfiyete yer verilmemiş, her bireye kendini belirleme hakkı tanınmıştır. Bütün bunlar içinde İngiliz Anayasası ile Bağımsızlık İlanının dayandığı temel bir farklılık, bütün İngilizlerin kralın metbuları olarak görülmesine karşın, Amerikan vatandaşlarının sadece ülkelerinin vatandaşı oldukları ve hiçbir şekilde bir kral ya da hükümdara tabi olan insanlar olarak görülmemiş olmasıdır. Bütün bunların doğal sonucu gücü elinde bulunduranların bu gücü keyfi olarak kullanmalarının engellenmiş olmasıdır. Daha önemli bir sonuç ise, artık halkın mevcut iktidara karşı muhalefet hakkının ortaya çıkmış olması, bunu değiştirebilecek siyasi hakka sahip olmasıdır. İnsan hakları bağlamında ifade edilen bu yenilikler kısa bir süre sonra Fransız İhtilalinde daha sert bir biçimde dile getirilmiştir. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik söylemi (eski) Avrupa’nın özerkleşmiş ve ayrıcalıklı toplumsal yapısına büyük bir darbe vurmuş, bu ilkeleri sağlamlaştırmak adına kan bile dökülmüştür. Bu temel haklar 1789 İnsan Hakları Bildirgesi’nde kendi biçimsel yapısına kavuşmuştur. Devlet ve toplum felsefesi açısından oldukça önemli olan bu devrimci Deklarasyon hakkında Hegel 30 sene sonra şunları söyler: “İnsan bu devrimle kendini tersine, yani düşünceye çevirmiş ve gerçekliği bu düşünceye göre kurmuştur” (Hegel, 1969-71:529). Hukuk etiğinin temel ilkeleri bağlamında hukukun doğruluğunu ölçmek aşağıdaki soruya verilen cevapla yakından ilgilidir. Soru, bu ilkelerin insanlar arasındaki ilişkileri betimlemekle yetinip yetinmeyeceği sorusuyla, dikey anlamda yani bireyle devlet arasındaki ilişki bağlamında devletin hukuki bir şekilde nasıl organize edileceği sorusudur çünkü hukuk insana belirli haklar vermesine karşın ona belirli sorumluluklar da yüklemektedir. Yani bu temel kavramların geçerlilik alanını sadece insanlar arası ilişki belirlememekte, insanla devlet arasındaki ilişkinin belirlenmesinde de hukuk etiğinin temel kavramlarının etkisinden bahsedilmektedir. Bu durum hukuk felsefesi tarihinde bilinen ve hakkında fikirler ileri sürülen bir olgudur. Kant Hukuk Öğretisinin Metafiziksel Temelleri adlı eserinin ikinci bölümünde kendi özgürlük felsefesinin gelişimini metafiziksel devlet öğretisiyle paralel bir şekilde değerlendirir. Aynı şekilde Hegel Hukuk Felsefesinin Ana İlkeleri adlı eserini “doğal hukuk ve devlet öğretisinin” bir parçası olarak görür. Yani devletin kurumsal yapısını hukuk felsefesinin temel konularından biri olarak değerlendirir (Topakkaya, 2006: 189 vd). 19. yüzyıl hukuk felsefesinde özellikle yeni Kant’çılıkta devlet organizasyonunun politik boyutunun ilkeler öğretisine göre düzenlenmesi gereği fikirsel ağırlığını kaybetmiştir. Buna en güzel örnek yeni Kant’çılığın önemli isimlerden biri olan R. Stammler’in (1856-1938) Doğru Hukuk Öğretisi adlı eserinde devlet ve anayasadan hiç bahsetmemiş olmasıdır. J. Habermas Gerçeklik ve Geçerlilik adlı eserinde konunun hukuk felsefesi açısından gösterdiği zorluklara işaret etmiş ve bu konunun felsefi açıdan tekrar işlerlik kazanmasının zor göründüğü saptamasında bulunmuştur (Habermas, 1994). 15 Hukuk-Etik İlişkisi • Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA 18. yüzyıldan itibaren açığa çıkan devrimci insan hakları beyannamelerinde hukuk etiği ilkeleri kendini daha fazla hissettirmeye başlamıştır. Yukarıda zikredilen beyannameler güçler ayrılığı ilkesiyle de birleşerek özgürlüğe dayalı bir anayasa kurulmasına sebep olmuş ve bu anayasa kendinden sonra gelen anayasalar için örnek oluşturmuştur. Artık bahsi geçen etik ilkeler üzerine kurulmuş temel haklar, sadece ulus devletler bazında değil, aynı zamanda BM aracılığıyla uluslararası bir mahiyet kazanmış, BM’in 1948 tarihi İnsan Hakları Bildirgesini BM’ye üye olan ülkeler kabul etmiştir. Fakat bu kabule rağmen uygulamada görülen aksaklık bugün bütün yönleriyle kendisini göstermektedir. 1966 tarihli insan haklarıyla ilgili olan iki BM sözleşmesini mevcut devletlerin üçte ikisi parlamentolarından geçirmişlerdir. Fakat buna rağmen, BM’ye üye olan ülkelerin adı geçen bildirideki hakları kendi ülkelerinde pozitif hukukun birer unsuru haline getirdiklerinde oldukça büyük çaplı çelişkiler, karşıtlıklar ve zıtlıklar ve bunların doğal sonucu olarak uygulamada zorluklar meydana gelmektedir. Yani bu bildiride ifadesini bulan temel haklar, ancak sınırlı sayıdaki ülkelerde tama yakın uygulanmaktadır. BM üye ülkelerin çoğunda bu temel hakların kullanılmasında ya da uygulanmasında büyük sıkıntılar söz konusudur. Çatışma alanlarından en önemlisi toplumda geçerli olan mevcut siyasal ve kültürel yapı ile hukuk arasındaki bazen doğal, bazen de zorlamaya dayalı çatışma noktalarıdır. İnsan hakları temeline dayanan hukuk devleti bireye otonomi güvencesi vermektedir. Fakat bu güvencenin oluşum şartları kolektif olarak ve pozitif hukuk sayesinde geçerlilik kazanabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında modern devlet anlayışındaki özgürlük kolektif özgürlüğü mümkün kılan bir özgürlük olmak durumundadır. Böyle bir olgu Kant hukuk felsefesinde oldukça açık bir şekilde formüle edilmiştir. Özgürlüğün akli hukuksallığı cumhuriyetin tek olan devlet anayasasıdır. Böyle anlaşılan “gerçek cumhuriyet halkın temsili sisteminden başka bir şey değildir ve olamaz. Bu halk bütün vatandaşlardır ve onlar milletvekilleri sayesinde kendi haklarını korurlar” (Kant, 1902:341). Kant doğru ve geçerli hukukun muhakkak surette pozitif hukuka evirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Pozitiflik doğru ve geçerli hukuk kavramına ait bir özelliktir. Pozitif hukukun amacı da içerik olarak doğru ve güvenilir olmaktır (Radbruch, 1963:169). Yukarıda sayılan çatışma noktalarından biri de akıl sahibi insanın, aklın doğal yapısına göre oluşturduğu anayasanın, birbirlerinden farklı toplumlarda nasıl geçerli olabileceğine dair ortaya çıkan çelişkidir. Kant bu konu üzerinde de kafa yormuş ve bu sorunsalı meşhur Ebedi Barışa Doğru (zum ewigen Frieden) adlı makalesinde çözmeye çalışmıştır (Hoffmann, 1997:65). Stoalılardan beri devam edip gelen ve Kant’ın da kabul ettiği görüş, temel insan haklarının ancak milli devletler sayesinde pozitif hukuk haline getirileceği ve gerçekleşeceği görüşüdür. Milli devlet anlayışına göre oluşan kurumların sadece soyut anlamda bu temel hakları ve kavramları kabul etmesi yetmemekte, bunların gerçekleştirilmesi için gereken çabayı göstermesi beklenmektedir. Bu anlamda bu devletler kuruluş temellerini belirlerken ya da kuruluş 16 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI felsefelerine göre bu haklara farklı yaklaşımlar ve yorumlar getirebilmektedirler. Burada dikkat edilmesi gereken husus, devletin kendisine ait alan olarak belirlediği alanın sınırlarını oldukça dar tutması, vatandaşlarının özgürlük alanını mümkün olduğunca genişletmeleridir. Bu tespitlere rağmen hukuk etiğinin temel kavramları soyut ve toplumsal bağlarından bağımsız bir biçimde ele alınamaz (etiğin böyle bir zorunluluk içinde olması etkileşim içinde olduğu hukukun toplumsal yapıyla ilgisinden dolayıdır). Yani eşitlik derken mutlak eşitlikten değil, kanunlar karşısındaki eşitlikten söz edilmekte, bu anlamda sınıfsal ve sosyal eşitsizlikler olağan kabul edilmektedir. İnsan hakları beyannamelerinde ifade edilen bireysel özgürlük, herkesin eşitliği, adalet, güvenlik vs. gibi hukuk etiği ilkelerini mutlak ve pürüzsüz anlamda uygulamak mümkün değildir. Yani bu ilkelerin aynı toplumda bile istenilen seviyede, problemsiz uygulanma şansları yoktur çünkü böyle bir uygulama her şeyden önce homojen bir topluma ihtiyaç duyar. Ya da ancak yeryüzünde tek bir toplum ve tek bir dünya devleti olması durumunda sözü edilen kavramlar ideale yakın geçerlilik kazanabilirler. Bu tespitten hareketle bu temel kavramları değersiz kılmak, onları görmezden gelerek hukuku ilkesiz ve kişiliksiz bırakmak da doğru değildir. Mevcut siyasal iktidar veya mevcut hukuk sistemi, hukuk etiğinin bu temel kavramlarını mümkün olduğunca gerçekleştirmeye ve onları daima diri tutmaya çalışmalıdır. 2. Etik İlkelerin Hukukta Uygulanabilirliği Etik ilkelerin ve pratik hukuk kuralların “doğruluğu” onların doğrudan geçerli oldukları anlamına gelmemektedir. Bundan dolayı şimdiye kadar ifade ettiğimiz hukuk etiğine dair “doğru” temel kavramların geçerli ve etkin olabilmesi için, uygun sosyal ortam ve devlet yaptırımı bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında sadece yalın insan hakları beyannamelerinin kendi başına yetmediği aşikârdır. Bunun için anayasa hukuku açısından bu temel kavramların pozitif hale getirilerek güvence altına alınması gerekmektedir. Fakat burada da yasama kurumuyla, dayanağını adı geçen etik kavramlardan alan insan hakları savunucuları arasında bir mücadelenin olması da kaçınılmazdır. Yani hukuk etiğinin bu temel kavramlarını pürüzsüz bir biçimde pozitif hukukun bir parçası haline getirmek oldukça zordur. Ayrıca bu temel kavramların pozitif hukukun bir parçası haline gelmesi onların yapılarında herhangi bir değişim meydana getirmemektir. Hukuk etiği ne yeni bir anayasa ile kaybolup gidecek bir özelliğe sahiptir ne de sırf pozitif hukukun herhangi bir maddesi anlamında olduğu gibi kalan bir şeydir. Hukuk ile etik birbirlerinden ayrı alanlar olmasına karşın her ikisi de birbirlerini dışlamaz çünkü hukuk, en başta saydığımız değerlerin kendini gerçekleştirmesinin temel şartını oluşturmaktadır. Yani etikle ilişkisiz bir hukuk değil, onunla belirli bir etkileşime girmiş olan hukuk, farklı dünya görüşüne mensup kişileri bir arada tutmakta ve onların birliklerini sağlamaktadır. Bundan dolayı hukuk sistemini bu temel etik 17 Hukuk-Etik İlişkisi • Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA kavramlardan arındırmaya çalışmak anlamsızdır. Bunun yerine mevcut hukuk sistemini, dayandığı temel hukuk felsefesi bağlamında ve hukuk etiğinin temel kavramları doğrultusunda sürekli refleksiyona tabi tutmak gerekir. Bu hem anayasanın temel evrensel değerlere göre yapılmış olması hem de herhangi bir toplumun hukuk sisteminin içinden çıktığı moral ve hukuksal geleneğe bağlı olması olgusunun ortaya çıkarttığı bir gerekliliktir. Burada vurgulanması gereken şey, bunların da aynen temel insan hakları gibi evrensel olduğudur. Yani bu kavramlar, hukuk etiği açısından genel çerçevesi çizilmiş fakat içeriği tam olarak belirlenmemiş kavramlardır. Bu oldukça akla yatkındır çünkü bunların içeriğinin doldurulması farklı kültürlerde farklı şekilde olacağından ilgili topluma bırakılmıştır. Burada belirtilmesi gereken husus, bu içerik doldurmada insan hakları ve hukukun evrensel ilkelerine mutlak uyumun sağlanmış olmasıdır. Bu anlamda böyle bir içerik doldurmada keyfiliğe ve aşırı göreceliliğe yer yoktur. Belirli bir etiğe dayanmayan bir hukuk sistemi düşünmek imkânsızdır. Böyle bir hukuk sistemini kurmak mümkün olsa bile bu sistemin işlemesi ve fonksiyonel olması oldukça zordur. Aslında adalet, eşitlik, özgürlük, güvenirlilik vs. gibi temel etiksel ve hukuksal kavramlar hukuk ile etiğin kesişim kümesini oluşturmaktadır. Sayılan bu kavramlar hem doğru bir etiğin hem de akla dayalı bir hukuk sisteminin gerçekleşmesini umdukları ve gerçekleştirmeye çalıştıkları temel kavramlardır. Fakat bu kavramlar sadece etik felsefesinde anlatımını bulan yalın betimlemeler olarak kalmamalı, mutlaka toplumla ve devletle ilişkilendirilmelidir. Ayrıca dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da bu temel kavramların mevcut hukuk sayesinde pozitif hale getirilmesidir. Pozitif hale getirilmeyen ve belirli yaptırımlarla işlerliği sağlanamayan bu kavramlar hukuk etiğinin değil, ahlak felsefesinin konusu olmaya devam ederler. Bu yapılmadığı takdirde, hukuk etiğinin sayılan bu temel kavramları izafiyetçi etik anlayışının malzemesi olmaktan kurtulamaz ve pratik yaşamla olan ilgisini de bir türlü kuramaz. Hukuk etiği ise tam bu noktada ortaya çıkar ve bu kavramların hukuk sayesinde görecelikten kurtulacağını ifade ederek ve bunun nasıl olduğunu da göstererek, hem etiğin ayağının yere basmasına imkân sağlar hem de hukuk denen şeyin sadece bir takım kuru yasa ve düzenlemelerden ibaret olmadığını gösterir. Hukuk etiğinin bu işlevi hayati öneme sahiptir. Eşitliğe, özgürlüğe, bireyin devlet karşısında üstünlüğüne, insan haysiyet ve onuruna önem vermeyen, bunların hukukta yeri olmadığına inanan ve diğer insanları da buna inanmaya zorlayan bir yargı sisteminden adalet, insana saygı, eşit muamele ve güvenirlik beklemek saflık olur. Kısaca belirli bir hukuk etiğine sahip olmayan bir hukuk sistemi ve onu temsil eden yargı erkinden insanlara güven ve itimat veren, onlara karşı eşitlik duygusunu hissettiren tarafsız kararlar vermesini beklemek iyimser bir yorum olur. Ülkemizin hukuk sistemi açısından bugün içinde bulunduğu temel sorun, genel anlamda hukuku işletmekle yükümlü kişilerin belirli bir “hukuk etiği”nden yoksun olmaları ya da ona yeterince önem vermemeleridir. Bu giderildiği takdirde hukuka güven ve yargıya içten itaat daha kolay ve sağlıklı bir biçimde sağlanacaktır. 18 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sonuç Etik kapsam itibarıyla ahlak’tan daha genel bir kavram olmasına karşın ilke ve kavramsal açıdan kendini ahlaka göre daha bağımsız hisseder. Konumuz bağlamında etik herhangi bir şeye bağlı olmaması açısından ahlak ve hukuka göre daha kapsayıcı (yaptırım gücü anlamında değil) gözükmektedir. Fakat etiğin sayılan temel kavramları hukukla ilişkisi bağlamında ister istemez bir normatiflik özelliği kazanmaktadır. Böyle bir kazanım hem sayılan temel kavramaların işlevselliği hem de belirli bir somut temele dayanması açısından bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün bunların olması da hukukun pozitif hale getirilmesiyle mümkündür. Kısaca bugünkü hukuk sistemlerinin çoğunda etiğin temel kavramlarından birisiyle doğrudan ya da dolaylı olmayan bir düzenleme bulmak oldukça güçtür. Böyle bir tespit bütün hukuk sisteminin etik tarafından belirlendiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Fakat iki alan arasındaki ilişki oldukça canlı bir ilişkidir ve hukuku adaleti sağlamanın bir aracı olarak anladığımız takdirde hukuk, etiğin temel kavramlarının kendilerini gerçekleştirdikleri alanlardan biri haline gelmektedir. Bu bağlamda hukuk etiği de bütün mesaisini bu temel ilkelerin en güzel biçimde hukukta nasıl uygulanabilir olduğu sorusunu cevaplamaya vermektedir. Bugün ülkemizin içinde bulunduğu şartlarda Hukuk-Etik ilişkisinin sağlıklı bir şekilde yürüdüğünü söylememiz mümkün değildir. Bunun en önemli nedeni, genel olarak toplumsal anlamda sağlam etik ilkelere sahip olunmayışı veya böyle bir kaygının asgari düzeyde olması; özel anlamda ise yargı erkinin (ya da daha genel bir ifadeyle hukukla uğraşan sınıfı oluşturan insanların) hukuk-etik ilişkisine gereken önemi vermemesidir. Etik ilkelere ve adalet üzerine kurulmuş yasalara göre karar vermesi gereken hâkimlerin; haklıyı savunmak durumunda olan avukatların ve adaletin ve doğrunun yanında yer alacak öğrenciler yetiştirmesi gereken hukuk fakültelerinin ilk amaçları hakkı ve adaleti ayakta tutacak hâkim, avukat ya da savcı yetiştirmek olmalıyken maalesef şu ya da bu nedenle bu ilkeler geri planda kaldığında hem hukuk hem de etik değerler mahiyet kaybetmekte, adaletin yerini adaletsizlik, hakkın yerini güç; hukukun yerini ise hukuksuzluk almaktadır. Kanaatimizce ülkemizin en acil meselesi hukukla iştigal edenlerin etik (ya da ahlaki) değerlere sahip birer varlık olduklarını unutmayarak her şeyden önce hakkı ve adaleti temin etmeyi hem en temel insani bir görev olarak kabul etmeleri hem de bunun aynı zamanda icra ettikleri görevin bir lazım-ı zarurisi olarak görmeleridir. Bu yapıldığı taktirde ülkemizde hukuk alanında mevcut birçok problemin kendiliğinde çözüldüğü görülecektir. 19 Hukuk-Etik İlişkisi • Prof.Dr. Arslan TOPAKKAYA KAYNAKÇA Badiou, A. (2008). Sonsuz Düşünce. (Çev. I. Ergüden & T. Birkan). İstanbul: Metis Yay. Hollerbach, A. (1988). “Rechtsethik” in: Staatslexikon der Görres-Gesellschaft IV, 7. Auflage, 692-694. Hobbes, T. (1966). Leviathan. (Übers. v. W. Euchner). (Hrsg. v. I. Fetscher). Frankfurt: J.P. Mayer. Hegel, G.F.W. (1969-71). Werke in 20 Bänden. Vorlesungen über die Philosophie der Geschichte (Band XII). (Hrsg. E. Moldenhauer & K.M. Fischer). Frankfurt: Suhrkamp. Habermas, J. (1994). Faktizität und Geltung (IV. Auflage) Frankfurt: Suhrkamp. Hofmann, H. (1997). Bilder des Friedens oder die vergessene Gerechtigkeit. München: Carl Friederich. Kant, I. (1902). Metaphysik der Sitten. (AA., Band VI). Berlin: Akademie der Wissenschaften. Larenz, K. (1979). Richtiges Recht. Grundzüge einer Rechtethik. München: Beck Luhmann, N. (1987). Rechtssoziologie (III. Auflage). Opladen: Westdeuscher Verlag. Rawls, J. (1979). Eine Theori der Gerechtigkeit. (Übers. H.Vetter). Frankfurt: Suhrkamp. Radbruch, G. (1963). Rechtphilosophie (VI. Auflage). (Hrsg. R.Dreier). Heidelberg. Topakkaya, A. (2007). “İnsanlar Arasındaki Eşitsizlik Üzerine Bir Analiz”. Erciyes Ünv. Hukuk Fak. Dergisi, II (1-2), 61-70. Topakkaya, A. (2007). “Hobbes, Locke, Rousseau ve Kant Hukuk Felsefeleri’nde Bireysel Özgürlükle Toplumun Genel İradesi Arasındaki İlişkinin Kurulumu Üzerine Bir Analiz”. Düşünen Siyaset, sayı: 24, ss.55-66. Topakkaya, A. (2006). “Hegel’in ”Hukuk Felsefesinin Ana İlkeleri“ (Grundlinien der Philosophie des Rechtes) Adlı Eserinde Devlet’in Kurumsal Yapısının Ana Hatlarıyla Analizi”. Erzincan Ünv. Hukuk Fak. Dergisi, X (3-4), ss.189-201. 20 Popüler Kültürün Metalaştırdığı Değerlerimizi Nasıl Yeniden İnşa Edelim? Doç.Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğr.Gör. Fatma ÇAPCIOĞLU Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş “Değer”, insanın tutum ve davranışlarında, amaç ve eylemlerinde çeşitli nesnelere karşı takındığı tavırlarla ilgili bir kavramdır. Değer, nesne ve olayların bir toplum, bir sınıf ya da bir insan açısından önemini belirleyen niteliğidir. Başka bir ifadeyle, “bir toplum, bir sınıf ya da bir insan için önem taşıyan nesne ve olay”lardır (Ozankaya, 1984: 31). Örneğin, dürüst olmaya çalışan bir insanın bu tavrı, onun dürüstlüğü bir değer olarak gördüğünü gösterir (Tutar, 2012: 165). Bu yönüyle değerler, insanın tutum ve davranışlarına rehberlik eden ölçütlerdir. Değerler alanı, kişilerin bencil ilgilerini motive eden ilkelerden, diğer insanların çıkarlarını korumaya yönelik özgeci tutumlara kadar uzanan genişlikte bir içeriğe sahiptir. Değerlerin içeriğini belirleyen üç farklı alandan söz edilebilir. Bunlar; 1. Doğruyla ilgili “bilgi alanı” 2. İyiyle ilgili “ahlak alanı” 3. Güzellikle ilgili “sanat veya estetik alanı”ndan oluşur (Timuçin, 1994: 60). Değerler, bireysel ve toplumsal olarak paylaşılan, benimsenen, onanmış ve uzlaşılmış genel inançlardır. Bu özelliğiyle değerler, “insanların hayatın anlamı ve günlük yaşamın biçimlendirilmesi konusunda alternatif yollar arasından bir tercih yapmalarını sağlayan yol gösterici nitelikteki soyut yahut somut ilke, inanç veya varlıklardan her biri” olarak tanımlanabilir. Bu çerçevede, inanç ve ideolojiler arasında bir tercih yapılabilmesinde aydınlatıcı rol oynayan düşünsel mihenk taşlarına felsefi değer; toplumların tarihsel süreçte yaşadıkları serüvenleri olumlu etkileyen kişi, kurum ve davranış kalıplarına tarihsel değer; toplumların geleceklerinin inşasında hareket noktası kabul ettikleri geçmiş yaşantı, deneyim ve alışkanlıklara geleneksel değer; doğrular ve yanlışlar konusunda insanı uyarıcı nitelikteki dini ilkelere dinsel değer ve nihayet kendi içinde uyumlu bir toplumun kurulabilmesi, kendini yeniden üretebilmesi için o toplumda yaşayan bireylere kazandırılan davranış kalıpları ve eğitsel kodlara ise kültürel değer denir (Demir ve Acar, 1997: 54). Popüler Kültürün Metalaştırdığı Değerlerimizi... • Doç.Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU / Öğr.Gör. Fatma ÇAPCIOĞLU Başka bir sınıflamaya göre ise değerleri üç gruba ayırmak mümkündür. Buna göre; sevgi, inanmak, çalışkanlık, dürüstlük, dostluk, vefa, güven ve saygı gibi insanın doğuştan sahip olduğu değerler yüksek değerler grubunu oluşturur. İlgi, menfaat, kuşku, kıskançlık, ekonomik ve teknik değerler gibi yine insanın doğuştan sahip olduğu değerlere araç değerler denir. Alışkanlıklar, moda, zevk, kitle kültürü gibi temelini toplum ve kültür hayatında bulan, zamanla otomatikleşen, doğal olarak algılanan eylemleri yöneten, yüksek ve araç değerlerin yönettiği eylemlerle oluşan maddi-manevi kültür kalıplarının bütününü ifade eden değerlere ise alışılan değerler denir. Bu değerler arasında gerçekleştirilmeleri bakımından bir fark yoktur. İnsan, eylemlerinde anlam görürken bu değerlerden birini esas alarak hayatını anlamlandırır. O, hayatını hangi değerlerle anlamlandırırsa eylemlerine o değerler grubuyla yön verir ve yapıp-etmelerini onlar yönetir. Bu durumda insan, eylemlerine ve bu eylemlerle ulaştığı başarılara bu değerler çerçevesinde anlam verir. Çünkü insan, yapıp ettikleriyle amaçları arasında bir ilgi kurar (Serinsu, 1996: 34-39). Günümüz insanının her geçen gün yaşadığı sorunlara çözüm üretmekte zorlandığı alanların başında yukarıda belli başlı türleri tanımlanan “değerler” alanı gelmektedir. Bugün bireyin kendi değerlerini üretme ve aktarma konusunda pek çok sorunla yüzleştiği görülmektedir. İnsanı insan yapan varoluşsal bir zorunluluk alanını ifade etmesi nedeniyle değerlere ilişkin sorunların çözümü hayati önemi haizdir. Bu bildiride, insanın değerleriyle buluşmasının ve değerlerini yaşama katmasının gerekliliğine vurgu yapılarak, bunun nasıl başarılabileceğine ilişkin mütevazı bir katkı sunulmaya çalışılmaktadır. Modernleşmeden Popüler Kültüre Değerlerin Dönüşümü Günümüzde insani değerlerin yeniden inşasının temel bir zorunluluk olduğu sadece akademik değil halka açık platformlarda da çeşitli vesilelerle ifade edilmektedir. Bu durumun temel sebeplerinden biri, günümüz insanının bir taraftan modern çağın kendisine sunduğu imkânlardan faydalanırken, diğer taraftan çeşitli imkânsızlıklarla da mücadele etmek durumunda kalmasıdır. Esasen sanayi devrimiyle birlikte insanlığın, özellikle bilim ve teknoloji alanında kat ettiği mesafenin dünya tarihinde bir örneğinin daha olmadığı bilinmektedir. Sanayi devrimi öncesinde Avrupa’da başlayan, sanayileşme ile birlikte daha da hızlanan ve zamanla bütün dünyaya yayılan insanlığın verili durumlarına ilişkin eleştirel düşünme ve sorgulama geleneği, söz konusu başarının temel belirleyicisi durumundadır. 17. yüzyılda başlayan, 18. yüzyıl aydınlanma ve 19. yüzyıl pozitivist düşünce geleneğiyle birlikte varlığını iyiden iyiye hissettiren eleştirel gelenek sayesinde insanlık, önceki asırlarda hayal bile edemediği bir gelişim çizgisi yakalamıştır. Elbette teknolojik ve bilimsel alanlarda yakalanan bu başarı, öncelikle Batı toplumlarına özgü bir durumu nitelemektedir. Dünyanın geri kalanı için aynı dönemde ve hızda gelişen süreçlerden söz etmek mümkün değildir. Ancak zamanla modernleşmenin tek biçimci doğası gereği, özellikle aydınlanma 22 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI düşüncesinin etkisiyle diğer toplumlarda da Batı toplumlarına benzer gelişmeler yaşanacağı düşünülmüştür. Nitekim bilgi ve teknolojide üretici merkez durumunda olan ülkelerden dünyaya yayılan bilimsel ve teknolojik kültür, zamanla dünyanın diğer toplumlarının da az ya da çok benzer süreçler yaşamasına öncülük etmiştir. Batı toplumlarının yaşadığı söz konusu gelişim süreçlerini nitelemek için kullanılan modernleşme, aklın egemenliğinde sosyal ve siyasal düzenin gerçekleştirilebileceğini iddia eden rasyonel bir ilkeden hareketle doğmuştur. 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar olan süreçte, Rönesans ve Reformla başlayan, Aydınlanma hareketi ve devrimlerle devam eden kültürel, entellektüel ve sosyal dönüşümleri tanımlayan modernleşmeyi; kurumsal ve teknik düzey, kültürel ve dünya görüşü düzeyi ile bireysel ve benlik düzeyi olmak üzere üç düzeyde incelemek mümkündür. Söz konusu üç düzeyin tümü dinamik bir şekilde birbiriyle bağlantılıdır. Örneğin, dünya görüşünde meydana gelen değişiklikler kurumsal ve teknik düzeydeki değişiklikleri hem etkiler hem de onlar tarafından şekillenir. Yine modern insani kurumların doğal dünyayı açıklama ve büyük oranda da denetleme kapasitesine sahip olduğuna inanılır (Herriot, 2009: 9). Dünya görüşü, insanın yaşama bakışının temel parametrelerini sunar. Dolayısıyla dünya görüşümüzü şekillendiren bakış açıları kavramsal öngörülerimizi ve şemalarımızı belirlemeye adaydır. Söz konusu şemalar ise dünyayı nasıl algıladığımız, neyi daha değerli ya da değersiz gördüğümüz, dolayısıyla değerlerimizin içeriği üzerinde yönlendirici etkilere sahiptir. Geleneksel dünya görüşünün modernleşmeyle, modernleşmenin ise postmodern dönemle birlikte önemli kırılmalar yaşadığı bilinmektedir. Post-modern dönemin toplumsal yapı unsurları üzerinde ortaya çıkardığı değişimlerin izlenebileceği alanların başında ise kültür ve türevleri gelmektedir. 1950’li yıllardan itibaren ulusal kültürlerle az ya da çok bütünleşen ve modern kitle iletişim araçlarıyla metalaştırılan popüler kültür; günümüzde “küresel kitle kültürü” olarak da nitelendirilmektedir. Bu kültürün en temel özelliği, Batı merkezli oluşudur. Popüler müzik, popüler filmler gibi popüler olan hemen her şey bu kültürün bir parçasıdır. Popüler kültürün ikinci özelliği ise kültürel farklılıkları, her şeyi kapsayan ve aslında Amerikan tarzı bir anlayışa sahip olan daha geniş bir çerçevenin içine yerleştirmek istemesidir. Bu “türdeşleştirme” süreci, tek yönlü bir kültür aktarımını beraberinde getirmekte; medya aracılığıyla kültürel imgelerin Amerika’dan diğer Batı kültürlerine, oradan da az gelişmiş ülkelere akışı uzun süredir devam etmektedir. Batı’dan Doğu’ya, Kuzeyden Güney’e yayılan ve sürekli akış halinde bulunan bu sermaye ve güç hareketliliği, kültürel etkisini, tüketim maddelerinin sahip olduğu simge, sembol ve marka değerlerinin yanı sıra, dev medya ve reklam kuruluşları aracılığıyla küresel ölçekte dolaşıma girerek sağlamaktadır (Kırca, 2001: 174). Yazılı ve görsel medyanın, özellikle internet ve diğer yeni teknolojilerin sağladığı imkânlar sayesinde, birbirinden farklı yaşam formları ve kültür örüntüleri daha önce görülmemiş bir hız, serbestlik ve yaygınlıkla dünyayı dolaşmaktadır. Görüntüler ve düşünceler, bir yerden diğerine 23 Popüler Kültürün Metalaştırdığı Değerlerimizi... • Doç.Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU / Öğr.Gör. Fatma ÇAPCIOĞLU daha kolay ve hızlı bir şekilde gönderilebilir hale geldikçe, insanların yaşamlarını gittikçe daha doğrudan ve derinden etkilemektedir. Davranışlarımızın arkasındaki amaç ve niyetlerimizle doğrudan ilişkili olan popüler kültürel içeriğin söz konusu hızlı akışının ve dünya çapında dolaşımının her geçen gün daha çok kuşattığı alanların başında “değerler” gelmektedir. Değerler, tutum ve davranışlarımızı yönlendirerek yaşam tarzımızı etkileyen, kimlik ve kişiliğimizi şekillendiren birincil öneme sahip unsurlardır. Popüler kültürün tüketim arzularını tetiklemesiyle birlikte, önceleri sadece bir üretim refleksi olan tüketim, artık toplumsal yeniden üretimin merkezine yerleşmiştir (Featherstone, 1995). Böylece tüketim, cömertlik, kanaatkârlık, şükür, sabır, helal kazanç, emek, çalışkanlık, dürüstlük gibi temel insani ve iktisadi değerleri yüceltmek yerine işaretlerin ve imgelerin hızla tüketildiği bir meta ve marka fetişizmine dönüşmüştür. Dolayısıyla tüketim toplumunun kültürü, bölümlere ayrılmış olan işaretler ve imgelerden oluşan değişken bir karmaşadan ibarettir. Baudrillard’ın da belirttiği gibi (1981), malların prestij taşıdığı ve toplumsal statü ve güç anlamına geldiği düşünülecek şekilde değer gördüğü bir “işaret değeri” ortaya çıkmıştır. Böylece tüketim toplumunda gerçek istek ve ihtiyaçların yerini medya aracılığıyla reklam ajanslarının oluşturduğu yapay istek ve ihtiyaçlar almıştır. Söz konusu yapay ihtiyaç ve istekleri karşılayan tüketim malları zamanla belli bir işaret değeri -belli bir hayat sitilini, prestiji, lüksü ve gücü- kazanmıştır. Sonuçta insanlar, tüketim mallarını istek ve ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde kendilerine sağladığı “işaret değeri” için satın almaya başlamışlardır (Demirezen, 2010: 103). Dolayısıyla artık işaret değerleriyle organize olan tüketim toplumunda metaların insanlar üzerindeki hâkimiyetinden söz edilmektedir. Çünkü metalar işaret değerlerini tıpkı kelimeler de olduğu gibi kendi aralarındaki farklılıklardan elde etmeye başladıklarında, metalar üzerindeki insan hâkimiyeti de azalmaktadır (Demirezen, 2010: 104). Bu durumun kaçınılmaz sonucu, modern insanın değerler sistemine dayalı bir kimlik inşa etmek yerine işaret değerlerine göre satın alınan tüketim mallarıyla kimliğini oluşturmayı tercih eder hale gelmesidir. Zira değerler, insanın övündüğü bir davranışın onun övünç kaynağının ne ölçüde değerli olduğunu; utandığı bir davranışın ise utanç kaynağının değerler sistemindeki yerini göstermesi örneğinde olduğu gibi, aynı zamanda insanı ele veren temel standartları belirler. Metalaşan Değerlerin Yeniden İnşası İnsan, biyolojik varlığıyla fizik dünyada yaşayıp o dünyanın imkânlarıyla yaşamını sürdürse de, psikolojik varlığıyla metafizik dünyanın kendisine sunduğu potansiyellerini geliştirmek ve yaşamına katmak durumundadır. Çünkü insanın gündelik hayatında karşılaştığı sayısız sorunla baş edip mutlu ve huzurlu bir yaşam sürdürebilmesi ancak bu şekilde mümkündür. İnsanın içinde yaşadığı metafizik dünya ahlak ve değerler dünyasıdır. İnsan kendisini çevreleyen fiziki nesnelerin kendisinden bağımsız olarak var olduklarını ve kendisinin de bu nesneler dünyası içinde yaşadığını 24 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kabul edebilir. Ancak söz konusu nesnelerin insan için taşıdığı anlam, insanın o nesnelere yüklediği anlamla doğrudan ilişkilidir. Çünkü değerlerle ilgili olmayan hiçbir insani tutum ve davranıştan söz edilemez. Böyle olunca insan yaşamı, bütünüyle değerler alanı tarafından kuşatılmıştır denebilir. Sosyal öğrenme kuramına göre değerler, bireyin sosyalleşme sürecinde ilişkide olduğu başta anne-baba olmak üzere yakın ve uzak çevredeki kişiler, arkadaşlar, çizgi film karakterleri, yazılı ve görsel medya araçları gibi sosyalleşme ajanları tarafından oluşturulur. Çocuğun doğum öncesi dönemden itibaren kendisine değerlerini aktaran sosyalleşme ajanlarının niteliğinin sorgulanması gerekir. Elbette çocuk açısından kendisini değerlerle buluşturan kaynakların sorgulanması gerektiğine ilişkin farkındalığın en erken ergenlik dönemiyle birlikte başladığı söylenebilir. Bu nedenle ergenlik dönemi öncesi anne-baba tutumları önem kazanmaktadır. Bu dönemde demokratik anne baba tutumu, çocukların kişilik gelişimi için en uygun tutum olarak değerlendirilmektedir. Bu tutumu uygulayan anne babalar çocuklarına koşulsuz saygı ve sevgi gösterirler. Çocuklarını hem denetler hem de onların ihtiyaçlarının karşılanmasına imkân tanırlar. Demokratik tutumu benimseyen anne babaların birbirlerine ve çocuklarına karşı davranışları tutarlı, kararlı ve güven vericidir. Belli sınırlar içinde çocukların bazı davranışları yapmalarına izin verilir ve böylece onların sorumluluk duygusunun gelişmesine uygun ortam hazırlanmış olur. Demokratik anne babalar, her çocuğun kendine özgü bir gelişim kapasitesi olduğunu bilir. Bu nedenle çocukların özgürce gelişmesi, yeteneklerini ortaya çıkarması ve kendini gerçekleştirmesi için uygun bir ortam hazırlar (Sezer, 2010: 3). Çocukluktan itibaren sevilen, saygı duyulan, sözü dinlenen, sorunlarıyla ilgilenilen, kısaca kendisine ve düşüncelerine değer verilen birey, ergenlik dönemine iç tutarlılığı ve çevresel duyarlılığı gelişmiş bir birey olarak girecektir. Çünkü ergenlik, bireyin kökten bir değişim geçirdiği ve aslında en çok da ailesine ihtiyaç duyduğu bir dönemdir. Gençliğe atılan bu ilk adımda hem fiziksel, hem duygusal, hem de sosyal değişimler yaşayan birey, doğumundan itibaren kendisine yapılan psiko-sosyal yatırımlar sayesinde, gel-gitlerin çokça yaşandığı bu dönemi en az hasarla atlatmayı başarabilecektir. Ergenlik dönemi öncesi aldığı olumlu geribildirimlerle ergenlik döneminden başarıyla çıkan bireyin gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerinde de kullanabileceği güçlü bir sosyal ve kültürel sermayeye ihtiyacı vardır. Söz konusu sermayenin oluşumunda bireyin sosyalleşme sürecinin ilk yıllarında sosyo-kültürel çevresinden edindiği değerlerin biçimlendirici etkisi inkâr edilemez. Çünkü birey, toplumla bütünleşmeyi, uyumlu bir kimlik kazanmayı, toplumun kendine özgü davranış ve düşünce kalıplarına uygun hareket etmeyi sosyalleşme sürecinde öğrenmektedir. Sosyalleşme sürecinde değerlerin aktarımında yaşanan pek çok sorundan söz edilebilir. Bu süreçte popüler kültürün değerler üzerindeki metalaştırma yönünde dönüştürücü etkisi günümüzde her zamankinden daha çok hissedilmektedir. Elbette bu etkinin en çok hissedildiği yaş grubunu gençler oluşturmaktadır. Nitekim 25 Popüler Kültürün Metalaştırdığı Değerlerimizi... • Doç.Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU / Öğr.Gör. Fatma ÇAPCIOĞLU 15-25 yaş grubundaki gençlerin, hayatta en çok değer verdiği olguların, dünden bugüne kıyaslamalı olarak ele alındığı araştırmalara bakıldığında, özellikle son 25-30 yıllık dönemde etik değerlerin yerini maddi değerlerin aldığı görülmektedir. Örneğin İbrahim Armağan’ın 80’ler Gençliği (1979/80), 90’lar Gençliği (1997/98) ve 21. yüzyıl Gençliği (2001/2002 ve 2003/2004) olmak üzere Türkiye’nin son onlu yıllarını üç döneme ayırarak incelediği araştırmanın sonuçlarına göre, 80’ler Gençliği; sevgi, özgürlük, eşitlik, eğitim, bilim, aile, teknoloji, para, inanç. 90’lar Gençliği; para, sevgi, bilim, eğitim, inanç, aile, özgürlük, eşitlik, teknoloji; 21. yüzyıl Gençliği ise para, sevgi, sağlık, özgürlük, eğitim, bilim, aile, eşitlik ve inanç değerlerini ön plana çıkarmaktadır (Bkz. Güçlü, 2004). Bu bulgular, sevgi ve güven ekseninde değerlendirilebilecek olan amaç değerlerin yerini, para ve başarı gibi “tüketim odaklı popüler araç değerlere” bıraktığını göstermektedir. Değerler hiyerarşisinde üst sırada yer alan değerleri Güngör “temel değerler” olarak nitelendirmektedir (Güngör, 2000: 41). Temel değerler insanların tavır ve davranışlarını yönlendirmede diğerlerinden daha etkilidir. Ancak popüler kültürün tüketim odaklı araç değerleri amaç değerlerin yerine ikame ederek oluşturduğu değerler hiyerarşisindeki değişimi, insanların bireysel ve toplumsal hayatta sergiledikleri tavır ve davranışlarında gözlemlemek mümkündür. Bu değişim, değerlerdeki altüst oluşu kaygı verici bulan hemen her kesimden insanı rahatsız etmekte ve bu duruma çözüm arayışı yönünde çeşitli çabalar her geçen gün artarak devam etmektedir. Söz konusu çabaların son dönemde ülkemizde de görülmesi, konuya ilişkin hassasiyetin giderek arttığının somut göstergelerinden biridir. İçinde bulunduğumuz değerler sempozyumunu oluşturan düşüncenin de benzer bir motivasyondan hareket ettiği izahtan varestedir. Bu durumda bizim de sormamız gereken öncelikli soru ortaya çıkmış bulunmaktadır: Değerler hiyerarşisini insani bir çerçevede nasıl yeniden inşa edelim? Değerlerin yeniden inşası sürecini, her şeyden önce insanın “kendinde değerli” bir varlık olduğunu hatırlatarak başlatmak gerekir. Çünkü insanın başka insanları değerli görebilmesi ancak kendi değerini fark edebilmesiyle mümkündür. Kendi değerini fark eden insan, Yaratıcısından başlayarak yakın ve uzak sosyal çevresinde etkileşim içinde olduğu varlıklar ve onlarla kurduğu ilişkilerin niteliği üzerinde yeniden düşünmeyi tercih edecektir. Bu içsel ve dışsal farkındalık oluşturma süreci, insanın değerlerini yeniden keşfetme yolculuğunu da başlatmış olacaktır. İnsanın çevresel farkındalığını artırabilecek çeşitli motivasyonel bakış açıları olmakla birlikte, burada özellikle son yıllarda popüler olan bir psikolojik yaklaşım türünden yararlanılabilir. 1979 yılında Eric Berne tarafından geliştirilen ve psikolojide işlemsel çözümlemeyi temel alan transaksiyonel analiz (TA) yaklaşımına göre, tüm insanlarda aşağıdaki potansiyel yeteneklerin gözlemlenmesi mümkündür: 1. Her insan öncelikle duygusal olarak gelişme ve özerklik kazanma konusunda bir eğilime sahiptir. 26 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 2. Her insan farkında olarak veya olmayarak karşılaştığı olaylar karşısında bir seçim yapmak zorundadır. 3. Ve insanlar yaptıkları seçimlerle yaşamlarının akışını değiştirebilir. TA yaklaşımına göre insan ne yaparsa yapsın, kim olursa olsun değerlidir, anlamlıdır ve önemlidir. İnsanlar arasında pek çok farklılıklar bulunsa da, insan olarak herkes eşittir. Her insanın eşit olduğuna inanmak, insan olması bakımından herkesin varlığını kabul etmek anlamına gelir. Ancak bu herkese aynı davranmayı gerektirmez. Başka bir ifadeyle bir insanın davranışlarını beğenmeyebilirsiniz, ancak beğenmediğiniz yönlerine rağmen o insanın varlığını kabul etmeniz gerekir (Akkoyun, 2011: 5). Ayrım yapmaksızın her insanı değerli gören yaklaşımıyla TA’nın değerlerin yeniden inşası sürecinde işlevsel katkılar sunabileceği anlaşılmaktadır. Söz konusu yaklaşım özellikle farklı toplum kesimlerinin sahip olduğu değerlerin anlaşılması, aktarılması ve paylaşılması konusunda işlevsel olabilir. Böylece etnik, politik, dinsel vb. pek çok ayrımcılık türünün önlenmesi -en azından azaltılması- ve böylece önyargılı tutum ve davranışların yerini bir uzlaşı kültürüne bırakması mümkün olabilir. Değerlerin yeniden inşasına yönelik farkındalığı yükselen insan, değerler hiyerarşisini de yeniden gözden geçirme ihtiyacı hissedecektir. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre, temek ihtiyaçlar biyolojik ve bedensel ihtiyaçlar, statü kazanma, güvenlikte olma, sevme-sevilme ve kendine saygıdır. Üst düzey ihtiyaçlar ise, kendini gerçekleştirme, merakını giderme, bilme ve anlama ve estetik gibi kişinin yaratıcı yeteneklerini geliştirmesine yardım eden güdülerden oluşur. Maslow, ihtiyaçlar hiyerarşisini piramit modeliyle anlatır. Kişi toplumda yer edindikçe biyolojik ihtiyaçlarının yanı sıra, saygınlık, kendine güven ve statü gibi ihtiyaçların olduğu piramidin tepesine doğru hareket eder. Maslow üçgeni olarak adlandırılan bu hiyerarşik gelişim sistematiği, Herzberg’in “ikili etmen”, Alderfer’in “erg” ve Mc Clelland’ın “ihtiyaçların yönlendirilmesi” teorisi ile birlikte en önemli motivasyon teorileri arasında yer alır (Maslow, 1943: 370–396). Maslow’a göre bütün organizmalar özerk bir yaşam sürmek ister. “İhtiyaçlar hiyerarşisi” şeklinde ortaya çıkan ihtiyaç ve isteklerin arkasındaki temel motivasyon, insanın ihtiyaçlarının nelerden ibaret olduğunu gösterdiği gibi, insanın değerlerini de göstermektedir. İhtiyaçlar hiyerarşisinin tüm basamaklarını oluşturan ihtiyaçlar, bütün insanlar için ortaktır. İhtiyaçların ancak derecesi değişebilir, ancak mahiyeti herkeste ortaktır. Maslow’a göre her insan, kendini gerçekleştirmek ve daha sonra da kendini aşmak ister. O, insanın hem fiziksel potansiyellerini gerçekleştirme hem de psikolojik/manevi yönden kendini aşma ihtiyacı taşıdığını belirtmektedir (Maslow, 2001: 320-340). Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi yaklaşımından hareketle, değerlerin oluşumunda ihtiyaçların merkezi bir konuma sahip olduğu söylenebilir. Bu nedenle günümüzde değerlerin yeniden inşasında ihtiyaçlar hiyerarşisinin dikkate alınması gerekir. Zira 27 Popüler Kültürün Metalaştırdığı Değerlerimizi... • Doç.Dr. İhsan ÇAPCIOĞLU / Öğr.Gör. Fatma ÇAPCIOĞLU beslenme, barınma, sevme-sevilme gibi temel ihtiyaçları karşılanmayan bireylerin piramidin üst basamağında yer alan ihtiyaçlarını hissetmesi, dolayısıyla değerler alanıyla sağlıklı bir ilişki kurabilmesi mümkün değildir. Üst düzey ihtiyaçlar alanı, daha çok değerlerin içeriğini belirleyen iyiyle ilgili “ahlak alanı” ve güzellikle ilgili “sanat veya estetik alanı”na (Timuçin, 1994: 60) karşılık gelmektedir. Ahlaki, sanatsal ve estetik değerler, bireyin dünyasında inşa edici ve dönüştürücü rollere sahiptir. Söz konusu değerler, bireyin yaşamına yüklediği anlamla ve yaşamı derinden kavrayışıyla doğrudan ilişkilidir. Sonuç Günümüzde gittikçe metalaşan değerler alanının aslına uygun bir biçimde yeniden ele alınması gerektiğinde kuşku yoktur. Çünkü yeni bir kültür ve medeniyet inşası, ancak değerleri hayatının merkezine alan ahlaki ve estetik duyarlılığı yüksek bireylerle mümkündür. Ahlaki duyarlılığı yüksek bireyin inşasına ise, öncelikle aileden başlamak gerekir. Zira aile, toplumsal yaşamın minyatür modelidir ve bu model ne kadar iyi olursa, yetişen nesillerin ve dolayısıyla da toplumun ahlaki niteliği o ölçüde iyi olacaktır. Değerleri yeniden inşa edecek ve hayatın her alanına katıp yaşanabilir modeller üretecek olan bireylerin yetiştirileceği aile ortamının bireyin sosyalleşme sürecinde başka kurumlar tarafından yerine getirilmesi mümkün olmayan çok önemli işlevlere aracılık ettiği unutulmamalıdır. Bu süreçte ailenin yanı sıra diğer sosyalleşme ajanlarının icra ettiği roller de işlevsel öneme sahiptir. Günümüzde özellikle televizyon, internet, akıllı telefonlar ve sosyal medya gibi kitle iletişim araçlarının bireyin değerleri üzerindeki dönüştürücü etkisi inkâr edilemez. Söz konusu araçlar yoluyla denetimsiz biçimde yayılma imkânı bulan popüler kültürel içerikler, gelişim çağındaki bireyin değerler dünyasında onarılması zor hasarlara yol açmaktadır. Esasen, çocukluk ve gençlik çağı, bireylerin dünyasında ciddi kırılmaların, gel-gitlerin ve dönüşümlerin yaşandığı dönemlerdir. Bu yıllarda, arayış içinde olan bireyin içinde bulunduğu psikososyal ortam yüksek ahlaki değerlerin aktarımına yönelik bir fırsat olarak görülmeli; gelişim döneminin özelliğine uygun yaklaşımlar geliştirilerek bireylerin değerlerini üretip içselleştirmesine imkân sağlanmalıdır. Bu amaçla bireye, kendisine aktarılan yüksek ahlaki değerlerle birlikte kişiliğini özgürce keşfedebileceği alanlar açılmalıdır. Zira popüler kültürel içeriklerin gittikçe daha çok özgürlük vaat ettiği bir çağda, annebabaların kısıtlayıcı tutumları bireyin dünyasında karşılık bulmamakta ve sonuçta birey ailenin değer merkezli sosyalleştirici etkisinden uzaklaşarak eleştirilen popüler içeriklerin etkisine daha açık hale gelmektedir. Bu süreçte, bireye “kendinde değerli ve önemli bir varlık olduğu” mesajının sıkça iletilmesi, böylece değerlilik duygusunun aile ortamında her fırsatta kazandırılmaya çalışılması, temel ahlaki değerlerle uyumlu içeriklerin aktarılmasına aracılık eden bir ortamın gelişimi açısından öncelikli işlevsel bir zorunluluktur. 28 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Akkoyun, F. (2011). Psikolojide İşlemsel Çözümleme Yaklaşımı Transaksiyonel Analiz (4. Basım). Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık. Baudrillard, J. (1981). For a Critique of the Political Economy of the Signs. St. Louise, Mo: Telos Press. Demir, Ö. ve M. Acar (1997). Sosyal Bilimler Sözlüğü (3. Baskı). Ankara: Vadi Yayınları. Demirezen, İ. (2010). “Tüketim Toplumunun Oluşumu ve Din ile Etkileşimi”. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, Cilt: 10, Sayı: 3, 97-109. Featherstone, M. (1995). Undoing Culture: Globalization, Postmodernism and Identity. London: Sage Publications. Güçlü, A. (2004). “Gençler Hayatta En Çok Neye Önem Veriyor?”. Milliyet, http://www.milliyet.com.tr/2004/03/13/yazar/guclu.html. Güngör, E. (2000). Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar. İstanbul: Ötüken Yayınları. Herriot, P. (2009). Religious Fundamentalism: Global, Local, Personal. London: Routledge. Kırca, S. (2001). “Medya Ürünlerinin Küresel Yayılımı, Yerelleştirilmesi: Ulusaşırı Kimliklerin Yaratılması.” Doğu Batı, 15 (4). Maslow, A. H. (1943). “A Theory of Human Motivation”. Psychological Review, 50, 370–396. Maslow, A. H. (2001). İnsan Olmanın Psikolojisi. (Çev. O. Gündüz). İstanbul: Kural Dışı Yayınları. Ozankaya, Ö. (1984). Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü (Genişletilmiş 3. Basım). Ankara: Savaş Yayınları. Serinsu, A. N. (1996). Kur’an Nedir?: İnsanın Anlam Arayışı. İstanbul: Şule Yayınları. Sezer, Ö. (2010). “Ergenlerin Kendilik Algılarının Anne Baba Tutumları ve Bazı Faktörlerle İlişkisi”. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: VII, Sayı: I, 1-19. Timuçin, A. (1994). Felsefe Sözlüğü. İstanbul: B.D.S. Yayınları. Tutar, H. (2012). Sosyal Psikoloji: Kavramlar ve Kuramlar. Ankara: Seçkin Yayınlık. 29 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Giriş Bireylerin ve toplumların adalet arayışı ve adil bir yönetim sistemine duyulan ihtiyaç tarihin belki de hiçbir dönemde bu kadar zaruret haline gelmemişti. Adaletin egemen olduğu bir dünya ideali, insanlığı yönlendiren temel olguların başında geliyor. Adalet ihtiyacı ve adaletin gerekliliği konusunda hiç kimsenin bir şüphesi yok. Ancak adaletin ne olduğu, nasıl uygulanacağı ve hangi yöntemlerle tesis edileceği konusu temel bir problem olarak tartışılmaya devam ediyor. Yaygın kabul görmüş adalet standartlarından yoksun olduğumuz gerçeği, adalete duyduğumuz ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. Tarih boyunca adaleti aramak ve onun ne olduğunu ya da nasıl uygulanacağını belirlemeye çalışmak siyasetçilerin, hukukçuların, din bilginlerinin ve elbette filozofların en temel uğraşlarından birisi olmuştur. Adalet, zaman içerisinde tıpkı özgürlük, eşitlik ya da demokrasi kavramlarında olduğu gibi çok boyutlu anlamlar kazanmıştır. Bu, belirli bir düzeyde kavram kargaşasına da neden olmuştur. Diğer yandan adalet düşüncesinin içeriği bakımından ve kavramın yapısal karmaşası açısından bazı belirsizliklerin ortaya çıktığını da vurgulamak gerekir. (Çeçen, 1993: 11) Filozofların ve siyaset bilimcilerinin üzerinde uzlaştıkları net bir adalet tarifi bulunmasa da genel bir adalet nosyonundan söz etmek elbette mümkündür. Çünkü farklı ayrıntılar içerse de adalet özü itibariyle aynıdır. Bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde zorunlu bir erdem olarak kabul edilen adalet, toplumsal ve politik kurumların da temel bir erdemi olarak değerlendirilir (Rawls, 1999:3). Siyaset teorisyenleri, adaleti daha ziyade, dünyadaki kaynakların bölüşülmesiyle ilgili bir olgu olarak düşündükleri için adaleti, “herkesin hak ettiği şeyi elde etmesi” şeklinde tanımlarlar. Adaletin Kavramsal Çerçevesi Grekçe “diké”, “themis” ve “nomos” terimleri adalet kavramını karşılamak üzere kullanılır. “Hüküm” ya da “yargı” anlamına gelen bu kavramlar adaletin hukukî Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU boyutlarına işaret eder. Daha yerinde bir ifadeyle, bu kavramlar verilecek kararın doğru olması gerektiğinin etik boyutuna vurgu yapar. Latince’deki “justitia”, Fransızca ve İngilizce “justice” kelimeleriyle karşılanan adalet kavramı da yine aynı şekilde hukukî gönderimler içerir. Türkçe’deki adalet kavramı, Arapça “adl” kökünden gelir. Adl “zulm etmeyip herkesin hakkını vermek” (Gani & Naşid, 1283:142) anlamına gelir. İngilizce sözlükte “doğruluk, dürüstlük, doğru davranış” gibi kelimelerle karşılanan (Wehmeier, 1997:348) adalet, Arapça’da “hakka riayetkârlık, hak tanırlık, doğruluk” anlamında kullanılır (Devellioğlu, 2005:8). Türkçede adalet sözcüğü üç farklı anlamda kullanılır: İlkinde, hak ve hukuka uyma, herkesin hakkını gözetme, haksızlık yapmama, doğruluktan ayrılmama; ikincisinde, bir toplumda kanun ve nizam yoluyla hakların karşılıklı olarak korunması ve dengeli tutulması; üçüncüsünde ise bir devlette hak ve hukuku uygulayan teşkilat anlamında kullanılır (Ayverdi, 2005:24). Adalet ile hak arasındaki ilişkinin bir benzeri adalet ile eşitlik kavramları arasında da mevcuttur. Zira adalet, eşitlik ilkesine gereksinim duyar. Aristoteles’in Politika adlı eserinde de vurguladığı üzere, bir adalet kuramı araştırması, eşitlik kavramının tanımını ve yorumlanmasını gerektirir. Eşitlik, adalete ölçü sağlayan ve bu ölçü aracılığıyla onu orantısal bir ayar olarak ifade etmemizi mümkün kılan bir kavramdır. Adaletin bir eşitlik olarak ifadesi; eşit olanı, eşitliği oranında ve eşit bir şekilde ele almaktır. Eşitlik kimin, neye, ne kadar hakkı olduğunun belirlenmesi çerçevesinde hem doğal adaletin hem de “dağıtıcı” adaletin konusudur. Platoncu kavramlarla söyleyecek olursak, adalet bilinci, üzerimize düşen görevleri yapmak ve diğer insanlara hak ettiğini vermek anlamında üzerimize düşen borcu ifade eder. Adil davranışlar ise bu borcun neticesinde ortaya çıkan tabii eylemleri ifade eder (Solomon, 2004:125 vd.) Adalet bilinci, insanlara toplumsal yaşamın devamlılığı için gerekli ilkeleri ve ayrımları verir. Ama adalet basit bir şekilde toplumsal gereklilikleri tanımlayan ve toplumun devamlılığı açısından gerekli olan pratik davranışları meşrulaştıran bir onama düzeyi değildir. Adalet, sadece işleyişine uymak zorunda olduğumuz ilkeler bütünü anlamına gelmez. Adalet insanın, kendi dışındaki dünyaya kendi varlığıyla hangi koşullarla katılacağını belirler. Adalet ona ulaşabilme yolunda evvela bireyin kendi içinde, sonra bireyler arası ilişkilerde, toplumsal bir biçimde yaşanmakta olan sosyo-psikolojik dönüşümünün içeriğini de açıklar (Levinas, 1989:159). Siyaset felsefesinin temel meselesi olan adalet, aynı zamanda metafizik, etik, politika, hukuk ve ekonomi alanlarının kesiştiği kritik bir noktada durur. İnsanın Tanrı’yla, diğer insanlarla, toplum ve devletle ilişkilerini ya da toplumların ve devlet32 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI lerin diğer toplum ve devletlerle kurduğu ilişkilerin mahiyetini ve keyfiyetini belirlemede adalet kavramı anahtar bir rol üstlenir. Bu yüzdendir ki, adalet hakkında ileri sürülen görüşlerin metafizik, etik, politika, hukuk ve ekonomiden bağımsız olması düşünülemez. Adalet insanı, toplumu ve devletin varlığını devamlı kılan en önemli erdemdir (Walzer, 1983). Adalet toplumun siyasal temeli ve devletin amacıdır. Bu nedenle, diğer erdemler arasındaki en önemli erdem adalet erdemidir. Çok yönlü yapısı ile adalet, evvela temel etik bir erdemdir. Adaletin etik düzlemde ele alınması, onun evrensel düzeyde geçerli ilkelere sahip olması fikrine dayanır. Adalet, toplumun etik anlayışından ortaya çıkmıştır. Bu yüzden adalet tüm insani ilişkileri belirlemede ve gerek bireylere gerekse topluma yol gösteren temel bir olgudur (Çeçen, 2003:70-71). Adalet toplumda değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumudur. Adalet ilkesi sayesinde, herkesin hak ettiğini alması ya da haksızlıkların cezalandırılması sağlanır. Adaletin özünde hakka ve doğruluğa saygı vardır. Doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, uygun ve doğru muamele adaletin gereğidir. (Cevizci, 1996:11) Adalet, bir insanın haklarıyla diğer insanların hakları arasında bir uyumun bulunması anlamını da içerir. Bu yüzden, adaleti sağlayan ve gözeten bir üst kurum olarak devlet, farklı, hatta karşıt çıkarlar arasında hakka uygun bir denge oluşturmalıdır. Toplumsal anlamda adalet, toplumu oluşturan fertlerin genel olarak birbirleriyle kurmuş oldukları ilişkileri düzenleme hedefini gözetir. Toplumu oluşturan bütün bireyler, herkesin değişmez bir biçimde eşit haklara sahip olduğuna dair sarsılmaz bir inanca sahip olmalıdır. Devletler arası ilişkiler de adalet kavramının dışında bırakılamaz. Burada adaletin temel görevi, çatışan çıkarlara bir denge bulmaktır. Adalet aynı zamanda toplumsal sorunlar karşısında ahlâkî bir bakışı içerir. Bu durumda adalet koşulsuz bir yükümlülük düşüncesini var sayar. Dolayısıyla adaletin, kuralları ilgilendiren bir yanı vardır. Bu kurallar, insan davranışlarını adalete yönlendirme amacını taşır (Raynaud & Rials, 2003:15). Grek Mirası: Platon ve Aristoteles Grek siyaset felsefesinde her olgunun birbiriyle sıkı bir biçimde bağlantılı olduğu görülür. Şöyle ki: İnsan için en yüksek amaç, en yüce iyilik mutluluktur. Mutluluğa ancak en güzel bir şekilde devlette ulaşılır. Devlette mutluluğa ulaşmak için bireysel ve toplumsal açıdan erdemli davranmak gerekir. Erdemli olmak, toplumu oluşturan unsurların üzerlerine düşen görevleri ve erdemlerinin gereğini yerine getirmelerine bağlıdır. Bu durumda adalet sağlanmış olur. Öyleyse en genel ve kuşatıcı erdem adalettir. 33 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU Felsefe tarihinin en önemli iki filozofu olan Platon ve Aristoteles etik ve politik bir kavram olarak adalet olgusu üzerinde önemli duran ilk filozoflardır. Hatta denebilir ki, adalet kavramını etik ve etikle irtibatlı bir biçimde politik bir kavram olarak bu iki filozof ele almıştır. Onlarda politik meseleler aynı zamanda etik meselelerdir. Dolayısıyla Platon ve Aristoteles adaleti etik ve politik yönü birbirinden ayrılmaz bir biçimde değerlendirmişlerdir. Bu yaklaşım tarzı, onların Ortaçağ’daki takipçileri olan İslam ve Hıristiyan filozofları tarafından da kabul görmüş, onlar da adalet kavramını etik ve politik bir kavram olarak ele almışlardır. Platon’un felsefesi insanın doğal amacı olan mutluluğu sağlayacak yaşama biçimini ve bunun ne olduğunu araştırmaya yöneliktir. Platon için insanların mutlu olması ile ahlaki durumlarının iyi olması aynı kapıya çıkmaktadır (Mosca, 1963:39). İnsanların mutluluğa ulaşması erdemli bir yaşam sayesinde mümkün olur, insanlar erdemleri sonuna kadar götürüp mutluluğa ulaşabilir. (Platon, 1996: 410 e). Erdem, Platon’a göre, mutluluğun biricik yoludur. Erdem, ruhun doğru niteliği ve iç düzeni; sağlığı ve uyumlu olmasıdır. Ruhun kötü durumda olması, iç düzenden ve uyumlu olmaktan uzak olması ya da uyumunun bozulması ise kötülüktür. (Platon, 1996b, 87 d-e) Platon’a göre adalet, diğer erdemlerden önce gelir ve erdemlerin en yükseğidir. Ruhun diğer tüm büyük ve soylu niteliklerini içine alan baş erdem adalettir. Adaleti kendi içinde gerçekleştirmiş olan insan en mükemmel insandır. (Akarsu, 1965:84) Hatta, Platon’un siyaset felsefesinin temel ilgisi, insanlara adil ve erdemli bir hayat tarzına ulaştıracak toplumsal bir düzeni ortaya koymaktır. Platon Devlet adlı diyalogunda erdemi, her varlığın kendine özgü bir görevi olduğu ilkesine dayandırarak temellendirir. Buna göre ruhun çeşitli bölümleri vardır ve erdemler de bu bölümlere uygun olarak temayüz ederler ve farklı sınıfların temel karakteri haline gelirler. Daha ayrıntılı bir biçimde belirtmek gerekirse, Platon’a göre toplum, tıpkı bir organizma, bir beden gibi farklı fonksiyonlar icra eden sınıflardan oluşur. Her birey, kapasitesi ve yetenekleri doğrultusunda toplumda kendine bir yer bulur. İdeal toplum yöneticilerden, koruyuculardan ve üreten, ekip biçen ve zanaat sahibi halktan oluşur. Yöneticilerin erdemi bilgelik, koruyucuların erdemi cesaret, toplumun geri kalan kesiminin erdemi ise ölçülülüktür. Tüm erdemlerin gerçekleşmesi ise adalet erdeminin tahakkuk etmesi anlamına gelir. Adalet, toplumdaki her sınıfın üzerine düşen görevleri eksiksiz olarak yerine getirmesi ve diğer sınıfların işine karışmamasından doğar (Platon, 2010: 359a). Platon’a göre, bir devleti iyi yönetmek, onu adalete uygun ve ölçülü bir şekilde yönetmek demektir. Yani yönetimi doğruluk ve ölçüye dayandırmak demektir. Bu bakımdan devletin iyiliği adalet ve ölçü anlamına gelir (Platon, 1996: 73 a-b). Görüldüğü üzere, Platon’a göre adalet, diğer erdemlerden önce gelir ve erdemlerin en yükseğidir. (Akarsu, 1965:84) 34 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Aristoteles de tıpkı Platon gibi ve hatta daha rasyonel bir bütünlük içinde, insanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeğinden hareket eder. Ona göre mükemmel bir hayat ancak poliste, yani devlet düzeninde mümkün olur. Aristoteles de tıpkı Platon gibi daha ziyade adalet erdemi üzerinde yoğunlaşır. Aristoteles’in adalet ve hukuk arasında kurduğu ilişki çok daha somut ve çarpıcıdır. Ona göre hukukun temel ilkesi adalettir ve her insanın siyasi hayattaki nihai arzusu adalettir. Aristoteles’e göre devlet düzeninde yaşayan yurttaşlar için doğruları yanlışlardan ayırmaya yarayacak adalet standartlarına ihtiyaç vardır (Aristoteles, 2007: 1130b-1131a). Aristoteles’e göre, mutluluk insanın nihai hedefi ve kendisi için istenen yegane şeydir. Mutluluk, ruhun kendisi amaç olan erdeme uygun etkinliği demektir. Bu etkinlikler ise erdemlerle ilgilidir (Aristoteles, 2007: 1098a). Platon’un bilgelik, cesaret (yiğitlik), ölçülülük ve adalet olmak üzere belirlediği dört temel erdem konusunda Aristoteles insan fiillerine bağlı olarak çok sayıda erdem olduğunu ileri sürer. Aristoteles’e göre erdem, aşırılıkların ve noksanlıkların “orta noktasıdır.” Aristoteles’e göre adalet, devlette amaçlanan en yüksek iyiliktir. Adalet, bütün toplumun iyiliği anlamına gelir. Devlette adalet ise yasayla sağlanır (Aristoteles, 2007: 1129b). Görüldüğü üzere Aristoteles için politik faaliyetin anlamı erdemin uygulanmasından ibarettir. İnsanın nihai hedefi olan iyilik ve mutluluk da ancak devlette mümkün olabilir. Çünkü devletin olmadığı yerde birey de kendine yeterli olamaz. Dolayısıyla bireyler doğalarını ancak devlette (polis) gerçekleştirebilir. Böyle bir devleti de ancak erdemleri en yüksek düzeyde kullanan kişi yönetecektir (Aristoteles, 2013). Özetle, Platon ve Aristoteles için adaletin içeriği erdem biçimine girmiş eşitlikten ibarettir. Platon adaleti kavramsal düzeyden yola çıkarak ortaya koyarken, Aristoteles pratik olayların içinden bir adalet anlayışı ortaya çıkarır. Platon adaleti, bireylerin yetenekleri doğrultusunda üzerlerine düşen görevleri en iyi şekilde yapması ve başkalarının işine karışmaması olarak tanımlarken Aristoteles eşitlik, hukuk, mülkiyet ve paylaşım olguları etrafında bir adalet nosyonu ortaya koyar. Platon insan ruhunda bulunan temel özelliklerden hareket ederek ve sınıflar arası uyum, görev bilinci ve hiyerarşik işbölümü kavramlarını gözetmek suretiyle bir adalet düzeni tasvir ederken, Aristoteles dağıtıcı ve düzeltici adalet kavramları bağlamında hem iyilik ve faydaları insanlara paylaştırmanın orta (ortak) akılcı yolunu, hem de objektif hukuku çağrıştıran bir mütekabiliyet rejimini anlatır. Ortaçağ Hıristiyan ve İslam Düşüncesinde Adalet Teorileri Ortaçağ filozoflarının ortaya koyduğu adalet teorileri; Grek, Stoacı ve YeniPlatoncu unsurlar ile mensubu bulundukları dini, politik ve toplumsal gerçeklerin bir 35 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU sentezini ifade eder. Bu sentezde, kendi felsefe sistemlerinin etik, politik ve metafizik içeriği belirleyici bir rol oynamıştır. Batı düşüncesinde Hıristiyan ahlâkı, İslam düşüncesinde ise vahyin ve sünnetin belirlediği ahlâk bu sentezin ana unsurlarını oluşturur. Ortaçağ adalet teorileri, içerik ve yöntem açısından büyük ölçüde, Platoncu hiyerarşik toplum modelindeki işbölümü ve uzmanlaşma ile Aristoteles’in erdemi aşırılık ve noksanlıklardan kaçınarak uçların orta noktası olarak gören anlayışına dayanır. Ortaçağ’da; tıpkı Grek’te olduğu gibi, metafizik, etik ve politika arasında sıkı bir bağ mevcuttur. Ortaçağ düşünürlerine göre mutluluk, en yüksek amaçtır. Bu amaca ise, erdemli bir yaşam sayesinde ulaşılır. Ortaçağ filozofları da dört temel erdem üzerinde durur: Hikmet, ölçülülük, cesaret ve adalet. Bu erdem şemasında adalet en önemli erdemdir. Adaletin gerçekleşmesi diğer üç erdemin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu yüzden adalet; hem bireysel ilişkilerde hem toplumda hem de devlet yönetiminde dikkate alınması gereken genel bir erdemdir. Grek siyaset düşüncesinin Batı Ortaçağı’ndaki ilk mirasçısı Augustinus’un (354430) Platoncu idealden yola çıkarak Tanrı Devleti ile Yeryüzü Devleti arasında yapmış olduğu ayrımda adalet kavramanın belirleyici olduğunu görürüz. Platon’un üçlü erdem şema ile Hıristiyan ahlakındaki temel erdemlerin sentezini yapan Augustinus’un siyaset teorisinin odağında, devletin ilk ve ana ödevinin adaleti sağlamak olduğu düşüncesi bulunur (Pierson, 2000:40-41). Augustinus için adalet önemlidir çünkü ona göre devletin esas varlık sebebi adaleti sürdürmektir. Tanrı’ya uygun adalet “itaatkar bir şehri O’nun inayetine uygun bir şekilde yönetme”yi içerir (Augustinus, 1890). Augustinus ve Thomas Aquinas ile birlikte Ortaçağ’ın en önemli ahlak düşünürlerinden birisi olan Abaelardus (1079-1142) da adaleti temel bir erdem olarak ele alır. Cicero’nun Platon’dan devraldığı şema Abaelardus için de geçerlidir: Erdem “ruhun kazanılmış ve sürekli, kalıcı, yetkin bir durumu”dur ve akıllılık, adalet, cesaret ve ölçülülük olmak üzere dört temel erdem vardır. Abaelardus adalet kavramını “herkese gerekeni veren bir erdem” ve “toplumda geçerli olan yasalarla ilgili bir erdem” olarak tanımlar. Adaletin temelinde, her bir kimseye değerine göre davranma vardır (Abelard, 1979). Salisburyli John (1120-1180) ise adaletin daha ziyade politik ve hukukî yönüne vurgu yapmış ve hükümdarı adaletin koruyucusu olarak takdim etmiştir. Salisburyli John, hükümdarın otoritesini Tanrısal hukukun ve adaletin otoritesine bağlar. Bu çerçevede hükümdar, Tanrısal iradeye dayanan hukuk kurallarını bilmeli ve onlara bağlı kalmalıdır. Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olan bir hükümdar ile keyfi uygulamalarda bulunan ve haksızlık yapan bir tiran arasındaki farkı belirleyen esas kriter hukuka bağlılık ve adalettir. Hükümdar hukuku uygulamak ve adaleti gerçekleştirmek için mücadele eder (Toku, 2005:149). 36 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ortaçağ Hıristiyan felsefesinin en önemli düşünürü ve Aristoteles felsefesiyle Hıristiyan öğretisini uzlaştıran Thomas Aquinas (1224?-1274), adaleti evvela temel bir erdem olarak ele alır. Aquinas erdemleri, teolojik erdemler ve cardinal (ana, esasa) erdemler olmak üzere iki kısımda inceler. Teolojik erdemler; inanç, umut ve hayırseverliktir. Cardinal erdemler ise, Grek erdem anlayışına uygun bir biçimde ve önem sırasına göre dört erdemden oluşur: Aklıbaşındalık, adalet, cesaret ve ölçülülük. Adaletin asıl amacı, diğer erdemlerle karşılaştırıldığında, kişiyi diğer insanlarla olan ilişkilerinde yönlendirmektir. Diğer erdemler kişiyi sadece kendine dair şeylerde mükemmelleştirirken, adalet bir çeşit eşitlik anlamını içerir. Aquinas, genel erdem olarak adaletin diğer erdemlerin özü veya esası olduğunu düşünür. Bu çerçevede adalet, diğer erdemlerin yöneldiği en yüksek erdemdir. Adalet, diğer bütün erdemleri ortak iyiye yönlendiren erdemdir. (Aquinas, 1947) Ortaçağ İslam dünyasında; Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi filozoflar adaleti, diğer erdemlerin tezahür etmesi neticesinde gerçekleşen bütünleyici bir erdem olarak tasarlamışlardır. İslam filozofları, insan için en yüce hedef olan mutluluğa adil bir devlet sayesinde ulaşılabileceği konusunda ittifak halindedir. Platoncu erdem tasnifini miras alan İslam siyaset felsefecileri selefleri gibi hikmet, cesaret (şecaat), ölçülük (iffet) ve adaleti temel erdemler olarak kabul ederler. Bu erdemler bireyleri ve devleti iyiye ve mutluluğa ulaştırır. Yunan seleflerinin yaptığı gibi İslam filozofları da, adaleti evvela ahlâkî bir erdem olarak değerlendirmişler ve devlet yöneticisinin temel özelliği olarak zikretmişlerdir. Platon ve Aristoteles felsefesinin sıkı bir takipçisi ve aynı zamanda bu iki büyük düşünürün görüşlerini uzlaştırmaya çalışan önemli bir siyaset düşünürü olan Fârâbî (870-950) erdemi; “insanın, kendisi aracılığıyla iyi şeyler ve güzel fiiller yaptığı ruhî durumlar” olarak tanımlar (Fârâbî, 1987:27). Erdemler, birisi çok aşırı, diğeri ise çok eksik olduğu için her ikisi de aşağı olan iki durum arasında ruhun “orta durum ve melekeleri”dir (Fârâbî, 1987:34). Fârâbî’ye göre adalet, insanoğlunun yeryüzünde yaygınlaştırmaya çalıştığı erdemlerin en yücesidir ve erdemli bir siyasi düzen adaletin üzerine bina edilir (Fârâbî, 1987:39-40). Erdemli bir siyasi düzende adaletin tesis edilmesi hükümdarın temel görevlerinden birisidir. Hükümdar, yönetim fonksiyonlarının denetlenmesini sağlayacak olan yüksek derecedeki erdemlere ve kamu düzenine dini hükümler çerçevesinde şekil verecek tarzda bir adalet anlayışına sahip olmalıdır. Fârâbî’ye göre adalet, “öncelikle şehir ahalisinin sahip olduğu hayrın onlar arasında pay edilmesi, bilahare pay edilenin muhafazası ile” tesis olunur (Fârâbî, 1987:53-54). Bir diğer önemli İslam filozofu olan İbn Sînâ (980-1037), Aristoteles’i takip ederek, akla tabi olmanın sonucunda ortaya çıkan ve iyi ahlakı oluşturan erdemi, aşırılık ile noksanlığın ortası olarak tanımlar (Alper, 2010:101). İbn Sînâ’ya göre adalet, Platoncu bir biçimde, hikmet, cesaret ve ılımlılığın toplamıdır. Adalet, her üç erdemin 37 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU gerçekleşmesinden doğan erdemdir. Adaleti evvela bir erdem olarak ele alan İbn Sînâ, meselenin politik yönünü de ihmal etmez. Onun adil devlet vurgusu, siyaset felsefesinin temel niteliklerinden birisidir. Adil yasaların işlerlik kazanmasında en büyük görev, yöneticiye düşmektedir. Yasa koyucu, ahlak ve geleneklerde adalete sevk eden yasalar koymalıdır (İbn Sînâ, 2005:203-204). Siyaset felsefesinde Platon’u ve özellikle Aristoteles’i sıkı bir biçimde takip eden İbn Rüşd’e (1126-1198) göre adalet, her insanın, tabiatı itibariyle meyilli olduğu ve kabiliyeti ölçüsünce iyi yapabileceği işi yapmakla kendini sınırlaması ve diğer insanların uzman oldukları alanlara karışmaması anlamına gelir (İbn Rüşd, 1998:71). Adalet, İbn Rüşd’e göre, devletin yönetimiyle ilgili bir erdemdir. Devletin varlığını sürdürmesi ve düzeninin sağlanması adalete bağlıdır. Devleti yönetenlerin ve devlet çatısı altında toplumsal sınıflar halinde yaşayan halkın bu inancı taşıması ve yasaların emrettiği her şeyi koruması gerekmektedir. Devletin kemali, bütün insanların ve sınıfların kendi tabiatlarına uygun olan işleri yapmasına ve kendi işleri dışındaki işlerle uğraşmamalarına bağlıdır. Zira toplum adilse, devlet de adil olur (İbn Rüşd, 1998:119). İslam düşünce ve felsefe geleneğinde adalet kavramının ahlakî muhtevasına yapılan vurgu dikkat çekicidir. Özellikle İbn Miskeveyh, Nasîruddin Tusî, Gazalî ve Kınalızade Ali gibi ahlak alanında yazan filozof ve alimlerin, adalet erdemi için belirledikleri merkezi konum önemlidir. Adalet problemini sistematik bir biçimde müzakere eden ahlak filozoflarının başında İbn Miskeveyh (940-1030) gelir. Adalet teorisini Tehzîbu’l-Ahlâk ve Risâle fî mâhiyeti’l-adl adlı eserlerinde ayrıntılı bir biçimde ortaya koyan İbn Miskeveyh, “adalet” kavramının etimolojik tahlilini yaparken “eşitlik” kavramından hareket eder. Ona göre, “yüklerde denklik, ağırlıklarda ölçülülük ve fiillerde adalet”, eşitlik anlamından türetilmiştir (İbn Miskeveyh, 1983:103) İbn Miskeveyh’e göre adalet hakkaniyet ölçülerine göre her şeyin hakkını vermektir. İnsan, adaletin dağıtımı için yaptığı yasalarda hiçbir zaman yetkin anlamda âdil ve tarafsız olmamıştır. İnsanların yaptığı kanunlar genelde bir kesimin menfaatlerine hizmet eder. İbn Miskeveyh’in de dediği gibi adalet ancak üstün ve yetkin bir güç (Tanrı) katından gelirse adalet olabilir, aksi taktirde sosyal hayatta denge sağlanamaz. Kısacası, ona göre adaletin kaynağı dindir; adalet gücünü dinden alır (İbn Miskeveyh, 1983:105-106.) İbn Miskeveyh, adaletin toplumsal hayattaki vechelerini de dikkate alır. Malların ve şereflerin dağıtımında, alım-satım ve değişim gibi özgür irade ile yapılan işlerde ve ayrıca haksızlık ve gasp gibi tecavüz bulunan durumlarda da adaletin etkili olacağını belirtir. Bu gibi durumlarda filozof olan erdemli yöneticiler adaleti kusursuz bir biçimde gerçekleştirirler (İbn Miskeveyh, 1983:107). 38 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İbn Miskeveyh adaleti; doğal/fıtrî, geleneksel/beşerî (vad’i) ve ilâhî olmak üzere üç kısma ayırarak inceler. Doğal adalet, insanların yaratılıştan getirdikleri hususlarla ilgilidir. Dolayısıyla doğal adalet, ilâhî adalettir. Geleneksel adalet, özel (herhangi bir millete özgü) ve genel (ekonomide, ölçü ve tartıda) olmak üzere iki kategoride incelenir. İhtiyari adalet, sadece insanlarda bulunan ve insanı onurlandıran bir adalet türüdür. İlahi adalet ise metafiziksel ve sonsuz nesnelerde bulunur. İlahi adalet ile ezeli ve ebedi olan doğal adalet arasındaki farkı İbn Miskeveyh şu şekilde açıklar: İlahi adalet maddi olmayan şeyde bulunurken, doğal adalet sadece maddede bulunur (İbn Miskeveyh, 2009:99-105.) Bir diğer ahlak filozofu olan Nasîruddin Tusî (1201-1274), adalet teorisi çerçevesinde kendisinden önceki İslam filozoflarının yanı sıra geleneğini devam ettirir. Platoncu erdem şemasından hareket eden Tusî, insan nefsinde bulunan düşünme kuvvesi, gazabî kuvve ve şehvânî kuvveye karşılık gelen üç erdemden söz eder: Hikmet, şecaat (hilm ve cesaret) ve iffet (cömertlik). Hikmet düşünen nefsin dengede olma durumu; şecaat yırtıcı nefsin hareketlerinin dengede olma durumu; iffet ise behîmî (hayvanî) nefsin hareketinin dengede olduğu durumdur (Nasîruddin Tusî, 2007:8990). Tusî’ye göre adalet bu üç erdemin birbirine karışıp uyumlu olması anlamına gelir. Hikmet, cesaret ve iffet erdemlerinin bileşimi olan adalet, bu erdemlere yetkinlik ve tamlık sağlayan erdemdir. Bu erdemlerden birini veya tümünü elde etmediği sürece hiçbir kişi, övülmeyi hak etmez, kıvanç ve iftihar duymaya layık olmaz (Nasîruddin Tusî, 2007:90). Tusî’nin adalet teorisindeki üç esas erdem ve onlara tamlık sağlayan adalet erdemi insanın teorik ve pratik güçlerinin terbiyesi sonucunda tezahür eder. Teorik kuvvetin terbiyesinden hikmet erdemi, pratik kuvvetin terbiyesinden adalet erdemi, gazabî kuvvetin terbiyesinden yiğitlik erdemi ve şehvet kuvvetinin terbiyesinden iffet erdemi ortaya çıkar. Bu nedenle, adaletin meydana gelmesi, diğer üç erdemin meydana gelmesine bağlıdır (Nasîruddin Tusî, 2007:90). Tusî’nin adalet teorisinde, gerek adaletin neliği gerekse adaletin türlerine dair yaptığı sınıflandırma açısından orantı, eşitlik, hak ve denklik kavramları çok önemli bir yer tutar. Adil insan, orantılı ve eşit olmayan durumlarda orantılılık ve eşitlik sağlayan kimsedir. Eşitlik ise azlık ve çokluğun giderilmesi ve durumların dengelenmesiyle ilgilidir. Bunu yapmaya muktedir olanlar ise doğası itibariyle “orta”yı bulmaya vakıf olan kişilerdir. Ortayı bulmak azlık-çokluk, hafiflik-ağırlık, kâr-zarar durumlarında denge noktasını bulmak; sapmaları ya da uçları ortadan kaldırmak demektir. Ancak Tusî, nihaî anlamda ve her durumda, ortaları belirleyici olan ve şeyleri itidale döndüren asıl unsurun “ilâhî kanun” (nâmûs-i ilâhî) olduğunu vurgular. “Dolayısıyla gerçekte eşitlik ve adaleti ortaya koyan ilâhî kanundur. Çünkü birliğin kaynağı O (Allah) Teâlâ’dır.” (Nasîruddin Tusî, 2007:114). 39 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU İslâm düşünce tarihinin önde gelen düşünürlerinden birisi olan Gazâlî (10581111) de adalet üzerinde önemle duran ve onu evvela etik ve politik bir kavram olarak ele alan bir diğer düşünürdür. O da tıpkı diğer filozoflar ve ahlak düşünürleri gibi, insanın hemcinsleri arasında uyguladığında kendisini yüceltecek birçok erdem bulunmasına rağmen dört ana erdemin bütün erdemlerin kaynağı olduğunu belirtir. Diğer erdemler ise bu dört erdemin altında yer alır. Bu dört erdem; hikmet, şecaat, iffet ve adalettir. Akli kuvvetin erdemi hikmet, öfke kuvvetinin erdemi şecaat (cesaret), hayâsızlık, doyumsuzluk ve onursuzluk kuvvetlerinin erdemi iffettir. Adalet ise bu üç kuvvetin şart olan bir form ve düzen içinde gerçekleşmesindir. Bütün işler adaletle tamamlanır ve dünya düzeni adaletle şekillenir (Gazâlî, 1988:69). Gazâlî’ye göre adalet, diğer erdemlerin düzenli bir şekilde var olmaları halidir. İnsanda birer potansiyel olarak bulunan hikmet, şecaat ve iffet kuvvetleri her yönde aşırılıktan uzak “orta hal” ve durumdaysalar adaletin varlığından söz edilebilir. Dolayısıyla adalet kavramı, erdemler içinde herhangi bir parçanın işgal ettiği yeri değil, bütün erdemlerin tamamını kapsar. Adalet, bütün erdemlerin fiili olarak bir arada olmasının sağlanması ile gerçekleşir (Gazâlî, 1969:21). Görüldüğü gibi, Gazâlî’nin adalet tanımı ve kavrama yüklediği muhteva, klasik felsefedeki adalet anlayışına oldukça uygundur. Açık bir şekilde onun adaletten anladığı şeyle, Yunan filozofların ve meşşai geleneğe bağlı İslam filozoflarının adalet anlayışı birbirine çok benzemektedir. Kınalızade Ali (1511-1571) de tıpkı kendisinden öncekilerin yaptığı gibi ahlak felsefesinin merkezine mutluluk kavramını yerleştirmiştir. İnsan erdemler sayesinde mutluluğa ulaşır. Bu erdemler arasında en önemli erdem adalet erdemidir. Diğer bütün erdemler kazanılıp korunduktan sonra kişide davranış haline geldiğinde, adalet erdemi meydana gelir. İnsan da adalet erdemi sayesinde ebedî mutluluğa ulaşır. (Kınalızade, 2007:151). Kınalızade’ye göre mutluluk için temel ilke, iyi olma ve iyiyi yaşamadır. İnsanın mutluluğu kendisine özgü olan eylemlerin kendisinden doğal olarak meydana gelmesine bağlıdır. (Kınalızade, 2007:50) Kınalızâde de, tıpkı kendisinden önceki İslam filozofları gibi insanı, hem cinsleriyle bir arada yaşamaya ihtiyaç duyan sosyal ve politik bir varlık olarak tanımlar. Toplumsal iş bölümü ise düzenin ve mutlu yaşamının gerçekleşmesi için temel gereksinimdir. (Kınalızade, 2007:479) Toplumun mutluluk yasalar ve ilkeler sayesinde sağlanır. Mutluluğu ortak bir amaç olarak kabul eden insanlar oluşturduğu erdemli bir toplum da sosyal ilişkilerini sevgi, adalet, ihsan gibi kriterlere göre ayarlar. (Kınalızade, 2007:514) Bu bölümde son olarak, Kınalızade Ali tarafından kapsamlı bir şekilde formüle edilen “adalet dairesi”nden de söz etmek yerinde olacaktır. “Adalet dairesi”nin temelinde Platon’un erdemleri sınıfsal bir hiyerarşi içinde açıklamasının etkileri görülebileceği gibi, Aristoteles’in adalet teorisi, Gazalî, Maverdi ve İbn Haldun’un devlet, ordu ve ekonomiye yaptıkları vurgu ve Nasîruddin Tusî’nin eklektik ahlak 40 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI anlayışının izleri de bulunmaktadır. Toplumsal sınıfların, görevlerini yerine getirmesi bağlamında adaleti merkeze koyan “adalet dairesi” yaklaşımı, sistematik bir şekilde sekiz unsuru birbirine bağlamaktadır. Buna göre, toplumun huzur ve mutluluğu, devlet, şeriat, saltanat, ordu, mal, halk ve hükümdarın adaleti bir adalet dairesi oluştururlar. Toplumun temel sınıfları olan halk/çiftçiler, hazine, ordu ve kral adalet dairesini oluşturan sınıflardır. Buna göre çiftçiler hazineye vergi öderler, hazine kralın hükümranlığını koruyup genişleten askerlerin maaşlarını karşılar ve kral, çiftçilere adalet dağıtır, onları zulümden korur (Okumuş, 2005). Yeni Çağ’da ve Modern Dönemde Adalet Teorileri İlkçağ ve Ortaçağ’daki adalet teorilerini etik ve politik bir çerçevede ele aldıktan sonra Yeniçağ’da ve modern dönemlerde ileri sürülen adalet teorilerini özet bir biçimde ele alacağız. Bu, adalet kavramının tarihsel dönemde geçirdiği dönüşümü ve kazandığı muhtevaya anlamak açısından önem arz ediyor. 18. yüzyılda Aydınlanma düşüncesinin de etkisiyle adalet kavramının kapsam açısından bir daralma yaşadığını görüyoruz. Hukuka ve hukuksal eşitliğe uygunluğu adalet için yeterli gören bu anlayış, adaleti hukukun sınırlarına hapsetmiştir. Adalet arayışı ve onun tahakkuk ettirilmesi hukukun temel görevidir fakat her hukuk sisteminin adaleti gerçekleştirdiği söylenemez. Bu bakımdan adalet, hukuk düzenini aşan, onun ötesinde bir kavramdır. David Hume’nin (1771-1776) adalet teorisi “adaletin temel koşulları” kavramsallaştırmasından hareket eder. Hume’nin üzerinde durduğu iki temel koşul vardır: Kaynakların kıtlığı ve insanlardaki sınırlı yardımseverlik. Kaynaklar sınırlı olmasaydı ya da insanlar normal olarak cömert olmuş olsalardı, adaletle ilgili sorunlar ortaya çıkmayacaktı. (Hume, 1964:267). İnsanların iyilikseverliği ya da doğanın eli açıklığı, yeterli bir seviyeye yükseltildiği zaman adalet ve hukukun yerini daha soylu erdemler alacaktır. Hume’nin ulaştığı sonucu şöyle özetleyebiliriz: Adalet, kaynağını yalnızca insanların bencilliği ve sınırlı yardımseverliklerinin yanı sıra doğanın insan istekleri için sunmuş olduğu şeylerin darlığından alır (Hume, 1964:268). Adaletin özellikle modern zamanlarda hukuk ile somutlaşması, iyi işleyen hukuk sistemlerine duyulan ihtiyacı daha fazla gündeme getirmiştir. Zira iyi işleyen bir hukuk sistemi, insan ilişkilerinde, ekonomide ve devletlerarası ilişkilerde adaleti belirli bir noktaya kadar sağlayabilir. Bunun için adaletin etkinliğinin ve etkilerinin ölçülmesinde hukuk uygulamalarına ve somut verilere bakmak gerekecektir. Adalet ve hukuk ilişkisi bu açıdan önemlidir. Diğer taraftan, birçok durumda adalet ortadan kalktığında geriye yalnızca kaba güç kaldığını görüyoruz. Bu yüzden haksızlığa karşı çıkmanın temelinde bulunan adalet inancı her zaman güncelliğini koruyan bir olgu olmaya devam etmiştir. 41 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU Modern dönemdeki adalet araştırmaları en etkili bir biçimde Friedrich A. Hayek (1889-1992), John Rawls (1921-2002) ve Robert Nozick (1938-2002) gibi liberal siyaset felsefecileri ve bu teorilere alternatif bir adalet teorisi geliştirmeye çalışan Alasdair McIntyre (1929- ) tarafından ortaya konmuştur. Klasik liberalizmin en önemli düşünürü olan Hayek, adaletin maddi şeylerin, özellikle gelirlerin dağılımıyla ilişkilendirilmek suretiyle ele alınmasına karşı çıkar. Ona göre dağıtımcı adalet kuramlarında sıkça kullanılan “âdil fiyat”, “âdil gelir dağılımı” gibi olgular, anlamsızdır (Hayek, 1960:170). Diğer yandan, Hayek’e göre, bir piyasa ekonomisinde, hiç kimse ya da hiçbir kurum gelir dağıtma görevini üstlenemez. Dolayısıyla, âdil veya âdil olmayan gelir dağılımından söz etmek saçmadır. Bunun doğal sonucu olarak “sosyal adalet” bir seraptan ibarettir. Hayek’in liberal adalet anlayışı adaletin bireyselliğine vurgu yapar. Ona göre adalet, sadece bireylerine eylemlerine atfedilebilir. Hayek adalet kurallarının, yasaklayıcılık özelliğine sahip olduğundan hareketle adaletsizlik kavramının, adalete göre bir önceliğe sahip olduğunu ileri sürer. Yani âdil davranış kurallarının amacı, âdil olmayan eylemleri önlemektir. Önlenmesi gereken en temel adaletsizlik ise, bir bireyin özel alanına tecavüz edilmesidir (Hayek, 1967:166). Görüldüğü üzere Hayek, İlkçağ ve Ortaçağ filozoflarının yaptığı gibi adalet kuramını devlet aygıtı üzerinden değil, bireyler üzerinden kurar. Çağdaş liberal siyaset felsefesinin önemli teorisyenlerinden birisi olan John Rawls’un adalet teorisi, genelde siyaset felsefesi tarihi, özelde ise liberal siyaset felsefesi tarihi için bir dönüm noktası sayılır (Barry, 1995:5). Kant felsefesinin yargı ve önyargı unsurlarına dayanarak ortaya koyduğu teoride Rawls, adaleti her şeyin temeline koyar. Dolayısıyla siyasal ve toplumsal alana yönelik bütün kararlar adalet ilkelerine dayanmalı ve adalet ilkelerinin çerçevesi içinde olmalıdır. Rawls’a göre nasıl ki doğruluk, düşünce sistemlerinin ilk erdemiyse, adalet de toplumsal kurumların ilk erdemidir. Kanunlar ve kurumlar ne kadar etkin ve iyi düzenlenmiş olursa olsun, eğer adaletsiz iseler, yeniden düzenlenmeli ya da ortadan kaldırılmalıdırlar. Adaleti toplumsal kurumların ilk erdemi olarak gören Rawls, adalet duygusunun, adalet ilkelerini uygulamaya ve bu ilkelere göre hareket etmeye yönelik güçlü bir arzu olduğunu ifade eder (Solomon, 2004:25). Rawls’a göre adaletin temel konusu toplumun temel yapısı ve buna bağlı olarak bütün toplumsal ve siyasal kurumlardır. Toplumda işbölümünü gerekli ve mümkün kılan koşulların tümü adaletin konusuna girer. Diğer bir deyişle, Rawls’ta adalet, toplumsal işbirliğinin getirdiği hak ve ödevlere ilişkin bölüşüm ve dağıtım süreçleriyle ilgilidir (Rawls, 1999:7). Rawls, insanların adalete duyduğu ihtiyacı, toplumsal yaşamın koşullarından kaynaklandığını vurgular. Bir arada yaşamanın getirdiği koşullar; malların, refahın, hak ve özgürlüklerin dağıtımına ilişkin problemleri gündeme 42 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI getirmektedir. Bu sorunların çözümü için toplumda belli adalet ilkelerin varlığı gereklidir. İşte bu ilkelerin arka planında yatan koşullar adaletin koşullarını oluşturur (Rawls, 1999:126-127). Rawls’un adalet teorisinin temel amacı, genel olarak “hakkaniyet olarak adalet” dediği ve “herkes tarafından” kabul edilebilecek olan adalet ilkelerini ortaya koymak şeklinde özetlenebilir. Buradaki amaç, evrensel nitelikteki adalet ilkelerini bulmaktır. Diğer yandan Rawls’un adalet teorisinin moral bir teori olduğunu da belirtmek gerekir. Son olarak, Rawls kendi teorisi içinde iki adalet ilkesinden söz eder. İlki; siyasal özgürlükler, konuşma ve toplantı özgürlüğü, inanç ve düşünce özgürlüğü, özel mülkiyet hakkı, keyfi tutuklanmama ve gözaltına alınmamayı kapsayan eşit özgürlükler ilkesidir. Rawls, bu özgürlüklerin herkes için eşit bir şekilde uygulan-masına vurgu yapar. Çünkü âdil bir toplumda yurttaşlar eşit haklara sahiptir. İkinci adalet ilkesi, gelir ve zenginliğin dağılımı ve fırsat eşitliğiyle ilgilidir. Bu ilkelerin de kendi aralarında öncelikleri vardır. Birinci ilkede, daha fazla toplumsal ve ekonomik fayda adına eşit özgürlük ilkesinden ödün verilemez. İkinci ilkede ise fırsat eşitliği, gelir ve zenginliğin dağıtımından önce gelir. Dolayısıyla gelir ve zenginliğin dağılımı hem eşit özgürlük ilkesiyle hem de hakkaniyetli fırsat eşitliği ilkesi ile uyumlu olmalıdır (Güler, 2007:9192). Klasik liberalizmin bir diğer önemli düşünürü olan Robert Nozick ise, bütün kalıplı adalet kuramlarının özleri itibariyle adaletsiz olduğunu düşünür. Nozick, âdil bir dağıtımın, insanların gönüllü değiş tokuşlarının sonucunun dağıtımı olduğunu iddia eder. Nozick’in “yetkilenme kuramı”nın temel tezinin özünü şöyle özetleyebiliriz: Herkesin şimdiki durumda sahip bulunduğu mallarda hakkı olduğunu kabul edersek, âdil bir dağılım, insanların serbest değiş tokuşları sonucu gerçekleşecek bir dağılımdır. Âdil bir konumda serbest aktarımlar sonucu doğacak bir dağılım, kendi içinde âdildir. Hükümetin bu değiş tokuşta yer alması ise âdil olmayacaktır. Nozick’in yetkilenme kuramının vardığı sonucun şu olduğu söylenebilir: Zor kullanma, haksızlık, yolsuzluk ve istemeyerek yapılan sözleşmelere karşı koruma gibi işlevleri dar biçimde tanımlanan bir devlet âdildir. İşlevleri daha geniş tanımlanan bir devlet ise insanların belli şeyleri yapmaya zorlanmaması hakkını çiğneyeceğinden adaletsiz olacaktır (Nozick, 1974). Nozick’in ileri sürdüğü görüşte altı çizilecek olan nokta, herhangi bir siyasal örgütlenme biçiminin meşru kabul edilebilmesi için, söz konusu örgütlenmeyi oluşturan her bireyin gönüllü eylemine dayanması gerektiğidir. Ayrıca haklı kılınabilecek olan tek devlet, minimal devlettir. Liberalizme alternatif olarak Aristotelesçi geleneği temel alan bir adalet teorisi ortaya koymaya çalışan Alasdair McIntyre adaleti, toplumsal yaşamın temel erdemi olarak tasarlar. Etik ve politik görüşlerini Aristoteles felsefesinden hareketle oluşturan MacIntyre, günümüzde Aristoteles felsefesinin en önemli savunucusudur. MacIntyre, 43 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU erdem şemasını da Grek düşüncesinden hareketle oluşturmuştur. Ona göre erdemlerin olmadığı yerde, toplumsal yaşamdan söz edilemez. McIntyre, tarihsel süreçte ortaya konan etik teorilerin sosyolojik temelleri ve ideolojik yansımaları üzerinde durur. Bununla birlikte McIntyre, her toplumun ve geleneğin birbirinden farklı gerçekliklere sahip olduğundan hareket ederek adalet kavramının muhtevasının, her geleneğin oluşturduğu gerçekliğe ve değerlere göre şekillendiğini savunur (MacIntyre, 2003:350). Sonuç Adalet, tıpkı özgürlük, eşitlik ya da demokrasi kavramlarında olduğu gibi çok boyutlu anlamlar taşır. Platon ve Aristoteles için adaletin içeriği, erdem biçimine girmiş eşitlikten ibarettir. Ortaçağ’da ise adalet, Yunan düşüncesinde olduğu gibi temelde etik ve politik bir erdem olarak tartışılmıştır. Grek ve Ortaçağ filozoflarının adalet teorileri bu yüzden etik değerler üzerine kurulu toplum idealini ifade eder. Klasik düşüncede toplumsal bir olgu olarak ele alınan adalet kavramı Yeni Çağ’da ve modern dönemde daha ziyade mülkiyet, gelirlerin bölüşümü ve birey-devlet ilişkisi bağlamında ele alınmıştır. Farklı ve birbiriyle çatışan çağdaş adalet anlayışlarında bir kısmı hakkaniyete, bir kısmı liyakate, bir kısmı faydaya, bir kısmı devredilmez insan haklarına bir kısmı ise “ortak iyi”ye dayanır. Tarihsel süreç içinde ortaya konan adalet teorileri bağlamında adalet kavramının geçirdiği dönüşümü şöyle yorumlayabiliriz: Grek dünyasında ve Ortaçağ’da metafizik, etik ve politika arasındaki sıkı ilişki Yakınçağ ve modern dönemde bazı itirazlara rağmen kopmuştur. Adaletin toplumsal boyutu ve “âdil devlet” anlayışı yerine bireysel adalet ve minimal devlet anlayışı öne çıkmıştır. Adaletin amacı, herkese eşit hakların sağlanması, hakların çiğnenmemesi, hak ihlallerinin ve keyfi uygulamaların, kısacası kişi ya da gruplara özel uygulamaların ve eşitliği ortadan kaldıran her tür davranışın olmayacağının garanti altına alınmasıdır. Özellikle modern dönemlerde yaşanan ekonomik krizler, insanın ihtiyaçlarıyla ve fıtri özellikleriyle uyumlu adalet standartlarından yoksun bir ekonomi anlayışının zararlarını gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla etik ve politik bir bütünlük içinde belirlenmiş olan âdil ilke ve yasalar her türlü toplumsal ilişkinin zeminini oluşturmak durumundadır. İnsanlar arasındaki her türlü eşitsizliğin mümkün olduğunca giderilmesi, üretim ve bölüşüm ilişkilerinin hakkaniyete dayandırılması ve özellikle gelir dağılımındaki adaletsizliği azaltacak politikaların üretilmesi çağımızda çözülmesi gereken en önemli sorunlar olarak karşımızda durmaktadır. 44 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Abelard, P. (1979). Dialogus Inter Philosophum. Iudaeum et Christianum. (Trans. P. J. Payer). Toronto: Pontifical Institute of Mediaeval Studies. Alper, Ö. M. (2010). İbn Sînâ. İstanbul: İSAM Yay. Aquinas, T. (1947). Summa Theologica. (Trans. Fathers of the English Dominican Province). Benziger Bros. Edition. Aristoteles (2007). Nikomakhos’a Etik. (Çev. S. Babür). Ankara: BilgeSu Yayıncılık. Aristoteles. (2013). Politika. (Çev. F. Akdemir). İstanbul: Say Yayınları. Augustinus (1890). De Civitate Dei (City of God). Philip Schaff (Ed.). New York: The Christian Literature Publishing Co. Barry, N. P. (1995). An Introduction to Modern Political Theory. London: Macmillan. Cevizci, A. (1996). Felsefe Sözlüğü. Ankara: Ekin Yayınları. Çeçen, A. (1993). Adalet Kavramı. Ankara: Gündoğan Yayınları. Çeçen, A. (2003). Adalet Kavramı: Adalet Kavramının Göreliği Üzerine Bir Deneme. Ankara: Turhan Kitapevi. Devellioğlu, F. (2005). Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lügat. Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları. Fârâbî (1961). Fusûlü’l-Medenî. (Neşr. D. M. Dunlop). Cambridge. Siyaset Felsefesine Dair Görüşler. (Çev. H. Özcan). İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Yay. Gani, İ. & Naşid, A. (1283). Zübdetü’l-Lügat. İstanbul. Gazâlî (1969). Kimyâ-yı Saâdet. (Çev. A. Faruk Meyan). İstanbul: Bedir Yayınları. Gazâlî (1988). Mearicü’l- Kuds. (Çev. Serkan Özburun). İstanbul: İnsan Yayınları. Güler, S. (2007). Ahlak ve Adalet: Çağdaş Ahlak Felsefesi ve Adalet Sorunu. İstanbul: Legal Yayınları. Hayek, F. A. (1960). The Costitution of Liberty. Chicago: The University of Chicago Press. Hayek, F. A. (1967). Studies in Philosophy, Politics And Economics. London: Routledge and Kegan Paul. 45 Etik ve Politik Bir Kavram Olarak Adalet • Yrd.Doç.Dr. Ömer OSMANOĞLU Hume, D. A Treatise of Human Nature, the Philosophical Works. T.H. Gren, T. H. Grose (Ed.). Darmstadt: Scientia Verlag Aalen. İbn Miskeveyh (1983). Tehzibu’l-Ahlâk (Ahlakı Olgunlaştırma). (Çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu). Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. İbn Miskeveyh (2009). Risâle fî Mâhiyeti’l-Adl. (Thk. E. J. Brill). Leiden, 1964, “Miskeveyh’in ‘Adalet Üzerine’ Adlı Yayımlanmamış Risalesi”. (Çev. Semra Tüfenkci). Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2009/2, sy. 20. İbn Rüşd (1998). Telhîsu’s-Siyâse li Eflatûn. (İngilizce’den Arapça’ya çev. Hasan Mecid el-Abidi, Fatıma ez-Zehebi). Beyrut. İbn Sînâ (2005). Kitâbu’ş-şifâ, Metafizik II. (Çev. E. Demirli, Ö. Türker). İstanbul: Litera Yayıncılık. Kınalızade Ali (2007). Ahlak-ı Alai. (Haz. Mustafa Koç). İstanbul: Klasik Yayınları. Levinas, E. (1989).”Ethics and Politics”. The Levinas Reader. Sean Hand (Der.). London: Blackwell. MacIntyre, A. (2003). Whose justice? Which Rationality? Indiana: University of Notre Dame Press. Mosca G. (1963) Siyasi Doktrinler Tarihi. (Çev. Şamili Tiryakioğlu). İstanbul: Varlık Yayınları. Nasîruddin Tusî (2007). Ahlâk-ı Nâsırî. (Çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov). İstanbul: Litera Yayınları. Nozick, N. (2003). Anarchy, State and Utopia. New Jersey: Prentice-Hall. Okumuş, E. (2005). “Osmanlılar’da Siyasal Bir Kurum Olarak Adâlet Dairesi”. osyal Bilimler Araştırma Dergisi (SBAD),Yıl: 3, Sayı: 5, ss. 45 – 51. Pierson, C. (2000). Modern Devlet. (Çev. D. Hattatoğlu). İstanbul: Çiviyazıları Yayınları. Platon (1996a). Kleitphon. (Çev. Sabahattin Eyüboğlu). Diyoaloglar I. İstanbul: Remzi Yayınları. Platon (1996b). Menon. (Çev. Adnan Cemgil). Diyaloglar I. İstanbul: Remzi Yayınları. 46 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Platon (2010). Devlet. (Çev. S. Eyüboğlu, M. A. Cimcöz). İstanbul: Türkiye İş Bankası yayınları Rawls, J. (1999). A Theory of Justice. Oxford: Oxford University Press. Raynaud, P. & Rials, S. (2003). Siyaset Felsefesi Sözlüğü. (Çev. İ. Yerguz, N. K. Sevil, E. Ergun, H. Dilli). İstanbul: İletişim Yayınları. Solomon, R. C. (2004). Adalet Tutkusu: Toplum Sözleşmesinin Kökenleri ve Temelindeki Duygular. (Çev. A. Ertuğ). İstanbul. Toku, N. (2005). Siyaset Felsefesine Giriş. İstanbul: Kaknüs Yayınları. Walzer, M. (1983). Spheres of Justice: A Defense Of Pluralism And Equality. New York: Basic Book. Wehmeier, S. (1997). Oxford Wordpower Dictionary. Oxford: Oxford University Press. 47 IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Cuma - 15:30 - 16:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Hüsnü Ezber BODUR / Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Değerler Eğitimi İçin Bir Önşart: Demokratik Eğitim Doç.Dr. Mahmut BOZAN / Bartın Üniversitesi Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci - Demokratların Rolü ve Etkinliği Doç.Dr. Sevinç QASIMOVA / Bakü Devlet Üniversitesi İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak Değerlendirilebileceği Durumlar Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ / Atatürk Üniversitesi Değer Kavramının Toplumsal ve Bireysel İşlevi Üzerine Sosyolojik Bir Çözümleme Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI / Akdeniz Üniversitesi Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim Doç.Dr. Mahmut BOZAN Bartın Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Giriş Eğitim denilince canlılar içinde akla en önce insan gelir. Çünkü daha alt tabakada olan hayvanlar hayat şartlarını ve vazifelerini yerine getirmek için bilgi ve eğitime muhtaç değildirler. Adeta onlar tüm bunların eğitimini almış gibi dünyaya gelirler. Programlanmış bir robot gibi vazifelerini yapar, hizmetlerini yerine getirirler. Ne örümcekler ağ örmek, ne arılar petek veya bal yapmak, ne sivrisinekler hissettirmeden kan emmek, ne çorapçı kuşları yuva yapmak ve ne de göçmen kuşlar yön bulmak için eğitim alırlar. Ayrıca onlar doğar doğmaz yürür, koşar, uçar, yüzer, avlanır, kısaca bir yetişkin gibi yaşamaya başlarlar. Oysa insan için bunların hiçbirini söylemek mümkün değildir. Biyolojik gelişimleri uzun bir zaman içinde gerçekleştiği gibi; bir işi, bir mesleği düzgünce yapmaları için de eğitime ihtiyaç duyarlar. Hayat kanunlarını kavramaları ve sorumluluk üstlenmeleri de uzun zaman ve tecrübe gerektirir. İnsanların duygularına sınır konulmadığı için eğitim ve bilgi birikimi ile medeniyetler kurar, onu geliştirirler. Fakat hayvanların duyguları kendilerine yüklenen programla sınırlı olup, onu tekrardan öteye geçemezler. Bir karınca kabilesi kendisine verilen program çerçevesinde mükemmel bir karınca şehrinde yaşar, ancak onu ne değiştirebilir ne de geliştirebilir. İnsan ise medeniyetini ve kullandığı aletleri en basit hâlinden günümüzdeki konumuna taşıdığı gibi, gelecekte de bugünden tahayyül edemediğimiz noktalara yükseltebilir. İşte tüm bu farklılıklar eğitim ve öğretimin insan için vazgeçilmez ve hayati bir önemi haiz olduğunu ortaya koymaktadır. 1. Eğitimin Gayesi Eğitimin birçok gayesinden söz edilebilir. Birincisi, bir çocuğu içine doğduğu toplumun örf, âdet, gelenek, görenek ve değerleri üzerinden o toplumun bir ferdi olarak yetiştirmek; ikincisi, çocuğun istidat ve kabiliyetlerini dikkate alarak yatkın Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN olduğu alanda inkişaf ve ihtisas yapmasını sağlamaktır. Eğitimin birinci gayesi çocuğun kimlik ve kişilik kazanmasını sağlamak iken, ikinci gayesi bir bilim veya sanat dalında uzman olmasını sağlamaktır. İlkinde kültürel renkler öne çıkarken, ikincisinde mahalli aşan, beynelmilel bir saha ortaya çıkmaktadır. Ancak bu ikinci alanın edebiyat, ilahiyat, tarih ve sanat gibi yerel ve kültürel alanla kesişmeleri olabileceği gibi, fizik, kimya, biyoloji, matematik, tıp ve astronomi gibi tamamen beynelmilel olan alanları da bulunmaktadır. Eğitimin Kültürel Amaçları Eğitim bir insan hakkı olduğu kadar, çocuk sahibi olan ebeveynin irsiyet tevarüsünden öte aynı zamanda inanç, örf, âdet, hars ve kültürel değerlerini çocuğa verme hakkıdır da. Nasıl bir İngiliz veya Alman çocuğunu kendi değerleri ile yetiştirme hakkına sahipse, bir Türk de çocuğunu kendi inanç değerleri ile yetiştirme hakkına sahiptir. Kimse ona “evrensel değer” aldatmacası ile İngiliz, Fransız veya mümasili milletlerin değerlerini verdiremez ve vermeye zorlayamaz. Eğer böyle bir zorlama varsa bu bir suçtur, bu suçu kamu veya onun bir birimi işliyorsa buna karşı yasal zeminde hak aranması gerekir. 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu bu açıdan gözden geçirilmeli ve düzeltilmelidir. Eğitimin İlmî ve Teknolojik Amaçları Eğitimin bir diğer amacı da, insanların kabiliyet ve istidatlarını geliştirmek, inkişaf ettirmek; meslek ve iş sahibi olmasını sağlamaktır. İşte bu hususta insanlığın geçmişten günümüze taşıdığı ortak bir bilim mirası gerçeğinden söz edilebilir. Her millet ve bölgeden bu bilim havuzuna atılmış bilgi bulunmaktadır. Uzaya gönderilen bir uyduda, tekeri icat edenlerin payı küçümsenemez. Yani her teknolojik icat ve hayatı kolaylaştıran her buluş, uzun bir ilmî arka plan ve bilgi birikiminin sonucudur. İcat veya buluşta son kişinin payından daha çok önceki pay sahiplerinin hakkı bulunmaktadır. Onları inkâr etmek ve telahuk-u efkârdaki katkılarını yok saymak hak gaspıdır. Günümüzde bu haksızlık batı medeniyeti müntesipleri tarafından diğer medeniyetlere rahatlıkla yapılabilmekte, Osmanlı, Selçuklu, Endülüs gibi batıyı besleyen medeniyet kaynakları özellikle yok sayılmaya çalışılmaktadır. Bu durum bir medeniyet intihalidir. Buna müsaade edilmemesi gerekir. Entelektüel mülkiyetin velev bir fikir veya görüş olsun kaynak gösterilmeden kullanılması günümüzde “bilim hırsızlığı” olarak kabul ediliyorsa, devasa medeniyetlerin yok sayılarak hasılalarının üstüne oturulması da ondan daha büyük bir intihal ve suçtur. Bu sebeple günümüzde teknolojide ve bilhassa tabii bilimlerde gelinen noktayı hiçbir millet tekeline alamaz, tek başına sahiplik iddia edemez. Bu açıdan hikmet/bilim Müslümanların yitiği gibidir, nerede rastlar ve bulursa tekellüfsüz, minnetsiz alabilir. Batının buradaki payı diğer milletlerden daha fazla değildir. Esasında tabii bilimlerde ana kaynak ve laboratuvar 52 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI dünya, feza ve içindekilerdir. Batının bilim ve teknolojide bugün diğer milletlerden daha önde olması bunun ilelebet devam edeceği manasına gelmediği gibi, ona sahiplik hakkı da vermez. Batının bilim ve teknolojideki üstün vaziyeti bazen diğer milletlerde batıyı taklit gibi yanlışlara yol açmakta, daha vahimi bu taklidin kültürel alanlara teşmili gibi tamiri imkânsız, bir nevi intihar sayılabilecek kapıları aralamaktadır. Maalesef Cumhuriyet Dönemi Türkiye’si bunun acı örnekleri ile doludur. Eğitimin İdeolojik Amaçları Eğitimin kabiliyet ve yetenekleri inkişaf ettirme ve geliştirme özelliği olduğu kadar, bir şekillendirme, kalıba sokma, yönlendirme ve hatta propaganda aracı olabileceği gözden ırak tutulmamalıdır. Her eğitim programının ardında bir dünya görüşü bulunur. Aslolan bu görüşün demokratik yollarla mı, yoksa otoriterlerin dikte etmesiyle mi oluşturulduğudur. Eğer bu eğitim halkın rızası dışında sistematik olarak, kamu gücü ile zorla yapılıyor ve halka başka bir alternatif sunulmuyor ise, ciddi bir eğitim hakkı ihlali söz konusu demektir. Bir çocuk bahçıvan makasıyla şekil verilen parklardaki süs bitkileri gibi kesilipbiçiliyor, belirli bir ideolojinin kurşun askeri yapmak amacıyla kalıba dökülüyorsa bu operasyona eğitim denilemez, olsa olsa eğitim adı kullanılarak yapılan benlik imha ameliyesi denilebilir. Milletin değerleri rağmına yapılan bu tür operasyonların “bilimle”, “çağdaş uygarlıkla”, “evrensel değerlerle” veya “değerler eğitimi” ile hiçbir alakası yoktur. Sadece bir ideolojiyi munisleştirmek için kullanılan ambalajlar söz konusudur Ambalajlar açılıp uygulama ve programlar incelendiğinde altında ideolojinin sırıttığı görülecektir. Eğitim, otoriter ve totaliter rejimlerde en değerli propaganda aracı olarak görülmüş, bu sebeple eğitim müesseseleri denetim altında tutulmuş ve buralara ideolojinin uygun görmediği hiç kimse yaklaştırılmamıştır. Bunun en yakın ve bilinen örneği Türkiye’dir. 2. Türkiye’de Eğitim-Öğretim Politikaları ve Değerler Eğitimi Eğitim Bakanlığı, Osmanlı Devleti’nden günümüze gelinceye kadar gerek isim, gerekse yapılanma bakımından farklı safhalardan geçmiştir. 19. yüzyıl ortalarına gelene kadar Osmanlı Devleti’nde eğitim öğretim faaliyetleri Enderun ve birkaç büyük medrese hariç mahallen ve vakıflar eliyle yürütülüyordu. Tanzimat’la birlikte bu durum değişmeye başlamış, sistem merkezileştikçe eğitim kurumları da merkezden açılmaya, eğitim işi bir devlet hizmeti olarak görülmeye başlanmış ve 17 Mart 1857’de Maarif-i Umumiye Nezareti kurulmuştur. 53 Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN Cumhuriyetin ilk yıllarında Eğitim Bakanlığı “Maarif Vekâleti” adıyla yapılandırılmıştı. Bu isim 1923-1935 yılları arasında korunmuştur. Bakanlık varlığını 1935-1941 arası “Kültür Bakanlığı” adı altında devam ettirmiş, 1941-1946 arası “Maarif Vekilliği”, 1946’dan sonra “Millî Eğitim Bakanlığı”, 1950’den sonra tekrar “Maarif Vekâleti”, 27 Mayıs 1960 tarihinden sonra tekrar “Millî Eğitim Bakanlığı” (MEB) adını almıştır (meb.gov.tr). 2.1. Eğitim ve Öğretim Eğitim ve öğretim kavramları genellikle eşanlamlı olarak kullanılmakla birlikte, her ikisini beraber kullanma; öğretimi bilgi aktarma, eğitimi ise terbiye ve davranış değişikliği sağlama şeklinde tarif edenler de bulunmaktadır. Bu sebeple ilk ve orta kademede “eğitim” ifadesi, üniversitede ise “öğretim” kelimesi tercih edilmektedir. Daha öncesine gidildiğinde ise eğitim ve öğretim kelimelerini içinde cem eden “maarif ” kavramının kullanıldığı görülür. Maarif kelimesinin içinde hem bilgiyi hem de kimliği besleyen irfanı bulmak mümkündür. Türkiye’de eğitimle ilgili en yaygın kullanılan tanımlardan biri Ertürk’ün “bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme süreci” (1972:12) ifadesidir. Ancak bu genel ifade eğitim kurumlarında uzun yıllar bireyi toplumdan farklılaştırma veya kasıtlı olarak belirli değerlerin kalıbına dökme şeklinde daraltılarak kullanılmıştır. Eğitim, bir varlığın esirgenerek talim ve terbiyeye tabi tutulmasıdır. Esirgenerek, korunarak, şefkatle yaklaşılarak ondaki imkân ve kabiliyetlerin neşvü nema bulması anlamında bir faaliyettir eğitim. Eğitim hem bir takım imkân ve kabiliyetlerin önünü açarak insani değiştirmeyi sağlayan ama bu arada kazanılanı, iktisab edileni de muhafaza etmeyi düşünen ve beşikten mezara kadar giden bir süreçtir. Eğitimin bir talim yanı, bir de terbiye yanı vardır (Aydın, 2009: 33). Eğitimin temel amacının kişilerin şekillendirilmesi olduğu tartışmasız bir gerçektir ve bu yalnızca ilgili mesleki beceriler değil aynı zamanda ahlaki, kültürel ve dinî duyarlılık da vermektir. Bu nedenle kutsal olanın takdiri belirli türde yetiştirme ve şekillendirme içeren eğitim yoluyla elde edilir (Ozolins, 2009: 101). Eğitimi bir şekillendirme olarak gören yaklaşımlar kadar kabiliyetlerin inkişafı için zemin hazırlama olarak görenler de vardır. Bu yaklaşımların birlikte değerlendirilmesi gerekir. Aksi takdirde bireyin objelikten nesneliğe düşürülme tehlikesi vardır. Okul, ahlak ve erdem alanını bir kenara bırakıp, nesnel dünyaya ve bilgiye odaklandığında bu alan hayatın dışına çıkmaktadır. Hayatın boşluk kaldırmayacağı da bilinen bir gerçektir. Yaşamla bütünleşmeyen ve bireyi doğru seçimler yapmaya hazırlamayan bir fizik, kimya, biyoloji ya da tarih eğitimi ahlaki kabul edilemez (Acat, 2010; 138). 54 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Konuyu özetleyen ve anonim olmuş bir eğitim tavsiyesini burada hatırlamak isabetli olacaktır. Hitler Almanya’sında Nazi toplama kamplarının şahidi olmuş bir okul müdürünün öğretmenler için yayınladığı mesajdaki şu ifadeler, ahlaki olarak içi doldurulmamış bir eğitimin tehlikelerine dikkat çekmektedir. “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.” 2.2. Eğitim Politikaları Kuruluşu oldukça eskiye giden MEB’in gelişmiş bir kurum kültürü ile oturmuş geleneklerinin olması, en önemlisi de halkın tasvibine mazhar bir eğitim politikasının bulunması gerekirdi. Ancak Cumhuriyetle birlikte eğitim politikalarında köklü değişiklikler yaşanmış ve belirtilen hususlarla ilgili halkla bütünleşen bir yapı henüz kurulamamıştır. MEB’in eğitim politikalarını incelerken öncelikle Osmanlı Devleti’nin maarif politikalarına göz atmak icap eder. Osmanlı eğitim sistemini İslam eğitiminin eriştiği son merhale olarak kaydeden Baltacı’ya göre Osmanlı’da gerek örgün, gerekse yaygın eğitim her insanın akıl ve biliminin geliştirilmesini hedef almıştır. Bu sebeple Osmanlı cemiyetinde sıbyan mektebinden başlayarak medrese ile devam eden örgün eğitimle; cami, tekke ve esnaf teşekküllerinde sürdürülen yaygın eğitim hep bu espri içinde yürütülmüş ve bunlar birbirini tamamlamıştır. Bu yüzden Osmanlı eğitim ve öğretim hayatında medreseden tekkeye veya tekkeden medreseye veyahut da her ikisinden kürsü şeyhliğine gidip gelme olmuştur. Bu sebeple denilebilir ki Osmanlı eğitim sisteminde asgari müşterekler değil, azami müşterekler vardır. Osmanlı’nın yaygın eğitim veren birçok müesseseleri vardır. Bunlar arasında tekke ve camiler en önemlileridir. Tekkeler tarikat usul ve adabının tahsili yanında edebiyat ve musiki gibi irfan hayatımızı oluşturan sanatlara kaynaklık etmişlerdir. Camiler yıllarca medresede tedris görevi yürüten mücerreb ulemadan seçilen kürsü şeyhleri ile adeta halka açık üniversite fonksiyonunu icra etmişlerdir. Mihrap, minber ve mahfillerde adeta bu üniversitenin birer fakülteleri olmuştur (1996: 467-470). 1917 yılı Maarif bütçesinin müzakerelerinde Basra Mebusu Hilmi Bey memlekette üç cereyandan bahsetmektedir. Bunlardan birisinin garp medeniyetine meftunluk olduğunu, bu grupta olanların terakkiyi “dinden ve an’anatı milliyeden tebaud (uzaklaşma) etme” şartına bağladıklarını, ikinci grubun “garb medeniyetinin 55 Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN İslam’la kabili te’lif olamayacağını, bu sebeple garbdan uzaklaşmak gerektiğini” savundukları, üçüncü grubun ise “İslamiyet’in mani-i terakki değil, amir-i terakki olduğunu, garbın sadece bilim ve tekniğinin alınması, ancak kendi manevi ve milli değerlerimizin korunması gerektiği” görüşünde olduklarını belirtir (Ergin, 1977: 1363). Yapılan tartışmalarda bu birbirine zıt üç cereyanın sebebi medrese, mektep ve tekye ihtilafına bağlanmış ve ıslahı için de Evkaf Nezareti’nin kifayet etmediği, mali hususlarda Evkaf ’ın ilmi ve terbiyevi hususlarda Meşihat’ın yetkili kılınması istenilmiştir (Ergin, 1977: 1347). Eğitim ve terbiyede dini ilimlerle, fen ve teknolojinin birlikte ele alınması, halkın eğitiminde tekkelerin önemi üzerinde durulmuştur. İkinci Meşrutiyetten sonra eğitimin ıslahına yönelik tartışmalarda “ittihad, imtizac-ı efkârdır, o da mârifetin şua-ı elektirikiyle olur.” diyen Nursi (2007: 182), eğitimde mektep, medrese ve tekye ihtilafını ortadan kaldırmak için bu üç müesseseyi “Medresetu'z-Zehra” adı verilen bir külliye içinde birleştirme fikrini ortaya atar ve bu eğitim müessesesi için 2. Abdulhamid’e, sonra Mehmed Reşad’a, daha sonra da TBMM’ye tekliflerde bulunur, kabul ve destek görmesine rağmen böyle bir eğitim müessesini kurmada engellerle karşılaşır. Çünkü Cumhuriyetle birlikte farklı bir eğitim politikası yürütülecektir. Cumhuriyetin eğitim projesine bakıldığında hedeflenen birey-toplum tipinin şu unsurları ihtiva ettiği görülür. Üniter devlet, batı medeniyet dairesinde yer alma kararlılığı. Amaç tek tip insan ve toplumdur. Bunun anlamı da devletin tekel olduğu eğitim sürecinde bu projenin dışına taşan nüanslara bile hayat hakkı tanınmamasıdır. Türkiye’de eğitimin en temel sorunu demokratikleşmedir (Türköne, 1996: 316). Osmanlı dönemindeki çeşitlilik ve çoğulculuk arz eden eğitim cumhuriyetle birlikte sona ermiş, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile dini eğitim ortadan kaldırılarak“milli eğitim” tercih edilmiştir. Birinci İcra Vekilleri Heyeti’nin programında “Çocuklarımıza verilecek terbiyeyi her hal-ü kârda dini ve milli bir hale koymak zorundayız.” denilirken 5 Mayıs 1925 yılına geldiğimizde İsmet İnönü muallimlere yaptığı konuşmada verilecek terbiyenin dini değil, milli olmak zorunda olduğunu söylüyor ve o tarihten itibaren ayrılma başlıyor (Aydın, 2009: 34). Gerçekte Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki ayrışma Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun çıkarılması ile başlar. Tek partinin hâkim olduğu Büyük Millet Meclisi’nden 3 Mart1924 tarih ve 430 sayı ile çıkarılan bu Kanunla ülkedeki bütün eğitim kurumları MEB’e bağlanmıştır. Daha sonra eğitimle ilgili olarak çıkarılan bütün kanun ve mevzuat düzenlemelerine bu kanun temel teşkil etmiştir. O kadar ki 1961 anayasasının “Devrim Kanunlarının Korunması” başlıklı 153. maddesi ve 1982 anayasasında 174. maddesiyle de Tevhidi Tedrisat Kanunu koruma altına alınmıştır. Bu kanunu vikaye edecek diğer uygulamalar ise eş zamanlı olarak Hilafetin ilgası, 56 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması; 1000 yıllık bir medeniyete temel teşkil eden Osmanlı Türkçesinin yasaklanarak Latin harflerinin kabulü gibi diğer bazı devrimlerdir. İsmet İnönü’nün 05 Mayıs 1925 yılında Muallimler Birliği kongre üyelerine hitaben yaptığı konuşmada Tevhidi Tedrisat Kanunu ile ilgili şu açıklamaları manidardır: “Evvelâ “tevhidi tedrisat”ın bazılarınca sui tefsir ve sui telâkki edildiğini gördük. Bu işin müteşebbislerinin, muakkiplerinin elbette yeknazarda dinsizlik ittihamına maruz kalacakları tabiî idi... Tevhidi tedrisat ile bir takım müessesatı kapatmak yerine onları islah etmek daha faydalıdır, gibi fikirlerin ortaya atılacağını, bu gibi itirazların ne gibi netayici olacağını hep biliyorduk... Tedricen varılacak muazzam gayeleri tacil etmek, inkılâp yapmaktır... Mugalâtalara, tezvirlere boyun eğmek itirafı acz olurdu. İnkılâplar kadir ve kahirdir!”(ismetinonu.org.tr). Bu ifadelerde sadece tek partinin otoriter icraatları savunulmuyor, aynı zamanda “kahir” güce atıf yapılarak, muhalefet etmenin sonuçlarına da dikkat çekiliyor. Nitekim bu devrimlerle Osmanlı dönemi eğitim sisteminin dini karakteri sadece ortadan kaldırılmamış, aynı zamanda yasaklanarak mahal ve özelde dini bilgi aktaran ve Kur’an okumayı öğretenlere şiddetli cezalar uygulanmıştır. Mesela, 1937 yılında Gaziantep’te 50 yaşlarındaki bir kadının kendi evinde gizlice Arap harfleri ile çocuk okuttuğu haber alınmış ve suçüstü yakalanarak, aramada ele geçen 3 adet Mevlüt, 5 Tebareke cüzü, 25 Amme cüzü, 1 Kadesemiallah, 7 Kur’an-ı Kerim, 10 Elif Cüz’ü ile birlikte mahkemeye sevk edilmiştir. Benzer şekilde, Arapça namaz sûresi okutmak suçundan 1938 yılı içerisinde; Çankırı’da iki gözü kör birisi, Kastamonu’da bir kadın, Isparta’da muhtelif şahıslar, Bursa’da bir şahıs, Rize’de, Erzurum’da ve Çorum’da bazı şahıslar hakkında işlem yapılmıştır. Urfa’da dükkânında Arapça harflerle basılmış Elifba, Amme, Tebareke cüzleri satan bir şahıs Giresun’da Arapça tedrisat yaptıran şahsın yanı sıra kanuni vazifesini yapmamaktan muhtar ve ihtiyar heyeti üyeleri, Konya’da bir köy imamı, Rize’de bir mahalle imamı adliyeye sevk edilerek muhtelif cezalara çarptırılmışlardır (Dikici, 2008: 165-166). Dönemin gazetelerinde bu tip haberleri sıklıkla bulmak mümkündür. Mesele sadece bir eğitim meselesi değildir ve çok yönlüdür. Olsa olsa eğitimin önceliği söz konusu olabilir. Türkiye’de demokrasi ortadan kaldırılarak bir tek parti diktatoryası altında batılılaşma kararı verilmiştir. Konuyla ilgili değerlendirmesinde Falih Rıfkı M. Kemal’in Denizkızı masalına inanmadığını nakleder. “Ya balık ya insan vardır. Mustafa Kemal, geri bir memlekette medeniyet meselesi halledilmedikçe hiçbir meselenin halledilmeyeceğini biliyordu. Şarklı-garplıya inanmıyordu. Ya şark, ya garp vardır.” (Atay’dan nakleden Özden, 2005: 59) ve karar kesindir; garplılaşmak. Cumhuriyet aydınlarına göre, “Batı bir zihniyettir, bir ruhtur, bir kafadır. Batı bir lüks ve iğreti bir şey değildir. Batı çağdaş medeniyettir. Doğu ise insanları köleleştiren, 57 Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN aklın yaratıcılığını ezen bir niteliğe sahiptir. Doğuda hürriyetsizlik ve karanlığın kudreti vardır. (Tunaya’dan aktaran: Eroğlu, 1982: 466). Batı medeniyetini bir bütün olarak gören ve teknolojik yenilikler ile kültür ve medeniyeti ayırt etmeye karşı çıkan grup teknoloji transferini medenilik için yeterli bulmaz. Bu grubun içinde yer alan ve Cumhuriyetle birlikte fikirlerini uygulama fırsatı yakalayan Mustafa Kemal’e göre kültür ve medeniyet ayrılığı yoktur. Kültür ve medeniyet birdir. Bu da Batı medeniyetidir. Atatürk Batı medeniyetinin tekniğini, şu veya bu müesseseni değil, dünya görüşünü de benimsemeye çalışmaktadır (İnalcık, 1944: 69). O dönemlerde bu görüşlere karşı çıkacak, farklı fikirler beyan edecek ne siyasi ne de akademik bir güç vardı. İnkılabın “kadir ve kahir” gücü diğer alanlarda olduğu gibi eğitim politikaları için de bir alternatif sunmaya imkân vermiyordu. Ancak daha sonra tek partili yılların politikaları eleştirilmeye başlanmıştır. Türköne, eğitim sisteminin gayesinin uzun cumhuriyet yıllarında felsefenin, özellikle din karşıtı olanların öğrenciler tarafından salt öğrenilmesi değil, benimsetilmesi olduğunu belirterek bunun en açık delilinin pozitivist felsefenin Türk eğitimindeki saltanatı olduğunu söylerken (1996: 322), Bolay da, aynı konuda eğitimimizin geçen asrın sonrasından beri pozitivist anlayışın tesiri ile metafizik fobisine girdiğini, tek yanlı, tek kanatlı, insanın manevi yönünü ihmal ve inkâr eden bir eğitim anlayışına bel bağladığını belirtir (1996: 426). Açıkgenç, Türkiye’de bizim eğitim anlayışımızı yansıtan bir toplum felsefesinin olmadığını, günümüze kadar geliştirilen bütün eğitim kuramlarının batı menşeli olduğunu ifade eder (2009: 79). Şimşek ise ulus devlet oluşumunun başından beri okula yöneltilen en köklü eleştiriyi egemen güçlerin ya da siyasi iktidarların emrinde bir araç olmasında bulur (2000: 31). Ortaylı Osmanlı eğitim sistemine ait ne varsa ortadan kaldırmaya yönelik tavrı şu satırlarla tenkit eder: “Yetmiş sene evvel Türkler belli ikincil gruplarda hayatlarının bir kısmını geçirir, görüş ve meşgalelerini oralarda şekillendirir, dostlarını orada edinirlerdi. İstanbul’un nüfusu 700.000 civarındayken Serhan Tayşi ve Klaus Kreiser’in yayınladığı Bandırmalı-zade’nin Mecmua-i Tekaya’sındaki sayımına göre İstanbul’da 300 küsur tekke mevcuttu. Demek ki geçen asrın İstanbulluları kahvehane dışında vakit geçirip eğitim görecekleri yerlere ve kurumlara sahiptiler. Tekke dönemi bitti. Bugün resim kursları, sanat ve mesleklere yönelik kulüpler, tiyatro ve müzikle uğraşılan yerler kaç tane diye saysak, hazin bir manzara ortaya çıkar.” (1996: 463). Ortaylı, Hukuk Mektebi ile Medreset-ül Kuzat’ı mukayese ederken de Osmanlı medreselerinin 19. yüzyılda en başarılı örneği olan Medresetü'l-Kuzat’ın eklektik hukuk sistemine en uygun fukaha yahut hukukçuların bu karma programlı okuldan 58 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI yetiştiğini ve Kuzat medresesinin Hukuk Mektebi’nden daha başarılı ve tahsil için tercih edilen bir kurum olduğunu kaydeder (1996: 464). Özetlemek gerekirse Osmanlı döneminde uygulanan eğitim politikaları öğretimden önce içi ahlaki değerlerle doldurulan eğitimle takviye edilirken Cumhuriyet döneminin otoriter rejiminin her şeyi tekleştiren politikaları eğitimi de manevi değerlerinden kopartarak maddeci, rasyonalist bir alana sıkıştırmıştır. Belki de günümüzde yokluğu hissedilen değerleri, uygulanan bu politikalarda aramak gerekir. 2.3. Değerler Eğitimi Değerlere ilişkin çok geniş bir tanım yelpazesi bulunmakla birlikte, değerleri duyuşsal alan içerisinde yer alan, düşünce ve eylemlerimizi etkileyen, onlara yön veren zihinsel olgular olarak tanımlayabiliriz (Demircioğlu ve Tokdemir, 2008: 71). Davranışlarımıza rehberlik eden prensipler olarak da adlandırılan değerlerin kaynağı inançlardır. İnançların da en etkini yüksek bir otorite ile ilişkilendirilen dinî inançlardır (Çengel, 2010: 160). Her milletin dinî ve millî kaynaklarından beslenen değerleri ve bir kimliği vardır. Daha da genellemek icabederse İslam dünyasının Batı’nın veya dünyadaki değişik inanç gruplarının ortak değerleri vardır. İslam’daki değerleri Batı değerleri ile mukayeseli olarak Nursi şöyle özetlemektedir (1976: 36-43): “İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür. Hedef de, menfaat yerine fazilettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazüptür. Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedâfüdür. Hayatta düsturu, cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüttür. Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakkî ve ruhen tekâmüldür. Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.” Bu kavramları kısaca açıklamak gerekirse İslam medeniyeti güce değil, hakka dayanır; menfaat yerine fazileti esas alır ve hayatı da karşılıklı yardımlaşma üzerine bina eder. Böylece haklıyı ve hakkı korur, haksız zalim ve zorbaları sindirerek hakkını koruyacak gücü olmayan mazlum ve zayıfları himaye eder. İnsanlar arasındaki ilişkiyi kardeşlik, vatandaşlık, insanlık paydalarına oturtur. Batı ise, insanlar arasındaki ilişkiyi ırk üzerinden tanımlamakta ve kendisini üstün ırk olarak görmektedir. İslam’da insanın ruhi ve ahlaki ve manevi özelliklerinin yeşertilmesi esas alınırken, Batı, maddi zevk ve hedonizmi öncelemektedir. Dini inançların gücü, değerlere kaynaklık etmesi ve bu yolla gelenek, görenek ve kültürün oluşmasında açık bir şekilde görülmektedir. Konuyu Türkiye özeline çekersek, ülkemizde de değerler eğitiminin ana malzemesinin dini ve ahlaki değer59 Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN lerden oluşması beklenir. Ne var ki Türk eğitim sisteminin okul öncesinden yüksek öğretime kadar değer tanımları kişisel bir ideoloji üzerinden yapılmış olmakla kalmamış kanunlarla ve anayasalarla da ilişkilendirilmiştir. Bu ilişkilendirme demokratik yolla, millî iradenin temsilcileri eliyle değil, daha ziyade tek parti dönemlerindeki otoriter hükümetler ve ihtilal dönemi parlamentolarınca gerçekleştirilmiştir. Mevcut Anayasa ve başta 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu ve Yüksek Öğretim Kanunu olmak üzere hazırlanan tüm mevzuatta “Eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Atatürk inkılap ve ilkeleri ve Anayasada ifadesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği temel olarak alınır. Türk milli eğitiminde laiklik esastır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilköğretim okulları ile lise ve dengi okullarda okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” ifadelerini görmek mümkündür. İşte bunlar eğitim sistemimizin temel değerlerini meydana getirmektedir. 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitime çizilen rota bugün bile değiştirilememiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan 1950 yılına kadar tamamen, daha sonraki dönemlerde ise kısmi olarak eğitim sistemi belirli bir ideoloji dışında adeta halkın değerlerine yasaklı bir alan olarak tutulmuş, eğitim programlarında halkın temsilcileri kendine yer bulamamıştır. Bu durum son 10 senede değişiklik göstermeye başlamakla birlikte anayasa ve kanunlarla konulan duvarlar aşılamamaktadır. Türkiye’de eğitimin amaçları içinde dinî değerler bulunmamaktadır. Bu durum maddeci, rasyonel ve faydacı bir değer algısının ortaya çıkmasına ve kimlik sorunlarına yol açmaktadır. Özellikle okul öncesi eğitimi ilk seviye olarak diğer bütün eğitim için temel teşkil ettiğinden özellikle bireyin ilgi alanı oluşturması açısından önemlidir. Çünkü bu seviyede henüz bilinçli seçim olmadığından birey kabiliyetlerinin olduğu yöne fıtri olarak yönelecektir ve bu yönelim keşfedilip o yöne doğru yürümesini kolaylaştırıcı bir eğitim verilmelidir. Bu eğitim kültürel özellikler kullanılarak verilmelidir ki kişi kimlik sorunları yaşamasın. Bu eğitimin başlangıcı şüphesiz ki bireyin dünyaya gelmesinden hemen sonradır (Açıkgenç, 2009: 97). Manevi değerlerden arındırılmış ve çağdaş, evrensel değer gibi kavramlarla parlatılmış olan modernizm beyindeki ödül-ceza sistemini bozmaktadır. Hedonizmi, zevkçiliği birinci plâna çıkarmakta, bunun sonucunda egoizm ortaya çıkmaktadır. Kaliforniya sendromu olarak tanımlanan egoizm; zevke düşkünlük, hedonizm, egosantrizim (ben merkezcilik), kendi rahatını, konforunu düşünme, yalnızlaşma ve bunun sonucunda da mutsuzluk ve depresyona girme şeklinde bir çöküşle sonlanmaktadır (Tarhan, 2010: 244). 60 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 2.4. Türk Milli Eğitiminin Amaçları Eğitimin yapılanmasında ilk ve orta seviyede eğitim, ondan sonraki kademelerde öğretimin öne çıktığını ifade etmiştik. Bu genel bir eğilim olup, çocuğa kimlik ve kişilik kazandırmada eğitimin öğretime rüchaniyeti olduğu aşikârdır. Bir çocuğu kendi inanç ve ahlaki değerlerini temel alarak eğitmek, daha sonra ona verilecek öğretimi de anlamlı kılacaktır. O hâlde eğitim için belirlenecek amaçların manevi, ahlaki ve milli değerler bağlamından kopuk olmaması gerekir. Oysa eğitim sistemimizi çerçeveleyen ve tanımlayan kanunlara bakıldığında temel amacın bu olmadığı görülür. Değer olarak 1739 sayılı kanunda belirtilen amaçlar dayatılmakta ve ilmi ve demokratik değil, otoriter ve ideolojik bir eğitim verilmektedir. Bu durumdan yüksek öğretim bile hariç değildir. 1739 sayılı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun 2. Maddesinde Milli Eğitimin amacı şu şekilde ifade edilmiştir. “Türk Milletinin bütün fertlerini, Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmektir.” (RG. 1973: sayı, 14574). Okul öncesinden, ilk ve orta öğretime kadar örgün ve yaygın eğitimin her birisinin amaçlarına tek tek bakıldığında aynı “genel amaç ve temel ilkelerin” tekrarlandığı görülmektedir. Keza 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 4. maddesinde yükseköğretimin amacı; “Öğrencileri Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı olarak yetiştirmek” şeklinde belirlenmiştir. Yüksek öğretimin plan ve programlarının nasıl düzenleneceğini belirleyen 5. maddedeki ana ilkelerde ise “Öğrencilere, Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı hizmet bilincinin kazandırılmasının sağlanacağı” ifade edilmektedir (RG. 1981: sayı: 17506). Atatürk ilke ve inkılapları ile Atatürk milliyetçiliği kavramlarının okul öncesinden yüksek öğretime kadar eğitimin her safhasında birinci amaç olarak konulması öncelikle eğitimin ruhuna aykırıdır. Bu kavramlar otoriter yönetimler, tek parti uygulamaları ve ihtilal anayasaları ile toplumun çok az bir kısmından destek alan, fakat halkın kahir ekseriyeti tarafından reddedilen güç odakları tarafından dikte edilmektedir. Atatürk ismi ise bu çevrelerin niyetlerini gizlemek için kullanılmaktadır. Çünkü Mustafa Kemal hayatta hakiki mürşidin kendisi değil, ilim olduğunu söylemektedir. Bu çevreler ise CHP-devlet iç içe geçmişliğini kullanarak, 5 Şubat 1937’de aslında Cumhuriyet Halk Partisi’nin ilkelerini (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, laiklik ve inkılapçılık) Anayasanın 2. maddesine dâhil ederek bunların Devleti temel nitelikleri olduğunu iddia etmişlerdir. Daha sonraki ihtilal 61 Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN anayasalarında da bunu korumuşlardır. Halen varlığını koruyan anti demokratik güç odakları günümüz halkının iradesini 1937 yılındaki tek parti iradesine esir etmek istemektedirler. Oysa Türkiye tek parti dönemleri ve vesayetçi bürokratik anlayışın belirleyici olduğu dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde demokrasisini ileri götürmüş durumdadır. İkinci olarak anayasa ve kanunlar bir kişi veya zümre adına düzenlenemez. Kişi veya zümrelere ayrıcalık tanınamaz. Bu hususta mevcut Anayasa’nın 10. Maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” Hükmü bulunmaktadır. Türk Milli Eğitiminin genel amaçlarının Lizbon Zirvesinde bireyin, toplumun ve ekonominin gelişimi için belirlenen kıstaslara uymadığı, eğitim için belirlenen amaç ve hedeflerinin de Kopenhag kriterlerine uymadığı, Bologna Deklarasyonu ile geliştirilen ilişkiler dikkate alınarak bu uyumların sağlanması gerektiği hatırlatılmaktadır (Toku, 2009: 243-245). 3. Demokratik Eğitim Eğitimde demokratikleşmeyi demokrasi kavramının içinde değerlendirmek gerekir. Demokratik eğitim halk tarafından, halkın istek ve beklentilerini karşılayacak şekilde düzenlenen bir alanı ifade eder. Bu sebepledir ki demokrasi ile yönetilen ülkelerde sistemin alt sistem ve kurumları üst sistemle benzer özelliklere sahiptir. Eğitimde katılımcı bir anlayış vatandaşın eğitim hakkını düzenlerken ferdi odağına almaktadır. Yani, eğitimin öznesi insandır. İnsana verilen gerek mecburi eğitim, gerekse diğer eğitimler ferdin sahip olduğu kabiliyet ve yetenekleri olabildiğince geliştirici, maharet ve ustalık kazandırıcı bir rol oynar. Demokratik olmayan monarşik veya oligarşik eğitim türlerinde ise, eğitilen birey ana unsur değil, bir kişi veya zümrenin şekillendirmek istediği bir malzemedir. Kişi veya zümrenin sahip olduğu ideolojiye göre eğitilmelidir. Ferdin sahip olduğu yetenek ve kabiliyetleri ile her şeyden önemlisi ferdin hayattan beklenti ve tercihleri önemli değildir. Belirlenen ideolojiye göre adeta “yontulan” birey, standart bir elbiseye sığdırılmak için vücut uzuvları budanan veya dolgu yapılan bir plastik sanat malzemesine dönüşmektedir (Bozan, 2011: 43). Antidemokratik yönetime sahip otoriter ve totaliter ülkelerde temel yasa ve kanunlarda kişi belirli bir ideolojiye adanan kurbanlar gibi tarif edildikten sonra, bu ideoloji dışındaki eğitimler yasaklanmakta, sapıklık veya sapkınlıkla suçlanmakta, 62 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bilim gibi evrensel değerler belirli kalıplara sıkıştırılarak dondurulmaktadır. Öğretmenler belirlenen ideolojilerin yerine getirilmesinde bir araç gibi görülmekte, yöneticiler ile deneticiler ise öğretmeni bu kalıplara ne denli uyduğu açısından denetlemektedirler. Öğrencinin, ailenin ve diğer toplum bireyleri ile kuruluşların eğitim programları hakkında ne düşündüğü, eğitimden ne beklediği, uygulanan eğitim ve öğretimden memnun olup olmadığı hiç dikkate alınmamaktadır. Demokratik eğitimde bireyin sahip olduğu yetenekler özgürce geliştirilirken, anti demokratik yönetimler dıştan içe doğru yani belirlenen ideolojiye göre kişiyi şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Bu açıdan bakıldığında demokratik ülkelerde bireyin yeteneklerini inkişaf ettirme ve farklılıklarını nazara alma öne çıkarken, totaliter veya otoriter yönetimlerde tek tip insan yetiştirmeye ve insanları ideolojik bir kalıpta eritmeye yönelik yasal düzenlemeler göze çarpmaktadır. Demokratik yönetimler “insanı geliştirmede nasıl bir eğitim sistemi” sorusuna cevap ararken, otokratik yönetimler “nasıl bir insan tipi” yetiştirmenin uygun olacağını tartışmaktadır. Otoriter veya totaliter yönetimler uzun uzun yetiştirmek istediği insan tipini tarif ederken, demokratik ülkeler kabiliyetlerin inkişafına ve insan becerilerinin geliştirilmesine yönelik stratejilere odaklanmaktadır (Bozan, 2011: 44). Türk eğitim sisteminin ne kadar demokratik olduğunu anlamak için iki temel göstergenin incelenmesi gerekir. Göstergelerden birincisi, eğitim sisteminin bağlı olduğu üst sistem olan Türk idarî yapısının, yani devlet yönetiminin ne kadar demokratik olduğu; ikincisi ise eğitim sisteminin yapı ve uygulamaları ile ne ölçüde demokratik özeliklere sahip olduğudur. Türk devlet yapısının ne kadar demokratik bir yapıya sahip olduğunu anlamak için bakılacak ilk belge anayasadır. Cumhuriyetin ilanından bu güne kadar halkın iradesi ile yapılmış bir anayasa bulunmamaktadır. İhtilal dönemi anayasaları ile yönetilen ülkemizde kısmi olarak değişiklikler yapılmış olmakla birlikte özdeki otoriter iskelet korunmuştur. Sitemin merkeziyetçi yapısı eğitim sisteminde de kendini göstermektedir. Eğitimle ilgili tüm kararlar merkez teşkilâtınca, merkez teşkilâtının da üst yönetiminde bulunanlar tarafından alınmakta ve karara başka kimse katılamamaktadır. Bu durum sistemin otokratik olduğunu gösterir. Otokratik yönetimlerle demokratik sistemler arasındaki fark, yöneticilerin maiyetine emretmesi veya danışması arasındaki fark değil; kanun ve mevzuat yapma gücünün üst düzeydeki birkaç yönetici elinde toplanması ile yönetimin her düzeyinden gelen temsilcilerin elinde bulunması arasındaki farktır. Bursalıoğlu’nun deyimiyle (1991, s.192), “Eğer bir ülkede yönetim programlara, kitaplara, sınıflara, yönetici ve öğretmen davranışlarına kadar inerek düzenleme çabaları gösteriyorsa o memlekette demokrasi biçimsel olarak vardır.” Türkiye OECD’ye üye olan ülkeler içinde eğitimle ilgili kararların kısmı âzamının merkezden alındığı bir ülkedir. Tablo 1, Türkiye’nin eğitimle ilgili kaynak dağılımı, 63 Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN planlama, personel yönetimi ve eğitim organizasyonu gibi konularda karar vermedeki merkeziyetçi konumunu açıkça ortaya koymaktadır. Tablo 1: OECD Üyesi Ülkelerde Eğitimde Karar Verme Düzeyleri -Kaynak: OECD, 2000, Education At A Glance, s.109. Bu aşırı merkeziyetçi anlayış halkı eğitimle ilgili hususlarda kenarda tutma isteğinin bir sonucudur. Halkın çocuğunu okula göndermesi istenilmekte, fakat alacağı eğitimin mahiyeti hakkında söz söylemesi, karara iştiraki istenilmemektedir. Hatta mevcut okul-aile birlikleri bile halkın okula gelmesini mali konularla sınırlamakta, halkın maddi desteğine ihtiyacını belirtmekte, fikri katkıya ise kapalı kalmaktadır. Oysa cumhuriyete kadar ilk ve orta eğitimde mahalli vakıf ve mütevelli heyetlerin son derece müessir olduğu tarihi bir gerçekliktir (Bozan, 2011: 47). Sonuç Günümüzde değerler eğitimine duyulan ihtiyaç, son iki yüz yılda materyalizm ve rasyonalizm gibi akımların güçlenmesi, maddi refah ve terakkinin insanları mutlu edeceğine olan inancın yıkılması ile ortaya çıktı. Özellikle Batının teknolojik üstünlüğü ve zenginliği ahlâki boşlukların görülmesini perdeliyordu. Zamanla manevi boşluk ve ahlâki çöküş, üstü örtülemeyecek düzeye gelince materyalist ve değerlerden yoksun bir eğitimin tehlikesi daha iyi görülmeye başlanmış ve “etik değerler” hem eğitimin hem de iş hayatının önemli unsurlarından biri haline gelmiştir. Ülkemiz de bu akımlardan etkilenerek çalışma hayatına ilişkin etik kurullar oluşturmaktan, eğitimde etik değerleri programlara katmaya kadar bir dizi faaliyetler yapılmaya başlanmıştır. Kadim ahlâki değerlerin rafa kaldırılarak adeta yeni bir kavram keşfedilmiş gibi sunulan etosun değerler eğitimini zayıflatmak gibi bir tehlikesini de göz ardı etmemek gerekir. Çünkü ahlak doğrudan inanç, o da dinle bağlantılı olarak vicdanlarda bir etki husule getirebilir. Oysa dünyevi menfaatten sıyrılmayan ve ahlâkın şeklî yanına önem veren etos veya etik, dini bir çağırışım yaptırmamakta, ihlali de bir meslek veya iş disiplininin yerine getirilmemesi gibi bir kusurdan öte mana taşımamaktadır. 64 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ahlâki değerlerlerin eksikliğinin toplumu çözülmeye götürmesine karşı alınacak en âcil ve doğru tedbir, eğitim sisteminin ahlâki değerleri dikkate alarak yeniden düzenlenmesidir. Ülkemizde Osmanlı döneminde manevi ve ahlâki değerler eğitimin ruhu gibi iken, cumhuriyetle birlikte bu değerler eğitimden söküp atılmış ve örgün eğitim dışında alınması da yasaklanmıştır. Bu durumun düzeltilmesi ve dini, ahlâki ve manevi değerlerin eğitim programlarında yerini alması bir âciliyettir. Eğitim ideolojik yapısından sıyrılarak demokratikleştirilmelidir. Eğitim mekânları, çocuklarımız ve gençlerimizin istidat ve kabiliyetlerini inkişaf ettirecek zeminler haline getirilmeli; müfredatlar ise halkın taleplerine uygun, kimlik ve kişiliği takviye eden, inanç ve ahlâki değerleri pekiştiren, bilim ve teknolojide ise uluslararası rekabet gücüne sahip insan yetiştirecek şekilde düzenlenmelidir. Özetlemek gerekirse, siyasi sitem kadar eğitim sisteminin de milli iradeye ram olmasına ve demokratikleştirilmesine ihtiyaç vardır. Bu yapılmadığı sürece “değerler eğitimi” sathi kalmaktan kurtulamaz. KAYNAKÇA Acat, B. (2010). “Öğrenme Sürecinde Değerler ve Öğretmenin Ahlaki Liderliği”. Değerler Eğitimi (ss. 136-147) içinde, İstanbul: İl Milli Eğitim Müdürlüğü. Açıkgenç, A. (2009). “Küreselleşme Karşısında Yeni Bir Eğitim Felsefesine Doğru”. H.R. Açar (Editör), Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu (ss. 79-97) içinde, Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi, Ankara: Eğitim Bir-Sen Yayınları. Aydın, M. (2009). “Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu”. (Editör: H.R. Acar), Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi (ss. 32-36) içinde, Ankara: Eğitim Bir-Sen Yayınları. Baltacı, C. (1996). Osmanlı Eğitim Sistemi. Ankara: Yeni Türkiye, 2(7), 467-470. Bolay, S. H. (1996). Eğitimimizin Felsefi Temelleri. Ankara: Yeni Türkiye, 2(7), 422-429. Bozan, M. (2011). Eğitimde Demokratikleşme ve Taşra Teşkilatı Profili. Bartın: Bartın Üniversitesi Yayın No. 04. Bursalıoğlu, Z. (1991). Okul Yönetiminde Yeni Yapı ve Davranış. Ankara: PEGEM Yayın No 2. Çengel, Y. (2010). “Özlü Sözlerle Güvenli Bir Gelecek İçin İnsani Değerler”. Değerler Eğitimi (ss.159-179-) içinde, İstanbul: İl Milli Eğitim Müdürlüğü. 65 Değerler Eğitimi İçin Bir Ön Şart: Demokratik Eğitim • Doç.Dr. Mahmut BOZAN Demircioğlu, İ. H. ve Tokdemir, M. A. (2008). “Değerlerin Oluşturulma Sürecinde Tarih Eğitimi”. Değerler Eğitimi Dergisi, Cilt 6, No. 15, ss. 69-88. Dikici, A. (2008). “Millî Şef İsmet İnönü Dönemi Laiklik Uygulamaları”. Atatürk Yolu Dergisi, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, ss. 161-192. Eroğlu, H. (1982). Türk İnkılâp Tarihi. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Ergin, O. N. (1977). Türkiye Maarif Tarihi (Cilt 3-4). İstanbul: Eser Matbaası. Ertürk, S. (1972). Eğitimde Program Geliştirme. Ankara: Yelkentepe Yayınları. İnalcık, H. (1944). Atatürk Devrimleri, Çeşitli Cepheleriyle Atatürk. İstanbul: R. Kolej Yayınları. İnönü, İ. (1925). Muallimler Birliği Kongre Üyelerine Hitap. (Haz. İ. Turan). İnönü vakfı, http://www.ismetinonu.org.tr/index.php/egitim-ogretim-kitabi, erişim: 02.06.2014. MEB (2014). “Millî Eğitim Bakanlığının Kısa http://www.meb.gov.tr/meb/tarihce.html. Erişim: 02.06.2014. Tarihçesi”. Millî Eğitim Temel Kanunu, Kanun no;1739, RG. Tarih ve sayı, 24.06.1973; 14574. Nursi, B. Said (2007). Münazarat. İstanbul: Söz Basın Yayın. Nursi, B. Said (1976). Sünuhat Tuluât İşârât. Ankara: Gaye Matbaası. OECD (1996). Education At A Glance, OECD Indicators, OECD Publications, 2, rue Andre Pascal, 75775 Paris: Cedex 16, Printed in France. Ortaylı, İ. (1996). Maarifin Son 150 Yıldaki Serencamı. Ankara: Yeni Türkiye, Yıl 2, Sayı 7. s. 462-466. Ozolins, J. (2009). “Değişen Bir Dünyada Küreselleşme, Eğitim ve Değerler”. H.R. Açar (Editör). Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu (ss. 98-107) içinde, Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi, Ankara: Eğitim Bir-Sen Yayınları. Özden, M. (2005). Atatürk Döneminde Kemalist Metinler: A’râfda Bir Kemalizm: Tekin Alp ve Kemalizm (1936), Bilig, Ankara, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi Sayı: 34, Yaz, s. 59. Şimşek, A. (2000). “Sınıfta Demokrasi”. A. Şimşek (Editör). Özgürlükçü Öğrenme (ss.26-52) içinde, Ankara: Eğitim-Sen Yayınları. Tarhan, N. (2010). “Psiko-sosyal Sermaye Olarak Değerler: Zenginleşiyor muyuz?”. Değerler Eğitimi (ss. 242-248) içinde, İstanbul: İl Milli Eğitim Müdürlüğü. 66 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Toku, N. (2009). “Küreselleşme ve AB Sürecinde Türk Milli Eğitim Sistemi”. (Editör: H.R. Acar). Küreselleşme Sürecinde Eğitim Sorunlarının Felsefi Boyutu (ss. 240-245) içinde, Uluslararası Eğitim Felsefesi Kongresi, Ankara: Eğitim BirSen Yayınları. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Kanun No: 2709 Kabul Tarihi: 7.11.1982. http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2011.pdf. Erişim: 02.06.2014. Türköne, M. (1996). Siyasi Bir Sorun Olarak Din Eğitimi. Ankara: Yeni Türkiye, Yıl 2, Sayı 7. s. 315-326. Yükseköğretim Kanunu, Kanun No: 2547, R. Gazete: Tarih ve sayı: 06.11.1981; 17506. 67 Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği Doç.Dr. Sevinc QASIMOVA Bakü Devlet Üniversitesi Giriş Millî değerler, milli mentallık ve milli bilincin uyanması ve kimlik meseleleri tarih boyunca toplumun öncüllerini daima düşündürmüştür. Bu değerler yüzyılların sınavından çıkmış, bugün dünyada yaşanan yenileşme ve küreselleşmeye nazaran kendi mahiyetini tam itirmese de zaman zaman aşılanmağa maruz kalmıştır. Öyle ki, Batı odaklı kriterleri kabul ederek özününküleşdirmege kalkışan yeni genç nesil bazı millî değerleri unutarak onların yıprandığını esaslandırmaya çalışıyor ve bunla da bize yabancı olan unsurları kabul ediyorlar. Bu yönleriyle gören ve zamanında onlara değer veren, zararlı unsurları millî mentalitetimize yabancı sanan modernist maarifçilerimiz kendi eserleri ile bunlara açıklık getirmişlerdir. Makalede yukarıda adları geçen Türk dünyasının öncüllerinin millî manevi değerlerimize ne kadar saygılı yaklaşımları ve Batı değerlerine yaklaşımı meselelerine de dikkat çekilir. Millî-manevi değer ve değer kavramının yorumuna geçmeden önce, değer anlayışına bir açıklık getirelim. Deger Kavramı Değer insanlarla beraber var olan en önemli kavramlardandır. Değer kavramını çeşitli yönden ele alınırsa ahlaki, ilmî, siyasî, dinî, estetik, ekonomik, sosyal değerlerin olduğunu tespit etmiş oluruz. Örneğin, bilimsel siyasi değer ahlaki değerle yoğun ilişkide olabilir ve bunlar da ahlaki değer olarak kendini şekillendirir. Değerlerin oluşumu ile sonuçta dünyada her bir bireyin haklarını daha dolgun doğrulayan hüsusiyetler oluşur. Millî-manevi değerler ise insanı toplumda oluşturan, gelişime yardımcı olan davranış kurallarıdır. Bu kurallar dünya uygarlığının temeli konulan oluşmaya başlamıştır. Öyle ki, hâlâ eskiden yani, insanlığın yaranışında bugüne gibi, değerler zaman zaman degişmiştir. Milli-manevi değerler içerisinde ahlaki değerlere daha fazla dikkat çeken bazı sosyolog ve filozoflar ahlaki değerlerin toplumdan topluma, çağdan çağa, hatta kuşaktan kuşağa değiştiği kanaatinde olmuşlardır. Yunan Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği • Doç.Dr. Sevinc QASIMOVA alimlerinden tutmuş bugünkü kozmopolit düşüncelere sahip olan insanlara gibi millimanevi değerleri farklı yönelimden anlatmışlardır (Tahir, 2008: 12). Yunan filozofu Sokrat insanlar arasında doğruluk, adalet, cömertlik, cesaret gibi bir görüş birliğinin olduğuna inanıyor ve değerlerin nesnel bir varlığa sahip olduğunu vurguluyordu. Platon da aynı düşünceyi daha kararlı ve somut şekilde ortaya koyarak ahlaki değerlerin Tanrıdan geri geldiğini söylüyordu. Onun düşüncesine göre, “iyi olan ve iyilik Tanrıdan geri geliyordu”, ... bir şey Tanrı onu istediği için iyi değildi, aksine, o iyi olduğu için Tanrı tarafından isteniyor diye ifade ediyordu. Pascal’ın dediği gibi, “Pirenelerin öbür yanında doğru olan, bu yanında yanlıştır”. Dolayısıyla degerler öznel, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişmektedir. Biz hangi durumda nasıl davranmamız gerektiğini içinde yaşadığımız toplumun büyüklerinden ve yaşıtlarımızdan öğrenebiliriz. Bazı sosyologların görüşleri şöyledir ki: “Avrupa sadece bilimsel ve teknik ilerlemeyi başardı ve onlarda milli değer kavramı yoktur”. (Memmedov, 2000: 58). Eğer biz bu devletlerin mukayıseli tahlilini verirsek böyle bir gerçekliği tespit edebiliriz ki, uygarlığın barınağı Doğu olduğu halde, Batı bizim için örnek olabilir mi? Bugün postmodernist adlananlar batının değerlerini kabartıyor ve toplumu o yöne yöneltmeye çalışırlar. Fakat, bu da bir gerçektir ki, toplum, sosyalsiyasi hayat daima gelişerek değişikliklerle eşlik edilir. Türk Milletinin Milli Deger Kavramı Türk milletinin millî değer kavramı aileden başlayır. Bu açıdan da XIX. yüzyılın maarifçi-demokratları kendi ailelerinin şahsında bu değerleri korumak, onlara saygı yanaşmaqla eşit, sanatsal yaradıcıklarında da bu çizgiye hizmet etmişlerdi. Nesiller değiştikçe milli manevi değerlerin mahiyeti de değişiyor. Öyle ki, günümüzde Türklere ait, fakat sıradan çıkan adet ve geleneklerimiz olduğu hâlde, bize yabancı olan geleneklerin “milli-manevi değerlere dönüştürülmesi” süreci güçleniyor. Milli değer anlayışına ve hoşgörüye örnekler tarihte çoktur. Öyle ki, Türk komutanı Atilla’nın örneğinde bunu gösterelim. O, çok sayıda ülkeleri istila etse de, işgal ettiği halkların milli ve özellikle dini değerlerine saygıyla karşılamıştır. Ayrıca, Sultan Mehmet Fatih 1453’te İstanbul’u fethederek bu mentallığı korumuştur. Bugün yüz-yüze duran muhteşem anıtlar olan Ayasofya tapınağı ve Sultan Ahmet Camii bunun parlak örneklerindendir. Din aynı zamanda maneviyattır. Tolerans sadece dinlerin birbirine dözümlüyünü değil, aynı zamanda birbirlerinin gelenek ve göreneklerine tolerans demektir. “Kur’an-ı Kerim” ahlaki-meneve değer hazinesidir. (El-Bakara, 2/134-139, Nisa, 4/111, En’am, 6/164 surelerinde herkesin kendi emellerine göre cavab dehliyinden, herkesin kazandığı günahın kendisine ait olduğu hatırlatılıyor). Diğer milli-manevi değerimiz bayrağa olan sevgi ve saygımızdır. Buna ait de tarihde örnekler vardır. Eğer Yunanlılar Sakarya zaferinden sonra Türk bayrağına saygı etmeyerek onu ayaklar altına atıp tapdalamışlarsa, Mustafa Kemal Atatürk Yunan bayrağını öpüp gözü üstüne koymuştur. Bunlar bir değil, binlerce Türkün qavramındakı milli değere saygının bir örneğidir. 70 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Türkler her yerde yaşayabilir, buna rağmen onlar kendi dilini, dinini, milli geleneklerini unutmamalıdır. Bunun için eğitim ocaklarında gençlerimizi halkımızın manevi değerleri temelinde terbiye, manevi yönden sağlıklı ve saf insanlar terbiye etmek meselesi önemli bir yer tutmalıdır. Kültür tarihi alanında kazanılmış deneyim gösteriyor ki, insanların maneviyatı, ahlaki normları ve bakışları ile bağlı olan millimanevi değerlerin yaratıcısı halktır ve onun varlığının temel göstergesi olan milli-manevi değerler onun en değerli zenginliğidir. Her bir halk milli manevi değerler sistemine sahiptir. Bu milli-manevi değerler bizim tarihimiz, dilimiz, dinimiz, adet ve geleneklerimiz, mentalitetimiz, kültürümüz, edebiyat ve incesenetimizdir. Dünya halkları arasında milli-manevi değerleri ile bilinen Türk halkı yaşattığı ve tebliğ ettiği beşeri fikirler, gelenekleri, milli özellikleri ile özel bir yer tutur. Uzun yıllar yapılan araştırmalar sırasında anlaşılmıştır ki, eski köklere sahip Türkler yüzyıllar boyu maddi ve manevi hazinesini korumayı başarmıştır. Türklerin milli değerleri eskiden oluşmuş ve görüldüğü gibi, o zamandan beri çok az değişmiş, çoğu zaman Türk-İslam değerleri adlandırılan ahlak kuralları mecmusunun birimi ise ortaçağdaki Türk askeri-feodal şeref kodeksinin etkisi altında formalaşmıştır. Bu kodeks hakkında bilgini “Dede Korkut” ve “Köroğlu” gibi Türk destanlarından almak olur. Çağdaş Azerbaycan sanatsal tefekkurunun kaynaklarını teşkil eden ve kendisine mahsus geleneklere sahip olan milli efsane ve asatirler, sözlü halk yaradıcılığının ister dış etkiler yüzünden yarı yolda kalan, gerekse bu gün de yaşamakta davam eden çeşitli kolları dahil, bedelsiz ozan sanatı, Zerdüştilik felsefesinden miras düşünce tarzı ve gelenekler yüzyıllardır halkımızın dini-manevi kaynaklarının taşıyıcısı olmuştur. Aynı zamanda Alban döneminde Hristiyanlığın tesiri ile formalaşmış sanat nümuneleri ve özellikle yeni döneme gelip çatmış olan mimari abideleri ve sanat yüklü arkeolojik bulgular ateşperestligin, Hristianlığın ve atalarımızın inanç etdigi diger dinlerin yerini tedricen islama verdiği geçiş merhelesinde incasanatda yaşanan tebedülatlar ve islamın etkisi ile yeni kalite hâline kadem koyan ortaçağ Azerbaycan medeniyeti ise millimanevi değerlerin koruyucusu ve ötürücüsü rolünü oynamıştır. Fakat tarihi geçmişe ilgisiz ve basit münasebetin sonuçu şudür ki, tüm bunlar uzun müddet hususi araştırmaya çevrilmemiş, modern milli medeniyetimizin strukturunda halen dikkate çarpacak yer tutan kadim unsürlerin kökeni ve tekamül yolu layıkıyla araştırılmamıştır. Rus imperyası ve daha sonra sovyet döneminde hiçbir temel olmadan âdet ve geleneklerimizin, millî sanatımızın spesifik hususiyetlerinin ancak İslamla bağlanması ve İslama karşı olan koşulsuz neqatif münasibetin neredeyse tüm kültürel geçmişimize şamil edilmesi çağdaş milli medeniyetimizi kendi tarihi köklerinden ayrılmak tehlikesi karşısında koymuşdur. Şimdi bizim önümüzde bir yandan milli köklere, milli-manevi değerlere dönüş, diğer yandan da bilimsel ve teknik gelişme ve bilgi cemiyyetinin koyduğu çağdaş teleplere uyum görevi durur. Herkesin kişisel manevi aleminde giden süreçler de 71 Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği • Doç.Dr. Sevinc QASIMOVA bütünlükde milletin manevi hayatı ile ilgili sorunları hatırlatıyor. Karl Gustav Yüngun’un yazdığı gibi, “ayrıca insanın psikolojisi bütövlükde milletin psikolojisine uyumludur”. Daha sonra K.G. Yung bireyle toplum arasındaki münasebetten hareket ederek sosyal gelişmenin vehmi şartlarını da ayrı-ayrı insanların “norm” dan öteye çıkabilmesi ile belirler. O, yazıyordu: “O işi ki, millet görüyor, o işi her bir insan da görüyor ve bir insan bu işi görüyorsa, demek ki bütün millet de görür”. Bu bir çeşit bireyle millet arasında denge durumudur. Bu denge ancak ayrı ayrı adamlar milli-manevi kriterler sistemine uymayan hareketler yaptığı halde bozulabilir. Fakat bu uyumsuzluk, bu kenara çıkma iki sıcak istikametde olabilir (Aqasieva, 2010: 91). M.E. Resulzade “Asrımızın Seyavuşu” adlı eserinde millet deyince iki unsuru temel alıyordu. Birincisi, etnik birlik, ikincisi, dini birlik. Burada o, gösteriyordu ki, islam dini Türk milletlerinin topluluğudur. Ömer Faik Nemanzade ise millî birlik ve milli değerlerden konuşurken, her bir milletin etnik soykökünün olmasını ve bununla da Müslümancılıkdan Türkleşmeni daha üstün tutuyordu. İnsan tabii ki, hep yeniliğe can atıyor. Fakat her bir yeniliğe karşı iç direnç hissi de olmalıdır. Bu his aşırı olanda durgunluk, zayıf iken - kendi başınalık, anarşi doğurur. Doğu düşüncelerinde gelenekçilik çok güçlüdür. O, her türlü yenilikçi fealiyyet önünde büyük setler çekiyor. Doğu’ya mahsus atalet de buradan oluşur. Fakat bu durgunluğa kayıtsız-şertsiz kötü olay gibi, geriliyimizin nedeni olarak değer vermek besitlikdir, metafizik yaklaşmadır. Bu, doğrudur ki, insanı insan yapan işte manevi yasaklar, ahlaki şertler, nefsi buxovlayan atalet kuvvesidir. Fakat bu şertler kendisi de her bir gelişme aşamasında akıl süzgecinden geçmeli, temizleyici rolünü oynamalıdır. Doğu’yu geri koyan atalet kuvvetinin büyüklüğü, hareket verici kuvvenin küçüklüğü, manevi setlerin yüksekliği yok, entelektüel girişimlerin zayıflığıdır. Batı entelektüel yükseliş döneminde manevi setleri dağıtdı. Japonya entelektüeli manevi ştdleri uyumlu şekilde geliştirerek onun üzerinden geçmeye muvaffak oldu. Biz ise bilimsel ilerleme ve entelektüel gelişmenin kaygısına kalmadığımızdan ve tek büyük servetimiz olan menevi barajın üstünden geçe bilmediyimizden onun altından geçmeye çalışıyoruz. Fakat, teessüf ediyoruz ki, dedelerimizden bize miras kalan büyük servetimiz olan maddi-manevi degerlerimizin kayğısına kala bilmediyimizden onu tam şekilde ahz edip, elmi tarakki ve entelektüel inkişaf devrinde şimdiki nesillere olduğu gibi ötüremedik. Ama, ben inanıyorum ki, bugün bizleri buraya tartışmaya devet eden sabeplerden birisi de mehz bünyesi artık oyulmakta olan bu degerlerin yeniden berpası 72 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ve tarihin sınağına devam getirmesine ümidin olmasıdır. Ve aynı zamanda inanıyorum ki, biz şunun ötesinden layıkınca gelebileceyiz. Çünki bu bizim geçmişimiz, hem de gelecegimiz karşısındakı manevi borcumuzdur. Millî, Manevi Degerlerin Evrensel Degerlerle Birleştirilmesi Bana göre nice nesillerden bize miras kalmış manevi servetlerin, geleneklerin, dinî, ahlaki değerlerin entelektüel devrimin fırtınalarından, yıkıcı etkilerinden korunması, milli-manevi değerlerin evrensel değerlerle birleştirilmesi, üçüncü binyılın kısnasında Doğu halkları önünde duran en büyük tarihi görevdir. Buradaca 19. yüzyılın maarifcisi M.A. Sabir’in deyimleri yerine düşüyor: Dindirir yüzyıl bizi, dünmeyiriz, Açılan toplara diksinmeyiriz, Yabancı seyre balonlarla çıkıyor, Biz hala otomobil binmeyiriz. Aslında bu deyimleri Soviet düşünce tarzıyla bizlere böyle anlatıyorlardır ki, biz otomobil binmedigimizden geride kalmışız. Ama bu satırlarda bizim Avrupanın ilim ve tekniki başarılarına sahip ola bilmedigiyimizden söz açılırdı. Yani Avrupada artık tekniki tarakki çokdan ilerilemiştir. Bizse hâle bundan habersizdik. İlmli olsaydık bunlara daha erken sahip olabilirdik. Eski dönemde Dede Korkut, Manas, Alpamış, Köroğlu destanları, Türk dünyasının Nizami Gencevi, Yunus Emre, Ali Şir Nevai, Fuzuli, Nesimi, Mehtumkulu, Abay gibi yazar ve düşünürlerin millî, manevi değerleri evrensel değerler temelinde terbiye etmiş, vatana sadakat hissini daima güçlendirmiştir. Onlar milliliyi ve evrenselliği vehdetde görmüşlerdir. Küreselleşme süreci bilim, teknik ve teknoloji ile evrensel değerlerle birlikte milli kimliği belirleyen kültürel-manevi faktörlere de sirayet etmeye gayret gösteriyor. Biz nelerin korunması gerektiğini belli etmeliyiz. Halkımız kendi büyük kimlikleri ile millî, manevi değerleri koruyarak zenginleştirmiştir. Millî, manevi değerlerin ahlakın, geleneklerin yeni nesle iletilmesi ve sürekli olması için belki de yaşaması için kültürel yapıların, sanat edebiyatın, milli felsefi fikrin rolü oldukça büyüktür. Tüm bunların ise milli devletçiligimizin varlığı koşullarında mümkünatına önlenebilir, yani dövletçiligimizin varlığı ortamında gerçekleştirilebilir. Bunu da inkar etmek mümkün değildir ki, şu anda arzulanan değerler Avrupa değerleridir. Bunu da söylemek yerinde olur ki, Türk milletinin soykökünde başka milletlere meyllik var. Öyle ki, OrhunYenisey Anıtı’nda biz Çinliler arasında assimilyasiya derecesini görüyoruz. Bir İtalyan için çılgın, bir İngiliz için soğukkanlı, bir fransız için gösterişli, bir alman için net, bir Türk için misafirperver denirse, bir Japon için milli gelenekleri koruyan halk ifadesini söylemek oluyor. Belki de dünyanın tek milletidir ki, onun genefondunda “yabancı 73 Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği • Doç.Dr. Sevinc QASIMOVA cisim” yoktur. Bizim millî, manevi değer kavramında bir Türkçülüğün durduğunu da söylemek önemlidir. Doğu’da ve Türk dünyasında Türkçülük düşüncelerinin oluşmasında Azerbaycan maarifçilerinin de büyük rolü olmuş, onlar milli - manevi değerlerimiz hakkında çok değerli fikirler söylemişler. Bizim her birimiz bu fikirlerden, onların danışmanlığından günlük hayatımızda faydalanır, belli sonuç çıkarıyoruz. Milli Degerlerin Evriminde Egitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği Abbaskulu ağa Bakıhanov’un terbiyeye dair bir çok değerli kanaatları vardır. Onun terbiyenin amacına ait fikri son derece önemlidir: “Hakiki insan yetiştirmek” gibi meseleni öne çekerek, A. Bakıhanov kompakt şekilde terbiyenin amacını serrast belirtiyor. O, insanın kapsamlı, mükemmel kişilik olarak yetişmesi için bir çok manevi, zihinsel, fiziksel, estetik vb. niteliklere, beceri ve verdişlere yiyelenmeni vurğulayırdı. Hakiki insan derken, A. Bakıhanov bu nitelikleri, örnek davranış tecrübesini, muamele tarzını özünde birleştirmiş, olumlu dünyagörüşe yiyelenmiş kişisel öngörüyordu. A.Bakıhanovun qenaetince, insan vücudunun temel üyesi yürekdirse, kainatın da en yüksek varlığı, yaranışı insandır (Bakıhanov, 2005: 21; 70-71). Mirze Feteli Axundzade’nin sanatında da milli-manevi değerler özel bir yere sahiptir. O, ahlaki görüşlerinde terbiyenin amacına, manevi terbiyenin yöntem ve araçlarına, yörelerine kendi tutumunu belirtmiştir Mirze Feteli’nin ahlaki görüşlerinde vatanseverlik duygularının geliştirilmesinin zorunluluğu odak dayanır. O, vatanseverlik ve halkperverlik uğruna malından, canından geçmeyi esirgemeyen, vatanının ve halkının çıkarları, özgürlüğü uğruna her türlü işkence ve zulümlere qatlaşan kişileri patriot (vatansever) olarak adlandırırdı. (Ahundzade, 2007: 54) Seyyid Azim Şirvani insan hayatında ahlakın son derece büyük rol oynadığını özel vurgular, ahlakı mutluluk, saadet, zenginlik gibi buluyor ve böyle yazıyordu: “Ki ne kadar olsa şahıs nakabil, Terbiye (ahlak) ile yine olur kamil”. Onun kanaatınca, nakamil bir ağacı su ve iklimin yardımıyla yetiştirmek mümkün olduğu gibi, insanları da terbiye yoluyla yetiştirmek ve kamilleşdirmek olur (Şirvani, 1971:132). Diger bir maarifci-demokrat Hasan bey Zerdabi’nin ahlaki görüşleri de dikkat çekmektedir. O, cehaleti, xürafat ve mövhumatı eleştiriyordu. Mütefekkir kimliğin ahlakına fikir verilmesini isabetli sayıyor, manevi keyfiyyetlerin geliştirilmesi, özellikle vatanseverlik ve milli duyguların kuvvetlenmesinin gerektiğini bilir, aynı zamanda milletçilige karşı çıkıyordu. O, insan hayatının anlamını halkına karşılıksız hizmette görüyor ve bu konuda şöyle diyordu: “Millete ve insaniyyete yararı olanlara bizler “çok akıllı” (yani-ahlaklı) diyoruz”. H.Zerdabi vatandaşları kendi insanlık onurunu anlayıp başkaları tarafından aşağılanmasına, ezilmesine, haklarının ayaklar altına atılmasına yol vermemeye çağırıyordu. O kendi şerefini, izzetini, hukuk ve benliğini korumayan 74 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kişileri hayvandan bile aciz sayıyor, kadın eğitimini, ahlak, fiziksel ve emek terbiyesini odak tutar, fiziksel terbiyeyi bir pedagojik problemden başka, hem de sosyal bir sorun olarak, fiziksel terbiyeyi zihinsel ve ahlaki terbiye ile vehdetde gözden geçiriyordu. 19.yüzyılın maarifçi-egitimci sairi Mirze Elekber Sabirin insan ahlakına dair fikirleri de değerlidir. Çocuk kimliğinin oluşumuna dair fikirleri ile şairin çocuklar için yazdığı şiirlerinden tanışmak mümkündür. M.E. Sabir yaşadığı toplumda hüküm süren sosyal adaletsizliği, insan onurunu, benliğini ve özgürlüğünü zincirleyen hüquqsuzluğu, şiddet ve adaletsizliği, ihmali, güçlülerin güçsüzleri talamasını ve alçatmasını eleştirmiştir. Bu devrin pedagojik fikrinin ve maarifinin gelişiminde Neriman Nerimanovun hizmetleri de büyüktür. Büyük düşünür çocuk kişiliğinin gelişmesinde ahlakın (terbiyenin) rolünü yüksek değerlendiriyordu. Onun ister sanatsal yaratıcılık, gerekse makaleleri geniş halk kitlelerinin eğitim ve öğretim işinde önemli rol oynamış, onların gaflet uykusundan uyanmasına, avamlığa, hurafeler, nadanliga uymamasına yardım göstermiştir. Neriman Nerimanov ahlakın saflasdırılmasına eğitimin ve bilimin muhteşem gücünü özel vurguluyordu. Onun fikrince, “hiç bir millet kılıç ve tüfek ile ileri gitmeyip. Hangi millet ki, ileri gidip ilerleme etmiştir, ancak bilimin gücüne mutlu olmuştur. Ama o millet ki, ümidini kılıca kapatıp, hep zelaletde bulunmuştur.” (Narimanov, 1973: 218). Bu maarifci-demokratların Batı hayat terzine, onların ahlakına da münasibetleri farklı idi ve onlar Batını olduğu gibi kabul etmiyorlardı, onun tefekkürünü kabul ediyorlardır. M.F.Ahundzade Avrupa’nın çağdaş prensiplerini Doğu’ya getirmekle gerilik ve hurafeyi eserleri aracılığıyla pisleyirdi. Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları”, Yusuf Akçura “Türk’ün Tarihi” eserinde bununla ilgili hizmeti olan düşünürlerden konuşarak, M.F. Ahundzade, İ. Qaspiralı, A. Hüseynzadeni degerlendirmişdir. Tüm yaratıcılığı boyunca M.F. Ahundzade’nin eserlerinde milletin milli değerlerine saygı ve rağbeti, aynı zamanda ona yabancı unsurların eleştirel izahını görüyoruz. “Benim milletimin doğal yeteneği Avrupa kültürünün doğal yeteneğinden kat kat fazladır” diyen eğitimci-demokrat M.F. Ahundzade Azerbaycan’da edebi eleştirel fikrin temelini koymakla, alfabetik islahatçısı gibi tarihte kalmış, tüm Kafkasya ortamında laikliği sergileyerek, milli-manevi değerleri koruyup saklamakla, onun temelini itirmeden yenileşmesini telkin ediyordu. Kendi sanatında kültürel irsimizin en parlak örneklerinden kullanarak, sözlü halk yaratıcılığını ve etnoqrafiyanı çok derinden bildiğini ispat etmiştir. İnsan maneviyatını, insan psikolojisini, sosyal-siyasi ilişkileri, beşeri milli-tarihi değerleri dram eserlerinde aksi ettirmiştir. Yüzyılın eğitimcisi olan düşünür kendi karşısına yerli halkının maddi ve manevi esaretten, avamlığın, kültürel duraklamanın ve cehaletin pençesinden kurtarıp özgürlüğe, azatlığa çıkmak amacını koymuş bu amaca ulaşmak için daha etkili forma, yeni yöntemler aramalı olmuştur. “Hekayeti-Molla İbrahimhalil kimyager” eserinden başlayarak, o, tüm eserleri boyunca halkının geriligini eleştiriyor ve bu duraklamanın sebeplerini göstermekle insanları düşündürterek güldürürdü. O, halkının cehaletden azad olarak bilim ve maarife 75 Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği • Doç.Dr. Sevinc QASIMOVA yiyelenmesinin yollarını gösteriyordu. 19. yüzyılın maarifçilerinden M.Ş. Vazeh de halkının milli-manevi değerlerinde önemli yer tutan dini konuya farklı açıdan yaklaşmıştır. “Nağmelerinden cami havası gelen şairlerin, başları boş galiba, akılları değil derin” gibi şiirler söyleyen düşünür böyle bir fikri ileri sürüyordu ki, din adamları her zaman İslamla ilgili gerçekleri halktan gizletmişlerdir. Böyle bir fikir söylemekle o, halkının yalancı ruhani, müctehidlere değil, vatansever, milletperver insanlara ihtiyacının olduğunu bildiriyordu. Bu nedenle M.F. Ahundzadeye Gence’de ruhaniyeti öğreten din adamlarına işaret ederek onu dini bilimleri ögrenmemeyi tavsiye ediyordu. Elbette, Mirza Şefinin amacı dine nefret uyandırmak değildi, aksine, başka kültür tipinin, başka eğitim sisteminin halka daha yararlı hizmetin yollarının olduğunu gösteriyordu. Bahsettiğimiz dönemin eğitimci-demokratları milli manevi değerlerde kalıtım konusuna da önem veriyordu. Mesela, A. Bakıhanov milletin geçmişini tarihi yönden işıklandırırdısa, M.F. Ahundzade, M. Kazımbey, H. Zerdabi millet, din, vatan gibi kavramlara felsefi, ideolojik yönden açıklamalar veriyorlardı. M. Kazımbey millimanevi değerlere dikkat ederek dil meselesine daha fazla yer vermiştir. Bununla da o, Batı ve Doğu değerlerini geniş anlatmaya çalışmıştır. O, Doğu medeniyyeti ve tarihinin zenginliginden bahs etmekle her zaman Doğu medeniyyetinin Batıdan üstün olduğunu vurğulamış, Rusya imperyasının tüğyan etdigi bir zamanda hem Kazan, hem de, Sankt-Petersburg Universitelerinde Doğu medeniyyetinin ve tarihinin derinden ögredilmesinde Doğu dillerinin ögretilmesi vacibligini ileri sürmüş ve buna çaba göstermiştir. O, Doğu medeniyyetinin korifeylerinden severek bahsetmiş ve Rus ögrencilerine Doğuyu sevdirmiştir. Bunlar Mirza Kazımbeyin milli manevi degerlerine na kadar sayğısı olduğuna bir örnegdir (Qasımova, 2014: 69). Halkın milli manevi değerlerinin korunması ve yeniden restorasyonunda hizmeti olan daha bir eğitimci-düşünür “Molla Nasreddin” dergisinin yaratıcısı Celil Memmedkuluzade’dir. O, bu derginin baskısına ve yaşamasına maddi yardım elini uzatan, maarifsever M. Alesger, A. Nezmi, M.A. Sabir, M. Sidqi, O. Şmerlinq, Y. Potter, A. Azimzade gibi aydınları Türk halklarının milli-manevi değerlerinde dil, din, ahlak amillerine dikkat çekerek, uzakgörenlikle basına, maarife yatırım koymakla halkın milli kalkınması işine katkıda bulunmakla bu değerlerin ortadan çıkmaması için dünya halklarının örneğinden ders almaya çağırıyordu. O, “Millet” adlı makalesinde yazıyordu: “O yerde ki, söz düşünce gerek millet kelimesi söylendiğinde orada “esxaz” lafzı istemal edilir... Firengistan milletperestliyi sayesinde yeryüzünde çok fazla milletler terbiye olundu, milliyetçilik ve azadhahlık bayrağı toplam memleketlere sirayet etti, onların sayesinde biz de hafif harekete geldik”. Göründüğü gibi, gayret yangısına süzülüp, aklı süzgecinden geçen dertlerin, sorunların yolu büyük ideolog tarafından ustalıkla gösteriliyordu. Her şeyden önce milletin cehalet girdabından çıkması için tüm ülkede eğitim işi yüksek düzeyde geliştirilmelidir. Maarif, cehalet ve avamlığın üzerine kendi ziyasını tesis ederse, kısa bir zamanda bütün millet bunun yararını görer. Milletin sivil gelişimi onun eğitim ve maarif işini düzgün ve yüksek 76 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI düzeyde kurmasıyla bağlıdır. Mütefekkir “Ölüler” eserinde keyifli İskender’in adı ile tüm belaları göstermeye çalışıyordu. Celil Memmedkuluzade bile hesap ediyordu ki, bilgisizlik, maarifsizlik, milleti hurafenin kuluna çevirir, onu “manevi ölülük” seviyesine indirer. O, milletin istiklal kazanmasının yolunu da ilimde, maarifde görüyordu. Onun “Deli toplantısı” eseri milli maarifin milli ilerlemenin önlenmesine set çeken unsurlardan kurtuluşa asıl çağrı idi. Eserde yazar bilimin ziyasının zayıf olduğu yerde gayretli akıllıların düşüncelerinin delilik gibi karşılanarak halkın dilini, milli-psikolojik geleneğini bilmeyen Hz. Eşref ve Lalbuz kimilerinin elinde oyuncağa dönüştüğünü yürek yanğısıyla kaleme alıyordu. İlimsiz, maarifdən yoksun olanların dertlerini düşünerek 1930 yılında “Molla Nasreddin” dergisinde Mirza Celil yazıyordu: “beni bir kısım çocukların fikri almıştır. O da sakallı çocuklardır. Ben sakalı çocuklar o kişilere diyorum ki, 30-40 yaşına çatıp da isimlerini yazmaya acizlerdir. Özetle, bu bisavad arkadaşlar kendilerini gülünç bir halette bırakıyorlar. Ben ihtiyar Molla Nasreddin amcanın öğüdünü duyarlarsa ciddi, bu saat, bu dakika ve bu saniyenin içinde ellerine kitap, kalem alıp küçük çocuklar gibi ilim exz etmeye başlarlar. Böylece, hem memlekete hizmet etmeye kabil olurlar, hem kendilerini gülünç haletten çıkarırlar.” (Molla Nasreddin, 2000:98). Onun “Kurbaneli bey”, “Eşeğin itmekligi”, “Rus kızı”, “Kuzu”, “Annemin kitapı” gibi eserlerinde eğitim almak, ilme sahip olmanın vatana, millete hizmet inancı ile tamamlanmadığı takdirde, bunun da cahillik gibi bir şey olduğunu da vurguluyor, sözde “intilligentlik” kazanmanın vatandaşlık anlamına gelmek demek olmadığını da dikkate çekiyordu. Ebdülezim adlı birisinin Samet, Mirza, Rüstem isimli üç çocuğunun İran, Türkiye ve Rus devletinde eğitim alması, bu halkların ilmini öğrenmesi ile gayret ve teperi arasında ciddi uyumsuzluk olduğu dikkate iletiliyordu. Yazar gösteriyor ki, aslında bu kraker, eğitimli oğullar halkın derdine, devletin politikasına kayıtsız, miskin intilligentlerdir. O, Rüstem Bey’in kendi dili ile onları şöyle nitelendiriyor: “Merhaba, Ebdulezimin oğullarına! Maşallah, biri Petersburg’da üç bilim, eğitim alıp, biri İstanbul’da, biri Necef Eşref ’te. Üçü de maşallah, okuyup alim olup. Ama bundan sonra ağızlarından söylenecek ki, haman üç akademisyenin biri xüsuf-Kusuf duası yazıyor, biri mefaülün, faulun, biri de vallahi, ben kendimde hiç anlamıyorum ki, ben neçiyem?”. C. Mehmetkuluzade çeşitli kültürlerin ve mefkurevi akımların kavuştuğu bir zamanda tüm aydın kuşağa örnek olarak tutuculuk ve novatorluk niteliklerinin geliştirmekle kültürel mirasa, sosyal ilerleme dahiyane yanaşmağın, Azerbaycan diline büyük sevginin, dilin gelişmesine büyük hizmetinin herkes için kutsal örneğini belirlemiştir. O, kendisinin 1908 yılında yazdığı “Dil” makalesinde işaret ediyordu ki, “Sayın Molla Nasreddin” biliyorum, kişi gerek ki, kendi dilinde konuşsun ve kendi dilinde yazsın. Ama ben Müslüman hürufatı ile yazı-pozu etmeyi dexil bilmerre tergitdim ve buna ikifa etmeyip evladıma da nasihat edeceğim ki, Müslüman dili için taze bir hurafe icat olunmayınca Müslümanca bir çift söz de yazılır”. Göründüğü gibi, dilin gelişimi ile yetinmeyen Mirza Celil alfabenin gelişimi ve yenilenmesi fikrinin da 77 Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği • Doç.Dr. Sevinc QASIMOVA öncüsü olarak hareket ediyordu. O, daima aydın sivil konumundan hareket ederek, milli-manevi değerlere, doğal dile ve milli mirasa kalben bağlılığını kanıtlamıştır. O yarattığı “Molla Nasreddin” dergisine milli forma, milli içerik vererek, ilk kez halka kendi ana dilinde-Türkce başvurarak diyordu: “Sizi deyip geldim, ey benim Müslüman kardeşlerim. O kişileri deyip geldim ki, benim söhbetimi xoşlamayıb bazı bahanelere benden gidiyorlar. Örneğin, fala baxtırmağa, it boğuşturmağa, derviş masalına dinlemeye, sivil önemli işlere... Beni gerek bağışlayasınız, ey benim Türk kardeşlerim. “Ben sizinle Türk’ün ana dili ile konuşuyorum. Ben onu biliyorum, Türk dilinde konuşmak zavallılıktır, şahsın ilminin azlığına delalet eder, ama ara sıra eski günleri yad etmek gerekir. O günleri ki, annemiz beşikte size Türk dilinde lay-lay diyordu”. Batı’dan gelen “kültür” propagandasının nehri Azerbaycan milletine milli manevi değerleri korumak, milli mirasa muhafazakar pozisyondan yaklaşmak tavsiye ediyordu. “Doğu’nun” karanlığını dağıtarak yerinde Avrupa kültürü kurak” - diyenlerden farklı olarak, o tüm dünya halkları içerisinde kendisinin ahlakı değerleri ile yücede duran Türk toplumunu bile hafif kültürel tacize maruz kalmamaya çağırıyordu. Mirza Celil kendine özgü bilgelikle hemvetenlerini oyatırdı. “Sen yarın Mısır’ı, Hindi, Arabistan, Afrika’yı karıştırır, ama kendin için menfaat götürürsün, ama ben sana cüretle diyorum, sen gaflet uykusundasan. O nedene ki, Sadi diyordu: “Bir ormanı sen xali kabul etme. Çünkü orada Şayet kaplanı yatmış olur. Sen şimdi onları uykudan uyandırırsın.” (Molla Nasreddin, 2000: 128). Milli-manevi değerlere dikkat çeken ve bunun aşılanmasının aynı zamanda bundan çıkış yollarını gösteren A. Ağaoğlu’nun ve A.Hüseynzade’nin de fikirleri ilgi çekicidir. A. Ağaoğlu, “Üç kültür” adlı eserinde Rüs-Avrupa ve Batı kültürünün etkisi altında olmuş ve iki temel çizginin arasında tereddüt etmiştir. O, Türk-islam birliyinin cahalet ve gerilikten özgür olmak yolunu gah Rus-Avrupa-Batı yolunda, gah Türkİslam-Doğu yoluna geçmekte görüyordu. A. Hüseyinzade tarafından ileri sürülen Ziya Gökalp tarafından savunulan “Türkleşmek”, “İslamlaşmak” ve “müasirleşmek” modeli de işte milli değerlerimize dayalı bir etkendir. A. Ağaoğlu “Arkadaşlar arasında”, “Ziyalılarımızın görevleri”, “Konfusiy ve Nietzsche”, “Zerdüşt böyle diyordu” hikayelerinde sosyal sorunlarla ilgili problemlere cavap vermekle yanaşı, Doğu ve Batı kültürüne, felsefesine bakışlarını açıklıyor, milli adet ve geleneklere, onun tarihine, Avrupa toplumunda baş kaldıran eğilimlere kendi yaklaşımını da bildirirdi. Onun Doğu ve Batı kültürlerine dair araştırmalarında İslam dini ve islami degerlere daha çok dikkat çekiliyor (Ağaoğlu, 2007: 10). Onun “Müslüman halklarının durumu”, “Menşikov ve İslam”, “İslam’da kadın ve İslama göre kadın”, “Kurban Bayramı”, “İslam’ın yaranışı ve Hristiyanlığa ve Yahudiliğe yaklaşımı” gibi makalelerinde ileri sürülen hükümleri gözden geçirmekle, sosyal-psikolojik açıdan karşılaştırmalı değerlendirmeleri ile düşünürün bu değerlere yaklaşımını değerlendirebiliriz. Milli manevi değerlere karşı kadın özgürlüğü meselesine değinen ilk araştırmacılardan biri olarak A. Ağaoğlunun, “Zübeyde ve Abbas”, “Kadın ve İslam”, “Müslüman kadınları için yeni 78 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI okul”, “Müslüman kadınının emansipasiyasına dair” gibi eserleri tahlil etmekle, onun M.F. Ahundzade, H. Zerdabi gibi eğitimci-demokratların yolunu sürdürdüğünü bir kez daha görebiliriz. A. Ağaoğlu’nun bıraktığı miras modern gençlerin başvurduğu zengin bir hazineye dönüştü ki, bu hazine de bugün bizim milli -manevi değerlerimizin korunmasına hizmet etmektedir. Aynı zamanda onon toplumun birçok eybecerliklerini göstermekle asıl kurtuluş yolunun belirlenmesi alanındaki hizmetlerini de takdir etmek gerekir. Bu dönemin diğer maarifperver düşünürü Ali Bey’in yaratıcılığında da milli-dini değerlere çağrı kırmızı hatla geçiyor. Tüm Türk milletinin terekkisini, müasirleşmesini arzulayan düşünür halkının gelişmesinde yeni bilgilere yiyelenmenin gerekliliğini kaydetmekle, modern değerlere qovuşmanı tebliğ ediyor, aynı zamanda bunun için milli ve dini kimligin daha sağlam tellerle bağlanmanın gerekliliğini ileri sürüyordu. Ali Bey’in bu sorunla ilgili özelliği şuydu ki, soydaşlarının ağır sorunlarını sadece düşünmekle degil, aynı zamanda şöyle durumundan çıkmanın yollarını ve araçlarını da anlatıyordu. Yaratıcılığında Müslümanlar için konulmuş hukuk sınırlamalarına döne döne muracet ederek kaydedirdi: “Eski değerleri gözden geçirip değiştirmeye başlamağın tarihi anı Rusya Müslümanları için de gelmiştir. Biz gerek çalışalım, kendi qayğımıza kendimiz olalım, kendi ihtiyaçlarımız hakkında konuşalım ertelemeden yeni hayatta sayımıza ve biligimize uygun yer tutalım.” (Hüseynzade, 2007:8 ). Ali Bey Hüseyinzade, aynı zamanda, halkının temsilçilerini milli ve dini değerleri korumaya çağırıyordu: “Biz Avrupalıların literatür, endüstri, bilim ve maariflerine, istihbarat ve buluşlarına çağrıda bulunmak istiyoruz, kendilerine değil! Biz istiyoruz ki, İslam ülkesine onların beyinleri girsin, boğazları, mideleri girmesin. Biz istiyoruz ki, ülkemiz onların beyinlerini hezm etsin, yoksa midelerinde hezm olunmasın”. Fakat Ali Bey’in kalbinde Vatan, millet, din sevgisi ne kadar büyük idiyse, onun milliliyi asla beşeriligin ve insanlığın üstünde durmuyordu. O, beşeri humanizmden hali olan milliyetçiliği şovenizm gibi buluyordu. Tüm varlığı ile halkının millî, manevi değerlerine bağlı olan Ali Bey Hüseyinzade'nin düşündüren ulusal sorunlardan biri de dil meselesi idi. Onun sanatında ana dilimizin saflığının tetikte duran milli ruhlu ziyalı konumu açıkça görülmektedir. Ali Bey’in ve kurucularından biri olduğu “Füyuzatçılar” hareketinin üyelerinin mücadelesi yaptıkları konulardan biri de ortak Türk dili, ortak Türk kültürü meselesi idi. Ali Bey Hüseyinzade büyük Turan coğrafyasında ortak din, dil, kültür fikrini ileri sürüyordu. O, Türk boylarının meskunlaşdıkları arealda onların ortak değerlerinin temadisinin, Türklerin gelişiminin sadece ortak değerler temelinde sağlanmasının gerekliliğini esaslandırmağa çalışıyordu. Onun tebliğ ettiği formül şöyleydi: İttihadi lisan, İttihadi din, İttihadi kültür. Ali Bey Hüseyinzade editörü olduğu “Hayat” gazetesinde, çalıştığı “Füyuzat” dergisinde, denemeler şeklinde yayınladığı “Siyaseti-Fürüset” edebi-felsefi eserin ve diğer eserlerinde Türkçülügü ve Turançılığı geniş tebliğ ediyordu. Onun kalbinde bir Türk sevgisi yaşıyordu. Görkemli düşünürün aşağıdaki beyanında onun varlığındaki büyük türk sevgisi daha net belirtilirdi: 79 Milli Değerlerin Evriminde Eğitimci-Demokratların Rolü ve Etkinliği • Doç.Dr. Sevinc QASIMOVA “Türkler ya ölür, ya göç ederler, fakat, kul olmazlar.” Malumdur ki, şu anda Türkçe konuşan ülkeler arasında karşılıklı entegrasyon süreci mevcuttur. Aynı kökün, benzer kültürlerin taşıyıcısı olan Türk devletlerinin ortak parlamentosu, diğer siyasi, ekonomik, kültürel kurumları oluşturulur, teleköprüler düzenlenir. Tüm bunlar Ali Bey’in henüz bir asır önce ileri sürdüğü ortak Türk coğrafyası-ortak Türk birliği düşüncesinin bugün de güncel anlam taşıdığını gösterir. Ali Bey Hüseyinzade dikkati evrensel değerlerin milli evrimde kullanılmasının zorunluluğuna yöneltiyordu. Büyük mütefekkir yeni dönemde Türk halklarının önündeki temel görevlerden bahsederek yazıyordu: “Türk halkları birinci dönemde kılıçla, ikinci dönemde dinle parlamışdırsa, şimdi ise, yani üçüncü dönemde bilim ve bilgiyle parlamalıdırlar. Bize kılıç değil, ehlimaarif gerekir. Bizim kendimize ait daha layık, daha şanlı bir vezifeyi-mücahidemiz vardır ki, o görev de karanlığı-gaflette bulunan külliyyeti-avam arasında nuri-maarifi ekmekdir.” (Hüseynzade, 2007: 32). Bu gün bütün Türk dünyası, elece de Azerbaycan Avrupa’ya entegre eden, bir takım modern standartları ve yenilikleri elde etmeye çalışan ülkeler sırasındadır. Fakat Avrupa’ya entegre hiç de o demek değildir ki, modern dünyanın gereksinimleri fonunda Türk halklarına ait uzun tarihi yol geçen milli-manevi değerler, eski gelenekler arka planda kalmalıdır. Türk halkları Avrupa’ya kendi değerlerini koruyarak entegre etmelidir. Fakat bu gün toplumda bazı durumlarda ulusal değerlerin korunması ile ilgili rahatsızlıklar gözükür. Bunları da gençlik kendi düşüncesinde Türkçülük, İslamçılıq ve çağdaşlık değerlerini yaşatmakla korumalıdır. Batı’yla Doğu’nun arasında bir köprü olan Azerbaycan’da milli manevi degerlerin korunmasında 19. yüzyılın maarifçi-demokratlarının kendi düşüncelerindeki yenilikçilik her zaman bizim için örneğ olmalı ve bu konuda onların eserleri bizlere yol göstermelidir. Sonuç Sonuç olarak onu gösterebiliriz ki, milli-manevi değerler herhangi milletin tarih boyunca elde ettiği başarılardır ve değerlerimiz bizim meneviyyatımızı oluşturuyor. Türk dünyasında, elece de Azerbaycanda aydınlanma döneminin maarifçi-demokratları yazdığı eserlerde milli manevi degerlerin aşınmaması için hangi çabaları göstermesini bir daha dikkata çekmekle onun gelecek nesle milliliyi korumakla hangi şertlerde yenileşdirmegi öğretmekten ibaretdir. Buna göre de minilliklerle oluşmuş milli-manevi değerlerin korunması bugün de dövletçiligimizin kültür politikasının öncelikli görevlerindendir. Aynı zamanda devletimiz kendi iç ve dış politikasını yeni tarihi şartlara, modernleştirir ve değişen dünyanın kültürel süreçlerinin yeniliklerini axz etmekle bu değerlerin aşılanmaması için önemli tetbirler gerçekleştirir. Tüm bu söylenilenlerden şu sonuca varabiliriz ki, her insan hangi milletin terbiyesini alıbsa, ancak onun ideali uğruna mücadele götürebilir. Makedonyalı İskender’in kendi hocası Aristo hakkında söyledikleri bunun bir örneğidir. 80 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Milli manevi değerleri olmayan millet gerçek halk olamaz. Her bir millet millimanevi değerlerini korumalı ve bunun sürekli olmasını bulundurmalı ve gelecek nesle maddiden evvel maneviyatın olduğunu her zaman bildirmelidir. Böylece, uzun dönemlerden gelerek zamana kavuşan milli-manevi değerlerimizi evrensel değerler zemininde geliştirerek her bir Türk’ün borcu olduğunu vurğulamalı ve ortak değerlerimizi koruyup saklamalıyız. Fikrimi Türk dünyasının münevver alimi Hüseyin Cavid’in bu mısraları ile bitiriyorum: Turan’a kılıçtan daha keskin ulu kuvvet Sadece medeniyet, medeniyet, medeniyet! KAYNAKÇA Abbasov, N. (2009). Kültür Politikası ve Milli Manevi Değerler. Bakü Abdullayev, N. (2010). Milli-Manevi Değerlerin Şekillenmesinde İslam’ın Yeri ve Rolü. Bakü Ağaoğlu A. (2007) Seçilmiş Eserleri. Bakü Ahundzade, M.F. (2007) Seçilmiş Eserleri. Bakü Aqasieva, E. (2010). Azerbaydjançı: Osobennosti Naçionalnoqo Karakter. Baku Aslan, A. (1998). Felsefeye Giriş. Ankara Bakıhanov, A. (2005) Kitabi-nasihet. Seçilmiş Eserleri. Bakü Bakıhanov, A. (2005) Tehzibül-ahlak. Seçilmiş Eserleri. Bakü Emireli, R. (2010). Milli-Manevi Değerlerin Korunması Temel Kavramsal Sorunlar Gibi. Bakü: Kültür ve eğitim Güngör, E. (1995 ). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. İstanbul Hüseynzade, A. (2007) Seçilmiş Eserleri. Bakü Qasımova, S. (2014) Mirza Kazımbeg: Doğu ve Batı Arasında Köprü. Bakü. Memmedov, A. (2000). Milli Örf ve Gelenekler. Bakü Miriyev, A. (2008). Aile, Eğitim ve Milli-Manevi-Ahlaki Değerler. Bakü Molla Nasreddin. (2000). Bakü Narimanov, N. (1973) Seçilmiş Eserleri. Bakü Resulzade, M.E. (1991) Asrımızın Seyavuşu. Bakü Şirvani, S.A. (1971) İbret güzgüsü. Bakü Tahir, E. (2008). Milli-Manevi Değerlerin Kriteri. Bakü 81 İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak Değerlendirilebileceği Durumlar Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Giriş Siyasi iktidar gerek siyasi gücü kullanmak suretiyle toplum üzerinde bir üstünlük sağlaması bakımından gerekse bazı ekonomik ve sosyal avantajlara ulaşmayı kolaylaştırması açısından tarih boyunca insanları cezbetmiş ve birçok rekabet, çekişme ve kavgaya mevzu olmuştur. İnsanın ruhi yapısı incelendiğinde onda bir taraftan vicdan, merhamet, yardımseverlik gibi müspet duyguların, diğer taraftan ise bencillik, kibir, nefret gibi negatif eğilimlerin yer aldığı görülecektir. Aslında tarih boyunca icra edilen iktidarları mahiyet bakımından tahlil etmek istersek, iktidarı üstlenen kişi veya kadroların bu iki yönden hangisine daha çok ağırlık verdikleri bir kriter olarak alınabilir. Yani iktidar sahipleri halkına ve iktidarın diğer unsurlarına karşı yapıcı ve pozitif duyguların etkisiyle mi davranmıştır, yoksa negatif eğilimlerin etkisinde kalarak iktidarını sömürü, zulüm ve tahakküm unsuru olarak mı kullanmıştır? Aslında insanın yapısındaki bazı duygular dengeli ve ölçülü şekilde kullanıldığında toplum hayatının yönetilmesi ve geliştirilmesi için gerekli bulunan bir enerji, güç ve öz güven kaynağı olabilir. Mesela öfke yerinde ve ölçüsünde kullanıldığında bir milletin şahsiyetini, varlığını, istiklalini koruyan bir kalkan olabilir. Fakat aynı duygu yersiz ve ölçüsüz kullanıldığında siyasi iktidarın halkına zulüm ve baskı uygulamasının bir kaynağı olabilir. Tekebbür milleti aşağılamak isteyen bazı iç veya dış güçlere karşı milletin haysiyetini kollayan bir kuvvet olabileceği gibi, kendi halkının masum insanlarına hayatı dar eden bir baskı vasıtası da olabilir. Fakat bu tür hayvani duyguları ölçüde tutmak, kontrol etmek, milletin ve ülkenin faydası, geleceği için devreye sokmak ve bunun dışında insani hasletleri ön plana çıkarmak kaliteli ve olgun insanların kârıdır. Tarih boyunca birçok peygamber, bilge veya düşünür, bilhassa toplumu yönetme konumundaki insanların nefsani zaaf ve hastalıklardan kurtulması için çaba sarf etmiş ve bu uğurda birçok nasihat ve tavsiye yazılmış veya söylenmiştir: İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ Mesela Yunan filozofu Eflatun Devlet adlı eserinde yönetim işine bilge kişileri layık görmüş ve onların hususiyetlerini belirtirken bedeni zevkleri bir yana bırakıp, ruhi zevkleri arayacaklarını, kendilerinde gösteriş, ölçüsüzlük ve açgözlülük bulunmayacağını ve aşağılık bir yapıda olmayacaklarını ifade etmektedir (Platon, 2012:194-196) Farabi’nin ideal bir devlet adamı için öngördüğü şartlardan bazıları şöyledir: Tabiatı gereği doğruluğu ve doğruları sevmeli ve yalandan nefret etmelidir; bedeni zevklere meyilli olmamalı, kötü alışkanlıklardan kaçınmalı ve nefret etmelidir; yüksek ruhlu, şerefli ve asil olmalı, aşağılık şeylere tenezzül etmemelidir; dünya metaı gözünde değersiz olmalıdır; yapısı gereği adaleti sevmeli ve gözetmeli, insaflı olmalı ve baskı ve zulümden nefret etmelidir; adil ve doğru bulduğu şeyi desteklemelidir (Farabi, 2004: 96-97). İslam düşünürlerinden Gazali Nasihatü’l-Mülûk adlı eserinde devlet adamlarının şu hasletlere sahip olması gerektiğini belirtmektedir: Devlet başkanı her şeyden önce dindar olmalı, kendisinin Tanrı karşısındaki konumunu iyi bilmelidir; devlet başkanı adil olmalıdır; devlet başkanı kibirli ve asabi olmamalı, olgun ve ahlaklı olmalıdır; kızdığı zaman öfkesini kontrol etmesini bilmeli, intikam hırsından kaçınmalıdır; halkına karşı şefkatli ve merhametli olmalıdır. İnsanlara karşı sert ve şiddetli değil, yumuşak ve anlayışlı olmalıdır; Halkının ihtiyaçlarını gidermeli, en düşkünü de dâhil, onları hakir görmekten kaçınmalıdır (Gazali, 1969: 26-61). Selçuklu döneminin ünlü veziri Nizamü’l-Mülk de Sultan Melikşah’a nasihat gayesiyle yazdığı Siyasetname adlı eserinde halka iyi davranmasını, adaletli olmasını, belli günlerde oturup halkın şikâyetlerini dinlemesini, zalimlere meydan vermemesini tavsiye etmektedir. Ayrıca Allah’ın verdiği mülk nimetinin kadrini bilmesini, bu ağır sorumluluğun hakkını vermesini ve halkın duasını almasını salık vermektedir (Nizamu’l-mülk, 1982: 15-18). Siyasi iktidar hem toplumun birçok kesiminin talip olduğu cezbedici bir alanı ifade ettiği için, hem de elinde ekonomik, askeri, sosyal ve siyasi birçok güç unsurunu barındırdığı için, bunu elde etmek için yapılan çekişme ve kavgaların birçok topluma çok pahalıya mâl olduğu görülmektedir. Siyasi iktidar uğruna yüzyıllardan beridir yapılan iç ve dış savaşlarda, gerçekleştirilen darbelerde, sahneye konulan komplo ve suikastlarda milyonlarca insan ölmüş veya yaralanmış, sosyal ve ekonomik büyük çöküşler ve buhranlar yaşanmıştır. Mesela günümüzde sıcak bir iç savaşın devam ettiği Suriye’de ölü sayısı yüz elli bine ulaşmıştır ve Suriye rejiminin siyasi iktidar hırsından başka hiçbir gerekçe bu kadar insanın ölümünü açıklamak için inandırıcı değildir. Dolayısıyla insanların yıkıcı duygularını harekete geçirerek büyük kavgalara, tahribatlara, bunalımlara yol açan iktidar tutkusunun, siyaset iptilasının frenlenmesi, 84 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bunu dengeleyici bakış açılarının, ahlak felsefelerinin yaygınlaştırılması önemli bir mesele olarak telakki edilmelidir. Bir kişinin veya belli bir zümrenin iktidar hırsının binlerce ve hatta milyonlarca insanın hayatını karartması hiçbir siyasi veya felsefi gerekçeyle açıklanamaz.Diğer taraftan bu tür yıkıcı duygular insanlığın geliştirmekle övündüğü demokrasi, medeniyet, insan hakları, etik değerler gibi prensipler için büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Bu sebeple siyasetin içinde olan insanların gerektiği zaman durum muhasebesi yapması, gergin ve çatışmalı ortamların yıkıcı kavga ve savaşlara dönüşmemesi için çok dikkatli, akıllı ve sağduyulu davranması gerekmektedir. Batı dünyası, çağdaş profesyonel politikayı dizayn ederken olabildiği kadar insani duyguları politik süreçlerin dışında tutmayı, pozitif, rasyonel ve realist yaklaşımın bir gereği saymıştır. Bu yaklaşımın insanlığı iç ve dış politikada vardırdığı nokta, çoğu zaman göstermelik bazı değerlerin maskelediği çıkar ve güç dinamikleriyle şekillenen bir “orman kanunu” olmuştur. Hâlbuki politikaya yaklaşımda, “duygusallıkla” “insani duyguları” birbirinden ayırmak daha doğru bir tavır olacaktır. Duygusallık geçici bir duygu dalgası olduğu için politikanın ağır yükünü, çok boyutlu yapısını, kapsamlı perspektifini taşıması mümkün değildir. Buna karşılık sağduyu, insani duyarlılıklar ve ahlaki prensipler siyasi olayların denge, itidal, dikkat ve hassasiyet gerektiren yapısının tam da istediği hasletlerdir. Aslında duygusallık ile çıkar ve güç ilişkilerine dayalı bir siyaset anlayışı, dengeli, yapıcı ve geniş kapsamlı politikalar inşa etme imkânını ortadan kaldırma noktasında aynı istikamette etki göstermektedir. Bu çalışmada siyasetin daha barışçıl, daha kaliteli ve daha düzenli işlemesi için, gerektiği zaman siyasetten veya iktidardan çekilme konusu işlenmektedir. Tarihte ve günümüzde çeşitli müspet sebeplere bağlı olarak insanların siyasetten veya iktidardan çekildikleri görülmektedir. Farklı sebepleri tespit edilen bu çekilmeler, tarihte veya günümüzde yaşanan somut örnekler çerçevesinde açıklanacaktır. Sunulan müşahhas olay örnekleri içerisinde İslam tarihinden kişiliklerin önemli oranda yer alması, “etik” ve “değer” kavramlarının manevi kavramlar olmaları hasebiyle, din ile yakın bir ilişkilerinin olmasından kaynaklanmaktadır. Siyasetten veya İktidardan Çekilme Sebepleri ve Örnek Olaylar 1. Doğması muhtemel bir siyasi kriz, çatışma veya savaşı önleme: Bu durum daha çok bir ülkenin iç siyasetinde yer alan aktörler arasındaki ilişkiyle ilgilidir. Ülkenin siyasetinde birbiriyle yüzleşen, mücadele eden taraflar vardır. Taraflar ülkenin iktidarına veya iktidarı oluşturan pozisyonlardan birine taliptir. Hangi tarafın iktidarı üstleneceğinin uzlaşmaya veya mutabakata dayalı bazı yollarla belirlenmesi imkânı bulunmamaktadır. Taraflardan biri hiçbir şekilde uzlaşmaya yanaşmamaktadır; çatışma ve hatta binlerce kişinin ölümü pahasına bile olsa iktidarı elde etmekte 85 İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ kararlıdır. Bu durumda diğer tarafın mücadeleden çekilmesi bir iç savaşı ve ülkenin ağır bir bunalıma girmesini önleyebilir. Böyle bir kararı verme durumundaki bir kişinin kuşkusuz içinde bulunulan şartları, çatışmanın yol açabileceği sonuçları, karşı tarafın iktidarı üstlenmesi hâlinde nasıl bir vaziyetin ortaya çıkacağını iyi bir şekilde değerlendirerek karar vermesi gerekmektedir. Çatışmayı ve siyasi bunalımı önlemek için iktidar hak ve iddiasından vazgeçme meselesinin tarihteki bir örneği, Hz. Ali’nin halefi olarak iktidarı üstlenme durumunda olan oğlu Hz. Hasan’ın dönemindeki olaylardır. Kufe halkı Hz. Ali’nin vefatından sonra halife olarak Hz. Hasan’a biat ettiler. Kısa bir süre sonra da Muaviye’nin Şam’dan büyük bir orduyla Kûfe’ye doğru hareket ettiği haberi ulaştı. Hz. Hasan babasının bıraktığı bir orduyla karşı harekete geçti. Fakat gönderdiği orduda ortaya çıkan karışıklık emarelerini görünce, babasını yarı yolda bırakan Kufelilere güvenemeyeceğini anladı. Muaviye’ye bir mektup yazarak bazı şartlarla halifeliği ona bırakmaya hazır olduğunu bildirdi. Muaviye’nin ileri sürdüğü şartları kabul etmesi üzerine şehri kendisine teslim etti ve kendisi dâhil herkes ona biat etti (İbnü’l-Esir, 1986: 412-415). Hz. Hasan ise aile efradını alarak Medine’ye geri döndü ve hayatının kalan kısmını burada tamamladı (Aktan, 2011: 270). Hz. Hasan halifeliği Muaviye’ye devretmesine yönelik itirazlar üzerine şunları söylemiştir: “Dünyadan tiksindim ve gördüm ki Kûfe halkına kim inanırsa kaybeder. Babam onların yüzünden öldürüldü, bakalım bundan sonra kimin başını yakacaklar” (Çağatay, 1993: 415). Hz. Hasan yumuşak huylu, sabırlı, dindar ve iktidar hırsı olmayan bir şahsiyetti. Mevcut şartlar içerisinde iktidarda kalmasının imkansız olduğunu gördü ve boş yere kan dökülmesin diye istifa etti (Ahmed Hilmi, 1974: 261). Hz. Hasan belki iktidarın meşruiyeti açısından Muaviye’ye göre daha avantajlı bir konumdaydı. Fakat Hz. Hasan babası dönemindeki uzun ve yıkıcı savaşların krizi çözemediğini ve Kufeliler’in halifeye sağlam ve kalıcı bir destek vermekten uzak olduğunu görerek bu kararı vermek zorunda kalmıştır. Nitekim kardeşi Hz. Hüseyin’in Kerbela’da yaşadıkları bu öngörüyü doğrulamış görünmektedir. Konuyla ilgili diğer bir örnek Osmanlı sultanı II. Abdulhamid’in II. Meşrutiyet sonrasında Selanik’ten toplanıp gelen isyancı kuvvetlere karşı mukavemet göstermeyerek çatışmaya mani olması ve bu şekilde bir anlamda “kardeş kanı dökülmemesi için” meşru iktidar hakkından feragat etmesidir. 31 Mart vak’asından sonra İttihatçılar Selanik’te kuvvet toplayıp İstanbul’a sevk etmeye başladılar. Üçüncü Orduda az sayıda düzenli asker olup gerisi çeteci ve sözde 86 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gönüllülerden oluşuyordu. Hareket Ordusu ismindeki bu birliğin İstanbul’a hareket etmesi İstanbul’daki Birinci Orduda tereddüt uyandırdı. İstanbul’daki generaller Abdülhamit’e giderek bu birliği İstanbul’a sokmamak için emir istediler. Padişah onlara karışmamalarını emretti. Devletin geleceği açısından kritik sonuçları olan bu emrin sebebi ile ilgili şunlar zikredilebilir: Padişah bu yaştan sonra Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını, diğer taraftan Meşrutiyet idaresi gereği kendisinin icraya karışamayacağını söylemiştir. İç politikada kendi aleyhlerine bile olsa orduyu kullanmama konusundaki Osmanlı politikasına uyduğu anlaşılmaktadır. Padişahın Birinci Ordu Komutanı Nazım Paşa ile diğer generallere Hareket Ordusuna silah çekmeyeceklerine dair yemin ettirdiği de kaydedilmektedir (Öztuna, 2011: 581). Abdulhamid’in verdiği bu çekilme kararının imparatorluğun geleceği açısından çok ciddi sonuçları olduğu açıktır. İttihat ve Terakkinin tecrübesiz, maceracı ve hayalperest kurmayları çok zaman geçmeden Meşrutiyetin demokratik ve katılımcı bütün iddialarını ortadan kaldırdıkları gibi, imparatorluğu emrivakiyle dünya savaşına sokmuş ve sultanın hassas bir denge üzerinde ayakta tutmaya çalıştığı devletin parçalanmasına yol açmışlardır. Abdülhamid’in ittihatçıların iyi niyet taşıdığına veya onların kendisine dokunmayacaklarına inandığını düşünmek saflık olur. Muhtemeldir ki sivil ve askeri kadrolar arasında ittihatçılığın geniş biçimde yayıldığını görerek, süreci geri çevirmeye çalışmanın kardeş kanı dökülmesine ve kargaşaya yol açacağını hissederek tahtından feragat etmeyi tercih etmiştir (Aksun, 2010: 538). Bu noktadan sonra ise onun en küçük bir siyasi iktidar hırsına kapılmadan, olgun ve vakarlı bir tavırla siyasi süreçten çekildiği görülmektedir. 2. Genç kuşaklara yer açarak onların siyaset alanında yetişmesine, tecrübe kazanmasına imkân sağlama; bununla bağlantılı olarak devlet işlerini daha zinde ve dinamik ellere bırakma: Bu durumda iktidarı üstlenmiş bulunan bir devlet adamı veya siyasi bir kurumu yöneten bir politikacı, genç bir prensin veya genç yaştaki insanların önünü açmaktadır. Bu şekilde genç kadronun siyaseti üstlenerek, bir anlamda, kenara çekilen tecrübe sahibinin yardım ve nezaretinde siyasette yetkin bir duruma gelmesini ve geçiş döneminin en istikrarlı ve sıkıntısız şekilde gerçekleşmesini sağlamaya çalışmaktadır. Osmanlı sultanlarından II. Murat aslında başarılı bir padişah olmasına rağmen, kalenderce bir tavırla tahtı genç yaştaki oğlu II. Mehmet’e bırakmış ve ona Fatih Sultan Mehmet olacağı yolda siyasi ve idari tecrübe kazandırmak istemiştir. II. Murat aslında sanat, edebiyat ve musikiyi takdir eden, tasavvufa ve mistik bir hayata yönelmiş bir kişiydi. Aslında zorunlu olmadıkça savaşmayı sevmezdi ve birçok defa imparatorluğun çevresindeki ülkelere karşı sulh politikası izlemiştir. Onun geniş fetihlere girmesinde divana hâkim olan kadronun rolü olmuştur (İnalcık, 2011: 106). 87 İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ II. Murat oğlu II. Mehmet lehine tahttan çekildiği zaman Bursa’da inzivaya çekilme ve hayatının kalan kısmını burada geçirme niyetindeydi. Şehzadenin tecrübesizliğinden kaynaklanan hatalara düşmemesi için de eski vezirleri yanına yardımcı olarak bırakmıştı (Hammer, 1972: 272). II. Mehmet’in tahta geçmesiyle Avrupa yönünden bazı güçler bunu bir fırsat bilerek devlete saldırmak için harekete geçmiş ve paşaların ve komutanların uyarılarıyla II. Murat tekrar idareyi ele almak zorunda kalmıştır. II. Murat 1444’te Varna’da toplanan Haçlı kuvvetlerini kesin bir zaferle yendikten sonra da yine idareyi II. Mehmet’e bırakmayı düşünmüşse de Çandarlı ve Türk beyler doğabilecek tehlikeleri hatırlatarak onu bu düşünceden vazgeçirmiştir (Shaw, 2002: 52-53). II. Murat’ın henüz genç bir yaşta ve zaferler serisinin ortasında iken tahtından vazgeçmesi, kalbinin saflığına, tecrübe ve düşünce bakımından kemale ermiş bir kişiliğin sahibi olduğuna işaret olarak değerlendirilebilir (Hammer, 1972: 273). Kuşkusuz ki yükseliş sürecindeki parlak ve kudretli bir imparatorluğun iktidarını, zorlayıcı bir sebep olmaksızın, oğlu bile olsa, başka bir kimseye teslim edebilmek, şahsi hasletler ve ruhi kıymetler açısından kaydadeğer bir zenginliğe işaret etmektedir. Genç neslin önünü açmak için tahttan çekilme meselesine günümüz monarşilerinden de birkaç örnek verilebilir: Belçika Kralı II. Albert 3 Temmuz 2013’te halkına hitaben yaptığı açıklamada 21 Temmuz’da tahtı oğlu Philippe’e bırakacağını açıklamış ve verilen tarihte planlandığı şekilde devir-teslim işlemi gerçekleşmiştir. 79 yaşındaki Kral Albert bu açıklamasında çekilmesinin sebebini de belirtecek şekilde şunu ifade etmiştir: “Seleflerimin ulaşamadığı bir yaştayım. Yaşım ve sağlığım görevlerimi istediğim şekilde yerine getirmeme mani oluyor. Prens Philippe bu iş için gayet hazır durumdadır. Ona ve Prenses Mathilde’e itimadım tamdır. Bu sebeple huzur ve güven içinde 21 Temmuz’da tahttan çekileceğimi açıklıyorum” (Expatica.com, 3 Temmuz 2013). Hollanda Kraliçesi Beatrix 28 Ocak 2013’te televizyonda yaptığı açıklama ile tahtı varisi ve oğlu Prens Willem-Alexander’a devredeceğini bildirmiştir. 75 yaşındaki Kraliçe bu adımı ile son 60 yıldır Hollanda’da izlenen geleneğe uymuştur. Nitekim annesi Juliana 1980’de 71 yaşındayken, büyük annesi Wilhelmina ise 1948’de 68 yaşındayken tahttan çekilmişlerdir. Kraliçe Beatrix açıklamasında bu kararı birkaç yıldır değerlendirdiğini ve tahtı “yeni nesle” bırakmanın zamanının geldiğini ifade etmiştir. Ayrıca oğlunun kral olmak için hazır olduğunu belirtmiştir (BBC, 28 January 2013). Katar kralı Sheikh Hamad bin Khalifa Al Thani 25 Haziran 2013’te televizyondan halkına yaptığı açıklama ile tahtını oğlu Sheikh Tamim bin Hamad Al Thani’ye bırakacağını açıklamıştır. 61 yaşındaki Kral feragatine dair doğrudan bir sebep 88 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI belirtmezken oğlunun sorumluluğu deruhte etmeye hazır, itimada layık ve görevi yerine getirmeye muktedir olduğuna güveninin tam olduğunu ifade etmiştir (Aljazeera, 25 Haziran 2013). Türkiye’nin şu anki iktidar partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisinin mevcut parti tüzüğüyle kendisine mensup milletvekillerinin ve belediye başkanlarının kesintisiz görev sürelerini üç dönemle sınırlandırmasını da genç nesillere görev ve tecrübe alanı açma çabasının bir örneği olarak değerlendirmek mümkündür (AK Parti Tüzüğü, Madde: 132). 3. Siyasetin nefsi cezbeden güç, ikbal ve ihtişam alanından sıyrılarak ruhi muhasebe ve arınmaya yönelme: Bu durumdaki insanlar siyasetin yapısında bulunan kirli ilişkilerden, sahte kişiliklerden, nefsi okşayan imajlarla kuşatılmış ortamlardan uzaklaşarak büyük bir fedakârlık pahasına insani özüne dönme çabası göstermektedir. Hakikate ve insani değerlere ulaşma uğruna siyasi ikbali terk eden tarihi şahsiyetlerden biri İbrahim Ethem’dir. İbrahim Ethem tarihi kaynaklarda MS. 8. yüzyılda yaşamış ve Hak uğrunda ve hakikat yolunda tahtı ve tacı terk etmiş bir şahsiyet olarak yer almaktadır. Kendisiyle ilgili kaynaklarda verilen bilgiler değişik olmakla beraber, şatafatlı hayatını terk ettiği zamana kadar Horasan’da yaşadığı anlaşılmaktadır. Belh hükümdarı veya hükümdarın oğlu veya torunu olduğu yönündeki bilgilere karşılık, zengin ve itibarlı bir ailenin çocuğu olduğu yolunda kayıtlar da bulunmaktadır. İbrahim b. Ethem siyasi veya sosyal prestijle dolu bir hayatı ve dünya nimetlerini terk ederek, dervişlik yoluna girmiş, Hakkı ve hakikati aramaya koyulmuş ve hayatının kalan kısmını bu arayışla geçirmiştir (Öngören, 2000: 293). İkinci bir örnek de İmam Gazali’nin hayatında görülmektedir. Gazali, siyasi mahfillerde şöhret sahibi bir âlim ve müderris iken derin bir ruhi arayışa girmiştir. Bunun neticesinde sosyal ve siyasi ortamlardan tamamen çekilerek mutasavvıfların sıradan insanlar için önerdiği aşamalardan başlamak üzere nefis terbiyesine ve ruh tezkiyesine girişmiştir. 4. Devlet nizamını güçlendirmek için siyasi iktidarı diğer adaylara bırakarak onun idaresinde başka görevler üstlenme: Bu durumdaki bir iktidar adayı diğer bir adayın iktidarı başarılı şekilde yürüttüğünü veya yürüteceğini görerek kendisi onun yönetimi altında başka görevler üstlenmek suretiyle devletin gücüne güç, nizamına nizam katmayı amaçlamaktadır. Türk tarihinde taht kavgalarının, devlet mülkünü miras biçiminde parçalama örneklerinin yanında, devletin gücü ve nizamı uğruna iktidar iddiasından vazgeçip, diğer adayın idaresinde verilen görevi ifa eden devlet adamları da müşahede 89 İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ edilmektedir. Kuşkusuz ki millet ve devlet uğruna fedakârlık yapma noktasında bu tavrı iki kat değerli addetmek gerekir. Bu tavır kaliteli ve kâmil bir kişiliğin ve karakterin işareti sayılabilir. MS. 714-734 yıllarında Göktürk devletinin kağanlığını üstlenen Bilge Kağan “kardeşi başkumandan Kül Tigin’le hayran olunacak derecede ahenkli bir işbirliği ve vazife taksimi yaparak hanedana ve Türk imparatorluğuna son parlak devrini yaşatmıştır” (Öztuna, 1983: 71). 1040 yılında Selçuklu devletinin başında bulunan Çağrı Bey, idaresinde komutanlık görevi yürüten beş yaş küçük kardeşi Tuğrul Bey’in siyasi alanda kendisinden daha kabiliyetli olduğunu fark etmiş ve hükümdarlığı Tuğrul Bey’e bırakmıştır. Bu işbirliği ve fedakârlık ruhu devletin kudret ve nizamına temel teşkil etmiştir (Öztuna, 1983: 380). 5. Aktif siyaset ortamından çekilerek, toplumu temelinden ve eğitim yoluyla yeniden inşa etmeye çalışma: Bu durumda siyasetin değişik ortamları içerisinde yer alan bir kişi siyasetteki kültürel, insani ve ahlaki bozulmayı fark ederek, daha alt katmanlardan başlamak üzere kaybolduğunu düşündüğü değerler çerçevesinde toplumu yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Said Nursi Osmanlı Devleti’nin Abdülhamid ve İttihat ve Terakki dönemlerinde şark bölgesinden İstanbul’a gelmiş, burada devleti yöneten kadroları doğru bulduğu görüşler istikametinde yönlendirmek için bazı teşebbüslerde bulunmuştur. Daha sonra I. Dünya Savaşının ardından yeni devlet kurulunca, devlet ricalinin kendisine teklif ettiği mebusluk, Diyanet azalığı, doğu vilayetleri umumi vaizliği gibi görevleri kabul etmemiş ve insan faktöründe menfi manada meydana gelen değişmenin düzeltilebilmesi için daha esaslı ve derinlikli bir manevi inşa faaliyetinin gerekli olduğuna kanaat getirerek siyasi alandan çekildiğini ifade etmiştir (Said Nursi, 1996: 2139). 6. İktidardaki devlet görevlilerinin belli hadiselerdeki başarısızlığın ve ihmalin sorumluluğunu kendine bağlayarak görevden çekilmesi: Bu durumda devletin veya siyasetin değişik kademelerinde görev yapan bir kişi ülkede meydana gelen menfi bazı olayların, topluma zarar veren bazı ihmallerin sorumluluğunu üstlenerek, hem toplumun ve hem de kendisinin vicdanını rahatlatmak için görevden çekilmektedir. Burada çekilen şahıs kasıtlı bir hata yapmadığı gibi, kamu imkânlarını şahsi menfaatleri istikametinde kullanma gibi bir yolsuzluğa bulaşmış da değildir. Sadece topluma veya devlete zararı dokunan beklenmedik bir olay karşısında toplum ile devlet arasındaki ilişkiler bozulmasın diye sorumluluğu üstlenmekte ve sosyal ve siyasi yapının selameti için adeta kendisini feda etmektedir. 90 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bununla bağlantılı diğer bir durumda da genel seçimlerin yapılmasına daha zaman olmasına rağmen, yapılan bir ara seçimde veya referandumda hükümetin pozisyonunun yeterli halk desteği alamaması hâlinde demokratik sorumluluk ve duyarlılık gereği iktidardaki bir kişinin istifa edip görevden çekilmesidir. 16 Nisan 2014 tarihinde Incheon limanının güneyinde meydana gelen bir feribot kazasında 300’den fazla Güney Kore vatandaşı ölmüş veya kaybolmuştur. Hükümet kaza sonrası gerekli tahliye ve kurtarma çalışmalarını yapma sürecinde yetersiz ve yavaş kaldığı için eleştirilmiştir. Bunun üzerine Güney Kore Başbakanı Chung Hongwon “Görevimde kalmaya devam etmem, yönetim için büyük bir yük olacaktır. Kazanın önlenmesinden felakete ilk müdahalenin yapılmasına kadar ortaya çıkan birçok problem için hükümet adına özür diliyorum.” diyerek istifa etmiştir (The Guardian, 27 April 2014). De Gaulle eğitim alanında bazı reformların gerçekleştirilmesi çerçevesinde 27 Nisan 1969’da mahalli idarelerin yetkilerinin artırılmasını ve senatonun yetkilerinin azaltılmasını öngören bir reform paketini referanduma sunmuş, fakat referandum sonucunda paket %53 oyla reddedilmiştir. Bunun üzerine De Gaulle ertesi gün istifa ederek siyasetten ve iktidardan çekilmiştir (State, 2011: 311). Türkiye’de devlet imajına zarar veren olaylarda siyasi sorumluluğu üstlenmek için görevden çekilme şeklindeki uygulamanın pek yaygınlaşamadığı görülmektedir. Böyle bir teamülün yerleşmemesinde şu faktörler rol oynuyor olabilir: Yönetimde duyarlılık ve sorumluluk bilincinin yeterince yerleşmemesi; siyasetin kurumsal çerçeve yerine şahsi konumlar ve imajlar üzerinden yürütülmesi; üçüncü ve belki en etkili faktör ise Türk siyasi geleneğinde siyasetin kamplaşmalara açık olmasıdır. Kamplaşma ortamında her türlü olumsuz hadise muhalefet tarafından iktidarı suçlamak ve yıpratmak için kullanılmaktadır. Hatta bazen muhalefetin ülkeye zarar verebilecek hadiseleri hükümete karşı bir koz olarak kullanmak için kışkırttığı dahi görülebilmektedir. Dolayısıyla siyasi hadiseler demokratik siyasetin tabii ve olağan rayında yürüyemediği için hükümet tarafında yer alanlar açık vermeme ve muhalefetin yıkıcı saldırılarına maruz kalmama adına hiçbir siyasi sorumluluğu üstlenmeye yanaşmamakta, kamuoyu da siyasetin tepesindeki kamplaşmaya paralel şekilde cepheleşerek pozisyon aldığından, kamuoyunun yönetim ve yöneticiler üzerinde baskı oluşturması imkânı ortadan kalkmaktadır. 7. İktidar görevini üstlenmiş bir kişinin ölmek üzereyken veya başka bir sebeple iktidardan ayrılırken kendi soyundan veya dışardan birini tayin etmemesi: Bu durumda iktidar sahibi hem kendi soyundan birini tayin etmeyerek soyu adına iktidardan feragat etmekte, hem de dışardan birilerini belirlemeyerek, kendinden sonraki toplumun kendi yönetimini belirlemesine imkân sağlamaktadır. 91 İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ Mesela Hz. Ömer bir suikast sonucu ağır yaralanınca ashap kendisinden yerine birini halef tayin etmesini istedi. Fakat Hz. Ömer bu teklifi kabul etmedi. Hz. Ömer’in bu çekincesinin sebebi olarak bazı ihtimallerden söz edilebilir: kendi döneminde yaşanan gelişmeleri ve sosyal yapıdaki değişimleri dikkate alarak bu zor görevi birilerine yükleme sorumluluğundan kaçınmış olabilir. Ön plana çıkan Hz. Osman ve Hz. Ali’yi tayin etmemesinin bir sebebi de bu iki şahsın bağlı olduğu ÜmeyyeHaşim boyları arasındaki eskiye dayanan mücadelenin tekrar canlanması endişesi olabilir (Apak, 2010: 190). Hz. Ömer kendisine halef belirlenmesi hususunda “bu yükü sağlığımızda yüklendik, öldükten sonrada mı taşıyalım?” diyerek belli bir ismi tayin etmemiştir. Israrla talep edilmesi üzerine daha sonra aralarından birinin seçilmesi için altı kişilik bir aday listesi vermiş, fakat bu listede yer vermeyerek oğlunun halife olmasını istemediğini de belli etmiştir (Sarıcık, 2009: 393-394). Hz. Ali de bir suikast sonucu ağır yaralanınca öleceğini anlayan bir sahabi kendisine gelerek: “Eğer seni kaybedecek olursak Hasan’a halife olarak biat edelim mi?” diye sordu. Hz. Ali bu konuda olumlu yahut olumsuz bir görüş belirtmeyip, durumu Müslümanların takdirine bıraktığını ifade etti (Aktan, 2011: 270). İktidardan ayrılan idarecinin halefini belirleyip belirlememesi meselesi şüphesiz ki daha çok demokratik seçim sisteminin uygulanmadığı durumlar için geçerlidir. Fakat demokratik sistemlerde de mesela parti başkanlığından ayrılan bir liderin yerine halef tayin edip etmemesi yine aynı çerçevede değerlendirilebilir. İktidardan ayrılan bir yöneticinin yerine aday gösterip göstermeyeceği veya gösterecekse kimi göstereceği meselesinde toplumun ortak menfaatinin, dönemin siyasi şartlarının ve muhtemel adayların kabiliyet ve kapasitesi ile ilgili algılamanın önemli kriterler olacağı söylenebilir. Bu meselede kendi soyunu öne çıkarma, kendi çevresine menfaat ve üstünlük sağlama kaygısıyla hareket edilmesinin etik açıdan problemli bir durum oluşturacağı muhakkaktır. Sonuç Dolayısıyla iktidardan veya siyasetten pozitif bir amaçla çekilme tavrının yaygın bir siyasi gelenek hâline gelmesi durumunda şu sonuçların gerçekleşmesi beklenebilir: bazı durumlarda iç savaş ve kardeş kanı akıtılması önlenebilir; yönetime dinamizm, genç kuşaklara siyasi tecrübe kazandırılabilir; siyasi ikbal arzusunu abartan bir anlayışa karşılık daha ilkeli bir siyasi kültür oluşturulabilir; siyaset ve idare alanında “ben” yerine “biz”, şahsi davalar yerine milli davalar ikame edilebilir; siyasi toplumun tepesindeki yozlaşma, toplumun temelinden başlanacak bir eğitim ve irşat faaliyetiyle ıslah edilebilir; toplum nezdinde kamu otoritesinin imajına zarar veren hadiselerde devletin itibarı korunup tazelenebilir; yeni nesillere değişen şartlara göre siyasetin taşlarını yeniden dizme imkânı verilebilir. 92 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Ahmed Hilmi (1974). İslam Tarihi. İstanbul: Ötüken Yayınevi. Aksun, Z. N. ( 2010). II. Abdülhamid Han. İstanbul: ÖtükenNeşriyet. Aktan, A. (2011). İslam Tarihi. Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık. Apak, A. (2010). Anahatlarıyla İslam Tarihi II. İstanbul: Ensar Neşriyat. Çağatay, N. (1993). Başlangıçtan Abbasîlere Kadar İslam Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Farabi (2004). İdeal Devlet. (Çev. A. Arslan). Ankara: Vadi Yayınları. Gazali (1969). Devlet Başkanlarına Nasihat: Nasihatü’l-Mülûk. İstanbul: Sinan Yayınevi. Hammer, J. (1972). Osmanlı İmparatorluğu Tarihi. (Çev. Z. Danışman). İstanbul: Zuhuri Danışman Yayınevi. İbnü’l-Esir (1986). El-Kamil fi’t-Tarih. (Çev. A. Ağırakça). İstanbul: Bahar Yayınları. İnalcık, H. (2011). Devlet-i Aliyye. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Nizamu’l-Mülk (1982). Siyaset-name. (Haz. M. A. Köymen). Ankara: Kültür ve Turizm B. Yayınları. Nursi, S. (1996). Risale-i Nur Külliyatı. İstanbul: Nesil Yayınları. Öngören, R. (2000). “İbrahim b. Ethem”. DİA, C.XXI. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztuna, Y. (1983). Büyük Türkiye Tarihi I. İstanbul: Ötüken Yayınları. Öztuna, Y. (2011). Osmanlı Devleti Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Platon (2012). Devlet. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. Sarıcık, M. (2009). Hz. Ömer. İstanbul: Nesil Yayınları. Shaw, S. (2002). History of the Ottoman Empire and Modern Turkey. V.I. New York: Cambridge University Press. State, P. F. (2011). A Brief History of France. New York: Facts on File. AK Parti Tüzüğü. ttp://www.akparti.org.tr/upload/documents/tu%CC%88zu% CC%88k-2013-1.pdf 93 İktidardan veya Siyasetten Çekilmenin Siyasi Bir Değer Olarak... • Yrd.Doç.Dr. Hasan Emir AKTAŞ Aljazeera (2013). “Qatar’s emir transfers power to son”. Retrieved 25 June 2013 fromhttp://www.aljazeera.com/news/middleeast/2013/06/2013625516403468.ht ml. BBC (2013). “Queen Beatrix of the Netherlands to abdicate for son”. Retrieved 25 April 2014 fromhttp://www.bbc.co.uk/news/world-europe-21237254. Expatica.com (2013). “‘I intendtoabdicate on July 21’: Belgium’s King Albert II”. Retrieved 01May 2014 fromhttp://www.expatica.com/be/news/belgian-news/-iintend-to-abdicate-on-july-21—belgium-s-king-albert-ii_268924.html. The Guardian (2014). “Ferrydisaster: South Korean prime minister resigns”. Retrieved 01 May 2014 fromhttp://www.theguardian.com/world/2014/apr/27/ferry-disaster-southkorean-prime-minister-resigns. 94 Değer Kavramının Toplumsal ve Bireysel İşlevi Üzerine Sosyolojik Bir Çözümleme Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş Değer kavramı Latince kıymetli olmak, güçlü olmak anlamına gelen valere kökünden türemiştir. Bireyin uğruna feda olunması ve kendisiyle güven bulunması gibi uç fonksiyonlara sahip değerler dünyası, her şeyden önce bir mahiyet tartışmasını doğurmaktadır. Mahiyet yönüyle değerleri ele almak hukuk, teoloji, estetik, ahlak gibi felsefi disiplinlerin alanına girmektedir. Bu alanlar, değerleri kavramsal içeriğinden hareketle inceler ve aşkınlık, üst değer ölçütleri gibi bir kritiğe tabi tutarlar (Aydın, 2011: 39-40). Her bir tanımı ele almaktansa genel bir tanımlamayla değerler, hangi ve nasıl davranışların iyi, hangi ve nasıl davranışların kötü olduğu hakkındaki fikir, inanç ve kabullerdir. Bir diğer ifadeyle değerler, hareketler ve davranışlar hakkındaki ahlaki, estetik, teolojik, yargılardır; neyin nasıl olduğu ve olması gerektiğine dair düşüncelerdir (Akt. Çiftçi, 2002: 19). Dolayısıyla değerler, fertlerin yapıp ettiklerini rasyonelleştirip içselleştirme imkanı veren, inanışlar ihtiva eden dolayısıyla aşkınlık taşıyan, negatif olabileceğinin de mümkünlüğü açısından ilgi duyulan/arzu edilen, ekonomik/dini/ ailesel/siyasal gibi hayatın he alanıyla ilgili olan, pek çok kişi tarafından paylaşılan/ ciddiye alınan/coşku ile birlikte bulunup kavramsal olarak diğer nesnelerden soyutlanabilen olgulardır (Fichter, 1996: 143; Aydın, 2011: 40). Değerlerin mahiyeti üzerine söz söylenmesi, kaynağın aşkın tarafına yapılan vurguyu ifade etmek içindir. Çünkü aşkın referanslı değer algısına sahip olanlara göre adalet, ahlak, dürüstlük vb. evrensel değerler bireyler üzerinde daha etkilidir. Zira bu etkinin gücü vicdani olmasından kaynaklanmaktadır. Yine değerleri, dini (kutsal) ve toplumsal (profan), felsefi literatürde amaçsal (yüksek) değerler ve araçsal (basit) değerler şeklinde kategorize etmek değerlerin mahiyeti üzerine yapılan tartışmaları ifade temektedir. Moderniteyle birlikte değer tartışmaları metafizik düzlemden insani, toplumsal düzene kaymıştır. Dolayısıyla iki açıdan sosyoloji değer sorunuyla ilgilenmiştir. Birincisi, toplumun kendisi kısmen değerler aracılığıyla kurulmuştur. İkincisi ise, Değer Kavramının Toplumsal ve Bireysel İşlevi Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI sosyologların kendileri de bir toplumun üyeleri oldukları ve muhtemelen onların da değerleri (dinsel, siyasal, vb.)oldukları için (Marshall, 1999: 134). Çalışma özelinde baz alınan değerler, kişiye ve gruba yararlı, kişi ve grup için istenilir veya kişi ve grup tarafından beğenilen her şeyin değere sahip olduğu (Fichter, 1996: 142) şeklinde tanımlamaktadır. İster makro/mikro sosyolojik denklemde, isterse de pozitivist /naturalist ve yorumlayıcı/humanistik/fenomonolojik paradigmal farklılıkta değerler, mahiyetten hareketle değil işlevine göre ele alınmakta ve yorumlanmaktadır. Değerlerin İşlevlerine Yönelik Yapısal Bakışlar Yapısalcı sosyologlar, değerleri makro sosyolojik bakış açısıyla toplumdaki işlevine göre tanımlamışlardır. İşlevselcilik, toplumsal ve kültürel olgular, toplumsal-kültürel sistem içerisinde yerine getirdiği işlevlerin çözümlemesidir. Yine işlevselcilikte toplum, hiçbir kısmının bütünden ayrı olarak anlaşamayacağı ve birbiri ile ilişkili kısımlardan oluşan bir sistemdir (Marshall, 1999: 363-366, Bottomore&Nisbet, 2002: 555-595, Ruth-Alison, 2012: 43;). Sistem birbirleriyle ilişkili ve birbirlerine bağlı olmalı; toplumsal sistemde organizmanın sağlık ve normal durumuna benzer, normal veya denge hâlinde bir durumun mevcut olması; sistemin bütün kısımlarının, normale dönmek için yeniden düzenlenmesi işlevselciliğin üç ögesidir. Toplumsal sistemin dengeyi nasıl koruduğu ve denge kurduğu sorularına işlevselciler, paylaşılmakta olan değerle ve iyiye ve doğruya matuf kabul edilen standartlar şeklinde cevap vermektedirler. Değerlere önem vermek işlevselcilerin en önemli özelliğidir. Bu minvalde birçok sosyologun ortak tanımlamasında değerler, bireylerin bulundukları topluma ahlaksal olarak bağlı olmalarıdır. Yine işlevselcilere göre değerler, belirli toplumsal yapıların ve toplumsal yapıda geçerli olan davranış türlerinin varlığını ve önemini meşrulaştıran inançlardır (Ruth-Alison, 2012: 43-52). Toplum istikrarlı olacak ve toplumsal davranış düzenli/öngörülebilir olacaksa davranışlar bir takım iyi tanımlanmış ve kendinde tutarlı ilkelere göre düzenlenmek zorundadır. Bu ilkeler toplumsal davranışın hedeflerini ve odak noktalarını gösterirler. Böylesi hedeflere sosyologlar, değerler adını verirler (Çiftçi, 2002: 19). Auguste Comte, Herbert Spencer, Vilfredo Pareto ve Emile Durkheim işlevselciliğin klasik düşünürleridir. A. Comte (1798-1857) toplumdaki sosyal statikler (düzen) ve sosyal dinamiklerle (ilerleme) ilgilenmiştir. Sosyal statik, sosyal düzenin farklı parçalarının aksiyon ve reaksiyon yasalarının incelenmesidir. Sosyal dinamik ise, toplumdaki gelişmeyi, evrimi, kısacası ilerleme yasalarını inceler (Kızılçelik-II, 1994: 45). Statik sosyolojik incelemesi, toplumsal sistemin farklı kısımlarının eylem ve tepki yasalarının araştırılmasından ibaret gören Comte, sistemin parçaları arasında karşılıklı bağımlılık bulunduğu kabulünü ifade etmiştir. Comte, toplumsal sistemin bütünü ile parçaları arasında uyumsuzluğu patolojik kavramıyla ifade ederken vurgusu işlevsel denge kavramını doğurmuştur (Ruth-Alison, 2012: 44-45). 96 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Herbert Spencer (1820-1903) farklılaşma kavramıyla işlevselcilerin içinde sayılmıştır. Spencer farklılaşmadan sistemin farklı kısımları arasında, toplumların büyümesi dolaysıyla kaçınılmaz olarak ortaya çıkan karşılıklı bağımlılık halini kastetmiştir (Ruth-Alison, 2012: 44-45). A. Comte ve H. Spencer yapısalfonksiyonalizmin temsilcisi Emile Durkheim’in düşüncelerini etkilemiştir. E. Durkheim’in en önemli işlevselci fikri, bütünleşme bireylerin toplumsal düzene katılma süreçleridir; bütünleşme veya toplumsal dayanışma, toplumsal dengeyi sürdürmek içindir. Toplumu canlı bir organizmaya benzeten Durkheim, tıpkı bedenin her uzvunun birbirinin ve bir bütün olarak bedenin çalışmasını sağlaması gibi, toplumun organik bir bütün olarak görüldüğü, bütünün bir parçasının birbirinin devamını sağladığı organik analojidir (Marshall, 1999: 363). Durkheim’e göre toplumsal evrim, kabile topluluklarının mekanik dayanışmasından, organik dayanışmaya doğru hareketidir. Bu yönüyle ilkel toplulukların en büyük özelliği, aynı toplumun ortalama vatandaşının ortak olan inanç ve duyguların tümü anlamına gelen ortak vicdandır (Aron, 2000: 255-264, Ruth-Alison, 2012: 4445;). En önemli çalışmalarından olan Toplumsal İşbölümünde Durkheim, toplumsal dayanışmanın sadece modern toplumlara has olmadığını, geleneksel toplumlarda da cinsiyet vb. kriterlere dayalı iş bölümlerinin de mevcut olduğunu vurgulamaktadır (Kızılçelik-I, 1994: 190-194). Toplumsal gerçeklik, kendi başına bir varlığı olup, bireylerinin görüntülerinden bağımsız, belirli bir toplumun tümünde genel olandır. İnanç, ahlak, moda, adetler toplumsal gerçekliğin örnekleridir. Bu gerçekliklerin işlevini ise, toplumsal organizmanın genel gereksinimi olarak ifade etmektedir. Bu temellendirmesini cezalandırma ve intihar’da uygulamıştır. Durkheim’e göre cezalandırma, suça karşı toplumsal bir tepkidir (Tiryakian, 2002: 230, Ruth-Alison, 2012: 48;). Bir diğer ifadeyle cezalandırmanın temel fonksiyonu kolektif bilinci korumak ve suç işleyen kişileri cezalandırarak toplumun diğer üyelerini uyarmaktır. Cezalandırmanın asıl amacı, suçluyu değil, dürüst insanlara bir güven sağlamaktır (Kızılçelik-II, 1994: 63). Bu yönüyle cezalandırma eylemin nedeni olurken işlevi ise, ortak duyguları korumaktır (Ruth-Alison, 2012: 49). Toplumsal gerçekliğin işlevi, bağlılık ve dayanışma kuramının iki belirgin toplumsal ihtiyacı olan bütünleşme ve düzenlemeye dayanır. Bu çerçevede Durkheim’in en meşhur kavramı anomie (kuralsızlık), onun intihar araştırmasının merkezini oluşturmaktadır. Anomie, kural ya da normların olmadığı bir durum; kuralsızlık, normsuzluk demektir. Durkheim’in anlayışına göre, iş krizi veya boşanma gibi ani değişiklik sonucu ortaya çıkan şiddetli/keskin anomie ve modern sanayi toplumun özelliği olan süregelen/kronik anomie şeklinde iki tip kuralsızlık vardır. İntiharları ise, bencil, elcil ve anomik intiharlar gibi kategorilere ayırır, en sıkıntılı bulduğu anomie/ kuralsızlık intihardır ve bunun da patolojik bir durum olduğunu 97 Değer Kavramının Toplumsal ve Bireysel İşlevi Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI ifade etmektedir (Kızılçelik-I, 1994: 201-207; Aron, 2000: 264; Tiryakian, 2002: 231233; Ruth-Alison, 2012: 49-51;). Durkheim Dinsel Hayatın İlk Şekilleri çalışmasıyla işlevselciliğe büyük katkı sunmuştur. Ortak değerler ve kimlik konularındaki etkileri dolayısıyla dinin, ilkel kabilelerde etkili bir güç olduğunu söyleyen Durkheim, toplumsal gerçeklikte karşılıklı bağımlılık ve denge, toplumsal bütünlüğün önemli ögeleridir. Bu çerçevede Durkheim, dini, ortak değerlerin gelişmesinde özellikle etkin ve böylece, çok iyi bir bütünleştirme kaynağı olarak görmektedir. Aynı şekilde çağdaş toplumlarda bütünleştirici bir güç arayışı değerlerin iletilmesi amacına hizmet edecek işlevselci bir seçenek olarak okul sistemi üzerinde durmaya götürmüştür (Aron, 2000: 276-288; Ruth-Alison, 2012: 5253). Yapısal-İşlevsel yaklaşıma sahip Talcott Parsons’ın kuramının merkezinde ise, sistem kavramı vardır. Toplumların varlığı ve uyumunu genel eylem kuramı; kültürel sistem, toplumsal sistem, kişilik sistemi ve bir sistem olarak davranışsal organizma kategorilerine ayırmaktadır. Kültürel sistemde temel argümanlar anlam ve simgesel sistemdir. Kültürel gelenekler, inançlar, diller ve yerel değerler simgesel sistem örnekleridir. Parsons’ın bakışı paylaşılan değerler üzerine yoğunlaşmakta ve bu da toplumsallaşma kavramıyla açımlanmakta; toplumsal denetimi sürdürmek ve toplumu bir arada tutmak için çok güçlü bir bütünleştirici baskı (force) aracı anlamında değertoplumsallaşma ilişkisinden bahsedilmektedir (Ruth-Alison, 2012: 55; Kızılçelik-I, 1994: 438-440). Toplumsal sistemin temel birimi rol etkileşimidir. Parsons toplumsal sistemi açıklarken kullandığı kavramlar: aktörler, rol, rol-beklentileri, etkileşim, çevre, ödüllenmenin optimizasyonu, çevre ve kültürdür (Kızlçelik-I, 1994: 436) Ona göre, toplumsal sistem, belli bir çevrede bağımsız aktörlerden oluşur; bu aktörler en yüksek tatmin olma eğilimi ile güdülenmiş olup, kültürel olarak yapılanmış olan ve paylaşılan simgeler sistemi tarafından tanımlanmış esaslara göre, içinde bulundukları durumla ve birbirleri ile etkileşir Parsons’un yaklaşımında değer-birey-toplum ilişkisinin en bariz şekilde ele alındığı sistem dördüncü sistem olan davranışsal organizmadır. Burada insan, kişilik sisteminde hem de davranışsal organizmada temel birimdir. Bütün bu sistemlerin birbirleri ile bağlantısını toplumsallaştırma sağlamaktadır. Parsons’a göre insanlar içinde yaşadığı toplumun değerlerini içselleştirmektedir; yani, toplum içindeki diğer aktörlerinden, kendilerinden ne beklediklerini öğrenerek kültür sisteminin toplumsal değerlerini kendi değerleri yapmaktadırlar. Rol beklentiler ve normatif beklentiler yoluyla birey, toplumun tam üyesi hâline gelmektedir (Ruth-Alison, 2012: 55-57; Parsons’un uyum, birliktelik, normlar ve değerler arasındaki etkileşimi için bk. Kızılçelik-I, 1994: 449). Robert K. Merton’ın sapma kuramında işlevsel çözümlemenin tipik açıklayıcı etkenleri, kültürel amaçlar ve kurumlaştırılmış normlardır. Durkheim’in düzenleme 98 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI eksikliği ve normsuzluk anlamında kullandığı anomie Mertonda faklı kullanılmıştır. O’na göre anomie, kültürel amaçlar ile bunlara varmanın meşru yolları arasındaki kopukluktur/zıtlıktır. Dolayısıyla Merton anomie’yi bağımsız değişken olarak kullanmıştır (Kızılçelik-I, 1994: 469; Ruth-Alison, 2012: 93). İşlevselci kuramcılar değerleri toplumsal işlevlerine göre ele alırken çatışmacı kuramcılar yine yapısalcı bir temellendirmeyle değerleri toplumsal sistem içerisinde meşruluk vb. kullanılan boyutlarına göre ele almışlardır. Ruth ve Alison’un temellendirmesiyle, toplumsal ilişkiyi işlevselci düşünenlerin aksine çatışma kuramıyla açıklayan ve toplumu sınıf mücadelesi olarak gören düşünürler, toplulukların güç elde etmek için birbirleri ile mücadele ettikleri ve çatışmanın denetim altına alınmasını bir topluluğun geçici süre için rakiplerini bastırdığı bir arena görürler. Bu kuramın önemli üç kabulü vardır. Birincisi, insanların istedikleri, elde etmeye çalıştıkları, ancak toplum tarafından belirlenmemiş olan, ama insanların hepsinde ortak bazı çıkarlara sahip olduklarıdır. İkincisi, toplumsal ilişkilerin çekirdeği olarak güce verilen ağırlıktır. Bu kurmacılar her zaman, gücü sadece az bulunur ve eşitsizce bölünmüş; dolayısıyla da çatışmanın kaynağı olarak değil, esas itibariyle zorlayıcı olarak da görürler. Üçüncüsü ise, değerlerin ve düşüncelerin bütün toplumun kimliğini ve hedeflerini belirleyen araçlar olmaktan çok, farklı toplulukların kendi araçlarını gerçekleştirmek üzere kullandıkları silahlar olarak görürler. Bu düşüncenin entelektüel köklerinde Marx ve Weber vardır. Özellikle iki noktadan hareketle bu iki düşünürün ortak hareket noktası analiz edilmektedir; birincisi, toplumsal mevkilerin, bu yeri işgal edenlere güç sağlaması; ikincisi ise, toplumsal konumların meşrulaştırılmasında veya önemini kaybetmesinde düşünce ve fikirlerin rolleri. (Marshall, 1999: 241-242; Ruth-Alison, 2012: 107-110). Güç, mevki ve meşruluk tartışmalarında Karl Marx, en başta insanların tabiatlarına ve önceden belirlenmiş çıkar duygularına sahip olduklarına inanmaktadır. Yine Marx, tarihsel ve çağdaş toplumu, farklı toplumsal kümeler arasındaki çatışmalar açısından inceler. Üçüncü olarak ideoloji ve fikirleri yapısı ile bunları geliştirip yayanların çıkarları arasındaki bağlantıyı vurgular. İnsan, sınıf, çatışmanın ideolojik temelleri gibi kavramlarla bu konuyu tartışmakta ve özellikle din’i insanların eşit muamele görecekleri ve sözde gelecek daha iyi bir dünyaya dikkati yoğunlaştırarak huzursuzluğu sükunete kavuşturan, kitlelerin uyuşturucusu olarak görür. Ve Marx’ın yabancılaşması üretim ilişkisinde yatmaktadır (Aron, 2000: 121-122; Ruth-Alison, 2012: 133-34). Weber de güç ile insanlar üzerinde baskı ve hakimiyet kurma yollarıyla ilgilenmiştir. Egemenliğe sahip olabilmenin ideal tiplerini ise şu şekilde sıralamıştır: Karizmatik egemenlik (otorite), geleneksel egemenlik (otorite) ve rasyonel-yasal egemenlik (otorite) (Ruth-Alison, 2012: 115). Weber, tüm sosyal yapıyı bireysel davranışlara dokunan ilişkiler temeline oturtmaktadır. Bu noktada sosyal eylem tipolojileri önem kazanmaktadır; Geleneksel eylemler, duygusal eylemler, bir değere yönelmiş akılcı eylemler ve amaca yönelmiş akılcı eylemlerdir (Kızılçelik-I, 1994: 255). 99 Değer Kavramının Toplumsal ve Bireysel İşlevi Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI Günlük alışkanlıkların, örflerin ve âdetlerin etkisiyle yapılan, rutinleşmiş, sıradan eylemler, geleneksel eylem tipolojisini oluşturmaktadır. Duygusal eylem ise, alışılmış günlük ilgilerin dışında bir uyarı ile meydana gelen davranış tipidir ki; intikam, haz, fedakârlık ve kendinden geçercesine mutlu olmak gibi örneklerdir. Değere yöneliş akılcı eylemler, hedefleri bilinçli olarak saptanan ve bu hedeflere planlı ve şaşmaz bir biçimde yöneltilen eylemlerdir. Burada itici güç eylemin sonucunun maddi olarak elde edilen kazancı değildir. Çünkü eylemin itici gücü görev, şeref, güzellik algısı, din kuralları, geleneksel sadakat bağı gibi değerledir. Amaca yönelmiş akılcı eylem, geleneksel ve duygusal eylemlerden kesin bir çizgi ile ayrılan, belli bir amaca yönelmek için araçlarla amaçlar ve bu amaçlarla da sonuçları planlanarak yapılan eylemlerdir. Belli bir hedefe varmak için araçları ve olası sonuçları dikkate alınarak tamamen akılcı bir şekilde amaca yönelmiş eylemlerdir. Araçlar açısından akılcı amaca yönelmekle birlikte çatışan durumlarda sonucu değerler tayin edebilmektedir. Weber’e göre amaca yönelmiş akılcı eylemler dışındaki geleneksel, duygusal ve amaca yönelik değersel tüm sosyal eylemler kökenleri itibariyle irrasyoneldir. Çünkü bu eylemler deneysel olarak ele alınamaz. Aynı şekilde değerler de empirik yollarla irdelenmez, onlara sadece inanılır. Zira iyi, eşitlik, adalet gibi değerlerin rasyonel bir gözlem ve ölçülebilen bir araştırmanın konusu olabilmesi, bu değerlerin sosyal eylemlerin bir motifi ve itici gücü olabilmesiyle sınırlıdır. Bu bakışa göre insan eylemleri çok büyük oranda irrasyonelliklerin motifleri arasındadır. Esasında Weber’e göre toplum, sonsuzca durmadan ayrışan ve yoğun bir biçimde birbirleriyle çelişen her türlü düşünsel ve duygusal ilişkilerin bir kaosudur (Kızılçelik-I, 1994: 255-258). Gerek işlevselci gerekse de çatışmacı yöntemden değer/leri ele alan düşünürler, bir mahiyet tartışması, metafizik bir temellendirme yapmamışlardır. Onlar değerleri birey ve toplum hayatındaki işlevlerine göre betimlemişlerdir. Bu bakış açısında toplum esas alınmış olup bireyin o sistem içerisinde oynadığı rol denklemine göre değerler işlevselleştirilmiştir. Fenomonolojik Bakışta Değerler Pozitivist sosyolojiye ve sosyal davranışın meydana gelişinde bireysel aktörler yerine sosyal güçlerin önceliğini ve etkinliğini savunan anlayışa bir tepki olarak doğan ve anlayıcı sosyolojinin devamından ibaret olan fenomonolojik bakış, insan davranışlarını anlamada öznelerin içerisinde bulunduğu fiziksel/sosyal çevreyi ve öznelerin o şartlarda niyetselliğini de hesaba katmayı ilke olarak kabul eden bir sosyolojik bakış açıdır (Berger, 2000: 13; Çiftçi, 2002: 44). Temel önerme, her günkü gerçeklik, zamanla birikmiş olan toplumsal olarak yapılandırılmış bir fikirler sistemidir ve topluluk üyelerince olduğu gibi kabul edilmektedir (Ruth-Alison, 2012: 350). Bu konuyla ilgilenen bilgi dalına, 1920’lerde ilk defa Alman filozof Max Scheler tarafından kullanılan bilgi sosyolojisi denilmektedir. Bilim dünyasının dikkatine sunan Karl Manheim’dir. Bilgi sosyolojisi, insanların ve fikirlerin toplumsal bağlamda 100 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI var olduklarını gösterir, bir diğer ifadeyle insan düşüncesi ile düşüncelerin meydana geldiği toplumsal şartlar arasındaki ilişkileri araştırmak meşguldür (Akt. Çiftçi, 2002: 45). Berger, her insan topluluğu bir dünya kurma girişimidir derken açımlamasını toplumu diyalektik ilişkiler bakımından anlamanın önemi üzerine kurmaktadır (Berger, 2000: 37). Çünkü bilgi sosyolojisi, her toplum, topluluk ve grup; toplumsal yapısı, sosyo-psikolojik mekanizmaları ve benimseyenlere ortak bir evren sunan dünya görüşü açısından incelenir (Çiftçi, 2002: 45). Berger ve Luckman’ın bilgi sosyolojisi ise, herhangi bir bilgi parçasının toplumsal yönden gerçeklik olarak kabul edilmesi süreçleridir (Berger-Luchmann, 2008: 6). Gerçeklik inşası, insanların eylemler ve etkileşimler yoluyla nesnel olarak olaylara dayanan ve öznel olarak da anlamlı olarak deneyimlenen ve paylaşılan bir gerçekliğin devamlı şekilde yaratılmasıdır (Ruth-Alison, 2012: 380). Bu toplumun hem nesnel hem de öznel gerçekliğiyle değerlendirilmesi gerekir anlayışından hareketle, içselleştirme diyebileceğimiz kavramsal analizde birey, toplumun bir üyesi olarak doğmaz. O, sosyalliğe doğru bir yatkınlıkla doğar ve toplumun bir üyesi hâline gelir. Bu yüzden her bir bireyin hayatında, toplumsal diyalektiğe katılmaya başladığı esnada, zamansallık bir ardışıklık söz konusu olur. Bu sürecin başlangıç noktası içselleştirmedir. İçselleştirme nesnel bir olayın ifadelendirilmiş bir anlam olarak, yani bir diğer kişiye ait olup tam da bu yüzden kişi için öznel bakımdan anlamlı hâle gelen öznel süreçlerin bir tezahürü olarak dolaysızca kavranması ya da yorumlanması anlamına gelmektedir (Berger-Luchmann, 2008: 189-190). Bu diyalektikle birlikte insanlar biyolojik bir organizma olmanın ötesinde aynı zamanda içinde yaşadığı toplumun bir ürünüdür. İnsanlar grup içinde doğarlar ve toplumsal niteliklerini gruplarda kazanırlar. Bu gruplar aracılığıyla toplumda geçerli olan bilgiler, değerler bireye aktarılır. Toplumsallaşma (sosyalleşme) bireyin toplumun kurallarını, değerlerini, tutum ve davranışlarını, uygulamalarını öğrenmesi, öğrendiklerine uygun davranmasını ve böylece toplum içinde bir kişilik, benlik kazanması sürecidir (İçli, 2008: 117). Berger’e göre toplumun temel diyalektik süreci üç aşamadan oluşmaktadır: Dışsallaştırma, nesnelleştirme ve içselleştirme. Dışsallaştırma, insanın fiziki ve zihni faaliyetleriyle dünyaya doğru sürekli taşmalarıdır (Berger, 2000: 38). Burada bireyler, kendi etkinlikleri ile kendi toplumsal dünyalarını oluştururlar. Toplumsal düzen, süregelen bir insan üretimi, geçmiş insan etkinliğinin sonucu; insan etkinliği onu üretmeye devam ettiği sürece vardır. Bu yönüyle dışsallaştırma hem yeni bir toplumsal gerçeklik yaratma hem de yaratılan yeni gerçekliği korumak, yenilemek ve toplumsal kurumları sürekli olarak dışsallaştırarak yeniden yaratmaktır. Yani dışsallaştırma evresi, diyalektik süreçte üretim durumudur. Bir diğer ifadeyle dışsallaştırma, bireylerin toplumu yaratması demektir (Ruth-Alison, 2012: 382-84). 101 Değer Kavramının Toplumsal ve Bireysel İşlevi Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI Nesnelleşme, kendi asli üreticilerini kendilerinden çok daha dışa dönük bir olgusallık olarak karşılayan bir realitenin bu faaliyetlerinin sonucunda ulaşılan noktadır (Berger, 2000: 38). Bir diğer ifadeyle nesnelleştirme, bireylerin gündelik hayatı, düzenli, önceden oluşturulmuş kendisini insanlara kabul ettiren, ama görünüşte onlardan bağımsız olarak algılama sürecidir (Ruth-Alison, 2012: 384). Berger ve Lucckmann’a göre, gündelik hayat gerçekliği, daha önce nesnelleşmiş, yani insan sahneye çıkmadan nesneler olarak adlandırılmış bulunan bir nesneler düzeninden oluşturulmuştur (Berger-Luchmann, 2008: 35). Kısacası nesnelleştirme, toplumun, kendi yaratıcısı üzerinde sonuçları olduğu için, bireyler üzerinde etkileri olan bir nesnel gerçekliktir (Ruth-Alison, 2012: 385). İçselleştirme ise sözü edilen aynı realitenin kendisini bir kez daha objektif dünyanın yapılarından subjektif bilincin yapılarına aktarırken insanlar tarafından tekrar kendi içlerine mal edilmesidir (Berger, 2000: 38). Başarılı bir örgütlenme, hem nesnel ve öznel gerçeklik, hem de nesnel ve öznel kimlik arasında yüksek derecede bir simetrinin var olması demektir. Berger için içselleştirme, Parsons’un toplumsallaşmasına; bireylerin nesnelleştirilmiş toplumsal gerçekliği içselleştirdikleri ve nihayetinde herkesin olduğu gibi kabul ettiği toplumsallaştırmadır (Ruth-Alison, 2012: 385). Berger ve Luckmann’a göre, toplum bir insan üretimidir (dışsallaştırma); toplum nesnel bir gerçektir (nesenelleştirme) ve insan toplumsal bir üründür (içselleştirme) (Berger-Luchmann, 2008: 35). Bu diyalektik içerisindeki sorun, Berger ve Luckmann’ın somutlaştırma adını verdikleri bir oluşumdur. İnsan faaliyetinin ürünlerinin, insan ürünü olmaktan farklı bir şey oldukları -doğa gerçekleri, evrensel yasaların sonuçları ya da ilahi iradenin tecellileri gibi anlayışı. Somutlaştırma, insanın kendi dünyasının yaratılmasında kaynak olduğunu unutabileceği ve bundan sonra da üretici insan ile ürünleri arasındaki diyalektiğin bilincinde olmaktan uzaklaşması demektir. Somutlaştırılmış dünya, tanım olarak, insansal olmaktan çıkmış bir dünyadır (Berger-Luchmann, 2008: 35). Yine Berger, toplumsal dünyasını somutlaştırmış olan bireyin, yabancılaşmış ve anlamsız bir hayat sürdüğünü tasavvur eder. Diyalektik kaybolmuştur ve birey artık özgür değildir; aktör artık yalnızca üzerinde icra edilen kişi durumuna gelmiştir (Berger, 2000:59, Ruth-Alison, 2012: 388-88). Aynı temellendirme insan ve toplum için önemli addedilen aile, din vb. değer/lere uygulanabilmektedir. Bireyin anlam dünyasında devamlı bir devinim içerisinde olan değer/ler gündelik gerçeklikten dolayı sosyolojik zeminde önemli görülmektedir. Bireyin aile içerisindeki dışsallaştırma, nesnelleştirme ve içselleştirme diyalektiğinin kaybolması bir somutlaşmadır. Dolayısıyla birey için anlam ifade etmeyen anlamsız hayat ve yabancılaşma demektir. Gerek yapısalcılık gerekse de fenomonolojik perspektifte değerler toplum ve birey açısından işlevine göre ele alınmıştır. Dolayısıyla değerler, yargılamada birer araç 102 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI olarak kullanılır, kişilerin dikkatini istenen, yararlı ve önemli görülen kültür nesneleri üzerinde odaklaştırırlar, ideal düşünme ve davranma yollarını gösterirler, sosyal rollerin sevilmesinde ve gerçekleştirilmesinde rehberlik ederler, sosyal kontrol ve baskı araçları görevini yerine getirirler ve dayanışma araçları olarak devreye girerler (Fichter, 1990: 139). Sonuç Pozitivist, nesnelci, evrimci, işlevselci ve çatışmacı kuramlarda değerler geleneksel, duygusal, kimi zaman ilkel davranışların motivasyonu ve açıklama dinamiği olarak ifade edilmektedir. İnsan hem sosyal yaşam hem de zihinsel kapasitesi geliştikçe dinsel temellendirmelerin yerini rasyonel, kurumsal yapılanmalar almaktadır. Bu çerçevede değerlerin işlevlerine ilişkin temellendirmeleri toplum merkezli olup bu bakış açısında birey pasiftir. Yapısalcı düşünürler toplum birliği ve düzen ekseninde değerlerin öneminden bahsetmişlerdir. A. Comte’nın toplumsal sistemin bütünü ile parçaları arasında uyumsuzluğu patolojik, Durkehim’ın kuralsızlık ve normsuzluk anlamına gelen anomie’yi intiharın temeline indirgemesi işlevselci bakışların ana hatlarını vermektedir. Yine Marx’ın değer/lerin meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığını söylemesi, bireysel ve toplumsal işlevselciliğine yönelik bir iddiayı dile getirmektedir. Bu bakış açısına mukabil, birey-toplum dinamikliğine göre değerlere biçilen rol, bireyin anlam dünyasında meşgul ettiği yer münasebetiyle bir işlevsellik kazanmıştır. Aile, din veya birey-toplum için anlamlı/değerli olan her şey dışsallaştırma, nesnelleştirme ve içselleştirme dinamikliğiyle gündelik gerçekliğe ulaşabilmektedir. Bu dinamikliğin kaybolması somutlaşmadır; insanın anlamlı bulduğu şeyleri kendinden bağımsız görmesi, yani insanın topluma ve kendi eylemine karşı yabancılaşmadır. Bugün insan aile, din vb. değer/lerin içerisinde anlam bulamıyor ve mutlu olamıyorsa hem birey açısından hem de değer/ler açısından bu diyalektik kaybolmuş demektir. KAYNAKÇA Aron, R. (2000). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. (Çev. Korkmaz Alemdar). Ankara: Bilgi Yayınevi. Aydın, M. (2011). “Değerler, İşlevleri ve Ahlak”. Eğitime Bakış, 7(19), 39-45. Berger L. P. & Berger B. (1975). Sociology: A Biographical Approach. New York: Basic Bokks Inc. Berger, L. P. & Luckmann, T. (2008). Geçekliğin Sosyal İnşâsı. (Çev. Vefa Saygın Öğütle). İstanbul: Paradigma Yayıncılık. Berger, L. P. (1970). A Rumor of Angels. New York: Doubleday & Company. Inc. 103 DEĞER KAVRAMININ TOPLUMSAL VE BİREYSEL İŞLEVİ... • Yrd.Doç.Dr. Bahset KARSLI Berger, L. P. (200). Kutsal Şemsiye. (Çev. Ali Coşkun). İstanbul: Rağbet Yayınları. Bottomore, T. & Nisbet, R. (2002). Yapısalcılık- Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi. (Yayına Haz. M. Tunçay & A. Uğur). Ankara: Ayraç Yayınevi. Burrel, G., & Morgan, G. (1999). Yorumlayıcı Sosyoloji- Toplumbilim Yazıları. (Çev. Adil Çiftçi). İzmir: Anadolu Yayınları. Çiftçi, A. (2002). Din ve Modernlik. Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Çiftçi, A. (2003) Nasıl Bir Sosyal Bilim. Ankara: Kitabiyat Yayınları. Fichter, J. (1996). Sosyoloji Nedir? (Çev. Nilgün Çelebi). Ankara: Attila Kitabevi. Güney, S. (2009). Sosyal Psikoloji. Ankara: Nobel Yayınları. İçli, G. (2008). Sosyolojiye Giriş. Ankara: Anı Yayıncılık. Jung, W. (2001). Georg Simmel. (Çev. Doğan Özlem). İstanbul: Anahtar Kitaplar. Kızılçelik, S. (1994). Sosyoloji Teorileri. Konya: Emre Ofset Matbaacılık. Marshall, G. (1999). Sosyoloji Sözlüğü (Çev. Osman Akınhay & Derya Kömürcü). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Mead, H. (1934). Mind, Self and Society. Chicago: University of Chicago Press. Ringer, F. (2006). Weber’in Metodolojisi. (Çev. Mehmet Küçük). Ankara: Doğu Batı Yayınları. Ringer, F. (2006). Weber’in Metodolojisi. (Çev. M. Küçük). Ankara: Doğu Batı Yayınları. Ruth, A. W., & Alison, W. (2012). Çağdaş Sosyoloji Kuramları. (Çev. M. Rami Ayas & L. Elburuz). Ankara: Doğubatı Yayınları. Tiryakian, E. A. (2002). Emile Durkehim. (Çev. Ceylan Tokluoğlu). Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi. (Haz. M. Tunçay & A. Uğur). Ankara: Ayraç Yayınları. Turner, B. S. (1977). Max Weber ve İslam. (Çev. Y. Aktay). Ankara: Vadi Yayınları. Weber, M. (2002). Sosyolojinin Temel Kavramları. (Çev. M. Beyaztaş). İstanbul: Bakış Yayınları. 104 IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Cuma - 15:30 - 16:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Himmet UÇ / Süleyman Demirel Üniversitesi Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ / Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitimi Kurumu Olarak Ahilik Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN / Atatürk Üniversitesi Bektaşi Geleneğinde Kur’an ve Sünnet Merkezli Değerler Prof.Dr. Ömer Faruk TEBER / Akdeniz Üniversitesi Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın Yorumlayıcı ve Çözümleyici Okuma Yöntemiyle Analizi Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP / Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş İnsan bir değer varlığıdır. Hatta değer sahibi olmanın yalnızca insana mahsus olduğunu söylemek daha doğrudur. Bir irade ve ahlak varlığı olarak insanın değerle olan bu ilişkisi, onun kendisiyle, diğer insanlarla, bir bütün olarak toplumla, tabiatla, tüm kâinatla ve hatta en önemlisi Yaratıcı’yla arasındaki ilişkilerin yapılandırılması gereken temeli ortaya koymaktadır. Kültür ve medeniyetimizde Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu perspektifin tasavvufî yorumları bu konuda bize değerli bir hazine sunmaktadır. Bu bildiri, tasavvufi düşünce ve pratiğin bir şubesi olarak kabul edilen fütüvvet ilkelerinin sunduğu hazine üzerindeki mütalaaların, ilgili mekteplerin konuyla ilgili yaklaşımlarına dayandırılmış bir tasnifi mâhiyetinde olacaktır. Ancak başlangıçta şunu kaydetmekte yarar vardır: Burada fütüvvetle ilgili söylenecek şeyler, önemli ölçüde tasavvufi düşüncenin bütünü için de geçerlidir. Fütüvvet düşüncesinin insan ötesi ilişkileri oldukça sınırlı tutulacak, insan ilişkileri üzerinde yoğun olarak durulacaktır. Çünkü günümüzde değerler söz konusu olduğunda daha çok vurgu insan insana ilişkiler üzerinedir, yitirilen değerlerin en çok ön plana çıktığı alan da bu alandır. Ancak tasavvuf ve fütüvvet düşüncesi yukarıda sözü edilen çerçeveden büsbütün koparılamaz. Çünkü insan ötesi ilişkiler insan insana ilişkilerin bir zemini, insan dışı varlıklarla ilişkiler ise insan kalitesinin bir yansıma alanıdır. Dolayısıyla bu çerçevenin insan ilişkilerine bir zemin oluşturduğu göz ardı edilmemelidir. Sözlük anlamı gençlik, yiğitlik, kahramanlık ve cömertlik olan fütüvvet kavramı, zamanla tasavvufta insan insana ilişkileri ahlaki bir zemine oturtmaya çalışan hususi bir meşrebe isim olmuştur (Uludağ, 1996). Terimin gençlik, delikanlılık gibi anlamlar içermesi, tarih içerisinde oluşmuş bulunan fazilet esasına dayalı gençlik teşkilatlarının temel niteliklerine açıklık kazandırmaktadır. Yakın zamanlara kadar yaşayan mahalle kültürümüzde var olan, hatta ekranlara yansıyan bu ilkelerin “delikanlılığın kitabı” şeklinde adlandırılabileceği de hatırlanmalıdır. Bu da göstermektedir ki, geçmişimizde bu oluşumlar, değerlerin genç nesillere aktarılması görevini yerine getirmeye çalışmış, bu hususta önemli başarılar elde etmiş dinamik birer yapı olarak öne çıkmaktadırlar. Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet • Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ Bildirinin temel kaynaklarını sûfî fütüvvetnâmeleri olarak adlandırılan (Ocak, 1996b) ilk dönemlerde yazılmış fütüvvetle ilgili müstakil eser ve klasiklerdeki ilgili bölümler oluşturacaktır. İlk zamanlarda Kitâbü’l-fütüvve, Risâletü’l-fütüvve gibi isimlerle yazılmış kitaplarda ilkeleri ortaya konulmuş bulunan fütüvvet toplulukları, Anadolu’da güçlendikten sonra bu ilkeleri, Ebû Hafs Sühreverdî’den itibaren fütüvvetnâme adlı eserlerde toplamışlardır. Sülemî’nin Kitâbü’l-fütüvve’si ve konuyu Risâle’sinde doyurucu bir şekilde ele alan Kuşeyrî’den başka İbn Arabî de konuya eğilen sufiler arasındadır. A. Ahlaki Değerlerin Uygulama Zemini Olarak Fütüvvet İlkeleri Tasavvufta fütüvvet, insan insana ilişkilerin en görünür olduğu alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten fütüvvetin mana varyasyonu içindeki cömertlik kavramı da ağırlıklı olarak bu yönü ortaya koymaktadır. Medeniyetimizde fütüvvetin insan insana ilişkilerde öne çıkması, diğerlerine göre daha çok insan insana ilişkileri ve karşılıklı hak-hukuk gözetimini ön plana çıkarmasıyla yakından ilgilidir. Bu alan da aynı zamanda bir değerler alanıdır. Değerler söz konusu olduğunda sevgi, saygı, sorumluluk, adalet, iffet, namus, cesaret, sabır, şükür, doğruluk, itidal, merhamet, şefkat, güven, vefa, diğerkamlık, cömertlik, kanaatkarlık, tevazu, affedicilik ve hoşgörü gibi durumlar gösterilmektedir (Hökelekli, 2013). Fütüvvet kitapları bütün bu değerleri yapılması gerekenler arasında saymaktadır (Sülemî, 1977). Ayrıca ahlaki değer olarak bunların dışında kalan her şey de sayılmaktadır (Sülemî, 1977: 93-94/113-115). Fütüvvet ehlinin fütüvvetle ilgili tariflerine bakıldığında, güzel ahlak vurgusu fark edilmekte (Sülemî, 1977: 22/8-9, 26/14-15, 33/30, 59/66, 76/90), tarifi yapılan bu tutumların daha çok eyleme dönük yönleriyle ele alındığı, dolayısıyla olması gerekeni ortaya koyduğu dikkat çekmektedir. Bu durum, fütüvvet ilkelerinin hayata dönük yüzünü açıkça ortaya koymaktadır. Fütüvvet ehli bunu yaparken, ahlâk konusunda etik ilminde yapıldığı gibi herhangi bir temel çerçeveye sıkı sıkıya bağlı kalarak diğer çerçeveleri göz ardı etmez. Aksine bütün çerçeveler, itikadî zemine bağlı olarak elverişli olabilir. Mesela, insanın mikrokozmoz oluşuna bağlı olarak kozmolojik temellendirme elverişli olabileceği gibi, teolojik temellendirme de geniş ölçüde elverişli olabilir. Bunun yanında insanın ruh ve maddeden oluşan bir bütün olmasına bağlı olarak antropolojik temellendirme de değerlerin açıklanmasında kullanılabilir. Her ne kadar, fütüvvet çevreleri temele almıyor gözükse de, toplum sözleşmesine bağlı sosyolojik temellendirme de tamamen uzak değildir. Oysa ahlak üzerindeki bu temellendirmeler, modern dünyada yer yer kesin çizgiler oluşturmaktadır (Cevizci, 2008: 17-20). Bu durum temelde İslam itikadının sağlamlığıyla doğrudan ilişkilidir. Fütüvvet tariflerinin eyleme dönük oluşu, iyilikte yarışma konusunda bir itici güç oluşturmaktadır. Nitekim fütüvvet ehlinin temelde dayandığı Kur’an da mü’minlere iyilikte yarışmalarını söylemektedir (Bakara, 2/148). Fütüvvet ehli kendi aralarında 108 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI zaman zaman yarışmalar yapmışlardır (Sülemî, 2003: 105). Fazilet konusunda yarışmanın bir değer olmaktan gitgide çıkması günümüzün en önemli problemlerinden biridir. Bunun muhtemel sebeplerinden birisi, insanımızın değer üzerinde düşünmekten uzaklaşması kadar, bu konuda bir ideal sınırına göre kendini konumlandırmaması, yine buna bağlı olarak değerler konusunda kendinde eksiklik hissedecek bir bilinçten uzak düşmüş bulunmasıdır. Günümüz insanı eksiklik duygusunu daha çok maddi unsurlarla gidermeye çalışmakta, değerler konusunda ise çoğunlukla kendini yeterli görmektedir. Giderek dinin de kişiyi değerlerle bezeyeceği zeminden uzaklaşmak çağımızda karşı karşıya kaldığımız bir risk olarak göze çarpmaktadır. Günümüz insanına değerler noktasında hitap eden, kendisinde eksiklik hissetmesini sağlayacak, ideallerle yoğrulmuş bir disiplin de gözükmemektedir. Bu durum, insanımızın değerler konusundaki yetersizliğini kabul edebileceği bir zihnî zeminden uzak düşmesinin önemli sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Oysa geçmişimizde tasavvuf, hangi isim ya da biçim altında olursa olsun, insana ideali gösteren ve ona eksikliklerini hatırlatan bir fonksiyon da icra etmekteydi. Çünkü insanın basit ve kolay yaşanabilir örnekler kadar, hem kendisine yetersizliğini hissettirecek, hem de bulunduğu durumdan daha iyi bir konuma gelebilmesi için onu harekete geçirecek ideal seçeneklerin de bulunması gerekmektedir. Mistik akımlardan bazıları ve İslam havzası içerisinde tasavvufa düşen görevlerden biri de budur. Özellikle son yıllarda insanımıza, dinin –kısmen haklı gerekçelerle de olsa- kolay yaşanabilir boyutu aktarılırken, meşhur Cibril hadisinde (Buhârî, îmân: 37; Müslim, îmân: 1) ihsân diye isimlendirilen ideal boyutu görünür olmaktan çıkmıştır. Bu ideal arayışlarının gitgide sağlam bir zemine dayanmayan olağanüstülüklere kaydığı gözlenmektedir. Varlıklarından sıklıkla şikâyette bulunulan sahte şeyhlerin ortaya çıkışı bu zeminin ortadan kaybolmasıyla da alâkalıdır. Fütüvvet ilkeleri, yukarıda çizilen kozmik zemin içerisinde insan insana ilişkilerde yaşanabilirliklerden hareketle ideali göstermekte ve böylelikle değerler sahasında olgunlaşmanın sonu olmadığını ortaya koymaktadır. Böylelikle fütüvvet ehli, bir olağanüstülük arayışından çok, ahlaki ideal arayışına önem vermektedir. Ancak fütüvvete dair bilgi veren ilk dönem eserlerin bu ideal arayışını yaşanabilir olandan hareketle ortaya koymuş olmaları da dikkat çekmektedir. Bu durum da ilk dönem fütüvvet hareketlerinin ütopik bir çerçeve çizmediklerini, reel olandan hareket ettiklerini göstermektedir. B. Fütüvvet İlkelerinin Boyutları Fütüvvet, her şeyden önce kişinin kendisinin değil, başkalarının hak ve menfaatlerini öne almasını gerektiren bir disiplindir. Bencil olan kişinin fütüvvet ehli olması imkânsızdır (Uludağ, 2009: 173). Kuşeyrî fütüvveti kişinin ebedî olarak başkasının hizmetinde çalışması olarak tarif ederken (Kuşeyrî, 1991: 373; Kuşeyrî, 109 Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet • Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ 2005: 216) bu hususa vurgu yapmaktadır. Aynı husus İbn Arabî tarafından da dile getirilmiştir (İbn Arabî, 1997: 232). Kişi başkasının haklarını kendi haklarının önüne aldığında başkası için fedakârlık yapması, dolayısıyla eylemlerinde faziletin hâkim olması kolaylaşmaktadır. İster manevi, ister maddî değerlerle ilgili olsun, faziletlerin yaşanabilir olması, ancak onları yaşayan bir kişiden görerek öğrenilmeleriyle mümkün olabilmektedir. Fütüvvet ehlinde manevi değerlerle maddi değerlere dayalı faziletler birlikte öğrenilir. Bu sebeple en maddi gibi görünen ekonomik ve ticari mesleklere bakıldığında bile bunlardan her birinin bir piri/öğretici lideri olduğu görülmektedir. Bunlardan bazıları da peygamberlerdir (Gölpınarlı, 1949-1950: 91-92; Ekinci, 2011: 294). Hem meslek, hem de sülük, yaşayan bir kişinin terbiyesi altında elde edilmektedir. Bugünkü eğitim anlayışlarının sıkça vurguladığı eğitimin yaşantıyla sıkı ilişkisi, tarihimizde gerek tasavvufi ve gerekse mesleki eğitimin bir üstad yardımıyla gerçekleşmesi esasına dayandırılmıştır. Böylelikle maddi ve manevi faziletler, görülerek ve yaşanarak tahsil edilmektdir. Fütüvvet ehlinin ileri sürdüğü faziletlerin burada tamamen sayılmasına imkân yoktur. Ancak bunların temelinde, fütüvvetin en önemli yönlerinden biri olan kendini sorgulama yer almaktadır (Sülemî, 1977: 35/34, 51/55-56, 64/73-74, 74/87-88; Kuşeyrî, 1991: 373; 2005: 216). Kendini sorgulama, kişinin kendisiyle ilgili bir eksiklik duygusundan hareketle gerçekleştirilebilir. Böyle bir duyguya sahip olmayan insandan kendisini sorgulamasını beklemek mümkün değildir. Kendini sorgulayabilen insan fazilet yolunda yükselebilir. Kendini sorgulamaktan hareket eden fütüvvet pratiğinin ortaya koyduğu faziletler arasında kötülüğe karşı iyilik, başkasını kendine tercih etme, maddeyle ilişki, ahlâktan sanata uzanan değerler zinciri ve Yaratıcı’yla ilişkiler genel çerçeveyi göstermeye yeterlidir. Bu çerçeve, tasavvufi düşünce ve pratiklerin tam olarak teşekkül ettiği dönemlerden itibaren meşhur ayrım olan şeriat, tarîkat ve hakikat tasnifi içerisinde belirginleştirilebilir. Bu çerçevede sufiler arasında yaygın olan şu söz açıklayıcı olmaktadır: “Şeriatta şu senin, bu benim; tarikatta hem senin, hem benim; hakikatte ne senin, ne benim.” Çünkü sûfiler nazarında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sözleri şeriat, hareketleri tarikat, halleri ve yaşantısı ise hakikat olarak görülmektedir (Uludağ, 2002: 152-153, 328; 2009: 30-33). Dolayısıyla fütüvvet ilkelerine bir bütün hâlinde bakabilmek için bu üç temelin birlikte ele alınması gerekmektedir. 1. Faziletlerin Hareket Noktası Olarak İnanca Dayalı Kurallar/Sınırlar: Şeriat Fütüvvetin değer sahasına ilk adımı atmanın gereği iman ve İslam olarak belirlenmiştir. Fütüvvet önce Allah’a bağlılıkla başlar. Dolayısıyla fütüvvet değerlerini din olarak İslam’ın değerlerinden ayrı tutmak mümkün değildir. Bu sebeple ilk 110 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI fütüvvet kitabının müellifi olan Sülemî, fütüvvet tariflerine Allah’a karşı fütüvvetle başlamaktadır. Buna göre Allah’a karşı fütüvvet, O’nun emir ve yasaklarına uymayı ve O’na hakkıyla kulluk etmeyi ifade etmektedir (Sülemî, 1977: 24/11). Bu çerçevede fütüvvet, dinin ilk muhâtabı olan ilk insanla başlamaktadır (Sülemî, 1977: 22/8). Allah’ın davetine icâbet etmek bu çerçevede bütün faziletlerin ilk adımını oluşturmaktadır. Rabbe itikadı düzeltmek de fütüvvet ahlakının ilk sıralarda yer verdiği hususlardan biridir (Sülemî, 1977: 33/29-30). Bu husus, en son aşamada görülecek olan Allah karşısındaki rıza tutumunun temelini teşkil etmektedir. Bu çerçeve aynı zamanda ahlaki eğitimin bir süreç işi olduğunu da ortaya koymaktadır. Şu halde ahlâkî hedeflere ulaşmanın yolu öncelikle şeriate sıkıca sarılmaktan geçmektedir. Bunun ilk adımını da Allah’ın dâvetine uymak ve doğru bir inançla O’na bağlanmak oluşturmaktadır. Bunun İslam literatüründeki adının iman, İslam ve son tahlilde tevhid olduğu bilinmektedir. Allah’a iman bağıyla bağlı olmak, O’na karşı görevlerini eksiksiz olarak yerine getirmeyi de içine almaktadır. Dolayısıyla bir müslüman olarak fütüvvet ehli de öncelikle Allah, insan ve kainatla ilişkilerini O’nun istediği gibi yapılandırarak yola çıkmak zorundadır. Bu çerçevede her hak sahibine hakkını vermek her müslümanın olduğu gibi, fütüvvet ehlinin de başlıca görevidir. Çünkü İslam, zahiri yönü itibarıyla insan ilişkilerinin de dahil olduğu her türlü ilişkiyi adalet temeline dayandırmayı hedeflemektedir. İnanç son derece önemlidir, çünkü eylemler inançlarla sıkı sıkıya ilişkilidir. Değerlerin inançla ilişkisi üzerinde yapılan bir çalışma, daha da ileri giderek değeri inancın spesifik bir yönü olarak tanımlamaktadır. Hatta tutum ve değer terimlerini eş anlamlı olarak kullanan psikologlar bulunduğu da söylenmektedir (Güngör, 2000: 28, 29). Şu hâlde inanç temeline dayanmayan bir değer sistemi zayıf kalmaya mahkûmdur. İslam’ı diğer inanışlardan ayıran temel hususların başında inançla birlikte, hukukî ilişkileri de yapılandıran bir zemine sahip olması gelmektedir. İnsani durum ve ilişkiler açısından bakıldığında şeriat, her türlü hukuki ilişkinin zeminini oluşturmaktadır. Bu hukuki zeminin ahlaki bir temeli de bulunmaktadır. Ancak bu hukuki zeminin varlığı, ahlaki zeminin reelden ideale doğru yükselebilmesi için bir zorunluluktur. Denilebilir ki hukuk zemini, yüksek ahlaka ulaşmak için bir hareket noktasıdır. Tevhid ve adalet, bu zeminin iki temel direğini oluşturmaktadır. Bu yönüyle tevhid ve adalet, fütüvvet ehlinin de başlangıç noktası olmakta ve kişinin bencillikten kurtulmasının ilk adımını oluşturmaktadır. Bu noktadan hareket ederek, faziletlere yönelmek tasavvuf ehlinin genel özelliğidir. İslam’ın beş temel unsurunun, hem Allah’a, hem kişiye ve hem topluma ve kâinata dönük yüzleri bulunması 111 Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet • Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ da bunu göstermektedir. İbadetlerin rükünleri onların sıhhatini korumakta, ancak faziletleri kişinin kalitesine katkı sağlamaktadır. Tasavvuf ehlinin bir yandan şeriatin çizdiği bu genel çerçeve içinde kalması, diğer yandan ise bu çerçevenin kendisine sunduğu geniş alanın ruhsatlarıyla hareket etme hususunda kısıtlamalara yönelmesi, insani kalitesini yükseltmenin bir gereği olarak görülmüştür. Yani şeriattaki genişliği kendisine daraltarak fazîlete ermeye çalışması tuttuğu yolun gereğidir. Fütüvvet ehli, kendi hakkını değil, başkalarının hakkını önceleyerek ve kendi haklarına bir sınırlama getirerek yola çıkmakta, bu durum da onu sıradan müslümanlardan ayrı tutmaktadır. Fazîletlerin elde edilebilmesi sıkı bir disiplini gerektirdiği için, bir şeyhin denetiminde her anın edebine uygun hareket etmeyi gerektiren bir eğitim modeli uygulanması gerekliliktir (Uludağ, 1994). Fütüvvet ilkelerinin reel plandan ideal plana doğru yükselişinin de böyle bir adap çerçevesi içinde mümkün görülmüş olması, sübjektif tecrübenin bu sınırlar içerisinde yaşanması durumunu ortaya koyacaktır. Böylece fütüvvet ehli, şeriatin ruhsatları konusunda kendisini sınırlarken, bu sınırlamayı belli bir plan içerisinde adaba riayet ederek gerçekleştirmektedir. Tasavvufun adap olarak tarif edilmesi de bu durumla yakından ilişkilidir. Şeriat, fütüvvet ve tasavvuf ehlinin bir yandan Allah karşısındaki konumunu belirlerken, diğer yandan durması gereken sınırları çizmektedir. Ancak bu yola sülûk etmeyi tercih edenler, insan kalitesinin yükseltilmesinin bir gereği olarak sınırları kendi aleyhlerinde daraltmayı tercih etmektedirler. Böylelikle yaşanabilirliği kolay olan bir zeminden hareketle ideal bir insan kalitesi düzeyine ulaşmayı hedeflemektedirler. Bu zemini, sıkı bir adap manzumesine bağlı subjektif manevi ve sosyal tercihler izleyecektir. 2. Fazîletlerin Reelden İdeale Genişleme Yolu Olarak Fütüvvet İlkeleri: Tarîkat Bir rehberin önderliğinde sıkı bir adaba bağlı olarak manevi ve meslekî eğitimini sürdüren fütüvvet ehli, şer’i esaslara ve onların adabına riayetten, yani kendisini inanca dayalı hukuki bir çerçeveyle sınırladıktan sonra, ahlaki ve meslekî konularda derinleşme yollarını arayacaktır. Bu saha, değerler sahasının sıradan insanlardan farklı olarak algılandığı ve bu farklı algı yoluyla yükselişe geçmenin mümkün hâle geldiği bir sahadır. Ancak burada ortaya konulan ilkelere bütün insanların kayıtsız şartsız uymasını beklemek realist olmayacağı gibi, zorlama bir yaklaşım olur. Çünkü insanların çoğunluğunun, şer’i hükümlerin zahiri yönleriyle sınırlı bir hayatın dışına çıkmaya zorlanması doğru olmadığı gibi realiteye uygun da değildir. Bu noktada fütüvvet ahlakı, sıradanlığın üzerine çıkmayı gerektiren teklifler sunar. Fütüvvet ilkelerinin öğrettiği en önemli hususlardan biri, kötülüğü iyilikle karşılama ahlakıdır (Sülemî, 1977: 25/13, 32/28-29, 38/37, 90/109). Bu noktada en 112 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI eski fütüvvet tariflerinden biri şudur: “İnsaflı davranmak, fakat insaf beklememektir.” (Kuşeyrî, 1991: 374; 2005: 216) Kitap (Fussılet, 41/34) ve Sünnet’ten ilhâm alınarak geliştirilen bu ilkenin, atasözlerimize kadar yansıyan kompleks bir kültürün ürünü olduğu söylenebilir. “İyiliğe iyilik her kişinin kârıdır, kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır” atasözü buna verilebilecek en çarpıcı örnektir. Buradaki “er kişi” ifâdesi, fütüvvet ehlini de çağrıştırmaktadır. Bu ilkenin kültürümüzde çok derin tesirleri olmuştur. Hayranlıkla izlenen hat tabloları arasında “Hoşgör yâ hû!” ifâdesi affediciliği teşvik sadedindedir. Bu fazileti elde edebilmek için çok güçlü bir duygu terbiyesine ihtiyaç olduğu açıktır. Çünkü affedicilik için böyle bir temelin varlığı şarttır. Tasavvuf ve fütüvvet, insana verilip, kabul ettikleri duyguların yerli yerinde kullanılması yolunda terbiye vermektedir. Ebü’l-Hüseyin Nûrî’nin (ö. 295/907) tasavvufu hürriyet ve fütüvvet olarak târif etmesi (Hücvîrî, 1974: 53, 1982: 53), fütüvvet ehlinin duyguları beşerî benliğin etkisi altında kullanılmasını doğru bulmadığını göstermektedir. Affediciliğin önündeki en büyük engel de duyguların beşerî benliğin hizmetine verilmesidir. Fütüvvetin en çok üzerinde durduğu hususlardan biri, başkasını kendi yerine tercih edebilmektir (Sülemî, 1977: 31/27, 35/33-34, 73/86). Bir tasavvuf ansiklopedisi mahiyetindeki el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye adlı eserinde fütüvvete özel bir yer ayıran İbn Arabî’nin de fütüvvetten anladığı daha çok budur (İbn Arabî, 1997: 232). Bu yaklaşımın tasavvuftaki adı îsârdır ve kendisi muhtaçken başkalarını düşünme ahlakını ifade eder. Kuşeyrî, Ebû Ali Dekkak’ın fütüvveti başkasının emrinde olmak olarak tarif ederken de bu çerçeveyi ortaya koymuştur (Kuşeyrî, 1991: 373; 2005: 216). Medeniyetimizde fütüvvetin insan insana ilişkileri ve karşılıklı hak-hukuk gözetimini ön plana çıkarması durumuna bağlı olarak, insani ilişkiler, tasavvuf ve fütüvvette sadece hak ilişkisi olarak ele alınmamaktadır. Haklar düzeyinin üzerinde başkasını kendine tercih etme ahlakı bulunmaktadır. Tasavvufta meşhur olan “Şeriatta şu senin, bu benim, tarikatta seninki senin, bendeki de senin” anlayışı bu bakıştan doğmaktadır. Böylelikle sâlik ya da fetâ, son nokta olan “Hakîkatte ne senin, ne de benim” noktasına hazırlanmaktadır. Fütüvvet anlayışı, eşya üzerinde kazanca yönelik tasarrufta bulunurken de insan insana ilişkiler hususunda eğitici bir portre çizmektedir. Üretilen maddi unsurlar yoluyla topluma hizmet verilirken, üretimin süreci de bizatihi değerler eğitimine zemin oluşturmuştur. Ahilik sistemi bu konuda güzel bir örnek olup, mesleği olduğu kadar yaşamayı da bir sanat olarak öğretmekle, sülûk ile mesleği birleştiren bir yapı olarak göze çarpmaktadır. Konuyla ilgili ortaya konulan çalışmalar, çırağın/sâlikin her fırsatta bir derse tâbî tutulduğunu ve sürekli olarak eğitilmekte olduğunu göstermektedir (Tabakoğlu, 2009: 334; 2005: 344, 346; Ekinci, 2011: 33-41, 77, 114-122, 216-218, 225-234, 237-243; Şimşek 2002: 151, 162-172). Bu duruma yukarıdan beri 113 Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet • Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ sayılagelen ahlaki tavırlar da eklendiğinde, fütüvvet ve tasavvuf ehlinin etikle iç içe geçmiş bir estetik duruşa sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. Yani tasavvufta eylem bir yandan etik bir zemine oturtulurken, diğer yandan estetik bir görünüm de taşımaktadır. Daha anlaşılır bir ifadeyle sufi, eylemin sadece iyi ve erdemli oluşuyla değil, güzel oluşuyla, yani estetik boyutuyla da ilgilenmektedir. Dolayısıyla sufinin eyleminde etik ve estetik iç içe geçmektedir. Bütün bu durumlar da tasavvuf ve fütüvvet düşüncesinin ideal arayışıyla paralellik arz etmektedir. Bu estetik yön, fütüvvet ahlakının subjektif bir tarafı olduğunu da göstermektedir. Yukarıda işaret edilen fütüvvet ehli arasındaki yarışmalar da bunu ortaya koymaktadır. Kimin en üstün fütüvvet ahlakını uygulayacağı belli olmadığı gibi, bir kişiye göre en üstün sayılan tavır, bir başkasına göre o kadar değer verilecek bir tutum olmayabilmekte, dahası güzel görülen bir davranıştan daha güzel bir davranışın kim tarafından ortaya konabileceği belli olmamaktadır. Fütüvvet ve tasavvufun değer skalası insan insana ilişkilerden ibaret değildir. Eşya ile kurulan ilişkide de bu durum karşımıza çıkmaktadır. Bu durumun zirvelerinden biri de sanat hayatıdır. Yukarıda ortaya konulan etik ve estetik birlikteliği, İslam sanat hayatının geliştiği zemini de oluşturmaktadır. Tarihi süreç içerisinde esnaf ve mahalle teşkilatlarıyla iç içe geçen fütüvvet anlayışı, toplum hayatımızın iki temel yönü üzerinde etkili olmuş gözükmektedir: Ekonomik hayat ve mahalle hayatı (Gölpınarlı, 1949-1950: 100-102; Ekinci, 2011: 137164, 261-268, 273-277). Ekonomik hayat, bir yandan toplum için maddi varlıklar üretmeyi, diğer yandan bu üretimi doğru ilkeler üzerinden ve dürüstçe yapmayı hedeflemiştir. Böylece hem mesleki eğitim üzerinde etkili olmuş, hem de mensuplarını insanlığın ahlaki yönden en çok hataya düştüğü alan olan maddi unsurlarla ilgili tavırları bakımından terbiye edebilmiştir. Fütüvvet ilkelerine bağlı bir esnaf ve sanatkar, maddî konularda sadece dürüstlükle yetinmemekte, aynı zamanda elindeki maddi unsurları başkalarıyla paylaşmayı da ahlaki bir nitelik olarak kazanabilmekteydi. Mahalle hayatı üzerinde de fütüvvet ilkelerine bağlı grupların mühim tesirleri bulunmaktadır. Bu tesirler üzerinde durulması çok incelikli çalışmaları gerektirmektedir. Üstelik fütüvvet gruplarının zaman zaman aralarına karışan başıboş kesimlerin etkisiyle problem haline geldikleri dönemler bulunsa da (Özcan, 1991; Ocak, 1996a), ahlaki tavırların gençliğe kazandırılmasında kıymetli hizmetleri bulunduğu da görülmektedir. Hatta mahalle kültürümüzde yakın tarihlere kadar yaşayan pek çok değerin, bu kesimlerin etkilerine bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Şu ana kadar sözü edilen tüm çabalar, ahlaki ideallere ulaşmak için ortaya konmaktadır. Ancak asıl hedef, Allah karşısındaki kulluğun içselleştirilmesi yoluyla ideal ahlak modellerinin yaşanabilir duruma gelmesidir. 114 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 3. Ahlaki Kemalin Göstergesi Olarak Murakabe ve Mürüvvet: Hakikat Fütüvvet ilkelerinin insan insana ilişkilerde en görünür alanlar üzerinde etkili olduğu yukarıda söylenmişti. Ancak bu etkiyi besleyen temel eksen, Yaratıcı’yla olan ilişkilerdir. Kültür ve medeniyet dünyamızda tasavvuf ve fütüvvetin bu konuda seçkin bir konumda yer alması, bu disiplinlerin diğerlerine göre daha çok bu temel ilişkiyle ilgilenmelerinde yatmaktadır. Dolayısıyla daha ilk adımda Allah’a karşı fütüvvetle başlamakta olan fütüvvet ahlakı (Sülemî, 1977: 24/11, 33/29-30), seyr ü sülûk boyunca tüm eylemlerin Allah adına yapılmasını gerekli kıldığı gibi, son noktada da bu durumun içselleştirilmesini hedeflemektedir. Bu temel yaklaşım, tasavvuf ve fütüvvet hareketlerini modern disiplinlerden ayıran en önemli noktalardan biridir. Öyle ki fütüvvet, görünürde insani ilişkileri düzenleyen bir değerler bütünü olmakla beraber, derinlerde yüksek değerlere bağlanmayı gerekli gören bir disiplindir. Fütüvvet tarifleri arasında kişinin Allah’a karşı tavrını belirleyen ifadeler bulunması bunu göstermektedir. Mesela Sülemî, Allah’a karşı fütüvvetle başladığı fütüvvet tarifleri arasında, sadece Allah’a güvenmek (Sülemî, 1977: 49/54-55), yalnızken bile edebe riayet etmek (Sülemî, 1977: 64/73-74), yalnızca Allah’tan korkmak (Sülemî, 1977: 76-77/91) gibi hususları da saymaktadır. Bu hususlar tasavvufta murâkabe olarak adlandırılan durumla irtibatlı olup, Cibril hadisinde geçen “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etme” tarifi içindeki ihsanla sıkı sıkıya ilişkilidir (Uludağ, 2002: 253; 2006). Öte yandan tasavvuf kadar fütüvvette de önemli bir terim olan rızaya özel bir önem veren fütüvvet mensupları, bu iki terim arasında zımni bir irtibata da işarette bulunmaktadırlar. Bazı sufi yaklaşımlar rızayı son mertebe olarak gördükleri gibi (Serrâc, 1996: 51-52; Serrâc, 2007: 50-51; Kübrâ, 1980: 68), nefis mertebelerinin son aşamalarda yer alan iki düzeyi de rızaya göre tarif edilmektedir. Mesela nefs-i râzıye’nin Allah’tan razı olmayı, nefs-i merzıye’nin ise Allah’ın rızasına kavuşmayı niteleyen birer terim olduğu bilinen bir husustur. Fütüvvet insani ilişkilerde bir rıza durumunu temel almaktadır. Bazı fütüvvet tariflerinin gösterdiği budur. Ancak insan için bir karakter hâline gelmesi gereken rıza durumu, temelde Yaratan’a karşı bir hoşnutluk tutumunu ifade etmektedir (Uludağ, 2002: 291; 2008). İnsan ve toplum karşısında fütüvvet tavrı olarak ortaya konacak eylemlerin sahiciliği bu temel tavra bağlıdır. Yani ancak Yaratıcı’sının kendisine verdiklerine razı olabilen kişi, insana ve topluma karşı gerçek bir fütüvvet tavrı ortaya koyabilir. Allah’tan razı olmak, kendi şahsi hakları konusunda insanlar karşısında da bir rızâ tutumu içerisinde olmayı gerekli kılmaktadır. Bu durum da en başta, “kişinin kendisinin değil, başkasının haklarına öncelik vermesi” anlamı içerisindeki fütüvvet kavramı kapsamında yer almaktadır. Fütüvvet talibi başından itibaren bu ahlakı içselleştirerek ideale ulaşma çabası içindedir. Bu durumun Yaratan’a bakan yönü rıza, Yaratan’la beraber yaratılanlara/topluma da bakan yönü ise fütüvvet ve bununla alakalı 115 Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet • Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ mürüvvet terimiyle ifade edilmektedir (Çağrıcı, 2006; Uludağ, 2002: 140, 261; 2009: 171-186). Sufiler bu ahlâkı öncelikle kendilerinin kazanması gerektiğini düşünmüşlerdir. Tasavvufi düşüncenin kuruluş devrinde yaşamış bulunan Hatim-i Esamm (ö. 237/851) ve Şibli (ö. 334/945) gibi “Kıyamet günü, ehl-i nâra şefaat edip onları cennete sokmayan kimse, bizim müridimiz değildir” (Afifi, 2012: 265) diyen sufilerin sözlerindeki vurgu sanıldığı gibi şefaat üzerinde değildir. Burada vurgu temelde kurtarıcılıktan ziyade fedakârlık ahlakının âhiret günündeki görünümüyle ilgilidir ve daha çok sufi ahlakın alması gerektiği şekli ortaya koymaktadır. Sufi yaklaşımdan meselenin ortaya çıkış noktası, tartışmalı ve sert eleştirilere maruz kalan bir şefaat anlayışından çok, bir diğerkamlık ahlakının ifadesidir ve sadece dünyada değil, ahirette de başkalarını kendine tercih edecek bir ahlâkî olgunluğun arayışlarını ortaya koymaktadır. Başkasını kendisine tercih etmenin en uç noktası, sufiler tarafından Hz. Peygamber’in kıyamet günü herkesin kendini düşündüğü bir zamanda ümmetini düşünmesi olarak tezahür etmektedir. Nitekim Kuşeyrî’nin şeyhi Ebû Ali Dekkak’tan naklettiği Peygamberimizle ilgili görüşün bu başlık altında yer alması gayesiz bir tesâdüf değildir: “Bu ahlak kemaliyle sadece Hz. Peygamber’de bulunmaktadır. Çünkü Kıyamet günü herkes ‘Nefsim! Nefsim!’ derken o ‘Ümmetim! Ümmetim!’ diyecektir!” (Kuşeyrî, 1991: 373; 2005: 216) Kuşeyrî bu nakli, bizzat kendisinin ortaya koyduğu “insanın ebedi olarak başkasının emrinde olması” şeklindeki fütüvvet tarifinin ardından zikrettiği şu hadisten sonra yapmaktadır: “Bir kul, Müslüman kardeşinin ihtiyaçlarını karşılamaya devam ettikçe Allah da o kulunun ihtiyaçlarını karşılamaya devam eder.” [Buhârî, Rikāk: 7; Müslim, Birr: 15; Îmân: 82] Bu bölümün başlığı da “Fütüvvet” adını taşımaktadır. Dolayısıyla burada anlatılmak istenen hususun, ahirette bile başkasının hizmetine talib olabilecek bir ahlaki kıvama erişmek olduğu anlaşılmaktadır. Bunun tasavvuftaki adı îsârdır (Çağrıcı, 2000; Uludağ, 2002: 188). Daha önceki zamanlarda Mârûf Kerhî’nin de (ö. 200/815-816) benzer tutumlarla meşhur olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır (Kara, 2005: 389-390). Civanmertliğiyle ünlü Ebü’l-Hasan Harakanî’nin bu konudaki yaklaşımı da farklı değildir (Mehr, 2013: 263). Fütüvvet ehlinin ulaşmak istediği ideal bu noktadır. Fütüvvetin insana yaklaşımı da, modern disiplinlerden farklı olarak, onun ancak Allah’ın yarattığı en değerli varlık olmasıyla ilişkilidir. Dolayısıyla modern disiplinlerde kendini önemseme olarak nitelendirilen husus (Hökelekli, 2013: 43), fütüvvet için insanın insan-ı kamil olma potansiyeliyle ilgili olarak doğru olabilir. Ancak bu sürecin bir son noktası yoktur. Bu durum da, fütüvvet anlayışının insandaki eksiklikleri gösteren ve onu ideal olana çağıran bir disiplin oluşuyla da tutarlılık arz etmektedir. Şu hâlde tasavvuf gibi fütüvvet de insana sorumluluklar açısından bakması itibarıyla modern yaklaşımlardan ayrılmaktadır. 116 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Fütüvvet ehlinin güzel ahlak çerçevesinde pek çok sözü yanında, ahlaki meziyetlerin ortaya konduğu menkıbeleri de vardır. Bunlardan bir kısmı abartılı da bulunabilir. Ancak bir kültür ve medeniyetin, ahlaki meziyetlere dayalı menkıbeler üretebilir durumda olması, onun değerler konusunda iyi bir noktada olduğunun işâreti sayılabilir. Bugün insani değerlerini yitirmiş hâkim medeniyet biçimlerinin beyaz perdeye yansıyan “menkıbeleri” içerisinde, tasavvufi menkıbelerdeki ahlaki seviyeye yaklaşabilen bir herhangi bir örnek gösterilemez. Sonuç İnanca bağlı bir şeriat zemininden hareketle ahlaki bir gelişimi ideal noktaya taşıma gayreti olarak fütüvvet, tarihimizde yer alan özgün ve güçlü bir değer hazinesidir. İnsandaki bağlanma ve bağımsız olma zıtlığı içindeki gerilimi, kendini vakfetme şeklinde aşmayı deneyen ve bunu kurumsal hâle getiren bir disiplindir. Giderek bu disiplin ekonomik hayatı da içine alan, fakat ekonomiyi ahlaki ideallerin hizmetine sunan bir model haline gelmiştir. Ancak fütüvvet düşünce ve pratiklerinin ortaya koymuş olduğu bu modelin sadece ekonomik yönünün canlandırılmaya çalışılması, sözü edilen tecrübenin güncellenmesine yetmeyeceği gibi, başarısızlığa uğramaya da mahkumdur. Bu noktada bütüncül ve gerçekçi projelerin hazırlanması bir zarurettir. Fütüvvet gruplarının mahalle ve toplum kültürümüze tesirleriyle ilgili olarak üzerinde durulmaya değer birkaç araştırma sahası gözükmektedir: Bunlardan birincisi bu kesimlerin sosyal hayatımıza etkilerinin ortaya konmasıdır. Bu noktada araştırılması gereken hususlardan bir diğeri de zaman zaman başıboş kesimlerin tesiriyle problem haline gelen sokak kitlelerinin, aynı yolla nasıl değer üreten gruplara dönüştürülebildiğidir. Çünkü günümüzde sokak, özellikle metropoller ve metropolleşen kent kesimlerinde gittikçe sorun hâline gelmektedir ve bu kitlelerin sosyal hayata kazandırılması da bir zaruret olarak önümüzde durmaktadır. Bu duruma bağlı olarak konuyla ilgili bir başka araştırma alanı ise tarihimizdeki bu tecrübenin, eğiticileri de dahil tüm katılımcılarını yetiştirici sosyal projeler yoluyla günümüze aktarım yollarının aranmasına dönüktür. Artık sosyal projelerde de tarihteki değerlerimizin günümüze aktarılabileceği modellere yönelmek zaruridir. Ancak bu projelerin belli bir standartla sınırlandırılması mümkün olmayacağı için ihtiyaç duyulan duruma göre farklı şekiller alabileceği de söylenebilir. Bununla beraber genel çerçeve olarak fütüvvet ilkelerinin güncelleştirilerek, önce projenin uygulayıcıları tarafından pratize edilmesi, daha sonra projeye konu olan kesimlere taşınması yolunun etkili olacağı düşünülebilir. Böylelikle fütüvvet ilkelerinin öncelikle uygulayıcıların hayatında yer bulması, bu değerlerin yaşanır hâle gelmesi yolunda mühim bir aşamayı oluşturacaktır. Ancak bunun yasal zeminini, ahlak ocakları üzerindeki kanuni ve zihnî sınırlamaların ortadan kalkması ve böylelikle sağlıklı bir gelişme zeminine ilk adımın atılması oluşturacaktır. 117 Bir Değerler Manzumesi Olarak Fütüvvet • Prof.Dr. Zafer ERGİNLİ KAYNAKÇA Afîfî, E. (2012). Tasavvuf İslâm’da, Manevî Hayat. (Trc. E. Demirli & A. Kartal). İstanbul: İz Yayıncılık. Cevizci, A. (2008). Etiğe Giriş. İstanbul: Paradigma Yayıncılık. Çağrıcı, M. (2000). "Îsâr". DİA, İstanbul: XXII, 490-491. Çağrıcı, M. (2006). "Mürüvvet". DİA, İstanbul: XXXII, 61-63. Ekinci, Y. (2011). "Ahîlik". Ankara: Dr. Yusuf Ekinci Sistem Ofset Yayıncılık. Gölpınarlı, A. (1949-1950). “İslâm ve Türk İllerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları”. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası. 11 (1-4), 6-354. Güngör, E. (2000). Değerler Psikolojisi Üzerinde Çalışmalar Ahlâk Psikolojisi, Ahlâkî Değerler ve Ahlâkî Değişme. İstanbul: Ötüken Neşriyat. Hökelekli, H. (2013). Psikoloji, Din ve Eğitim Yönüyle İnsanî Değerler. İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi. Hücvîrî. (1974). Keşfü’l-Mahcûb. (Nşr. İ. D. Şitâ). Kahire: Dâru’t-Türâsi’l-Arabî. Hücvîrî. (1982). Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi. (Haz. S. Uludağ). İstanbul: Dergâh Yayınları. İbn Arabî, M. (1997). el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye fî ma‘rifeti’l-esrâri’l-mâlikiyye ve’lmelekiyye (cilt: 2). (Nşr. M. A. el-Mer’aşlî). Kara, M. (2005). Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı. İstanbul: Dergâh Yayınları. Kuşeyrî, A. (2005). er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fî ‘ilmi’t-tasavvuf. nşr. (Nşr. A. İnaye & M. El-İskenderani). Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’lArabî. Kuşeyrî, A. (1991). Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi. (Haz. S. Uludağ). İstanbul: Dergâh Yayınları. Kübrâ, N. (1980). Usûlu Aşere-Risâle ile’l-Hâim-Fevâihu’l-Cemâl Tasavvufî Hayat. (Haz. Mustafa Kara). İstanbul: Dergâh Yayınları. Mehr, R. M (2013). “Şeyh Ebu’l-Hasan-ı Harakānî’ye Göre Civanmertlerin Töresi ve Civanmertliğin Usûlü”. (Trc. Abdulrahman Acer). Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, 4, 255-266. Ocak, A. Y. (1996a). “Fütüvvet”. DİA, İstanbul: XIII, 261-263. Ocak, A. Y. (1996b). “Fütüvvetnâme”. DİA, İstanbul: XIII, 264-265. Özcan, A. (1991). “Ayyâr”. DİA, İstanbul: IV, 296. 118 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Serrâc, E. N. T. (1996). el-Lüma, İslâm Tasavvufu. (Trc. H. K. Yılmaz). İstanbul: Altınoluk. Serrâc, E. N. T. (2007). el-Lüma’ fî târîhi tasavvufi’l-İslâmî. (Nşr. Kâmil Mustafa el-Hindâvî). Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye. Sühreverdî, Ö. (1999). ‘Avârifü’l-me‘ârif. (Nşr. M. A. el-Hâlidî). Beyrut: Dâru’lKütübi’l-İlmiyye. Sühreverdî, Ö. (1990). Tasavvufun Esasları -Avârifü’l-Meârif Tercemesi-. (Haz. H. K. Yılmaz & İ. Gündüz). İstanbul: Seha Neşriyat. Sülemî, M. (1977). Tasavvufta Fütüvvet. (Nşr. S. Ateş). Ankara: Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Yayınları. Sülemî, M. (2003). Tabakātü’s-sûfiyye. (Nşr. Mustafa Abdulkadir Atâ). Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye. Şimşek, M. (2002). Ahilik: TKY ve Tarihteki Bir Uygulaması. İstanbul: Hayat Yayınları. Tabakoğlu, A. (2009). Türkiye İktisat Tarihi. İstanbul: Dergâh Yayınları. Tabakoğlu, A. (2005). Toplu Makaleler I, İktisat Tarihi. İstanbul: Kitabevi. Uludağ, S. (1994). “Edeb (Tasavvuf)”. DİA, İstanbul: X, 414-415. Uludağ, S. (1996). “Fütüvvet”. DİA, İstanbul: XIII, 259-261. Uludağ, S. (2002). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Uludağ, S. (2006). “Murâkabe”. DİA, İstanbul: XXXI, 204. Uludağ, S. (2008). “Rızâ”. DİA, İstanbul: XXXV, 569-570. Uludağ, S. (2009). Dört Kapı Kırık Eşik İslâm Toplumlarında Sûfî Gelenekler ve Derviş Tipleri. İstanbul: Dergâh Yayınları. 119 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik Prof.Dr. H. Ömer ÖZDEN Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş Kalabalığın topluluk, topluluğun toplum, toplumun da millet olmasını sağlayan, değerlerdir. Bu değerler, hem milli niteliklerin köklerini oluşturur hem de o milletin karakterini oluşturur. Kökleri sağlam olan ağaçlar nasıl asırlara direnirlerse, değerleri ve milli karakteri güçlü olan milletler de, asırları aşıp gelenekten geleceğe ulaşırlar. Değerler, ya doğrudan doğruya millet ya da milletin oluşturduğu kurumlar tarafından üretilir. Türk milletinin oluşturduğu önemli kurumlardan biri olan Ahilik de geçmişte pek çok kültürel ve ahlaki değerin üretilmesine katkı sağlamıştır. Ahilik, bir meslek kurumu olması dolayısıyla ekonomik alanda değer oluşturan bir kurum olmasının yanında, bir eğitim kurumu olmasından dolayı da milli, manevi, ahlaki, sosyal ve eğitimle ilgili değerler de ortaya koymuştur. Bildirimde, önce kısaca Ahi Evran hakkında bilgi verdikten sonra, bu kurumun kültürümüze kazandırdığı değerlerden söz etmeye çalışacağım. 1- Ahiliğin Kurucusu Ahi Evran Kültürümüzün önemli yapı taşlarından biri olan Ahiliğin kurucusu, Ahi Evran’dır. Tam adı Mahmut b. Ahmet el-Hoyî olan Ahi Evran, 1171 yılında İran’ın Batı Azerbaycan bölümünde yer alan Hoy kasabasında doğmuştur. Ebu’l-Hakayık (hakikatlerin babası) olarak da tanınan Ahi Evran’ın lakabı da ‘dinin yardımcısı’ anlamına gelen Nasireddin’dir. Menkıbevi hayatının bir sonucu olarak Ahi Evran lakabının ise kendisine Hz. Peygamber tarafından verildiği rivayet edilmektedir. Sevilen tüm insanlarda olduğu gibi Ahi Evran’ın de menkıbevi bir hayatı vardır. Menkıbeye göre Mahmut, Hz. Ali’yle cenklere katılmış ve Hz. Peygamber, Mahmut’un nasıl savaştığını sorunca Hz. Ali, “bir eli ilm-i şerifte, bir eli kılıçta olduğu halde her yönde tıpkı bir Evran gibi savaştı” diye tasvir etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber de ona Sultan Ahi Evran adını vermiştir. Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN Daha sonra Ahi Evran, Hz. Ali’nin kızıyla evlenmiş ve düğün hediyesi olarak verilen koyunların derilerini tabaklayarak Hz. Peygamber’in övgüsüne mazhar olup, böylece debbağların piri olmuştur.1 Burada amacımız, Ahiliğin oluşturduğu değerlerden bahsetmek olduğu için, Ahi Evran’ın menkıbevi kişiliği üzerindeki tartışmalara girmeyeceğiz. Hoy’da doğan Mahmud’un gerçek hayatı ise kısaca aşağıdaki gibidir. Hoylu Mahmut, ilk eğitimini Azerbaycan’da aldıktan sonra Horasan ve Maveraünnehir havzasına gitmiş, Herat’ta Fahrettin Razî’den felsefe, mantık, fen bilimleri gibi akli derslerin yanında dini ilimleri de tahsil etmiştir. Ahmet Yesevî’nin öğrencilerinden de tasavvuf eğitimi alan Hoylu Mahmut, 1204 yılında Bağdat’a gelmiş, burada Evhadüddin Kirmanî ile tanışıp onun talebelerinden olmuştur. Evhadüddin’den dini ilimlerin yanında tıp tahsili de alan Mahmut el-Hoyî, onun delaletiyle Abbasî Halifesi Nasır Li-Dinillah’ın kurduğu fütüvvet teşkilatına girmiştir. Gerek Bağdat’ın ilmi atmosferi, gerekse fütüvvet teşkilatındaki üst düzey insanlarla bir arada bulunması, Hoylu Mahmut’un çok yönlü bir şahsiyet olmasında etkili olmuştur. O sıralarda Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin, tahta çıkışını Abbasi halifesine bildirmek için bir elçiyi Bağdat’a göndermiş ve onun vasıtasıyla bazı âlimleri de Anadolu’ya çağırmıştı. Mahmut el-Hoyî de davetli âlimlerle birlikte tahminen 1205 yılında göç ederek Anadolu’ya gelmiştir. Mahmut el-Hoyî, şehirlerde hocasıyla birlikte dolaşıp halka vaz ü nasihatlerde bulunurken Anadolu’daki insanların başıboş şekilde dağınık iş kollarında çalıştıklarını görmüş, yaklaşan Moğol tehlikesine karşı da halkı bilinçlendirmeye çalışmıştır. Bir zaman sonra Kayseri’ye yerleşen Hoylu Mahmut, burada bir debbağlık atölyesi kurmuştur. Teşkilatçılığı iyi bilen Hoylu, aldığı fütüvvet eğitiminin bir sonucu olarak esnaf ve sanatkârları kardeşlik bağıyla toplayacağı bir esnaf sitesi kurmuş ve adına da Ahi Birliği demiştir. Önce Kayseri’deki bütün esnafı bu sitede toplayıp onların sevgi ve saygısını kazanan Hoylu, Anadolu Selçuklu sultanıyla yazışıp onun desteğini de alarak, hızlı bir şekilde çevre ilçe ve illerde de aynı teşkilatın kurulmasını sağlamıştır. Debbağlık mesleğiyle ilgilendiği için debbağların piri olarak anılmaya ve kendisine de Ahi Evran denilmeye başlanmıştır. Ahi Evran, kurmuş olduğu esnaf çarşısının ortasına bir cami ve zaviye yaptırarak bir taraftan kendisine bağlı olan Ahilik teşkilatı mensuplarının ahlaki eğitimi ve iş öğretimiyle ilgilenirken, bir taraftan da yaklaşan Moğol tehlikesine karşı askerlik ve ____________________________________________________________________ 1 122 H. Ömer Özden ve Abdurrahman Zeynal tarafından “Erzurum’da Ahilik” adıyla, 19-20 Eylül 2012’de Kırşehir’de yapılan II. Uluslararası Ahilik Sempozyumunda sunulan bu bildiri 1845 tarihinde yazılan ve Erzurum’da Haldun Reşat Tuzcuay’da bulunan Ahi Şecerenamesi’ne dayalı olarak hazırlanmıştır. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI savaş eğitimi vermiştir. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde teşkilatlandırdığı Ahiler, aynı zamanda Anadolu’nun dış tehditlere karşı sivil savunma görevini de üstlenmişlerdir. Ahi Evran, 1228 yılında I. Alaaddin Keykubat’ın davetiyle Konya’ya yerleşip Sultan’ın desteğini görmüş ve çeşitli kitaplar yazmıştır. Keykubat, 1237 yılı sonlarında oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından düzenlenen bir suikastta öldürülmüş; Ahi Evran bu işe çok sert tepki gösterince, tahta geçen Keyhüsrev tarafından tutuklanmıştır. 1243 yılında Kösedağ mevkiinde II. Gıyaseddin’i mağlup eden Moğollar, Kayseri’yi kuşattığında en büyük direnişi Ahilerden görmüşler, sonuçta şehri işgal eden Moğollar, neredeyse bütün Ahileri katletmişlerdir. Kayseri savunması sırasında Konya’da tutuklu olan Ahi Evran, 1245’de II. Gıyaseddin’in ölümüyle serbest bırakıldıktan sonra Denizli’ye yerleşmiş, burada da faaliyetlerine devam etmiş ve Sultan II. Keykavus’un daveti üzerine tekrar Konya’ya dönmüştür. Konya’da Mevlana’nın dostu Şems-i Tebrizî’nin öldürülmesi üzerine Ahi Evran, kendisinden şüphelenilen Mevlana’nın oğlu Alaaddin Çelebi’yle birlikte Kırşehir’e gitmiştir. Anadolu’da Türk birliğinin oluşturulmasına çalıştığı için Moğollar tarafından düşman ilan edilen Ahi Evran ve çevresindeki Ahiler, Moğol hakanınca Anadolu Selçuklu Sultanı olarak tanınan ve bu yüzden onlara boyun eğen Sultan IV. Kılıç Arslan’ın emriyle Kırşehir emiri Nureddin Caca yönetimindeki birlikler tarafından Kırşehir’de bir katliam yapılmıştır. 93 yaşında olan Ahi Evran da bu katliamda 1 Nisan 1261 günü öldürülmüştür. Türbesi, Kırşehir’de bulunmaktadır (Köksal, 2008: 3-19). Ahi Evran, üst düzeyde bir teşkilatçı olmasının yanında, dini, tasavvufi, felsefi eserlerin yanında tıp ve siyasetle ilgili de olmak üzere yirmi civarında telif ve tercüme kitap yazmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Menahic-i Seyfî, Metaliu’l-İman, Tercüme-i Kitabü’l-Hamsin fi Usuli’d-Din; Tabsıratü’l-Mübtedî ve Tezkiretü’l-Müntehî, Mürşidü’l-Kifaye, Tercüme-i Elvahu’lİmadiyye Mektubat Beyne Sadreddin Konevî; Letaif-i Gıyasiyye, Yezdan Şinaht (Farsça); Letaif-i Hikmet (Selçuklu Sultanı II. İzzettin Keykavus’a sunmuştur), Âgâz u Encam; İlmü’t-Teşrih (Letaif-i Hikmet’te adı geçen tıbba dair eseri). 2- Ahlaki Değerler Oluşturan Bir Kurum Olarak Ahilik Ahlakın en önemli gayesi, mutluluğa götürmesidir. Bunun için de önce erdemli olmak gerekmektedir. Değerlerden söz edildiğinde mutlaka ‘erdem’den de bahsedilir. O hâlde erdem ne demektir? Ünlü Yunan filozofu Sokrates’e göre erdem, neyin iyi neyin kötü olduğunu bilmektir. Buna göre erdemli olmak demek, kötü olan her şeyden 123 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN kaçınmak, iyi niyetli, iyi huylu, doğru sözlü olmak, iyi davranışlarda bulunmak, iyi karakterli ve nitelikli insan olmak demektir. Öyleyse iyi insan olmak için erdem sahibi olmak, önemlidir. Bunun için de bilgiye ve eğitime ihtiyaç duyulmaktadır. Eğitim, nitelikli insan yetiştirmenin yollarından biri olduğu için bilgi ile ahlak arasında doğrudan bir ilgi bulunmaktadır. Erdem, iyiye götürdüğü için sonucu ahlaklı olmak, ahlaklı olmanın sonucu da mutlu olmaktır. O hâlde erdemli insanlardan oluşan toplum, ahlaklı ve mutlu bir toplumdur. Her ahlaki erdem, bir değerdir. Çünkü bu değerler, toplumun iyi kabul ettiği olay ve olgular üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla da ahlaki erdemler, hayatın eyleme konu olan her safhasıyla ilgilidir (Özlem, 2002: 230-233). Ahi Evran, bir esnaf olarak mesleğini ve işini iyi yapabilmek için hem kendisinin uyup uyguladığı hem de diğer esnafın ve onların çırak ve kalfalarının uymalarını istediği bazı ahlak kuralları ortaya koymuştur. Bu kurallar, aynı zamanda özelde bütün Türk toplumunun uymasını istediği, genelde ise bütün insanların uyguladıklarında mutlu olacakları ve erdemli toplumlar oluşturabilecekleri evrensel ahlak kurallarıdır. Aristoteles, “insanın erdemi, onun iyi olmasını ve işini iyi şekilde yapmasını sağlayan huydur” (Aristoteles, 2002: 36) sözüyle, bu kuralların herkesi kapsadığını vurgulamak istemektedir. Buna göre erdemli olmak demek, yaptığımız işi, en iyi şekilde ve en yüksek ahlak ilkelerine uygun olarak yapmak demektir. Aristoteles’e göre biri düşünce erdemi, öbürü de karakter erdemi olmak üzere iki tür erdem bulunmaktadır. Düşünce erdeminin daha çok eğitimle gerçekleştiğini belirten Aristoteles, karakter erdeminin de alışkanlıkla meydana geleceğini savunmaktadır (Aristoteles, 2002: 29). Buna göre erdemli olabilmek için güçlü bir ahlak eğitimine ve iyi şeyleri tekrar ederek alışkanlık haline getirmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Konuyu Ahilik açısından ele aldığımızda Ahi Evran’ın da hem düşünce erdemi hem de karakter erdemlerini gerçekleştirmeyi amaçladığını anlıyoruz. Ahi zaviyelerinde ahlaki erdemlerin öğretilerek bir düşünce eğitimi verildiğini ve bu bilgilerin, gündelik hayatta uygulanıp sürekli tekrar edilerek, davranışların alışkanlık ve bir karakter haline getirildiğini görmekteyiz. Ahi Evran böylece erdemli ve mutlu bir toplum oluşturmak istemiştir. Davranış ve eylem, ahlakı doğrudan ilgilendirdiği gibi iş yapmak ve üretmek de bir eylem ve davranış biçimi olduğu için ahlak ile doğrudan ilgilidir. Çünkü insanlar, ihtiyaç duydukları her türlü şeyi üretmek zorundadır ve bu da ekonomiyle ilintilidir. Nitekim ekonominin tanımı da iş üretimi ve üretilenlerin paylaşılması sırasında ortaya çıkan toplumsal ilişkilerdir. Dolayısıyla da ekonomi, insanların bazı ihtiyaçlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmış, bu da insanların bir arada yaşamalarına vesile olmuştur. Üretim ve tüketim ilişkileri, faydaya yöneliktir. Ancak bu fayda, üretici açısından önemli bir sorumluluğu da içermektedir. Üretici, ürettiği malı öncelikle başkalarının ondan en iyi şekilde istifade etmesi için üretirken aynı zamanda ondan elde ettiği kazançla da kendi ihtiyaçlarını gidermektedir. Yani üretim yapan kişi, öncelikle başkasının faydasını gözetmelidir ki kendi kazancı da azalmasın ve devamlı olsun. 124 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Diğer taraftan tüketici de üretilen malı alırken aldığı ürünü hem daha verimli şekilde kullanmak ve ödeyeceği ücret bakımından zarar etmemek, aynı zamanda da üreticinin emeğinin karşılığını vermeyi gözetmektedir ki arz ve talip devamlılığı sürdürülebilsin. Bu bakımdan ekonomiye yönelik davranış biçimleri ben merkezli olmaktan çok özgeci bir yapıya sahiptir. Özgeci ahlak anlayışları, herkesin mutluluğunu gaye edinen anlayışlardır. Ahlak sistemleri, bütün insanların mutlu olmasını sağlayacak düşünceler üretmişlerdir. Gerek Batı gerekse Türk-İslam düşüncesinde bu tarz ahlak anlayışlarına rastlamak mümkündür. Sözgelimi Platon, bütün insanların mutlu olduğunu hayal ettiği ideal bir yönetimden söz etmektedir. Bu mutluluğu sağlayacak olan erdemler, toplumun sınıflarına göre değişmektedir. Toplumun en üst kesimi olan yöneticilerde erdem olarak hikmet yani bilgelik, bekçilerde cesaret ve işçi-çiftçi-tüccar gibi sınıflarda ise ölçülülük bulunması gerekmektedir. Platon, bu son grupta bulunan sınıfı oluşturan insanların, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak durumunda olduklarından söz ederek toplumun da bu ihtiyaçların temin edilmesi bakımından kurulduğuna işaret etmektedir. Herkesin bir ihtiyacı bulunmaktadır; kiminin eve, kiminin ekmeğe, kiminin elbiseye, kiminin sebze ve meyveye. Bu bakımdan işçiler sınıfını oluşturanlardan bazısı dülger, bazısı çiftçi, kimisi duvarcı, bir kısmı mimar, kimisi kunduracı olmak durumundadır. Platon bu sınıfsal erdemlerin yanında bir de her üç sınıfın ortak olarak bulundurması gereken bir erdemden daha söz eder ki o da doğruluk ve adalettir. Buna göre her sınıf, aynı zamanda adalet ve doğruluğa sahip olmak zorundadır (Platon, 1999). Platon’un öğrencisi olan Aristoteles de toplumda bulunan insanların hangi sınıftan olursa olsunlar, herkesin orta yol anlamına gelen ölçülülük erdemine riayet etmeleri gerektiğini belirtmektedir. Aristoteles’e göre ölçülülük, olumlu da olumsuz da olsa her tür aşırılıktan kaçınmak demektir (Aristoteles, 2002: 37-43). Sözgelimi ihtiyaçları gidermek için yeterince harcama yapmak cömertlik, aşırı harcama yapmak savurganlık, hiç harcama yapmamak ise cimriliktir. Öyleyse insanlar parayı, yerine ve ihtiyaca göre harcadıklarında cömert olurlar ve bu davranışla da erdemli bir iş yapmış olurlar. Türk-İslam filozofu Farabî, bu erdemleri kendilerinde bulunduran, iyilik yolunda birbirlerine yardım eden insanlardan meydana gelen toplum, şehir, millet ve devletin de erdemli, mükemmel ve mutlu olacağını ifade etmektedir. Ahi Evran ve onun kurduğu Ahilik de Farabî’nin hayal ettiği böyle bir toplumu gerçekleştirmek için gayret etmiştir. İbni Haldun, İbni Miskeveyh ve NasireddinTusî gibi İslam ahlakçıları da benzer erdemlerin ahlaki değerleri oluşturduğuna dikkat çekmişlerdir. Buna göre Türk ve İslam filozofları da temel erdemleri bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet olarak belirlemişler ve bunlara ilave olarak liyakat, yardımlaşma, dayanışma, güven ve sevgiyi de katarak erdemleri zenginleştirmişlerdir (Yaran, 2011: 119-127). 125 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN Kısaca belirlemeye çalıştığımız bu çerçeveden sonra, Ahiliğin hem genel ahlak hem de iş ve meslek ahlakı olarak ortaya koyduğu ilkeler şunlardır: Ahilikte ahlakın en temel ilkesi, eğitim ve bilgidir. Çünkü bilge olmanın yolu, önemli bir güç olan bilgi ve eğitimden geçmektedir. Bilgili olan neyi niçin yaptığını bilir. Her şeyden önce iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebilme gücünü elde eden kişi, iyi olana yönelip kötüden uzaklaşır. Çünkü bütün kötülükler, bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. Ahilikte de ahlaka ve eğitime önem verilmiştir. Bunun nedeni, Anadolu’da uzun yüzyıllar egemen olan Bizans’a karşı ahlaken güçlü, değerlere önem veren bir nesil yetiştirmektir. Anadolu’da tutunmaya çalışan Türk milletinin değerlerine sahip çıkması, iyi bir ahlak eğitimiyle gerçekleşebilirdi. Bu nedenle Ahi Evran, bilgiyle donanmış olan Türk insanına birde dayanışma ruhu vermek istemiştir. Çünkü toplumlar, dayanışma sayesinde gerçekleşirler. Bu dayanışmayı sağlayacak olanlar da esnaf ve zanaatkârlardır. Toplumu iyi tanıyan esnaf ve zanaatkârlar, insanları nasıl bir arada tutacaklarını ve birlikte nasıl yaşamaları gerektiğini de iyi bilen insanlardır. Ahi Evran, çeşitli meslek gruplarının bir arada bulunmalarının, birbirleriyle dayanışmaları açısından önemli olduğunu düşünmüştür. Birliktelik ruhuna sahip olanlar, her türlü zorluğa karşı koyabilirler. Tek başına hareket edenler ise çabucak yok olup giderler. Bu anlayışıyla Ahi Evran, daha 13. asırda sanayi sitelerini önermektedir ki kendisi bu işi Kayseri’de uygulamıştır (Bayram, 2008: 65-66). Hiç kuşku yok ki Ahi Evran, teşkilatlı bir birlik oluşturmakla güçlü bir ekonomi oluşturmayı amaçlamıştır. Bu güçlü ekonomiyi güçlü tutmak için kaliteli üretim yapılması gereğinden hareket eden Ahi Evran, bunu sağlayabilmek için işletmeciliği, üreticiliği iyi bilmenin yanı sıra, devamlılığını sağlayabilmek için de mesleki eğitimin yanında ahlaki bir alt yapıya ihtiyaç olduğunun bilincindeydi. Çünkü o, içinde bulunduğu ortamın hassasiyetinin farkındaydı. Bu hassasiyetin nedeni, Bizans tarafından üretilen mal ve hizmetlerdir. Ahi Evran, Bizans’a ve güçlü ekonomisine karşı Türk milletinin ayakta kalabilmesi için güçlü bir ahlak ve ekonomi oluşturmak gerektiğini de bilmekteydi. Bu nedenle Ahi Evran, öncelikle teşkilat mensuplarının iyi nitelikli birer insan olmalarını amaçlamış, Türk toplumunun yozlaşıp çökmemesi için bir takım ahlaki ilkeler tespit etmiştir. Tespit ettiği kurallar, tamamen uygulamaya yöneliktir ve bunlara uymayanlar, ne iyi bir insan olabilir, ne de Ahi. Bu uygulama iş yerlerinde usta-çırak ilişkisi çerçevesindeki eğitimle sağlanırdı. Bu eğitimin başlangıç noktası, işe alınacak çocukların yeteneklerine göre kategorize edilmeleridir. Çocukların yetenekleri tespit edildikten sonra iş kollarına göre taksim edilerek yamaklıktan başlatılır ve iki yıl boyunca yamak olarak çalışan çocuk, bu süre sonunda yapılan küçük bir törenle çıraklığa yükseltilirdi. Yamakların okuyup yazmaları ve bilgili birer çırak olmalarına 126 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI da özen gösterilmiş ve bu eğitim, geleneksel hâle getirilmiş ve Ahilik teşkilatı devam ettiği müddetçe sürdürülmüştür. Diğer taraftan bu mesleki eğitimin yanında çırakların ahlaki eğitimlerine de büyük önem verilmiştir. Çıraklar bir taraftan iş yerlerinde işleriyle ilgili bilgiler edinip becerilerini artırmaya çalışırlarken, bir taraftan da akşamları Ahi zaviyelerinde verilen ahlak derslerini dinleyip iyi bir insan olmayı gaye edinirlerdi. Hem ahlaki eğitimde hem de iş konusunda başarı sağlayan çırak, ustasının müracaatıyla dualarla şed kuşatılarak kalfalığa yükseltilirdi. Birinden biri noksan olsa, kalfa yapılmazdı. Kalfalıktan ustalığa yükselmek için de yine aynı eğitime devam edilmesi, bunun yanında üç tane de çırak yetiştirilmesi gerekirdi. Yapılan sınavda kalfanın ürettiği işleri ve ahlakı değerlendirilerek usta olmasına veya olmamasına karar verilirdi. Ustalığa yükseltilen kalfaya bir tören düzenlenir, Ahi Evran’ın yaptığı dua Ahi Baba tarafından kalfanın kulağına söylenip şed kuşatılır ve ustalığa yükseltilirdi. Bu dua şöyleydi: “Harama bakma, haram yeme, haram içme! Doğru, sabırlı, dayanıklı ol! Yalan söyleme! Büyüklerden önce söze başlama! Kimseyi kandırma! Kanaatkâr ol! Dünya malına tamah etme! Yanlış ölçme! Eksik tartma! Kuvvetli ve üstün durumda iken affetmesini, hiddetli iken yumuşak davranmasını bil! Kendin muhtaç iken bile, başkalarına verecek kadar cömert ol!” (Ekinci, 1989: 35-39) Usta olmak demek, hemen bağımsız hâle gelip de dükkân açmak anlamına gelmiyordu. Bulunduğu dükkânda çalışan yamakların, çırakların ve kalfaların mesleki açıdan yetişmeleri için elinden gelen gayreti gösterirken, bir yandan da onların ahlaki olgunluklarına katkıda bulunması gerekirdi. Görülüyor ki Ahilik’teki iş ve ahlak eğitiminde hiyerarşik bir yapı mevcuttur. Üstelik Ahi Evran’ın öğütleri, hem iş sırasında hem de günlük hayatta uyulması gereken kuralları kapsamakta ve böylece iş hayatının kurallarıyla yaşanan hayatın ahlak ilkeleri birbirini tamamlamaktadır. Yani kişi, iyi bir esnaf ise, aynı zamanda iyi bir insan olmak zorundadır. Ahilikte kişi, iyi bir esnaf ama kötü bir insan olamaz. İşte bu iyi esnaf, iyi insan tipinin oluşması, sabır isteyen ve kademeli olarak gerçekleşen bir eğitimle gerçekleşiyordu. İş kuralları nasıl sırasıyla öğretiliyor ve iyice öğrenilip uygulanmadan yeni bir becerinin öğretilmesine geçilemiyorsa, tıpkı bunun gibi ahlak kuralları da Ahi’ye tedrici olarak ve hazmettirilerek öğretilmiş ve yavaş yavaş olgunlaşması sağlanmıştır. Çünkü iş olgunluğunun yanı sıra ahlaki olgunluk da olmalıdır ki beklenen iş ve insan kalitesine ulaşılabilsin. Ahilik’te ahlaki olgunlaşmayı sağlayan kurallar, fütüvvetnamelerde sıralanmış olup bunlardan iş hayatını da ilgilendirenlerinden bazıları şunlardır: - İyi huylu, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak. “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır” atasözü gereğince güler yüzlü ve tatlı dilli olmak, en önemli iletişim aracıdır. 127 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN - İçi dışı, özü sözü bir olmak. - Sözünde durmak, sözünü bilip yerine göre konuşmak. - Cömert ve ikram sahibi olmak. - Başkasının malına hıyanet etmemek, hile yapmamak. - Öfkesine hâkim olup sabırlı olmak. - Hizmette ayırım yapmamak (Çalışkan ve İkiz, 1993: 21-23; Köksal, 2008: 76-85). Bu kuralları içselleştiren Ahi, kendini üç şeye kapalı, üç şeye de açık tutmak zorundadır. Kapalı olması gereken durumlar, eline, beline ve diline sahip olmak; açık olması gereken durumlar da kapısını, kesesini ve sofrasını açık tutmaktır (Güllülü,1992: 98). Kapalı olması gereken durumlarla başkalarına zarar vermemek amaçlanırken, açık olması gereken durumlarla da başkalarına fayda sağlama amaçlanmaktadır. Böylece Ahi felsefesinin temelinde diğerkâmlık yani özgecilik bulunduğu anlaşılmaktadır. Çalışmak, Ahilikteki önemli bir ahlak ilkesidir. Ahilik bir esnaf birliği olduğuna göre mensuplarının asıl yerine getirmeleri gereken görevleri, çalışmaktır. Ustanın kulağına söylenen ve uyması istenen ilke veya kurallar, çalışmayı disipline edecek ve daha verimli hâle getirecek olan kurallardır. Ahiler, tembelliği önleyip ileri atılımlar yaptırmasından dolayı çalışmaya önem verirler. Üstelik Ahilikte çalışmak, rastgele değil belli esaslara oturtulmuştur. Türk milletinin, yeni vatan tuttuğu Anadolu’da kalıcı olabilmesi, disiplinli ve ilkeli çalışmaya bağlıydı. Ahi Evran, üretimde disiplinli olmanın önemini bildiği için, yöntemli bir çalışmadan yanadır. Bu yöntem, ilk aşaması öğrenmeye dayalı olan ve sonra da defalarca uygulanarak gerçekleştirilen bir çalışma metodudur. Basitten karmaşığa doğru aceleye getirmeden, sindirerek bir öğrenmenin esas alındığı bu yöntemde her iş, iyice öğrenilmeden, öğrenilen iş, beceri hâline getirilmeden, adeta gözü kapalı uygulanır hâle getirilmeden sonraki aşamaya geçilmemesini gerektirmektedir. Bunun bilincinde olan Ahi Evran, yamak-çırak-kalfa-usta hiyerarşisini de bu yöntemi oturtabilmek için kurmuştur. Bir başka ifadeyle işin püf noktasını öğrenmeden bir sonraki aşamaya geçilmemesi esas alınmıştır. Ahiliğin çalışma ahlakında, yeteneklere göre iş seçilmesi, oldukça önemlidir (Güllülü,1992: 103-105). Burada öncelikle çocuğun elinin neye yatkın olduğunun tespiti yapılır. Çalışma ahlakında iyi bir ahlak oluşturmanın ilk ilkesi, işi severek yapmaktır. İyi bir insan olmayı istemedikçe iyi bir insan olunamayacağı gibi, yeteneğe göre iş seçimi yapılmadan da iş sevilmez, sevilmeden yapılan işten de verim alınamaz. Öyle ise insanın iyi bir insan ve iyi bir iş sahibi olmasını sağlayacak şartları oluşturmak gerekir ki bunlardan birisi de çocuğa ne yapmak istediğini sormaktır. İlme meraklı birini esnaf olmaya, meslek erbabı olmaya hevesli birini de bilimle uğraşmaya teşvik etmek o kişinin isteksiz olmasına ve işini zoraki yapmasına neden olur ki bu da hiç 128 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI şüphe yok ki olumlu sonuçlar ortaya çıkarmaz. Ahi Evran ve kurmuş olduğu Ahilik teşkilatı, yeteneğe göre iş tespiti konusunda oldukça titiz davranmıştır. Bir heyet huzurunda çocuğun zeka, anlayış ve işe yatkınlık kabiliyetleri tespit edilerek hangi konuda eğitim alacağına karar verilir ve çocuk ona yönlendirilirdi. Bu yöntem, hem çocuğun zihinsel gelişimine, hem uyumlu bir insan olmasına zemin hazırladığı gibi hem de kaliteli üretim yapılmasına ve ona bağlı olarak da bilinçli tüketime yol açmak içindir. Nitekim modern eğitim ve bilim de yöntemli çalışmayı öne çıkarmaktadır. Bu konuda ünlü Fransız filozofu Descartes’ın ‘hakikati metotsuz olarak aramaktansa hiç aramamak veya bilmemek daha iyidir’ sözü meşhurdur. Metotsuz olarak sonuca ulaşmak belki mümkündür ama çok zordur (Descartes, 1996: 15). Ahi Evran, çalışmayan, boş duran, üretmeyen insanların el açıp da dilencilik yapmalarına şiddetle karşı çıkmış, çalışmaya çok ciddi anlamda önem vererek çalışmayı bir ibadet olarak kabul etmiştir. Çalışmayı bir ibadet coşkusuyla yapmak, amel-i salihtir. Ahilikte bireysel dini ibadetlerin aşırıya kaçmadan yapılması, hem Peygamberimizin “ibadetin hayırlısı, az da olsa devamlı olanıdır” anlayışına uygundur, hem de ibadet olarak kabul edilen çalışmanın sürdürülebilmesine uygundur. Ahilikteki ahlaki ilkelerden biri de doğruluktur. Ahi doğru olmalı, emeğiyle hak ettiğinden fazlasını kazanma yoluna tevessül etmemelidir. Ahilikte, ham madde temininden pazarlamaya kadar üretimin tüm merhalelerinde esnafın veya üreticinin doğruluk ilkesinden ayrılmaması, hile yapmaması gerekirdi. Çünkü üretimin bütün safhaları birlik tarafından standardize edilmiş olup her aşama kontrole tabi idi (Güllülü,1992:105-106). Doğruluk ilkesi, aynı zamanda tüketicinin haklarının korunmasını da kapsadığından dolayı hileli satışa kesinlikle müsaade edilmezdi. Yabancı bir kumaş tacirinin Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin mallarını beğenip hepsini almak istedikten sonra, mal sahibinin kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sorması üzerine, Osmanlı esnafı “Onu sana veremem, kusurludur” cevabını verince; yabancı tacir “ziyanı yok, önemli değil” demesine rağmen Osmanlı esnafının o kumaş topunu vermemekte direterek: “Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim, biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınızın orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlının gururu şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem” diyerek kumaşı vermemiştir.”2 Yine bu konuyla ilgili bir örnek de şöyledir: “Normal kullanıma rağmen bir ayakkabıcı dükkânından alınan ayakkabı kusurlu çıktığı takdirde, ayakkabı delinerek bir ip geçirilip dükkânın önüne doğru saçağa bağlanırdı. Ayrıca dükkân kapatılır ve ____________________________________________________________________ 2 www.gunceltarih.blogcu.com alıntı tarihi 27 Mayıs 2014. 129 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN ayakkabı ustasının peştemalı kapının kilidine bağlanırdı. Müşteriye de yeni bir ayakkabı verilirdi.” (Santur, 1999: 274) Ahilikteki ahlaki ilkelerden biri de kanaatkâr olmaktır. Kanaatkâr olmak, ölçülü olmak anlamına gelir. Nasıl üretim kontrol altına alınmışsa, bu ilkeyle de israfın önüne geçilmek istenmiştir. Herkesin ihtiyacından fazlasını alması, ölçülü olmaması, beraberinde tüketim çılgınlığı dediğimiz taşkınlığı getirir. Nitekim günümüzde bu ilkelere göre hareket edilmediği için üreticiler aşırı üretimle kaynakları tüketmekte, alım gücü yüksek olan tüketiciler de gereğinden fazlasını alarak fiyatların yükselmesine neden olmakta, alım gücü düşük ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmelerine neden olmaktadırlar. Bu da tüketiciler arasındaki dengenin bozulmasına neden olmaktadır. İşte Ahilikteki kanaatkârlık veya ölçülülük prensibi, bütün bu olumsuzlukları ortadan kaldırmaya yöneliktir. Ahilikteki kanaatkârlık ilkesinin iki dayanağından biri İslam dininin de yerleştirmek istediği israfın önlenmesine yönelik ‘yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz’ (A’raf, 7/31) ayetine dayalıyken diğeri de Aristoteles’in ‘altın orta’ olarak nitelenen ölçülülük anlayışıdır. Olumlu olsun olumsuz olsun aşırıya kaçmamayı ve mutedil olanı tercih etmeyi teklif eden bu tutum, Peygamberimizin ‘işlerin en hayırlısı, orta düzeyde olanıdır’ hadisiyle de örtüşmektedir. Buna göre Ahi Evran, bu ilkeyi ortaya koyarken, ortak akla göre davranmış ve hem felsefi ahlakın, hem de dini ahlakın önerisini hayata geçirmiştir. Ahilerin, kanaatkârlığı her alanda uyguladıklarını görmek mümkündür. Bu konuyla ilgili olarak herkesin bildiği bir örnek verilebilir. Bilindiği gibi II. Mehmet, İstanbul’un fethinden önce tebdil-i kıyafetle çarşıya çıkmış ve bir dükkâna girip birkaç şey almak istemiştir. Dükkân sahibi, ihtiyaçlardan birini verdikten sonra, ‘beğim ben siftah ettim, yandaki esnaf henüz siftah etmedi, diğerlerini de ondan alın” demiş, II. Mehmet de memnun olarak öbür dükkâna gitmiştir. O esnaf da bir kalem mal verip “şükür ben siftah ettim, öbürünü de karşı esnaftan alın, o siftah etmedi” demiş ve II. Mehmet üçüncü dükkâna gidip diğer ihtiyacını da ondan almıştır. Bu ifadeler hem kanaatkârlığın hem de paylaşmanın göstergeleridir. Ahilikte bir başka ahlaki değer, tüketici haklarını korumaya yöneliktir. Günümüzde haklarının korunması, dünyanın her yerinde kanunlarla tespit edilmektedir. Tüketicilerin haklarının korunması, bundan yaklaşık 800 yıl önce Ahi Evran tarafından düşünülerek pratik hayata aktarılmış ve ahlaki bir sorumlulukla teminat altına alınmıştır. Ahilikte tüketicilerin haklarını koruması gereken ilk kişi, üreticidir. Üretici, ürettiği malı sağlam ve kusursuz üretmelidir. Hangi sektörde olursa olsun yapılan üretim, önce üreticinin vicdanına, sonra da konuyla ilgili Ahi yetkilisinin denetimine açıktır. Ürünler, kendi zamanında bizzat Ahi Evran tarafından, sonrasında ise her yerleşim biriminin Ahi sorumlusu tarafından denetlenmiştir. Dayanıklı olarak 130 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI üretim yapmayan esnafın dükkânı kapatılmış ve böylece bir daha böyle bir yanlış yapması önlenmiştir. Yine tüketicilerin haklarını korumaya yönelik olarak, ürün ile fiyatın dengeli olmasına dikkat edilmiş, üreticinin fahiş fiyatla mal satmasının önüne geçilmiştir. Tüketici haklarına yönelik olarak müşterinin önemini vurgulamak üzere ‘müşteri, velinimetimizdir’ ilkesi konulmuştur. Bu ilke bugün de yine esnaf olan herkesin dükkânında bir tabela şeklinde duvarlara asılmaktadır. Dayanıklı tüketim maddelerinin üzerine üreticinin ‘alamet-i fârikası’ olan markası vurulmuştur. Bu işaret, hem o ürünün adeta kalite belgesi hem de onu yapan ustanın ve işyerinin övünç kaynağı ve şerefi olarak görülmüştür. Bu işaret, aynı zamanda bir garanti belgesi yerine geçmiştir. Müşteri, eşyada bir bozulma olması durumunda, bu işarete dayanarak hakkını arar ve bilirdi ki hakkını arayabileceği bir kurum var. O kurum da Ahi Birliği idi. Üretici veya esnaf da böyle bir durum olmaması için malını sağlam olarak üretmek zorunda olduğunun bilincinde olarak üretim yapardı. Üretim hatasından kaynaklanan bir müracaat olursa Ahi Birliği müracaatı değerlendirir, ürünü inceler ve kusur bulursa, üreticiyi en ağır şekilde cezalandırırdı. Verilecek ceza, belki de en ağır olarak nitelenen Ahi Birliğinden uzaklaştırılma idi ki bu ceza, esnafın artık hiçbir iş yapamaması anlamını taşımaktadır. Tüketicinin Ahi Birliği’ne müracaatı uygulaması da günümüzde uygulanan tüketici hakları derneğinin adeta ilk örneği olarak görülebilir. Bu konuyla ilgili olarak Osmanlı sicil defterlerine geçmiş bir olaydan söz edebiliriz: Boyacı esnafından bir Ermeni, boyayacağı iplerin ağırlığını fazla, Türkmenlerin getirip sattıkları peynir ve yağların ağırlıklarını az göstererek halkı aldattığı için, boyacılar şeyhinin müracaatı üzerine dükkânından çıkarılmıştı.3 Yine tüketici haklarının korunmasına ilişkin birkaç örnek şöyledir: “Sattığı süte su katan bir sütçünün kuyuya basıldığı, bozuk kantar kullananların ibret-i alem için çarşı-pazar dolaştırıldığı, ekşi pekmez satanın pekmezinin başına geçirildiği bilinmektedir. Elbise diktirmek isteyen birisi dükkâna geldiğinde terzi müşterisinin ölçüsünü aldıktan sonra kumaşı tartar ve ölçünün yanına bunu da not ederdi. Elbise hazır olduktan sonra, artan parça ve kırpıntılarla birlikte elbiseyi tekrar tartar ve ondan sonra müşteriye verirdi. Ahiliğin ortaya koyduğu ahlaki değerlerden biri de dayanışmadır. Ahi Evran, sözü geçen ahlaki değerlerin yanında Türk insanına bir de dayanışma ruhu vermek istemiştir. Çünkü toplumlar, dayanışma sayesinde milletleşirler. Bu dayanışmayı ____________________________________________________________________ 3 www.gunceltarih.blogcu.com alıntı tarihi 27 Mayıs 2014. 131 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN sağlayacak olanlar da esnaf ve zanaatkârlardır. Toplumu iyi tanıyan esnaf ve zanaatkârlar, insanları nasıl bir arada tutacaklarını ve birlikte nasıl yaşamaları gerektiğini de iyi bilen insanlardır. Ahi Evran, çeşitli meslek gruplarının bir arada bulunmalarının, birbirleriyle dayanışmaları açısından önemli olduğunu düşünmüştür. Birbirleriyle dayanışma içerisinde ve birlik ruhuna sahip olanlar, her türlü zorluğa karşı koyabilirler. Tek başına hareket edenler ise çabucak yok olup giderler. Bu anlayışıyla Ahi Evran, daha 13. asırda sanayi sitelerini önermektedir ki kendisi bu işi Kayseri’de uygulamıştır (Bayram, 2008: 65-66). Ahilikte çalışıp da geçimini temin etmekte zorlananlara ise esnafın bir araya gelerek yardımcı olmaları sağlanmıştır. Böylece herkesin bir iş sahibi olması hedeflenmiştir. Alın teri dökmeden, emek verilmeden elde edilen kazancın değersiz olduğunu savunan Ahilik, emeği kutsal sayarak emek karşılığı elde edilen kazanca değer vermiş, böylece toplumda sosyoekonomik dengeyi sağlamanın peşinde olmuştur. Ahi teşkilatları, ekonomideki üretim-tüketim dengesini koruyabilmek için de ustalık belgesi alan herkesin dükkân açmasına izin ve fırsat vermemiştir. Herkesin bir dükkân veya üretim yeri açması demek, ihtiyaçtan fazla üretim demektir ki bu da üreticinin ürettiğini satamaması anlamına gelir. Dükkân veya atölye açılmasının kurala bağlanmasıyla aşırı üretimin engellenmesi amaçlanmıştır. Dükkân açılmasının denetimli olması hem yapılan üretimin sağlamlığını hem tüketici-üretici haklarının korunmasını temin ederken, bir yandan da kurulan çeşitli sandıklarla esnafın mali sıkıntıları giderilmeye çalışılırdı (Çalışkan ve İkiz, 1993: 34-36). Dükkân açması uygun görülen ustaya, Ahi sandığından kredi verilerek dükkânını açması kolaylaştırılırdı. Bu sandıktan esnafa belli bir zamanda ödeyebileceği şekilde kredi verilerek işini kurtarması için gayret edilirdi. Kurulan bu sandıklar, aynı zamanda dayanışma ruhunun da bir gereği idi. Her türlü gayrete rağmen esnaf kurtarılamaz da iflas edecek olursa o takdirde kalan malları alacaklılarına dağıtılır, iflas ettiği de top atılarak ilan edilirdi. İflas topunun atılmasından sonra artık alacaklılar tarafından rahatsız edilemezdi (Santur, 1999: 274). Ahi Birlikleri, iş yerlerinde çalışanlarla onları çalıştıranlar arasındaki olabilecek anlaşmazlıklar konusunda da etkin rol oynamış ve günümüzdeki sendikalar gibi bir işlev görmüşlerdir. Üreticilerin ve yanlarında çalışanların haklarını korumak için dünyanın ilk toplu sözleşmesi Kütahya’daki seramik üreticileriyle onların yanlarında çalışanlar arasında imzalanmıştır. 3- Sosyal Değer Oluşturma Kurumu Olarak Ahilik Ahiliğin hem kuruluş amaçlarından, hem de ahlaki gayelerinden biri Anadolu’da önce Türk yerleşimini sağlayıp sağlamlaştırmak, sonra da birlik ve beraberliğin devamlılığını sağlamaktı. Anadolu’ya ilk gelindiğinde İslamiyet’i anlama konusunda üç anlayış ortaya çıkmıştır. Birinci anlayış İslamiyet’in resmi kurumlar olan medreseler 132 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI aracılığıyla anlatılması gerektiğinden hareket etmiş ve Anadolu’da her yerleşim birimine medreseler kurulmuştur; buralarda katı dini kurallar öğretilmiştir. Oysaki Türkler, Emeviler döneminde katı kurallardan dolayı İslam’ı kabullenmemişler ve Abbasilerin anlayışlı siyasetleriyle İslam’ı kabul etmişler, sonra da Ahmet Yesevi’nin hoşgörülü tavrıyla benimseyip özümsemişlerdi. İkincisi, İslamiyet’in İslam öncesi gelenekler çerçevesinde anlaşılması gayretidir. Bu anlayışta olanlar devletin kurallarına da itirazlar etmişler, karşı çıkmışlardır. Üçüncü anlayış ise Ahi Evran tarafından geliştirilmiştir. Hem İslamiyet’i hem de eski Türk inançlarını bir potada eriterek bir Türk-İslam sentezi meydana getirmeyi amaçlayan bu tutum, Anadolu’da yerleşik olabilmenin lokomotifi olarak halk ile içli dışlı olan esnafı görmüş ve esnaf birliğini kurmuştur. Ahmet Yesevi’nin yolundan giden bu anlayış, kardeşlik esasına dayalıdır. Ahiler, Anadolu’daki eski inançlara ve özellikle de Bizans’a karşı ayakta kalabilmek için birlik ve beraberlik motifini işlemişlerdir. Çünkü bu yurtta ilelebet kalabilmenin tek yolu, birlik ve beraberliği sağlayıp korumaktır (Ekinci, 1989: 20-21). Ahiler, yeni yurtta kök salıp kalıcı olabilmek için Türklük ile İslamlığın bir hamur gibi kaynaşması gerektiği motifini işlemişlerdir. Çünkü bu yurtta ilelebet kalabilmenin tek yolu, Türk-İslam birlik ve beraberliğini sağlayıp korumaktır. Ahiler, daha Selçuklu döneminden itibaren bu anlayışı işlemişler, Anadolu’nun kapısındaki kilidin, Türkİslam birliğiyle açılabileceğini anlatmış ve bunu sağlamışlardır. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Kilit, Anahtar, Kapı, Konak ve Çatı adlarını verdiği tarihi romanlarında bu anlayışı çok ayrıntılı ve edebî-felsefi bir örgü içerisinde işlemiştir (Selçukluların Anadolu’yu vatan tutmalarıyla Osmanlı Devleti’nin kuruluş felsefesinin edebi-felsefi roman tadında anlatımı için bk. Sepetçioğlu, 1976-1977-1978). Bu sebeple Anadolu Beylikleri arasında süregelen kavgaları bitirip de tek bir güç altında birleşmek için Ahiler çok uğraş vermişlerdir. Bu manada Osmanlı Devleti’nin kuruluş felsefesi, Ahiler tarafından belirlenmiştir demek yanlış olmaz. Bu felsefenin hazırlayıcılarından biri Şeyh Edebalı, diğerleri de Ertuğrul Gazi, Osman, Orhan Gaziler ve I. Murat’tır. Anadolu Birliğini kurma konusundaki ilk engel, Anadolu Selçukluları zamanındaki Moğol saldırısı ve işgalidir. Kayseri’de kurulmuş bulunan Ahi Birlikleri, şehrin savunmasız kalmasını önlemek için fiili savunma durumuna geçmişlerdir. Uzun zaman direnen Ahiler, tam bunu başarmak üzerelerken, bir Ermeni’nin hainliği ile Moğollar, şehrin gizli yollarını öğrenerek şehri ele geçirmiş ve bütün Ahileri öldürmüş kadınlarını esir almış ve sitelerini de yerle bir etmişlerdir. Esir alınanlar arasında Ahi Evran’ın eşi de bulunmaktadır. Benzer savunmalar, Ahilerin etkin oldukları her yerde olmuştur. Çünkü Ahiler, bağlı oldukları zaviyelerde sadece bireysel ahlak ve iş ahlakı üzerine dersler almamakta, aynı zamanda askerlik ve savaş eğitimi de almaktadırlar. Anadolu’daki Türk-İslam birliğine darbe vuran ikinci güç, Timur’dur. Timur’un kalıcı olmak için değil, sadece gücünü göstermek için vurduğu ama düzenli Osmanlı birliklerine karşı üstünlük sağlayamadığı bu savaş, tam da bozguna uğrayacağı sırada 133 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN Anadolu’dan kaçıp Timur’a sığınan beyliklerin Osmanlı ordusundaki birliklerinin ihanet etmeleriyle şekil değiştirmiştir. Osmanlı ordusundaki çeşitli Beyliklere ait birliklerin saf değiştirip Timur tarafına geçmeleri ile kanatlardan çöken Osmanlı ordusu, merkezde de Yıldırım Beyazıt’a yardım gelememesiyle yenilgiye uğramıştı. Ankara Savaşı’ndan sonra kardeşler arasındaki mücadeleyi Çelebi Mehmet Bey kazanmış ve iktisaden çökmüş olan Anadolu’yu yeniden diriltmek için Ahilerin de yardımına müracaatta bulunmuştur. Bu badireden çıkmak için de Ahilerin çok ciddi çabaları ve katkıları olmuştur. Anadolu’nun iktisadi olarak yeniden güçlenmesi için Çelebi Mehmet’in buyruğu doğrultusunda ahi gençleri dağ keçisi, yaban öküzü, geyik, karaca cinsinden eti yenir, sütü içilir hayvanların evcilleştirilmesi işinde Türkmen köylülerine yardımcı olmuşlar ve bu işi de bihakkın başarmışlardır ( Sepetçioğlu, 1979: 319). Buna göre Ahilerin önem verdikleri en önemli değer, vatan sevgisi ve vatan savunmasıdır. Onlar barış zamanında vatanın imarı için, savaş zamanında da savunması için faaliyet göstermişler, hatta şehirlerdeki yönetim boşluğunu doldurmak için yönetime de el atmışlar, şehirlerdeki sosyal hayatı canlandırmak için uğraş vermişler, hatta köylerin kalkınmasını bile üstlenmişler ve işler düzene girince de el attıkları her işi ehline terk etmişlerdir. Ahiler, sosyal hayatta yerleşimin sağlanmasındaki katkılarının yanı sıra yerleşilen yerlerde değerlerimizin yaşatılması konusunda da öncülük etmişlerdir. İbni Batuta’nın Anadolu’ya geldiğinde karşılaştığı Ahilerin sosyal hayatta üstlendikleri sorumluluklarla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Ahiler, Anadolu’ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde, şehir, kasaba ve köylerde bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancıları karşılama, onlarla ilgilenme, yiyeceklerini, içeceklerini, yatacaklarını sağlama, ihtiyaçlarını giderme, onları uğursuz ve edepsizlerin ellerinden kurtarma, şu veya bu sebeple bu yaramazlara katılanları yeryüzünden temizleme gibi konularda bunların eş ve örneklerine rastlamak mümkün değildir.” (Parmaksızoğlu, 1971: 7). Türk milletinin eskiden beri uyguladığı konukseverlik, Türk milletinin önemli sosyal değerlerinden biridir. Bu değerin yaşatılması hususunda Ahilerin yaptıkları uygulamalar, zaman zaman olağanın dışına da çıkmış ve Ahi birlikleri, konukları ağırlamada kendi aralarında yarışa girişmişlerdir. Bunun çeşitli örneklerine İbni Batuta’nın Seyahatname’sinde rastlamak mümkündür. İbni Batuta, Antalya’ya gittiğinde kıyafetinden fakir olduğu anlaşılan biri Ahi şeyhinin yanına yaklaşıp bir şeyler söylemiş ve Ahi şeyhi de ona dönüp bu adamın kendilerini misafir etmek istediğini söylemiştir. İbni Batuta da bu adamın fakir olduğunu onları ağırlamakta zorluğa düşeceğini ve kimseyi böyle bir zorluğa bırakmak istemediklerini belirtince Ahi şeyhi gülerek “bu adam Ahilerin önderlerinden biridir, 134 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kendisi sayacı ustalarındandır; cömertliği ve keremkârlığıyla tanınmıştır. Sanatkârlar arasında aşağı yukarı iki yüz yoldaşı vardır. Onlar kendisini önderliğe seçtiler ve bir tekke yaptırdılar. Şimdi gündüz kazandıklarını geceleri sarf etmektedirler” cevabını vermiştir. İbni Batuta’nın Anadolu gezisi sırasında Denizli’de yaşadığı bir olayda Ahilerin konukseverlikteki aşırı tutumlarını göstermesi bakımından manidardır. İbni Batuta ve beraberindekiler, Denizli’ye girip de bir çarşının içinden geçerlerken, dükkânlarından çıkan iki ayrı grubun kendilerine bir şeyler söyledikten sonra kendi aralarında nerdeyse kavgaya varacak bir tartışmaya giriştiklerini, Türkçe bilmedikleri için de konuyu anlayamayıp hatta acaba bizi soymak mı istiyorlar diye telaşlandıklarını belirtmektedir. O sırada yaşlı birinin gelip duruma el koyduğunu ve kendilerini alıp bir zaviyeye götürerek misafir ettiğini anlatan İbni Batuta, bu şahsın Arapça bildiği için olayı onlara anlattığını belirtmektedir. Bu yaşlı adam Ahi Sinan adlı biri olup bu zaviye de ona bağlı imiş. Ahi Sinan, diğer grubun da başka bir zaviyenin mensupları olduğunu ve aralarındaki tartışmanın da şehre gelen bu yabancıları kendilerinin misafir etme isteğinden kaynaklandığını anlatmıştır. Bu durum İbni Batuta için fevkalade önemli bir olay olduğu için konuya seyahatnamesinde oldukça geniş bir yer ayırmıştır (Parmaksızoğlu, 1971: 15-16; Şeker,1993: 75). Yine İbni Batuta’nın aktardığı bir bilgiye göre o gün şehre hiçbir konuk gelmese de ahiler akşamleyin toplanıp o günkü kazançlarından Ahi Birliği’ne ait kısmını sandığa bırakır, kendi aralarında yemek yer, şarkılar söyler, oyunlar oynar ve dağılırlarmış (Parmaksızoğlu, 1971: 8; Çağatay, 1974: 104). Ahilik, belli bir zaman sonra şehirlerde zayıflayıp da eski etkinliğini kaybettikten sonra benzer etkinlikler köylerde devam etmiş ve esnafı denetleyen yiğitbaşılık müessesesi, köylerde delikanlıbaşılık şeklinde devam ettirilmiştir. Köylerde kurulan köy odası, hem köye gelen misafirlerin ağırlanması hem de köyün ileri gelenlerinin yaptıkları sohbetlerle köylülerin eğitilmesi, Ahi zaviyelerinin bir devamı olarak nitelenebilir. Ahi birliklerindeki ahlaki uygulamalar, eğitimler köylerdeki köy odalarında da aynı şekilde devam ettirilmiştir. Bu konuda Babam Cevdet Özden Bey’den dinlediğim bir örnek vermek istiyorum. Erzurum’un en eski ve köklü köylerinden birisi, yeni adı Ortabahçe olan Cinis, tımar sahibi olarak köye gönderilen beyleriyle ünlüdür. 1950’li yıllarda Cinis’ten orta yaşın üzerinde temiz giyimli bir köylü vatandaşımız, bir devlet dairesinin müdürünün yanına gider, izin isteyip oturur ve niçin geldiğini usulünce anlatır. Bunun üzerine daire müdürü, vatandaşımızın işiyle ilgili işlemleri yaptırdıktan sonra ona, çok iyi konuştuğunu ve tahsil derecesini sorunca bu köylü vatandaşımız, ‘Beyim, ben hiçbir tahsil görmedim, ama Cinis Beylerinin rahle-i tedrisinden geçtim’ diyerek bu köy odalarında aldığı eğitimin sonucunu ortaya koymuştur. 135 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN Yine Ahi birliğine mensup olanlar arasındaki yardımlaşma sistemi, köylerimize imece usulü şeklinde geçmiş ve günümüzde hâlen devam etmekte ve her iki teşkilatlanmada da ahlakilik ön planda görülmektedir. Köyde yardım edilecek iş için, delikanlıbaşı çalışabilecek kişileri tespit edip oraya getirmekte ve yapılacak iş, en iyi şekilde halledilmektedir. Yani işten kaçma, yarım yamalak iş yapma gibi ahlak dışı durumlara tevessül edilmemektedir (Çağatay, 1974: 159-171). 4- Ahiliğin Türkçemize Kazandırdığı Değerlerden Bazı Deyimler Bir dilin zenginliği, deyimlerinin ve tarihin derinliklerinden süzülüp gelen atasözlerinin çokluğuyla yakından ilgilidir. Türkçemizde de pek çok deyim ve atasözü bulunmaktadır. Atasözleri, adından da belli olduğu üzere geçmişte edinilen tecrübelerin etkili bir şekilde ifade edildiği veciz sözlerdir. Atasözlerimizden her biri, karşılaştığımız veya karşılaşabileceğimiz türlü olaylar için bir çözüm önerisi sunar ve atasözleri, dili zenginleştirir. Çünkü bu sözler, geçmişte defalarca tekrarlanmış olaylardan çıkarılan tecrübeler sonucunda elde edilmiş sonuçlardır; bundan dolayı da atasözlerimiz, darb-ı mesel olarak da isimlendirilmiştir. Türkçemizde binlerce atasözü bulunmaktadır. Dili zenginleştiren unsurlardan biri de deyimlerdir ve Türkçemiz, deyimler yönünden de oldukça zengindir. Deyimler, gerçek anlamı dışında kullanılan ve bir durum tespiti yaparken söze güzellik ve çekicilik katan söz öbekleri olarak kullanılırlar. Mesela birinin bir olay karşısında aşırı derecede sevindiğini ifade edebilmek için “etekleri zil çalmak” deyimini kullanırız. Ahilik, siyasi, hukuki, estetik, sosyal konularda Türk toplumuna değerler kazandırdığı gibi Türk dilinin gelişip zenginleşmesine de katkılar sağlamıştır. Ahilik teşkilatı, esnafın sağlam mallar üretmelerini sağlamak, bu yolla hem tüketicilerin haklarını korumak ve hem de milli servetin korunmasını sağlayıp kaynak israfını önlemek için bazı tedbirler almıştı. Eğer bir esnaf, kusurlu bir mal üretmişse dükkânı kapatılırdı. Şayet Ahiliğin ahlak kurallarına aykırı bir iş yapmışsa, meslekten ve Ahilikten atılır ve bir daha da dükkân açmasına müsaade edilmezdi. İşte işlemler sırasındaki uygulamalardan da bazı deyimler ortaya çıkmıştır. Geçmiş zamanlardan birinde bir ayakkabıcıdan satın aldığı ayakkabıları kısa sürede yırtılan bir müşteri, ayakkabı satın aldığı esnafın kendisine dayanıksız bir mal sattığını iddia ederek şehrin Ahi Babasına -şehirdeki Ahi teşkilatının üst düzey yöneticisi olup, esnafla ilgili kuralları uygulayan kişi- müracaat etmiştir. Ahi Baba, durumu tetkik edip ayakkabıcının hatasını tespit ettirerek dükkâna kadar gitmiş ve hatalı ayakkabının bir tekini alıp dükkânın bacasına atmış ve diğer tekini de dükkânın kapısına çivileyerek dükkânı mühürlemiş ve kapatmıştır. Bu durumu gören ahali, “Ahi 136 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Baba, ayakkabıcının pabucunu dama attı!” diyerek bunu şehrin tamamına duyurmuşlardır. O zamandan itibaren hiçbir esnaf, müşterisini aldatmaya yeltenememiş her esnaf, daha dayanıklı mallar üretmişlerdir. Çünkü dükkân kapatmak, ağır bir müeyyidedir ve bir kez gözden düştükten sonra insanların güvenini tekrar kazanmak da kolay değildir. İşte o zamandan bu zamana “pabucu dama atılmak” deyimi Türkçemize yerleşmiş ve gözden düşenler için bu deyim kullanılır olmuştur. Ahilikte dayanışma fevkalade önemliydi. Kalfalıktan ustalığa terfi eden biri belli bir zaman sonra dükkân açmak istemesine rağmen sermayesi yetersiz ise Ahi Baba’ya müracaat eder ve esnaf sandığından ona yetecek kadar sermaye verilir ve dükkân açması sağlanırdı. İşleri iyi giderse, bir nevi kredi niteliğinde olan bu parayı belli taksitlerle geri öder böylece kendisi gibi olanların da bu sandıktan yararlanmasına imkân tanınırdı. Eğer bir esnafın iyi giden işleri bozulur da bütün çabalarına rağmen düzelmezse yine Ahi Baba’ya müracaat eder ve kredi alırdı. Diğer esnaf da ona işlerini düzeltmesi için yardım ederdi. Bütün bunlarla beraber yine de işleri düzelmez ve sermayesini tüketirse bu kez Ahi Baba, bu esnafın iflas ettiğini top atışı yaptırarak falan isimli esnafın iflas ettiğini halka ilan ederdi. Halk da “falan isimli esnafın iflas topu atıldı!” derdi. Böylece iflas edenler için “iflas topunu” attı deyimi dilimize yerleşmiş ve o günden bu güne kullanılır olmuştur. Diğer bir deyimimiz ise “püf noktası” deyimidir ve bu da Ahilerden dilimize armağandır. Bu deyimin Türkçemize yerleşmesinin de ilginç bir öyküsü bulunmaktadır. Çanak çömlek işleriyle uğraşan bir ustanın yanında yetişmiş olan bir kalfa, sınavlarını başararak şed kuşatılmış ve usta olmuştur. Artık dükkân açabilecek duruma geldiğini gören taze usta, tecrübeli ustasına her ne zaman artık dükkân açmasına izin vermesi isteğinde bulundukça o da kendisine “sen daha bu işin püf noktasını öğrenemedin!” diyerek reddedermiş. Kalfa çok ısrarcı olunca bir zaman sonra “peki aç, ama sen bu işin püf noktasını bilmiyorsun!” diyerek son kez uyarmış. Ahi teşkilatından destek alıp atölyesini açan yeni usta, çamurunu hazırlayıp testilerini, çanaklarını, çömleklerini şekillendirip fırına sürmüş ve bin derecenin üstündeki fırında pişen ürünlerini çıkardığında bir de bakmış ki hepsi kırılmış, çatlamış, bir tane bile sağlam ürün yok. Bir yerde hata yaptığını düşünmüş, ertesi gün, daha ertesi gün yaptığı tüm kap kaçak kırılmış. Nihayet “kâr kudurup sermayeyi yeme” noktasına gelince ustasının ocağına düşmüş. “Sen bilirsin usta bu ne iştir, bunca yıldır öğrendiklerim işe yaramıyor, beni kurtar!” deyince ustası ona bu işin püf noktasını öğrenmediğini ve kendisini uyardığını söylediğini belirterek gel tekrar benim yanımda bu işin püf noktasını öğren demiş. Çiçeği burnunda usta razı olup geri dönmüş. Bundan sonra ustasına daha çok dikkatle bakmış. Tecrübeli usta çanak, çömlek, tas, tabak, testi her ne yapıyorsa fırına sürdükten bir zaman sonra çıkarıp kabarcıklara “püf ” diye üflüyor ve tekrar fırına sürüyormuş. 137 Türk Kültüründe Bir Değerler Eğitim Kurumu Olarak Ahilik • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN Nihayet ustası bir gün ona bu işin sırrını öğretmiş. Usta, “bak evladım, fırına giren ıslak toprak, kurudukça hava kabarcıkları oluşur, eğer bunlara belli bir noktadan usturuplu bir şekilde püf diye üflenip de bu kabarcıklar söndürülmezse fırın içerisindeki kaplar, bu hava kabarcıklarının içindeki havanın basıncıyla çatlar ve kırılır. O yüzden belli bir süre içerde bekleyip hava kabarcıkları oluşan kapları çıkarıp bunları söndürmek için üflüyorum. İşte bu işin püf noktası da budur!” demiş. Ahilik ahlak ilkelerinden bazılarının Türk toplum hayatına özdeyişler şeklinde yansıdığını da görmekteyiz. Sözgelimi, esnaflıktan yetişip de Bursa Muradiye Medresesi’nde müderrisliğe kadar yükselmiş olan Kara Dede ünvanlı bir zatın Dede Cöngü adlı eserinde yer alan “Bir genç yetişirse el beğensin, yetişmezse yer beğensin” (Çalışkan ve İkiz, 1993:13) ahlaki ilkesi, Erzurum’da ‘evladını öyle yetiştir ki durursa el beğensin, ölürse yer beğensin’ şeklinde söylenmektedir. Sonuç Ahilik, tasavvufi bir boyutu da olan ve ahlaki değerlerin eğitiminde zaviyeleri kullanan bir esnaf teşkilatı olmasına rağmen, hiçbir zaman ‘bir lokma, bir hırka’ anlayışı ile hareket etmeyen, aksine topluma dinamizm kazandıran sosyal bir kurumdur. Anadolu’daki tasavvuf geleneğinin içine kapanmamasında Ahiliğin önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz. Ahilerin ahlaki değerlere sıkı bağlılığı, Türk toplumunun ana çekirdeğini üretici ve esnaf grubunun oluşturmasını sağlamış ve Ahi Birlikleri, topluma yön verici birer kurum olmuşlardır. Ahiliğin ahlakla ilgili kuralları, Türk sosyal hayatını güçlü hâle getirmiş, değerlerine bağlı nesillerin yetişmesine ön ayak olmuş ve mutlu bir toplum modeli ortaya çıkmıştır. Günümüzde ahlaki yozlaşmaların yaşanmasının nedenlerinden biri olarak, değer üreten böyle kurumların olmaması veya azlığına yorumlanabilir. Gelişen ve büyüyen toplumumuz, olumsuz etkilere açık vaziyettedir. Toplumumuzdaki ahlaki bozulmalarda bir başka neden olarak da iletişim vasıtalarının olumsuz etkilerinden söz edilebilir. Bu araçların toplumsal ahlaka zarar vererek bunun Türk toplum hayatına olumsuz olarak yansımaması için değer üretecek kurumlara ihtiyaç bulunduğunu söylemek mümkündür. Ahiliğin geliştirdiği ahlak ilkelerinin önemli amaçlarından biri de erdemli bir toplum oluşturmaktır. Ahiliğin iş hayatına ve toplumsal ahlaka yönelik ilkelerini, modern Türk toplumuna uyarlayarak geçmişle gelecek arasında bir bağ kurabiliriz. Tarihimizde önemli bir yere sahip olan bu kurumu ve onun oluşturduğu ahlaki değerleri hatırlayıp yeniden yaşatmak suretiyle geleceğe daha güvenle bakabiliriz. 138 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Aristoteles, (2007). Nikomakhos’a Etik. (Çev. S. Babür). Ankara: BilgeSu Yayınevi. Bayram, M. (2008). Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları Teşkilatı). İstanbul: Nüve Kültür Merkezi Yayınları. Çağatay, N. (1974). Bir Türk Kurumu Olan Ahilik. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Çalışkan, Y; İkiz, M. L. (1993). Kültür, Sanat ve Medeniyetimizde Ahilik. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Demir, G. (1999). “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşunda Ahilerin Rolü”. II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu (13-15 Ekim 1999 Kırşehir) Bildirileri, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, s. 95-112. Descartes, R. (1966). Aklın İdaresi İçin Kurallar. (Çev. M. Karasan). İstanbul: MEB Yayınları. Ekinci, Y. (1989). Ahilik ve Meslek Eğitimi İstanbul: MEB Yayınları. Güllülü, S. (1992). Sosyoloji Açısından Ahi Birlikleri. İstanbul: Ötüken Yayınları, Özden H. Ö. ; Zeynal A. (2012). “Erzurum’da Ahilik”. K. Ceylan (Editör), II. Uluslararası Ahilik Sempozyum Bildiriler Kitabı (Cilt II, s. 693-705) içinde. Köksal, M. F. (2008). Ahi Evran ve Ahilik, Kırşehir: Kırşehir Valiliği Kültür Yayını. Platon, (1999). Devlet. (Çev. S. Eyüboğlu-M. A. Cimcoz). İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. Santur, A. (1999). “Açık Hava Müzeleri İçerisinde Ahilik ve Esnaf Kültürü”. II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (s. 270-276) içinde, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Parmaksızoğlu, İ. (1971). İbni Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler. İstanbul: MEB Yayınları. Sepetçioğlu, M. N. (1979). Geçitteki Ülke. İstanbul: İrfan Yayınları. Sepetçioğlu, M. N. (1976, 1978, 1979, 1978, 1977). Kilit, Anahtar, Kapı, Konak, Çatı. İstanbul: İrfan Yayınları, Şeker, M. (1993). İbni Battuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal-Kültürel ve İktisadi Hayatı İle Ahilik. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. 139 TÜRK KÜLTÜRÜNDE BİR DEĞERLER EĞİTİM KURUL OLARAK AHİLİK • Prof.Dr. H.Ömer ÖZDEN Tezcan, M. (1999). “Ahilik Çerçevesinde Oluşan Türk Kültürünün Temel Taşları”. II. Uluslararası Ahilik Kültürü Sempozyumu Bildirileri (s. 284-287) içinde, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Yaran, C. S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları. www.gunceltarih.blogcu.com, alıntı tarihi 27 Mayıs 2014. 140 Bektaşi Geleneğinde Kur’an ve Sünnet Merkezli Değerler Prof.Dr. Ömer Faruk TEBER Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş Bektaşilik, belirli ritüeller, adap ve erkânlar çerçevesinde ortaya çıkan tasavvufi bir oluşum, bir tarikat niteliği taşımaktadır. Ritüeller, adap ve erkânlar kültürel dolaşım formudur. Bu form, içerisinde doğup geliştiği toplumsal yapıyı kuvvetlendirerek toplumların bütünlüğünü teminat altına alan bir işleve sahiptir. Temel kavramları sevgi, hoşgörü ve kardeşlik olan Bektaşilik, Hünkarın “yetmişiki millete bir gözle bakmayan, halka müderris olsa da Hakk’a asidir” sözünü kendisine şiar edinmiş Türk İslâm düşüncesinin en temel ahlakî kodlarını bünyesinde barındıran irfanî bir gelenektir. Bektaşi düşüncesinin ana kaynaklarında yer alan Ahitnameler ve nasihatnameler insana saygı anlayışını esas alan, dinin amacı ve gayesinin insanlar arasında sevgi ve muhabbeti ikame etmek olduğunu vurgulayan çok önemli bilgiler ihtiva etmektedir. Ahitnameler ve nasihatnameler, davranışların temel ölçütlerini oluşturmakta, Bektaşi dervişinin ahlaki açıdan hangi sorumlulukları yerine getirmesi gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Söz gelimi Oniki dilimli tacın sembolize ettiği anlayışa göre, bu tacı giyen bir dervişin temel insani ve ahlak ilkelerini kalben benimsemeyi öngören on iki özelliği olması gerekir. Bu çalışmamızda Hacı Bektaş-ı Veli’nin Kur’an’dan ve Sünnet-i Nebeviye’den mülhem görüşlerinden İslam medeniyetinin ihyası için gerekli birey ve toplum modeli üzerinde durulacaktır. Bektaşi düşüncesinin temel ilkeleri olan işlevsel doğrular yerine değer merkezli doğruları; hazcı ahlak anlayışı yerine feragatı ve diğergamlığı esas alan ahlak anlayışını örneklendirmeye çalışacağız. Aşk ve İnâbe (Allah’a Yaklaşma) Tasavvuf, İslâm inanç sistematiğini düzenleyerek, dinî ibadetlerin en güzel ve coşkulu bir şekilde yapılmasını, hayatın bütün alanlarında kişisel davranışların Bektaşi Geleneğinde Kur’an ve Sünnet Merkezli Değerler • Prof.Dr. Ömer Faruk TEBER iyileştirilmesini öngörür. Sufi yaşam tarzı özellikle, bireyin en iyi davranış biçiminin yöntemidir denilebilir. Bu ise kendini kontrol etme, samimiyet, gerek insanın davranışlarında ve gerekse düşüncelerinde sürekli Allah’ın kontrolü altında olduğunun bilincinde olunmasıdır. İslami emir ve yasaklar namaz, oruç, iyilik, yardım, kötülükten yüz çevirme gibi dış görevleri kapsadığı gibi, aynı zamanda iman, Allah’a şükür, samimiyet, diğergamlık ve bencillikten uzaklaşmak gibi iç ödevleri de kapsar. Tasavvuf, hayatın işte bu iç cephesine yönelik bir eğitim sürecidir (Ahmed Rıfat, 1876: 295; Cebecioğlu,1997:689; Hamidullah, 1997:116). Bektaşilik, Türk örf-adet ve gelenekleriyle birlikte İslami öğretinin özümsenerek yaşandığı bu anlayış zamanla gelişerek ve yaygınlaşarak Türk toplumunda kitleleri arkasından sürükleyen tasavvufi bir akım haline gelmiş zengin Türk sosyal hayatı ve tasavvufi inanç mozayiği içersinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu bakımdan Bektaşilik, Osmanlı zamanında popüler en büyük Türk tarikatı olmuştur (Özcan, 2001: 38). Tasavvuf ve tarikatlar dünyaya ve olgulara nasıl bakılması gerektiğine dair belli bir bakış açısı ve neyin nasıl yapılmasına dair yöntem ve öneriler içermektedirler (Göndoğdu, 2007:14) Sufiler, bağlı bulundukları tarikâtın kurallarına uygun olarak yaşarlar. Bu kurallar bütünü o tarikatin adap ve erkanını oluşturur (Özcan, 2001:40). Erkannameler de Bektaşi tarikatının kural ve kaidelerini içeren metinlerdir. Bu metinler sadece inanç ve ibadetle ilgili bilgileri değil, tasavvufi neş’eyi de içermektedir: Bism-i Şâh, hamden lillâh, vâsıl-ı dîdâr-ı Hakk olduk bugün. Küll-i müşkil-hâl olub, esrâr-ı Hakk olduk bugün. Bâde-i ‘aşk-ı ilâhî şükür-nûş kıldık bugün, Mâsivâdan el çekip mest-ebed olduk bugün (Erkânnâme, 110a). Yukarıdaki dörtlük sufi düşüncenin ruhunu aksettirmektedir. Dolayısıyla bu metinlerin tasavvufi içeriği tartışılmazdır. Hatta denebilir ki, Bektaşi klasik kaynaklarındaki itikat ve ibadetle ilgili bilgiler, tasavvufi içerikli bilgilerle kıyaslandığında oldukça cılız kalmaktadır. Bu tür eserler, diğer Alevi-Bektaşi metinleri gibi insicamlı bir teolojiyi sürdüren mezhebi eserler olmaktan çok tasavvufi/mistik nitelikli eserlerdir (Kutlu, 2006: 31). Bektaşi anlayışı, Kur’an’ın ifadesi ile “sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Şüphesiz ki namaz kötülüklerden ve hayasızlıktan alıkoyar” ilkesinin hayatın her alanına nüfuz etmesini öngörmüştür. Kur’an-ı Kerîm’de Rad Suresi 27. Ayet-i Kerime'deki “de ki: ‘Doğrusu Allah dileyeni saptırır ve Kendisine yöneleni (İnâbe) doğru yola eriştirir.” Buyruğunu Bektaşi Dedebabaları ve Halifebabaları, İslam’ın tebliğinde korku yerine aşk ve Allah’a yaklaşmayı esas almak anlamını vermişlerdir. Çünkü Bektaşilikte diğer esma tarîkatlarında rastlanan seyr-i sülûk, ezkar ve evrad gibi temel unsurlar yerine bunları da içeren Tercümanlar ve Gülbanklar vardır. Yani 142 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bektâşîlikte Allah’a belli bir zikir ve evradla değil, ancak aşk, inâbe ve ikrâr ile ulaşılır (Fığlalı, 1996: 216). Hacı Bektaş-i Veli’nin yolu, Sünnet-i Nebevînin değer yargılarından birisi ve hayatı kuşatıcı olan “Bizi aldatan bizden değildir” (Müslim, 1981: İman, 43) hadis-i şerifini düstur edinmiş bir gelenek olagelmiştir. Bu sayede Bektâşîlik yalnız Anadolu ve Rumeli’de değil Balkan ülkelerinde de etkin bir nüfûza sahip olmuş ve bu bölgenin İslamlaşmasında önemli bir rol oynamıştır (Barkan, 1942: 253; Faroqhi, 2003: 191; Karamustafa, 1999: 62). 2. Dört Kapı Kırk Makam Bektâşîlik erkanının temelini genel anlamda “Dört Kapı Kırk Makam” ilkesi oluşturur (Ahmet Rıfat Efendi, 1293/1876:207). Tarikatın alt yapısını tarikatın piri Hacı Bektaş-ı Veli oluşturmuştur. Onun “Dört Kapı Kırk Makam” adıyla oluşturduğu bu sistem tarîkatın seyr-i sülûk’udur (Özcan, 2001: 40). Hacı Bektaş-ı Veli, Makalat’ta Kur’an ve Sünnet yanında genel sufi düşüncenin temel ilkelerine de vurgu yaparken, bu ilkelerin ortaya koyduğu olgulardan hareketle özgün bir anlayış ortaya koymakta ve bunları kendi düşüncesi etrafında sistematize edip, “dört kapı kırk makam” örgüsü içinde sunmaktadır (Gündoğdu, 2007:162). Bu seyr-i sülük, âdetâ Kur’an ve Sünnetten damıtılarak Müslüman Türk topluluklarının anlayış kapasitesine uygun bir şekle sokulmuştur. Buna göre: Şeriât kapısında İslam dininin temel ilkeleri öğretilir. Bu kapı, bir yasa niteliğinde olup genel düzeni sağlamanın yollarını bildirir. Tarîkat kapısında Bektaşiliğe girme yolları bir mürşide bağlanma kuralı öğretilir. Marifet kapısında bütün varlıkların sırlarına vakıf olunur. Hakikat kapısında ise insan, Çalap Tanrı’ya ulaşarak varlığın sırrına erer. Bu dört kapının her birinde, onar tane olmak üzere kırk makam bulunmaktadır. Bu makamlarda Bektaşiliğin hayat tarzını düzenleyen onu toplumda yararlı bir şekilde yaşamaya teşvik eden bölümler bulunmaktadır. Bunlar, kulun hem dünya hem de ahiret hayatını düzenleyen kurallar bütünü olup (Özcan, 2002:144). Her biri manevi bir bilinci simgeleyen ruhanî olgunluğun dört aşamasını temsil eder. (Eğri, 2007, 11a-11b). Kaynaklara göre bu dört şeyi, Hacı Bektaş, “Şeri’at şartımdır; Tarikat terkimdir; Ma’rifet derdimdir ve Hakikat merdimdir.” (Erkânnâme: 140a). diyerek tarif etmiştir. Bu dört kapının kimi zaman oldukça farklı ilişkilendirmelere konu olduğu görülür. Mesela bir soru-cevap diyaloğunda, “Ey âşık-ı sâdık kimin oğlusun?” şeklindeki bir soruya; “şerî’atta Adem oğlu, Tarîkatta yol oğlu, Ma’rifette kemal oğlu ve hakîkatta ise yerin ve göğün oğlu” şeklinde cevap verilir (Erkânnâme:133a)1. Bu ____________________________________________________________________ 1 Bir diğer Erkânnâmede bu durum şöyle ifade edilir: “Tarîkat güftede ümm oğul, ey derviş talip 143 Bektaşi Geleneğinde Kur’an ve Sünnet Merkezli Değerler • Prof.Dr. Ömer Faruk TEBER diyalog “Muhammed, Ali’nin oğluyum ve mürîdiyim. Kale aleyhisselâm: “Men teşebbehe bi-kavmin fehüve minhum”2 şeklinde devam etmektedir. 3. Kur’an ve Peygamber Ahlakı ile Ahlaklanmak Ahlâk, isteklerimizde kendimizden dışarı çıkabilmek, çevremize ve bütün insanlığa yararlı olmak çabasıdır. Bektaşilik de karşılıklı dostluk, kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma üzerine kurulmuştur. Bektaşi ahlâkı, kişiyi dünyanın en terbiyeli, edebli, zarif, bütün insanlara karşı gönlü gerçek sevgi dolu insanı hâline getirir (Noyan, 2006: 387-388). Bektaşi geleneği bize er, arif insan, kamil insan, Hakk dostu gibi tabirlerle mükemmel insanın özelliklerini bildirir. Kamil insan prototipinin vasıflarını verirken her şeyden önce gönül dünyasını tamamen arındırmayı öğütler. Bektaşi öğretisi mükemmel insan olma yolunda dış görünüşe hiçbir değer atfetmez, kişiler yalnızca yaratıcı katında sahip olduğu değerle ölçülür. Bu da gönül dünyasının temizliğine, özün temizliğine ve bu özün dış dünyaya yansıması; iç ve dış dünyanın aydınlığı ile belirlenebilir. Aşık kendi benliğinden sıyrılmadıkça Yüce Allah’ın zatına ulaşamaz (Hacı Bektaş-ı Veli, 2004: 9b). Fazıl toplumu oluşturan kamil insan Kur’an-ı Kerim’e dayandırılan ve “Etvar-ı Seb’a” denilen nefsin yedi mertebesini ikmâl etmiş olmalıdır3. Ahlakın dört mertebesi olduğunu dile getiren Bektaşi geleneği bunları da sembolik bir tarzda ifade eder: buna göre birincisi iyiliğe iyilik etmek ki; merkep ahlakıdır. İyiliğe kemlik etmek, yılan ahlakıdır. Kötülüğe kötülük etmek, köpek ahlakıdır. Nihayet kötülüğe iyilik etmek, ahlak-ı hamidedendir. Bu ahlak ile ahlaklanan kişi insan-ı kâmil olur (Kaplan, 2010: 239). Bektaşi Erkânnamelerinin tedkik edilmesi şu gerçeği ortaya çıkarır: Bektaşi ahlakının temelinde insana saygı yatar. İnsan, Allah’ın varlık alemindeki en büyük zuhuru ve tecellisi olarak yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Bu hakikatten hareketle insana saygı, ibadetlerin en büyüğü olmakla kalmaz bizzat ibadetin özünü oluşturur. ____________________________________________________________________ 2 3 144 misin? Şerî’atta kimin oğlusun, hakîkatte kimin oğlusun? HBK. Erkânnâme, No:36, vr.133a, Ey derviş pirin yolunda, üstadında pinhanında nîk. Ey derviş, talip oğlu talibim, galip oğlu galibim. Hakka ğalibim, şerî’atta Adem ata oğluyum. Tarîkatta, yol oğluyum. Ma’rifette kemal oğluyum, hakîkatte yer anam, gök atamdır. Pirimin hulkunda gönül hoşluk ser ne boşluk, karındaşlık.” HBK. Erkânnâme, No:29, Erkânnâme, vr.14a. “Bir kavme benzetmeye çalışan kimse, o kavimdendir” Ebû Dâvud, Sünen, Libas: 5. Nefs-i emmâre, kötüşü, günahı emreden nefis (Yusuf, 53); Zikri: Lâ ilâhe İllallah; Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan nefis (Kıyame, 2), zikri: Allah, Allah; Nefs-i mülhime: ilham ve keşfe mazhar olan nefis (Şems, 7), zikri:Hû; Nefs-i mutmaine: Huzura kavuşmuş tatmin olmuş nefis (Fecir, 27), zikri: el-Hayy; Nefs-i râziyye: razı olan nefis (Fecir, 28), zikri: el-Kayyûm; Nefs-i mardiyye: allah’ın kendisindenr razı olduğu nefis (Fecir, 28), zikri: er-Rahman; Nefs-i Kâmile: kâmil insan, zikri: erRahim. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bu bağlamda Bektaşî geleneğini sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir yer işgal eden Erkânnamelerde, insanların ayıp ve kusurlarının ifşa edilmemesi, iftiradan sakınılması, misafir olunan bir yerde ev sahibinin izni dışında tasarrufta bulunulmaması, bağlı bulunulan yere ihanet edilmemesi ve ahde vefa gösterilmesi gerektiği belirtilmektedir (Erkânnâme, 144b). Dahası kişi yerini ve sınırını bilmeli, onurunu koruyarak edep ve hikmetle söz söylemelidir. Erkânnâmelerde insanın sakınması gereken dört düşmanından bahsedilir. Bunlar ise, sağındaki heva, solundaki nefis, önündeki dünya ve arkasındaki de Şeytan’dır. (Erkânnâme, 8a; Bu hasletler için bkz. MK. Yz. A, 4024/1, Âdâb-ı Bektâşiyân, vr. 6b-9a.). Kişi bunlara karşı tedbirli ve hazırlıklı olmalı ve bunların tuzaklarından kendini korumalıdır. Bektaşi Erkânnâmelerinde yer alan “Ahitname”ler, insana saygı düsturuna dair oldukça net örnekler sunmakta ve bir müridin ahlâkî açıdan hangi sorumlulukları yerine getirmesi gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bunlar bir anlamda davranışların temel ölçütlerini oluşturmaktadır. Buna göre kişi; 1- Kendisine, Hz. Peygamber’e ve Allah’a karşı hoş olmayan sözlerden, Yaratıcıya eksiklik atfeden düşüncelerden sakınmalıdır. 2- Alimler, şeyhler, müfessirler, muhaddisler ve müçtehitler gibi dinî önderler hakkında yalan yanlış konuşmamalı, hata, hile ve riya ile haklarında kötü zanda bulunmamalıdır. 3- Sahabeler, din, kitap ve mezhep sahipleri ile insanların inandıkları kutsal değerler hakkında sövgü, yergi ve kötüleme amaçlı sözlerden kaçınmalı; onlar hakkında ileri geri konuşmamalı, iftira ve bühtanda bulunmamalıdır (Erkânnâme, 192b; Ahmed Rıfat: 1876: 301- 302). 4- Etrafındaki insanları küçük görmek, cehaletle suçlamak, tekfir etmek, kötülemek, onlara sert çıkmak, kusurlarını ortaya dökmek, haklarında yalan konuşmak, ta’n ve lanet etmek gibi kötü davranışları terk etmelidir. 5- İnsanları azarlamak ve onlara sert çıkmak yerine onlara güzel davranmalı; rezil etmek, cehalatlerini yüzüne vurmak ve utandırmak yerine gerekli nasihatlarla güzelce uyarmalıdır. 6- İnsanları tahkir etmemeli taltifte bulunmalı; eziyet etmek, üzmek ve kederlendirmek yerine sevindirmeli; haklarında hüsn-ü zan beslemeli, söz ve davranışları iyiye yormalı ve yorumlamalıdır. 7- Tekfir etmekten kaçınmalı, kötü söz söylemek ve kusurları ortaya dökmek yerine hayır duada bulunulmalıdır. 145 Bektaşi Geleneğinde Kur’an ve Sünnet Merkezli Değerler • Prof.Dr. Ömer Faruk TEBER 8- Kendini büyük görmek yerine tevazu göstermeli ve tenezzül etmeli; öfke ve kızgınlık yerine sabır ve toleranslı olmalı; herkese ayırmaksızın iyilikle muamelede bulunmalı; kötülemek yerine övgüyle karşılık vermeli, zor kullanmak ve zorlamak yerine ricada bulunmalıdır (Erkânnâme: 192a - 195b). 9- Her durumda hilm ve sükûnet sahibi, malında cömert, sözünde güvenilir ve dürüst, güler yüzlü, kerâmet sahibi, inancı sağlam, görüşünde temkinli, tatlı sözlü, adil, itidal ve her halükarda iyi hal üzere olmalıdır (Erkânnâme No:36: 192b -192a; Ahmet Rıfat, 1896:301 -302). 10- İbadetleri de riya ve gösterişsiz bir şekilde yapmalı, içinde bulunduğu toplulukta kazanacağı mevki ve statüyü tümüyle güzel ahlâk zeminine oturtmalıdır. 11- Herhangi bir kişiye karşı zulm ve ezada bulunmamalı, onu sıkıntıya düşürmemeli, beddua, haset ve iftiraya başvurmamalıdır. Fitne ve fesada sebebiyet vermek, emanete hıyanet etmek, ulü’l-emre itaat etmemek, ana-babaya muhalefet etmek, dini terk etmek, fakirlere ve düşkünlere hakaret etmek, gelenek ve göreneklere mugayir davranmak, güvenliği ihlal etmek, insanların mallarını çalmak, kibir göstermek ve böbürlenmek, rüşvet almak, cimrilik ve çekememezlik etmek, öfke ve hiddete başvurmak, yalan ve inat ile karşı koymak gibi davranışlar, Bektaşilik mensubu bir kimsenin mutlak sûrette terk etmesi gereken davranışlardır. Erkânnâme’de bu konu güzel ve ahenkli bir ifadeyle şöyle dile getirilir: “...kendinden büyük olana hizmet ve hürmet ve küçük olana riâyet ve izzet etmelidir, daima doğru harekette bulunup, yoldan sapmamalıdır. Ve hakkı Hak, bâtılı bâtıl bilmektir. Ve herkesi öz kendi vücudu gibi bilmelidir ve öylece sevmelidir. Zira sairin vücudun bir ‘azadır. Bir aza ile tekmil şahıs olmaz. Ve bir kanat ile kuş uçmaz. Kâffe-i nâssı aynı sever isen tekmil aza olursun eğer sevmez isen noksan aza kalıp bir kanatlı kuş gibi havadan düşerek dikenlerde kendini bin meşakkatte görürsün. İmdi vücudun nasıl acırsın, acımalı. El-hasıl kimseye azap ve meşakkat ve ukubet rencide etmemelidir. Ve gönül kırmamalıdır. Zira gönül beytü’llahtır. Hak evini yıkmış olursun. Ve kerâmet satmamalıdır”. (Bk. HBK. Erkânnâme, No:29, vr.20ab). Bektaşi geleneğinde dinî yükümlülüklere yer verilmiş, bundan daha fazlası ise evrensel ahlaki değerlere atfedilmiştir. Bu yükümlülükler dini olduğu kadar kalbîvicdânî sorumluluğu da gerektiren ahlâkî vecibelerdir. Buna göre kişi zina, haram ve yasak olan şeylerden özellikle kaçınmalıdır. Oruç, namaz, hac ve zekât gibi temel ibâdetleri yerine getirmeli ve ilahî emirlere sımsıkı sarılmalıdır. Bu kapsamda da Hz. Peygamber’in sünnetinin sıkı bir takipçisi olmalı ve onun sünnetine muhalif her şeyi terk etmelidir. Çünkü İslam dininin tüm emirleri insanı gerçek manada bir kamil insan yapmayı hedeflemiştir. 146 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sonuç Bektaşi geleneği fakr, kanaat ve sabır gibi ahlâk-ı hamîdeyi muttasıf Kur’an ve Sünnete dayalı bir değerler manzumesidir. Bu değerler sistemi günü kurtaran, işlevsel doğrular değil evrensel ve uhrevî kurtuluşu esas alan değerler sistemidir. Bu sistemi şu Bektâşî sembolizmi çok güzel ifade etmektedir: İstivası, ulvî olmaktır. Kalbi ve kıblesi Pir olup sufli alemden ulvi aleme (aşağıdan yukarıya) tebdil olmaktır. İsmi, düşmektir. Pişvası (önü), mehirdir. Şerhi on iki imamdır. Dirisi, başa giymektir. Farzı, muhabbetti, erenler sohbetidir. Sünneti, hizmet etmektir. Ölüsü, başa giymeyip kenara koymaktır. Aslı, Yüce Allah’a istiğfardır. Kaidesi bağlanmaktır. Noktası, sırr-ı hakikattir. Kenarı iki cihana hükmetmektir. Lengeri, saliklerin birbirleriyle ünsiyeti ve yaratılmıştan kesilmektir. İmanı, hakikat menzilidir. Kelimesi, tekbirdir. Guslü, halktan kesilmektir. Kilidi, müşkül halletmektir. Canı, erenlerin hizmetinde kabul olmak ve başta görünmektir. Hayatı, halktan ayrılmak ve pak tutup dirlik ile giymektir. Ölümü, halk ile dirilmektir. Aslı, istiğfar ve dünyayı terktir. Fer’i, cahillerden ve kadınlardan münafıklardan kaçar gibi uzak durmaktır. Bektaşilik Anadolu ve Rumili coğrafyasından Afrika kıtasına kadar yayılmış olduğu bölgelerde toplumun iman anlayışında taassuba meydan bırakmayan hür bir vicdan dünyası uyandırmıştır. Bektaşilik, meclis ve ayinlerinde ileri ve olgun bir hümanizm zihniyeti yaratarak halk arasında Allah korkusu ve cehennem azabı tehdidi yerine Muhabbetullahı, Habibullah aşkını; din büyükleri ve evliyaya hürmeti yaymaya gayret göstermiştir. Her türlü katı taassuba karşı koyarak fıkhın şekle önem veren ağır koşullarını insanlara dayatmamış; Kelâmın tartışmalı konularında cedelden uzak kalarak kalp ve gönül birliği ile ümmetin vahdetine çalışmıştır. Pek çok tasavvufi hareket gibi her şeyi mükaşefe, vecd ve ruhî zevke indirgemeyip akıl ve dini buluşturmuştur. Bu sayede de birey ve toplum zihninde İslam ahlakının yüksek değerlerini yerleştirerek gelenekten aldığı mirası sonraki nesillere en saf bir şekilde aktarma çabasıyla faziletli ve erdemli bir toplum inşa etmiştir. KAYNAKÇA Ahmed Rıfkı (1325/1907). Bektaşi Sırrı. (I. Cilt). Dersaâdet/İstanbul: Bekir Efendi Matbaası. Ahmed Rıfkı, (1328/1910). Bektâşî Sırrı. (II. Cilt). Dersaâdet/İstanbul: Karabet Matbaası. Ahmet Rifat Efendi. (1293/1876). Mir’âtü’l-Makâsıd fî Def ’i’l-Mefâsid. İstanbul: İbrahime Efendi Matbaası. 147 Bektaşi Geleneğinde Kur’an ve Sünnet Merkezli Değerler • Prof.Dr. Ömer Faruk TEBER Barkan, Ö. L. (1942). “İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”. Vakıflar Dergisi, II, Ankara: Başbakanlık Vakıflar Gen. Müd. Cebecioğlu, E. (1997). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara: Rehber Yay. Dalkıran, S. (2007). “Hacı Bektâş Velî’nin Önde Gelen Halifelerinden Hacım Sultân ve Velâyetnâmesi”. 2. Uluslar arası Türk Kültür Evreninde Alevilik ve Bektâşîlik Bilgi Şöleni, Bildiri Kitabı, Ed. Filiz Kılıç Tuncay Bülbül, Ankara: Gazi Ü. Hacı Bektaş Araştırma Merkezi Yay. Ebû Dâvud, (trz). Sünen, (Tahk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid). Beyrut: Dâru’l-Fikr Yay. Eğri, O. (Hazırlayan) (2007). Kitâb-ı Cabbâr Kulu, Alevî-Bektâşî Klasikleri. Ankara: TDV. Yay. Fığlalı, Ethem R. (1996). Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik. Ankara: Selçuk Yay. Gölpınarlı, A. (1963). Mevlevî Âdâb ve Erkânı. İstanbul: İnkılap Kitapevi Yay. Gümüşoğlu, D., Yıldırım, R. (2006). Bektâşî Erkânnâmesi -1313 Tarihli Bir Erkânnâme Metni- İstanbul: Horasan Yay. Gündoğdu, C. (2007). Hacı Bektâş-ı Velî, Öğretisi ve Takipçileri Hakkında Metodik Yeni Bir Yaklaşım. Ankara: Aktif Yay. Güzel, A. (1999). Abdal Musa Velâyetnâmesi. Ankara: T.T.K. Yay. Hacı Bektâş Velî (1996). Makālât. Haz. Esad Coşan. Sad. Hüseyin Özbay, Ankara: Kültür Bak. Yay. Hacı Bektâş-ı Velî (2004). Makālât-ı Gaybiyye ve Kelimât-ı ‘Ayniyye. Ankara: Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yay. Hacıbektaş İlçe Halk Kütüphanesi, Yazma Eserler Bölümü, Erkânnâme, No:36. Hacıbektaş İlçe Halk Kütüphanesi, Yazma Eserler Bölümü, Erkânnâme, No:29. Hamidullah, M. (1997). İntroduction to İslâm. Ankara: T.D.V. Yay. Kaplan, D. (2010). Yazılı Kaynaklarına Göre Alevîlik. Ankara: T.D.V. Yay. Kutlu, S. (2000). Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri. Ankara: T.D.V. Yay. Kutlu, S. (2006). Alevîlik-Bekaşîlik Yazıları, Alevîliğin Yazılı kaynakları Buyruk, Tezkire-i Şeyh Safî. Ankara: Ankara Okulu Yay. 148 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Muslim (1981). Sahih-i Müslim. İstanbul: Çağrı Yay. Noyan, B. D. (2006). Bütün Yönleriyle Bektâşîlik ve Alevîlik, Bektâşîlik ve Bektâşîlik Ahlâkı. Haz. Şakir Keçeli, c.VII, Ankara: Ardıç Yay. Onat, H. (1997). “Hacı Bektaş Velî’nin Din Anlayışındaki Evrensel Boyut ve Bazı Düşünceler”. HBVAD, Kadri Erdoğan Hacı Bektaş Veli Armağanı, Ankara: Gazi Ü. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi. Özcan, H. (2001). “Bektâşî Adab ve Erkanı”. HBVAD, sy. 19, s. 39. Ankara: Gazi Üni. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi. Özcan, H. (2002). “Bektâşîliğin Sosyo-Kültürel Çevresi”. HBVAD, yıl: 8, 22, Ankara: Gazi Üni. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Teber, Ö. F. (2008). Bektâşî Erkânnâmelerinde Mezhebi Unsurlar. Ankara: Aktif Yay. Teber, Ö. F. (2013). Balkânlar’da Bâbâgân Koluna Ait Bir XIX. Yüzyıl Bektâşî Erkânnâmesi. Ankara: İlahiyat Yay. 149 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın Yorumlayıcı ve Çözümleyici Okuma Yöntemiyle Analizi Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Eğitim Fakültesi Giriş Edebiyat dersinde kullanılan metinler, amaçları gerçekleştirmek için birer araçtır (Aytaş, 2006). Metin tahlili, metindeki anlamı bilinmeyen kelimelerin açıklanması, dil ve anlatım özelliklerinin ortaya konması demek değildir. Metin manzum bir parçaysa onun nesre çevrilmesi, manzumede ritmi sağlayan vezin ve kafiyelerin belirlenmesi, nazım şekli, nazım birimi ve edebî sanatlarının tespit edilmesi demek de değildir. Metin tahlilindeki amaç metnin tür, yapı, dil ve üslup özellikleri ile metnin doğduğu çevre ve sanatkârın amacı gibi unsurların bütüncül bir anlayışla ele alınmasıdır. Sesli, sessiz, eleştirel, göz atarak, özetleyerek, not alarak, soru sorarak, paylaşarak, işaretleyerek, tahmin ederek vb. okuma tür ve teknikleri (Program, 2005) yanında yorumlayıcı ve çözümleyici okuma yöntemi de metin incelemelerinde başvurulacak usullerden biridir. Dil ve anlatım etkinliklerinde metnin özelliğine ve okuyucunun amacına göre bu yöntemlerden birine başvurulabilir. Yorumlayıcı ve çözümleyici okuma yönteminin amacı, öğrencilere okudukları metin hakkında soru sorma alışkanlığı kazandırarak onların konuyla ilgili düşünmelerini ve kendi doğrularını bulmalarını; konuyu olumlu ve olumsuz yanlarıyla ve tarafsız bir bakış açısıyla değerlendirmelerini; metnin okura iletmek istediği mesajı bulmalarını sağlamaktır. Edebiyat eğitiminde unutulmaya mahkûm kuru bilgilerle öğrencilerin kafasını doldurmak yerine, eğitime öncelik verilmeli; estetik yaklaşım içinde ve metin çözümlemeleri aracılığıyla değerler eğitimi gerçekleştirilmelidir. Edebiyat eğitiminde, genç beyin ve ruhların estetik duygu ve duyarlılıklarının ortaya çıkarılması, geliştirilip zenginleştirilmesi; yine onlara estetik çerçeve içinde millî ve evrensel değerlerin tanıtılması, dilin incelik ve zenginliklerinin fark ettirilmesi amaçlanmalıdır (Çetişli, 2009). Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP Edebiyat incelemesinde metne bağlı kuramlardan, yani eserin kendisini esas alan kuramlardan biri yorumlamacılık (hermeneutik), giderek inceleyicinin, okuyucunun bu süreçteki payını fark etmeye başlamıştır. Yorumlamada alımlamanın, izlenimin önemi üzerinde durulurken alımlamada odaklanan bir kuram oluşur (Aytaç, 2003). Alımlama kavramı, Einstein’ın İzafiyet Teorisini çağrıştırmaktadır. Einstein, bu teoriye göre zaman kavramının herkes tarafından farklı farklı algılandığını ifade etmektedir. Einstein’a göre Güzel bir kızla yürüyüşe çıkmış birinin geçirdiği bir saatlik sürenin algılanması ile hastane odasında geçirilen bir saatlik sürenin algılanması ya da alımlanması aynı değildir. Bireylerin/okurun içinde bulunduğu durum geçmiş yaşantıları onların olay ve olguları yorumlamasını da farklılaştıracaktır. (Türkyılmaz, Can, Karadeniz, 2010). Bir metin hakkında sağlam ve nesnel bir fikir edinebilmek için metnin yöntemli olarak okunması gerekir. Yorumlayıcı okuma, sadece metnin içeriğinin tespit edildiği basit bir okuma değildir. Yorumlayıcı okuma, metnin özgün yönlerini araştıran, yazarın amaçlarına hangi yollarla ulaştığını sorgulayan bir okumadır. Yorumlayıcı okuma, bir keşif okumasıdır. Böyle bir okumanın ve bu okuma sonucunda yapılacak tespitlerin amacı, okunan edebî bir metnin özelliklerini keşfetmektir. Göktürk “Kurmaca Kavramı” başlıklı bölümde “Kurmaca metnin sunduğu anlam, metindışı gerçek deneyler dünyasının somut anlamlarıyla örtüşmez” der. Öyleyse kurmaca metnin göndergesi nasıl bulunacaktır? Bazı metinler, kurmaca olmalarına rağmen gerçek olguları yansıtma savındadır. Öte yandan, kurmaca metin kavramı, kimi geleneksel yazın türlerini kapsamı dışında bırakabilir, örneğin “fabl” türünü. Çünkü “fabl”ın göndergesi kıssadan hisse olarak bellidir. Kurmaca metin kavramı, yazın öğretimi açısından çok önemlidir. Bu sayede kişi bir romanın tarih kitabı, tarih kitabının da bir roman gibi okunamayacağını öğrenir. İkisi arasındaki farkı bilir (Yılmaz, 2012). Iser’e göre bir edebiyat eserinin anlamı metnin içinde hazır bir şekilde bulunmaz, metindeki bazı ipuçlarına göre okur tarafından okuma süresinde yavaş yavaş kurulur. … Alımlama estetiğine göre anlam, sanıldığı gibi, metinde oluşmuş ve bütünleşmiş bir şekilde yatmaz, yalnızca gücül halde vardır ve ancak okur tarafından alımlandığı süreç içinde somutlaşır ve bütünleşir. Öyleyse iki kutbu vardır bir yazınsal metnin: yazarın yarattığı metin ve okurun yaptığı somutlama. Bunlardan birincisine artistik, ikincisine estetik uç deniyor ve bu iki uç olmadan eser meydana gelmiş sayılmıyor. Başka şekilde söylersek, esere bir nesne gibi değil, bir olay gibi bakılıyor metinle okur arasındaki alışverişten doğan bir olay (Moran, 2008). … Metinlerin seçiminde dikkat edilmeli ve metinler, öğrencilerde sezgiyi kuvvetlendirecek; eleştirel ve yaratıcı düşünmeyi geliştirecek boşluklar (leerstellen) içermeli, aynı zamanda metinler, örtük (implizit) anlamlar içermelidir. Peki, niye böyle yapılmalıdır? Çünkü alımlama estetiğine göre her sanat yapıtı arka planına, bu 152 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI alanlardaki karanlık odalara açılan kapıların anahtarını kendi cebinde taşır; her birinin birçok kapısı, birçok anahtarı olabilir. Bu yapıtları çözümlediğini düşünen bir tüketici kendini önemli sayacaktır, kendini üreten biri olarak görmeye başlayacak, yüreklenecek, sanata ilgisi artacaktır (Özbek, 2005). Göktürk özetle “Yazınsal metni yazınsal yapan, biçimsel ya da yüzeydeki anlambilimsel özellikleri değil, ilettiği anlamlarla, sunduğu dünyanın niteliğidir.” der (Göktürk, 2001). Bilim bize genel kanunlar sunar, ama sanat (gerçek sanat) tikel kişilerde ve somut bir olayda, genel olanı yansıtır. Bundan ötürü felsefenin ve sosyolojinin yaptığı işi başka bir yoldan yapar sanat. Sanatla bilginin ilişkisi üzerindeki görüşü ile anlatımcı kuram işe yarar şeyler söylüyor mu? Şu bakımdan evet: geleneksel görüş, sanatın görevi konusunda eğlendirici ve yararlı (dulce-et-utile) formülünü kullanıyordu. Sanat eseri şekerle örtülmüş bir hap gibi idi, yararlı (eğitici vb.) yönü tatlı bir şeyle örterek okuyucuya veriyordu. Ne ki bu tatmin edici bir görüş değil, çünkü eserdeki fikir (doktrin) ile estetik yön birbirine kaynamış olmuyor, sadece eklenmiş oluyor. İlaç, ilaç olarak kalıyor, şeker de şeker olarak. Gerçek bir sanat eserinde bunların daha ayrılmaz bir şekilde kaynaşmış olması gerekir. İlaçla şeker birleşip başka bir madde getirmeli meydana. İşte anlatımcılığın yaptığı bu. Fikir artı estetik değer yerine, bunların bir arada eritildiğini görüyoruz. Fikir (doktrin) sanatçıda yaşantıya dönüşüyor ve dile çevriliyor (Moran, 1960). Yorumlayıcı okuma tespitleri, okuma işi sonunda ulaşılan iki yahut üç temel fikre dayanarak yapılır, bu fikirler geliştirilir, sonra da ispatlanır, metinden alınan örneklerle açıklanır. Temel bir fikre, yani metinle ilgili bir yahut birkaç yeni ve özgün teze varılmadan yapılan okuma, “yorumlayıcı” olarak nitelenemez. Bir okuma eylemi sonunda mutlaka bir yahut birkaç temel fikre, temel görüşe, teze ulaşmak gerekir. Metin hakkında belli bir fikir edinmeden yapılan bir okuma, boş bir okumadır (Filizok, Tarihsiz belge). Yorumlayıcı okuma türü öğrenciye metindeki orijinal düşünceleri bulma imkânı sağlar. Bu okuma türünün aşamaları: Öğrenci; metin, yazar, devir vb. ile ilgili gerekli bilgileri toplar, metni dikkatle okur. İlk izlenimlerini tespit eder. Yahut incelenecek parça kısaysa metni adım adım izleyerek gözlem ve yorumlarını listeleme yöntemiyle kaydeder. Bu gözlemlerini yaparken ve metin parçalarını yorumlarken daha önce öğrendiği edebî bilgilerden ve metin inceleme yöntemlerinin tümünden yararlanır. Böylece bilgiler, depoya atılan eski eşyalar olmaktan kurtulur, kullanılan, kullanıldıkça parlayan aletler olur. Düşünen bir insan olarak kendi özgür iradesine göre metne bazı sorular yöneltir ve bu soruların cevaplarını yine metne dayanarak verir. Metinle ilgili bir yahut birkaç hipotez geliştirir. Böylece metinle ilgi bir yahut birkaç tez geliştirir ve yine metne dayanarak bu tezlerin doğru yahut yanlış olduğunu gözler önüne serer. Yorumlama okuması sonunda yazılan yazılar birer ispatlama metnidir (Filizok, Tarihsiz belge). 153 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP Çağdaş öğretim anlayışına baktığımızda öğrencinin eğitim-öğretim faaliyetlerinin merkezine oturtulduğunu görmekteyiz. Pasif hâlden sıyrılarak etkin bir özneye çevrilen öğrenci, düşünme sürecinde kendine tanınan hürriyetle günümüzde yeniden tanımlanır olmuştur. Edebiyatta okur algısının bu doğrultuya paralel fikirleri dikkate şayandır (Kırbaşoglu Kılıç ve Bayram, 2014). Moran (2008), “Modernist edebiyat okuru edilgen durumdan çıkararak, karakter, olay, zaman ya da mekân ile ilgili karanlık bırakılmış birçok noktayı çözmeye davet eder.” derken yeni okurun niteliğine vurgu yapar. Yorumlayıcı yahut analitik bir okuma yaparken metnin orijinalliği ve hususiyetleri şu başlıklar altında sorgulanabilir: • Konunun orijinalliği araştırılır (fikirler, şahıslar, durumlar…). • Yazarın amacı, niyeti araştırılır. Yazarın amacı nedir? Düşündürmek mi, güldürmek mi, bir mesaj vermek mi, bilinçlendirmek mi, heyecanlandırmak mı, harekete getirmek mi, hüzünlendirmek mi, coşturmak mı? • Yazarın amacına ulaşmak için başvurduğu araçlar araştırılır: Edebî tür, üslup özellikleri, metin tipi ve türleri… • Yazarın okuyucu üzerinde oluşturduğu etkiler, okuyucunun tepkileri araştırılır (Filizok). Çalışmanın Önemi Günümüz bilim hayatında mit ve masal incelemeleri, çocukların ve gençlerin zihin ve ruh gelişimi için temel araçlardan birisi haline gelmiştir. Çağdaş pedagoji, mit ve masalların yeni neslin dünyayı ve gerçekleri (realite) doğru yorumlamasına, doğayı ve insanı gerçekliği içinde kavramasına, bilimsel düşünceye ve yaratıcılığa hazırlanmasına imkan verdiği kısaca onların düşünce ve ruh gelişimlerine katkı sağladığı görüşünde birleşmektedir (Akdeniz, 2007). Çeşitli özellikleriyle büyük küçük herkesin ilgisini çeken masalların, insanın ve toplumun anlaşılmasını sağlamada önemli bir rolü vardır. Şöyle ki masal anlatıcısı, günümüz hikâye ve romanında olduğu gibi, masalın kişilerini bir düşünce ve duygu kalıbı olmaktan çıkararak, belirli bir zamana ve yere bağlı olmasa da, az çok kültür birliği oluşturmuş bir ülke üzerinde yaşayan, bir “dünya görüşü”ne sahip insan tiplerini yansıtır (Çıblak, 2005). Dil ve edebiyat dersleri diğer hedeflerini gerçekleştirme yanında değerler eğitimi alanında da işlevseldir. Edebiyat bu önemli işlev ve sorumluluğunu büyük ölçüde edebi metinler aracılığıyla yerine getirmektedir. Edebiyat okuyucunun bir taraftan estetik haz ve zevk eğitimi ihtiyacını karşılarken öte yandan gönül ve zihin dünyasını da beslemelidir. Namık Kemal’e göre: “Ahlâk-ı Alâi”den terbiye görmek, hapiste ıslâh-ı nefs etmeğe; Telemak gibi hikâyelerden bir şey istifâde etmek ise, muntazam bahçede ders okumaya benzer (Bilgegil, 1989). 154 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Edebiyat aracılığıyla okuyucu ve özellikle öğrencilere kazandırılacak değerlerden biri de kanaattir. Kanaat, çalışmayıp yan gelip yamak, tesadüfen önüne çıkanı kullanmak, başka bir şey aramamak demek değildir. Kanaat, gösterdiği çaba ve alın teri karşılığı kazanılana razı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demektir. Başkasının daha çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, belki onun gibi çok çalışmak demektir. Kanaat iktisadın kararını bilmek, eldeki ile yetinmek, hacetin dışındaki şeylere göz dikmemek, az mala sahipken korkmamak, çok mal içinde yaşarken şımarmamaktır (Selvi, 2011). Kanaat, böylece iyi ahlakın kaynağı olduğu gibi, insana mahrumiyetler içinde kaldığı zaman saadet temin eden sarsılmaz bir kale gibidir. Sahip olunan az bir miktarla mutlu olmayı becerebilmektir. Umduğunu değil bulduğunu yemek hem bir beceri hem de erdemdir. Aza kanaat eden toktur, çünkü az hiçten çoktur. Kanaat, hiçbir zaman tembellik, miskinlik ve fakirlik içinde yaşamak değildir. İktisat ve elindekiyle yetinmedir. Göz tokluğu ve israftan kaçınmadır. Kanâat, çalışmayıp, sâdece eline geçeni kullanmak, tembel oturup, başka bir şey aramamak değildir. Aksine hırslı hareketlerden kaçınıp, gönül huzuru ile yaşamaktır. …Kanaat boşluğu doldurur, eksikliği örter. Planlı ve tedbirli hareket etme, azı çoğaltır. Âdemoğlu için Allah’a güvenip dayanmaktan daha yararlı bir şey yoktur. Kutadgu Bilig dört ana prensip temelinde yazılmıştır. Birincisi devleti doğru yönetmek için adil kanunların olması gereklidir. Yazar adaletin sembolü olarak Gündoğdu Hükümdarı gösterir. İkincisi baht ve refah, yani ülkeye kut gelmesi isteğidir. Baht ve refah meselesi destanda hükümdarın veziri Aydoldu sembolü ile ifade ediliyor. Üçüncüsü akıl ve ferasetin önemini anlatmaktır. Akıl ve ferasetin toplumdaki rolü hükümdarın oğlu Öğdülmüş’ün şahsında dile getiriliyor. Dördüncüsü kanaat ve insaf meselesine vurgu yapmaktır. Bu mesele destanda vezirin akrabası, derviş Odgurmuş’un aracılığıyla ele alınıyor: Yine bu kitabın içindekileri söyler; bunu şu dört iyi temel üzerine kurar. Bunlardan biri adalet olup doğruluk üzerinedir; ikincisi devlet olup mutluluk ve ikbal demektir. Üçüncüsü akıl olup ululuk ifade eder; dördüncüsüyse kanaat ve afiyettir. Kutadgu Bilig’de yer alan tiplerden birisi de Odgurmış’tur. Odgurmış, (Zahit), kelime anlamı itibariyle, gerçeği anlamış, uyanmış kişi demektir; kanaati, başka bir anlatıma göre, akıbeti temsil eder. Bu durum, manevi bir müeyyideyi de çağrıştırmaktadır (Demirel, 2014). Yusuf Has Hacib kanâate Odgurmış adını verir ve buna da vezirin akrabası der. Bir insan bütün dünyaya tamamen sahip olsa bile, sonunda dünya kalır; onun kısmetine ancak iki top bez düşer. Çok mal aç gözlüyü doyurmaz. Ecel gelince pişman olur, fakat artık işini yoluna koyamaz. 155 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP Yunus Emre Divanında aşağıdaki mısralar, kanaatin önemi vurgulamaktadır (Gölpınarlı, 1991): Nasîhat kandilinden bir işâret göründü / Tenim içinde canım andan yana süründü Nefsimin ejderhâsı döndü bana haml’etti / Kanâat hay demezse yeri göğü yer imdi Kanâatı yâr edin uyma nefs dileğine / Eresin hakîkate yerin buldun dur imdi Kanâat dediğini eğer sen tutmaz isen / Nefsine uyar isen ser-gerdan ol yor imdi Yunus Hak tecellîsin şiir dilinden söyler / Canda gevher var ise Hak’tan yana yür’imdi Çalışmanın Amacı Bu çalışmada “elimizdekilerle yetinme ve sahip olduklarımızla mutlu olma” farkındalığını sağlamak için fabl türündeki bir metnin nasıl işe koşulabileceğini örneklemek amaçlanmıştır. Bu amaçla “yorumlayıcı ve çözümleyici okuma” yöntemiyle fabl türündeki Balıkçıl başlıklı metin ele alınmıştır. Yöntem Bu çalışma nitel bir araştırma olup veriler betimsel analize tabi tutulmuştur. Çalışma grubu Araştırmanın çalışma grubu, Ağrı 75. Yıl Ortaokulu 3. sınıf öğrencilerinden random usulüyle seçilmiş 19 öğrenciden oluşmaktadır. Veri Toplama Aracı Veri toplama aracı, yorumlayıcı okuma ve çözümleyici okuma yöntemi anlayışına uygun olarak hazırlanmış on beş (15) açık uçlu soru ve fabl türündeki Balıkçıl isimli metindir. Araştırmaya veri toplayabilmek için söz konusu on dokuz (19) öğrenciye Balıkçıl metni ile ilgili on beş (15) açık uçlu soru sorulmuş; alınan cevaplar betimsel analize tabi tutulmuştur. Öğrencilere veri elde etmek amacıyla metinle ilgili yöneltilen sorular şunlardır: 1. Metnin türü ve tipi nedir? La Fontaıne bu tür ve tipin kurallarına uymuş mudur? Nasıl? 2. Metnin tonu nedir? Lirik mi, komik mi, trajik mi? Hangisi veya hangileri? 3. La Fontone’nin konuyu alegorik (temsili) olarak anlatmasının sebepleri neler olabilir? Sanatkâr doğrudan anlatımı niçin tercih etmemiş olabilir? 4. Metindeki anlatıcı hangi tip anlatıcıdır? (İlâhî Bakış Açısı, Gözlemci Anlatıcının Bakış Açısı, Çoğulcu Bakış Açısı ve Anlatıcıları: …) Hangi tip bakış açısı kullanılmıştır? 156 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 5. Metin ahenkli midir? Ahenk varsa, bu nasıl sağlanmıştır? Metindeki ritim değişikliklerinin sebebi nedir? 6. Metindeki şahıs kadrosu kimlerden/nelerden oluşmuştur? 7. Metinde hangi sanatlar kullanılmıştır? Kısaca açıklayınız. 8. Metnin yazarı La Fontaıne’in amacı nedir? Yazar düşündürmek mi, ikna etmek mi, bilgi vermek mi, okuyucuyu harekete geçirmek mi istiyor? Yahut duygulandırmak mı, etkilemek mi, coşturmak mı istiyor? Hangisi veya hangileri? 9. La Fontaıne amacına ulaşıp ulaşamadığı konusunda ne düşünüyorsunuz? 10. Balıkçıl başlıklı metindeki mekân tasviri sanatkârın amacını gerçekleştirmeye elverişli midir? Nasıl? 11. Siz, La Fontone’nin yerinde olsaydınız aynı amacı başka hangi anlatım tarzıyla gerçekleştirirdiniz? 12. Fabldaki ana kahraman Balıkçıl’ın kendi kendine yaptığı iç konuşma La Fontone’nin amacına hizmet ediyor mu? Nasıl? 13. Balıkçıl nasıl bir karakteri sembolize ediyor? 14. Balıkçıl başlıklı metindeki diğer kahramanlar insanlık âleminde hangi karakterleri temsil ediyor? 15. Size göre metinden çıkarılacak ders nedir? İşlem Akış Süreci Metin sesli okunduktan ve kısaca metnin ana düşüncesi üzerinde grupça durulduktan sonra, bir kez de öğrencilerden metni sessiz ve eleştirel bir yaklaşımla okumaları, önemli noktaları not almaları ve zihinlerinde oluşan sorulara cevap aramaları; duygu, düşünce ve olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kurmaya çalışmaları istenmiştir. Kişisel deneyimlerinden hareketle okuduklarını anlamlandırmaları ve her birine yazılı olarak verilen soruları ayrı ayrı cevaplandırmaları istenmiştir. Öğrencilerden alınan cevaplar betimsel analize tabi tutulmuştur. Öğrenci anlatımlarından seçilen alıntılar, ilgili tabloların altında sunulmuştur. Ancak seçilen alıntılar öğrencilerin açık kimlikleri yerine kullanılan harflerle gösterilmiştir. Bu harflerin temsil ettiği öğrenciler tema ve alt temalarda aynı veya farklı kimliği karşılıyor olabilir. Önemli olan kimlik değil ortaya konulan görüş ve düşüncedir. Verilerin Analizi Veriler, betimsel analiz yaklaşımı ile gerçekleştirilmiştir. Öğrencilerin algıları ve tutumları analiz edilerek temalandırılmış ve algılar kendi bakış açılarından aktarılarak tablolar halinde gösterilmiştir. Katılımcıların anlatımları, olabildiğince özgün yapısına 157 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP bağlı kalınarak doğrudan olduğu gibi yansıtılmaya çalışılmıştır. Bu araştırmada araştırmacı, katılımcı bir role sahiptir ve araştırmaya konu olan olayları yaşamaktadır. Ancak araştırmacı, kendi varsayımlarını ve önyargılarını araştırma sürecinde elde edilen bilgilerden ayrı tutmaya özen göstermiştir. Balıkçıl Bir gün bacakları üstünde balıkçıl Uzun boynuna takılmış upuzun bir gaga, Dolaşıyordu bir su kıyısında, Su en güzel günlerindeki gibi pırıl pırıl. Güzel turna kardeş fır dönüyordu içinde O nefis yayın kardeşle birlikte. Balıkçıla o kadar yaklaşıyorlardı ki Uzansa hepsini yakalayıverecekti. Ama hiçbir şey yapmadı bekledi; “Karnım biraz daha acıksın.” dedi. Muntazam yaşardı, vakitsiz yemek yemezdi. Nelerden sonra hazret acıktığını sezdi. Yavaşça kıyıya doğru yaklaştı. Bu sefer de sazanlar dolaşıyordu suda. Bekleyecekti, hoşuna gitmemişti bu da Nedense biraz nâ-mizaçtı. Beğenmezdi öyle değme yemeği; “Sazana mı kaldı, diyordu, kuşların beyi?” “Bununla mı doyacağım! Beni ne sanıyorlar?” Sazan da gitti, şimdi kaya balığı var; Onunla da koskocaman balıkçıl nasıl doyar? “Allah korusun!” diyordu,“kımıldamam bile.” Ama sonra daha azı için kımıldadı Kalmamıştı suda balığın adı. Acıkmıştı, bir sümüklü böceğe rastladı; Bir anda yaladı yuttu lezzetle. Pek o kadar müşkülpesent olmayın. Bu dünyada, en fazla uysallar rahat eder. Açgözlülük ederseniz eldeki de gider; Hiçbir şeyi küçük görmeyin sakın. (La Fontaine Masalları) Metnin Türü Metnin türü fabldır. Fabl, bir tür küçük öyküdür. Olaya dayalı bir anlatımı vardır. Hayattan alınan küçücük kesitler, hayvanlar ya da bitkiler arasında geçmiş gibi anlatılır. Bugün daha çok, çocuk edebiyatında yer alan fablların, toplumu eğitici; örneklendirme 158 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ile, kötü davranışlardan caydırıcı özelliği ile eskiden büyükleri eğitmede de kullanıldığı düşünülmektedir. Fabllar manzum (şiir) veya nesir (düz yazı) biçiminde yazılabilirler. Fabldaki olay serim-düğüm-çözüm planına uygun olarak yaşanır. Fabllar didaktik şiir/ nesir özelliği taşır; tamamen bir ders vermeyi ve bir sonuç çıkarmayı amaçlayan şiirlerdir. “Nükteli şiirler olarak da bilinmektedir. Bu bakımdan insanlara dolaylı yoldan ders verir. Fablların, fıkraların nazım söyleyişleri didaktik şiire örnektir. Bir ana fikir etrafında oluşturulmuştur. Çocuklara yönelik yazılan şiirlerin büyük bir kısmı didaktik tarzdadır.” (Aytaş, 2006). Birtakım olağanüstü olaylar, hayali unsurlardan oluşan masalların amacı insanları eğlendirmek, İnsanlara ders vermek öğüt vermek geçmişin tecrübelerini yeni nesillere aktarmaktır (Salman, 2010). Fabl’larda soyut konular, olay planıyla hem somutlaştırılarak hem de hareket kazandırılarak işlenir. Olaylar bizi güldürürken eğitir. İnsanlar arasında geçen iyi-kötü, cesur-korkak, dürüst-ikiyüzlü, gözü tok-aç gözlü... vb. çatışmalar; bu niteliklerin yakıştırıldığı hayvan kahramanlar arasında geçmiş gibi gösterilir. Fablın de dört ögesi vardır: kişiler, olay, zaman, yer. Kişiler: Fablin konusu olan olay, kişileştirilmiş en az iki hayvanın başından geçer. Bunlardan biri iyi ahlaklı bir tipi, diğeri kötü ahlaklı bir tipi canlandırır. Fablda ikinci derecede kişiler çok azdır, bazen yoktur. Kişi betimlemesi yoktur. Kahramanlar arasında tilki varsa okur onu kurnaz insan yerine koyar; aslan varsa cesaretine güvenen biri yerine koyar. Masal kahramanları, derinliği olmayan kişilerdir. Onlar hayatta görüldüğü gibi hem iyi yönleri, hem kötü yönleri olan şahıslar değildir, ya iyidirler, ya kötüdürler. Basmakalıp, “stéréotypes” kahramanlardır. Bununla birlikte olayın gelişimi içinde, faydalı ve zararlı olabilen roller üstlenebilirler. Yani onlar, iyi ve kötü olarak olaylara girerler ama mesela düşman, yaptıklarıyla kahramana hem zarar verebilir, hem yarar sağlayabilir. Yani üslendiği fonksiyonlar farklı olabilir (Akdeniz, 2007). Anlatıcı kişi: Fabllarda bir de anlatıcı kişi vardır. Bu kişinin de cinsiyeti belirtilmez. Anlatıcı kahramanları izler, dersini alır. Böylece dinleyen ile aynı görüşü paylaşır. Olay: Fablın gövdesini bir olay oluşturur. Fablın konusu insan başına gelebilecek herhangi bir olaydır. Olay, kahramanın eyleme dönüşmüş beğenme, istek, özlem, öfke, korku, tutku gibi duygularından doğar. Kısa olay bile bütün yönleriyle değil, yalnızca fabla konu olan yönüyle tanımlanır. Derinlemesine duygu çözümlemelerine yer verilmez. Fablın gövdesini bir olay oluşturur, asıl önemli olan fablın anlatılış nedenidir. Buna “ders” denir. Fabl planı dört bölümdür: Serim, düğüm, çözüm, öğüt. 159 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP Serim: Olayın türüne, çıkarılacak derse göre kişileştirilmiş hayvanlar ve çevre tanıtımının yapıldığı bölümdür. Teşhis ve intak sanatları üzerine kurulmuştur. Düğüm: Olay o çevrede verilmek istenen derse göre gelişir. Kısa ve sık konuşmalar vardır. Hemen birkaç konuşma ile olay düğümlenir. Çözüm: Olay beklenmedik bir sonuçla biter. Fablın en kısa bölümüdür. Öğüt: Asıl önemli olan fablın anlatılış nedeni olan “ders”tir. Ana fikir bu bölümde öğüt niteliğinde verilir. Bu bölüm kimi zaman başta, kimi zaman sondadır. Kimi zaman da sonuç okuyucuya bırakılır. İncelediğimiz fablın okura vermek istediği öğüt son dört mısrada verilmiştir. Pek o kadar müşkülpesent olmayın. Bu dünyada, en fazla uysallar rahat eder. Açgözlülük ederseniz eldeki de gider; Hiçbir şeyi küçük görmeyin sakın. Fabl bu mesajı vermek için ele alınmıştır. “… masal da kıssadan hisseyle biter. Hayvan masalları için bu doğaldır. Diğer masallarda hisse dolaylı yoldan verilebilir.” (Aydoğan, 2008) Yer: Tasvir yapılmaz fakat çevre çok iyi verilmelidir: Orman, göl kenarı, yol gibi. Olayın geçtiği yer olayla birlikte değişebilir. Zaman: Her olay gibi fabldaki olay da bir zaman diliminde geçer. Kronolojik zaman kullanılır. Bu metinde de zaman kullanımı türün genel kullanımına uygundur. Geniş, esnek ve belirsiz bir zaman vardır. Geçmiş bir zamandır. İncelediğimiz fabl, “Bir gün bacakları üstünde balıkçıl Uzun boynuna takılmış upuzun bir gaga, Dolaşıyordu bir su kıyısında, Su en güzel günlerindeki gibi pırıl pırıl.” diye başlar. 160 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tablo 1: Yorumlayıcı okuma tekniğine göre işlenen metnin türü ve yapısı hakkında öğrencilerin kavrama düzeyi Dünyanın en ünlü fabl yazarları Ezop, Beydeba ve Jean de La Fontaine’dir. Ezop’un fablları İ.Ö. 300 yılında derlenerek yazıya geçirilmiştir. ABD’li James Thurber ve İngiliz George Orwell çağdaş fabl yazarlarıdır. Fablı ilk olarak yazanlar Hititlerdir. Hititler fablları taş tabletlere yazıp resimliyorlardı. Dünya edebiyatında önemli fabllar Hint 161 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP yazarı Beydeba’ya aittir. Beydeba’nın fablleri Kelile ve Dimne adlı bir eserde toplanmıştır. Türkçedeki ilk örneği Şeyhi tarafından yazılan Harname’dir. Fabllarda anlatım Fabllarda bir anlatıcı kişi vardır. Bu kişinin de betimlemesi yapılmaz, cinsiyeti verilmez. Anlatıcı kahramanları izler, dersini alır. Böylece dinleyen ile aynı görüşü paylaşır. Bir edebî metinde birden fazla bakış açısıyla yazılmış bölümler bulunabilir. Aynı konu farklı biçimlerde anlatılır. Aynı manzarayı izleyenler farklı noktalara dikkat ederler; farklı biçimde konu olarak ele alınır. İlâhî Bakış Açısı: Edebî metinlerde kullanılan en eski yöntemdir. Bu yöntemde sınırsız bir bakış açısı vardır. Anlatıcı, öyküde anlatılanların tamamını bilen bir varlıktır. Kahramanların gizli konuşmalarını, kafalarından ve gönüllerinden geçeni anlatır. Zaman zaman kendi yorumlarını ekleyebilir, açıklamalarda ve yargılarda bulunabilir. Öyküde ne kadar kişi varsa her birinin açısından olayları ayrı ayrı görmemiz sağlanır. Öyküyü kimi zaman hızlandırma, kimi zaman da yavaşlatma olanağı vardır. Kahraman Anlatıcının Bakış Açısı: Bu yöntemde olayı anlatan “ben” vardır. Bu ben, öykünün kahramanı olabileceği gibi tanık ya da gözlemcisi olabilir. Olayları anlatan kişinin bilgisi, deneyimi, algılama ve yorumlama yeteneğiyle sınırlıdır. Olaylar ancak anlatıcının başından geçtiği ya da gözüyle gördüğü (tanık olduğu) biçimiyle anlatıldığından inandırıcılığı yüksektir. Gözlemci Anlatıcının Bakış Açısı: Bu yöntemde olaylar dışarıdan görüldüğü biçimiyle nesnel bir tarzda aktarılır. Olaylar bize anlatılmıyor da kişinin gözünün önünde oluyormuş izlenimi verilir. Kişilerin duygu ve düşünceleri eylemlerinden çıkartılır. Kişiler ve iç dünyaları ile ilgili kendi söyledikleri ve davranışlarını dikkatle izleyerek bir fikir sahibi olunabilir. Çoğulcu Bakış Açısı ve Anlatıcıları: Anlatıcılardan iki veya daha fazlasının aynı eserde kullanılması tarzıdır. Asıl çoğulcu bakış açısı, tek bir anlatıcının esas olduğu eserde, olay örgüsünde yer alan kahramanlardan birkaçının da bakış açılarına yer verilmesi biçiminde gerçekleştirilir. Bu tür bir tavır, (X) olayının okuyucuya takdimini daha çok inandırıcı hale getirecek ve okuyucuyu tek bir anlatıcının esiri olmaktan kurtaracaktır. (http://www.turkceciler.com/anlatici-turleri-bakis-acilari.html). Bulgular ve Yorum Öğrenci anlatımlarından yapılan alıntılar 1. a. Fabl türünde yazılmıştır. La Fontaine fabl türünün kurallarına uymuştur. Eserde hayvanlar konuşturulmuş, insan özellikleri yansıtılmıştır. Son bölümde de bir ders çıkarma, öğüt verilmiştir. 162 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI b. Metnin türü fabldır. Metinde La Fontaine bu türün özelliklerini çok iyi bir şekilde işlemiştir. Kibir, tembellik, beğenmeme gibi özellikler Balıkçıla verilmiş ve bu yolla ders verilmek istenmiştir. 2. Metnin tipi manzumdur. 3. a. Metnin tonu hem komik hem de trajiktir. Metinde balıkçılın kendini hep daha iyilerine layık görerek en sonunda yiyecek bulamaması komik iken bir ders vermesi açısından trajiktir. b. Trajik ve komik. Çünkü kahraman kendini beğenmişliği yüzünden aç kalmıştır. Bu trajiktir. En sonunda ise bir sümüklü böcekle karnını doyurması ise komiktir. c. Metnin türü trajiktir. Çünkü ilk başta suda birçok lezzetli balık varken, daha sonra suda hiç balık kalmıyor ve balıkçıl bir böceğe talim ediyor. 4. a. La Fontaine’nin konuyu alegorik olarak anlatması hem fabl türünün bir özelliği olması hem de temsili kahramanlar kullanılarak onlar üzerinden insanları düşündürmesi ve her yaştan kesimin dikkatini çekmesi ve metnin anlaşılmasını kolaylaştırmasıdır. b. Sanatkarın doğrudan anlatımı tercih etmemesinin sebebi okuyucuyu düşündürmek ve hazıra alıştırmamaktır. Dolaylı anlatım daha etkileyicidir ve sanatkarın amacına ulaşır. c. Yazar eserini dolaylı yoldan kaleme almıştır. Böylece insanlara doğrudan değil de dolaylı olarak hitap etmiştir. Hayvanları merkeze alarak insanların kusurlarını görmelerini sağlamıştır. d. Bu tür eserler genelde ders verme amacı taşır ve insanoğlu kusurunu kendi şahsına yakıştırmaz. Ama yaptığı davranış temsili örnek üzerinde görünce kendi de ders çıkarır ve davranışlarını kontrol eder. 5. a. Metinde kullanılan bakış açısı ilahi bakış açısıdır. Bunu da metinde geçen “Muntazam yaşardı, vakitsiz yemek yemezdi.” ifadesinden çıkarıyoruz. b. Anlatıcı her şeye hakim ve olayları ayrıntısıyla biliyor. c. Olaya tanık üçüncü şahıs dili kullanılmıştır. Gözlemci bakış açısı kullanılmıştır. Çünkü olayları bir kamera tarafsızlığı ile anlatmıştır. 6. a. Şahıs kadrosu “Balıkçıl, turna, yayın balığı, sazan, kaya balığı, sümüklü böcek”ten oluşmaktadır. 163 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP Tablo 2: Yorumlayıcı okuma tekniğine göre işlenen metindeki estetik ögeleri öğrencilerin kavrama düzeyi Öğrenci anlatımlarından yapılan alıntılar 5. a. Metin ahenklidir. Ahenk ise metinde kullanılan ikilemeler (pırıl pırıl…) ve uyaklar ile sağlanmıştır. b. Ahenk redif ve kafiyelerle zenginleştirilmiştir. c. Ahenk redif ve kafiyelerle sağlanmıştır. d. Ahenk aliteresyon, asonans ve kafiyelerle sağlanmıştır. e. Ahenk e kafiye ve eklerle sağlanmıştır. f. Metinde benzetme, kişileştirme,intak,, kinaye sanatları kullanılmıştır. g. Metinde teşhis, intak sanatları kullanılmıştır. h. . Metinde kişileştirme (Örnek: Sazan da gitti, şimdi kaya balığı var; Onunla da koskocaman balıkçıl nasıl doyar? Bununla mı doyacağım.),intak (“Allah korusun!” diyordu,“kımıldamam bile.”), kinaye sanatları kullanılmıştır. 164 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tablo 3: Yorumlayıcı okuma tekniğine göre işlenen metnin yazarının amacını öğrencilerin kavrama düzeyi Öğrenci anlatımlarından yapılan alıntılar 8. Metnin yazarının amacı; insanları düşündürmektir. Gerçek yaşamda insanların çok seçici ve açgözlü olmaları sebebiyle var olandan da mahrum kalmaları ve var olan fırsatları kaçırmalarıdır. 9. a. Metnin yazarı amacına ulaşmıştır. Çünkü böyle bir metinde insanları düşündürmek esas ve metnin sonunda ise balıkçılın aç kalması ders vericidir. b. Balıkçıl karşısına fırsatlar çıkmasına rağmen bu fırsatları değerlendirmiyor ve elinden kaçırıyor. Aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz. En sonunda sümüklü böceği yemek zorunda kalıyor. 165 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP c. Yazar eserde açgözlülüğün ne kadar kötü olduğu mesajını vermiştir. d. Hayatın neresinde olursak olalım ve kim olursak olalım elimizdekilerle yetinmeyi bilmemiz gerektiği ders olarak verilmiştir. e. La Fontaine amacına ulaşmıştır çünkü ben etkilenip ders çıkardım ve durumuma şükredip, açgözlülükle insanların bir şey kazanmayacağını tekrar hatırladım. f. Amacına ulaşmıştır. Mesajı şu şekilde ifade ediyor: “Pek o kadar müşkülpesent olmayın. Bu dünyada, en fazla uysallar rahat eder. Açgözlülük ederseniz eldeki de gider. Hiçbir şeyi düşük görmeyin. 10. a. Mekân tasviri sanatkârın amacını gerçekleştirmeye uygundur. Sebebi ise mekânın barınak olarak seçilmemesi yani mekânın sabit olmamasıdır. Yani balıkçılın sudan geçen balıkları fırsat bilerek değerlendirmesi gerekirdi. b. Yazar balıkçıl bir kuştan bahsederek, mekân olarak suyu seçmiştir. Seçtiği yer hem konuya hem de metnin türüne uygundur. c. Balıkçıl; balık yiyen bir hayvandır. Bundan dolayı mekânın su kenarında geçmesi gerekir. Eğer balıkçıl çölde olsaydı birbiriyle çelişirdi. Metin başlığı ve mekân tasviri birbiriyle gayet uyumludur. d. Balıkçıl başlıklı metinde mekân tasviri sanatkarın amacını gerçekleştirmeye çokta uygun değildir. Daha etkili bir tasvir yapılabilirdi. (AYKIRI GÖRÜŞ) e. Balıkçıl adlı metinde mekan tasviri sanatkarın amacını gerçekleştirmeye uygundur. Sebebi ise balıkçılın yaşadığı mekânda yaşayanlar sabit değildir. Bu yüzden balıkçılın elindeki fırsatları değerlendirmesi gerekiyor. Yazar mekan olarak sulak bir yer seçmiştir. f. Yazar mekân olarak sulak bir yeri seçmiştir. “Sulak mekân oynak ve hareketli olduğundan fırsatları kaçırmaya yol açan bir ortamdır. Bu da fırsatları kaçırmanın nelere mal olacağının anlatılması açısından uygun bir mekândır.” (DİKKAT ÇEKİCİ GÖRÜŞ) g. Evet amaca hizmet ediyor, çünkü balıkçıl kendini beğenmiş az ile yetinmeyen bir yapıdadır. Tablo 4: Yorumlayıcı okuma tekniğine göre işlenen metinden hareketle yaratıcı düşünme yeteneklerini harekete geçirebilme düzeyi 166 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Öğrenci anlatımlarından yapılan alıntılar 11.a Lafontanin yerinde olsaydım aynı amacı mensur anlatım tarzıyla gerçekleştirirdim. b. Evet ediyor, çünkü insanlar aç gözlü davranırken bunu dışarıya yansıtmayıp kendi iç dünyalarında hesaplaşırlar. c. Yazar şiirsel bir tarzda masalını vermiştir, bunu düz yazı şeklinde de hikâye edebilirdik. d. Burada şiirsel bir anlatım tarzı var, biz bunu düz cümlelerle hikâye ederek de anlatabiliriz. e. Betimle ve öykülemeye biraz daha yer ayırırdım. f. Ben de aynı şekilde bir anlatımı tercih ederdim. g. Hikaye tarzıyla yazardım çünkü sıralı şekilde gerçekleşen olaylar daha çok akılda kalır. h. Bu tür metinler çocuklara ders verme amacını taşıdığından dolayı canlandırmaya elverişlidir. Bundan dolayı bu tür yazıları teatral bir şekilde işleyebiliriz. ı. Metnin yazarının yerinde olsaydım hikâye türünde ya da masal türünde ve dolaylı anlatım tarzını tercih ederdim. i. Masal anlatım tarzıyla gerçekleştirirdim. j. Yazar şiirsel bir tarzda mesajını vermiştir. Bunu düzyazı şeklinde hikâye ederek mesajımızı iletebilirdik. k. Birilerine öğüt verme amacı güdüyorsam La Fontaine gibi fabl türünü seçip olaya tanık üçüncü şahıs dilini kullanırdım. l. Hikaye tarzıyla yazardım çünkü sıralı şekilde gerçekleşen olaylar daha çok akılda kalmaktadır. (AYKIRI GÖRÜŞ) m Bu tür metinler çocuklara ders verme amacı taşıdığından dolayı dramatize etmeye elverişlidir. Bundan dolayı bu tür yazıları teatral bir şekilde de işleyebiliriz. (DİKKAT ÇEKİCİ GÖRÜŞ) n. Günümüz şartlarını düşünerek ben de La Fontaine gibi aynı anlatım tarzını kullanırdım. Toplumun kusurlarını doğrudan söylemek yerine hayvanları konuşturarak ders vermesi daha uygundur. o. Ben, La Fontaine’nin yerinde olsaydım hikâyeci anlatım tarzını kullanırdım. Böylece tasvirlere daha fazla yer verirdim. (DİKKAT ÇEKİCİ GÖRÜŞ) ö. Yazarın yerinde olsaydım aynı amacı hikaye yoluyla anlatmayı tercih ederdim. Ya da bir ormanda hayvanlar aracılığıyla gerçekleştirirdim. (AYKIRI GÖRÜŞ.) 167 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP p. La Fontaine’nin yerinde olsaydım aynı amacı mensur anlatım tarzıyla gerçekleştirirdim. Hikâye etme yolunu seçerdim. (DİKKAT ÇEKİCİ GÖRÜŞ) r. Burada şiirsel bir anlatım tarzı vardır. Biz bunu düz cümlelerle hikâye ederek de anlatabiliriz. (AYKIRI GÖRÜŞ) Tablo 5: Yorumlayıcı okuma tekniğine göre işlenen metin öğrencilerin “yorumlama” ve “sonuç çıkarma” yeteneklerini harekete geçirebilme düzeyi Öğrenci anlatımlarından yapılan alıntılar 13.a Balıkçıl eldekiyle yetinmeyip kendini beğenmiş, aza kanaat etmeyen fakat çoğu da bulamayan bir karakteri temsil ediyor. b. Balıkçıl var olanla yetinmeyen, aç gözlü bir karakteri temsil ediyor. c. Aç gözlü, kendini beğenmiş bir karakteri sembolize ediyor. d. Balıkçıl kibirli, açgözlü, müşkülpesent bir karakteri temsil ediyor. e. Balıkçıl aza kanaat göstermeyen, aç gözlü bir karaktere sahiptir; işini son dakikaya bırakan, her şeyi hor gören biridir. f. Balıkçıl rahat, yumurta kapıya dayanıncaya kadar harekete geçmeyen, elindekinin kıymetini bilmeyen ve sonunda elinde ne kaldıysa onunla yetinmek zorunda kalan bir karakteri temsil ediyor. 168 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tablo 6: Yorumlayıcı okuma tekniğine göre işlenen metindeki temsili karakterlerle gerçek hayattaki reel kişiler arasında öğrencilerin ilişki kurabilme düzeyi Öğrenci anlatımlarından yapılan alıntılar 14.a Balıkçıl dışındaki kahramanlar insanlık âleminde küçük görülen karakterleri temsil ediyor. b. Diğer karakterler insanlık aleminde ezilmiş, başkalarına yem olmaya namzet kişilikleri temsil ediyor. c. Diğer kahramanlar günlük hayatta insanların eline geçen fırsatlardır. İnsanların nimetlerini, kısmetlerini sembolize etmektedir. d. Arada kaynamış insanları karakterize ediyor. Bunlar işe yaramayan dünya gidişatı için var olan karakterlerdir. e. Başkaları için hayattaki fırsatları temsil ediyor. f. Sümüklü böcek pasaklı kirli insanları; sazan saf, hiçbir şeyden anlamayan insanları; turna balığı, neşe ve vefayı; yayın balığı ise sevimliliği temsil ediyor. 169 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP Tablo 7: Yorumlayıcı okuma tekniğine göre işlenen metnin türünden öğrencilerin etkilenme düzeyi Öğrenci anlatımlarından yapılan alıntılar 15. a Çoğu insan belli bir emek harcamadan hedefe ulaşmak ister. Cefa çekilmeli ki sefa sürülsün. Bu metinden “elimizdekilerin kıymetini bilmek gerektiği, aza kanaat etmenin gerekli olduğu” dersini çıkardım. b. Azla yetinmeyen çoğu bulamaz. Yüksekten uçanın düşüşü kötü olur. Her şeye şükretmek lazım. Cefa çekmeden rahata ulaşılamaz. c. İnsanın aç gözlü olmaması, kendini beğenmemesi, gelen fırsatları değerlendirmesi gibi dersleri çıkarmamıza yardımcı oluyor. d. Elindekiyle yetinmeyip daha çoğunu isteyen onu da yitirebilir ve daha zor duruma düşebilir. e. Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz. f. Bu fablden çıkarılacak sonuç kimseyi hor görmemek, işi son dakikaya bırakmamak, uysal olmaktır. Aza kanaat getirmeyen, çoğu bulamaz. g. Elimizde var olanların kıymetini bilip yerinde ve zamanında kullanmalıyız. h. Elimizdekilerle yetinmeyi bilmeliyiz, aksi takdirde ondan da mahrum olabiliriz. ı. Hiçbir şeyi hor görmememiz, eldekiyle yetinmemiz gerektiğini söylüyor. Çok fazla pimpirikli olmamamız gerektiğini savunuyor. Bu dünyada uysalların rahat edeceğini ve aza kanaat etmezsek çoğu bulamayacağımızı ifade ediyor. 170 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI i. Burada bencil, tembellik ve umursamama özelliklerine sahip şahıslara ders verme amacı güdülmüştür. Elindekiyle yetinmeyip daha çoğunu isteyen elindekini de yitirip daha zor duruma düşebilir. BALIKÇIL ADLI FABLIN ANALİZİ Balıkçıl adlı fablın analizi aşağıdaki plan çerçevesinde gerçekleştirilmiştir: 1. Metnin Niteliği 2. Şahıs Kadrosu 3. Mekân 4. Zaman 5. İspatlama 6. Eser ile Yazıldığı Dönem Arasındaki İlişki 7. Sonuç 8. Uygulanan İspat Yöntem Balıkçıl’ın Analizi 1. Metnin Niteliği Bu metin, bir fabldır. Fabl nazım biçiminde yazılmıştır. Bundan dolayı genel nitelikleri bu türün özellikleriyle açıklanabilir: • Olay hayvanlar arasında geçmektedir. • Metnin amacı bu sembollerden yola çıkarak insanlara ahlaki bir ders vermektir. Bu çerçevede baktığımızda bu fablın esasının diyaloglar üzerine kurulu olduğunu görürüz. Bu metinde Balıkçıl Kuşu’nun tabir yerindeyse “Dimyad’a pirince giderken elindeki bulgurlardan olması” deliller ile anlatılıyor. Metindeki “Bir gün bacakları üstünde balıkçıl, uzun boynuna takılmış upuzun bir gaga” dizeleri Balıkçıl’ın metindeki rolü hakkında bize bilgi veriyor. Bu, Balıkçıl’ın diğer varlıklara tepeden bakan, onları küçümseyen bir statüyü ima ediyor. “Uzun boyun, upuzun gaga” kelimelerin oluşturduğu kelime alanı balıkçılın nasıl bir karaktere sahip olduğunu anlatması açısından önem arz etmektedir. 2. Şahıs Kadrosu Hikâyenin ana kahramanı Balıkçıl Kuşu’dur. Diğer kahramanlar ise; turna, yayın, sazanlar, kaya balığı ve sümüklü böcektir. Balıkçıl Kuşu hikâyede burnu havada, azla yetinmeyen önüne çıkan fırsatları değerlendiremeyen insan tipini temsil etmektedir. Diğer kahramanların özellikleri ise nitelik bakımından güzel/iyi olandan çirkin/kötü olana doğru uzanan bir yelpaze içinde yer almaktadır. Bu da hayattaki fırsatların gittikçe azaldığını, niteliklerinin değiştiğini hatta yok olduğunu anlatır. 171 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP 3. Mekân Anlatmaya bağlı edebî metinlerde tasvirin önemli bir yeri vardır. İnsan daima dış çevrenin etkisi altındadır. Anlatıma bağlı eserlerin kahramanları da sosyal bir çevre içerisinde yaşar. Zaman zaman bu çevreden etkilenir; zaman zaman da çevreyi etkiler. Böylece sosyal çevre ile bütünleşir. Kahramanların konuşma tarzından, ileri sürdüğü düşüncelerden ve dış çevrenin oluşturduğu izlenimlerden kahramanların ruh yapısını anlamak mümkündür. Yine yaşadığı odanın ve kullandığı eşyaların düzeninden iç dünyasını anlamak mümkündür. Bu nedenle anlatmaya bağlı metinlerde tasvir olayı aydınlatıcı, tamamlayıcı tasvirler yapılır. Süs olsun diye yapılan tasvir eserin değerini düşürür. Hikâyede Balıkçıl ve diğer kahramanlar derenin içerisinde bulunmaktadır. Lakin Balıkçıl, diğerlerine yukardan bakmaktadır. Ana kahraman ve diğer kahramanlar arasında tezatlık vardır, birisi yukarıda, diğerleri ondan aşağıda bulunmaktadır. Aslında bu mekân tasviri olay hakkında da bizlere bilgi verir. Yukarıda olan Balıkçıl, diğer varlıkları (balıkları) beğenip yemeye tenezzül bile etmez, sonunda da sümüklü böceğe kalıp açlıktan ölmekten kurtulur. Bu mekânda bulunma yerleri, bir açıdan onların karakterlerini somutlaştırır. Mekân tasvirinin fablın amacına uygun olarak düzenlendiğini söyleyebiliriz 4. Zaman Doğal yaşamda bir Balıkçıl, derenin içindeki balıkları gördüğü anda saldırır, hatta hiç düşünmez, ses çıkarmaz. La Fontaine, metnine beşeri bir nitelik kazandırmak için hikâyenin bu anını, yavaşlatmış, insanların dünyasında olduğu gibi araya geniş bir düşünme, karar verme süreci yerleştirilmiştir. Bu zaman genişlemesi karar verme ile fırsatları kaçırma arasındaki bağlantıya işaret eder: hayvanlar dünyasında ve insanlar dünyasında süreç farklıdır, fakat sonuç aynıdır. Birisinde düşünme vardır, diğerinde ayrıntılı düşünme, daha iyisini bekleme vardır; fakat elindekileri ile yetinme yoktur. Ama ikisinde de sonuç aynıdır. Göstermelik fark sadece bekleme, daha iyisini ummadır. La Fontaine, beşeri sürece ait düşünme anını hayvanlar dünyasına taşıyarak konunun sembolik ve daha iyi bir anlam kazanmasını sağlamıştır. İspatlama Diyaloglarda yani Balıkçıl’ın iç konuşmalarında onun öne sürdüğü şeyler mantıksız geçersiz ve kendini rahatlatmak amacıyla söylediği sözlerdir. Çünkü insanın önüne fırsatlar seyrek çıkar, hatta bazen bir daha da görünmez. Bu hikâyede de böyle olmuştur. Balıkçıl ilk önce karnının tok olduğunu, o kadar küçük şeyler için kılını bile 172 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kıpırdatmayacağını söylüyor, lakin son raddede sümüklü böceğe yani kötü, adi, sevimsiz, hiç istemeyeceği bir varlığa kalıyor. Burada sanatkâr önümüze çıkan fırsatları değerlendirmemiz gerektiği tezini sergileyerek ispatlıyor. La Fontaine, hikâyesinde izahın yerine olguyu koymuş ve soyut düşünceleri somutlaştırarak okuyucuya sunmuştur. Eser ile Yazıldığı Dönem Arasındaki İlişki Bu metnin XVII. yy. da yazıldığı sanılmaktadır. Bu dönemler ülkedeki iktidar savaşlarının, keyfi uygulamaların, entrikaların kol gezdiği, zorbaların her zaman daha fazlasını istediği dönemlerdir. La Fontaine hikâyesinde bunlara gönderme yapıyor. Doğrudan söyleyemediklerini, yazamadıklarını hayvan sembolleri kullanarak ifade ediyor. Balıkçıl, kendini üstün gören, alçak yere çadır kurmayan, burnu havada insan tipini; diğer kahramanlar ise insanların kendini beğenmişlikleri yüzünden kaçırdıkları fırsatları sembolize ediyor. 7. Sonuç La Fontaine, bu fablında kendini beğenmişlikleri yüzünden ellerine geçen fırsatları kaçıran insanları Balıkçıl, sümüklü böcek ve diğer balıkları kullanarak sembolize ediyor. La Fontaine bu eserinde fırsat gibi soyut bir temayı ele alıyor. Bu durumda karşımıza çıkan ve cevap bulmamız gereken problem şudur: Yazar, böyle soyut bir konuyu nasıl bu kadar canlı ve etkili bir hâle getirebilmiştir? Burada hipotezimiz, temel tezimiz şu olmuştur: La Fontaine, bu başarıyı soyut olguları somut plana taşıyarak sağlamıştır. 8. Hipotezin İspatı 1. Hikâyenin iki anlam planı vardır: Hakiki anlam planı hayvanların dünyasını anlatır. Mecazi anlam planı insanlar dünyasını anlatır. Hayvanlar dünyası ile insanlar dünyası arasında büyük farklar vardır ve La Fontaine bunu sembolik ve alegorik olarak planlamış eserini oluşturmuştur. Bu yöntem, metnin orijinal yönünü teşkil eder. 2. Teşhis ve intak sanatları kullanılarak soyut bir düşünce somutlaştırılmıştır. 3. Somut mekân tasvirleri fablın omurgasını oluşturur. Balıkçıl ve diğer kahramanlar aynı derenin içerisinde fakat Balıkçıl hepsine yukardan bakar. Bu tutumlar kendini beğenmişliğin, burnu havadalığın somut anlatımlarıdır. 4. Metindeki somut olgular, ayrıca çok kuvvetli tezatlarla belirgin hale getirilmiştir. Balıkçıl’ın fiziki bakımdan hakim özelliklere sahip olması, diğerlerine havadan bakması gibi… 173 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP La Fontaine, yargıyı çok ironik bir biçimde hayvanlar âlemine taşımış, insanlar âlemini de bizlere bırakmıştır. Asıl söylemek istediği ele geçen fırsatları değerlendirmek gerektiği ve kendini beğenmişlikten insanın eline bir şey geçmeyeceğidir. Sonuç ve Öneri İnsan düşünen ve iradesiyle hareket eden bir varlıktır. Hırs, tamah gibi beşeri zaafları akıl ve iradesiyle kontrol edebilen, tutkularının pençesinden kurtulabilen bir varlıkken, diğer canlılar insanda var olan bu melekelerden yoksun olduğu için içgüdüleriyle hareket eder. Balıkçıl doğası gereği balıklara ve böceklere (metinde sümüklü böcek) tepeden bakar. Balıkçıl bir hayvandır ve içgüdüleriyle hareket eder. Oysa insan öğrenen bir varlıktır. İnsanın kendini tanıması ve doğuştan gelen özelliklerini eğitimle ıslah etmesi, geliştirmesi gerekir. Bu bakımdan Balıkçıl başlıklı metinde sadece bir ders verme söz konusu değildir. İnsanı doğal varlık dünyasından ayıran nitelikler düşündürmeyi de amaçlamaktadır. Bu metni bu anlayışla ele almak gerekir; değilse hayvanlar arasında geçen basit bir vak’a olmaktan öteye geçemez. Her metinde gerçek yaşamdan izler vardır. Kurmaca bir metin, günlük hayatı bir repertuar olarak kullanmaktadır. Günlük hayat, farklı bir dil ile ifade edilmektedir. Böylelikle söylenilenden söylenmeyenler anlaşılmaktadır. Kurmaca eserler günlük yaşamdan malzemeler kullanırlar; ancak edebi eserler asla günlük yaşamın ta kendisi değildir. Okurun işlevi çok mühimdir. Alımlama estetiğine göre, metinde yazar, her şeyi söylemez ve birtakım yerlerin doldurulmasını, boş alan ve belirsizlikleri okura bırakır. Çünkü kurmaca metinde kişiler ve gerçeklik itibaridir. Gerçeklikle ilişkisi metin dışında; tarihi, toplumsal, kültürel ögelerde aranmalıdır (Türkyılmaz, Can, Karadeniz, 2010). Günümüz insanlarının mutluluğa yükledikleri anlam büyük ölçüde maddi tatmine dayanmaktadır. Bazı insanlar bitmez tükenmez bir hırsla var olanlara daha çoğunu ve yenilerini katma açgözlülüğü içindedir. Onlar epiküryen bir anlayışla yeme, içme ve hayattan kâm alma peşindedirler. Eğlenmek, zevk almak, var olan hazlarına yenisini katmak gibi bir saplantının içinde debelenip durmaktadırlar. İnsanlar var oluş gayelerinin dışında durmaksızın yeni zevklerin arayışı içinde, hareket ederken umduğu mutluluğa da ulaşamamaktadır. İnsanoğlu sürekli bir arayış ve derin bir açlık içinde daha çoğuna ulaşma peşindedir. Yusuf Has Hacip Kutadgu Biligde şöyle diyordu: “Her bakımdan tam zengin olmak istersen kanaatkâr ol” Kanaatkârlık insanı sonsuz ve çoğu zaman karşılanamayan ihtiyaçlar karşısında sükûna ve huzura kavuşturuyor. Kanaatkâr olmak elde ettiğimiz değerlerin kıymetini bilmek, hoyratça ve nobranca ulaşılan imkânları çar çur etmemek; açgözlülük, ihtiras ve gururdan kaçınmak demektir. Açgözlülük, 174 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ihtiyaç olmayan şeylere muhtaç olunduğu anlayışı ve eldekilerin kaybedilme korkusundan doğar. İhtiras, insanın kendisinden ve yaptıklarından memnun olmama hissinden doğar. Olgun insan, haddini bilir, tevazu sahibidir. Başkaları ile arasındaki farkları anlayışla karşılar. İnsanoğlu mutluluğu, sevgiyi içsel dinamiklerde yani gene kendinde bulmalıdır. “Her bakımdan zengin olmak” düşüncesi anlamlıdır. Mesela kişinin parası olmayabilir ama sağlığı yerinde ise bu bir vücut zenginliğidir. Aile yapısındaki bağlar çok güçlüyse bu bir aile zenginliğidir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Bu metin önümüze çıkan fırsatları değerlendirmemiz gerektiğini anlatır. Alçak gönüllü kimseler ihtiyaç duyduğu şeyin en azına, en niteliksizine bile razı olurken kibirli kimseler her zaman daha iyisini ister, en güzel şeylerde bile bir kusur bulur, mırın kırın eder. Elindekinden hoşnut olmamak, onu yeter bulmamak, onunla yetinmemek, daha fazlasını istemek ve elindekini hor görüp geri çevirmek yanlıştır. Çünkü çoklar, azların (küçük şeylerin) bir araya gelmesiyle oluşur. Küçük şeylerle yetinmeyen, onların birikmesiyle oluşan çoğu da bulamayabilir. Unutmamalıdır ki aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz. Kanaat, çalışmayıp tesadüfen önüne çıkanı kullanmak, başka bir şey aramamak demek değildir. Kanaat, göz nuru, alın teri karşılığı kazanılana razı olmak, başkasının kazancına göz dikmemek demektir. Başkasının daha çok kazandığını görünce, onu kıskanmamak, ancak onun gibi çok çalışmak demektir. Elindekiyle yetinmeyen, daha fazlasını isteyen, isteklerine kavuşmak için çeşitli yollara başvuran insan, bu tutumundan ötürü zarara uğrayabilir. Hırs ve aç gözlülük insanları olumsuz ve tehlikeli durumlara düşürebilir. Bu gibi kişiler kimi zaman “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” ya da “Bir horum ot deveyi yardan uçurur.” özdeyişlerinin anlattığı durumlara düşebilir; ellerindekileri de kaybedebilirler. Kanaat, böylece iyi ahlakın kaynağı olduğu gibi, insana mahrumiyetler içinde kaldığı zaman sükûnet ve huzur temin eden sarsılmaz bir kale gibidir. Kendi ile ve başkaları ile barışık, bulduğuyla yetinen, elde ettiğini korumayı beceren, ulaştığı imkânları kendi toplumuyla, insanlıkla paylaşabilen kuşaklar yetiştirmek sağlıklı bir toplumun temel taşlarını oluşturur. Sahip olunan az bir miktarla mutlu olmayı becerebilme, umduğunu değil bulduğuyla yetinmek hem bir beceri hem de erdemdir. Aza kanaat eden toktur çünkü az hiçten çoktur. Bütün bu bilgece düşünce ve anlayışları yetişmekte olan gençlere telkin etmek, benimsetmek eğitimin görevidir. 175 Kanaatkârlık Değerinin Kazandırılması Bağlamında Balıkçıl Adlı Fablın... • Yrd.Doç.Dr. Mehrali CALP KAYNAKÇA Akdeniz, S. (2007). ‘Bir “Masal Metinleri İnceleme Modeli’ Önerisi ve Uygulaması”. (Ed. S. Sever). II. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyum Bildiri Kitabı, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. Arat, R. R. (1985). Yusuf Has Hâcib - Kudadgu Bilig (2. Çeviri, 3. Baskı). Ankara: T.C Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları. Aydoğan, B. (2003). “Sabahattin Ali’nin Masalları”. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(21-33). Aytaç, G. (2006). “Edebi Türlerden Yararlanma”. Milli Eğitim, 169(261-276). Aytaç, G. (2003). Genel Edebiyat Bilimi (1. Baskı). İstanbul: Say Yayınları. Bilgegil, K. (1989). Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgât). İstanbul: Enderun Kitabevi. Çetişli, İ. (2009). Edebiyat Eğitiminde Edebi Metinlerin Yeri ve Anlamı. Erişim tarihi: 07.08.2014 tarihinde http://www.derslopedi.com/turk-edebiyati-9-10-1112sinif-konu-anlatimlari/edebiyat-egitiminde-edebi-metinlerin-yeri-ve-anlami.p df. Çıblak, N. (2005). “V. Propp’un Masal Çözümleme Metodu”. Türk Dili, 638, 127140. Demirel, D. (2014). “Kutadgu Bilig’de Devlet Yönetimi”. Uluslararası Alanya İşletme Fakültesi Dergisi: 6(55-61). Filizok, R. (tsz.). Yorumlayıcı Okuma (Commentaire composé), Analatik Okuma (Lecture analytique). 07.08.2014 tarihinde http://www.google.com.tr/%2F%2F www.ege-edebiyat.org adresinden alınmıştır. Göktürk, Akşit (2001). Okuma Uğraşı. Yapı Kredi Yayınları. Gölpınarlı, A. (1991). Yunus Emre (Hayatı ve Bütün Şiirleri). Altın Kitaplar Yayın Evi. Hikmet, N. (1970). La Fontaine Masalları. Ankara: Bilgi Yayınları. İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı: 6, 7 ve 8. Sınıflar. (2005). Ankara: Devlet Kitapları Basımevi. Kırbaşoglu K. L. ve Bayram, B. (2014). Postmodernizm ve Eğitim. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi: 3/1(368-376). 176 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI La Fontaine Masalları (1970). (Terc. Nazım Hikmet). Ankara: Bilgi Yayınları. Lerner, L. (1960). The Truest Poetry: An Essay on the Question: What is Literature? London: H. Hamilton. Moran, B. (2008). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları. Salman, A. M. (2010) “ Türkmen Halk Masalları İnceleme ve Örnekler”. Tikrit University Journal for Humanities, Vol. 17, No. 2, February. Selvi, D. (2011). Allah Yolunda Yardım ve Cömertlik. İstanbul: Semerkand. Türkyılmaz M., Can R. Karadeniz, A. (2010). “Alımlama Estetiği ve Okur Merkezli Yaklaşımın Eski Edebiyat Eğitimine Uygulanması”. Selçuk Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Dergisi, 29(153-172). Yılmaz, Ö. (2010). “Okuma Uğraşı, Akşit Göktürk” - Nisan 2001/ YKY, Dilbilim, 2(2), 91-94. 177 IV. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Cuma - 15:30 - 16:30 Oturum Başkanı Prof.Dr. Ömer KARA / Atatürk Üniversitesi Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler: Sembol-Simge, Retorik, Kurum ve Fenomenler Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Süleyman Demirel Üniversitesi Arş.Gör. Özer TOKSOY / Süleyman Demirel Üniversitesi İnsani Değerlerin İnşasında Mevlâna'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK / Selçuk Üniversitesi İnsani Değerler Konusunda Bir İmkân Alanı Olarak Tasavvuf Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ / Atatürk Üniversitesi Şemseddin Sivasi'nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY / Bayburt Üniversitesi Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler: Sembol-Simge, Retorik, Kurum ve Fenomenler Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Arş.Gör. Özer TOKSOY Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş 18. yüzyıldan itibaren batıda başta bilim alanı olmak üzere sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal alanlarda baş döndürücü değişmeler, gelişmeler, krizler, çatışmalar, anomaliler ve yabancılaşmalar yaşanmaktadır. Bilimsel, ekonomik ve siyasal alanlardaki değişmeler ve gelişmeler göreceli bir memnuniyete sebep olsa da, bu ilerlemeler sosyal ve kültürel alanda birlik ve bütünlük, refah ve huzur sağlamada uzun süre istenen başarıyı gösterememiş; aksine dinî kurumların tekrar toplumun bir parçası haline gelip değer üretmeye başladığı 1960’lara kadar toplumsal krizleri, farklılıkları, çatışmaları vs. daha da artırmıştır. Değişim fenomeninin tezahürleri, şüphesiz dinî alanda kendisini yoğun biçimde hissettirmiştir. Rönesans hareketleriyle birlikte dine eleştiriler yöneltilmeye başlamış, bunun sonucu olarak da geleneksel dinî değerlere sahip birçok batı toplumunda, inançla ilgili değerlere karşı tavır almalar baş göstermiştir. Bununla birlikte dinin toplumsal gelişme önünde bir engel olduğu düşüncesi, yaygın bir kanaat haline gelerek dini değerlerin sosyal gerçekliği ve gerekliliği tartışılmaya başlamıştır. Sosyal gerçekliği ve gerekliliği tartışılmaya başlanan ve daha sonra toplum hayatından büyük ölçüde tecrit edilen dinî değerler hakkındaki toplumsal kanaat, üç süreçten önemli ölçüde etkilenmiştir. Bu üç süreç ise sekülerizm, modernizm ve küreselleşme olgularıdır. Sekülerleşme; toplumdaki sistemlerin, dini normlar, değerler ve meşruluklardan göreceli olarak bağımsız hâle geldiği farklılaşma sürecinin bir sonucudur. Sekülerleşme olgusuyla din, sadece toplumsal yaşamın önemli bölümlerinden geri çekilmekle kalmamış, aynı zamanda kendi özel sistemini geliştirmek için baskı altına girmek durumunda kalmıştır (Furseth vd., 2011:107). Bu bağlamda dine dayalı kurumsal otoritenin geri çekilmesiyle birlikte din, sadece insanların kendileri üzerinde etkin olmaya başlamış, kurumsal seviyede güç kaybetmiş ve bireysel düzeyde kalmıştır (Şentürk, 2004:103). Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY Dini değerlere dair toplumsal kanaati etkileyen diğer bir süreç olan modernite, pozitivist bilim anlayışıyla birlikte ortaya çıkan bir olgu ve yaşam biçimi felsefesidir. Modern bilim anlayışının ortaya çıkmasıyla Orta Çağ dünyasında hâkim olan dünyanın Tanrı tarafından yaratılmış olduğu fikri, yerini insanın doğayı yeniden keşfetmeye çalışacağı parçalanmış bir dünya anlayışına bırakmıştır (Küçük, 2000:17). Büyük ölçüde dini değerlerin yerini alan seküler bireysel değerlerle mücehhez bir dünya anlayışını benimseyen modernizm felsefesi, sadece Avrupa toplumlarının kültür, medeniyet ve değerlerini etkisi altına almakla kalmamış, çok hızlı bir yayılma göstererek başta Müslüman toplumlar olmak üzere çok geniş bir coğrafyayı etkilemiş ve buralarda kültür ve değerler evreni üzerinde belirleyici hâle gelmiştir. Dini değerlere karşı tavır alan birey temelli sekülerleşme ve modernizm felsefesi; eğitim, ticaret, teknoloji, politika gibi ajanlar aracılığıyla küresel bir fenomene dönüşmüştür. Bu fenomen insanların, sermayenin ve kültürlerin küresel hareketi olarak tanımlanabilecek küreselleşmedir. Küreselleşme, birçok yerde dini çeşitliliği arttırmakla birlikte toplumların kendi kültür, inanç ve değer sistemlerini koruma ve sonraki nesillere aktarma problemi de bir o kadar artmıştır (Clarke, 2012:321-325). Bununla birlikte, küreselleşme, dinî değerlerin bıraktığı toplumsal bütünleşme fonksiyonundaki boşluğu doldurmak için kendi seküler değerler sistemini, dini değerlerin yerine koymaya çalışmıştır. Sivil din olarak da isimlendirebileceğimiz bu değerler sistemi, insanların kendi öz kültürel ve dini öğretilerine büyük ölçüde yabancılaşmasına yol açarak toplumları kendisini kabule sevk etmiştir. Bu bağlamda sekülerleşme, modernleşme ve küreselleşme olgularının kabule sevk ettiği Müslüman toplumlarda, toplumsal gerçekler, geleneksel değerler ve dini normlar göz önünde bulundurulmadan alınan sivil dini değerler, toplumsal bütünleşmeyi sağlamakta etkisiz kalmaktadır. Bu bağlamda Müslüman toplumlarda birlik ve bütünlük sağlayıcı bilhassa dinî ve milli değerlerdeki eksikliğin yol açtığı sorunlar günümüzde daha görünür hale gelmiştir. Hatta Müslüman toplumlardaki karışıklık ve kargaşalar, diğer Batı ülkeleriyle kıyaslandığında, daha fazla gözlemlenmektedir. Bu durum ise Batının bilimsel seviyesini yakalamayı isteyen ancak toplumsal bütünleşme problemleriyle boğuşan Müslüman toplumların her türlü ilerleme isteğini de zora sokmaktadır. Sonuç olarak, 18. yüzyıldan başlayan ve günümüze kadar devam eden sosyal, ekonomik, kültürel, politik ve dinî alanlardaki bu karşı konulmaz değişim hızı, toplumların tarihten süzülerek gelen değerlerini tartışmaya açmış ve bir anlamda da hırpalamıştır. Dünya üzerinde söz sahibi olan gelişmiş ülkeler, bu değişimin yönünü ve hızını kendi çıkarları doğrultusunda diledikleri gibi şekillendirebilmişlerdir. Ancak, az gelişmiş/gelişmekte olan ülkeler, istem içi/dışı bu sürecin bir parçası olmaktan kendilerini alamamaktadırlar. Durum böyle olunca da, yaşanan değişimin hızı ve yönü Türk toplumun millî, dinî ve geleneksel değerlerini sarsması üzerine diğer toplumlar 182 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gibi Türk toplumu da bu süreçten derinden etkilenmiş ve değerler sistemini yeniden gözden geçirme gereği duymuştur (Taş vd., 2003: 67). Yukarıdaki bilgiler çerçevesinde bildirimizin ana amacı, İslam bağlamında, dini değerlerinin toplumsal bütünleşme bağlamını ortaya koymaktır. Bilindiği üzere din, değer üreten bir kurumdur. Dini değerler, aynı anda iki taraflı işlev görmektedir. Bunlar bireysel ve toplumsal işlevlerdir. Bireysel işlevde bireyin kutsalla ilişkisinin düzeyi belirginleşmekte, toplumsal işlev de ise bütünleşme, zihniyet oluşturma gibi topluma dönük işlevler ön plana çıkmaktadır. Diğer taraftan bildiride, dinî tecrübenin ifade şekilleri bağlamında yapılan tipolojilere bağlamında farklı bir tipoloji ortaya konulacaktır. Bu tipoloji, “dinin tecrübenin ifade araçları” olarak tipleştirdiğimiz “Semboller”, “Retorikler”, “Kurumlar” ve “Fenomenler” tipolojisidir. Böyle bir tipleştirmedeki amaç, dinî tecrübenin ifade şekillerinin yanı sıra tecrübenin ifade edilebilmesinde dinlerin ifade edici araçlara ihtiyaç duyduğu; bunların da dini tecrübenin ifade araçları olarak adlandırdığımız semboller, retorikler, kurumlar ve fenomenler olduğunu göstermektir. Tipolojik incelemeye geçmeden önce temel konumuzun bağlamını oluşturan, toplumsal bütünleşme katmanları olan kültür, değer ve din kavramlarının toplumsal bütünleşme ile ilişkisini ele almak, konunun daha iyi anlaşılmasına zemin hazırlayacaktır. 1. Toplumsal Bütünleşme Toplumsal bütünleşme, dar anlamda kullanılan “biz” duygusunun (grup, parti, cemaat vb.) toplum seviyesindeki “biz” duygusuna taşınmasıdır. Fert ve sosyal grupların boy, kabile ve yöre asabiyetini aşarak üst kimlik olan milli kimlikle kendilerini ifade edebilmeleridir. Sosyal bütünleşmede homojenlik ve hatta durgunluk değil, dinamik bir yapı içinde farklılaşma ile birlikte bütünleşebilmektir. Fert ve sosyal grupların kültürel değerlerde mutabakata varmalarıdır (Erkal, 2006:276, 288). Bir başka tanımlamaya göre de toplumsal bütünleşme, bir toplum ve sosyal grup içinde hâkim olan kültürel değerlerin toplumu meydana getiren fertler tarafından alınarak, kendilerine mal edilmesi ve böylece fertlerin toplumun sosyokültürel değerlerini kazanarak onunla uyumlu bir şekilde yaşama durumuna gelmeleri sürecidir (Günay, 2008: 311). Toplumsal bütünleşmenin en çok hissedildiği ve ihtiyaç duyulduğu dönemler, toplumsal çözülme ve dağılmaların yaşandığı zamanlar olan kriz, bunalım ve çatışma zamanlarıdır. Bilhassa çoğulcu toplumlarda kriz, bunalım ve çatışmalar kaçınılmazdır. Dolayısıyla böyle toplumlar, her an sosyal çözülme problemleriyle karşılaşma riskine sahiptir. Bu bağlamda her toplum, muhtemel riskleri ve çatışma ortamlarını asgariye indirebilecek araçsal değerlere ihtiyaç duyar. Bu araçları sunabilecek, birlik ve 183 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY bütünleşme sağlayabilecek kurum ve katmanlar; kültür, değer ve dindir. Bu kurumlar, kriz zamanlarında toplumsal bütünleşmeyi sağlamada diğer kurumlardan daha aktif işlev görmektedir. Şimdi bu üç kurum ve katmanın toplumsal bütünleşmeyle ilişkilerini ortaya koymaya çalışacağız. 1.1. Kültür ve Toplumsal Bütünleşme İlişkisi Kültür, düzenlenmiş sembolik bir sistem (Munch vd., 1992:90); aynı gelenekten gelen insanların yeni nesillere aktardıkları, korunması ve geliştirilmesi gereken bir dizi öğrenilmiş davranışlar bütünü; bir insan topluluğunun kendi tarihi gelişmesi hususunda sahip olduğu şuur; insan davranışına ve davranış yoluyla meydana getirilen değer, fikir ve diğer sembolleşmiş anlam sistemlerinin devredilen ve yaratılan muhtevası; belli bir toplumu başka bir toplumdan ayıran yaşama tarzı, değerler ve davranış sistemidir (Erkal, 2006:143-145). E.B. Taylor’a göre kültür; bilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, örf ve adetleri, ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uzuv olması itibarıyla kazandığı ihtiyatlarını ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden gayet girift bir bütündür (Turhan, 2010:37). Durkeim’a göre kültür, kolektif ve bireysel temsillerdir; Elder-Wass’a göre kültür, “objektif ” bir kültür hattındaki “norm-döngüleridir”; Jahoda’ya göre ise kültür; ritüeller, mitler ve semboller bütünüdür (Trommsdorff vd., 2012:6). Kısacası kültür, maddi ve manevi değerlerden oluşan eklektik bir bütündür ve toplumun genel şuur ve yapısının yansıtıcısıdır. Kültür tanımlarından üç kültür tipi ortaya çıkmaktadır. Maddi kültür, manevi kültür ve her ikisinin mükemmel sentezlendiği ideal kültür. İlk iki kültür türü, insanı sadece tek kültür yapısı içerisinde değerlendirirken; ideal kültür insanı, hem maddi hem de manevi bütünlük içinde ele alır. Maddi ve manevi kültürler kendi sınırlarını meydana getiren çizgileri aşmaları hâlinde sosyal ve kültürel yapı aksaklıklarla ya da yok olmayla karşı karşıya gelebilir. Bu durum da her iki sistem içinde en doğru yol ideal kültüre yönelmektir (Bilgiseven, 1985: 422,423). Bu bağlamda maddi ve manevi kültürün anlamlı bütünleşmesi olan ideal kültür, toplumlarda değişik unsurların, sadece işlevsel olarak değil, taşıdıkları öz yönünden de birbirlerini tamamlamalarını sağlar (Yamanlar, 1998:158). İdeal kültür ve medeniyetin temeli büyük ölçüde inançtır ve inanç ise kültürü ilerleten, zenginleştiren, genişleten, derinleştiren bir kaynaktır (Er, 2008: 417). Kültür; ortak değer, tutum, davranışlar ve inançları barındırdığından diğer toplumsal kurumlarla etkileşim halindedir ve bütünleşmeyi sağlamaktadır. Kültürün bütünleştirici işlevi sosyokültürel değişimin açtığı uçurumda oluşan çatışmaları uzlaştırıp kapatmaya çalışması açısından toplumsal yapıda işlevsel özelliğe sahiptir (Güvenç, 1993:107). Dolayısıyla kültür, işlevsel bir sistemler bütünüdür. Bununla 184 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI birlikte değerlerin muhafazası ve sürdürülmesi kültür içerisinde ne kadar hayati bir öneme sahipse; kültürde gerekli değişme olgusu da o derece önemlidir. Bu bağlamda kültür değerleri dogmatik değildir, çağın ihtiyaçlarına göre özünü bozmadan reforme edilmek durumundadır (Erkal, 2006:143-145). Reformlardan maksat şudur ki eğer kültürel unsurlar yer ve zamanın şartlarına göre değişimi başaramazsa toplumsal birleştiricilik özelliğini yitirebilir. Hatta bir toplumu var eden ve onu sonsuza kadar yaşatan şey o toplumun kültürü olduğu için kültürünü koruyup geliştiremeyen toplumlar başka toplumların kültürü içinde eriyip, yok bile olabilirler. Bundan dolayı kültürel değerlerin korunması geliştirilmesi ve içselleştirilmesi bütün kültürlerde yetişkinler için önemli gelişimsel bir görevdir (Trommsdorff vd., 2012:8). Özet olarak ortak kültür değerleri, toplumsal bütünleşmenin temelidir. Bu temelin sağlamlığı nispetinde toplumsal bütünleşme de o kadar gerçekleşmektedir. Her toplum kendi gerçekleri ve şartları çerçevesinde yaşadığı tecrübeleri anlamlandırdığı bir kültür denizi oluşturmaktadır. Bu denizi dolduran baş unsur ise maddi ve manevi değerlerdir. 1.2.Değer ve Toplumsal Bütünleşme İlişkisi Genel olarak faydayla aynı anlamda kullanılabilecek olan (Sheng vd. 1998:4) değer kavramı, toplumun iyi-kötü, güzel-çirkin gibi tanımlamalarında ortaya çıkan ideallerdir. Her toplum, toplumsal ilişkilerde kullanabileceği bu gibi tanımlayıcı idealler dışında ayrıca, uğrunda mücadele edilmesi ve gerekirse ölünmesi gereken değerler de belirler ve toplum üyelerine bunları zorla kabul ettirir ya da bireylerin bunları dikkate almasını ister. Bununla birlikte toplumu oluşturan bireyler için değerler, aşkın ve mutlak hüviyete büründüğü için toplumun üyeleri de önerilen bu idealler etrafında örgütlenir; bu idealler de düşünceleri ve edimleri yönlendirir. (Sayın, 1994:150). Değerler, kültür içerisinde gömülü hâlde bulunmaktadır. Değerler sosyal kurumları etkilemenin yanı sıra bireysel davranış ve sosyal etkileşimi yapılandırmakta, motive etmekte ve anlamlandırmaktadır (Trommsdorff vd., 2012:8). Ferdi farklılıklarına rağmen, bireyler; toplumla bütünleşmeyi, toplumla uyumlu bir kimlik kazanmayı, toplumun belirlediği davranış ve düşünce kalıplarına göre hareket etmeyi toplumsallaşma sürecinde değerler aracılığıyla öğrenmektedirler (Akyüz vd., 2012: 369). Bu bağlamda değerler, insanların yaşamlarına, toplumsallaşmalarına rehberlik eden prensipler olarak hizmet eden ve önemleri değişebilen, toplum tarafından beğenilen, durumsal geçişliği olan, sürekli amaçlar (Trommsdorff vd., 2012: 8) olarak tanımlanabilir. Değerler, fonksiyonları itibarıyla göz önünde bulundurulduğunda hemen hemen tamamı birlik ve bütünleşmeyi amaçlamaktadır. Batılı toplumlarının kültüründe toplumsal bütünleşmede daha çok seküler ahlaki değerler, Müslüman toplumlar ise ekseriyetle dini değerler etkilidir. Hepsinde ortak amaç, insanı topluma uyumlu hâle 185 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY getirmek, toplumsal bir harmoni meydana getirmektir. Bunu yapmaya çalışırken bazen yumuşak bazen de güce dayalı değerler sistemi ortaya çıkar. Bu bağlamda toplumsal değerler, insan merkezli olabildikleri kadar, güç merkezli bir şekilde de kendini gösterebilmektedirler (Uçar, 2012: 24,25). Her kültürün kendi değer yapısı ve dünyayı tanımladığı ve anlamlandırdığı toplumsal bütünleşme sağlayıcı kodları vardır. Bir değer başka bir yerde aynı tutum ve davranışı gerektirmeyebilir. Bazen bir değer dış faktörlerin baskısı altında zamanla yeni bir anlama sahip olabilir yani belli değerlerin anlamı bir kültüre giren farklı bir dünya görüşü tarafından değiştirilebilir. Mesela özgürlük, onur ve adalet gibi değerler farklı kültür bağlamlarında farklı anlamlara sahiptirler (Trommsdorff vd., 2012: 8). Ancak dinlerin kendi değerleri, genel anlamda değişmezdir. Dinin getirdikleri dışında hiçbir değişmez değer yoktur. İnsanlığın, din dışında, bütün değerleri yer ve zamanla sınırlı olmuştur. Gelenekler bile değişime uğramıştır ancak kurumsal bir organizasyon olan din, değerlerini muhafaza etmeye çalışmıştır. Bu bağlamda en objektif kabul edilen bilim bile, hep birinin yerine geçen teorik şemalardan ibarettir. Bu şemalar mükemmele doğru yaklaşmakla birlikte esas olan yine değişmedir. Şu hâlde insanoğlu kendini bugün doğru sayılan, yarın yanlış çıktığı; bugün güzel görünenin yarın çirkin ilan edildiği bir dünyada, kendisini dalgalanmaktan kurtaracak değişmez değerlere sarılmak zorundadır. Bunu da, insanlığa ezeli ve ebedi değerler sunan din yapabilmektedir (Akgül, 2002: 87). Değerleri üreten birtakım yapılar mevcuttur. Bunlar din, duygular, gelenekler, sosyal hayat, ahlak, ekonomi vs. yapılardır. Bu yapılar arasında dinî değer, belirgin bir şekilde hepsiyle ve bilhassa ahlaki değerle ilişkilidir ve ayrıca çok özel bir tabiata sahiptir. Çünkü din; organizasyon, kurum ve bir tür toplumsal değere sahip olduğundan dolayı bir kimse bir dine inandığı zaman o birey, o dinin duygu ve inanç boyutlarını benimsemiş olur (Sheng vd. 1998:88) ve dinin istediği eylemleri yerine getirmeye gayret eder. Sonuç itibarıyla, toplumlar; temsil ettikleri değerler, teşvik ettikleri bireysel ve toplumsal güdüler, ilham ettikleri ve yasakladıkları dürtülerle ve kendileriyle inanç, tutum ve davranışların inşa edildiği ve korunduğu ideallerle vasıflandırılırlar (Coşkun, 2005:23). Bu meyan da Durkheim, ideal (değer) yaratmayan toplumların kendini oluşturamayacağını (Sayın, 1994:15) belirterek değerlerin toplum ve toplumsal bütünleşmedeki önemini vurgulamaktadır. Aynı şekilde toplumsal hayat, değerler üzerine inşa edildiğinden dolayı toplumsal hayatı sürdürebilir kılmak ve yaşamı anlamlandırmak için değerlere ihtiyaç vardır ve bu değerlere kaynaklık eden toplumsal olgulardan birisi ve en önemlisinin din (Uçar, 2012:26) olduğu unutulmamalıdır. Çünkü din kurumu, bir takım değerlere kaynaklık ederek dünyaya karşı olumlu ya da olumsuz tutum sergileyen bir kendi değerler zincirine sahiptir (Taş, 2002:50). 186 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 1.3. Din ve Toplumsal Bütünleşme İlişkisi Sembolik ve ameli değerler kültürü, kültür ise toplumu ve dolayısıyla da kimliği oluşturmaktadır. Bu bakımdan kutsalın evrensel bir boyutu olduğu için kültürün başlangıcı, dini inanç ve dini tecrübelerde bulunmaktadır (Eliade, 1995: 15). Din; insan, Allah ve toplum arasındaki bağlantıyı sağlayan, İslam göz önünde bulundurulduğunda da inanç, ibadet ve ahlaktan oluşan bir sistemdir (Taş, 2005:57). Dinler, kendi değerlerine dayalı bir dünya kurarak dünyevi kötülüklerden arındırmayı amaçlayan; bu sayede bireysel ve kolektif kurtuluşu vadeden; inanç, pratik ve kurumsal boyutlarıyla kutsal, bireysel ve toplumsal fonksiyonlara sahip olan değer merkezli sistemlerdir. Comte, din olmadan bir toplumun kurulamayacağını belirtirken, Durkheim da toplumlardaki ortak tasavvurların toplamından ibaret olan kolektif şuurun temelini dinî inançların oluşturduğunu dolayısıyla bütün sosyal müesseselerin kaynağını dinden aldığını (Taş, 2002:43, 44) ileri sürmektedir. Sosyal gerçekliğin en önemli unsuru olan din, toplumsal davranışların belirlenmesinde çok güçlü bir fonksiyona sahiptir (Taş, 2002:50). İnsanlığın her döneminde toplumların hayatını etkileyen “aşkın” bir güç ve sosyal bir fenomen olan din; geçmişte olduğu gibi, bugün de bir “yaşam biçimi” olarak toplumdaki sosyal davranışların oluşmasında önemli bir unsur olmaya devam etmekte ve toplumun; sosyal, kültürel, iktisadi, siyasi vb. alanlarında varlığını hissettirmektedir. Tarihi akış içerisinde toplumların geçirdiği değişim süreçlerinde din; sosyal karaktere sahip olmasından ve inananlara belli bir takım değerler ve semboller sistemi vererek bir “zihniyet” kazandırmasından dolayı merkezi bir yer işgal etmekte (Taş, 2002: 242, 243) ve insanın dünya kurma girişiminde stratejik bir rol oynamaktadır (Berger, 2005:67). Dolayısıyla din inananlar üzerinde belirli bir ruh oluşturarak bilinçli veya bilinçsiz olarak toplumun hayatına etki etmektedir (Taş, 2002: 50). Din sadece kutsal ile birey arasındaki ilişkiler sistemi değildir. Dinin dünyaya bakan yönleri itibarıyla özel işlevleri vardır. Bunları ana hatlarıyla şöyle ifade edebiliriz. Din, tarih boyunca en yaygın ve etkin meşrulaştırma aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan din, sosyal kriz ve bunalım ya da olağan zamanlarda gördüğü işlevleri itibarıyla insan topluluğunun yaşam sorunlarıyla mücadele etmekte kullandığı inançlar ve pratikler sistemi olmuştur (Furseth vd., 2011:53). Diğer yandan din, beşeri açıdan tanımlanan realiteyi nihai, evrensel ve kutsal bir realiteye bağlayarak yasallaştırmakta ve din ile beşeri olarak kurulan düzene, kozmik bir statü verilerek sosyal kurumlara nihai emniyet ve kalıcılık görünümü vermektedir (Berger, 2005: 79). Din, manevi sosyalleşme imkânı da sunmaktadır. Manevi sosyalleşme, her bir dinin ya da dini geleneğin kendine özgü inanç, öğreti ve kuralları gözetiminde, kişinin nasıl bir dini tutum geliştirmesi gerektiğinin öğretilmesi ve bunun sonucunda da, 187 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY kişinin içinde bulunduğu toplumun dini alışkanlıklarına ve beklentilerine uygun davranışlar göstermesi sürecidir (Akyüz vd. 2012: 375). Din bu amaçlara sahip olduğu araçların işlevsel yönleriyle ulaşır. Bu araçlar bireysel ya da toplu ibadetlerdir. İbadet olmadan yani dinin uygulama yönü bulunmadan bir din varlığını uzun süre sürdüremez. İbadet ve ritüeller, sadece bireyi Allah’a yaklaştırmakla kalmaz, onu diğer insanlara da yaklaştırır, onun Rabbine ve toplumuna yabancılaşmasını önler, sosyalleşmesine katkıda bulunur. Toplumsal bir değer olarak dinin pratik uygulamaları olan ibadetlerin öğrenilip yaşanması her şeyden önce sosyalleşmenin bir parçasıdır (Certel, 1998:155). Özellikle toplu yapılan ibadetler hem toplumsal eşitliğin sağlanmasına ve güçlendirilmesine katkıda bulunur hem de ibadet edenler arasındaki makam, mevki veya ırk üstünlüğü gibi duygu ve ayırımları ortadan kaldırarak, sosyal bütünleşmeye yardımcı olur. Bu sebeple toplu ibadetler, yaratılışımızda bulunan temel birlik ve eşitliği, günlük yaşantımızda bir gerçek olarak ortaya koyabilmemiz ve gösterebilmemiz için en önemli değerlerdir (Koca, 2007: 264). Bu bağlamda dinin sosyal hayatta etkinliği ölçüsünde, sosyal gruplar arasındaki kültürel uyuşmazlıkları azaltıp bütünleşme işlevi gördüğünü (Bilgin, 1997: 79) düşünebiliriz. Bu bağlamda din, ibadetler aracılığıyla bir araya getirdiği hatta örgütlediği grupları sosyalleştirir. Sonuç olarak günümüzde hızla ilerleyen dünyevileşme olgusu karşısında dinin sosyal hayatta var olan önemini yitirmeye başladığı düşüncesi olmakla beraber, din hâlen, bünyesinde taşıdığı “aşkın” değerlerle insanları kendine bağlamakta, bütün kültür sahaları üzerinde tesir göstermekte ve bu manada kültürün merkezi olarak kalmaya devam ederek, toplumsal bütünleşmenin hâkim gücü olma eğilimini sürdürmektedir. Bu anlamda dinin dışında ve onun yerini doldurabilecek hiçbir profan mutlak değer mevcut değildir (Taş, 2002: 56). Ayrıca 18. yüzyıldan itibaren sosyal ve dini hayata damgasını vuran olgular, dinin kamusal alandaki gücünü büyük ölçüde kırmasına rağmen dinin toplum üzerindeki birleştirici ve bütünleştirici rolü, 20. yüzyılda tekrar artmaya başlamıştır (Freyer, 1964:27). Bu bağlamda dinî ve millî değerler kendi sınırları içerisinde, profan olgulara karşı toplumsal birlik ve bütünlük sağlamaya çalıştıkları bir gerçektir. Buraya kadar toplumsal bütünleşme bağlamında dinî değerlerin ilişkili olduğu kavramları ele aldık. Şimdi bildirinin temel konusu olan toplumsal bütünleşme bağlamında dinî değerleri, dinî tecrübenin ifade araçları olan sembol, retorik, kurum ve fenomen örnekleri üzerinden göstermeye çalışacağız. Bu tür bir metotla konuyu ele alıştaki amaç, dinî değerlerin öteden beri taşıdıkları bilhassa dünyevi fonksiyonları göstermek ve özellikle ortak bir kültür denizinde yetişen genç nesiller için toplumsal bütünleşme kavramını özümsetecek olan dinî değerleri ön plana çıkartmaktır. 188 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 2. Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Müslüman Toplumlarda Dini Semboller Sembol, genellikle insan düşüncesinde görünmeyen ancak genelleşmiş kabulleri temsil eden somut bir işaret ya da şeydir. Sembol, ilişkili olduğu duygular ve düşünceler için bir odak noktası ya da ortak alışkanlıklar için bir harekete geçiricidir (Enyclopedia of Religion, “Symbol and Symbolism” maddesi). Sosyal anlam, çoğunlukla dilsel ya da sembolik işaretlere dayanmaktadır (Tzankova vd., 2010: 2). Bu bakımdan semboller, insan ve toplumun yapısında hayati önemi olan güçlerdir ve özgün enerjilere sahiptir. Semboller ayrıca psişik enerjinin canlanmasına, yoğunlaşmasına yol açmaktadır (Jung, 1964:232). Bundan dolayı semboller, semantik ve semantik dışı bir ifade ve güce sahiptir. Bu gücünü esasen anlam belirsizliğinden almaktadır. Sembol anlaşılmaz olduğu zaman, ancak derin bir ifade biçimi olarak görülür. Sembolün belirsizliği, tecrübe alanlarımızdaki sembolün köklü oluşuyla da ilişkilidir (Cacho, 2007:122). Bununla birlikte sembol ne kadar geçmişe giderse o kadar güçlü bir değere ve evrene sahip olur. Sembol tarihine bakıldığında, her şeyin sembolik bir öneminin olduğu görülmektedir. Taş, hayvan, insan, dağ, ay, güneş, rüzgâr, su ve ateş gibi doğaya ait nesneler; ev, bot ya da araba gibi insan yapımı nesneler; sayılar, üçgen, kare ve çember gibi soyut şekillerin hepsi birer semboldür. Kısacası evrendeki bütün her şey potansiyel bir semboldür (Jung, 1964:232). Bu bağlamda insana düşen sadece uygun olanı bulmak, ona kutsiyet atfetmek, bir anlam vermek suretiyle onu sembolleştirmektir. Bireyler, çevrelerini tanımlamalarına, hislerini ifade etmelerine ve karar vermelerine yardımcı olan inanç, sembol ve değerlere sahiptirler (Mardin, 2008: 56). Bu semboller arasında en önemli olanlar bireysel sembollerden ziyade doğasında ve kökeninde kolektif değerde olanlardır. Bunların önde gelenleri ise dinî içerikli olanlardır (Jung, 1964: 55). Bunun sebebi de insanların dinî sembol ve kavramların dikkatli ve bilinçli belirlenmiş ve oldukça özenli yaratılmış kutsal kökenli şeyler olduğunu aynı zamanda insan ve kutsal arasında ilişki kurduğunu düşünmelerindendir (Jung, 1964:55). Dinî tecrübe; ritüeller, mitler, gelenekler ve sembollerle ifade edildiğinden dolayı din, birçok sembol kullanır (Cacho, 2007:122). Bu bağlamda Geertz dini, insanda güçlü, yaygın, uzun vadeli ruh hali ve motivasyonlar meydana getiren, varlığın genel düzenine dair kavramlar formüle eden, bu kavramlara kazandırdığı gerçeklikle istenilen ruh hallerini ve motivasyonlarını gerçekleştiren bir semboller sistemi olarak görmektedir. Ayrıca dini sembollerin kendilerini çoklu kavram ve nesneyi kaynaştırıp bütünleştirdikleri için deneyimleri birbirine zıt olsa bile inananlara sembollerin varlıklarını kabul ettirdiğini ya da onaylattığını düşünmektedir (Swatos ve Kivisto, 1998: 504). Bellah da dini; insanın, varoluşunun nihai koşullarına ilişkilendiren 189 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY sembolik formlar ve ameller bütünü olarak tarif etmektedir (Toksoy, 2011: 66). Turner ise özellikle ritüeli, aksiyomları (öncülleri), temel değerleri ve belli bir kültürün normlarını temsil eden sembolik nesnelerin görüntülerini, bir dizi sembolik hareketler olarak tanımlamaktadır (Swatos ve Kivisto, 1998: 504). Dini semboller, toplumda iletişim ve etkileşim meydana getirmek suretiyle toplumsal bütünleşmeye, birliğe yardımcı olmakla birlikte aidiyet ve zihniyet kazandırıcı işlevlere de sahiptir. Dinî sembollerin toplumsal bütünleştirici gücü ve enerjisi o kadar fazladır ki günümüzde dini bir sembol üzerinden toplumsal infiallerin ve çatışmaların çıktığına ya da bütünleşmelerin olduğuna şahit olmaktayız. Bu bağlamda dinî tecrübenin ifade araçları olan sembollerin, toplumsal birlik ve bütünlüğü nasıl sağladığı ya da çatışmalara nasıl neden olduğu konusu, kısacası hem insan hem de toplum üzerindeki etkisi ve gücü, öteden beri insanoğlunun sırrını çözmeye çalıştığı bir gerçektir. Bütün dinler gibi İslam’da da semboller vardır. Bu semboller, Müslümanlar arasında kolektif bir bilinç, zihniyet ve değer yargısı oluşturmaktadır. Bu bağlamda burada Müslümanlar arasında birlik, bütünlük ve zihniyet meydana getiren birçok İslami sembolden sadece Hilal-Yıldız ve Ezan birer örnek sembol olarak ele alacak ve toplumsal bütünleşme boyutlarını vurgulamaya çalışacağız. 2.1. Hilal-Yıldız Sözlükte “yüksek sesle haykırmak; ortaya çıkmak, parlamak, sevinmek” anlamlarına gelen hilal, ayın gökyüzünde aldığı bir şekildir. Hilal; yapıların üzerine konulan, sembolize ettiği dini inanç ve felsefî değerleri yücelten alemlerin (semboller) üzerinde, bayraklarda ve sancaklarda kullanılan bir semboldür. (DİA: “Alem” maddesi) Hilal; fıkıh, mimari ve sanat gibi alanlarda kullanılan bir fenomendir. Fıkıhta, ibadet vakitlerini tespit için kullanılmaktadır. Ayette hilalin işlevlerinden “(Ey Resulüm!) Sana hilâllerden de soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve hac için vakit ölçüleridir…” (Bakara, 2/189) şeklinde bahsedilmektedir. Bir hadiste ise hilalin işlevlerinden, “Hilali gördüğünüz zaman oruç tutunuz ve hilali gördüğünüz zaman da orucunuzu bozunuz. Eğer hava kapalı olur da hilali göremezseniz Şaban ayını otuz olarak kabul ediniz.” (Buhari, Savm:1776) şeklinde belirtilmektedir. Ayet ve hadiste görüldüğü üzere, hilal öncelikli olarak bir vakit belirleyici olarak kullanılmaktadır. Hilalin, fıkıhtaki kullanımı dışında ayrıca Müslüman- Türk tarihinde sembol olarak da kullanımı söz konusudur. Sembol olarak kullanılan hilal, toplumsal birlik ve bütünleştirici bir değer olarak karşımıza çıkmaktadır. Hilalin sembol olarak ortaya çıkışı ve kullanımına dair İslam ve Türk tarihinde çok çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan en önemlilerinden birkaçına değinmekte yarar vardır. Hilal ilk olarak kullanımına dair rivayet hilalin Mısır’da 10. yüzyılın ilk yarısında Fatımiler tarafından 190 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bayrak motifi ve askerlerin boyunlarında muska olarak kullanılması hakkındadır. İslâm’ın sembolü olarak benimsenmesine dair diğer bir rivayet ise Haçlı seferlerini konu alan minyatürlerde, Haçlı kalkanlarındaki haçlara karşı Müslümanların kalkanlarına hilâl resmi konulmak suretiyle gösterilmiştir (DİA, “Hilal” maddesi). Bu karikatürden Hilalin Müslümanlar tarafından bir sembol olarak kullanılmış olduğu anlaşılmaktadır. Hilalin yapı süslemelerinde de kullanımına rastlanmaktadır. Örneğin Erzurum Çifte Minareli Medrese’de simetrik ejderha, hayat ağacı ve üstte çift başlı kartal kompozisyonunda bitki motifinin sap kısmını halka şeklinde bir hilal sarmakta, iki yanda yer alan motiflerin alt kısımlarına yerleştirilenlerle bu sayı üçe tamamlanmaktadır (DİA, “Hilal” maddesi). Hilalin kullanımı her ne kadar rivayetlerden de anlaşılacağı üzere eski zamanlara kadar gitse de hilal büyük ölçüde Osmanlı Devleti döneminde popülerleşmiştir. Hilal şeklindeki yapı alemlerine, en çok Osmanlı döneminde rastlanmaktadır. Bu da bütün İslam ve Türk- İslam devletlerinin kültürel mirasçısı olan ve çok geniş bir alana yayılan Osmanlı Devleti’nin hilal sembolünü cihanşümul hale getirmesiyle ancak açıklanabilir. Daha önce Endülüs Müslümanlarının ve Memluklerin sancaklarında da yer alan hilal, Osmanlı sancaklarında Zülfikar ve şualı yıldızlarla birlikte temel motif olarak işlenmiştir. III. Selim, ordu ve donanmada yıldızlı hilali, amblem olarak kullanmıştır (DİA, “Hilal” maddesi). Bu örneklerin de gösterdiği gibi kültürel olarak İslam ve Türk tarihinde bütünleştirici bir sembol ve fenomen olan hilalin gerçek anlamda İslam sembolü olarak kullanılmasının ve evrensel bir İslami kimlik ögesi oluşunun Osmanlı dönemine rastladığı kabul edilebilir. Aynı şekilde birlik ve bütünlüğümüzün sembolü olan bayrağımızın asli şekli de Osmanlı dönemine dayanmaktadır. Bayrağımızın orijinal haline dair toplumda yaygın kabul gören rivayet bile söz konusudur. Bu rivayete göre gökteki hilal ve yıldız, birikmiş olan şehit kanı üzerine yansımak suretiyle bayrağımızın şekillenmesine ilham vermiştir. Hilal ve yıldızla ilgili İslam ve Türk tarihinde birçok farklı yorumlar vardır. Bunlardan en dikkate değer olanlar “Hilalin Allah’ı, devleti ve gelişmeyi ”, “yıldızın ise Hz. Peygamberi, nuru, ilmi ve İslam’ın 5 şartını temsil ettiği” şeklindeki yorumlardır. (http://www.religious-symbols.net/islam-symbols.html). Hilal ve yıldıza dair bu yorumlar bize hilal ve yıldızın nasıl ve niçin kutsal bir sembol ve fenomen olduğuna dair muhtemel ipuçları vermektedir. Hilalin toplumsal bir bütünleştirici sembol olarak kullanımına dair edebî eserlerde de örneklere rastlanmaktadır. İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’, “Çanakkale Şehitlerine” adlı şiirinde: “Bir hilal uğruna Ya Rab ne güneşler batıyor” mısrasıyla Hilali İslam’la özdeşleştirmiş ve onu uğrunda şehit olunan kutsal bir değer olarak görmüştür. 191 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY Sonuç olarak, hilal ve yıldızın işlevlerine dair rivayet ve yorumlardan anlaşılacağı üzere hilal ve yıldız Müslümanların kutsal ve bütünleştirici değerleridir. Bu bağlamda hilal; mimaride, sanatta, edebiyatta vs. olsun İslam’ın ve Müslüman kimliğinin evrensel bir sembolü olarak kullanılmaktadır. 2.2. Ezan Sözlükte “bildirmek, duyurmak, çağrıda bulunmak, ilân etmek” manasına gelen ezan kelimesi, terim olarak farz namazların vaktinin geldiğini, nasla belirlenen sözlerle ve özel şekilde müminlere duyurmayı ifade eder (DİA, “Ezan” Maddesi). Ezan ayrıca şekil, amaç ve anlam itibariyle dünya dinleri içinde düzenli ve sesli okunan tek ibadet çağrısıdır. Ezan, sadece bir namaz çağrısı değildir aynı zamanda zihniyet ve aidiyet meydana getirici bir İslam sembolüdür. Ezan, için hangi mezhep, ırk, gruptan olursa olsun bütün Müslümanlar, ezanın minarelerden okunmasını kendileri için bir görev olarak görmekte ve okunması için çaba göstermektedirler. Bu çabada en büyük motif, ezanın İslam’ın bir sembolü ve değeri olması ile yaşanılan coğrafyada İslam’ın adını yaşatma ve varlığını hissettirmeyi ezanla sağlama düşüncesidir. Ayrıca ezanın serbestçe bir yerde okunması, o coğrafyanın Müslüman oluşunun sembolüdür. Ezan, sözleri bakımından İslam’ın inanç esaslarının özeti niteliğindedir. Allah’ın varlığı, tekliği ve büyüklüğü, Hz. Muhammed’in O’nun resulü oluşu gibi inanç esaslarının hepsi ezanda mevcuttur. Bu bakımdan ezan her gün kendisini duyanlara bu esasları tekrarlamakta ve bu esasların unutulmamasını sağlamaktadır. Diğer yandan günde beş defa Mekke’ye Kâbe’ye doğru dönmek ilk ve son varılacak yerin dünyevi bir sembolüdür. Bu bakımdan ezan Müslümanları dünyevi olarak, yönelim olarak ve manevi olarak oryante etmektedir (Delaney, 2004: 87). Ezan okunduğu zaman her bir Müslümanın “Azizallah” demesi, yani ortak bir eylem sergilemesi, elinde yaptığı işini ezan bitene kadar bırakması, radyo ya da televizyonun sesini kısması, eğlenceyi durdurması, camiye yönelmesi gibi eylemlerin hepsi sembol olarak ezanın kutsiyetine gösterilen toplumsal bir saygı göstergesidir. Ezan, edebiyatımızda da sembol olarak kullanılmaktadır. Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşı’nda ezanın aslında din, millet ve vatan için ne anlama geldiğini bu bağlamda bütünleştirici sembol ve fenomen olduğunu açıkça göstermektedir. “Ruhumun senden İlahî şudur ancak emeli Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli” 192 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ezanın toplum hayatında taşıdığı mana üzerinde ayrı bir dikkat ve ilgiyle duran Yahya Kemal de, “Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî / Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî” beytiyle başlayan “Ezân-ı Muhammedî” adlı gazelinde cihan semalarını inleten ezanı düşünerek fetih duyguları içinde ezanla fetih ve zafer arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır (DİA, “Ezan” Maddesi). Sonuç olarak ezan, İslam’ın bütünleştirici ve zihinleri oryante edici bir sembolüdür, Toplumda, inanan inanmayan herkeste saygın bir değere sahiptir. Ezanın başlamasıyla insanlar bir takım ortak eylemde bulunmaktadırlar. Ayrıca Müslümanlar, ezanın okunduğu yeri İslam’ın bir vatanı olarak görmektedir. 3. Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Müslüman Toplumlarda Dini Retorik Din; insanın düşünce, duygu, irade, vicdan ve davranış gibi bütün kabiliyet ve eğilimlerine hitap etmektedir (Peker, 1990: 94). Dinî duygu, düşünce ve heyecanın anlatılması, iletilmesi ve bir şekilde açığa vurulması gerekmektedir (Taplamacıoğlu, 1963: 86). Din, ancak etkili iletişim araçları ve yöntemleri sayesinde açığa vurulabilir, yayılabilir ve mümin sayısını genişletebilir. Bu araç ve metotların söylem kısmı retorik araçlarıyla mümkündür. Sözlükte güzel söz söyleme, hitabet sanatı anlamına gelen ve söz sanatlarını inceleyen bilim dalı olan retoriğin en yoğun kullanıldığı alanların başında din gelmektedir. Dini değerlerin bağlamının iyi kurulması ve etki gücü ancak retorikle sağlanabilmektedir. Değer ve inanç bütünlüğüne sahip olan retorik, bir eritme potası, birlik ve bütünlük tutkalıdır. Bütün inanç sistemleri ya da profan ideolojilerde en etkili ve tutkal görevi gören retorik, bireysel ve toplumsal “müjdeleri” vurgulayan özelliği haizdir. Retorik söz sanatlarını inceleyen bilim dalı olması itibarıyla ayrıca bir inancın genel karakterini de yansıttığı gibi retoriğin yönü de bir inancın teorisini ortaya koymaktadır. Bir inanç yapısının müjdelerini, uyarılarını ya da iyi ve kötü tanımlamaları (değer) o inancın retoriği konusunda bizlere ipucu vermektedir. Gustave Le Bon’a göre, dünyaya hâkim olanlar dinlerin ve imparatorlukların kurucuları, bütün inançların peygamberleri, insan topluluklarının reisleri, kitlelerin ruhları hakkında insiyaki, fakat çoğu zaman gayet kesin bir bilgiye sahip ancak psikolog olduklarından habersiz psikologlardır. Bunlar kitlelerin ruhlarını gayet iyi tanıdıklarından hâkim olmuşlardır (Köylü, 1990:136). Aynı zamanda bu toplum önderlerine sosyolog olduklarının farkında olmayan sosyologlar da diyebiliriz. Sadece kitlelerin psikolojisini değil diğer yandan toplumsal yaşantıyı, değişmeyi, çözülmeyi de çok iyi gözlemleyebilme yeteneklerine de sahiptirler. Bu başarılarının altında yatan en önemli etmen toplumsal bütünleşmeyi sağlayabilecek nitelikte uygun retorik kullanmalarıdır. 193 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY Retoriği kalabalıklar üzerinde etkili kılan temel etmen, kullanılan dildeki kelime hazinesinin zenginliğidir. Mesela bu tür toplum önderlerinin hepsinin konuşmalarında “sıfat” çokça kullanılmıştır. Ne kadar çok övücü, yüceltici ya da tam tersi tahkir edici, küçültücü kelime kullanılırsa, retoriğin etkileme gücü o kadar artmaktadır. Dolayısıyla herhangi bir doktrinin ya da inanç esasının ya da dinî bir değerin inananlar için bir anlam ifade edebilmesi, bireysel ya da toplumsal bir değişim meydana getirebilmesi, retoriğin bütünleştirmeye ya da çatıştırmaya dönük sihirli kelime gücüyle mümkündür. Retorik ne kadar kuvvetli ve diğerinden ayırt edici olursa birey ve topluluk üzerinde o kadar çok uyarıcı olur ve etki uyandırır. İslam bağlamında retoriğin önemi ve etkisi oldukça büyüktür. Kutsal kaynaklarda ifade edilen müjdelerin içerdiği retorik inananlar üzerinde ulaşılması gereken bir hedef ve ideal (değer) oluşturarak bir davranış modeli çizmektedir. İslami retorik, aynı zamanda diğer dinlerin doktrinleri ve mensupları karşısında Müslümanların inançlarını korumalarını sağlayabilecek zihniyet kazandırıcı bir işlevi de görmektedir. İslami retorik, sadece Kur’an ve Sünnet’le belirlenmemektedir. Yorum farklılıklarından ortaya çıkan ilmi, itikadî ve amelî mezhep ve grupların geliştirdiği retorik de, bir yandan müjdeleyici diğer yandan ise dolaylı ya da doğrudan çatıştırıcı boyutlara sahiptir. Dini mezhep ve gruplara baktığımızda hepsinin bir “kurtuluş” ve “seçilmişlik” retoriği vardır. Bu tür retorikler, mezhep ve grupların kendi bünyelerinde bütünleştirici tutkal görevi görürken, diğer rakip gruba karşı gizli ya da açık çatışma zihniyeti kazandırmaktadır. Retorik tarzı bir kişinin, topluluğun, grubun kolektif fıtratını ve şuurunu yansıtır. Dolayısıyla kullanılan retoriğe göre grup hakkında bilgi sahibi olmak ve sahip olduğu değerlerin yönünü belirlemek mümkündür. İslam bağlamında toplumsal birlik ve bütünleşme sağlayan en önemli retorik araçları selamlaşma, vaaz ve hutbelerin işlevselliğini artırmaya dönük olarak yapılan müjde içerikli retoriktir. Diğer yandan toplumsal bütünleşme sağlayan en önemli retorik ise kurtuluş vadeden “seçilmişlik” retoriğidir. 3.1. Selamlaşma Selam, başka birinin varlığına dair bilgi veren, kısmen kalıplaşmış resmi ifadedir. Bir insanla karşılaşıldığında ya da bir insandan ayrılırken selamlama yapılır. Selam, nezaket ve tevazudan korkuya kadar bir duygu aralığını ifade etmektedir (Encyclopedia of Religion, “Salutations” maddesi). Selamlar, uzunluk ve nezaket derecesi konusunda farklılık gösteren çok sayıda sözlü ve ayinsel çeşitliliğe sahiptir. Bunlar arasında sözlü ifadelere karşılık verilen cevaplar dışında eğilmek, secde etmek, hamle ve savunma yapmak, silah ateşlemek, şapka çıkartmak, el tutmak, kucaklaşmak, ağlamak ve gülümsemek sayılabilir. Bir kültüre özgü selam şekli başkası için oldukça ağır ya da gülünç olabilir. Bunun yanı 194 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI sıra bir kültürde de selamlama, şekil ve içerik itibarayla değişiklik gösterebilir (Encyclopedia of Religion, “Salutations” maddesi). Genel anlamda selamlaşma, selamlanan kişiyle ilgili duygu ve değerlerin açıklanması, kültür-gelenek birliğinin sürdürülmesi ve duygu ve değerlerin kaybolmaması işlevini görmektedir. Resmi selamlama ifadelerinde dini içerik açıkça belli olmasa da, geleneksel selamlamada ifade edilen duygu çoğunlukla dini bir doğa içermektedir (Encyclopedia of Religion:Salutations” Maddesi). Her ne kadar dini içeriği azalsa da selâm ifadelerine yerleşmiş olan ulûhiyetle ilgili bazı kelimeler varlığını günümüzde de sürdürmektedir. Örneğin Fransızca’daki “adieu” (Allah’a ısmarladık), İspanyolca’daki “adios” (Tanrı’yla beraber git) ve İngilizce’deki “good-bye” (God be with you-Tanrı seninle olsun) gibi dini içerikli selâmlar günümüzde hâlâ kullanılmaktadır (DİA, “Selam” maddesi). İslami geleneğin selamlama biçimi, Hz. Adem’in yaratıldığında bir grup meleği selamlaması için öğretilmiş olan selamlama biçimidir. Hz. Adem’in selamı ve meleklerin cevabı bütün nesiller için bir selamlama biçimi olmuştur. İslamiyet’te selamlamaya verilen önem o kadar yüksektir ki selam ritüelini ilk kimin başlatacağı bile belirlenmiştir. Buna göre genç olan yaşlı olana, koşan yürüyene, ayaktaki oturana, küçük grup büyük gruba selam verir. (Encyclopedia of Religion: Salutations” Maddesi). Müslümanlar arasında selam, bireyin başka bir bireyle sosyal etkileşime ve iletişime girmek için “esselamu aleyküm” demesi “ve aleykümselam” şeklinde bir cevap alarak iletişime açık olma işaretinin verilmesidir. Bu tarz bir selamlama Müslüman kimlik ve kültürünün bir sembolü, parolası ve işaretidir. Bu bağlamda Müslüman olmayan birine bir Müslüman’ın “Esselamu Aleyküm” diyerek verdiği selam özellikle dini bir anlam ifade etmeyebilir ancak bir Müslümanın bir Müslümana selam vermesi barışa, sağlık ve esenliğe ve Allah’a itaat olarak anlaşılır (Encyclopedia of Religion, “Salutations” maddesi). İslam’da selamlaşma, “müjde” retoriğiyle teşvik edilmektedir. “Evlere girdiğiniz zaman birbirinize, Allah katından mübarek ve hoş bir esenlik dileği olarak, selâm verin (Nûr, 24/61)” ayetinde selam vermenin Allah katındaki değerine yapılan vurgudaki retorik, aile üyelerinin birbirine selam vermesini öğütlemektedir. Aynı şekilde “Aranızda selamı yayınız. Selam kalpleri yumuşatır, insanları yakınlaştırır” (Müslim: İman: 93,94) Hadisi Şerifi de bir fenomen olarak selamın toplumsal bütünleştirme işlevine vurgu yapılarak yaygınlaştırılması öğütlemektedir. Diğer bir hadiste ise selam verenin alandan daha hayırlı olduğu belirtilerek müjde retoriği kullanılmakta ve selam gibi bir İslami değerin yaygınlaştırılmasına kutsal bir mükâfat atfedilmektedir. Sonuç olarak selamlaşmayı, sosyalleştirici bir fenomen, toplum tanımlayıcı bir sembol olarak değerlendirmek mümkündür. İslam’daki selamlama ise bu iki hususiyete 195 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY ilave olarak müjde retoriği de içermektedir. Ne yazık ki küreselleşme ve sekülerleşmenin etkisiyle günümüzde giderek geleneksel dini selâmların yerini bu içerikten arındırılmış selâmlama ifadeleri almaktadır. Bu olgu toplumumuzda da etkisini göstermektedir. 3.2. Vaaz-Hutbe Bir inancın büyük kitlelere yaygınlaşmasında başvurulan iletişim yöntemi, tebliğdir Dinsel iletişim iki türlüdür: Bireysel anlatım ve toplu anlatım. Dini öğretinin daha hızlı yaygınlaşması ve daha fazla insana ulaşmasında en önemli iletişim aracı, toplu anlatım ortamlarıdır. Bu bağlamda tarih boyunca başta Peygamberler olmak üzere toplum önderleri her zaman topluluğa hitap etmeyi tercih etmişlerdir. Doğal olarak toplu anlatım İslam’da da fenomenleşmiş ve müjde retoriğiyle teşvik edilmiştir. İslami gelenekte iki toplu anlatım aracı vardır bunlar, vaaz ve hutbedir. Vaaz, bütün inançlar için ilk başta başvurulan bir iletişim ve retorik kullanım aracıdır. Vaaz, kelime olarak nasihat ve öğüt, itaat etmeyi emir ve tavsiye, dinî meseleler üzerinde konuşup nasihat etme, kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma gibi anlamlara gelmektedir. Genelde camide veya toplu ibadet edilen yerlerde, yetkili din adamları ya da ehil kişiler tarafından ibadet öncesi veya sonrasında güzel ve yumuşak sözlerle yapılan ve kalbi yumuşatan, iyiliğe teşvik eden, kötülükten sakındıran, bilgilendiren ve metafizik gerilimi arttıran dini konuşmaya vaaz denir. Vaaz, hutbe gibi bir ibadetin rükünlerinden olmamakla birlikte, genel bir din eğitimi ve öğretimi metodu olarak vazgeçilemez bir faaliyet ve usuldür (Yüce, 2011: 120). Vaaz, İslam’ın anlatılması için bazı müjdelerle daha fazla teşvik edilen bir fenomendir. Bu müjdelerden birisi olan Allah’ın adının anıldığı yerlerde gelenlerin Allah’ın boyasıyla boyandığı müjdesi ve Allah’ın adının anıldığı yerlere meleklerin geldiği müjdeleridir. Bu müjdeler Müslümanların vaazlara, sohbet meclislerine katılımını teşvik ederek vaazların bir fenomen olmasını sağlayan önemli bir retoriktir. Bu müjdenin de gerçekleşme ortamını vaazlar ve sohbet meclisleri sağlamakta ve doğal olarak bu etkinlikler kutsal bir forma bürünmektedir. Vaaz işlevsel olarak ele alındığında sadece dinî öğütlerin verildiği bir ortam sağlamamakta, aynı zamanda insanların ortak bir amaç doğrultusunda bir araya geldiği, kaynaştığı ve sosyalleştiği bir etkinliktir. Birlik ve bütünleşme ortamı sağlayan vaazların toplumsal etkileri vaazda kullanılan retoriğe ve cemaatin psikolojik ve sosyolojik olarak hazır bulunuşluğuna bağlıdır. Diğer yandan vaizin kullandığı retorik ve anlatım tarzı da bütünleştirici fonksiyonu belirlemektedir. Müjdeleyicilikten uzak, tahkir edici ya da dindarlık sorgulayıcı bir retorik, çoğunlukla bütünleştirmeden çok çatıştırıcı olabilmektedir. Dolayısıyla vaazlar, müjdeleyici ve nefret oluşturmayan, eğitici, öğretici, huzur verici bir retorik içerdiğinde bütünleştirme sağlamaktadır. 196 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bir topluluk karsısında yapılan etkileyici konuşma anlamına gelen hutbe, Cuma ve bayram namazları olmak üzere belirli ibadetlerinin icrası esnasında yapılan, genelde vaaz ve nasihati içeren konuşmayı ifade etmektedir. Hutbe, daha fazla hedef kitleye ulaşma imkânı tanıyacak bir potansiyele sahip dini iletişim faaliyetidir. Hutbelerin haftada bir defaya mahsus olmak üzere tertip olunması, onların ibadetin bir parçası olması yanında, dini bilgi, duygu ve düşüncelerin insanlara öğretilmesi ve ulaştırılması bakımından da önemlidir (Kocaman, 2006: 55). Hutbeler de Müslümanları bir araya getiren ve onlara amaç birliği sağlayan önemli bir fenomendir. Sonuç olarak, vaaz ve hutbe cemaatin bir araya toplandığı ve İslami değer ve esasların kendileriyle paylaşıldığı iletişim ve tebliğ araçlarıdır. Bu araçlar, anlatımda kullanılan retorikle işlevselleşirler. Cemaatin ihtiyaç, eğitim, sosyal ve psikolojik yönlerini dikkate almayan vaaz ve hutbeler, bu fenomenlere olan ilgiyi azaltmaktadır. Vaaz ve hutbelerde kullanılan uyarıcı ve davranış eleştirici nasihat retoriği yerine müjdeleyici bir retoriğin kullanımı, vaaz ve hutbelerin bütünleştirici bir işlev göreceği bir yöntemdir. 3.3. Seçilmişlik İslam, bireysel seçilmişliği sadece peygamberlere vermiştir. “Allah, meleklerden ve insanlardan bir kısım kimseleri elçi olarak seçer, onları saf ve temiz tutar.” (Hac, 22/75) ayetinde belirtildiği gibi insanlar arasında peygamberler dışında bir bireyin üstünlüğü ya da seçilmişliği söz konusu değildir. Peygamberlerin seçilmişliği ise yalnızca Allah katında bir seçkinliktir. İslam, insanlar düzeyinde üstünlüğü ya da seçilmişliği sadece takva kavramıyla sağlamaktadır. Bu seçilmişlik de peygamberlerde olduğu gibi sadece manevi bir durumdur. Bu bağlamda “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vaat olunan cennetin durumu şudur: Onun içinden ırmaklar akar, yemişleri ve gölgeleri devamlıdır. İşte bu, Allah’a karşı gelmekten sakınanların sonudur. İnkâr edenlerin sonu ise ateştir.” (Ra’d, 13/35) ayeti takva sahiplerinin Allah’ın vadettiği cennete girecek olanlar olduğunu ve onların Allah katında seçilmiş insanlar olduğunu göstermektedir. Takva, bütün ahlaki ve insani değerlerin hemen hemen hepsini kucaklayan bir kavramdır. Çünkü takva, Kur’an’ın ısrarla üzerinde durduğu bir fazilet olmasının yanı sıra, insanın diğer insanlarla ve yaratıcıyla arasındaki bağlarını çepeçevre kuşatarak bütün insani vasıflarının hepsini kucaklar. Takva prensibi insanın kandan, nesepten, bölge-iklim, ırk, sınıf, mevki, farkından kaynaklanan üstünlüklerini silen ve onların yerine biricik değer olarak insanın öz niyet ve gayretinin yarattığı üstünlükleri koyan bir fıtrat prensibidir (Çelik, 2004: 67). Takva hem bireysel hem de sosyal neticeleri olan bir yaşam biçimi olduğundan insanların toplumla birlik ve bütünlük içerisinde, topluma aykırı ve zararlı bir hayat yaşamaktan insanı uzak tutan bir fenomen 197 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY olduğundan sosyolojik sonuçlara sahiptir. İnsanların toplumla barışık, zararsız bir hayat anlayışının, kutsala bağlı bir hayat sürme çabasının ve kutsal övgünün adı olan takva, bir zihniyet meydana getirme işlevine sahiptir. Dolayısıyla takva, kutsal bir görünüm arz eden toplum değerlerinin birlik ve bütünlük içinde yaşanmasını sağlayan bir retoriğe sahiptir. İslam’da seçkinlik fenomeni inanç esasları arasında olmamasına rağmen bazı ayet ve hadislerden yola çıkılarak yapılan yorumlar, bireysellikte olmayan seçilmişlik retoriğini “kolektif seçilmişliğe” vermektedir. Bu yorumlar, doğal olarak bir grupsal seçilmişlik ve kurtuluş anlayışı oluşturarak birlik ve bütünlük sağlamaya çalışır. Seçilmişlik retoriği, bireyin bir dini topluluğa yakınlaşmasını ve benimsemesini kolaylaştırır, cazip hâle getirir. “De ki: Bu benim yolumdur. Ben ve bana tabi olanlar insanları basiretle Allah’a davet edeniz.” (Yusuf, 12/108), “Allah, katında tek din İslam’dır.” (Âl-i İmran, 3/19) gibi ayetlere ve “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır ve bunlardan sadece birisi necat bulacaktır” (Tirmizi, İman: 18) gibi hadislere getirilen yorumlar “kolektif seçilmişlik” retoriği oluşturmaktadır. Bu bağlamda dini mezhep ve gruplar kendi taraftarlarına vadettikleri dünyevi ve uhrevi kurtuluş retoriğiyle diğer gruplar karşısında kendi üyelerine seçkin bir konum kazandırırlar. Ancak madalyonun diğer tarafına bakıldığında seçilmişlik retoriği her ne kadar mezhep ve grupların kendi içlerinde bir birlik ve bütünlük sağlayıp diğer mezhep ve gruplar karşısında bir üstünlük anlayışı oluştursa da sosyolojik olarak gizli bir çatışma da zemin hazırlar. Sonuç olarak, takva ve peygamberlerin sahip oluğu seçilmişlik dışındaki her türlü seçilmişlik tamamen yoruma dayanan bir retorik içermektedir. Kolektif seçilmişlik bir taraftan iç toplumsal bütünleşme meydana getirirken diğer taraftan dış çatışma kaynağı olabilmektedir. 4. Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Müslüman Toplumlarda Dinî Kurumlar Dinî kurumlar, dini tecrübenin somut ifade araçlarıdır. Cami ve mescit gibi kurumlar, din mensuplarının sosyalleşmesine katkıda bulunan, ortak ibadet mekânlarıdır. Aile gibi kurumlar ise toplum değerlerin aktarıldığı ve bireylerin ilk kimlik kazandıkları doğal kurumlardır. Bu gruplar ibadet ortamı sunmaktadırlar. İbadetin birleştirici gücü, bu gibi geçici veya devamlı teşkilatların yaratılmasıyla temsil edilir (Wach, 1995:74). Toplumun sosyal yapısını meydana getiren kurumlar ve bunların fonksiyonları sayesinde sosyal sistem ahenkli bir şekilde işleyebilmektedir. Bu bağlamda yerine getirdiği fonksiyonları itibarıyla kurumlar, toplumda yüksek düzeyde bir bütünleşmeye ve eşgüdüme yol açmaktadır. İslam toplumlarında cami ve medreseler gibi 198 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kurumlar Müslümanların sosyalleştirilmesine katkıda bulunan kurumlardandır (Taş, 2002: 60, 63). Genel anlamda kurumlar sosyalleştirici, birlik-bütünlük tesis edici ve değer aktarıcı işlevlere sahiptirler. Bu kurumların asli amacı budur. Bu bölümde İslami niteliğe sahip kurumlardan toplumsal bütünleşme yönünden öne çıkan kurumlardan cami ve aile kurumları ele alınacaktır. 4.1. Cami Tarih boyunca insanlar bir araya geldikleri yerleşim yerlerinde muhakkak inançlarına göre mabetler inşa etmişlerdir. Tarihte sosyal hayat büyük ölçüde mabetler etrafında toplanmıştır (Sezen, 1993:73). Cami ya da mescit Müslümanların bir araya gelip toplandıkları, toplu ibadet ettikleri, sosyalleştikleri mekânının adıdır. Dinî, sosyal ve kültürel bakımdan cami, İslam tarihi boyunca bir eğitim-öğretim ve kültür merkezi olmanın yanında bir devlet müessesesi olarak da karşımıza çıkmaktadır. Günümüzde de cami, bu fonksiyonlarını devam ettirmektedir. Camiler, ülkemizde özellikle Müslüman-Türk kültür ve kimliğinin devamında, milli birlik ve beraberliğin korunup pekiştirilmesinde, yaygın ve güçlü bir eğitim kurumu olarak fonksiyon icra etmektedir (Onay, 2006:149). Bununla birlikte camiler, Müslüman toplumlar arasında ortak bir kültür sağlar. Mezhep farkı gözetilmeden camiler herkesi kucaklar. Camilerde ortak heyecanlar yaşanır ve toplu merasimler tertiplenir. Bu merasimlerde kardeşlik, birlik ve beraberlik gibi duygular daha fazla oluşur. Camilerde cemaatle kılınan günlük namazlar ve toplu hâlde kılınan Cuma, teravih ve bayram namazları gibi diğer toplu ibadetler, imamın arkasında ve onun önderliğinde bir tek Allah’a kulluk için saflar halinde toplanmış bulunan ve her türlü mesleki, sosyal, kültürel statü farkları ve imtiyazları bir kenara bırakarak kenetlenen ve yekvücut olan bir toplumsal kaynaşma ve bütünleşmenin en canlı örnekleridir (Günay, 2008:325). İbadetler nedeniyle bir araya gelen insanlar ortak tecrübeyi paylaşarak sosyal bir topluluğu meydana getirirler. Parçaları bir araya toplayan, bir şeyin bir kısmını diğer kısmına katan, uzlaştıran ve barıştıran anlamlarına gelen cami toplumda ortak bir şuurun oluşmasına önemli katkılar sağlayan dini bir kurumdur. Sonuç olarak cami, toplumun her kesiminden insanın herhangi bir ayırıma gitmeden bir araya geldikleri, kaynaştıkları, aynı heyecanları yaşadıkları, kardeşlik, birlik ve beraberlik duygularının doruk noktasına ulaştığı kutsal bir mekândır (Ünal, 2010). 4.2. Aile Aile, toplumla ilgili en küçük sosyal birimlerden biridir. Aile, cinsler arası ilişkileri ve insan soyunun çoğalmasını kurallara bağlayan, istikrara kavuşturan ve standart199 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY laştıran davranışlar sistemidir (Arslantürk vd., 2008: 289). Tönnies ‘e göre de aile bir cemaatin en su katılmamış misali, aslî şeklidir (Freyer, 1964: 13). Aile fertleri birbirine aklî esaslara uygun olarak takip ettikleri müşterek gayeler veya bir takım menfaat mülâhazaları ile değil, karşılıklı aracısız temasların neticesi olan, sempati, sevgi, hürmet, şükran ve mesuliyet hisleri ile bağlanmaktadır (Freyer, 1964:12). Haliyle ailedeki dayanışma, bağlılık bir kültür ve değerler sistemi olarak sosyal sermayeyi oluşturmaktadır (Türkdoğan, 2004:641) . Toplumsallaşma sürecinin ilk ve en etkili aşaması ailede gerçekleşmekte ve yaşam süresince devam etmektedir. İdeal anlamda ebeveynler, çocuklarının toplumla bütünleşmesini sağlamada en büyük yardımcılardır. Çocuklar ve ebeveynler öğrenme etkileşiminde bulunurlar (Bahar, 2009:152). Ailelerin bu bağlamda en önemli görevi, bu etkileşim sürecine toplumsal organizasyonların devamlılığını sağlamak olduğundan aile, eğitim öğretim bakımından toplumun en önemli en önemli değer taşıyıcı eğitim kurumudur. Genel olarak aile toplumsal değişmeyi engelleyici bir kurum olarak da görülmektedir. Bu nedenle genellikle kitle hareketleri (ihtilaller, dini hareketler vb.) doğuş aşamalarında başarıya ulaşmak için aileyi ortadan kaldırılması gereken bir kurum olarak görürler. Kitle hareketleri yeterince güçlendiğinde ancak toplumda yerleşebilmek adına aile ile birlikte çalışmak zorunda kalırlar (Gürsoy, 2011:30). Aile; biyolojik, psikolojik, hukukî, ahlâkî, ekonomik, kültürel ve dini bağlara dayalı temel bir sosyal ünite olmasına rağmen aile birliğini sağlayan bu bağlardan bazıları zamanla daha da güçlenmekte veya zayıflamaktadır. Bu durumu, aile cemaati içerisinde mesela dinî bağın tarih boyunca arz ettiği vaziyette müşahede etmek mümkündür. Hakikaten aile, insanlık tarihinin özellikle ilk dönemlerinde her şeyden önce dini bir cemaat olarak karşımıza çıkmaktadır. Aile grubu, bu dini önemini, başta İslam dini olmak üzere, bütün semavî ve evrensel dinlerde de korumuş; ancak modern zamanlarda ortaya çıkan sekülarizasyon sürecine paralel olarak onun dini işlevlerinde de önemli değişiklikler gözlenmiştir. Bununla birlikte, dini yaşayış bakımından aile, modern dönemde dahi temel bir sosyal ünite olarak yerini korumaktadır (Günay, 2008:262, 263). İslam’la bir sentez oluşturmuş Türk aile sistemi İslam gelenekli Türk aile yapısının sürüp gitmesinde koruyucu bir görev üstlenmiş gibidir. Bu bağlamda şer’iye sicilleri, evlenme ve boşanma hatta nişan bozma gibi olaylar neredeyse tamamen İslami usullerle çözümlenmeye çalışılmaktadır (Türkdoğan, 2004:641). Aile ile ilgili İslam’ın getirdiği önerilerin toplumdaki yansımaları bunun en önemli göstergesidir. Mesela, Kur’an’da çeşitli ayetlerde evlatlara ana ve babaya iyilikte bulunmaları, onlara “öf ” bile dememeleri emredilmektedir. ‘’Biz insana anne ve babasına iyi davranmasını 200 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI emrettik (Lokman, 31/14).’’ ayeti toplumsal birlik ve bütünleşmenin temel dayanağı olarak aile içindeki iyilik düşüncesini ortaya koymaktadır. Bu duygu ve değerler Türk toplumunda aile kurumunun harcını teşkil etmektedir. Sonuç olarak, dini ve milli kültür değerleri itibariyle toplumun en küçük yapı taşı olan aile kurumu; çocuk büyütme, onları topluma kazandırma, bunu yaparken de toplumsal birlik ve bütünlük değerlerine bağlı bir ortam oluşturmak durumundadır. Ailenin böyle bir ortamı oluşturmayı başaramaması hâlinde, boşanma, bakıma muhtaç yaşlı üyeleri evden uzaklaştırma gibi toplumun birlik ve bütünlüğüne olumsuz yönde etki edebilecek sonuçlar doğabilmektedir. Bu bağlamda aile kurumunun güçlendirilmesi konusunda eğitimler ve çocuk eğitiminde yaşlıların maddi ve manevi değerleri genç nesillere aktarmalarına ortam hazırlanmalıdır. Çünkü aile içerisinde ilişkilerin daha sıcak ve birlik, bütünlük ve iyilik atmosferinin meydana gelmesinde yaşlılar bir köprü görevi görebilir. Zaten bütünleştirici iyilik, etkileşimle ilgilidir. Her ne şekilde aile içerisinde bir bütünlük varsa bu aile üyeleri arasındaki etkileşimin bir sonucudur (Ritzer, 2011: 218). 5. Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Müslüman Toplumlarda Dini Fenomenler Fenomen, bireysel zihinlerde var olan ideanın, toplumsallaşarak “orada asılı duran bir şey haline gelmesi”, yani olayın dışsallaşarak ve yaygınlaşarak olgu haline dönüşmesidir. Sosyolojik anlamda fenomen, soyut olan değer ve inançların toplumda kabul görerek nesnelleşmesi ve yaygınlaşmasıdır. Bu bağlamda dinlerin kendileri de birer fenomen olarak görülmektedir. Fenomenleşen inanç ve değerler, her dönemin kendi şartları içinde toplumsallaşır; birlik ve bütünlük sağlama işlevi görür. Fenomenler zaman ve şartlara göre yaygınlık gösterebilme ya da etkisizleşme özelliğine sahiptir. Din, beşeri toplumsal ilişkiler göz önünde bulundurulmadan teşhis edilip tanımlanması çok zor bir fenomendir. Dinî gelenekler bireylere ve topluluklara kendileriyle hayatlarını yerleşik toplumsal ve kültürel kurulu düzenden farklı bir temel üzerine kurabilecekleri (veya yeniden kurabilecekleri) araçlar sağlar. Yani tüm dinî gelenekler dünyadan uzaklaşma veya toplumsal kurulu düzenden bağımsız olma biçimleri dayatırlar. Bu dayatma bir çatışma meydana getirir ancak dinler belirgin manevi ve ameli stratejilerle bu tür çatışmalara etkili çözümler getirmeye çalışırlar (Coşkun, 2005: 23, 24). Çözümler, eğer toplumsal kabul görürse ve uygulamaya geçirilerek yaygınlık gösterirse fenomen hâline gelebilir. Bu bağlamda bir şeyin fenomen olup olmadığı konusunda ortaya çıkan problemin çözümü de zor değildir. Dinî fenomenleri anlama işi, çok olağanüstü bir iş değildir. Başka insanların dini inançlarını, dolaylı bir biçimde, ifadelerine, uygulamalarına, ortaya koydukları fiillere 201 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY dayanarak ve dini hayatları hakkında yazdıkları bilgileri inceleyerek kolayca anlayabiliriz (Ünal, 2000:234). İslam bağlamında fenomen olarak ele alınabilecek birçok değer vardır. Bunların hepsinin sosyal ve psikolojik yönleri bulunmaktadır. Bu fenomenlerden İslam dünyasında ve toplumsal bütünleşme bağlamında öne çıkan değer yüklü fenomenler olan kurban, zekât, hac ve umre sosyolojik boyutlarıyla incelenecektir. Bu üç ibadetin ortak yönleri her üçünün de ekonomik, psikolojik ve sosyolojik boyutları olan ibadetlerdir ve toplumsal birlik ve bütünleşmeyi bu dört ibadette görmek mümkündür. 5.1. Zekât Sözlükte artma, çoğalma, temizlik, bereket, iyi hâl ve övgü anlamlarına gelen zekât, dini bir terim olarak, belirli bir malın bir kısmının Allah rızası için dinen zekât alabilecek durumdaki muayyen kişilere verilmesi demektir. Bir kimsenin zekât vermekle mükellef olması için Müslüman, hür, akıllı, buluğ çağına erişmiş olması; borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla hakikaten ya da hükmen artıcı mahiyette yani kazanç sağlayıcı nitelikte ve üzerinden bir yıl geçmiş nisap miktarı mala sahip olması gerekmektedir (DİB, 2010: 10). Zekâtı iki taraflı ekonomik, sosyal ve psikolojik bir ibadettir. Zekâtı veren kişi bir taraftan Allah’a yaklaştığını, O’nun sevgisini kazandığını düşünerek mutlu olur; diğer taraftan da muhtaç olanların mutluluğuna ortak olur. Zekâtı alan kişi ise ihtiyaçlarını karşılayacak bir imkâna sahip olduğu için sevinir; zekâtı verene sevgi, saygı ve takdir hisleri besler. Böylece zenginle fakir arasında bir sevgi bağı oluşur. Toplumda servet düşmanlığı, kıskançlık, kin ve nefret duyguları yerine, zengin ve muhtaç arasında dostluk köprüleri kurulur. Bu bağlamda zekât sosyal barışa ve bütünleşmeye katkı sağlayan (Şentürk, 2008:63) önemli bir dini değer ve fenomendir Zekât İslam’daki sosyal güvenlik tedbirlerinin başında gelmektedir. Zekât bu boyutuyla, insan hakları açısından da önemli bir kavramdır. Zira günümüzde insan hakları teorisyenlerinin, “sosyal ve ekonomik haklar” diye ifade ettikleri haklarla sağlanmak istenen hedefler, büyük ölçüde zekâtın hedefleriyle paralellik arz etmektedir (Gözübenli, 2007: 326). Zekât, günümüzdeki sistemlerin (risk) tehlike olarak gördüğü olaylara insani çözümler bulması yanında, istihdam hacmini genişletmesi, adil servet dağılımına yardımcı olması, yatırımları teşvik etmesi yönüyle, sosyal dayanışmayı temin eden ve bu yolla sosyal güvenlik kurumlarına büyük ölçüde ihtiyaç bırakmayan bir müessesedir (Beşer, 1998: 132). Weber’e göre din olayları ve ekonomik olaylar karşılıklı olarak birbirlerine tabidirler. Onlardan birini ötekinin basit bir fonksiyonu olarak görmenin ve tek yanlı 202 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI yorumlamanın yanlış olduğunu düşünen Weber, bu bağlamda din faktörünü “bağımsız değişken” olarak kabul etmiş ve onun, ekonomik olaylar ve diğer toplumsal olaylar üzerindeki etkisini göstermeye çalışmıştır (Taş, 2002: 44). Bu bağlamda zekât, ekonomik bir eylem ve toplumsal bütünleşme üzerinde etkiye sahip bir fenomendir. İslam’ın toplumsal tabakalar arasında ilişkilerin tesis ve devam ettirilmesi, toplumsal bütünlüğün ekonomik sorunlar yüzünden bozulmaması ve dayanışma düşüncesinin sürekli canlı tutulması noktasında dünyevi işlevi olan farzdır. Ayrıca Müslüman olmanın da bir sembolüdür. Sadece Müslümanların vermekle yükümlü olduğu zekât, Müslümanlar arasında bir birlik ve bütünlük oluşturmayı amaçlayan dinin ekonomi boyutu olan farzlarındandır. Diğer dinlerin neredeyse hiçbirinde olmayan bu fenomen, sembol ve kurum olan zekat diğer inanç grupları karşısında Müslümanların birbirlerine hem mali hem de dini anlamda kenetlenmesini sağlamaktadır. Bu bağlamda zekât Müslümanlara bir aidiyet duygusu kazandırmaktadır. Ayrıca zekât, Müslüman olmayanlara da verilebilir olması noktasında başka inançtan insanların İslam’a kalplerinin ısınmasını sağlayabilecek etkili bir ibadettir. 5.2. Hac- Umre “Hac” terimi sözlükte; saygı duyulan büyük ve önemli bir şeye yönelmek, ziyaret etmek, bir yere gidip gelmek, delil ile galip gelmek anlamlarına gelir. Fıkıh olarak da; imkanı olan Müslümandan belirlenmiş zaman içinde Kâ’be, Arafat, Müzdelife ve Mina’da belli dini görevleri şart ve usulüne uygun olarak yerine getirmek suretiyle yapılan ibadeti ifade eder (Karagöz vd., 2013: 22). Umre ise sözlükte; ziyaret etmek, uzun ömürlü olmak, evi mamur etmek, bir yerde ikamet etmek, korumak, malı çok olmak ve Allah’a kulluk etmek anlamına gelen hac gibi belirli bir zamana bağlı olmaksızın ihrama girip tavaf ve sa’y yaptıktan sonra tıraş olup ihramdan çıkarak yapılan bir ibadettir. Umrenin Hac ibadetinden farkı, bazı yükümlülüklerin olmamasıdır. Bu bakımdan hacca, “hacc-ı ekber” (büyük hac), umreye de “hacc-ı asgar” (küçük hac) denilmektedir (Karagöz vd., 2013:200). Hac ve umre; İslam’ın evrenselliğini, birlik ve beraberliğini, ırk, renk, cinsiyet, dil, ülke ve kültür ayırımı yapmadan müminlerin kardeşlik ve eşitliğini temsil eden ibadetlerdir. Hac, dünya Müslümanlarının kaynaşmasını, birbirlerini ve değişik kültürleri tanımalarını sağlamaktadır (Karagöz vd. 2013: 22). Hac sayesinde kişi, Müslümanların birliği fikrine ulaşır. Renklerine, dillerine, ırklarına, mal ve mevkilerine göre, insanlara özel işlem yapmamayı öğrenir. Hac, kısacası toplumda eşitlik ve adalet gibi faziletlerin kök salmasında son derece etkindir (Akbulut, 2006: 286). Günümüzde ekonomik olarak kendini hacca hazır hisseden Müslümanların hac ve umre ibadetlerine olan yoğun talebi gözlemlenmektedir. Bu bağlamda bu 203 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY ibadetlerin toplumsal sonuçlar verebilmesi için insanların hac ve umre öncesi ve sonrası için bilişsel anlamda yetiştirilmeleri, bu ibadetlerin sosyal boyutlarına katkı sağlayacaktır. Aksi takdirde sadece bireysel bir ibadet olarak kalacaktır. 5.3. Kurban Gerek maddi gerekse manevi her türlü yakınlığı ve yakın olmayı kuşatacak bir anlam yelpazesine sahip olan kurban kelimesi dini terminolojide kendisiyle Allah’a yaklaşılan şeyi, özel olarak da Allah’a yakınlık sağlamak, yani ibadet (kurbet) amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade etmektedir (DİA, “Kurban” maddesi). Kurban ibadetinin kökeniyle ilgili olarak Kur’an’da Hz. Adem’in oğullarının Allah’a kurban sunmalarından bahsedilmekte (Maide/27) ayrıca geçmiş milletlerde de kurban ibadetinin var olduğu (Hac/34) Kur’an’da belirtilmektedir. Bununla birlikte Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in “kurban etme” imgesinde beliren ilahî hitaba kusursuz itaatleriyle (Erul, 2007: 216) fenomenleşen kurban, neredeyse bütün dinlerin ana temalarından biridir (DİA, “Kurban” maddesi). Kurban sadece bir hayvan boğazlamak ya da diğer inançlardaki mahiyeti itibariyle Tanrı’ya bir hediye sunmak değildir. Kurban, hem manevi, hem mali hem de sosyal boyutlu ibadetlerdendir. Yani insan, kurban kesmek ya da sunmakla sadece Allah’ın emrine koşulsuz itaat etmiş olmakla kalmamış; ayrıca Allah’ın verdiği nimeti onun emrinde harcama isteğini göstermiş ve insanlarla yakınlaşmaya vesile olan bir ibadeti yerine getirmiş olmaktadır. Kurban merasimi, İslam’da bayram olarak kutlanmaktadır. Bayram namazıyla başlayan merasimin ilk sosyolojik etkisi bayram namazı için toplanan insanlar üzerinde görülmektedir. Müslümanların büyük toplantısı olan kurban bayram namazını müteakip insanların bayramlaşmaları, insanlar arasındaki sevgi, saygı ve yakınlaşmayı artıran önemli bir ritüeldir. Ayrıca insanların birbirlerine ziyaretlerde bulunmaları, kesilen hayvan etlerinden bilhassa ihtiyaç sahiplerine dağıtmaları, kurbanı toplumsal sevgi, birlik, yakınlaşma ve dayanışmayı artıran bir fenomen haline getirmektedir. Müslüman-Türk geleneğinin hemen hemen her safhasında kurban fenomeni vardır. Doğumlar, ölümler, toy ve düğünler, şölenler, bayramlar, yatır ve mezar ziyaretleri, hayvancılık ve ziraat hayatıyla ilgili bereket dilekleri Allah’a yakarışlar hep kurbanla olmuştur (Uzun, 2007:29). Bu olaylar, kurbanın tarih boyunca Tanrı’ya yakınlaştırıcı, O’nun gazabını önleyici ve toplumsal birlik ve bütünlük sağlayıcı bir sembolik kült olduğunu göstermektedir. 204 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sonuç Dini değerler, bir yandan içinde var olduğu toplumdaki müntesipleri arasında belli bir zihniyet kazandırarak sosyal bütünleşmeyi sağlarken; diğer taraftan dışarıda kalanlara karşı da bir tutum ve davranış kalıbı geliştirir ve bunu inananlarına empoze eder. Dışarıya karşı üretilen dinî tutum ve davranış yerine göre çatıştırıcı ve ötekileştirici olabildiği gibi kucaklayıcı ve yapıcı da olabilmektedir. Dini değerlerin önemi ve işlevi, toplumsal çatışma ve çözülmeler karşısında toplumu bir arada tutma yönünde gösterdiği etki ve aldığı tepkiyle anlaşılabilir. Bilhassa savaş, toplumsal bunalım ve kriz dönemlerinde dini değerlerin sosyal birlik ve bütünlüğü sağladığı konusunda hem İslam, hem de dünya tarihinde oldukça bol örnek vardır. Bu hususta dini değerlerin hangi araç ve argümanlarla bu başarıyı sağladığı önemli hale gelmektedir. İşte bu bağlamda bildirimizde sosyal birlik ve bütünleşme aracı olarak düşündüğümüz dini değerlerden bir kısmını ele alarak onları anlamaya ve açıklamaya çalıştık. Sonuç olarak dinî değerler, değerler sisteminin; değerler sistemi de toplumun maddi ve manevi birikimi olan kültürün bir parçasıdır. Dolayısıyla din, değerler ve kültür, sosyal bütünleşmeyi sağlayacak katmanlardır. Dinin somut ifade araçları olan sembol, retorik, kurum ve fenomenler ise yansıtıcı ve taşıyıcı mahiyetleri ve etki güçleriyle sosyal bütünleşmeyi sağlayan en önemli unsurlardır. KAYNAKÇA Akbulut, A. (2006). İslam Dini Esasları. Eskişehir: AÖF Yayınları. Akgül, M. (2002). Türkiye’de Din ve Değişim, Bir Erol Güngör Çözümlemesi. İstanbul: Ötüken Yayınları. Akyüz, N. & Çapcıoğlu, İ. (2012). Din Sosyolojisi El Kitabı. Ankara: Grafiker Yayınları. Arslanoğlu, İ. “Türk Değerleri Üzerine Bir Değerlendirme”. Erişim:12.05.2014. http://w3.gazi.edu.tr/~iarslan/turkdegerleriuzerine.pdf Arslantürk, Z. & Amman, M.T. (2008). Sosyoloji. İstanbul: Çamlıca Yayınları. Bahar, H.İ. (2009). Sosyoloji. Ankara: USAK Yayınları. Berger, L. P. (2005). Kutsal Şemsiye. (çev. Ali Coşkun). İstanbul: Rağbet Yayınları. Beşer, F. (1998). İslam’da Sosyal Güvenlik. İstanbul: Bilge Yayıncılık. Bilgin, V. (1997). Sosyal Çözülme ve Din. Samsun: Etüd Yayınları. 205 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY Cacho, A. (2007). “Symbolism in Religion: Ricoeurian Hermeneutics and Filipino Philosophy of Religion”. Kritike. 1(1). 122-131. Certel, H. (1998) “İslami İbadetlerin Psiko-Sosyal İşlevleri”. Ekev Akademi Dergisi. 1(3). 149-157. Clarke, P. B. (2012). Din Sosyolojisi Yaşadığımız Dünya (çev. İhsan Çapcıoğlu). Ankara: İmge Kitabevi. Coşkun, A. (2005). Din, Toplum ve Kültür. İstanbul: İz Yayıncılık. Çelik, A. (2004). Dini Değerler Bağlamında Kişilik Gelişimi. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara Üniversitesi SBE. Delaney, C.L. (2004). Investigating Culture. USA: Blackwell Publishing. DİB. (2010). Zekât- Sıkça Sorulan Sorular. Ankara: DİB Yayınları. Eliade, M. (1995). Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu. (Çev. Mehmet Aydın). Konya: Din Bilimleri Yayınları. Encyclopedia of Religion. 12. Thomson Gale. (Lindsay Jones Ed.) Erkal, M.E. (2006). Sosyoloji (Toplumbilim). İstanbul: Der Yayınları. Erul, B. (Ed.). (2007). İslam’a Giriş. Ankara: DİB Yayınları. Freyer, H. (1964). Din Sosyolojisi. (Çev. Turgut Kalpsüz) Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi. Furseth, I. & Repstad, P. (2011). Din Sosyolojisine Giriş Klasik ve Çağdaş Kuramlar (Çev. İhsan Çapcıoğlu, Halil Aydınalp) Ankara: Birleşik. Gözübenli, B. (2007). Zekat, Rahmet Getiren Paylaşım, İslam’a Giriş. Ankara: DİB Yayınları. Günay, Ü. (2008). Din Sosyolojisi. İstanbul: İnsan Yayınları. Gürsoy, Ö. (2011). Görsel Medyadaki Yansımaları Açısından Türkiye’de Değişen Aile Değerleri. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi SBE. Güvenç, B. (1993). İnsan ve Kültür. İstanbul: Remzi Kitabevi. Jung, C. G. (1964). Man and His Symbols. London: Aldus Books Ltd. Karagöz, İ. & Keskin, M. & Altuntaş, H. (2013). Hac İlmihali. Ankara: DİB Yayınları. Köylü, M. (1990). “Din Görevlilerinde Bulunması Gereken Nitelikler”. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV. 135-154. 206 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Küçük, M. (2000). Modernite Versus Postmodernite. Ankara: Vadi Yay. Mardin, Ş. (2008). Din ve İdeoloji. İstanbul: İletişim Yayınları. Munch, R. & Smelser, J.N. (1992). Theory of Culture. Berkeley: University of California Press. Onay, A. (2006). “Cami Eksenli Din Hizmetleri”. Değerler Eğitimi Dergisi, 4(12). 149-175. Peker, H. (1990). “Suçlularda Dini Davranışlar”. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IV, 93-124. Polat, F. (2012). “Diyanet İşleri Başkanlığının Sosyal Fonksiyonu”, Erişim:06.06.2014. http://www.aksaraymuftulugu.gov.tr Ritzer, G. J. & Ryan. M. (2011). The Conscise Encylopedia of Sociology, Newyork: Wiley-Blackwell. Sayın, Ö. (1994). Sosyolojiye Giriş. İzmir: Üniversite Kitapları. Sezen, Y. (1993). Sosyoloji Açısından Din. İstanbul: İFAV Yayınları. Sheng, C. & Sheng, Q. (1998). A Utilitarian General Theory of Value. The Netherland: Rodopi. Swatos, W. H. & Kivisto, P. (1998). Encyclopedia of Religion and Society. USA:Rowman Altamira. Şentürk, H. (2008). İslami Hayatın Psikolojik Temelleri. Isparta: Tuğra Ofset. Şentürk, R. (2004). Yeni Din Sosyolojileri Batıda 1960 Sonrası Arayışlar. İstanbul: Gelenek Yayınları. Taplamacıoğlu, M. (1963). Din Sosyolojisi. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Taş, K. (2002). Türk Halkının Gözüyle Diyanet. İstanbul: İz Yayınları. Taş, K. & Uçar, R. (2003).“İlâhiyatçıların Küreselleşmeye Yaklaşımı”. Dini Araştırmalar. 6(17). 67-85. Taş, K. (2005). Üniversite Gençliğinin Dindarlık Kriterleri. Ankara: Alter Yayıncılık. TDV İslam Ansiklopedisi (DİA), II, XII, XVII, XXVI. Ciltler Toksoy, Ö. (2011). Sivil Dinin Sosyolojik Evreni. (Yüksek Lisans Tezi), Süleyman Demirel Üniversitesi SBE. 207 Toplumsal Bütünleşme Bağlamında Dini Değerler:... • Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Arş.Gör. Özer TOKSOY Trommsdorff, G. & Chen, X. (2012). Values, Religion, and Culture in Adolescent Development. USA: Cambridge Turhan, M. (2010). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Çamlıca Yayınları. Türkdoğan, O. (2004). Osmanlı’dan Günümüze Türk Toplum Yapısı. İstanbul: Çamlıca Yayınları. Tzankova, V. & Schiphorst, T. (2010). “Visualization of Islamic Religious Symbolism on the Internet: A Conceptual Blending”. Parsons Journal for Information Mapping, II(4).1-7. Uçar, R. (2012). Güç ve Değer. Kayseri: Laçin Yayınevi. Uzun, Ş. (2007). Türk İslam Edebiyatında Hac ve Kurban Motifleri (Şair Sultanlar Örneği). (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniversitesi SBE. Ünal, M. (2000). “Halk Dini Verilerinin Fenomenolojik Yöntemler İncelenmesi”. Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, V, 227-242. Ünal, V. (2010). “İslam’da İbadetlerin Sosyal Fonksiyonu”. Cumhuriyet Üniversitesi. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XIV/1. 355-370. Wach, J. (1995). Din Sosyolojisi (Çev. Ünver Günay). İstanbul: İFAV Yayınları. Yamanlar, E. (1998). Sosyoloji Ders Kitabı. İstanbul: Bem-Koza Yayınları. Yüce, A. (2011). Konuşma Sanatı Hitabet. İzmir: Işık Yayınları. 208 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş İnsanlık adına ileri sürülen herhangi bir düşünce, fikir, değer ve değer yargılarının önemi, büyüklüğü, üstünlüğü, evrensel bir nitelik taşıyıp taşımadığı, ancak o konuda ortaya atılan diğer düşünce ve değer yargılarının mukayesesiyle mümkündür. Dolayısıyla ünlü düşünürümüz Hz. Mevlana’nın, insanın mahiyeti, değerleri, kâinattaki yeri ve görevleriyle ilgili görüş ve düşüncelerini toplum hayatında insani değerlerin temel taşını oluşturan aile yapısı, evliliklerin önemi, kadının ailedeki yeri, eğitimi ve kadına bakışı konularında ki uygulamaya yönelik öğretilerini bazı batılı düşünürlerinki ile karşılaştırmanın konumuza ışık tutacağına inanıyoruz. Ama önce, bugün sorgulamak istediğimiz insani değer yargılarına nasıl geldiğinin çok kısa da olsa irdelenmesi gerektiği düşüncesindeyiz. Başlangıçta yaratılışı gereği tüm varlık bilgisine, ilahi isim ve sıfatların tamamına sahip olan insan, varlık âleminin en seçkin üyesi olarak dünyaya gönderilmiş ve kendisine verilen akıl melekesi ile insani değerlerin tespitinde hür iradesiyle baş başa bırakılmıştır. Fakat yaptığı her iş, her yenilik, her plan, “akıl” yaftası ile takdir edilirken, her yöntem her program aynı isim altında “akıldışı” ve “çağdışı” diye terk edilmiştir. Oysa eskiyi de yeniyi de bulan aynı akıldır. Bu da bize insan aklı ve mahiyetinin mutlak olmadığını, bu yüzden olayları algılamadaki düşünce ve görüşlerinin göreceli olduğunu göstermektedir. Kısaca yaşadığı dünyayı kendi düşüncesine göre algılayan insan, kendi hayatına yön vermek istemiş, hatta bu yolda sayısız mesafeler kat etmiştir. Ama her şeye rağmen bazı olayların kendi iradesi dışında oluştuğunu anlayan insanoğlu evrendeki hayatının bir başı birde sonu olduğunu görmüş ve kendisine hep şu soruları sormuştur: Ben kimim? Nereden gelip nereye gidiyorum? Hayatımın bir anlamı var mıdır? Kendi hakikatinin esrarını anlamaya çalışan insanoğlu, insanlık tarihinin geçirdiği evrelere paralel olarak dinlerin mitolojilerin ve ilimlerin ışığı altında hep bu soruların cevabını aramıştır (Bucaille, 1981). İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK Paleontolojik araştırmalara baktığımız zaman, ilk insanların da bu sorulara karşı duyarsız kalmadıklarını görüyoruz. Ölen insanların mezarlarına yiyecekleri, paraları, silahları veya atlarıyla gömülmeleri, o insanlara göre, hayatın ölümle son bulmadığı ve bilinmeyen bir âlemde sürüp gittiği inancını ortaya koymaktadır. Yine aklıyla diğer canlılardan farklı olduğunu idrak eden insan, bazen dinin öğrettikleri ile aklın öğrettiklerini birleştirmiş, bazen de dini reddederek her şeyi aklın sınırları içinde açıklamaya çalışmıştır. Bugün hâkim konumda olan Batı medeniyeti 17. asırdan itibaren ilahi mesajlara sırt çevirip, yalnız aklın kılavuzluğunu kabul eden, pozitivist bir anlayışa yönelmiştir. Örneğin; aydınlanma çağı filozoflarından Voltaire, önceleri “Bu kâinat çok iyi çalışan bir saat gibi olduğuna göre, bunun da mutlaka zembereğini kuran birisi vardır.” demesine rağmen, daha sonraları “Bırakın benim şoförüm, terzim, uşağım Tanrıya inansın, böylece beni daha az kandırır; ama biz filozofların aklının Tanrı’nın ahlakına ihtiyacı yoktur.” demiştir. (Lagarde-Michard, 1970).Yani Filozoflar aklıyla iyiyi kötüden ayırt edebilecek yetenektedir ve dini değerlerin öğretisine ihtiyaçları yoktur. Ama cahil halkın ihtiyacı vardır. Onların Tanrının ahlakına uyması da işimizi kolaylaştırır, böylece onları daha iyi yönetiriz, diyen aydınlanma çağının düşünürleri yavaş yavaş Tanrının yerine modern insanın geçmesini istiyorlar. İnanç boyutunda ciddi çelişkiler yaşanan Batı dünyasında, bilimsel gelişmelere rağmen, üretim ve pazar ekonomisi adına materyalist eğitim anlayışıyla modern insanın nasıl insani değerlerden uzaklaştığını çeşitli eserlerinde vurgulayan Fransız filozof Roger Garaudy, en son 1993 yılında Hristiyan dünyası için yazdığı Tanrıya İhtiyacımız var mı? adlı eserinde, insani değerlerin eğitimden nasıl soyutlandığını bizi de konumuz açısından yakından ilgilendiren şu görüşlere yer veriyor: Batının yeniden doğuş adını verdiği “Rönesans” terakkisi ile XVI. yüzyıldan itibaren kendini Tanrı yerine koyan modern insan, kâinatı Tanrı’nın yerine yönetme iddiasına kalkışmıştır. Bilim ve tekniğin kendisine verdiği güçle, başka insanlara, başka kıtalara hükmetmeye çalışan bu insan, tabiatın mucidi ve sahibi olmak gibi başka bir mutluluğu hayal etmiştir. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda hüküm süren ve doruğa ulaşan bu geçici zaferin sarhoşluğuna kapılan ve yeniden doğduğuna inanan modern insan, hayatın felsefesini yeniden yazmaya başlamıştır (Garaudy, 1993). Tanrı’nın yerinde modern insanın hüküm sürmesini isteyen Rönesans filozoflarının bu umutları XX. yüzyılın birinci yarısında yani Birinci ve İkinci Dünya Harbiyle sona ermiş ve yerini umutsuzluğa bırakmıştır. Önce Tanrı’yı öldüren sonra içindeki Tanrılık duygusunu yitiren modern insanın ümitsizliği Heidegger, Sartre ve Foucault gibi ideologları isyan edebiyatına itmiştir. Kendisini 1942 yılında bu bunalımın ortasında bulan Jean Paul Sartre, “Varlık ve Yokluk” adlı eserinde aynen şunları söylemiştir: “İnsan Tanrı olmayı tasarlayan bir varlıktır. Fakat Tanrı fikri 210 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI çelişkilidir. Kendimizi boşuna yoruyoruz. İnsan ihtirazsız bir tutkudur.” (Sartre, 1977) Yine varoluşçu yazar Albert Camus “İsyan Eden İnsan” (l’Homme Révolté) adlı eserinde, “hayat saçmadır, hayatın hiçbir anlamı yoktur” demiştir (Camus, 1951). Fransız komünist yazar Andre Malraux da “Hayatın anlamı var mıdır? sorusunu ilk soran ve bilmiyorum cevabını veren bizim medeniyetimizdir” demiştir. “Çok karmaşık olan dünyanın pilotluğunu insanın yapması çok zordur. Problemlerimizin çözümünü bilgisayarlara bırakmamız lazım” diyen Nobert Wiener ile daha birçoklarının sibernetik uygulamaları da insanın mahiyetini anlamada yetersiz kalmıştır. İnsanda manayı öldüren, onu madde âlemine hapseden bu materyalist anlayış, önce batı insanını, sonra onun hayranlarını ancak maddi tatminlerle son bulan uzvî arzulara köle etmiştir. Kendisine has gözlemleri sonucu geliştirdiği bilim ve teknoloji sayesinde ilkel insanla modern insan arasındaki yaşam tarzını zirveye ulaştıran modern insan, bir zamanlar ilkel insanın ilah olarak kabul ettiği Ay ve yıldızlara seyahati bile gerçekleştirmiş, ama insanlığın özlemini duyduğu, insani değerlere sahip “kâmil insan”a ulaşamamıştır. Mevlana’da Akıl ve Mahiyeti İnsani değerler açısından batılı Rönesans filozoflarının insana bakışını incelediğimiz zaman modern insanın aklın sınırlarına hapsedildiğini, yani hedeflerinin sadece bu âleme göre programlandığını görmekteyiz. Hâlbuki insanoğlu yaratılış icabı her iki âlem için de programlanmıştır. Allah’ı inkâr ederek manevi âlemi reddeden ve aklı ile kâinatı idare edeceğine inanan materyalist filozoflara Mevlana’nın cevabı gayet açık olup sanki kendinden yıllar sonra maddeye kul olan modern insanın buhranını ve isyanını görmüş gibidir. “-A aşağılık kişi, Âdem’in kulluğuyla iblisin ululanmasını gör; ayırt ed de seçimini yap. -Bu bölgeden ayrılır, benliğe gidersen tezce azarsın, yol yitirir gidersin. -Sır bilen her şeyden haberi olan ustadan baş çekersen, istidattan da olursun. -Kendisini felsefeye veren adama dönersin; o da ölüm gününde, aklı pek kolsuz kanatsız, pek yemsiz yiyeceksiz görmüştü. -O vakit garezsiz olarak gerçeği söylemiş, akılla olmayacak yerlere at sürmüşüz demişti.”(Mesnevi, IV/3343,3358) Hz. Mevlâna’ya göre iki türlü akıl vardır. Birincisi küllî akıl (yaratıcının aklı), diğeri ise “cüz-i akıl” insan aklıdır. Kâinatı yöneten akıl ise Külli akıldır. “Cüz’i akıl” her zaman külli akla muhtaçtır. İnsan aklının asli görevi “külli aklı” tanıması ve bilmesidir. Zira Mevlana’ya göre akıl Allah’ın yarattığı en yüce şeydir; Allah akılla 211 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK tanınır ve ona kulluk ancak akılla yapılır. (Mesnevi, 6/1939) “Cüz’i akıl” değerini ve gücünü “külli akıl”dan alır. Mevlana akla karşı değildir. Fakat bilgilerimizin tek kaynağı olarak aklı esas alan ve aklın mutlak bilgi kaynağı olduğunu iddia eden materyalist filozoflara karşıdır. Bu sebeple Mevlana filozof kelimesinden hoşlanmaz. Ona göre “cüz’i akıl” parça akıl olup mezara kadar olandan fazlasını göremez. “Bu akıl mezar ve toprağı aşamaz; Bu ayak, şaşılacak şeyler alanında yol alamaz. Bu ayak ve bu akıldan git, usan; gayb gözünü ara ve yararlan.” (Mesnevi, 4/3310) Mevlana’da Kamil İnsan Bütün dinlerin özünü bünyesinde taşıyan İslamın evrenselliğini ele alan Hz. Mevlana tüm insanlığa huzur ve barış getirecek İslami esasları; İslamın sevgi, hoşgörü, eşitlik ve kardeşlik gibi insani, ahlaki ve manevi değerleri çağlar üstü bir anlayışla dile getirmiştir. Yukarıda gördüğümüz gibi insanlığa ekonomik refah getireceğini iddia eden liberalizm, açgözlü, amaçsız, doyumsuz bir insan tipi yaratmıştır. Dünyayı geniş bir Pazar yapan serbest pazar ekonomisinin vahşi rekabet kanunları Hobbes’in de söylediği gibi: “İnsanı insan yiyen bir canavar hâline getirmiştir.” (Hobbes, 1651). İnsanda ruhun eserini yok eden bu materyalist değişim, insanları şiddete, alkolizme ve uyuşturucu kullanmaya itmiştir. Hz. Mevlana’ya göre insanın mutluluğu en çok kâmil insan vasfına ulaşmasıyla mümkündür. Yoksa sadece maddi boyutla beslenen ve gelişen insanoğlu, cüz’i arzularından, cüz’i ihtiraslarından, çevresiyle, kültürüyle, kendine özgü kurallarla kul köle olduğu nefsinden arınamaz. Böyle bir insan hayvani boyutundan ileri geçemez. Zaten kendi değerlerini ve hakikatini tanımayan insanın, tabiatın hakikatini tanıması da mümkün görünmemektedir. Tabiat, materyalistlerin düşündüğü gibi arzularımızı tatmin etmek için kendisine hâkim ve malik olduğumuz ölü bir madde değildir. Aksine tabiattaki varlıklar yüce yaratıcıyı işaret eden göstergelerdir. Bu göstergeler bize vakıadan manaya geçmemiz için ışık tutmaktadırlar. Bu ışığı göremeyen cüz’i aklın hayat ve aşk felsefesi de insanın biyolojik ölümüyle son bulacaktır. “Cüz’i akıl mezara kadar götürür ilerisini göremez”(Mesnevi, 4/3311) diyen Hz. Mevlana külli ve cüz’i aklın bildirdiklerini aşk potası içinde birleştirerek fizik ötesini görmeği başarmıştır. Bu yüzdendir ki Hz. Mevlana’nın zaman ve mekân tanımayan mesajları Mutlak Hakikate karşı çıkan zevatlara sanki yeni söylenmiş cevaplar gibidir. Mevlana bize bazı mesajları anlamanın zor olduğunu, zira aklın sınırlarının olduğunu, ancak insan (ruhsal) gücünün aklın sınırlarını aşabileceğini anlatmaktadır. Ona göre akıl, varlık dünyasındaki her şeyi çözüp anlayabilecek yetenektedir. Ama 212 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gaybın sınırına gelindiğinde aklın gücü bitmektedir. İnsanı, aklın sınırları dışına götürüp buradan hakikate yaklaştıracak veya ulaştıracak olan aşktır. Aşk insan ve evrenin yaratılış sebebidir. Kutsi bir hadiste yer alan “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim ve onun için mahlûkatı yarattım.” ifadesi de insanın yaratılmasındaki yegâne maksadın Allah”ı tanımak, sevmek ve kulluk etmek olduğunu açıkça anlatır. İslama göre insan “Eşref-i Mahlukat” ve “Zübde-i Âlem” yani “yaratılanların en şereflisi” ve “kâinatın özüdür.” Mevlana yaratanın kemalini insanda görür. O tanrının sevgilisidir. Bunun için Mevlana’da merkez insandır. İnsan görünüşte küçük, gerçekte ise en büyük âlemdir. Mesnevi’sinde bunu şöyle dile getirir: “Görünüşte dal meyvenin aslıdır. Fakat düşünülecek olursa dal meyve için var olmuştur.” Kâinattaki tüm yaratıklar O’nu aşkla zikrederler. Nitekim Kur’anı Kerimde: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. Her şey O’nu hamd ile tespih eder. Ancak, siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halim’dir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44) şeklinde beyan edilmiştir. Hz. Mevlana’nın icra ettiği ve sonradan oğlu Sultan Veled ile sanatsal boyut kazanmış olan, sema ayini de Yüce Yaradan’ı zikreden kâinatın zikrine katılmaktır. Kamil insanın da ancak bu aşk ile hakikate ulaşabileceğini ifade eder. “Görüyorum… sular kaynaklarından coşup akmakta… ağaçların dalları tevbekâr dervişler gibi oynuyor, yapraklar çalgıcılar gibi el çırpmakta…”(Mesnevi, IV, 3265-3268) “Ey başlarımızın etrafında çember misali dönen gök! Güneşin aşkına düşmüş sen de benimle aynı mesleği icra etmektesin.” (Eflâkî, 1980: I,548) “Ey gün kalk! Atomlar raksetmekte, Ruhlar vecd ile çılgına dönmüş raksetmekte, Raksın nereye götüreceğini söyleyeceğim senin kulağına, Havada ve çöldeki bütün atomlar, Şunu iyi bilin ki kendinden geçmiş haldeler. Mutlu ve bedbaht her atom, Hiçbir şey söylemeyen bu güneşe tutkun…”(Mevlana, 1987) Mevlana’ya göre gerçek bilgiyi elde etmek ve onun şuuruna varmak da aşk ile olur. Buna bir örnek olarak Hz. Mevlana’nın Şems ile karşılaşmasını verebiliriz. Konya’da Hz. Mevlana Katırının üzerinde Şekerciler Çarşısı’ndan geçerken, Şems Hazretleri, Mevlana’nın yolunu keser ve katırının yularından tutarak kendisine üç soru sorar. Bunlardan birisi aşk üzerinedir. Hz. Şems Mevlana’ya “Bütün bu namaz, oruç, diğer ibadetler ve uğraşların gayesi nedir?” der. O da “İslam hukukunu (şeriat bilgisini) öğrenmek ve öğretmek” diye cevap verir. O zaman, Hz. Şems şöyle devam eder: “Eğer bu şeriat bilgisi, seni senden almıyorsa bu bilgi neye yarar? Böyle bir durumda ben cahilliği tercih ederim.” der. Bu sözü duyan Mevlana aniden düşer ve bayılır. O günden 213 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK sonra Konya’daki medresesine kapanıp, Şems ile kırk gün istişare eder. Şems ile aşkın hikmetini kavrayan Mevlana bambaşka bir Mevlana olur. Kendi hayatımızdaki örneklere baktığımız zaman faydasına inandığınız ve yapmak zorunda olduğunuz eğitim öğretim, inanç, ibadet gibi görevlerimizi aşksız isteksiz yaptığınız zaman, bunun bize ne kadar zor geldiğini görür ve hatta çoğu zaman bu uğraşlarda başarısız olduğumuza şahit oluruz. Eğitimde kullandığımız metotların ve uzmanların kalite düzeyi ne olursa olsun, öğrencide öğrenme aşkı ve iradesi olmadığı sürece beklenen neticeyi alamayız. Mevlana’ya göre üç çeşit âşık vardır. Bunlardan birincisi; ben şayet şu yasakları yapmaz, haramdan kaçınırsam Allah beni cehennemine koymaz diyen âşıktır. Bu kölenin efendisine olan aşkı ve sevgisidir. İkincisi; ben şunları şunları yaparsam Allah beni cennetine koyar diyen âşıktır. Bu da tüccarın aşkıdır. Üçüncüsü ise; ben ne cennet isterim ne cehennem, ben seni isterim seni diyen âşıktır. Bu da gerçek Hak aşığıdır. Maalesef günümüzde birçok batılı ülke, bireylerin cinsellik özgürlüğü adına ya homoseksüel evliliği resmen kabul etmiş ya da etme yolundadır. Daha da kötüsü, homoseksüel evlilik yapanlara da evlatlık edinme hakkının da verilecek olmasıdır. Resmi olmayan evliliklerin yaygınlaştığı, gayri meşru ilişkilerin normal görülmeye başlandığı, aile birliğinin adeta yok olduğu batı toplumlarında yine sık görülen ayrılıkların kurbanı ortada kalan çocuklar olmaktadır. Bu çocukların bakımlarını üstlenen aileden sorumlu bakanlıklar, çocukların kimliğini tespit ederken, olağan durumlara göre bazen sadece annenin veya babanın isminin yanına, örneğin: Yol arkadaşından doğma, iş arkadaşından doğma, metresinden doğma gibi değişik kütük kimlik, bilgi ve kayıtları yapılmaktadır. İnsani Değerler Açısından Mevlana’nın ve Batılı Filozofların Kadına Bakışı Mevlana’nın kadına bakışını daha iyi anlamak ve değerlendirmek için, Mevlana’dan önce ve sonraki dönemlerde, dünyanın çeşitli ülkelerindeki bazı önemli yazar ve düşünürlerin kadına bakış açısını birkaç cümleyle belirtmek yerinde olacaktır. Mevlana’dan önce ve sonra gelen bazı önemli düşünürlerin kadına bakışı Birliktelikleri, tüm canlıların yaşaması için gerekli olan havayı oluşturan, azot ve oksijene benzeyen ve insanlığın varlık nedeni olan erkek ve kadın, maalesef tarih boyunca sanki iki ayrı varlık gibi algılanmış, kadınlar çeşitli haksızlıklara maruz kalmışlardır. Genelde erkeğin egemen olduğu insanlık tarihinde, kadın hep hor görülmüş, aşağılanmıştır. Ne yazık ki, ilk çağlardan günümüze, düşüncelerini hâlâ örnek aldığımız, çeşitli din ve kültürlere mensup birçok doğulu ve batılı düşünür ve din adamlarının da kadına bakışı hiç parlak değildir. Eski Yunan medeniyetinde, ünlü filozof Eflâtun; “Kadın cehennemin kapısıdır. Kadın orta malı olarak elden ele 214 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gezmelidir.” demiştir. “Ruhlarda cinsiyet yoktur.” diyen Platon’a rağmen, yarım asır sonra öğrencisi Aristo “Kadın yaratılışta yarım kalmış bir erkektir.” demiştir. Ünlü hatip Çiceron ise, “Kadın yeryüzünde erkekler büyük işler yapmasın diye yaratıldı. Kadın yaratılmasaydı, erkek Tanrılaşırdı.”(Can, 1997) demiştir. Eski Hint’te Kadını dine sonradan kabul eden Buda, yakın dostu Anenda’ya “Kadını dine kabul etmeseydik, Budizm saf bir şekilde uzun süre yaşayabilirdi, bunun Budist toplumu için çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum.” (Sergen, 1985) demiştir. Hristiyan dünyasında da durum farklı değildir. Hazreti Havva’yı ilk günah işleyen kadın olarak bilen Hristiyanlar kadını küçük görmüşler, ona daima bir şeytan gözüyle bakmışlardır. Eski İngiltere’de, kirli bir varlık sayıldığından İncil’e el süremeyen kadın, ancak “(VIII. Henry 1509–1547) devrinde parlamentodan çıkan bir kararla İncil okuyabilmiştir”. Eski Çin’de kadın insan sayılmaz, ona ad bile takılmaz, bir iki, üç diye sayı ile çağrılırdı.”. (Sergen, 1985) “Eski İsrail hukukunda, erkek ailenin hâkimidir. . . Yahudi kızları babalarının evinde hizmetçi gibiydiler. Baba isterse onları satabilirdi” (Sergen, 1985). Eski Arabistan’da ise, “Kız çocuğu ailede maddi bakımdan bir yük, manevi yönden bir utanma vesilesi idi. . Ailede sonsuz haklara sahip olan baba, onu diri diri toprağa gömerek öldürebilirdi” (Can, 1997). Modern çağda, batıda kadının eşitliğini ve özgürlüğünü dile getiren düşünürler olmasına rağmen, erkeklerin kadına bakış açısı yine de pek fazla değişmemiştir. Ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzche (1844-19002) kadın hakkındaki düşüncesini belirtirken “Kadınla konuşacağın zaman kırbacı eline almayı unutma” (Can, 1997) demiştir. Kadınla erkeği kıyaslayan Chamfort (1741-1794) kadının her zaman çok kötü düşüncelere sahip olduğunu ileri sürer: “Bir erkek kadınlar hakkında ne kadar kötü düşünürse düşünsün, hiçbir kadın yoktur ki, ondan daha da kötüsünü düşünmüş olmasın.”(Chamfort Nicolas. S.R., 1977), Montesquieu’ye göre (1689-1755): “Genç kadınlarda güzellik zekayı telafi eder, yaşlılar da ise zeka güzelliği ikmal eder.” (Montesquieu, 1977). Charles Baudelaire (1821-1867) ise, kadının kilisedeki ilişkisine bir türlü anlam veremez: “Kadınların kiliselere girmelerine izin verilmiş olmasına her zaman şaşırmışımdır. Onlar Tanrı ile hangi dialogu kuruyorlar?” (Baudelaire, 1977) der. Komedi yazarı Armond Salacrou da (-1899) “Papazlar günah çıkartan kadınları dinledikleri zaman evlenmemiş olmakla teselli buluyorlar.” (Armond, 1977) demiştir. Rönesans’la kısmen dinin tesirlerinden sıyrılan batıda, XVIII. ve XIX. yüzyıldaki ansiklopedilerde “Kadının erkekten aşağı oluşunun nedeni, doğasından mı, yoksa eğitiminden mi?”(Fevrier Chantal-Rouquier Annie, 2000.) tartışmaları, kadına bakışın batı düşüncesini oluşturan mimarlarda da fazla değişmediğini açıkça göstermektedir. Ancak yine batı medeniyetindeki gelişmelerin bir sonucu olarak, Anayasalarında yapılan bazı yasal düzenlemeler sonucunda birçok sosyal haklar elde etmiş olmalarına rağmen toplumda hak ettikleri eşitliği bulamayan kadınlar XX. yüzyılda feminist 215 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK hareketleri başlatmışlardır. Uygulamada batılı kadınların XX. yy. da elde ettikleri hakları Türk kadını da Atatürk’ün kadına bakışı sayesinde kazanmış, hatta toplumda seçme ve seçilme hakkına Fransız kadınlardan yaklaşık on yıl daha önce sahip olmuşlardır. Mevlana’da Kadın Hayatı ve eserlerinde tüm öğretisini insan üzerine kuran Mevlana için kadın imajı, özünde bir insan imajından başka bir şey değildir. İnsanın cinsiyeti, milliyeti yahut dini onu ilgilendirmemektedir. Çünkü bütün insanlar aynı Tanrı’nın kullarıdır. Bu nedenle Mevlana için kadın öncelikle insandır. O, kadını yaşamın içerisine almaya gayret etmiş ve insanlığın ancak kadınla bir bütün olabileceğini vurgulamıştır. Kadının toplum hayatına karışmasından yana olan Mevlana hayatında iki defa evlenmiş ama hep tek eş ile yaşamıştır.” Kendine gel her müşteriye el atma, iki sevgiliyi sevmek kötüdür” (Mesnevî I/1465), diyen Mevlana köle ve cariye de edinmemiş, ilk hanımının ölümünden sonra ikinci sefer evlenmiş ve bu eşi ile evli iken vefat etmiştir. Mevlana toplum ve aile hayatının ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü kadınları ilim ve sema meclislerine kabul etmiş, ayrıca hiçbir ayrım gözetmeden kendisini davet eden, kadınların toplantılarına katılmıştır. Mevlana’nın kadınlar meclisinde bulunduğunu anlatan Eflaki de, “Peygamber’in, kadınları irşat ettiğini, bunun ancak peygamber’e mahsus bulunduğunu, fakat Mevlana’ya kadar hiçbir asırda, hiç bir velinin kadınlarla bu derece ilgilenmediğini kaydetmek zorunda kalır” (Gölpınarlı, 1999). Mevlana’nın kadın imajına ait görüşlerini, tıpkı erkeklerde olduğu gibi bazı ana başlıklar altında incelemek mümkün. 1) Kadının Doğasına ait Özellikleri. Mevlana, kadını hem ulvi yönüyle düşünmüş ve onu yüceltmiş hem de insana özgü zaaf, tutku, kapris ve eğilimleriyle ele alarak gerçekçi bir tavır sergilemiştir. Özellikle Mesnevî’de hikâyeler eşliğinde belirttiği bu görüşlerini kadının meziyeti ve zaafı altında toplayabiliriz. “Kadın Hak nurudur, sevgili değil.. Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil”(Mesnevî, I/ 2437) diyen Mevlana kadını yaratan kudret mertebesine çıkartmış ve yaratıcılığın simgesi olarak göstermiştir. Onun bu düşüncesi, kadının bir anne olarak, insanlık adına yeni bir varlığın dünyaya gelişinin en büyük sebeplerinden birisi olmasından kaynaklanmaktadır. Ona göre, “Allah kadının kalbine erkekten daha çok sevgi ve şefkat vermiştir. Çünkü doğurmadaki zorluğu ana olmanın müşkülatını göze alması için Allah kadını bu tabiatta yaratmıştır. Kadın daha sabırlıdır, erkekten daha çok ıstıraba acıya dayanır. . Kadının sevgisinin, şefkatinin, merhametinin erkekten çok oluşu, yalnız çocukları için değil, eşleri için de Allah’ın bir lütfüdür. Çok başarıya ulaşmış büyük 216 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI insanlar, sanatkârlar, mucitler, başarılarını eşlerinin ihtimamına, şefkatine ve muhabbetine borçludurlar.” (Can, 1997). Mevlana’ya göre kadın, erkeğin sükûnu için yaratılmıştır. Ayrıca erkek kadından güçlü görünmesine rağmen gerçekte kadın, yaradılışındaki bazı özellikleri dolayısıyla erkeğe galip gelir. Bu konuda, bazı metaforlar kullanarak kadın ve erkeği kıyaslayan Mevlana, ancak cahil erkeklerin kadınlarına galip gelebildiğini, akıllı erkeklerin ise, eşlerine mağlup olduğunu şu sözlerle dile getirir: “Tanrı; kadını, erkek onunla yatışsın, erkeğe eş olsun diye yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan ayrılabilir? Erkek, Zaloğlu Rüstem olsa, yiğitlikte Hamza’yı geçse yine hükmetme hususunda karısının esiridir. Dünyayı sözleriyle sarhoş eden bile, Ey kızıl saçlı kadın! Benimle konuş dedi. Heybet bakımından su, ateşten üstündür ama su bir kaba kondu mu ateş, onu fokur fokur kaynatır. İkisinin arasına, engel olarak bir tencere girdi mi, ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir. Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlupsun, sen onu istemektesin.” Peygamber dedi ki: “Kadınlar; akıllı kişilere, ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar. Fakat cahiller, kadına üstün gelirler !.” Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır. Çünkü tabiatlarında, yaratılışlarında hayvanlık üstündür. Sevgi ve acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse., hayvanlık vasfıdır.”(Mesnevi, I/2426-2436) Kadın ve erkeğin doğasından gelen ruh yapısını çok iyi çözümleyen Mevlana, aile ve toplum hayatında kadına baskı yaparak yön vermeye çalışan erkekleri de eleştirir. Eğitim boyutunda kadına nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda önemli tavsiyelerde bulunur. 2) Kadının Eğitimi ve Örtünmesi Mevlana, yaşadığı dönemde bile, din adına kadının zorla kara çarşaf ve peçeye hapsedilerek toplumdan ve yeteneklerinden uzaklaştırılmasına karşıdır. Doğası gereği insana gerek dinde, gerek eğitimde baskıya dayalı bir davranışta bulunmanın çok yanlış olacağını açık bir dilde vurgulayan Mevlana, kadınların zorla örtünmeye zorlanmasının da yine kadınlara yapılan bir diğer istismar konusu olduğunu belirtir. “Fîhi Mâ Fih” adlı eserinde, karısını kapatıp kimseye göstermeyen erkeği, koltuğunun altına bir somun ekmeği saklamaya çalışan insana benzeterek kınamaktadır. Böyle bir davranışın, gizlenmenin ve örtünmenin karşısındaki insanın daha çok merakını artıracağını ve görme duygusunu kamçılayacağını belirten Mevlana, bunun sadece kötülüğü artıracağını şu cümlelerle ifade etmiştir: 217 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK “. . . İnsan men edildiği şeye düşer. Kadına “gizlen” diye emrettikçe onda, kendini gösterme isteği çoğalır durur. Halkta da o kadın ne kadar gizlenirse, onu görmek isteği o kadar artar. Şu hâlde sen oturmuşsun, iki tarafın da isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru düzgün bir şey sanıyorsun; oysaki bu iş bozgunculuğun ta kendisi. Kadının mayasında kötü bir işte bulunmamak varsa, yapma desen de, demesen de, o, iyi huyuna, temiz yaratılışına uyacak, ona göre hareket edecektir. Yok tersine, mayası pisse, o gene kendi yolunu tutacaktır. Gerçekten de yapma, etme, görünme demek, sadece isteği artırır başka şeye yaramaz.” (Mevlana, 2001). Görüldüğü gibi, insan ruhunun derinliklerini çok iyi tanıyan Mevlana, kadının baskıyla düzeltilemeyeceğini, onu eğitip güzelleştirmenin, onun özündeki cevherin ortaya çıkarılmasının ancak yumuşak ve iyi huylu davranışlarla mümkün olacağını vurgulamış, erkek için en iyi yolun, onun davranışlarına katlanıp sabır ve tahammül göstermek olduğunu belirtmiştir. Böylece sevgi ve hoşgörüye dayalı Mevlana anlayışının evlilikteki ilişkilere nasıl yansıması gerektiğini görmekteyiz. 3) Evlilikte Kadın Erkek Eşitliği ve Uyumu Tıpkı Kur’ân da kullanılan zevç kelimesinin ifadesinde belirtildiği gibi Mevlana’da kadın, bir bütünün yarısı anlamına gelen “eş” veya “bir çiftin diğer tekidir.” Bu açıdan kadın ve erkek bir bütünü tamamlayan birbirine eşit iki varlık gibidir. Mevlana’nın kadınla erkeğin aynı cevherden gelişini onun ruh hakkındaki görüşlerinden de anlayabiliriz. . Nitekim Mevlana’nın ifadelerine göre “erkek ve kadının ruhlarında herhangi bir cinsiyet farkı yoktur. Çünkü ruh cevherdir, cinsiyeti yoktur. Cinsiyet bedendedir. Kadın bedenine giren ruh kadınlık temayüllerini tezahür ettirir. Erkek bir bedene giren ruh da erkeklik temayüllerini tezahür ettirir. Bir başka ifadeyle, girdiği bedene göre fonksiyonlarını tezahür ettiren nötralize edilmiş bir ruh anlayışı doğrultusunda, kadın ve erkeğin temelde bir ve aynı cevherden geldiği fikri, Mevlana’yı kadınla erkek arasında eşitlik düşüncesine sevk eden önemli bir amildir.” (Yakıt, 2000). Böylece Mevlana düşüncesinde kadın yaradılış, inanç ve evlilik bakımından erkekle devamlı eş değerli bir varlıktır. Hikâyelerinde kadın erkek arasındaki iyi ilişkinin karşılıklı sevgi, sadakat ve hoşgörüye bağlı olduğunu işleyen Mevlana, bunun sağlıklı olabilmesi için de evlenecek kadın ve erkek çiftinin bazı nitelikler bakımından birbirlerine eşit ve uyumlu olmaları gerektiğini Mesnevî’de şu beyitlerle ifade etmektedir. “Sen benim eşimsin. İşlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olmaları lâzımdır. Eşlerin birbirine benzemesi gerekir. Ayakkabı ve mest çiftlerine bir bak! Ayakkabının bir teki ayağına biraz dar gelse ikisi de işe yaramaz. . Hiç kapı kanadının biri büyük biri küçük olur mu? Ormandaki aslanla kurdun çift olduğunu hiç gördün mü? Biri boş diğeri malla dolu iki çuval devenin sırtında muvazeneli duramaz.” (Mesnevî, I/ 2308- 2312) 218 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Mevlana’nın kastettiği bu denklik, İslam’ın da öngördüğü aile yaşamı, eğitim, kültür, terbiye, hatta boy, post ve güzellik gibi konularda bile birbirine eşit olma kıstaslarını içermektedir. Mevlana evlilikte kadınla erkek arasında çıkabilecek bazı sorunları daha iyi anlatabilmek için Mesnevî’deki bir anlatım metodu olan metaforlara başvurur ve bir hikâyesinde erkeği akıl, kadını nefis kavramlarıyla simgeleyerek şu dizeleri dile getirir: “Erkekle kadının hikâyesini anlattık ya; sen onu nefsinle aklına örnek bil. Nefisle akıldan ibaret olan bu kadınla erkek, iyinin kötünün ayırt edilmesi için gerek mi gerek. İkisi de şu toprak yurtta gereklidir; gece gündüz savaştadır, ikisi de olaylar içindedir. Kadın durmadan evin ihtiyaçlarını diler durur; yani şeref İster, ekmek ister, sofra ister, mevki ister. Nefis, kadın gibi her şeye bir çare bulmak peşindedir; Kimi toprağa döşenir, kimi yücelik arar.” (Mesnevî, I / 2628-2635). Mevlana yoksulluk yüzünden, devamlı karısının şikâyetleri karşısında zor ve komik duruma düşen yoksul bir bedevi ve karısının hikâyesinde evli çiftlere önemli öğütlerde bulunur ve sonunda kadının meziyetini ön plana çıkarır. “Bütün bu yoksulluğu, bu cefayı biz çekmekteyiz. Âlemin günleri mutlulukla geçiyor. Sadece biz kötü bir haldeyiz. Açlığımızdan ay yuvarlağını somun ekmek sanıp elimizi gökyüzüne uzatıyoruz. Kocası dedi ki: “Daha ne vakte kadar para ve mahsul arayıp duracaksın; zaten ömrümüzden ne kaldı ki? Çoğu geçip gitti. Akıllı kişi, artığa eksiğe bakmaz; çünkü ikisi de sel gibi geçer. Gönlümüzdeki bütün bu gamlar, heva ve hevesimizin, varlığımızın tozundan, dumanından meydana gelir. Gece geçti, sabah oldu. Sen ne vakte kadar bu altın masalını yeni baştan söyleyip duracaksın? Gençken daha kanaatkârdın; şimdi altın istiyorsun, halbuki sen altındın Üzümlerle dolu asmaydın; nasıl oldu da kesata uğradın; üzümün tam olacakken bozulup gittin? Meyvenin günden güne daha tatlı olması lazım. İp eğirenler gibi gerisin geriye gitmenin lüzumu yok! Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda olması lazımdır. Kadın ona haykırdı: “Ey namustan gayrı bir şeyi olmayan! Artık bundan fazla senin efsununu istemem. Yürü git, artık bu davadan bahsetme; ululanıp böbürlenerek saçma sapan şeyler söyleyip durma! Ne vakte kadar bu şatafatlı sözler, bu işler güçler? Kendi halini, kendi işini gör de utan! Bana öyle aşağılayarak kötü kötü bakma; damarlarının içinde dolaşan sırları söylemeyeyim! Kendi aklını benimkinden üstün sanıyorsun. Benim gibi aklı kısa birini kim bilir nasıl görüyorsun? 219 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK Çirkin kurt gibi üstümüze atılma! Senin gibi, insanı utandıracak akla sahip olmaktansa akılsızlık daha iyi! Aklın, insanlara ayak kösteği olunca o akıl, akıl değildir; yılan ve akreptir. Senin hile ve zulmünün hakkından Allah gelsin; hile elin bize uzanmasın! Ne şaşılacak şey ki sen hem yılansın, hem efsuncu! Ey Arap, sen yılansın, hem de çirkin (bir) yılan! Hak’kın adıyla beni yaraladığın için, Allah ya can damarını koparsın, yahut seni de benim gibi mahpus etsin!” Kadın bu şekilde sert sözlerle genç kocasına (çok şeyler söyledi.) Bedevi dedi ki: “Ey kadın, sen kadın mısın yoksa hüzün ve keder kaynağı mı? Yoksulluk benim için iftihar edilecek bir şeydir, başıma kakma! Mal ve para, başta külah gibidir; külaha sığınan, keldir. Kıvırcık ve güzel saçları olan kişi (nin başından) külahı gitse, ona (bu durum) daha hoş gelir. Hiddetle bana lakap da taktın. Ben sevgilimin dostuyum, onu elde etmeye (çalışırım). Hâlbuki sen bana yılancı ve efsuncusun dedin. Ey kadın! Eğer beni tamahkâr görüyorsan, bu kadınca düşünceden (sıyrıl, ) yüksel! Kanaate dair söz söylemek, tamaha benzer; ama hakikatte rahmettir. O nimetin bulunduğu yerde tamah ne gezer? Sen de bir iki günceğiz yoksulluğu dene de ondaki iki misli zenginliği gör. Yoksulluğa sabret, bu gamı kederi bırak; çünkü ululuk sahibi Mevla’nın yüceliği yoksulluktadır. Dünyayı en değerli incilerle doldursam, nasibin yoksa ne yapayım? Ey kadın, kavgayı, darılmayı bırak; bırakmayacaksan beni bırak! Ben iyiyle kötüyle kavga edemem; kavga ile işim yok. Savaşmak şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte. Susacaksan sus, yoksa öyle bir iş ederim ki şu anda hemen kalkar, evimi, barkımı terk eder giderim! Kadın onu sinirli ve hiddetli görünce ağlamaya koyuldu. Zaten ağlamak, kadının tuzağıdır. Dedi ki “Ben, senden bunu ummazdım. Senden bambaşka ümitlerim vardı.” Sen bana dertli zamanlarda deva oldun; muhtaç olmanı istemiyorum. .” “Kadın tevazu gösterip dedi ki: ben senin sadece karın değil, ayağının toprağıyım. Her neyim varsa tende, canda hepsi senin; ferman da hüküm de hep senindir. Fakirlikten sabır ve kararım kalmadıysa, bu inleyiş senin içindir, kendim için sanma.” (Mesnevî, I / 2396-2400). Hikâyede yirminin üzerinde beyiti hanımın ağzından anlatan Mevlana, evli çiftler arasındaki isteklerden doğan bu tür problemlerin nasıl çözümlenmesi konusunda ikna edici yöntemler önermektedir. Devamında erkeklerin de dikkatini çekerek, nefislerine uyarak kadın ve paraya düşkün olan erkeklerin bu uğurda canlarını bile ortaya 220 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI koyduğunu, (V/1114; V/956) hatta Allah’ı bile unuttuklarını Mesnevi de (VI/1662) dile getirerek erkeklerin zaafını anlatır. Mevlana, kadınların erkekler üzerindeki tesirlerini maddi boyutta ele alarak şu çarpıcı beyitleri söyler: “Niceleri, kazançla padişah kesildiler; niceleri de kazanç peşinde çırılçıplak kaldılar. Niceleri, kadın alarak Karun gibi zengin oldu; niceleri de kadın yüzünden borçlandı gitti.”(Mesnevi, VI/3688-3689). 4) Kadının Zaafı Mevlana’nın Mesnevi’sinde erkekler için olduğu kadar kadınlarında zaaflarını anlatan birçok hikâye vardır. Kadınların insana özgü zaaflarını bazen tüm çıplaklığı ile anlatan Mevlana’nın amacı kadınları hor görmek değil, hislerine yenik düşen, nefsanî duygulardan kendini kurtaramayan kadınların ne tip sıkıntılara sebep olduklarını çarpıcı örneklerle anlatmaktır. Tüm kadınları suçlamamakla birlikte, tarihte birçok cinayet ve kötülüklerin kadın yüzünden meydana geldiğini belirten Mevlana, kadınların hile ve tuzağına maruz kalan erkeklerin ne gibi sıkıntılara düştüklerini dile getirmektedir. Ona göre iblis yasak olan meyveyi Âdeme Havva’nın teşviki ile yedirmiş, İlk kan Âdemin oğulları Habil ile Kabil arasında kadın yüzünden dökülmüştür. Dolayısı ile zaafın girdabında olan kadınların erkekleri birçok sıkıntılara sürüklediğini vurgulamaktadır. “İblis, kaç kere masallar söyledi Âdem’ e; sonunda Havva, ye deyince yedi Adem o meyveyi. Zulüm ve adalet dünyasında ilk kan, Kabil elinden döküldü; döküldü ama kadın yüzünden döküldü. Nuh, tavada kebap kızartmak istedikçe Vahide, tavaya taş atardı. Kadının düzeni, onun işini şaşırtır, arı-duru öğüt suyunu bulandırır giderdi. Topluma gizlice haber yollar, bu yol yitirmişlerden dininizi sakının derdi. Kadınların düzenine son yoktur. . .”(Mesnevî, VI/4481-4486) Aşırı hırs ve şehvetine düşkün bazı kadınların bazen nasıl komik duruma düştüklerini Mesnevîsinde ki bazı hikâyelerde dile getiren Mevlana, hikâyenin özü ve amacı doğrultusundaki inceliği görmeyen bazı kişiler tarafından müstehcenlikle suçlanmışlardır. Kaldı ki dünyaca ünlü birçok yazarın eserlerinde benzer hikâyelere rastlamak mümkündür. Örneğin Latin yazar Aptemius (m. s. 125-180)’un “Altın Eşek” hikâyesi, Beydaba’nın “Kelile” ve “Dimme”si, İtalyan yazar Boccaccio (1313-1375)’nun “Decameron” adlı eseri; Sheaksper (1564-1616)’in “Hamlet”i, Goethe (1739-1832)’nin “Faust”u kadını küçük düşürecek müstehcen hikâyeler içermesine rağmen herhangi bir suçlamaya maruz kalmamışlardır(Can, 1997). 221 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK Mevlana kendinden önce konuşula gelen bu hikâyelerden yararlanarak halkı aydınlatmak ve eğitmek istemiştir. Mesnevi’de bulunan bu hikâyeler hem nefsi tanımak hem de kadını, doğasını, eğilimini belirtmek içindir. Engin hoş görüsüyle tüm insanlığı kucaklayan Mevlana şehvetin girdabına düşmüş toplumun kurbanı fahişe kadınlarla da ilgilenmiş onları içinde bulunduğu ortamlardan kurtarmaya çalışmıştır. Eflaki’nin Ariflerin Menkıbeleri kitabında bahsettiği Rabia adındaki kadın ve kızlarının Mevlana ile karşılaşmaları, bu konunun canlı örneklerinden biridir. Özel hayatında kadınlara çok saygılı olan Mevlana Selahattin’i, Zerkubi’nin kızı Fatma Hatun ile evlendirdiği oğlu Sultan Veled’e şiirler söyleyerek şu tavsiyelerde bulunmuştur. “Bugün sen oğlumuzun nikâhında, sana, seni denemek Üzere teslim edilen gönül ve gözümüzün aydınlığı, Fatma Hatun’un gözetilmesi için şunu vasiyet ediyorum. : Umulur ki oğlumuz ona haksızlık etmez, bir an bile kadının gönlüne; babamın ölümünden sonra vefasızlık ediyorlar diye bir düşünce girmez. O öyle bir kadındır ki cevherinin temizliğinden ötürü şikâyette bulunmaz sabreder. Fatma Hatun’u aziz tutasın, her gün ve geceyi bayram günü ve gecesi bilsin” (Mevlana, 1963). Böylece, Mevlana, ileri görüşleri ile kadına layık olduğu gerçek değerin verilmesi için bir psikolog gibi konuyu irdelemiş ve deyişlerinde kadın ruhunun inceliklerine inmeye çalışmıştır. Netice itibarıyla, özünde cinsiyet ayrımına yer vermeyen Mevlana’da ki kadın imajı, çağları aşan bir anlayışla hâlâ geçerliliğini korumaktadır. Çünkü Mevlana düşüncesinde kadın yaratılış, inanç, ibadet, aile ve sosyal yaşam da eşit haklara sahip olan bir varlıktır. Maalesef kadın haklarından ve özgürlüklerinden sık sık dem vurulduğu günümüzde, moda sanat ve cinsel özgürlük gibi süslü ifadeler altında kadının bir meta ve porno aracı hâline getirilerek bazı çevrelerce istismar edilmesi, kadının kişiliğinden çok dişiliğinin ön plana çıkarılması, podyumların ve vitrinlerin reklam aracı olması çok üzücüdür. Diğer taraftan hâlâ dünyanın çeşitli bölgelerinde kadının sadece ev ortamını tamamlayan bir eşya gibi görülmesine, insani yetenekleri, becerileri ve iradesinin göz ardı edilmesine şahit oldukça yedi asır önce yaşayan Mevlana’nın kadına bakışından daha öğrenecek çok şeylerimizin olduğuna inanıyorum. 222 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bugün yaşadığımız toplum hayatında en çok değer kaybı yaşadığımız kurumlardan biri de toplumu oluşturan aile kurumudur. Maalesef bugün hala örnek alınacak model konumunda olan batı, büyüme ve onun altında uzanan kültür modelleri içinde insani değerleri korumak daha da zorlaşmaktadır. Çünkü toplum hayatını ayakta tutan aile sistemi gün geçtikçe daha da kötüye gitmektedir. Sonuç Çağları aşan evrensel nitelikteki düşünce ve fikirleriyle tüm dünyayı etkileyen Mevlana Celeleddin’in, insani değerlerin yeniden inşasında örnek alınması gereken önemli bir düşünür, veli ve hikmet adamı olduğunu düşünüyoruz. Artık insanların iç içe yaşadığı küreselleşen dünyamızda, sorunlar evrensel boyuttadır. Evrensel sorunların çözümünde de ancak evrensel düşüncelere sahip insanlar faydalı olabilirler. Toplum ve aile hayatında insanlığın öğrenmek, öğretmek ve yaşamak zorunda olduğu insani değerleri: adalet, eşitlik, karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü, inanç ve düşünce özgürlüğü, temel insan hakları gibi kavramlar altında tanımlayabiliriz. İyi ama bu kavramları iyi bilen, tarif eden, hatta kendine göre değerler eğitimi veren, çağımızdaki “batılı modern insanın” başarısızlığı nereden geliyor? Yukarıda belirtmeye çalıştığımız gibi, kanaatimizce bunun tek sebebi, modern insanın, insana ve menşeine farklı bakışıdır. Yaradılışı icabı fizik ve fizik ötesi âlem için donatılmış ve programlanmış olan insanın, fizik ötesi âlemden dışlanmış olmasıdır. İnsanı, aklın sınırlarına hapseden ve hayatın mezarla son bulacağına inanan bir anlayışın, insanlığı sorumlu ve erdemli bir hayat anlayışında tutması ve ondan insani davranışlar beklemesi imkânsızdır. Maddi ve manevi âleme ait olan insanın yapısını çok iyi analiz eden Hz.Mevlana, gerek yaşantısı, gerek eserlerindeki düşüce ve fikirleriyle insani değerlerin yeniden inşası konusundaki çalışmalara ışık tutarak önemli katkılarda bulunacağına inanıyoruz. 223 İnsani Değerlerin İnşasında Mevlana'nın Yeri ve Batılı Düşünürlerden Farkı • Prof.Dr. Abdullah ÖZTÜRK KAYNAKÇA Baudelaire, Ch. (1977). “Fusées”. Citations Françaises. Larousse. Bucaille, M. (1981). L’Homme D’où Vient-il ? Ed. Seghers 75006 Paris Camus, A. (1951). L’Homme Révolté. Gallimard Can, Ş. (1997). Mevlana, Hayatı ve Eserleri. İstanbul: Ötüken Yay. Eflâkî, A. (1980). Menâkibü"l-"ârifîn, (Nşr. Tahsin Yazıcı). Ankara. Fevrier, Ch.- Rouquier, A. (2000). Brève Histoire de Femme (Femme sans Qualité ou Héroines). Garaudy, R.(1993). Avons-nous besoin de Dieux? Desclée de Brouwer, 75007 Paris Gölpınarlı, A. (1999). Mevlana Celaleddin, Hayatı, Eserleri, Felsefesi. İstanbul: İnkılâp Yay. Hobbes, T. (1651). Leviathan. Lagarde, A.; Michard L. (1778). XVIII iem Siecle, Les Grads Auteurs Français du programme IV. Bordas Paris-Bruxelles-Montréal (Les İdées de Voltaires) Mevlana, Mesnevi, 4/3310 Mevlana. (1987). Ruba’iyat (Fr. Çev. Eva de V. Meyaravich). Cemşid Mortazavi. Albin Michel Yay. Mevlana. (2001). Fîhi Mâ-Fîh. (Çeviren, A. Gölpınarlı). Konya. Mevlana. (1963). Mektubatlar. (Trc. A. Gölpınarlı). İstanbul. Montesquieu. (1977). “Lettres persanes”. Citations Françaises. Larousse. Nicolas, S. R. Ch. (1741-1794). “Caractères et anectotes”. Citations. Sartre, J. P. (1977). L’Etre et le Néan Ad. Donoel Semih S. (1985). Selçuk Üniversitesi, I. Milli Mevlânâ Kongresi,Tebliğler 3-5 Mayıs. Salacrou, A. (1977). “Une femme libre”. Gallimard, Citations Françaises. Larousse. Yakıt İ. (2000). Batı Düşüncesi ve Mevlana, (2. Baskı). İstanbul: Ötüken Yay. 224 İnsani Değerler Konusunda Bir İmkân Alanı Olarak Tasavvuf Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş İslami literatürde fazilet yeni Türkçe’de “değer” olarak kaşılanan kelime hemen bütün felsefi ve dini gelenekler için referans kavramlardan biridir (Çağrıcı, 1995: 268272). Bütün beşerî topluluklarda temel değerler ve ahlak kanunları şu veya bu anlamda var olmuş ve tanınmıştır (Aydın, 1992: 24). İnsan davranışlarını belirleyen, davranışları yönlendiren genel prensipler olarak tanımlanabilecek olan değerler alanı, bir “evrensel insan” –tasavvufi terminolojidebir “insân-ı kâmil” ideali çerçevesinde şekillenir. Değerler, hakiki manada özünü ve ruhunu bu yetkinleşmenin insanda gerçekleştiği ölçüde yansıtırlar (Kutluer, 2011: 78). Değer, erdem, fazilet gibi benzer adlandırmalar güzel tutum ve eylemlerle temelde var oluşu güzel kılmayı hedefler. Bir bakıma olumlu ve değerli bir hayat, ömür boyunca deneyimlenen tutum ve davranışların bütününden oluşur. Sufiler, tasavvufi yaşamın bir yönüyle erdemler/değerler toplamından oluşan bir varoluş olduğunu benimserler (Gürbüz, 2003: 39). Tasavvuf tarihi hem doktrin hem de pratik cihetiyle insani değerler konusunda üzerinde mütemadiyen durulması gereken bir zenginliğe sâhiptir. Başka bir ifadeyle tasavvuf metinleri erdemli insan olmanın yolunun nerelerden geçtiğini gösteren örneklerle doludur. Zira sufilerin esas maksadı kâmil insan olmak ve kamil insanların yetişmesini sağlamaktır. Bu yönüyle onlar hakikati talep etmekle birlikte buldukları hakikatleri başkalarının da tanımasını sağlamaya büyük önem vermişlerdir. Bu uğurda tasavvuf ehli, eser telifinden, sohbet ve ders halkalarına, tekke faaliyetlerinden adaperkân uygulamalarına kadar muhtelif alanlarda söz ve davranışlarıyla erdemli insanların yetişmesine hatırı sayılır bir katkı sağlamışlardır. Neticede tasavvuf, İslami değerlerin hayata taşınmasında sahip olduğu usul ve üslupla kuvvet devşirebileceğimiz bir mirasın adı olmuştur. İnsani Değerler Konusunda Bir İmkân Alanı Olarak Tasavvuf • Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ Tasavvuf tanımları sufilerin önceledikleri değer hükümlerinin neler olduğunu gösterme konusunda ilk elden müracaat edilmesi gereken alanlardan biridir. Bu çalışma, tasavvufun insani değerler konusunda bir imkân alanı olduğu kabulünü bazı tasavvuf tanımlarından hareketle müşahhaslaştırmayı hedeflemektedir. Tasavvuf Tanımlarında Öne Çıkan Bazı Değerler Nasıl tanımlarsak tanımlayalım tasavvuf İslam kültür mirasının önemli bir parçasıdır. Bu hükmü pekiştirecek en iyi örneklerden biri kuşkusuz Cibrîl hadisidir. Cibrîl hadisinde iman-islam-ihsan kavramları ayrı ayrı tanımlanır. Fıkıh-Akāid ve Tasavvuf bu hadisten hareketle kendi konumlarını tâyin ederler. Cibrîl hadisi merkeze alınarak tasavvufi mirasa yaklaşıldığında tasavvuf ihsan kavramı ile özdeşleştirilerek ele alınabilir. Bir başka ifadeyle tasavvuftan söz etmek zorunlu olarak ihsan kavramı üzerinde durmayı gerektirir. İhsan ise kişinin yaratıcısı, kendisi ve etrafındaki diğer varlıklar (insan ve çevre) ile münasebetlerindeki davranış ve duygularını kuşatan çerçeve bir kavramdır. Bu bakımdan tasavvufu merkeze alan bütün tanımlama çabaları insanın yaratıcısı, kendisi ve diğer varlıklarla muamelelerinde kemal düzeyi yakalamasına yönelik önemli ipuçları ihtivâ eder. İlk dönemlerden itibaren tasavvufa yönelik bütün tariflerin özünde insan-ı kamil olmanın yahut ihsan ehli olmanın yollarının ve gereklerinin ortaya konulduğu görülür. Sufi çevreler tasavvufun ne olduğu konusunda yaptıkları tanımlarla zengin bir literatürün oluşmasına kaynaklık etmişlerdir.1 Sufi ve tasavvufun ne olduğu yönündeki tanımlar tanımlayanın perspektifi, öncelikleri, tasavvufi neşvesi, sufinin içinde bulunduğu hâl ve makam gibi farklı değişkenlere bağlı olarak çeşitlilik arzetmektedir. Tasavvufa ilişkin değişik tarifler arasında bir karşıtlık ve çelişki var gibi gözükse de esasta tasavvuf hakkındaki farklı tarifler birbirlerini tamamlayan bir bütünlük teşkil ederler. Hiçbir sufinin kendi tanımının tasavvuf hakkındaki yegâne ve mutlak gerçekliği ifade ettiğini iddia etmemesi de her birinin tasavvufa farklı açılardan bakabilmeleri ve aynı hakikatin değişik biçimlerinden söz etmeleri ile açıklanabilir (Gürbüz, 2003: 13-15). Tasavvuf tarihinde üzerinde ittifak edilmiş bir tasavvuf tanımının bulunmayışı esasında bir eksiklikten değil tasavvufun sadece belli bir daireye kendini hapsetmemesi ile açıklanabilir. Daha açık bir ifade ile tasavvuf ne sadece insanın ruhi hayatı ne de sadece bir irşad aracıdır. Başta da vurgulamaya çalıştığımız gibi tasavvuf Tanrı-insan ilişkilerinden başlamak üzere insanın çevresiyle olan ilişkilere kadar oldukça geniş bir perspektifte ilkeler belirleyen bir değerler manzumesidir. ____________________________________________________________________ 1 226 Sufi ve tasavvuf tanımlarına münhasır bazı derlemeler için bk. Cebecioğlu, 1987: 387-406; Kürkçüoğlu. 1953: 23-41. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tasavvuf klasiklerinde tasavvuf kelimesinin anlamı ile sufi kelimesinin tarifi elLuma‘ yazarı Serrâc örneğinde olduğu gibi genellikle bir arada verilir. Bu tariflerde sufinin hangi değerlerle mücehhez bir insan olduğu üzerinde durulur. Söz konusu tanımlar umumiyetle “Tasavvuf nedir? Sufi kim ya da kimlere denir?” gibi sualler eşliğinde yer alır (Serrâc, 1996: 24-25.) “Ârif kimdir? İnsân-ı kâmil kimdir, vasıfları nelerdir? Ehl-i ihsân kimlere denir?” gibi suallere verilebilecek cevaplar da yine bu çerçevede mütâlaa edilebilir. Tasavvufun ne olduğuna ve sufinin kimliğine ilişkin dile getirilen tüm tanımlamalarda kemale ermeyi gaye edinmiş bir arayış, istikrara odaklanmış bir çaba, iyi niyet, güzel ahlak, sadakat, ihlas ve hakikate ilişkin vurgular daima bir bütünlük içinde göz önünde tutulur. Bilmek, bulmak, ermek, kavuşmak uğrunda faaliyet gösterilmesi ve sözü edilen faziletlerin taalluk, tahalluk ve nihayetinde tahakkuk ettirilmesi de tasavvuf tanımlarının müşterek yönleridir (Erginli, 2006: 920-939; 1008-1020). Ahmed Zerruk, bütün tasavvuf tanımlarının özünü samimiyetle Allah’a yönelmenin (sıdku’tteveccüh) oluşturduğunu ifade eder (Zerruk, 2011: 38-39). Zerruk’un bu vurgusu insanın değer eksenli bir hayat yaşaması temelde bu yönde bir kaygı ve arayışının bulunması ile ilişkilendirildiğinde daha bir anlam kazanır. Neticede tasavvuf ve tarikat da kemale ulaşmayı kendinde barındıran bir yolculuktur. O halde bu yolculuğa “tâlib olmak” ve bu yolu yürüme konusunda “irade beyanı”nda bulunmak esastır. Bu bakımdan tasavvufta “hâller ve makamlar”ı ele alan eserlerde ilk mertebe “yakaza” yani farkındalıktır. Tasavvufun yaygın anlamlarından birinin de “yakaza ve intibâhtan ibâret olduğu”nu dikkate alırsak (Isfahânî, 2002: II, 351) yakaza ile tasavvuf arasındaki temel ilişki kendiliğinden ortaya çıkar. Sufilerden biri “sufi”yi, iki güzel huy ve hâl ile kaşılaştığında daima en güzelini tercih edebilen kimsedir diye tarif etmiştir (Serrâc, 1996: 26; Kuşeyrî, 1999: 370; Kâşânî, 2004: 338). Zira sahih bir istikamette bir tercihi olmayan ve bu tercihin gereği olarak yapması lazım gelen şeyleri yapmayan bir kimsenin “yol alması” düşünülemez. Şu hâlde değerlerin benimsenmesinden söz etmek öncelikle farkındalık (yakaza) ve samimi bir yöneliş (sıdku’t-teveccüh) ile başlayan bir sürece dâhil olmaktır. Tasavvufi faaliyetin muayyen bir alanla tahdit edilemeyeceğinin göstergesi olarak “Tasavvufun adap, ahlak, ahval” olmak üzere üç makamındaan bahsedilir. (Sülemî, 2009: 143-157). Ebû Bekir Şiblî’nin; “tasavvuf Allah’ın emirlerine bağlılık ve saygı, kullarına da merhamet ve sevgi duymaktır” şeklindeki ifadelerini dikkate alırsak tasavvufun Allah-insan ilişkilerinden insan-insan, insan-çevre ilişkilerine uzanan bir geçişkenliğe sahip olduğu görülür (Isfahânî, 2003: 73). Tasavvuf tanımlarında dikkati çeken temel vurguları umumi olarak zikrettikten sonra muayyen tasavvuf tarifleri etrafında meseleyi tahsis etmeye geçebiliriz. 227 İnsani Değerler Konusunda Bir İmkân Alanı Olarak Tasavvuf • Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ 1. Tasavvuf Güzel Ahlaktır İnsani değerlerle donanmış bir ferd ile güzel ahlak (ahlak-ı hamîde) sahibi bir kimse için yapabileceğimiz tavsifler aynıdır. Tasavvufun sufilerce daima güzel ahlak olarak nitelenmesini de nazar-ı itibara alırsak aradaki köklü ilişki kendini belli eder. Sufilerin tasavvuf tanımlarında ahlak ile tasavvuf özdeşleştirilir. Tasavvufun mahiyeti konusunda kendisine soru sorulan Cüneyd’in hocası Muhammed b. Ali Kassab şu cevabı verir: “Tasavvuf, seçkin bir toplulukla birlikte seçkin bir adamdan güzel bir zamanda zuhûr eden güzel ahlaktır.” (Serrâc, 1996: 24; Kuşeyrî, 1999: 368). Ebu’lHüseyn en-Nûrî’ye göre; “Tasavvuf Allâh’ın ahlâkıyla ahlaklanmaktır” (Cebecioğlu, 1987: 393). Kettânî ise “tasavvuf ahlaktır, ahlaken senden önde olan tasavvuf bakımından da önde olur” demekle tasavvuf ile ahlak arasındaki özdeşliğe dikkat çekmiş olur (Kuşeyrî, 1999: 369). Şeyh Ramazan ise “Tasavvuf kimse gönlün yıkmamaktır/ Harâm u nehy olana bakmamaktır” şeklindeki manzum tasavvuf tarifinde tasavufu tamamıyla ahlak üzerinden tavsif eder (Vassâf, 2006: I, 26). 2. Tasavvuf Gönül Zenginliğidir Tasavvufun “hürmetin muhâfazası, hizmetin müdâvemeti” şeklinde (Isfahânî, 2002: II, 361) tarif edilmesi tasavvufun sadece Allah ile insan arasında yaşanan bir tecübe ile sınırlı olmadığını gösterir. O hâlde insan çevresindekilerle olan muamelelerde saygı, sevgi, fedakârlık, hoşgörü2 gibi değerleri daima göz önünde tutması gerekecektir. Hamdun Kassâr, “Sufilerle yoldaş olunuz. Çünkü onlar yapılan kötü hareketler için bir çok tevil ve mazeret bulurlar” (Kuşeyrî, 1999: 368) şeklindeki ifadesinde sufinin çevresine karşı bir değer olarak hoşgörüyü nasıl temsil ettiğini çok iyi tasvir eder. Cüneyd’in şu ifadeleri ise sufinin çevresiyle olan muamelelerinde adalet ve şefkat gibi değerleri de içine alacak şekilde hoşgörünün sınırlarını alabildiğine genişletir: “Sufi yer gibidir, kötü olan her şey onun üzerine atılır, ama ondan güzel olandan başka bir şey çıkmaz (Kuşeyrî, 1999: 369). Cüneyd başka bir ifadesinde ise “sufi yeryüzü gibidir, iyisi de kötüsü de üzerine basar. Bulut gibidir, her şeyi gölgelendirir. Yağmur gibidir, her şeyi sular” (Erginli, 2006: 1011). “Tasavvuf boş bir el, hoş bir gönüldür” (Kuşeyrî, 1999: 369) ifadesi servetle ölçülmeyecek gönül zenginliğinin (deryâ-dil olmanın) kendinde ne büyük bir değer olduğunu vurgular. ____________________________________________________________________ 2 228 Bu noktada tasavvuf tarafından seslendirilen hoş görünün “şeriat-tarikat-hakîkat-marifet”, “imanislam-ihsan”, “ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn, hakka’l-yakîn” gibi derecelenmelerini dikkate alırsak tasavvufun kişinin kendine karşı katı, tavizsiz hatta hoşgörüsüz bir tavır sergilerken çevresiyle olan muamelelerinde olabildiğince hoşgörülü olduğu görülür. Bu bakımdan tasavvuf açısından hoş görü dendiğinde daha çok dışa açık olan hoşgörüyü hatırda tutmak gerekir. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 3. Tasavvuf Fedakârlıktır Ebu’l-Hüseyn en-Nûrî tasavvufu; “külfeti (başkasına yük olmayı) terk ve cömertlik” olarak tanımlar (Attâr, 2007: 434). Dede Ömer Rûşenî, tasavvufu muhtelif yönlerden izah ettiği şiirinde Nûrî’nin bahsettiği hususu şöyle nazma büründürür: “Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır” (Kürkçüoğlu, 1953: 24) Oğlanlar Şeyhi İbrâhim Efendi de tasavvufu târif eden bir şiirinde sufinin ehl-i derdin derdine derman olmasının gerekliliği şöyle vurgular: “Tasavvuf ârif olmaktır hakîmen âdetullâha Tasavvuf cümle ehl-i derde dermân olmağa derler” (Kılıç, 2012: 179-278) Bâyezid Bistâmî’ye tasavvufun ne olduğu sorulunca “yardımlaşmak, hizmete koşmak ve karşılık beklemekten vazgeçmektir” cevabını verir (Erginli, 2006: 1008). Ruveym b. Ahmed Bağdâdî: “Tasavvuf üç esasa dayanır: Fakr ve iftikara yapışmak, îsar ve tevâzûyu gerçekleştirmek, çekişmeyi ve ihtiyarı terk etmektir.” (Kuşeyrî, 1999: 368). Nûrî’ye göre; “Sufinin vasfı, bulamadığı zaman sükûn ve huzur içinde olması, bulduğu zaman başkasını kendine tercih etmesidir.” (Kuşeyrî, 1999: 369). Bir de îsarın îsarı vardır ki o da îsar fazîletinden başkalarının da istifade etmesi için îsarda başkasını kendine tercih etmektir (Erginli, 2006: 1009). 4. Tasavvuf Güzelliğe Yolculuktur Ma’rûf-ı Kerhî’ye (v. 200/815) ait olan bir tanımda tasavvufla ilgili olarak “hakikatleri edinmek ve halkın elinde olan şeylerden ümit kesmektir” denilmesi de hakikat arayıcısı olmanın kendinde bir değer ifade ettiğini göstermesi bakımından kayda değer (Kuşeyrî, 1999: 368). Sufi dâima bir seyir hâlindedir yani yolcudur. Bu yolculuk insandaki olumsuz, yerilmiş, kötü niteliklerin giderilmesi (tehallî) ve onların yerine olumlu, övülmüş, iyi niteliklerin getirilmesi (tahallî) şeklinde bir seyir takip eder ki bu tasavvufun temel hedeflerinden birisidir (Tan, 2013: 5). İlk sufilerden Ebû Muhammed el-Cerîrî’nin “Her türlü övülmüş huy ve haslete dâhil olmak; her türlü yerilmiş huy ve hasletten hâriç olmak” şeklindeki tasavvuf tanımı bu kabulün kısa bir özetidir (Serrâc, 2006: 25; Kuşeyrî, 1999: 368). Ebû Ali Ruzbârî’nin “tasavvuf, kulun küdûretten safvete, bulanıklıktan sonra duruluğa ulaşmasıdır” (Kuşeyrî, 1999: 369) şeklindeki tarifinde de insanın yöneldiği istikametin kararsızlıktan sükûna, kirlilikten arınmışlığa doğru oluşuna farklı bir üslupla temas edilir. 229 İnsani Değerler Konusunda Bir İmkân Alanı Olarak Tasavvuf • Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ 5. Tasavvuf Vaktin Sırrına Ermektir “Sufi ibnü’l-vakttir” yani zamanın çocuğudur ifadesi de tasavvuf tanımlarına yansıyan bir başka hususiyettir. Amr b. Osman el-Mekkî’ye ait tasavvuf tanımında “kulun her vakitte, o vakitte yapılmaya değer neyse onun üzere olmasıdır.” (Serrâc, 2006: 25; Kuşeyrî 1999: 368) şeklindeki ifadesinden de anlaşılacağı üzere sufi en fazla içinde bulunduğu zamana ihtimam gösterir. Zira içinde bulunduğu “an”ı güzelleştirmek bütün bir hayatı güzelleştirmek demektir. Ebû Muhammed Mürtaiş’in “sufi, düşüncesi hiçbir şekilde adımından önce olmayan zattır” şeklindeki ifadesi ile (Erginli, 2006: 928) “himmet”in dağıtılmamasına ve içinde bulunulan zamanın hakkının verilmesinin gerekliliğine işaret eder. 6. Tasavvuf Hürriyettir Semnûn, kendisine; “tasavvuf nedir?” diye sorulunca şöyle der: “Tasavvuf hiçbir şeyin sana, senin de hiçbir şeye mâlik olmamandır.” (Serrâc, 2006: 24; Kuşeyrî 1999: 368) Ebû Hüseyn en-Nûrî’nin şu ifadeleri Semnûn’un sözünden maksadı açıklar: “Sufiler, Allah’tan gayrıyı terkettikleri zaman, ne mâliklerden ne de memlûklerden olurlar.” (Cebecioğlu, 1987: 392). “Bir şeye mâlik olmamak ve bir şeyin kişiye mâlik olmaması” ya da “sahip olmamak ve sahip olunmamak!” Burada “mâlik olmak” kavramının nesnelere vs. sahip olma durumunun geçersiz görülmesi yahut yasaklanması elbette kastedilmiyor. Anlatılmak istenen temel düşünce bireyin sahip olduğu nesne, imkân ve durumların onun kişiliğinde, değer yargılarında ve yaşamında belirleyici rol oynamamasıdır. Yoksa varlıklı bir insanın kendisini maddenin kayıtlayıcı yapısından soyutlama bakımında fakir olan bir insana göre daha avantajlı olduğu bile söylenebilir. Bu noktada önemli olan hiçbir şeye bağlı kalmaksızın ve hiçbir şeye ait olmaksızın hakîkate dair aşamalar elde etmek ve onlara bağlı kalarak özgürlük durumuna ulaşmak; değerli olan budur.” (Gürbüz 2003: 19). 7. Tasavvuf Davranış ve Söz Birlikteliğidir Gazzâlî’nin de belirttiği gibi mutasavvufların elde etmek istediği gaye öğrenmekle değil, tatmak ve yaşamak sûretiyle elde edilir (Gazzâlî, 1948: 44). Zünnûn’un “Sûfî, konuştuğunda sözü sahip olduğu hâli yansıtan kimsedir” (Attâr, 2007: 163) şeklindeki ifadesi de kâl ile hâl arasındaki uyuma dikkat çeker. Zünnûn-ı Mısrî’ye sufinin kim olduğu sorulduğunda şöyle cevap verir: “Konuştuğu zaman doğru konuşan, sustuğunda da davranışları en güzeli, en doğruyu gösterendir.” (İsfahânî, 2003: 72). 230 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI 8. Tasavvuf Taleple Yorulmamaktır Zünnûn-ı Mısrî’ye; “sufi kimdir?” diye sorulduğunda “taleple yorulmayan, elinden zorla almakla darılmayan kimsedir” şeklinde karşılık verir. Bir başka seferinde ise şöyle söyler: “Onlar o kimselerdir ki Allâh’ı herşeye tercih ederler. Allah da onları herşeye tercih eder” (Serrâc, 2006: 25; Kuşeyrî, 1999: 370). Ebû Yakub Sûsî ise sufiyi; “sebebin rahatsız etmediği, talebin yormadığı kimse” olarak vasfeder. 9. Tasavvuf Dört Kelimedir Köstendilli Süleyman Şeyhî kelimesindeki (t) harfinin tevekküle, a (s) harfinin sabra, (v) harfinin vera‘ya, (f) harfinin fütüvvet’e dair olduğunu söyleyerek sadece tasavvuf ve sufi tanımlarının değil tasavvuf kelimesinin bizatihi kendisinin de içerdiği mana zenginliğine işaret ediyor olabileceğini gösterir (Işık, 2011:139).3 10. Tasavvuf İncinmemektir Evhadüddîn Kirmânî; “Tasavvuf küllî geçmektir özünden/ Dahi incinmemektir el sözünden” şeklindeki tasavvuf tanımında tasavvufu incinmemek üzerinden tarif eder (Vassâf, 2006: I, 26). Yüksek tahsilini tamamlayıp, memleketi Adana’ya dönmek arzusunda olan Sâmi Efendi, Bâyezid meydanında bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât Sâmi Efendi’ye; nereli olduğunu, İstanbul’da ne ile meşgul olduğunu sorar. Hazret, yüksek tahsilini tamamladığını ifade ederek durumunu arz eder. Bu Allah dostu ona; “–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsaade eder misiniz?” der ve onu Koca Mustafa Paşa semtinde bulunan Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda sohbet ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki: “–Evladım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saadetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim. Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi kimseyi “incitmemek”tir; son dersi de asla “incinmemek”… Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlukata bakış tarzı kazanarak -ne hâl olursa olsun- hiç kimseye kırılmamak! Affedebilme olgunluğunun zirvesine erebilmek…” (Topbaş, 2014) Yukarıdaki hadise de tasavvufun hem kimseyi incitmemek, hem de kimseden incinmemek sanatı olduğunu teyid eder (Uludağ, 2005: 345) ____________________________________________________________________ 3 Bu dörtlü tasnifin kaynağı Eşrefoğlu Rûmî’ye de götürülebilir. 231 İnsani Değerler Konusunda Bir İmkân Alanı Olarak Tasavvuf • Yrd.Doç.Dr. Muammer CENGİZ Sonuç “Güzel ahlak”, “fazîlet”, “erdem”, “değer” gibi kavramlar delalet alanları, aralarındaki nüanslar açısından tartışılabilir olsalar dahi temelde hakîkatli bir duruşa işaret ederler. İslâm’a ait bir yorum biçimi olan Tasavvuf ’un prensipleriyle “değer” kaygısı ve “arayış”ı bulunan her türlü düşünce biçimine sunacağı bir birikimin varlığı yukarıdaki tasavvuf tanımları etrafında vurgulanmış oldu. Böylece “değer” kavramı etrafında yapılacak her türlü faaliyet alanına tasavvufi mirarın kaynaklık edebilecek bir zenginliğe sahip olduğuna dair bazı vurguların altı çizildi. Fakat şunu belirtmek gerekir ki tasavvuf çok yönlü, çok derinlikli, çok katmanlı bir faaliyet alanıdır. Tasavvuf tanımlarına bakıldığında da bu kapsayıcılık ve çeşitlilik göze çarpar. Tasavvuf etrafındaki tariflerin taalluk, tahalluk ve tahakkuk gibi farklı derecelere işaret ettiği görülmüştür. İnsani değerler söz konusu olduğunda da herhangi bir değerin önce ilgi alanına alınarak öğrenilmesi (taalluk) ardından o değerle ahlaklanmak (tahalluk) ve sonunda ilgili değerin o kişinin yaşamında kalıcı bir yer edinmesi (tahakkuk) aşamaları daima göz önünde bulundurulmalıdır. KAYNAKÇA Attâr, F. (2007). Tezkiretü’l-Evliyâ. (Çev. Süleyman Uludağ). İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Aydın, M. (1992). “Mânevî Değerler, Ahlak ve Bilim”. Felsefe Dünyası, sayı: 6, ss. 23-28. Cebecioğlu, E. (1987). “Prof. Nicholson’ın Kronolojik Esaslı Tasavvuf Tarifleri”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XXIX, ss. 387-406. Çağrıcı, M. (1995). “Fazîlet”. DİA, İstanbul: XII, 268-272. Erginli, Z. (2006). Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul: Kalem Yayınevi. Gürbüz, A. (2003). Tasavvuf Felsefesinde Temel Vurgular: Harabede Define. İstanbul: İnsan Yayınları. Isfahânî, E. N. (2002). Hilyetü’l-Evliyâ ve Tabakātü’l-Asfiyâ I-XII. (Thk. Mustafa Abdülkādir Atâ), Beyrut: Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye. Isfahânî, E. N. (2003). Hilyetü’l-Evliyâ: Allah Dostları I-VI. (Çev. Sadi Aykut vd.), İstanbul: Şule Yay. Işık, Feyza. (2011). Köstendilli Süleyman Şeyhî’nin Sübhatü’l-Levâyıh Adlı Eseri -Metin-İnceleme-. Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Marmara Ü. SBE. 232 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kâşânî, A. (2004) Letâifu’l-a‘lâm: Tasavvuf Sözlüğü. (Çev. Ekrem Demirli). İstanbul: İz Yay. Kılıç, M. E. (2012). Tasavvufa Giriş. İstanbul: Sûfî Kitap. Kuşeyrî, A. (1999). er-Risâletü’l-Kuşeyriyye: Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi. (Çev. Süleyman Uludağ). İstanbul: Dergâh Yayınları. Kutluer, İ. (2011). Yitirilmiş Hikmeti Ararken. İstanbul: İz Yayıncılık. Kürkçüoğlu, K. E. (1953). “Tasavvuf ’a Dair”. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: II, sayı: 4, ss. 23-41. Osman Nuri Topbaş. (2014). “Kapıya Gelen Sarhoş”. Yüzakı Dergisi, Yıl: 14, Sayı: 111. Serrâc, E. N. (1996). el-Lüma’: İslâm Tasavvufu. (Çev. H. Kâmil Yılmaz). İstanbul: Altınoluk Yayınları. Sîrcânî, E. H. A. H. (2011). Kitâbü’l-Beyâz ve’s-Sevâd min hasâisi hikemi’libâd fî na’ti’l-mürîd ve’l-murâd. (Thk. Muhsin Pûrmuhtâr). Tahran: Müessese-i Pejûheşîyi Hikmet ve Felsefe-i Îrân. Sülemî, E. A. (2009). “Menâhicü’l-ârifîn”. Mecmûa-i Âsâr-ı Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, Tahran: Müessese-i Pejûheşî-yi Hikmet ve Felsefe-i Îrân, II, 143-157. Süleyman Uludağ, (2005). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü. İstanbul:Kabalcı Yayınevi. Tan, M. N. (2013). Abdullah Ensârî Herevî’nin Tasavvuf Târihindeki Yeri ve Sad Meydân’ı. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Vassaf, H. (2006). Sefîne-i Evliyâ I-V. (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz). İstanbul: Kitabevi Yay. Zerruk, A. (2011). Tasavvufun Esasları. (Çev. Muhammed Uysal). İstanbul: Endülüs Kitap. 233 Şemseddin Sivasi’nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Kıymetli hocam Prof. Dr. Recep Toparlı’ya İthafen… Giriş Değer, somut veya soyut kavramların önemini belirtmeye yarayan soyut ölçü birimidir; canlı ve cansız varlıkların, olayların, olguların durumunu, önemini anlatan sözcüktür. Ayrıca değerler yaşamsal öneme sahip olup, yalnızca günlük eylem ve davranışlarımıza rehberlik eden ilke ve ölçütler değil, bütün hayatı kuşatan ve genel yaşam tarzını belirleyen kılavuz ölçütlerdir. Değerler, hayatı anlamlı ve yaşamaya değer kılan inanç ve tutumları ifade eder. Değerler kimliğin ve kişiliğin temel kurucularıdır (Ceylan ve Küçük, 2013: 103-104). Değer, hayata mana katan, hayatı yaşanır hâle getiren, insanın elde etmek için peşinden koştuğu, arzu ettiği, önem verdiği ihtiyaçlarını karşıladığı şeylerdir. Bir başka manada değer, insanı kötülükten ve günah işlemekten alıkoyandır (Bolay, 2013: 22). Değerler, dinî ve beşerî olmak üzere genel olarak iki kaynağı olduğundan söz edilebilir. Ahlaki normlar bu dinî ve beşerî nosyonlar üzerinden temellendirilir. Bu nedenle değer yargıları toplumdan topluma farklılık gösterir. Her toplum, sahip olduğu değerlerin (ahlaki, dinî vb.) en doğru olduğunu savunur. İnsanlığın temel duyuş, düşünüş ve inanç sisteminin kabul ettiği ortak değerler vardır. Değer, “kutsal olanla, dünyevi arasında” şekillenir. Genel bir bakışla değer; doğruluk, namusluluk, iyilikseverlik, kutsallığı olma dahası sahip olunduğu takdirde insanı yücelten özelliklerdir. Bunlara sahip olmayanlarla kıyaslandığında kendi varlık alanında ona bir ayrıcalık ve erdem kazandıran ilkelerdir. İslam dini ise değerlerin insan hayatında korunmasını helal-haram ve sevapgünah gibi temel hudutlar içerisinde gerçekleştirilmesini ister. Bu duygulara hangi eğilimlerin sebep olacağını da belirtir. Bu noktada nefis kavramı ön plana çıkar. İlahi kelam, “Nefse ve ona birtakım yetenekler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems, 91/7-10) buyururken, üzerine yemin edilen nefis ile; iyilik ve kötülüklerin kendisine ilham edildiği, birtakım eğilimlerin ve yeteneklerin Şemseddin Sivasi’nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması • Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY merkezi olan “bilkuvve durum” kastedilmektedir. Bu, bir bakıma konunun potansiyel tabanıdır. Bilahare, bu taban eğitim aracıyla ve çevrenin de etkisiyle harekete geçirilir, konunun pratik yönü oluşur; gözlem, örnek alma ve çeşitli etkilerle insan, eğilimlerini iyi kullanarak; nefsini kötülüklerden arındırıp kurtuluşa erebilir. İşte bu düzey, ahlaki kişiliğin farklı tezahürlerle kendisini ortaya koyduğu düzeydir (Uysal, 2003: 51-69). İnsan fıtrat itibariyle ahsen-i takvim üzerine yaratılmıştır. Bu üstünlük ona bazı haklar verirken sorumlulukları da beraberinde getirmektedir. Yaratanın “Cinleri ve insanları, ancak beni tanıyıp iman etsin ve ibadette bulunsunlar diye yarattım.” (Zâriyât: 56) ifadesinden hareketle, bu yolda emek sarf etmesi gerekmektedir. Bunun için yaratılışıyla vücuda getirilen nefsi ile mücadele etmesi, bu amaçla özellikle ilimle uğraşıp kendini ve yaratanını tanıma adına olgunlaşması gerekmektedir. Allah’a iman, ibadet, kendini tanıma hatta insan olma gerekliliğinin bir sonucu olarak topluma faydalı olma mecburiyeti insanın kendisini, daha doğrusu nefsini kontrol altında tutmasını zorunlu hâle getirmektedir. Nefis çift kutuplu olup iyiliğe de kötülüğe de meyyaldir. Kötülük yapmak veya yanılmak hakiki değerler yerine sahte, yanlış değerleri koymaktan ileri gelir. Şu hâlde insanı erdemli yapan, aklını doğru kullanmasıdır (Akdemir, 2013: 281). Bu noktada akıl ve nefis birbiri ile çatışır. Nefis, ne cisim, ne de cismin bir parçasıdır. Birçok âlim insanın nefsine karşı tedbirli olması gerektiğine, uyanık olması gerektiğine dair uyarılarda ve öğütlerde bulunmuşlardır. Aslında nefsin karakteri dikkate alındığında bu öğütlerin ne kadar önemli olduğu görülür. Çünkü insan ne kadar az da olsa, iyiliği (hayrı) istese, nefis bunun aksine hareket eder. Buna karşılık, ne kadar az da olsa insana bir kötülük (şer) bulaştığı zaman, mutlaka bu kötülüğe çağırıp, rağbet etmesini ister. Dolayısıyla insan, herhangi bir iyiliği sadece ve sadece nefsinin gayr-i ahlaki tutumu ile elden kaçırır; yine herhangi bir kötülüğü yalnız ve yalnız nefsinin o kötülüğe olan tutkusu yüzünden işler (Muhasibi, 2009: 111). Bunun yanında nefis ruh gibi bedende bir varlıktır. Fakat şurası da muhakkak ki, ruh ezelden iman ettiği için bu kötülüklere meyyal nefsin karşısında varlığını sürekli hissettirir. Nefis, ruhun imanını izhar etme hamlesi karşısında dayanamaz, direnemez, tamamen reddedemez. Varlığını ruha borçlu olan nefis, ruhun temel temayülü ve hamlesi olan imana karşı mutlak manada karşı çıkmak iktidarında değildir. Nefis, bir taraftan inkâr etmekte diğer taraftan da ruhun iman hamlesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Kendinden, kendinde merkezleşmekten, kendine “inanmaktan”, kendine tapınmaktan vazgeçmez fakat ruhun iman hamlesine de direnemez. İmana karşı direnemeyen, inkârdan da vazgeçmeyen nefis, ruhtan gelen iman hamlesini (aksiyonunu), kıvırır, büker, bozar, değiştirir ve yeni bir “iman” inşa eder. İnşa ettiği iman, ya kendini merkeze alan veya kendine tapınmayı da mümkün kılan veya kendinin de faydalanacağı bir mahiyet taşır. Böylece hem ruhunu tatmin eder hem de hayatta kendini “gerçekleştirir”. İnsanın nefsinin açıkça görülen bu eğip bükmelere yahut kötülüğe meyilli durumu karşısında İslam âlimleri ve sanatkârları insanı doğru 236 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI yola sevk edecek, iyiliğe yönlendirecek sayısız eserler ortaya koyarak hayatın nefsin peşinde koşmadan şekillenmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Şemseddin Sivasi Divan’ında İnsani Değerlerin Sorgulanması İnsan fıtratından ayrı düşünülmeyen nefis kavramına yönelik bu tespitten yola çıkarak Şemseddin Sivasi Divan’ında yer alan gazellerdeki insanın varlığının anlamlandırması; insan ‘ben’inin bazen doğrudan bazen de ‘diğer biri’ olarak adlandırılarak nefsine seslenmesinin insanın kendi ile yüzleşmesine vesile olduğu ve kendi içinde bir muhasebeye girerek, ‘ben’ini tanımanın gerekliliği vurgusuna dikkat çekmek bu çalışmada ele alınan temel konudur. Bu noktada insanın kendini kontrol için nefsine dönmesi, bazen onu bir rakip olarak yahut ‘diğer biri’ olarak görüp öğüt vermesi önem arz eder. Bunlara ilave olarak, nefse seslenişteki anlatım ve dil özelliğinin Şemseddin Sivasi’nin didaktik yaklaşımının alt metnini okuma açısından fark edilmesi gerekmektedir. Ayrıca bu durum insanın nefsini kontrol altına alarak, insani değerlerin korunması adına ele alınması gereken önemli hususlardan biridir. Şemseddin Sivasi’nin şahsiyeti hakkında malumat veren kaynaklar, O’nun iyi huylu, güzel yüzlü, ihsan sâhibi, ilim ve irfan ehli, herkese iyilik yapmayı seven bir şahıs olduğunu belirtirler. Fakirleri doyurmayı, misafirlere ikram etmeyi seven Sivasi, hiçbir zaman boş durmamış, günün her vaktinde halka bir şeyler vermek için uğraşmıştır. Ölünceye kadar, gece gündüz tekkesinde zikr-i şerîfe ara vermemiştir (Aksoy, 2005: 9). On altıncı yüzyıl müelliflerinden Şemseddin-i Sivasi’nin şiirlerindeki amacı da sanatkârlık gücünü göstermek değil, tasavvufi fikirlerini geniş kitlelere yaymak ve halkı bu konuda eğitmektir. Bunun yanında anlaşılması güç ve karmaşık dinî-tasavvufi konuları hiç zorlanmadan aktaran Sivâsi’nin kendiliğinden, kolayca ifade edilmiş gibi görünen beyitleri, şairin şiir söylemedeki kabiliyetini de ortaya koymuştur. Sivasi; dinî, tasavvufi, ahlaki, didaktik ve hikemî eserlerinde olduğu gibi şairlik iddiası gütmemiş; şiiri, ifadenin okunmasında kolaylık ve hafızalarda kalıcılık açısından bir vasıta olarak kullanmıştır. Bu bakışla Şemseddin Sivasi Divanı’ndaki gazelleri değerlendirmek için insan nefsinin yanlışa veya kötülüğe yatkın olmasının yanında, kendisini diğer canlılardan ayıran özelliği gereği, eylemleri ve amelleri noktasında hayatındaki önceleri ve sonraları değerlendirmesi gerektiği düşünülmelidir. Sosyal yapının, dahası kendi varlığının anlamlandırılması, doğruyu yakalaması adına bu durum zorunludur. Şemseddin Sivasi, Divanı’nda yer alan bir gazelinde; insanın dünyaya meylinin, kendini eleştirmekten uzak olmasından kaynaklandığını, nefsinin peşinde koşması neticesinde dürüstlüğü elden bıraktığını ve en kötüsü şehevi arzulardan vaz geçmediği ve bunların sebebinin de Allah’ın kelamını anlamaktan uzak durmasından kaynaklandığını doğrudan bir seslenişle dile getirir. 237 Şemseddin Sivasi’nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması • Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY Sûrete aldanuban nakş u rüsuma dil virüp Ahirin fikr itmeyüp deyr-i fenâdan geçmedün Tıfl-ı nefsün her ne kim görse ana mâyil olur Yaşadın bunca yaşı vaz’-ı sabâdan geçmedün Lezzetini tâ’atun hayfâ ki zevk eylemeyüp Bu acepdür kâr-ı dünyada inâdan geçmedün (37)1 Şemseddin Sivasi’ye göre dünya zaten gelip geçicidir. Fakat bu yalan olma hâlinin bilincindeki insanı, dünyadan elini eteğini çeken veya dünyayı kendinden uzaklaştıran (fakr ve zühd) bir anlayışı İslam dini reddeder. Buradaki esas husus dünyalık meşguliyetlerle ahiret arasındaki dengeyi doğru kurabilmektir. Bu dengeyi kuran yani ölümü ve ahireti aklından çıkarmayan insan zaten kötülük yapmaktan uzaklaşır. Sivasi de gazellerinde dünyanın faniliği üzerine sıklıkla vurgu yapar. İnsan, ‘her nefis ölümü tadacaktır.’ İlahi emri gereğince zengin de olsa fakir de olsa kaçınılmaz son olan ölümle mutlaka karşı karşıya kalacaktır. İnsan bu gerçeği her zaman aklında tutarsa kendinin farkına varacak ve hatadan uzaklaşacaktır. Dolayısıyla Allah’la bir olmak, onun varlığını her an hissederek yaşamak en doğru olandır. Reşk itme bu dünyânun ârâyişine hergiz Çünki bu cihân yalan virgil anı yalana Bülbül gibi kıl efgân tâ eşk ola âsân Gülzâr-ı rızâ iste aldanma bu külhâna (76) … Bu fenâ mülki imâret etmege kılma heves Kankı şâhun kasrını gördin ki berbâd olmadı Çün misâfirsin bekâ milkine dek zâdun düzet Bu ayândur yol eri âlemde bî-zâd olmadı (81) Şemseddin Sivasi, Divan’ında yer alan gazellerinde didaktik yaklaşım sergiler. Bu yaklaşım daha çok insanın kendi özüne dönmesi, kendini terbiye etmesi adınadır. Kendini bilen kendini terbiye eden insan; değerlerini bilen, onlara saygı duyan aynı zamanda da etrafındaki varlık ve nesnelere de saygılı olandır. Kendini bilmek ayrıca insanın kendisi hakkında her yönüyle sorgulama yapmasıdır. Sorgulama yapan kişi bir anlamda kendini kendisine ayna yapan kişi demektir (Akdemir, 2013: 278). Şemseddin Sivasi, insanın nefsine dönerek kendine seslenmenin en iyi örneklerini verdiği gazellerinde aynı zamanda bir uyarı ve sorgulama süreci de yaşar. ____________________________________________________________________ 1 238 Çalışmada örnek verilen beyitler gazel numaralarına göre: "Toparlı R. (1984). Şemseddin Sivâsî Divanı. Sivas: Gurbet Yayınları” baskısından alınmıştır. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Serseri gezme bu bâzâra çü girdün miskin Nakd-i mevhumla bâzâr-ı hakîkat kılagör (21) Şemseddin Sivasi’nin Divanı’nda yer verdiği gazellerde dikkat çeken en önemli unsurlardan biri de ahlaki değerlerden uzak insanların erdemli, değerlerine bağlı insanlara göre tavır ve davranışlarındaki aşağılığın tespitine ait bakış ve değerlendirmedir. Zira değerler hem insanın hem de toplumun manevi dinamikleridir. Bu manevi dinamiklerin en çok kendini gösterdiği yer ise insanın iç dünyasıdır (Tarhan, 2011: 50). Boş koşma cihân halkına kim kalmadı bu saf Hem-pâ olımaz her ne kadar sana ide laf Nâmerd yükinün altına girme hazer eyle Bir zerre içün eyleyiser minnet-i sad-kaf Herkes bugüni âhire tahmil ider oldı Hoş bak göresin kalmadı hiç kimsede insâf (32) İnsanın yoldan çıkması (inhiraf) daha çok nefsani ve cismani olarak görülür. İlahi inayet insani nefsi, cismani bünyeye bağlı olarak yaratmıştır. Bunlardan birinin diğerinden farklılığı onun iradesine göredir. Bunların her birinde ortaya çıkan bir tesir veya hastalık diğerinin de değişmesine neden olur (Tusî, 2007:151). Sivasi’ye göre de aslında insan nefsi arzularının onu sürüklemesiyle dünyaya meylini terk ederse, kendinde yaradılışı itibarıyla var olan mühim değerlerini koruyacağı açıktır. Dahası insanın kendini sorgulaması, yargılaması ve etrafında olan biteni araştırmasıyla yücelerin yücesine çıkacak olması önemlidir. Âşık-ı sâdık isen terk eyle dünya işini Şemsî arz it bu metâ’un var ise dürdânesi (98) İnsan aşkın/müteal değerler için yaşadıkça fiziki varlığı da anlam kazanır. Dünyaya bağlanma, maddiyata fazla değer verme, bireyi insani değerlerden uzaklaştırır. Bu bağlamda Şemseddin Sivasi’nin dikkat çektiği husus dünyanın gelip geçiciliğinin farkına varmak, mukaddes değerlerin ehemmiyetini nefsine öğretmektir. Ey Kâ’be-i vasl istemeyüp dünyâ sevenler Âşıklar ona cânını kurban iledür Şemsi sakın aldanma bugün tâc u kıbâba Uryân getürüp dünyâdan uryân iledür (24) Ehl-i tasavvufun ittifakıyla insanın nefsi, şerrin kaynağı, kötülüğün temelidir. Kişiye günah işleten arzu ve hevası ile kibir, haset, cimrilik, öfke, kin gibi yaradılıştan gelen kötü hasletler nefsin ortaya çıkardığı çirkinliklerdir. Nefis, esfel-i safilinden yani 239 Şemseddin Sivasi’nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması • Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY aşağıların aşağısında bulunduğu ve kötülüklerin anası olduğu için, kötülükle ortaya çıkmaya başlayınca, şeytan da kişiye yaklaşmaya başlar.2 Bu kötü hasletler insanı aynı zamanda dünyaya bağlar. İşte bu noktada Şemseddin Sivasi Divânı’nda dünyanın gelip geçici olduğu vurgusunu yapar. Bu faniliği insanın fark etmesi onun kârınadır. Çünkü dünyada meyledilen şeyler; maddiyata, hırsa, uhrevi âlemden uzaklaşmaya dair olduğu için öldükten sonra insana hiçbir şey vermeyecektir. Dünya bir meygededür hamrı humârın ödemez Bir aceb gamgededür sûrı sübûrın ödemez Tutalum Köşk-i şehenşâhide bin yıl olasın Kabre girdükde begüm kasrı kusûrın ödemez Ne kadar ıyş u tana’umda teni beslerisen Hâke defn olayıdun mâr ile mûrın ödemez (25) Şemseddin Sivasi’nin öğüt veren anlatımında dikkat çeken en önemli noktalardan bir diğeri de Allah’ın insanı dünyaya gönderirken amaçsız, rastgele göndermediğine dair bakış açısıdır. Dolayısıyla insan kendine yüklenen misyonun farkına varmalı ve yaratanını tanımak adına çaba göstermesi gerekmektedir. İnsanoğlu dünya işleriyle öylesine meşguldür ki, kendisine yüklenen görevi/leri kolaylıkla unutabilmektedir. Dolayısıyla insan kendisini erdemsizliklere ilişkin ve ona götürecek olan şeylere karşı ihtiyatlı olmalı ve daha küçük kötülükleri küçümsemeyip onları yapmaya nefsine ruhsat vermemelidir. Çünkü bu, gittikçe büyük suçların işlenmesine neden olmaktadır (Ildırar, 2012:14-97). Kârhâne-i Hudâda âvâre gezmek olmaz Dermân tolu tururken biçâre gezmek olmaz (28) İlimle meşgul olmak Kur’an-ı Kerim’de ve kutsi hadislerde tavsiye edilmektedir. İlimle güzelleştirilen hayatların içinde yalandan, kirden ve hileden eser kalmaz. Toplumda erdem ve faziletin artması için ilimde süreklilik ve özellikle fayda esas olmalıdır. Nefsini terbiye etmek isteyen beşer; ahlak terbiyesi ilmi, mantık ilmi, matematik ilmi, doğa ilmi, metafizik ilmi, tıp ilmi, toplum ilmi vb. ile meşgul olursa her birinin konumuna göre faydalarını görecek (Tusî, 135) ve aynı zamanda kendisi ve insanlık adına fayda sağlayacak meşguliyetlerin içine dâhil olmuş olacaktır. Genel anlamda bir insan bilgi ve hikmetle donanmışsa, bilgi ve hikmete uygun sekinel ve vakara sahip olmuşsa, söz konusu bilgi ve hikmeti bir ahlak ve sorumluluk olarak pratik hayata aktarmışsa, artık o kişinin ahlaki her davranışı hilm üzre şekil alır (Görmez, 157). Şemseddin Sivasi Hazretleri de gazellerinde ilimle ama özellikle faydalı ilimle meşgul olmayı tavsiye etmiştir. İlim konusunda meselelerin özüne vakıf olma çabasında olan âlim kişiler, kendisi ve âlem hakkında her şeyin özüne de vakıf olurlar. İlm-i lâ-yunsarıfa sarf olıcak ömr-i azîz Müşkilün rûz-ı haşir korkum odur olmaya hal (41) 240 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI … Kâl ehlini ko yüri bulıgör bir ehl-i hâl Sır ilm durur bunı bilen dil dudak degül (42) Şemseddin Sivasi, insanın geçmişin esiri olmaması, ona bağlanıp kalmaması gerektiğini ve anı yaşaması gerektiğini ifade eder. Çünkü zamana ait bu hesaplar, insanın hırsa kapılmasına sebep olmakta ve kendine olduğu kadara çevresine zarar vermesine zemin hazırlamaktadır. Mâzi vü müstakbeli terk eyle hâli gözle sen Geç gecinden dahi müstakbelden eyle ınkıtâ (29) İnsan, yüzyıllar boyunca varlığının anlamını sorgulamıştır. Varlık, kimi zaman zıddıyla anlam kazanırken, kimi zaman kendi ‘ben’i ön plana çıkarmış, kimi zaman da kendini başka kavram, varlık ve nesnelerle anlatma yolunu seçmiştir. İnsan, bu sorgulama evresindeki istifhamlarını, onların cevaplarını bilim ve diğer felsefi sistemlerin yanında, sanatın bütün dallarında değişik türler, şekiller ve muhtevalarda ifade etmiştir. Bu varlık sorgusu içinde insan, bilinçli yahut bilinçsiz olarak belli noktalarda kendini uyarma yahut kendine ‘öğüt verme’ ihtiyacı duymuştur. İnsanın iç sesi olarak tabir edilebilecek nasihat verme; kültür, millet vb. ayırımı yapmadan ilk yazılı metinlerden itibaren varlığın kendini ifadesi noktasında, sıradan insandan birçok bilim adamına ve mütefekkire kadar başvurulan bir metot olmuştur. Bunun yanında kutsal kitapların, başta Kur’an-ı Kerim, “Dinin direği ve dini ayakta tutan nasihattir.” ifadesiyle Hazreti Peygamber olmak üzere, bütün peygamberlerin söylem ve üsluplarının temelidir. “Bu (Kur’an) insanlar için bir açıklama, Allah’tan gereğince korkanlar için doğru yolu gösterme ve bir öğüttür” (Âl-i İmran, 3/138). Ayrıca insanın var olduğundan beri arayışının ve varlığını sorgulayışında kendini muhatap alması, nasihat vermesi edebi eserde de sıkça kullanılan yöntemlerden biri olarak görülebilir. Bu muhataplığın temel sebeplerinden biri insanın ana rahminde var olan saflığını özlemesi ve araması olarak yorumlanabilir. Edebî eserlerde yer alan nasihatler de tür farkı gözetmeden geniş halk kitlelerinin yanında, devlet yöneticilerine ve en başta eseri ortaya koyan sanatkârın kendine, daha doğrusu nefsine yönelttiği iç sesin varlığıyla dikkat çekerler. Şurası muhakkak ki her edebî eser belli noktalarda ortaya çıktığı geleneğin özelliklerini yansıtsa da bahsedilen bu iç sesin kendine yönelik seslenişteki varlık ve anlamını yorumlamak için edebî eserlerin dış kabuklarını kaldırıp şairin bilinçaltında olan ve farkında olmadan yazdıklarını anlamak için şairin zihin ve his dünyasının işleyişini kavramak gerekir. Bu bakışla, Doğu veya Batı kültürü ayırt etmeden şiirin dil, söyleyiş, üslup özellikleri dönemden döneme değişmiş ve gelişmiştir. Klasik şiirin temel nazım şekillerinden gazel de Doğu’ya ait her türlü üslup, biçim ve ses özellikleri ile sayısız göstergeyi içinde barındırarak kendine has sanatsal duruşunu yüzyıllarca sergilemiştir. 241 Şemseddin Sivasi’nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması • Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY Gazellerin makta beyitleri, şairin mahlasını yahut adını kullanarak kendine muhataplığı ile son bulan nazım şekilleridir. Gazelin dil, üslup ve konu özellikleri ile bağlantılı olarak şair bu beyitlerde kendine yönelik bir seslenişte bulunur. Bu sesleniş dinî-tasavvufi klasik Türk şiirinde, sanatkârın kendine bir seslenişi, nasihat edişi şeklinde de tezahür edebilir. Şemseddin Sivasî’nin Divanı’nda yer alan gazellerinin başta makta beyitlerinde, dikkat çekici şekilde şairin nasihat üsluplu anlatımı dil, şahıs seçimleri ve bilinç dışı etkinliği ilişkisine dair bir birliktelikle gözler önüne serdiği görülür. Şemseddin Sivasi, bazı gazellerinin makta beyitlerinde kendi ismiyle nefsine seslenirken bazı beyitlerde de karşısında bir muhatap varmışçasına, ‘diğer bir’ olarak adlandırılabilinecek olana kapalı ifadelerle seslenmeyi tercih eder. Bu sesleniş bazen de değişik nidalarla (Ey!) ifadesini bulur. Bu seslenişlerde ben aslında nefse hitap etmektedir. Allah insan ben’ini muhtap almıştır. Ben fıtratı gereği varlığını ilahi olana borçludur. Ben; insanın gerçek varlığı, nefis diğeri olarak düşünüldüğünde, insanın tabiatında ilahi olanı arama eğilimi açıkça görülür. Nefis ise, şeytanın vesveseleriyle doğru yoldan saptığı için insanın öz nefsi, saptığı yola geri çağırmak için ona ‘bir diğeri’ymiş gibi hitap eder. Daha açık bir ifadeyle insanda var olan iyilikle kötülüğün karşılaşmasında iyilik kötülüğe galip gelmek için bu yola başvurur. Bu mücadele sırasında insan vücudunda ilahi azametten bir parça melekûti bir nur kendini var eder. İnsanın gerçek ‘ben’i, o ‘ben’dir. İnsan hayvani ‘ben’e de sahiptir, fakat hayvani ‘ben’ insanda küçükcük bir ‘ben’dir, aslî ve gerçek ‘ben’ değildir. İnsandaki asli ben insanın sahip olduğu o melekûti ‘ben’dir. Yani bir hayvanda o hayvanın gerçek ve ahlaki ‘ben’ini teşkil eden şey insanda küçük ve asalak ‘ben’dir. Yani ‘asli’ ben’ den farklı bir bendir (Mutahhari, 2008:160). Eya gafil tefekkür kıl ne buldun bu rükûdundan Kıyametde sorılursın ziyânün bile sûdundan Yönün mihraba lîkin kalb meyyalün hevâsında Ne umarsın bu hâletle rükû’ıyla sücudunda (61) İnsani değerlerden en önemlisi tevazu sahibi olmaktır. Erdem sahibi insan olma özelliği bilgi, düşünce, görgü, deneyim, inanç ve ibadetlerin zaman içinde sentezlenmesi ile kazanılan bir meziyettir. İşte erdem sahibi kişi, değerlerinin farkındadır ve tevazu ile kibir arasındaki ince çizgiyi de kolaylıkla ayırt edebilir. ‘İnsan’ı insan yapan bu değerleri Şemseddin Sivasi, yine ‘bir diğeri’ olarak gördüğü nefsine yönelik seslenişlerle ortaya koyar. Güneş gibi yüzün yire sür ey Şemsi tevâzu’la Dilersen zerre gibi konasın ruhsâr-ı insana (73) Ayrıca Şemseddin Sivasi, kendi nefsine ‘diğer bir’ olarak seslendiği bir gazelinde insanın kendini tanıması, değerlerinin farkına varması için anını yaşarken geçmişini 242 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI de sorgulaması gerektiğini vurgular. Bu, insanın kendini kontrol altında tutması açısından önemlidir: Bir çürük lezzet-i mevhûme ve mesmûme üçün Her denî sek sîretün mihnet ü bârı niçe bir Ömr-i hoş mâye-i yıllarda savurdun Şemsi Her gerekmezde bunun gabn u hasârı niçe bir (22) Bütün mutasavvıfçılar gibi Şemseddin Sivasi de ‘kendini bilmek’ ifadesindeki benlik vurgusunu öne çıkarır. “Kendini bilen Rabbini bilir.” kutsi hadisi de insan ve ‘diğer’ arasındaki ilişkinin varlığına önemli bir işarette bulunur. Aslında burada ‘diğer’ olarak bahsedilen ‘Sen’ dir. Bütün dünyayı kavramanın ‘sen’ i kavramada olması, dünyaya hakkını ve hakikatini vererek onun Allah’tan başka bir şeye delalet etmediğini, fakat her şeyin O’nda olduğunu kavramak, mükemmel bir ilişkidir. ‘Sen’ olarak ifadesini bulan nefsi tanımak bir erdemdir, yani kendini bilmekliğin bir erdemdir. Bu noktada Hallac Mansur’un da ulaşmak istediği, arzuladığı yer ‘Şayet ben kendimi idrak edemezsem, sana ulaşamam / Senin için her şeyimden vaz geçmeden, sende var olamam’ emeliyle ‘ben’ teriminin özel bir isim gibi işlev görmekte olduğunu da hatırlamakta fayda vardır. Arapçada ‘nefs’, ‘ruh’ kavramlarının benlik veya ‘kendilik’ anlamlarında kullanıldığını tespit edilir. Kendini keşfetmek Allah’ı keşfetmek bahsinden yola çıkarak insanın kendini tanımasının mutlak varlık olan Allah’ı bilmesine sebep olacağı daha açık bir ifade ile ‘sen’ e aracılar vasıtasıyla ulaşılacağı fikrini destekler (Bakış, 2013:115117). Şemseddin Sivasi Hazretleri de ‘sen’ hitabı ile karşısında bir muhatabı varmış gibi kendini sorgular, kendine öğütler verir. İnsan kendini tanırsa, insanoğlu için ortaya konulan ve dünyanın var olmasının asıl sırrı olan en önemli mesele kavranır, yani Allah idrak edilir. İnsanın kendini tanımaması durumunda, hayatta insanın ne yapması gerektiğini, nasıl davranılması gerektiğini, yani ahlaki davranışın nasıl olması gerektiğini de bileceği görülür. (Mutahhari, 2008:185). Çü gencün meskeni vîrânelerdür Gönül niçün harâb olmayasın sen Özin hak itmeyen irmez alâya Özüm niçün türâb olmayasın sen Fenâ gasli çü göz yaşınsız olmaz Gözüm niçün pür-âb olmayasın sen Bu meclis ehli hep mestânelerdür Ciger niçün kebâb olmayasın sen Me’âni menzilüdür Şemsi kalbün Ne işdür bir kitâb olmayasın sen (54) 243 Şemseddin Sivasi’nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması • Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY ‘Ben’ karar veren bir makamdır, akıl ve idraktir, bunları anlayan bir makamdır. Fakat tabii emirleri veren makam ise bilinmeyen bir başkadır. İnsanın içindeki tüm savaş ve çatışmalar; ahlaki ve ahlaki olmayan açısından, gerçekte benin değil de ben olmayan ‘hayvani’ ben’i işaret eder (Mutahhari, 2008: 163). Akıl ve idraktan uzak davranışların sergilendiği dünyada çoğu zaman nefis ön plana çıkar ve hayvani ben var olur. Şemseddin Sivasi, ‘diğer bir’ olarak gördüğü nefsine seslenirken dünyanın bir eğlence yeri olduğunu söyler. Buraya meyletmenin nefsin arzusu dâhilinde gerçekleştiğini ve aslında bu eğilimin netice itibarıyla beyhude olduğunu ifade eder. Sûk-ı dünyâda ne denlü idesin bey’ ü şirâ Son hisâb eylerisen renci küsûrın ödemez Şemsiya râh-ı bekâ semtine git eglenme Ki bu bir merhaledür hayrı şürûrın ödemez (25) Şemseddin Sivasi’nin ‘diğer bir’ olarak konumlandırdığı makam, gazellerinin bazılarında doğrudan seslenme yoluyla yapılır. Bu gazellerin birinde ‘Ey’ nidası ile karşısındaki muhatabına, nefsine, öğütler verir ve insanın değerleri ile var olduğunu, bunları kaybetmediği zaman onurlu varlığını devam ettireceğini ifade eder. Ey gafil uyan rıhlet-i nâgâhı unutma Yol korkılıdur korkusı çok râhı unutma Mağrur oluban devlet ü dünyâ-yı deniye Sakın yitürüp dinuni Allah’ı unutma Bu dâr-ı fenâ içre bugün nitsen elünde Yarın varacağun ulu dergâhı unutma (67) Sivasi, dünya her ne kadar insana tatlı ve vazgeçilmez gelse de ebediyen burada kalacağını sanmanın dünyanın gelip geçici olduğu düşünüldüğünde nafile olduğunu vurgular. Bu geçiciliğe meyletmenin de insanı aldattığını beyitlerinde sık sık belirtir. Bu dünya balına banma hayâlatına aldanma Ebed bâki kalam sanma fenâdur pâydâr olmaz İrişdi çün Şemsi’nün vücûdı katresi bahre Ne katre ayn-ı bahâr oldı ana ka’r u kenâr olmaz (26) Şemseddin Sivasi’ye göre insan nefsini terbiye etmek istiyorsa yapması gereken en önemli şeyler; yaratılışından beri getirdiği değerlerini kaybetmemesinin gerekliliği ve kendini olgunlaşmasının zorunlu olduğudur. En önemlisi de Allah’ın varlığının her yerde ve her şeyde olduğunu görmek insanın varlığını anlamlandırması açısından önemlidir. Ayrıca Allah’ın âlemdeki varlığını anlamak ve bu yolda ilerlemek insanoğlunu kurtaracak asıl unsurlardandır. 244 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Temâşa eyledüm kevn ü mekânı nûr-ı vahdetde Görinen nûr eşyada hemin Mevlâ imiş bildüm (45) Esas itibarıyla insan, kısa vadede düşünmeye yatkındır. Anlık zevklerin peşinde koşan insan, sahip olduklarını çabuk unutmaya ve gözünü başka şeylere dikmeye meyyaldir (Tarhan, 2011:189). Hak yolcusu olan insan, varlığının anlamını araştırıp sorgularken dünyanın faniliğini idrak eder, baki olanın Allah olduğu bilinciyle davranır, açgözlülük etmez, Allah’ın mutlak gücüne olan idrakini geliştirirse yaradılışından getirdiği ve sonradan kazandığı değerleri muhafaza eder. Yine bir derd üçün dermân ararım Lâ-mekân şehrine cevlân ararım Teşnedür yüregüm aşkun elinden Beni kandurmaga umman ararım (50) Kısa bir değerlendirmeyle servet, önemli bir sermaye değildir. Bir insan için âlemdeki sermayelerin en büyüğü, insanın kendi nefsidir. Kendini kaybeden bir kimse, her neye sahip olursa, sanki hiçbir şeye sahip değil gibidir. Bu konuda Kur’an’da, bir taraftan insanın kendisini unutmaması, kendisini kaybetmemesi, kendini satmaması gerektiği vurgulanarak “kendini unutma,” “kendini kaybetmek”, “kendini satmak”, türünden ifadeler çok şiddetli şekilde kötülenmiştir (Mutahhari, 2008: 135). Buradan hareketle de insan; kendine, nefsine karşı dürüst davranmadıkça Allah’a dürüst ve samimi davranmış olamaz. Ayrıca insan nefsini bilmedikçe ona karşı dürüst davranmış olamaz ve onu araştırmadıkça en önemlisi onu ölüme sunmadıkça, ölümü düşünmedikçe onu tanımış olamaz (el-Muhâsibi, 422). Mutasavvıfçılara göre bu durumun idrak edildiği ve ‘ben’in o çok yüce sözleri söylediği, düşündüğü yer, konuşmakta olan insan ‘ben’inin üst derecesidir; hayvani konuların konuşulduğu yer ise onun alt derecesidir (Mutahhari, 2008: 160). Tasavvufi bakış açısında sıklıkla vurgulanan nefis ve kendini tanıma kavramlarının Şemseddin Sivasi Divanı’nda yer alan gazellerin hemen hepsinde var olması bu yüzden son derece normaldir. Esasında nefisle ilgili bütün bu değerlendirmelerin yapılmasının esas kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’de insana, “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/ 9) fermanıyla yegane kurtuluş yolu olarak ‘nefis tezkiyesi’ gösterilmiş, “Ey huzur içinde olan nefis! Sen O’ndan razı O da senden razı olarak Rabbine dön! (Fecr, 89/27-28) ayetiyle de nefisten, eşyanın tabiatında hasıl olan bilgiye değil, letaif cinsinden en deruni ve sırlı bilgileri özümseyerek ilahi hoşnutluğa erişmesi istenmiştir. (Görmez, 2014: 27) 245 Şemseddin Sivasi’nin Gazellerindeki Nefis Kavramı Üzerinden İnsani Değerlerin Sorgulanması • Yrd.Doç.Dr. Nazire ERBAY Sonuç İnsan, aklı sayesinde bireysel ve toplumsal ihtiyaçlarını giderirken aynı zamanda kendini var etmeye, kendini bulmaya dair zihni ve nefsi bir takım faaliyetler içindedir. Akıl kadar nefis de eylemlere yön veren bir yetidir. ‘İyi’ veya ‘kötü’ olarak adlandırılan değerler çoğu zaman nefsin yönlendirmesi ile sonuçlanır. İbn Miskeveyh’e göre nefsin varlığı aklın varlığı vasıtasıyla gerçekleştiği için akla nispetle varlığı noksandır. Kendisinden aşağıda yer alan tabii cisimlere nazaran ise mükemmeldir. Nefsin en önemli niteliği akla benzemeye çalışması ve mükemmelleşmeye olan iştiyakıdır (Kılıç, 2010:16). Görüldüğü gibi, değerin var olabilmesi için mutlaka insanın yani öznenin olması gerekmektedir. İnsanda var olması gereken, kabul edilen, üstün olan, değerler aslında insanın mutluluğu içindir. İnsanın değerlerine saygılı olmasıyla, onların farkına varmasıyla kendini diğer varlıklardan ayıran hususiyetlerinin açığa çıkmasına vesile olacak, insan kendinin farkına varacaktır. İnsan, temelde nefsini tanıması aslında onun eğitilmesine de vesile olacaktır. Değerler olması gerekeni söylüyorsa nefis bu paralelde eğitilmelidir. KAYNAKÇA Akdemir, A. (2013). “Sokrates: Kendini Bilen İnsan, Değer Eğitiminde Örtük Program”. Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1, 278 Aksoy, H. (2005). “Şemseddin Sivâsi, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 9(2), 1-43 Bakış, R. (2013). Âşığın Tevhidi: Hallac’a Göre Varlık ve Dini Tecrübe. İstanbul: İnsan Yayınları. Bolay, S. H. (2013). “Değerler Eğitimi”. Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1, 22 Ceylan, T. & Küçük, B. (2013) “Değer Eğitiminde Örtük Program”. Bayburt Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 1, 103-104 Demir, H. (2013). “İslam Maarif Anlayışı”. Fikir Teknesi, 22 Mayıs 2013, http://www.fikirteknesi.com/islam-maarif-anlayisi-10 Güleç, İ. (2013). “Klasik Türk Edebiyatı Metinleri Nasıl Şerh Edilmeli”. Erişim: 22 Mayıs 2013, http://www.academia.edu Görmez, M. (2014). Kalbin Erbaini. Ankara: Otto Mutahhari, M. (2008). Ahlak Felsefesi. (Çev. Hasan Almaz). İstanbul: Ağaç Basımevi. 246 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ildırar, M. (2012) Nefis Terbiyesi ve İlâhi Huzur. İstanbul: Semerkand Yayınları. Kılıç, C. (2010). “İbn Miskeveyh’te el-Hikmetü’s-Sâriye Kavramı Bağlamında Varlığın Tekâmül Süreci”. Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 15 (2), 16 el-Muhasibi, H. (2009). Nefs Muhasebesinin Temelleri. (Çev. Ş. Filiz- H. Küçük). İstanbul: İnsan Yayınları. Tarhan, N. (2011). Güzel İnsan Modeli. İstanbul: Timaş Yayınları. Toker, Birgül, “Şemseddin-i Sivâsî ve Mir’âtü’l-Ahlâk Adlı Mesnevisi”. http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfdergi/s15/btoker.pdf, s. 442 Tusî, N. (2007) Ahlâk-ı Nâsırî. İstanbul: Litera Yayıncılık Uysal, E. (2003) “Değerler Üzerine Bazı Düşünceler ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler–İslâmî Erdemler”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 12 (1), 51-69 247 V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - A Salonu Cuma - 17:00 - 18:00 Oturum Başkanı Prof.Dr. M. Şevki AYDIN / Erciyes Üniversitesi Dinî Kültürel Çoğulluk ve Dinler ve Mezhepler Arası Öğrenme Prof.Dr. Cemal TOSUN / Ankara Üniversitesi İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN / İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif mi? Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK / Amasya Üniversitesi Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci Dr. Abdülkadir ERKUT / Diyanet İşleri Başkanlığı Dinî-Kültürel Çoğulluk ve Dinler ve Mezhepler Arası Öğrenme1 Prof.Dr. Cemal TOSUN Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Giriş Küreselleşme, dünyayı algılama, anlamlandırma ve şekillendirme süreçlerinde etkili bir paradigma hâline geldi. Siyasetten ekonomiye, iç işlerinden dış ilişkilere hemen her şey küreselleşmenin etkisi altında şekillenmekte. Eğitim ve din alanları da bu etkiden uzak değil. Küreselleşmenin kazanımlarından yararlanmak, tehditlerinden korunmak için eğitime önemli görevler düşüyor. Din eğitimi de bu görevlerden bir kısmını üstlenmek durumunda. Yerel, ulusal ve evrensel yaşam alanlarında farklı din ve dünya görüşlerine sahip insanların barış içinde yaşamalarına destek, günümüz eğitiminin en önemli meselelerinden biridir. Küreselleşme süreçleri din ve dünya görüşlerindeki farklılıkları ve farklılaşma hareketlerini desteklemektedir. Farklı dinî ve dünyevi görüşlerin bilinmesi ve tanınması bir taraftan önemli bir kazanım iken, diğer taraftan da bütünlüklerin yeniden değerlendirilmesi ve hesaplaşma süreçlerinin başlaması tehdidini beraberinde getirmektedir. Bu sürecin başarıyla atlatılmasında eğitimin desteğine ihtiyaç var. Eğitimin din boyutu bu desteğin merkezinde yer alıyor. Ancak geleneksel din eğitimi yaklaşımlarının, amaçları, muhtevaları ve yöntemleri ile bu görevin üstesinden gelmeleri mümkün gözükmüyor. Özellikle okuldaki din eğitiminin, diğer tabirle din öğretiminin geleneksel formlarının bu sorumluluk karşısında yeterli olamayacağı açık. Küreselleşmenin din öğretimine en önemli etkisi “çoğulculuk” yaklaşımı ile ilgilidir. Dini Çoğulculuk/dinler arası çoğulculuk ve dinde çoğulculuk/din içi çoğulculuk yaklaşımları din öğretiminde teoriden uygulamaya birçok arayışı ve değişiklik denemelerini beraberinde getirdi. Mevcutlar gözden geçiriliyor, yeniler üretilmeye çalışılıyor. ____________________________________________________________________ 1 Bu tebliğ 2013 yılında Eskişehir’de düznelenen değerler eğitimi ile ilgili sempozyumda “Küreselleşme ve Din Öğretimi: Neler Değişti?” ismiyle sunulan metnin geliştirilmesi ile hazırlanmıştır. Dinî-Kültürel Çoğulluk ve Dinler ve Mezhepler Arası Öğrenme • Prof.Dr. Cemal TOSUN Küreselleşmenin din öğretimi alanında sebep olduğu etkileri ve değişiklikleri bir tebliğe sığdırmak elbette mümkün değil. Ben burada meselenin din, hukuk ve eğitim boyutlarında öne çıkan bazı yorumlara ve değişikliklere işaret etmeye çalışacağım. Küreselleşmenin din öğretimi açısından “din” kavramına etkisi: Sivil Din Din öğretimi merkezli ele alındığında küreselleşme süreçlerinin “din” kavramına yaklaşımı “olgusal” ve “eşitlikçi” olarak nitelenebilir. Bu nitelemelerin, din öğretimi konusunda devletlerin dinler karşısındaki tutumu açısından olduğunu belirtmekte yarar vardır. Olgusallıktan kastettiğim; dinlerin, devlet nezdinde, söz konusu dinin mensuplarının betimledikleri şekilde kabul görmesidir. Betimleme ile ilgili olarak “hakikat” soruşturmasının yapılmamasıdır. Diğer değişle, din olarak betimlenenin teolojik değerlendirmeye tabi tutulmamasıdır. Burada din “tutulan yol”, “religion” anlamında kullanılmakta ve kabul edilmektedir. Bir dinin, yolun mensupları varlık ve tanınma iddiasında bulunduklarında elbette bir araştırma soruşturma söz konusudur. Ama bu, bir hakikat soruşturmasından ziyade bir gerçeklik soruşturmasıdır. Var mıdır? sorusu üzerinden gidilir; “Doğru mudur?” “Hak mıdır?” “Olmalı mıdır?” sorularından değil. Bu yaklaşım tarzı sonuçta, devletlerin dinleri değil, dini cemaatleri tanımasına götürür. Dinî cemaatlerin tanınması zımnen, betimledikleri dinin de tanınması anlamına gelir. Bu noktada sivil din kavramı ön plana çıkar. Nasıl ki modern toplum yerine sivil toplum, modern insan yerine sivil insan vurgusu yapılıyorsa, din konusunda da sivil dinden söz edilmeye başlanmıştır. Kastedilen, inananları tarafından örgütlenmiş ve tanımlanmış dinî yapılardır. Sivil din kavramı, dinî çoğulculuk ve dinde/din-içi çoğulculuk açısından önemli bir kavram hâline gelmiştir. Olgusallık ilkesi, farklı bir din olan veya olma iddiasında bulunan yapılanmaları ve aynı şekilde aynı din içindeki farklı oluşumları kabulü esas almaktadır. Eşitlikçilikten maksadım ise, dinler, daha doğrusu dini cemaatler arasında ayrım yapılmamasıdır. Eşitlikçi yaklaşım, olgusal yaklaşımın tabii sonucudur. Her dinin, yolun değerini kendi mensupları, dini cemaat takdir eder. Devletler olgusallık gereği, ayrı bir dine, yola sahip olduklarını ileri sürenleri, (varsa) hukuken belirlenmiş şartlar muvacehesinde değerlendirip kabul veya reddedebilmektedir. Her türlü ret ise uluslara arası hukukun konusu olmaya adaydır. Her halükârda dinî cemaatler ve dolayısıyla dinler karşısında tarafsız ve eşit davranmak devletin sorumluluğudur. İşte bu yaklaşım din ile ilgili diğer alanlarda olduğu gibi din eğitimi alanında da eşitlikçi yaklaşımı beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla dinler arası ve din içi farklılıklara mensupları olduğu ve talep olduğu sürece eşit din eğitimi imkanı tanımak gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bir cümleyle özetlemek gerekirse; küreselleşme süreci, devletleri, mensuplarının din olarak sunduklarını, varsa hukuki çerçeveleri muvacehesinde değerlendirerek, din(î camaat) olarak tanımaya ve bu konuda ayrım gözetmemeye zorlamaktadır. 252 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Dine olgusal ve eşitlikçi yaklaşımın din öğretimine hem hukuksal hem de eğitsel açılardan etkileri vardır. Bunları aşağıda ilgili başlıklar altında yeri geldikçe ele alacağım. Küreselleşmenin din öğretimine hukuksal açıdan etkisi Küreselleşme sürecinde din öğretimi ile ilgili hukuksal tartışmalarda iki husus öne çıkmaktadır. Bunlardan biri “din öğrenme hakkı”, diğeri ise “din öğretme yetkisi”dir. Din öğrenme hakkı, ebeveynlerin ve çocukların kendi dinlerini öğrenme haklarını ve sunulan bir din öğretimini alıp almama haklarını ifade eder. Din öğretme yetkisi ise devletlerin din ile ilgili öğretim planlama yetkisi ile ilgilidir. Kendi dinini öğrenme hakkı açısından bakarsak: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (madde 18), Çocuk Hakları Sözleşmesi (madde 14) başta olmak üzere birçok uluslararası belge ve bunlara dayalı üretilmiş uluslar arası ve ulusal hukuk metinleri insanların, kendi dinlerini öğrenme hakkı olduğunu ortaya koymaktadır. Uygulamada belli bir yaşa kadar ebeveynlerin ondan sonra da çocukların bu konudaki haklarını kullanıp kullanmamada serbest olduklarını görmekteyiz. Bu noktada dine olgusal ve eşitlikçi yaklaşımın önemli bazı sonuçları vardır: Her şeyden önce, kendi dinini öğrenme hakkı herkes için geçerlidir. Ve bu hususta devletlerin dinler arasında hak-hakikat, doğru-yanlış, büyük-küçük gibi ayrımlar yapmaması beklenir. Öğretim hakkı konusunda dini ve dünyevi inançların eşitliği de diğer bir boyuttur. Din, mezhep, tarikat, cemaat, dünya görüşü (hümanizm vb.) ayrımı yapılmaksızın ve de herhangi bir hak-hakikat eleştirisine tabi kılınmaksızın isteyen herkesin kendi yolunu öğrenme hakkı vardır. Bu hakkı kullanma ve kullandırmada da eşitlik söz konusudur. Tek şart uluslararası hukuka uygun ulusal hukuk çerçevesinde dinî cemaat olarak kabul edilip edilmeme olabilir. Böyle bir ulusal hukukun yokluğu sorunu zorlaştırmakta ve uluslar arası hukuku tek hukuk kılabilmektedir. Konuya din öğretme yetkisi, yani devletin din öğretmeye yönelik planlama yapması hakkı tarafından bakarsak: Uluslar arası bazı metinler devletlerin din ve dinler konusunda öğretim planlama hak ve yetkilerinin varlığından da söz etmektedir2. Ancak ebeveyn ve çocukların bu dersleri alıp almama hürriyet____________________________________________________________________ 2 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi (İHK) Medeni ve Siyasi Haklar Uluslar arası Sözleşmesi’nin 18. maddesinin 4. paragrafında belirtilen “devletler ebeveynlerin ve kimi durumlarda vasilerin çocuklarının kendi inançları doğrultusunda din ve ahlak eğitimi görmelerini sağlama özgürlüğüne de saygı gösterirler” görüşünü yorumladığı 22 No’lu genel yorumda, tarafsızlık ve nesnellik şartları yerine getirildiği takdirde devletin okullarda din ve ahlak eğitimi planlayabileceğini belirtmiştir. Benzer bir karar İsveç ile ilgili bir davada AİHM tarafından da verilmiştir. 253 Dinî-Kültürel Çoğulluk ve Dinler ve Mezhepler Arası Öğrenme • Prof.Dr. Cemal TOSUN leri3 ve bunu sağlayacak bir muafiyet hakkı her zaman baki görülmektedir4. Örneğin Avrupa Konseyi tavsiye kararlarında kamu okullarında din ile ilgili bir kültürlemenin bir şekilde yapılması önemsenmekte ve tavsiye edilmektedir. Ancak bu kültürlemenin zorunlu tutulması problem olmaya devam etmektedir. İsveç, Norveç ve Türkiye ile ilgili AİHM dava kararları bunu teyid eder. Eğitim sistemlerine düşenin, dini kültürleme konusunda herkes tarafından kabul görebilecek öğretim yaklaşım ve programları geliştirmek olduğu söylenebilir. Bu da imkânsızın peşinden usanmadan koşmak gibi bir şeydir. Bütün bunlardan hareketle pozitif ve negatif din özgürlüğünün pozitif ve negatif din öğretimi özgürlüğünü de kapsadığını söyleyebiliriz. Devletler, inanma ve inanmama özgürlüklerini garanti etmek ile görevlendirildikleri gibi, din öğretimi alma veya almama özgürlüklerini garanti etmekle de mükellef kılınmışlardır. Ancak bu, devletlerin eğitsel amaçlı din ve ahlak öğretimi programları sunmasına engel değildir. Önemli olan sunulan programların uluslar arası hukukun ön gördüğü hak ve özgürlüklerle çelişmemesidir. Çelişki itiraz ve şikâyetlerle gündeme gelir. Hiç şikâyet getirmeyecek program hazırlamak mümkün değilse muafiyet yolunu açmak en önemli çıkış olarak gözükür. Norveç davasında AİHM’nin verdiği karar bu doğrultudadır. Küreselleşmenin din öğretimine eğitsel açıdan etkileri Eğitsel açıdan baktığımızda da küreselleşmenin din öğretimine birçok etkisinin olduğunu tespit edebiliyoruz. Bu etkilerin başında, Avrupa Konseyinin ilgili tavsiye kararlarına5 ve AGİT TOLEDO6 raporuna da yansıyan, din öğretimini dinin değil eğitimin bir meselesi olarak görme ilkesi gelir. Ders türü ne olursa olsun, dersin çoğulcu yapılanması ikinci ____________________________________________________________________ 3 4 5 6 254 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 1 No’lu Ek Protokolü’nün 2. maddesi de benzer bir hak tanımı getirir. Maddeye göre, “devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dinî ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir.” Nitekim İHK, Leirvåg/Norveç davasında nesnel ve tarafsız olmayan zorunlu bir din dersinden tam muafiyet hakkının olmamasını MSHUS’nin 18 maddesinin 4. Paragrafını ihlal ettiği sonucuna varmıştır. Avrupa Konseyi 2002 yılından beri kültürler arası eğitim çalışmalarına din ve ahlak eğitimi boyutunu da eklemiştir. Dinî çeşitlilik ve barış eğitimi bu çalışmaların odak noktasını oluşturmaktadır. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından kabul edilen 2005-1720 sayılı tavsiye kararı, Konsey tarafından 2007’de yayımlanan Dinî Farklılık ve Kültürler Arası Eğitim isimli kitap ve 2008’de hazırlanan Kültürler Arası Diyalog Beyaz Belgesi bu ilginin sonucudur. AGİT’in Demokrasi Kurumları ve İnsan Hakları Şubesi Danışma Konseyi’nin Din ve İnanç Özgürlüğü Uzmanları Paneli diğer uzman ve bilginlerle birlikte Mart 2007’de İspanya’nın Toledo kentinde AGİT kapsamındaki 56 ülkenin devlet okullarında din ve inanç öğretimi yaklaşımlarını tartışmak üzere toplanmıştır. Hazırlanan rapora Kamu okullarında Din ve Ahlak Eğitimi Hakkında Toledo Rehber İlkeleri adı verilmiştir. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI önemli ilkedir. Çoğulculuk ilkesi, dersin öğretildiği okulun bulunduğu toplumda yaşayan farklı dinleri ve din içi farklılıkları kapsamayı amaçlar. Her iki ilkenin de küreselleşmenin din kavramı ve hukuksal boyutla ilgili yukarıda söylediklerimizle yakından ilişkisi vardır. Söz konusu iki ilkeyi birlikte düşündüğümüzde din öğretimine yansıyan değişikliklerden bazıları şunlardır: Din öğretiminin amaçlarının ve muhtevasının belirlenmesinde eğitsel boyut her zamankinden daha çok önem kazanmıştır. Özellikle “sosyal barış” ve “güvenlik” din öğretiminin temel eğitsel amaçları arasına yerleştirilmek istenmektedir. 11 Eylül olayından sonra dinler arası ve din içi farklılıkların çatışmaya dönüşmesini engellemek amacıyla ön yargıları bertaraf etmeye ve birbirini tanımaya, dini farklılıkları dâhil birbiriyle konuşabilmeye ve birbirinden öğrenmeye imkân hazırlayan din öğretimi arayışları söz konusudur. Önerilen belli bir ders modeli yoktur. Önemli olan sosyal barışa ve güvenliğe hizmet edecek amaç, muhteva ve yöntemlerin uygulamaya konulmasıdır. Çoğulculuğu esas alan sosyal barış ve güvenlik anlayışı, ister mezhebi din dersi, ister mezhepler üstü din kültürü dersi olsun, diğer inanç mensuplarını göz önünde bulundurma şartını beraberinde getirmiştir. Bu şart, Almanya gibi birçok Avrupa ülkesinin okullarında yer alan isteğe bağlı veya seçmeli olan mezhebi din dersleri için uzun süredir slogan hâline getirilen “okuldaki din dersi dinî propaganda yeri değildir/olmamalıdır” ifadesi için önemli bir açılım olmuş gözükmektedir. Mezhebi din dersi bile olsa, dini ve din içi çoğulculuğu, en azından öğrencilerin içinde yaşadıkları toplumda var olanları öğretim konusu yaparak nazarı dikkate alması, dikkate değer bir küreselleşme etkisidir. Bu etki bazı mezhebi din dersi programlarında ve kitaplarında izlenebilmektedir. Protestan din dersi program ve ders kitaplarında İslam hakkında bilgi verilmesi bunun örneğidir. Olgusallık ve eşitlik bir din dersi öğretim programında ve kitabında başka dinlerin veya aynı dinin farklı yorumlarının yer alışında da belirleyici tesir gösterir. En azından, bir din veya mezhebin ders kitabında, öğretim konusu yapılacak diğer din veya mezhep hakkında, öğretime konu yapılacak din veya mezhebin kendini gördüğü gibi göstermeye özen göstermek üzerinde önemle durulur. Mezhebi derslerde, Avrupa örneklerinde, dersin dini muhtevasını belirlemek, o dinin mensuplarının/ temsilcilerinin hakkıdır. Başka dinler veya mezhepler hakkında dinî bazı bilgi ve inançlar olabilmektedir. Batıl, hurafe, sapma, ayrılma gibi değerlendirmeleri içeren bu bilgi ve inançları kendi dersinde öğretim konusu yapmak oldukça tartışmalıdır, hatta istenmemektedir. Hukuki açıdan bakıldığında bunu yasaklamak da mümkün olabilir. Çünkü, devletin din dersini denetim hakkı, mezhebi dersin bilgi ve inanç esasına dâhil bile olsa, kamu düzenine ve Anayasa’ya aykırı muhtevayı öğretmemeyi zorunlu kılabilir. Dolayısıyla bir din dersinde başka bir din hakkında bozulmuş, batıl gibi nitelemelere dayalı muhteva oluşturmak; kendi dinine ait farklı yorumlar hakkında 255 Dinî-Kültürel Çoğulluk ve Dinler ve Mezhepler Arası Öğrenme • Prof.Dr. Cemal TOSUN batıl, sapma, hurafe gibi nitelemelere dayalı amaç ve muhteva oluşturmak hukuki sorun olarak değerlendirilecektir. Meseleye Türkiye’deki din öğretimi açısından bakacak olursak, Cumhuriyet dönemi boyunca din öğretiminde önemli ilke ve amaçlar arasında yer alan; doğru dini bilgi kazandırmak, hurafe ve batıl inançlardan uzaklaştırmak, dinî olanla dinî olmayanı ayırt edebilmek gibi yaklaşım ifadelerinin sorunlu olarak değerlendirilebileceğini söylemek gerekir. Hatta mezhepler üstü, Kur’an ve Sünnet merkezli gibi temel yaklaşım ilkeleri bile bu anlamda sorgulanabilir. Çünkü olgusallık ve eşitlik ilkeleri, çoğulculuk yaklaşımı kimin hangi yaklaşımı benimseyeceği noktasında belirleyici olmaya müsaade etmeyebilir. Herhangi bir İslam yorumu Kur’an ve Sünnet merkezliliğin kendi yorumlarına uymadığını iddia edebilir. Yine Türkiye açısından bakıldığında bu söylediklerimizin sadece DKAB dersi açsından değil, yeni konulan ve bu çerçevede konulabilecek olan seçmeli din alanı dersleri için de geçerli olduğunu belirtmekte yarar vardır. Mesela Temel Dini Bilgiler dersi, ister genel İslam dersi, isterse yeni açılabilecek mezhebi başka dersler olsun, olgusallık, eşitlik ve çoğulculuk ilkelerine uymakla yükümlüdür. Sadece tavsiye. Ama eşitlik, olguya aykırılık, adalet, hakaret gibi tespitler bu tavsiyelerin hukuki zorunluluk hâline dönüşmesine her an zemin hazırlar. Bütün bu gelişmeler din öğretimi program ve materyallerinde diğer dinlere ve dünyevi görüşlere yer verilirken, ilgili din/yorum/görüş sahipleriyle bir tür iletişim kurma önerisini beraberinde getirmiştir. İlgili kısmı yazdırma, birlikte yazma veya yazılan kısmı okutma gibi yöntemler üzerinde durulmaktadır. Küreselleşme sürecinde öne çıkan değişikliklerden bir diğeri de eleştirelliktir. Mezhebi dersler dâhil olmak üzere, dersin öğretmenlerinin eleştirel olabilmeleri istenir. Eleştirel olabilme kendi dini-mezhebi için de beklenen bir niteliktir ve öğrenciye de kazandırılması hedeflenir. Bu ilke din öğretiminde benimsene yaklaşım, yöntem ve tekniklere de etkisini gösterecek temel bir ilkedir. Yapılandırmacılık ve dayandığı öğrenme yaklaşımları bu açıdan değerlendirilebilir. Program geliştirme açısından baktığımızda da küreselleşme sürecinde din öğretiminde arayış ve değişmeleri olduğunu görmekteyiz. İngiliz din öğretimindeki, fenomonolojik yaklaşım, aynı derste birçok dini öğretim konusu yapma yaklaşımı, diğer dini öğretirken kendini (dinini) paranteze alma ilkesi; İsviçre’nin Zürih Kantonunda 2004’ten sonra geliştirilen Din ve Kültür dersi, Hamburg’daki mezhebi çoğulcu din dersi programları, materyalleri ve uygulamaları bu değişikliklerin ürünleridir ve incelemeye değer. 256 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Sonuç Küreselleşme süreçlerinin din öğretimini başta din kavramı, hukuksal çerçeve ve eğitsel yaklaşımlar açılarından olmak üzere etkilediği aşikârdır. Üstelik küreselleşme bu konularda dayatmacıdır. Gelişmelerin ve değişmelerin kazandırdıkları kadar kaybettirdikleri de olabilecektir. Kazanımlarından yararlanmak, kaybettireceklerinden korunabilmek için din eğitimcilerinin disiplinler arası çok yönlü çalışmalar yapması, politikanın da bunu desteklemesi beklenir. Bu bağlamda aşağıdaki hususlar önemlidir: Din eğitiminde çoğulculuk yaklaşımları açısından bakıldığında Türkiye’nin durumu nasıl değerlendirilmelidir? Bu soruya dinî çoğulculuk ve dinde/din-içi çoğulculuk açılarından ayrı ayrı bakmakta yarar vardır. Dini çoğulculuk açısından bakıldığında Türkiye’nin Selçuklu ve Osmanlı’dan beri çok dinli bir toplum olduğu tespit edilir. Eğitimin devlet işi/görevi olmadığı zamanlarda, din ve din eğitimi çoğulluğu ayrı/paralel yaşamlar şeklinde gerçekleşmiştir. Her din kendi hizmetini ve eğitimini, başta vakıflar olmak üzere dini kurumları vasıtasıyla yürütmüştür. Tanzimatla başlayan süreçte eğitimin giderek devlet işi olmaya başladığını görüyoruz. Yeni açılan mekteplerde vatandaşların din dersleri meselesi sorun alanı olmuştur. 1967 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi bu konuda maddeler içermektedir. Bu maddelerde öngörülen, günümüz din eğitimi terminolojisiyle, mezhebi din dersidir. Bir dinler arası ders söz konusu değildir. Cumhuriyet döneminde bu konudaki en önemli etkiyi Lozan Barış Anlaşması yapmıştır. Bu anlaşmanın ilgili maddelerine göre, azınlıklar din hizmetleri ve din eğitimi için kendi kurumlarına sahip olmaya devam edeceklerdir. Kendi okullarında kendi dinlerini istedikleri dilde öğretebileceklerdir. Azınlıklar dışında kalan diğer din mensuplarının çocukları için ise okulda din eğitimi konusunda bir düzenleme yapılmamıştır. Derslerin isteğe bağlı olduğu zamanlarda bu bir uygulama sorunu oluşturmamıştır. Din öğretiminin “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” adıyla zorunlu kültür dersi olarak uygulanmaya bağladığı 1982’den itibaren azınlık din mensupları dâhil tüm diğer din mensupları ile ilgili sorunlar ortaya çıkmıştır. Çünkü bu ders tüm okullarda ve tüm çocuklar için zorunlu olarak konulmuştur. Şikayet ve tartışmalar sonucunda 1986 yılında Müslüman olmayanların bu derste bazı konulardan sorumlu olmamaları kararı alınmış 1990 yılında ise Müslüman olmayan öğrencilerin bu derse ancak ebeveynlerinin yazılı izniyle katılabileceği kararı alınmıştır. Bu tarih itibarıyla Din Kültürü Ahlak Bilgisi dersi Müslüman çocuklar için zorunlu bir din kültürü dersi olmuştur. Günümüz itibarıyla Türkiye’de dinî çoğulluk devam etmektedir, denebilir. Çünkü eskiden bu topraklarda yaşamış dinlerin mensupları hâlâ bu topraklarda eşit vatandaşlar olarak yaşamaktadır. Ancak sayısal olarak baktığımızda bu çoğulluğun din öğretiminde çoğulculuk yaklaşımını gerektirip gerektirmediği, gerektirse bile nasıl bir din öğretimi yaklaşımı ve modeli gerektirdiği tartışmalıdır. Böyle bir hususu gündeme almak için öncelikle okullarda farklı dinlere mensup öğrencilerin birlikte 257 Dinî-Kültürel Çoğulluk ve Dinler ve Mezhepler Arası Öğrenme • Prof.Dr. Cemal TOSUN okuyor olması gerekir. Azınlık okulları ve yabancı okullar dışında farklı dinlere mensup öğrencilerin birlikte eğitim gördükleri okul sayısı kaçtır ve öğrenci sayısı kaçtır? Varlıkları durumunda “Temel Dinî Bilgiler” adı altında seçmeli ders konulması 4+4+4 yasasıyla sağlanmıştır. Nitekim Hristiyanlar bu ders için taslak programlarını MEB’na sunmuşlardır. Uygulama ayrı mezhebi din dersleri şeklinde gerçekleşme yolunda ilerlemektedir. Aynı derste, Hamburg, İngiltere veya Zürih örneklerine benzer, bir din öğretimi çoğulcu yaklaşım ve modeli söz konusu değildir. Esasen olması da gereksizdir ve anlamsız olur. Çünkü o ülke ve eyaletlerdeki uygulamaları gerekli kılan şartlar Türkiye’de yoktur. Hamburg’da, Zürih’te ya da İngiltere’nin bazı şehirlerinde aynı sınıfta birden fazla dinin mensubu öğrenciler vardır. Sayısal olarak önemli miktardadırlar. Bir din öğretime konu edilirken o dinin mensubu öğrenciler, arkadaşlar olarak sınıfta yer almakta ve muhatap olmaktadırlar. Türkiye öğrenci mevcudiyeti açısından bu durumda değildir. Dolayısıyla Türkiye’de çoğulcu din dersi modeli arayışı ve uygulaması gerekli değildir. Ancak bu diğer dinler hakkında bilgilendirme, kültürleme gereğini ortadan kaldırmaz. Din Kültürü Ahlak Bilgisi dersi de Temel Dinî Bilgiler Dersleri de bu konuda kültürleme yapmaya devam etmelidir. Mezhepler arası (intrakofessionel) din dersi yaklaşım ve modeli açısından bakıldığında ise durum daha farklı değerlendirilebilir. Türkiye İslamiçi/din-içi çoğulluk açısından çoğulcu din eğitimi yaklaşım ve modellerini gerektirebilir. Çünkü Türkiye İslamiçi çoğulluk açısından oldukça zengindir. Okullarda farklı mezheplere mensup öğrenciler birlikte eğitim almaktadır. Sivil din yaklaşımları, olgusallık, eşitlik gibi açılardan bakıldığında bu zenginliğin daha da fazla olduğu görülebilir. İslamiçi çoğulluğun içinde görülmek için illa da mezhep vb olmak gerekmediği fark edilebilir. Bu durumda tercih ne olacaktır? Ayrı, paralel mezhebi dersler vermek mi yoksa aynı derste mezhepler arası eğitim yapmak mı? Bu soru Türkiye’de din öğretimi açısından hayatidir. Aynı derste, aynı konulardaki farklılıklarını ve birliktelikleri birlikte öğrenen bu arada bu farklılıkları üzerinde konuşmayı da öğrenen nesiller yetiştirmeye hizmet edecek Mezhepler arası bir Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi ve Mezhepler Arası Temel Dini Bilgiler Dersi üzerinde çalışılmalıdır. Program geliştirilmeli, pilot uygulamalar yapılmalıdır. 258 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Eğitim Fakültesi Giriş Dinler ve manevi gelenekler yüzyıllardır insanın psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak için büyük oranda hizmet sunmuşlardır (Mowrer, 1961). İnsanların duygu, tutum ve davranışlarını yönlendiren değer ve inanç sistemlerinin, çeşitli yaşam olaylarıyla ve sorunlarla başa çıkmada birçok olumlu yöne sahip olduğu genellikle kabul edilmektedir (Göka, 1994). Nitekim E. Stanley Jones, dinin tek başına sağlayabileceği terapötik değerlerin bulunduğu görüşünü kabul etmektedir (Schneider, tsz.). Modern toplumlar, ilk insanlarla karşılaştırıldıklarında temel problemlerin bazılarının üstesinden gelmişlerdir. Fakat modern toplumlar, yeni kaygı ve gerginlikler ürettiler. Bu sorunlar tabiatı yenme arzusuyla başlayan ve nihayetinde oluşturulan yaşam döngüsü içerisinde “Nasıl daha başarılı olurum?, Zamanı nasıl kullanırım?, Bu şeylerin anlamı nedir?, İnsanoğlu nereye gidiyor?” gibi daha manevi sorulara doğru yönelen bir eğilim göstermektedir. Maddi sınırların zorlandığı bu dönemlerde, manevi olana dair cevaplar aranmaya başlanmaktadır ve din, bunların pek çoğuna “cevaplar” sağlayacaktır. Hatta din kurumu onlara, gerekçeli olarak, gidebilecekleri yer, danışacakları adamlar ve yapacakları şeyleri sağlayacaktır. Böylece din pek çok insanın gerginliğini azaltacaktır. Sonuçta din kaygı ve gerginliği azaltmak için hâlâ işlev görmektedir (Turner, 1978). Geleneksel olarak İslami toplumlarda, dinî ya da dünyevi bir problemle karşılaşan ve onu çözemeyen bir kimse geçmişte dînî bir otoriteye (şeyh, mürşit, müftü, imam ya da daha genel anlamda din adamı) danışmaya gider, onun yol göstermesine göre derdine çare aramaktaydı. Nitekim din adamları, bulunduğu muhitin manevi-dinî önderi durumunda olup, gerek dînî ve gerekse toplumsal konularda kendisine başvurulan başlıca kişiydi (Günay, 2003). Aynı durum eskisi kadar olmasa da günümüzde de devam etmektedir. Ancak bu durumun, günümüzdeki uygulamaları istismara açık yönleri barındırmaktadır. İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN İslami gelenekteki manevi yardım ilişkileri, tasavvuf, imam-cemaat ilişkisi ve muska geleneği açısından değerlendirilebilir. Bu konu, farklı başlıklarda detaylı şekilde incelenmesi gereken bir konu olmakla birlikte, İslâmi gelenekte var olan bu dinî yardım geleneklerinin de toplumsal bilinçaltında halen var olduğu gerçeği önümüzde durmaktadır. Tıp tarihini, özellikle de psikiyatri tarihini incelediğimizde, insanların tarih boyunca, herhangi bir rahatsızlık için ilk önce mistik birtakım çareler aradıkları ve çözüm bulamadıkları hastalıkları kötü ruhlarla (cinlerle) ilişkilendirdikleri görülmektedir. Bu, hemen her kültürde aynı şekilde tezahür ede gelmiştir (Babaoğlu, 2002). Nitekim Psikiyatri ve Psikolojinin etkisinden önce dinî danışmanlık, din adamlarının en saygı gören ve en hayati toplumsal aktivitelerinden biriydi. Dinî danışmanlık yüzyıllardır, kendi cemaatinin ruhsal ihtiyaçlarını yürüten din adamlarının görevi olmuştur. Dinî doktrine atıfta bulunarak onlar, gözetimindekilere ruhsal rahatlık ve bakım sağlamak suretiyle yaşamı anlamlandırmada yardımcı olmuşlardır. Bu tür dinî iyileştirme uzmanlarından bazılarına, hizmetlerinden veya yaptıkları pahalı ilaçlardan dolayı ödeme yapılırdı. Çünkü bu uzmanlar, ritüeli inançlı bir şekilde yürütebilmek için kendilerini oruçlarla veya diğer vâcibatla (zaruri görevlerle) hazırlama ihtiyacı duyarlardı. Kabile toplumlarda böyle uzmanlar, Batı toplumlarındaki doktorlar, avukatlar ve danışmanların rollerine benzer rolleri üstlenirlerdi (Habel, 1984). İnsanlar, özellikle dinî geleneğin güçlü olduğu bütün dönemlerde ızdıraplarını, yalvarılarını Tanrı’ya ve onu temsil eden figürlere anlatıp dökmüşlerdir (H. Clinebell, 1990). Dinî tarihin uzun süresi boyunca, iyileştirme ihtiyacı ve sanatı unutulmamıştır. Hemen her kültürün babadan kalma miras yoluyla “ruhi rehberleri” vardı. Bu “yardımcılar” bireylere, onların günlük yaşamlarında rehberlik edip yardım etmişlerdir. Onların dinî sistemi, insanlara, “yardımcılar”ın onların yaşamlarını yönlendirdiği ve şamana danışmanın talihsizliği bertaraf ettiği şeklinde bir inanç sağlamak suretiyle onların kaygılarını azaltmakta onlara yardımcı olmuştu (Turner, 1978). İlkel toplumlarda tababetle uğraşanlar (medicine men), büyü, tıp ve dinîn iç içe olduğu gizemlerle ilgilenen din adamları idi (Johnson, tsz.). Bütün çağdaş insan sahnesindeki en göze çarpan ve önceden tahmin edilemeyen gelişme, dînî liderlerin kişilik sorunları konusunda düşünmeleri ve aktif bir biçimde bu konuda çalışma durumuna gelmiş olmalarıdır (Mowrer, 1961). Mesleki açıdan bakıldığında, insanlık tarihinde, uzman dinî önderler, (şaman, din adamları, büyücü doktorlar vb. gibi) politikacılardan, hukukçulardan vb. önce ilk ortaya çıkan kesim olmuştur (Turner, 1978). Netice itibarı ile din adamının daima doğal bir danışmanlık görevi vardır ve bu tarih boyunca hep böyle olagelmiştir. Günümüzde psikiyatri de, gerek teori ve araştırmalarında, gerek tanı sistemleri ve uygulamalarında hayatın dînî ve manevi boyutunu ya büyük ölçüde görmezden gelmekte ya da patolojik bir fenomen olarak ele almaya yatkınlık göstermektedir. 260 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ancak psikiyatrideki bu durum belirgin bir hoşnutsuzluk yaratmış, psikiyatrinin kültüre ve dine daha duyarlı olması gerektiğine ilişkin ciddi eleştiriler yöneltilmiştir. Bu eleştirilerin sonucu olsa gerek, Amerikan Psikiyatri Birliği’nin psikiyatrik hastalıkları sınıflandırma sistemi olan DSM’ in 1994 yılında kabul edilen IV. formunda, ‘klinik ilgi odağı olabilecek ek kodlar’ bölümünde ‘dinî ya da manevi sorun’ başlığı altında bir tanıya yer verilmiştir.” Değer karmaşası ve kimlik sorunu yaşayan insanlara yardımda bulunmak için ‘inanç’ konusunda bilgi birikimine ihtiyaç bulunmaktadır. Bilindiği gibi danışmanlık bir ahlak ve dünya görüşüyle bağlantılıdır. Nasıl yaşamalıyım sorusuna yanıt aramada kültür ve inanç değerleri önemli alternatif oluştururlar. Günümüzde bilinen psikolojik danışmanlık modellerinin inançlı kimseler tarafından eleştiriyi gerektirecek yönleri bulunmaktadır. Örneğin bu modellerin içinde geliştikleri batılı toplumların değer yargılarına göre şekillendikleri, orta sınıfa göre geliştirildiği; danışma modellerinde danışman-danışan arasındaki inanç farklılığının dikkate alınmadığı ve dinî olanın tümüyle reddedildiği gibi konularda tartışmalar sürmektedir (Bergin, Payne ve Richard, 1997; Bergin ve Payne, 1997; Ellis, 1980 ve Walls, 1980). Terapistlerin, dindar danışanlarının dinleriyle ilgili ve diğer danışanlarının da değerleriyle ilgili problemleri konusunda uzman olmadıkları, dolayısıyla da yeterli olamayacakları ya da sıkıntıları olacağı konusu dikkate alındığında psikoterapi alanında yetişmiş dinî alanda deneyimli uzman ihtiyacı bir kez daha akla gelmektedir. Stanton Jones, kuramcıların ve pratisyen terapistlerin insan yaşamındaki metafizik ve aşkınlık boyutuna az önem verdiklerini belirtir ve psikoterapistlerin danışanları ontolojik açıdan anlamada yetersiz olduklarını söyler (Hoshmand, 1995). Netice itibarıyla da bu tür konularda, yetkin şekilde donatılmış olduğu varsayılan dinî danışmanlar, insani problemlerden kendi alanlarıyla ilgili olanları tedavi etmede daha başarılı olabilirler (Meadow ve Kahoe, 1984). Psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri kapsamında ülkemizde verilen hizmet noktasında, hizmet alanların tercih ve seçim aralığının geniş olmadığı bilinen bir gerçektir. Bu anlamda insanların dinî bir suçluluk vb. sebeplerle ilişkilendirilen, yani dinî olanla ilişkilendirilen bir sorunu sebebiyle danışabilecekleri; dinî telkin yanında psikolojik sorunlarını da paralel olarak çözebilecek bir eğitimli uzman danışman sınıfı ülkemizde yoktur. Toplum dinamik ve değişken bir yapıya sahip yaşayan bir organizmadır. Bu açıdan bakıldığında günümüzde din adamlarının iyi etkileşim kurma ihtiyacı bulunmaktadır. Dinî danışmanlık konusunda eğitim alabilecek din adamları, cemaatlerine ve çevredekilere daha faydalı hizmetler sunabilirler. 261 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN Modern psikoloji ülkemizde teorik olarak dinî branşlarla birlikte din psikolojisi adı altında çalışmaya başlamış olmakla birlikte psikolojinin uygulamalı yönü yani danışmanlık ve psikoterapi, dinî alanda ülkemizde henüz bir literatür oluşturamamıştır. Oysa dinî danışmanlık özellikle gelişmiş ülkelerde kurumların pek çoğunda işlevsel bir durumda bulunarak önemli hizmetler yürütmektedir. Kısaca, Psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri kapsamında ülkemizde verilen hizmet noktasında, hizmet alanların tercih ve seçim aralığının geniş olmadığı bilinen bir gerçektir. Bu anlamda insanların dini bir suçluluk vb. sebeplerle ilişkilendirilen, yani dinî olanla ilişkilendirilen bir sorunu sebebiyle danışabilecekleri; dini telkin yanında psikolojik sorunlarını da paralel olarak çözebilecek bir eğitimli uzman danışman sınıfı ülkemizde yoktur. Netice itibarıyla günümüzde psikoterapi çalışmalarında giderek insanın maneviyata dönük tarafı daha çok dikkate alınmakta ve artık pek çok psikolog, psikolojik sorunların oluşumunda ve çözümünde maneviyat etkisinin ihmal edilmemesi gerektiğine inanmaktadır. Bununla birlikte din psikolojisi alnındaki analitik çalışmalar da giderek terapötik etkilerin öne çıktığı bir maneviyat psikolojisi (Pastoral Psikoloji) alanının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Tüm bunlar, psikolojik danışma ve rehberlik çalışmalarında sağlanan bilgi ve tecrübelerin dînî alanda uygulanabileceği, böylece dînî konuda da bu yönde bir gelişme sağlanabileceği düşüncelerini hareketlendirmiştir. Sonuçta insanların dinî ve manevi yönden takviye edilmesi, özellikle değerlerin oluşum süreçlerinden ve değerler karmaşasından kaynaklanan sorunlarının çözümüne manevi destek verilmesi şeklindeki hizmetler, müstakil bir çalışma alanını ortaya çıkarmıştır. Artık günümüzde dînî danışma ve rehberlik diye yeni ve özgün bir alanın varlığından söz edilmektedir. Sonuç olarak temelde, değer ve inanç sorunlarıyla ilgilenen bu alan, insani değerlerin yeniden inşası yolunda çeşitli arayışlar içerisinde bulunan kimseler için tamamlayıcı ve işe yarar bir alternatif olabilir. Dinî Danışma ve Rehberlik Nedir? Batıda “pastoral care” ve “pastoral counseling” gibi isimlerle anılan ve bu makale kapsamında “dinî danışmanlık” olarak Türkçe’ye çevirerek kullanmayı tercih ettiğimiz danışmanlık hareketi, Batı’da 1900’lü yılların başında başlamış bir danışma hareketidir. Din ile psikoloji arasında duran ve din psikolojisinin içerisinde değerlendirilen Pastoral Counseling veya başka bir ifadeyle “dinî danışmanlık” Türkiye’deki akademisyenlerin incelemesi gereken önemli bir alan olarak karşımızda durmaktadır. Dinî Danışma (pastoral counseling) hareketinin öncüsü Anton Boisen kabul edilmektedir. Dinî alanla duygusal alan arasındaki iyileştirici güç ilişkisi, “Klinik Dinî Danışmanlık Eğitimi Hareketi”nin (Clinical Pastoral Education, CPE) babası olan Anton Boisen tarafından kurulmuş ve hastanelerde ruh hastalıklarından yatan 262 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI hastalarla çalışmalar yapmak üzere ilahiyat öğrencilerini birleştiren ilk çalışmayı yapmıştır (http://www.acpe.edu/WhoWeAreHistory.html, 05/05/2012). Onun yenilikçi eğitim programı inanç ve ruh sağlığı arasındaki tarihsel bağlantıyı yeniden inşa etmişti. A. Boisen 1926 yılında yazdığı ve bu alanın metoduyla ilgili yaklaşımını belirten Teolojinin Metodları ve Görevi (The Task and Methods of Theology) adlı çalışmasında, teolojinin, dinî deneyimleri sınıflandırmak, dinî inançlara ve bu inançların sonuçlarına dikkatle bakmak ve inançların kökenini araştırmak, anlamak konusunda en iyi bakış açısı olabileceğini söylemiştir. Bu anlamda Boisen, dinin, sevgi vurgusu başta olmak üzere genel tabiatını, kişisel bütünlüğün sağlanmasında ve ruhsal rahatsızlıkların giderilmesinde doğal olarak olumlu bir etkiye ve güce sahip olduğunu iddia etmiştir (Boisen, 1926). Dinî danışmanlık, manevi rehberlik ve klinik psikoloji arasındaki sınır bölgede etkinlik gösteren, din psikolojisine ait alanlardan biridir. Bu açıdan, pastoral counseling, din psikolojisi yaklaşımları ile teolojik yaklaşımları birbirine bağlamaktadır. Bu anlamda çok kültürlü bir yapıyı da barındıran pastoral danışma hareketi, bugün Amerika, Asya, Afrika ve Latin Amerika’yı içine alacak şekilde yaygınlaşmaktadır (Augsburger, 1995). Amerikan Dinî Danışmanlar Birliği’ne göre (American Association of Pastoral Counselors) dinî danışmanlık; psikoterapinin, iyileşme ve gelişme için ruhsal kaynakları psikolojik bir anlayışla kullanan özel bir formudur (http://www.aapc.org/content/what-pastoral-counseling, 05/05/2012). Aynı zamanda dini danışmanlık (pastoral counseling); mümessil din adamları tarafından nihai anlam ve konular bağlamında sorun yaşayan insanlara yönelik (ruh sağlığı sorunlarını vb.) iyileştirme; (engelli vb. kişileri) destekleme; (iş bulma vb konularda) rehberlik etme; (büyüyüp gelişmede) bakımda bulunma ve (evlilik gibi sorunlarda) uzlaştırma şeklindeki yardım etme davranışlarını içerir (Clebsch and Jaekle, 1964:4). Yine dinî danışmanlık; dinî ve ruhsal problemlerin çözümünde kullanılan bir çeşit danışma sürecidir. Kimi zaman dînî sorunlar kişilik sorunlarına ve sosyal sorunlara neden olmaktadır. Danışmanlık ve psikoterapi bizler tarafından daha derin sorunlarla uğraşan bir disiplin olarak algılanmaktadır ve dolayısıyla dini danışmanlık da bu konumdaki diğer bir uygulama şeklidir. Özetle; dinî danışmanlık (pastoral counseling); yetkin ve yetişkin bir din adamının veya genel olarak “inanç” konularına önem veren bir kişinin hem kendi hem de danışanlarının inanç ve kültürel kaynaklarını (dinî içerik, sembol, üye olunan gruplar vb.) kullanarak danışanlarla birlikte (ortaklaşa) onların (sosyopolitik ve ekonomik şartları da dâhil) temel “inanç” etkinliğini doğrudan ya da dolaylı olarak engelleyen ya da ilgilendiren sorunlara yönelik belirli kurallar çerçevesinde yürütülen yapılandırılmış sözel (görüşme gibi) veya eylemsel (ziyaret gibi) çözüm bulma etkileşimleridir (iyileştirme, destekleme, uzlaştırma vb.) (Ok, 2007). Ruh sağlığı alanında dinî danışmanlık veya dinî psikoterapi olarak bilinen bu disiplin, teoloji ile davranış bilimlerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkmıştır (Ritter, 263 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN 1997). Dinî danışmanlık, fiziksel, zihinsel ve manevi boyutlar arasındaki bağlantıyı sürdüren bir tedavi modeli sunar ve böylece bireylerin bütünlüğünü korumaya çalışır (Ritter, 1997). Dinî danışmanlık, yaşamda karşılaşılan kaygıyı yatıştırabilir veya güçlü sınırlar koyarak kontrol mekanizmasını besleyebilir. Böyle bir davranım kişilikte bulunan çatışmanın seviyesini azaltmaya hizmet edebilir ve böylece bir din mensubunun bütünlük duygusunu çoğaltır (Meadow ve Kahoe, 1984). Her şeyden önce danışmanlığın belli ilke ve disiplin içerisinde yürütülen bir süreç olduğunu unutmamak gerekir. Nitekim danışmanlık kişisel fikirlerin empoze edildiği veya kişinin iknasına çalışılan bir araç değildir. Danışmanlık, bireyin kendi düşünce, seçim ve kararını oluşturmasına yardımcı olacak şekilde belli alanlarda uzmanlaşmış kişilerce aydınlatılmasıdır (Tan, 2000). Genel anlamda dinî danışmanlığı, daha çok ahlak ve ahiret sorunlarından doğan değer problemleriyle ilgilenen bir yardım mesleği olarak kabul edenler varsa da Liddel’e göre dinî danışmanlığın, bu şekilde danışmanlık içinde özel bir alan olarak görülmesi yanlış bir anlayışın ürünüdür (Liddell, 1983). Başarısızlık, yoksulluk, uyuşturucu bağımlılığı, evlilik, seks ve öğrenci danışmanlıklarıyla dinî danışmanların ‘dinî problem’ açısından ilgilenmesini Liddel bir sınırlama olarak değerlendirir. Ona göre dinî danışmanlık, dinî bir kurum niteliği taşımasına rağmen danışmanlığın anlamından uzaklaşmaz. Dinî danışmanlık, danışmanlığın kapsadığı alanların bazılarıyla ilgilenip bazılarını alanı dışında görmez. Alan içindeki problemleri de salt dinî problem olarak incelemez. Her dinî danışman, kendisine getirilen probleme, ‘danışanın kendisi için belirlediği yardım kaynağı açısından’ yaklaşır ve danışana yardım eder. Bu yardım, dinî problem açısından olabileceği gibi din dışı bir problem açısından da olabilir. Her din görevlisi kendisini dinî danışmanlığın bir uygulayıcısı olarak görür. Din görevlisi, rolünün dayanağından kendisini soyutlayan bir hizmet yapmaz. Hangi alandan getirirse getirsin, bir problemle birlikte kendisine gelen insana yaptığı yardım, dinî danışma kapsamındadır (Liddell, 1983). Dinî danışmanlık tümüyle bir psikoterapi süreci değildir. Psikiyatrik muayene ve tedavi de asla değildir. Bu anlamda dînî danışmanlık, din ve psikoloji arasında duran bir uygulama alanıdır. Referanslarını dinden alan ancak psikoterapi yöntem ve ilkelerini de dışlamayıp kullanan bir uygulama alanıdır. Binaenaleyh, dinî danışma, eğitim, din, psikoloji karışımı bir danışmanlık olup, bu üç alanın kesişiminde yer almaktadır. Burada dinî danışmanın kendi alanını çok iyi çizip, müdahale etmemesi gereken alana girmemesi gerektiğini çok iyi bilmelidir. Dinî danışmanlık psikiyatrik tanı kriterlerine göre, ağır düzeydeki hastalarla doğrudan ilgilenmez. Bazı ülkelerde, bu tür hastalarla doktor eşliğinde danışma yapıldığı bilinmektedir. Burada doğru olan da budur. Dinî danışmanlık, normal insanlarla ekseriye yürütülen bir çalışmadır. Bunun haricinde, normalin altında, hafif 264 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI düzey kaygı, endişe yaşayan kişiler de dînî danışmanlık alanına girebilmektedir. Bunun dışında kalan hastalara uzmanların dînî danışmanlığın fayda vereceği kanaati oluştuğu takdirde, bu ilgili psikiyatrist veya alan doktorunun eşliğinde kontrollü ortamlarda yapılmalıdır. Burada unutulmaması gereken önemli bir diğer husus, dinî danışmanlık alanını belirleyen önemli bir kriterin de başvuran kişinin bunu talep etmesi ve sorunlarını din alanı ile ilişkilendirmesidir. Örneğin, daha iyi bir dindar olmak isteği, günahlarından dolayı cezalandırıldığını ileri sürmesi veya Allahın kendisini sevmediğine inandığı için normal hayata adapte olamadığını ifade etmesi gibi. Yine kaynaklarda, dini danışmanların, seminerlerden, atölye çalışmalarından, uzaktan öğretim programları ve üniversite seviyesinde eğitim programları, yüksek lisans ve doktora programları gibi farklı eğitim süreçlerinden herhangi birinden geçirilerek yetiştirildikleri anlatılmaktadır. Yine büyük ve eski hristiyan üniversitelerinde, dinî danışma ya da Hristiyan psikolojisi ile ilgili diploma programlarının bulunduğu ifade edilmektedir. ABD’de devlet kanunları, bu üniversite ve seminer akreditasyonlarını tanımakta ve dînî danışmanın resmi kiliselerde ve özel bürolarda yapılmasına izin vermektedir (Allen vd. 2010). Dini danışma ve rehberlik alanında yapılan çalışmalar genellikle hristiyanları kapsıyor olsa da son zamanlarda İslâmî zemine uygun dini danışmanlık çalışmaları yapıldığı görülmektedir. Nitekim yabancı literatürde, İslami alanla bilişsel psikoterapinin buluştuğu çalışmalar bulunmakta (Dawson, 2008, Albahari, 2006; Del Brown, 2000; Kelly ve Aridi, 1996; Hamdan, 2007; Abdullah, 2007; Priester, 2008; Hodge ve Aneesah, 2008; Jacobsen, 2007) olduğu görülmektedir. Söz konusu yabancı çalışmalarda dinî danışmanlık hususunda İslami bir model geliştirme çabalarına rastlanmakta ve bu hususta en çok tercih edilen psikoloji yaklaşımının BilişselDavranışçı (cognitive-behavioral) Psikoterapi Yaklaşımı olduğu görülmektedir. Bu çalışmalarda İslami yaklaşımla bütünleştirilmiş terapi çalışmalarının kaygı bozuklukları, depresyon, aile terapileri ve hatta şizofreni hastalarında denendiği ve sonuçlarının izlendiği aktarılmaktadır (Jazimin ve Ahmad 2009; Jazimin, Mahmud ve Ishak, 2008; Bonchek ve Greenberg, 2009). Ülkemizde ise konumuzla ilişkili yapılan bazı çalışmalar olmakla birlikte doğrudan, bilişsel-davranışçı psikoterapi ile bütünleştirilmiş bir dini danışmanlık uygulamasına rastlanmamıştır. Fakat son dönemlerde dini danışmanlıkla ilgili yapılmış teorik çalışmalara rastlanmaktadır (Altaş, 1995; Ok, 2003; Bulut, 2002; Güngördü, 2001; Şengül, 2007; Doğan, 2007; Karaca, 2010; Şahin, 2010; Aracı, 2007; Muz, 2009). Bu konuda ülkemizde ilk olarak Bilişsel-Davranışçı Psikoterapi Yaklaşımı’yla bütünleştirilmiş bir dini danışmanlık modeli geliştirme çalışması şahsım tarafından doktora tezi olarak yapılmış 2013 yılında tamamlanmıştır (Şirin, 2013). Sonuç olarak, dinî danışmanlık, genel olarak din ile psikolojik danışmanlık yöntemlerinin harmonisinden oluşan; mümessil din adamları tarafından değerler, 265 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN nihai anlam ve konular bağlamında sorun yaşayan insanlara yönelik (ruh sağlığı sorunlarını vb.) iyileştirme; (engelli vb. kişileri) destekleme; (iş bulma vb konularda) rehberlik etme; (büyüyüp gelişmede) bakımda bulunma ve (evlilik gibi sorunlarda) uzlaştırma şeklindeki yardım etme davranışlarını içermektedir (Clebsch & Jaekle, 1964:4). Şekil 1: Dinî Danışmanlığın Diğer Disiplinlerle İlişkisi 2. Değer Kavramı Literatürde birçok değer tanımının yapıldığı görülmektedir. Güngör (1998) değeri, bir şeyin arzu edilebilir ve edilemez olduğu hakkında inanç olarak tanımlamıştır. Doğan (1999) ise değerleri; bireyin yasam biçimi ve günlük alışkanlıklarında etkili olan toplumsal davranış kalıpları olarak tanımlar. Değerler eğitimi konusunda sistemli birçok araştırma yapan Rokeach (1968 akt: Güngör, 1998) ise değeri, kalıcı bir inanç olarak tanımlamıştır. Bir başka tanımda değerler: insanın nesnelerle ilişkisinin devamlılığını sağlayan bir alışkınlık durumu olarak tanımlanmıştır (Kıllıoğlu, 1990). Özgüven’e (1994) göre değer kavramı, bireylerin ihtiyaç, tutum, arzu ve hedefleri gibi kişisel bir boyutta incelenebileceği gibi, kültürel ve örgütsel değerler gibi sosyal bir boyutta da incelenebilir. Sosyolojik anlamda değer “bir sosyal grubun veya toplumun kendi varlık, birlik, isleyiş ve devamını sağlamak ve sürdürmek için üyelerin çoğunluğu tarafından doğru ve gerekli oldukları kabul edilen; onların ortak duygu, düşünce, amaç ve menfaatini yansıtan genelleştirilmiş temel ahlaki ilke veya inançlar” olarak tanımlanmaktadır (Kızılcalık ve Erden, 1992: akt.: Baloğlu, Balgalmıs, 20 ). 266 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Literatürde, değer kavramı ile eş anlamlı olarak yasam biçimi veya hayat tarzı kavramlarının da kullanıldığı görülmektedir. Değer, bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut bir kavram ve bir şeyin değdiği karşılık (TDK, 1983) olarak tanımlanmaktadır. Değer, kültürden bağımsız olarak düşünülemez. Kültür ise paylaşılan değerler, simgeler, ideolojiler, inançlar ve yaşantıların bütünüdür (Akbaba-Altun, 2003: 7-18). Belki burada değer nedir? Sorusundan çok “değerler nasıl meydana gelir?” sorusu sorulmalı. Doğrusu değer hakkındaki tüm tanımların öncesinde, değerlerin nasıl oluştuğuna bakmak daha aydınlatıcı olabilir. Nitekim değer, bağlantılı olduğu eylemin sonucunda ortaya çıkar. İçerisinde ve kuruluşunda değer sözcüğü olan bütün kelimeler ve değer diye yorumlanan her türlü kavram, eylem olmadan açıklanamaz ve tasarlanamaz. Değer hem eylemi gerçekleştirenle, hem eylem neticesinde gerçekleşenle, hem de eylemin gerçekleştiği ortamla ilgilidir. O hâlde değeri anlamak için insanın varoluş biçimini anlamak gereklidir. Burada psikoloji ve diğer insani bilimlerin ortak alanı oluşmaktadır ki bu pratiği kullananlardan birisi de dini danışmanlık alanıdır. Değerler konusunda çalımsalar yapan Schwartz ve Bilsky (1987 akt.: Kuşdil ve Kağıtçıbaşı, 2000) değerlerin özelliklerini aşağıdaki gibi belirtmişlerdir: Değer inançtır. Ancak tümüyle nesnel, duygulardan arındırılmış, fikir niteliği taşımazlar. Soyut ve kişiseldirler, etkinlik kazandıklarında duygularla iç içe geçerler. Değerler, bireyin amaçlarıyla ve bu amaçlara ulaşmada etkili olan davranış biçimleriyle (hak bilirlik, yardım severlik) ilişkilidirler. Değerler, özgül eylem ve durumların üzerindedirler. Örneğin; itaatkârlık değeri, evde, işte, okulda ve tanımadığımız ilişkilerin tümünde geçerlidir. Değerler, davranışların, insanların ve olayların seçilmesini ya da değişimini yönlendiren standartlar olarak işlev görürler. Değerler taşıdıkları öneme göre kendi aralarında sıralanırlar. Bu sıralama değer önceliklerini belirleyen bir sistem oluşturur. Değerler değişime açık yapılardır. Zaman içinde etkileşim ve ortaya çıkan yeni ihtiyaçları karşılamak için değer önceliklerinde değişiklikler olabilir. 3. İnsani Değerlerin Yeniden İnşasında Dinî Danışma ve Rehberlik Alanı Etkin Bir Araç Olarak Kullanılabilir Mi? Günümüzde batılı ülkelerde Hristiyan geleneği kapsamında “Pastoral Care” ve “Pastoral Counseling” isimleri ile anılan çalışmalar, tarihsel temelden bu güne gelen dînî danışma ve rehberlik ihtiyacının, günümüz psikoterapötik süreçleriyle bütünleş267 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN tirilmiş pratik bir çözümü ve bilimsel bir saha olarak önümüzde durmaktadır. Nitekim Pastoral counseling, sadece dinî bilgilendirme ve danışmanlık çalışmalarından ibaret olmayıp, psikolojik danışmanlıktan da beslenen bir yapıya sahiptir. Bu durum, dinî kaynaklar ile psikolojik danışma yöntemlerini kullanan bir danışmanlık ihtiyacının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim ruh sağlığı uzmanları veya psikolojik danışmanlar, dinî ya da ruhsal konularda bilgi eksikliğine sahiptirler. Özellikle Türkiye nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olması gerçeği göz önüne alındığında, psikolojik danışmanların kendilerine başvuran danışanlarının dinî değerleri konusunda bilgi eksikliği yaşamaları, danışmanlık hizmetleri açısından önemli bir dezavantaj oluşturmaktadır. Bu sebeple ülkemizde danışmanlar yaygın bir biçimde, hastaların manevi veya varoluşsal problemleriyle ilgilenmede güçlük yaşayabilmektedirler. Bu durum, dînî değerleri istismar eden muskacı, büyücü, üfürükçü, falcı gibi kişilerin ortaya çıkmasında etken olan önemli ihtimallerden biridir (Şirin, 2006). İslam dini de geride bahsedilenlerle paralel olarak, kendisine inanan bireyler için bir imani, ruhsal, bedensel, duygusal ve zihinsel iyileşme unsurları barındırmakta ve bunu yüzlerce yıldır uygulaya gelmektedir. Ayrıca dinî hayat bireylerin yalnız başlarına hareket ettikleri bir alan olmayıp, bir öğreticinin ve eğiticinin bireylere yardımını ihtiva eden bir alandır. Bireyler dinî yaşamın tecrübelerini bir yerlerden tevarüs etmekte ve din bireyden toplumsal yaşama akan bir içselleşme süreci geçirmektedir. Bu sebeple, bireyin dinî davranış bütünlüğü kazanmasında rehberlik etmek realitede önem kazanmıştır. Dînî yaşam kişiliği belirlemede önemli bir unsur olduğundan onun öğretilmesi, algılanışı ve uygulanış biçimi önemli bir konudur ve kaliteli bir hizmeti gerektirir. Bu kaliteli hizmetin geliştirilmesinde dinî danışma ve rehberlik katkıda bulunabilir. Nitekim din hizmetleri konusunda din adamlarının doğal bir danışmanlık ve rehberlik görevi bulunmaktadır. Bu görevi ifa ederken, modern tekniklerden istifade etmesi, psikolojik danışma ve rehberliğin pratik yönlerini teolojinin zenginliğiyle harmanlaması, din hizmetlerinin kalitesini olumlu yönde etkileyecektir. Kısacası, ülkemizde güncel sorunların çözümünde, Hristiyan dünyasında din adamlarınca yürütülen “pastoral counseling” uygulamalarında olduğu gibi kendi dini ve manevi geleneğimizle birleştirilmiş bir dini danışma ve rehberlik anlayışı etkili olabilir mi? sorusunun cevabı, akademisyenlerce araştırılması gereken önemli bir alan olarak durmakta ve bu konuda ciddi çalışmalar yapılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Söz konusu tebliğ içerisinde bahsedildiği üzere dini danışmanlık, değerlerle ve inanç konularıyla yoğunlukla ilgilenmektedir. Bu açıdan dinî danışmanlık, hem değerlerin oluşması sürecinde, hem de oluşmuş değerlerin çeşitli sebeplerle bozulması ve kişide uyum sorunları başta olmak üzere çeşitli sorunlar oluşturması durumlarında düzenleyici bir rol üstlenebilir. Bu da dinî danışmanlığın, değerlerin davranışa dönüşmesi sürecine rehberlik ederek önleyici ve değerler eğitimini destekleyici bir işlev görmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca her yaştaki bireye, özellikle de değerleri oluşmuş bireylerin, çeşitli sebeplerle değerleriyle çatışma yaşaması vb. durumlarda da 268 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI dini danışma ve rehberlik devreye girerek, bireyin yeniden iç bütünlüğünü yakalamasına ve hayatına olumlu şekilde devam etmesine eşlik edebilir. Özellikle de kendisini dindar olarak tanımlayan kişilere ve dini değerler konusunda bu etkisini daha da güçlü gösterebilir. Bu da, geride bahsedildiği üzere, din adamlarının bu konuda eğitilmeleri neticesinde yaygınlaştırılmasıyla ve ilgili kamu kurumlarının bu görevlere ilişkin pozisyonlar açması ve desteklemesiyle mümkün olacaktır. Hiç şüphesiz bireyde değerlerin oluşmasında eğitim, siyasi yönetim iradesi ve dinî danışmanlık uygulamaları üçlü sacayağı şeklinde kurgulanabilirse başarı sağlanabilir. Nitekim dinî hayat bireylerin yalnız başlarına hareket ettikleri bir alan olmayıp, bir öğreticinin ve eğiticinin bireylere yardımını ihtiva eden bir alandır. Bireyler dinî yaşamın tecrübelerini bir yerlerden tevarüs etmekte ve din bireyden toplumsal yaşama akan bir içselleşme süreci geçirmektedir. Bu noktada, dinî olanın seküler alana müdahalesi de dindar bireyler için son derece normaldir. Bu sebeple, bireyin dinî davranış bütünlüğü kazanmasında rehberlik etmek realitede önem kazanmıştır. Dinî yaşam kişiliği belirlemede önemli bir unsur olduğundan onun öğretilmesi, algılanışı ve uygulanış biçimi önemli bir konudur ve kaliteli bir hizmeti gerektirir. Bu kaliteli hizmetin geliştirilmesinde dinî danışmanlık katkıda bulunabilir. Nitekim, din hizmetleri konusunda din adamlarının doğal bir danışmanlık ve rehberlik nosyonu bulunmaktadır. Bu görevi ifa ederken, modern tekniklerden istifade etmesi, psikolojik danışma ve rehberliğin pratik yönlerini teolojinin zenginliğiyle harmanlaması, din hizmetlerinin kalitesini olumlu yönde etkileyecektir. Din hizmetlerinin yaygınlığı ve bu hizmetlerin toplumun manevi gelişmesi açısından önemi düşünülürse bu alana eleman yetiştirmek üzere ilahiyat fakültelerinde ayrı bir dinî danışmanlık ve rehberlik bölümü açılması yerinde olacaktır. Bu, denemeye değer bir girişim olmaktan öte gerçekleştirilmesine acilen ihtiyaç bulunan bir tedbirdir. Sadece belli ölçüde dinî bilgilere sahip olmanın dinî danışma ve rehberlik hizmetlerini yürütmeye yetmeyeceğinin kabul edilmesi gerekir. Bu sebeple dini bilgilerin yanı sıra psikoterapötik bir eğitimden geçmiş dini danışmanlara ve modellere ihtiyaç bulunmaktadır. Aynı zamanda din hizmeti faaliyetlerinin bilgilendirici niteliği kadar önleyici ve düzeltici niteliğinin de ele alınmasına, bunun için de dinî danışma ve rehberliğin akademik bir yaklaşım olarak geliştirilmesine, hatta yüksek öğretimde ayrı bir akademik modül olarak kabul edilip yaygınlaştırılmasına ihtiyaç vardır. Tüm danışmanlık türlerinde olduğu gibi, dinî danışmanlıkta da kültürel entegrasyon çok önemlidir. Nitekim bireyin varoluşsal boyutunu etkileyen fiziki, psikolojik, sosyal ve ekolojik etkiler bulunmaktadır. Tüm bunlar, bireyin tüm ruhsal ve fizyolojik boyutlarını etkileyen unsurlardır. Bir danışmanlık modelinin de bu unsurları, kültürel ve toplumsal bazda uyarlamış olması gerekmektedir. Nitekim Hristiyan dinî danışmanlığında da dînî danışmanlık yaklaşımları o ülkenin kültürel 269 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN altyapısına uyarlanmaktadır (bk. DeMarine, 2003). Temelde Türkiye’de de yapılması gereken budur. Yani, İslam toplumlarında, özellikle de Türkiye’de yapılacak dinî danışmanlık uygulamalarında kullanılabilecek bir danışmanlık yaklaşımı geliştirmek ve bir model üretmek gerekmektedir. Bu anlamda bilişsel psikoterapi kullanışlı ve yeterli bir alt yapıya sahip bulunmaktadır ve geleneğimiz dini danışmanlık açısından zengin bir birikime sahiptir. Türkiye’de süreç olarak seküler danışmanlık süreçlerinden uyarlanmış, ancak temelde İslâm dininin teolojik zemininden beslenen ve psikopatolojik ve klinik tanımlara göre akıl ve ruh sağlığı yerinde olan ve kendisine başvuran kişilere, problemi konusunda davranış uyumunu ve davranış değişikliğini sağlamak amacıyla modern danışma tekniklerini kullanarak kişinin işlev bozukluğuna yol açan ve dinle ilişkilendirilen sorunların çözümünü sağlamak ve potansiyellerini geliştirmek amacıyla yapılan dinî danışmanlık ve rehberlik uygulamaları toplumsal olarak önemli bir ihtiyaç durumuna gelmiş görünmektedir. Tüm bunların neticesinde, gerek dinin insanlar üzerindeki pozitif etkileri gerçeği, gerekse İslam’ın kültürel geleneğinde toplumlarda var olagelmiş dinî danışmanlık uygulamaları, günümüzde psikoterapötik bir dinî danışma ve rehberlik modeli üretilmesini zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte inanç ve değer konuları üzerinde yapılacak dinî danışmanlık ve rehberlik çalışmaları yapılarak, vaka analizleri ve deneysel çalışmalar gibi araştırmalarla ilgili literatürün gelişmesine katkıda bulunacak yayınlara da ihtiyaç bulunmaktadır. Sonuç Değer ve değere ilişkin kavramsal çerçevenin insana özgü olduğu ortaya çıkmaktadır. Bütün bu değerlendirmeler, değerlerin gerçekleştiricisi olan “kişi”nin eylemleri sonucunda ortaya çıktığını ortaya koymaktadır. Bu manada ancak kendisini gerçekleştirmiş kişiler birer değer üretebilirler. Bu, değerlerin kişisel yanıdır. Ancak, başkaları tarafından gerçekleştirilmiş ve kişinin kendini gerçekleştirmesine zemin hazırlayan değerler dünyası, bizim dışımızda nesnel olarak mevcuttur. Özetle, insanın varlık olma şartı ahlaki değerlerle gerçekleşir. Ahlak ve değerler, insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. Eğer insani değerler olmasaydı, değerlerin ahlakiliği de mümkün olmazdı. Sonuç olarak, insani değerleri değerler sıralamasının en üstüne yerleştirip, bu değerleri yaşayacak bir kişilik gelişimiyle yani dinî danışma ve rehberlik hizmetiyle sağlıklı bir çıkış yolu görünmektedir. Bu noktada “insani değerlerin yeniden inşası yolunda dinî danışma ve rehberlik” etkin bir rol oynayabilir. 270 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Akbaba Altun, S. (2003). “Eğitim Yönetimi ve Değerler”. Değerler Eğitimi Dergisi, (1). Albahari, M. (2006). Charitable Borders: Pastoral Power At The Southern Edges Of Europe. Ph.D. dissertation, University of California, Irvine, United States California. Retrieved April 9, 2010, from Dissertations & Theses: Full Text.(Publication No. AAT 3214051). Altaş, N. (1997). Hastanelerde Din ve Moral Hizmetleri. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Altıntaş, E. ve Gültekin, M. (2005). Psikolojik Danışma Kuramları. İstanbul: Aktüel Yayınları. Aracı, U. (2007). Sûfî Hikâyelerinin Kullanıldığı, Bilişsel-Davranışçı Yaklaşımla Bütünleştirilmiş Biblioterapinin İşlevsel Olmayan Düşünceler ve Kendini Gerçekleştirme Üzerindeki Etkisi. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Augsburger, D. W. (1995). Pastoral Counseling Across Cultures, Westminster John Knox Press. Babaoğlu, A. (2002). Psikiyatri Tarihi, İstanbul: Okuyan Us Yayınları. Baloğlu, M. ve Balgalmıs, E. (2005). İlköğretim ve Ortaöğretim Yöneticilerinin Özdeğerlerinin Betimlenmesi: Tokat ili örneği. Değerler Eğitimi Dergisi, 3 (10),19-31. Bergin, A. E. & Payne, I. R. (1997). Proposed Agenda For A Spiritual Strategy In Personality And Psychotherapy. In B.Spilka & D. N. McIntosh (ed.), The psychology of religion: theoretical approaches (Oxford: Westview Press) Bergin, A. E., Payne, I. R., & Richard, P. S. (1997). Values in Psychotherapy. E. P. Shafranske (ed.), Religion and clinical practice of psychology (Washington: APA). Boisen, A. (1926). The Task and Methods of Theology. New York. Bonchek, A. and Greenberg, D. (2009). “Compulsive Prayer and its Management”. Journal of Clinical Psychology 65, no. 4: 396-405. Academic Search Complete, EBSCOhost (accessed April 15, 2010). Bulut, A. (2002). Din Eğitiminde Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık. Ankara. Clebsch, W. & Jaekle, C. (1964). Pastoral Care in Historical Perspective. New Jersey: Prentice-Hall. 271 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN Clinebell, H. (1990). Psychotherapy. In I.V.Cully & K.B.Cully (ed.), Harper’s encyclopedia of religious education ( New York: Harper-Row. Clinebell, H. J. (1966). Basic Types of Pastoral Counseling. Nashville: Abingdon. Dawson, J. (2008). A Spiritual Resource of Hope And Healing For Parents of Seriously ill Children. D. Min. diss., Drew University. In Dissertations & Theses: Full Text [database on-line]; available from http://www.proquest.com (publication number AAT 3308640; accessed April 13, 2010). DeMarinis, V. (2003). Pastoral Care Existential Health and Existential Epidemiology A Swedish Postmodern Case Study. Stockholm: Upsala University. Doğan, M. (1997). Duanın Psikolojik ve Psikoterapik Etkileri. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Bursa: Uludağ Üniv. SBE. Ellis, A. (1980). “Psychotherapy and atheistic values: a response to A. E. Bergin’s ‘Psychotherapy and religious values’”. J. Consult Clin. Psychol., 48, 635-639. Göka, E. (1994). Dindar Hastaya Psikiyatrik Yaklaşım ve Yardım. Türkiye Günlüğü, 31, 147-159. Gregory, C., Andrew M. Pomerantz, Jonathan C. Pettibone, and Dan J. Segrist (2008). “The effect of psychologists’ disclosure of personal religious background on prospective clients”. Mental Health, Religion & Culture 11, no. 4: 369-373. Academic Search Complete, EBSCOhost (accessed April 15, 2010). Günay, Ü. ve Güngör, H. (2003). Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dinî Tarihi. İstanbul: Rağbet Yay. Güngör, E. (1998). Değerler Psikolojisi Üzerinde Araştırmalar. İstanbul: Ötüken Yayınları. Güngördü, M. (2001). Allah’a Atfedilen Özellikler ile Depresyon Arasındaki İliski Üzerine Bir Çalışma. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi SBE. Habel, N. (1984). Magic and Religion. John M. Sutciliffe, Dictionary of Religious Education, London: S. C. M. Press Limited. Hamdan, A. (2007). “A Case Study of a Muslim Client: Incorporating Religious Beliefs And Practices”. The Journal of Multicultural Counseling and Development, 35, 2; p. 92. Hodge, D. R., and Aneesah N. (2008). “Moving toward Culturally Competent Practice with Muslims: Modifying Cognitive Therapy with Islamic Tenets”. Social Work 53, no. 1: 31-41. Academic Search Complete, EBSCOhost (accessed April 15, 2010). 272 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Hodge, D. R., and Aneesah N. (2008). “Moving toward Culturally Competent Practice with Muslims: Modifying Cognitive Therapy with İslamic Tenets”. Social Work 53, no. 1: 31-41. Hoshmand, L. T. (1995). Psychology’s ethics on belief. American Psychologist. Hunsinger, Deborah Van Deusen (1995). Theology and Pastoral Counseling A New Interdisciplinary Aproach, Michigan: William B. Eerdmans Publishing Company Grand Rapids. İnan, A. (1962). Hurafeler ve Menşeleri. Ankara: Nur Matbaacılık. Jacobsen, C. (2007). A Pastoral Counselling Approach to Obsessive-compulsive disorder: The Pastoral Counsellor as “Grace Container. D. Min. diss., Wilfrid Laurier University (Canada), In Dissertations & Theses: Full Text [database online]; available from http://www.proquest.com (publication number AAT NR26598; accessed April 11, 2010). Johnson, P.E. (Tsz.). Psychology of Religion, Abingdon Press, Nashville-New York, Jusoh, A.J. and Roslee, A. (2009). “The Practice of Reality Therapy from the İslâmic Perspective in Malaysia and Variety of Custom in Asia”. International Journal of Reality Therapy 28, no. 2: 3-8. Academic Search Complete, EBSCOhost (accessed April 15, 2010). Jusoh, A.J.; Zuria Mahmud and Noriah Mohd Ishak (2008). “The Patterns of Reality Therapy Usage Among Malaysian Counselors”. International Journal of Reality Therapy 28, no. 1: 5-14. Academic Search Complete, EBSCOhost (accessed April 15, 2010). Karaca, F.K. (2010). Din Hizmetlerinde Dini Danışmanlık ve Rehberlik. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kelly, Jr., Eugene, W. and Amany, Aridi. (1996). “Muslims in the United States: An exploratory study of universal and mental health values”. Counseling & Values 40, no. 3: 206. Academic Search Complete, EBSCOhost (accessed April 15, 2010). Köknel, E. (1998). Kötü Ruhtan Ruh Sağlığına (Türkiye’de Psikiyatri Tarihi). İstanbul: Alfa Yay. Lartey, E. Y. (2003). In Living Color: An Intercultural Approach to Pastoral Care and Counseling. London: Jessica Kingsley Publishers Ltd. Leeming, D. A. (2010). Kathryn Madden, Stanton Marlan (Eds.). Encyclopedia of Psychology and Religion. USA: Springer Science+Business Media LLC. 273 İnsani Değerlerin Yeniden İnşası Yolunda Dinî Danışma ve Rehberlik • Yrd.Doç.Dr. Turgay ŞİRİN Liddell, P. G. (1983). A Handbook of Pastoral Counselling. London: Mowbray. Meadow, M. J. & Kahoe, R. D. (1984). Psychology of religion: religion in individual lives. New York: Harper & Row. Mowrer, O. H. (1961). The Crisis in Psychiatry and Religion. Princeton, New Jersey, Toronto, London, New York: D. Van Nostrand Company İnc. Muz, S. (2009). Bilişsel Terapi ve Dini Başa Çıkma. (Yayımlanmamış Yüksek Linsans Tezi). Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Nelson-Jones, R. (2005). Introduction to Counseling Skills (Second Edition). London: Sage Publications. Nelson-Jones, R. (2009). Introduction to Counseling Skills Text and Activities (Third Edition). London: Sage Publications. Oates, E. W. (1974). Pastoral Counseling. Philedelphia: The Westminster Press. Ok, Ü. (2007a). Dinsel Danışmanlığın Teorik Çatısı, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Ok, Ü. (2007). İnanç Psikolojisi: Yaşamı Anlamlandırma Biçiminin Hayat Boyu Gelişimi. Ankara: İlahiyat. Öztürk, M. O. (1988). Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. İstanbul: Evrim Yay. Patterson, C.H. (1974) Relationship Counseling and Psychotherapy, New York: Harper and Row. Planty, Thomas G. and Sherman Allen C. (2001). Faith and Health Psychological Perspectives, New York: The Guilford Press. Priester, P. E. (2008). “Mental Health Counseling in the Islamic Republic of Iran: A Marriage of Religion, Science, and Practice.” Counseling & Values 52, no. 3: 253-264. Academic Search Complete, EBSCOhost (accessed April 15, 2010). Rogers, C. R. (1957). “The Necessary and Sufficient Conditions of Therapeutic Personality Change”. Journal of Consulting Pschology, 21, 95-104. Schneider, L., Sanford M. D. (Trs.). Popular Religion. Chicago: The University of Chicago Press. Şahin, T. K. (2010). Dinî Danışmanlık Bağlamında Aile İrşat ve Rehberlik Bürosu Faaliyetleri. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Şengül, F. (2007). Dindarlık ve Ruh Sağlığı İlişkisi. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans 274 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi SBE. Şirin, T. (2006). Metafizik Varlıklardan Cinlere İnancın Psiko-Sosyal Boyutları. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Şirin, T. (2013). Bilişsel Davranışçı Psikoterapi Yaklaşımıyla Bütünleştirilmiş Dini Danışmanlık Modeli. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Sakarya: Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Tan, H. (2000). Psikolojik Danışma ve Rehberlik Teori ve Uygulama. İstanbul: M. E. B. Yayınları. TDK. (1983). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayını. Tirmizî, (2000). Câmî’, Sünen, Mevsûatü’l-Hadîsü’ş-Şerif el-Kütüsü’s-Sitte, (haz. Sâlih b. Abdülaziz b. Muhammed b. İbrahim). Dârü’s-Selâm Yay. Turner, J.H. (1978). Sociology: Studying the Human System, California: Goodyear Publishing Company, Inc. Santa Morica. Tyler, L. (1961), The Work of the Counsellor. New York: Appleton-CenturyCrofts. Walker, E.J. (2000). A Model for Pastoral Counseling with African American Women. (Th.D. dissertation). United States: Interdenominational Theological Center. Walls, G. B. (1980). Values and Psychotherapy: A Comment On “Psychotherapy And Religious Values”. J. Consult Clin. Psychol, 48, 640-641. Wosket Val. (2007). Egan’s Skilled Helper Model: Developments and Applications in Counselling, Taylor and Francis Library. Yusuf Has Hacib. (Tsz.) Kutadgu Bilig Uyarlaması: Günümüz Türkçesi ile. (Trc. Fikri Silahdaroğlu). Ankara: Kültür Bakanlığı. İnternet Adresleri The American Association of Pastoral Counselors (AAPC), http://www.aapc.org/content/what-pastoral-counseling, (05.03.2012). The American Association of Pastoral Counselors. http://www.aapc.org, (05.03.2012). The American Association of Pastoral http://www.acpe.edu/WhoWeAreHistory.html, (05/05/2012). Counselors. 275 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş İnsanlık, var olduğundan bu yana, iyilik ve güzelliklerin egemen olduğu huzur içinde yaşayabileceği bir dünya arzulamaktadır. En eski öğretileri içeren dinlerin öğütleri ve toplumu oluşturan bireylerin benimsedikleri davranış ve yaşam biçimlerini betimleyen değerler sistemi de insanlığın bu arzusunu tatmin etme gayesindedir. Ortak aklın, ortak değerler üzerine huzurlu bir dünya kurma gayesinde olmasına rağmen dünyamızda son yüzyılda, bilim ve teknoloji alanında yaşanan oldukça hızlı gelişmeler pek çok problemi beraberinde getirmiştir. Köylü (2007: 291-308), bu problemler arasında en olumsuz etkinin ahlaki alanda olduğunu belirterek küresel bağlamdaki ahlâki sorunları; alkol ve uyuşturucu kullanımı, dışlanmışlık ve yalnızlık, geleneksel aile yapısının yok oluşu, kürtaj, yabancılaşma, ekolojik dengesizlik ve çevre kirliliği, savaş, çatışma, şiddet ve sosyo ekonomik adaletsizlik olarak sıralamıştır. Süreç içerisinde toplumların yapılarında da değişimler gerçekleşmiştir. Yoğun göç hareketleri çok kültürlü toplumları meydana getirirken, kültürler ve inançlar arasındaki farklılık kültürlerin etik anlayışlarına da yansımıştır. Farklı inanç ve kültürlere mensup insanların farklı değer yargılarına sahip olmasından dolayı “değer” sorunu gündeme gelmiş ve değerin ne olduğu, kaynağı, öznelliği ve nesnelliği tartışılmaya başlanmıştır. Nihayetinde değerlerin birbirleriyle karşıtlık oluşturmadığı aksine birbirlerini tamamladıkları düşünülerek demokratik vatandaşlık, hoşgörü, barış gibi kavramlar toplumu bir arada tutabilecek çatı değerler olarak belirmiştir. Çok kültürlü toplumlarda ortak değerlerin genç bireylere aktarılarak okulda ve daha geniş bir bakış açısıyla toplumda meydana gelebilecek ahlaki sorunların önlenmesi ve var olan problemlerin çözüme kavuşturulması amacıyla değerler eğitimi gündeme getirilmiştir. Bu şekilde okulda verilen etkili bir karakter eğitiminin okul sınırlarını aşarak toplumsal hayata uyumu ve kültürel aktarımı kolaylaştıracağı, insanlar arasında pozitif bir iklim oluşturacağı ve çatışmaların adilce çözümüne Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK katkıda bulunacağı düşünülerek çok kültürlü bir yapı sergileyen Amerika’da değerler eğitimi uygulamaya konmuştur (Frye vd., 2002: 2-3) Ülkemizde 18. Millî Eğitim Şurası’nda alınan kararlarla değerler eğitiminin uygulanmaya başlanması gündeme gelmiştir. Öğretim programlarında, değerler eğitiminde değer aktarımı yerine ulusal ve evrensel değerler birlikte düşünülerek farkındalık kazandıracak yaklaşımlara öncelik verilmesi, değerin bir tercih olduğu ve toplumların benzer tercihlere sahip kişilerden oluştuğu vurgulanarak öğretmenlere değer eğitimi bilinci kazandırılması, öğretmen yetiştiren tüm programlara değerler eğitimine yönelik bir ders konulması ve sistemdeki öğretmenlerin hizmet içi eğitim programlarında değerler eğitimine yer verilmesi, ortak değerlerin vurgulanması ve değer farklılıklarının zenginlik olduğu bilincinin kazandırılması için gerekli düzenlemeler yapılması, tüm eğitim-öğretim kademelerinde değerler eğitimine yönelik, STK’larla iş birliği yapılarak alan öğretmenlerinin ortak kullanabileceği program ve materyallerin geliştirilmesi, değerler eğitimine, okul öncesinden başlayarak yaygın eğitim dâhil olmak üzere eğitim öğretimin her kademesinde, tüm dersler ve okul kültürü içerisinde yer verilmesi ve bu konuda öğretmen, yönetici, öğrenci, aile ve çevre ile iş birliğine gidilmesi, farkındalık oluşturulması için kitle iletişim araçlarından faydalanılması amacıyla gerekli düzenlemeler yapılması, ödüllendirme kriterlerinde, değerler eğitimi açısından örnek davranışlar sergileyen öğrencilere yönelik düzenlemeler yapılması, medya ve değerler eğitimi ilişkisi konusunda farkındalık kazandırmaya yönelik araştırma ve eğitim çalışmalarına önem verilmesi; bu konuda gerekli yasal düzenlemeler yapılması, öğrencilerin akademik başarıları yanında değerlerin oluşumunda önemli yeri olan duygusal, sosyal ve ruhsal zekâ gelişimlerine yönelik de yatırım yapılması, değerler eğitimi konusunda önemli işlev gören “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersinin çoğulcu bir anlayışla tüm öğretim kurumlarında daha etkin olarak okutulmasına karar verilmiştir.1 Söz konusu kararın ardından il ve ilçelerde değerler eğitimi uygulamalarına programda yer verilmeye başlanmıştır. Ancak şura kararında da belirtildiği üzere uygulamanın STK’lar ve il müdürlüklerine bırakılmış olması, değerler eğitiminin hangi temel üzerine inşa edileceği ve amaçlarının kavranarak sistematiğin oluşturulması noktasında problemlere yol açacağı düşünülmektedir. Bu bağlamda değerler eğitiminin amaç ve temellerinin tespit edilmesi önem arz etmektedir. 1. Değerlerin Temellendirilmesinde Dinin Rolü Değerler eğitimi, toplumsal düzenin sağlanmasında önemli bir yere sahiptir. Toplumsal hayatın düzenlenmesinde yalnızca yasalara uymak yeterli değildir. Bireyleri ____________________________________________________________________ 1 278 18. Millî Eğitim Şurası kararları için bk. http://www.meb.gov.tr/duyurular/duyurular2010/ttkb/18Sura_kararlari_tamami.pdf (Erişim Tarihi: 29.05.2014.) ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bir arada tutacak gelenek, görenek ve değerlere ihtiyaç vardır. Sağlıklı bir iletişim, bireyler arası ilişkilerde insani değerlerin hâkim kılınmasıyla gerçekleşebilir. İşte, toplumu oluşturan bireyler arasında bu şekilde ortak değerlerin benimsenmesi ve ortaya çıkabilecek ahlaki problemlerin sağlıklı bir biçimde çözüme kavuşturulabilmesi değerler eğitimi ile mümkün olmaktadır. Değerler eğitiminin amacı, bireyin doğuştan getirdiği potansiyelin iyi yönde gelişmesini sağlamak, insan hayatını anlamlı kılarak bireyi ve toplumu kötü ahlakın doğuracağı sonuçlardan korumaktır. Bu amaca yönelik hareket edilirken çocukları salt bilgiyle donatmak yeterli değildir. Onlara, hayatlarını anlamlı kılacak, kişiliklerini güçlendirerek değerleri karakter hâline getirip bunları davranışa dönüştürebilecek şekilde eğitim verilmelidir(Aydın ve Gürler, 2012: 16-17). Farklı ırklara, dinlere-inançlara ve farklı kültürlere sahip insanlardan oluşan çok kültürlü toplumlarda ise değerler eğitimiyle yukarıda belirtilenlerin yanında bireylerin birbirlerinin inanç ve değerlerine saygı duyması öğretilerek toplumda uyumun sağlanması amaçlanmaktadır (Taylor, 2005: 120). Değerler eğitimi, dünyada ve ülkemizde bireye ahlaki erdemleri kazandırmak ve onun anlam arayışına yardımcı olma düşüncesine dayanmaktadır. Bu amaca yönelik olarak eğitim planlanırken değerlerin kökeni hakkındaki görüşler, değerler eğitim politikasını ve müfredatını etkileyeceğinden önem kazanmaktadır. Değerin kaynağının öznel olduğunu iddia edenler değer yargılarının öznenin inanç, tutum ve eğilimlerine göre gerçekleştiğini savunurlar. Onlara göre mutlak değerlerden söz edilemez (Gündoğan, 2010: 36). Bu da değerler eğitimini imkânsız kılmaktadır. Öznelci değer anlayışını savunanların aksine, nesnelci değer anlayışları, değeri, yargıda bulunan insandan bağımsız olarak ele alırlar. Değerli olan şey objenin kendisidir, obje değerini kendi içinde taşır. Buna göre dürüstlüğün değerli olduğu yargısı “üçgenin iç açıları toplamı yüz seksen derecedir” yargısıyla aynı derecede nesneldir (Erdem, 2003: 38). Bu anlayış sayesinde öznelci değer anlayışından doğabilecek değerin göreceliği ve her tür değerden kuşku duyarak nihilizme yönelmek gibi olumsuzluklar bertaraf edilmiş olur. Değer, toplumsal kaynaklı olarak kabul edildiğinde ise her toplum kendi değer sistemine meşruiyet kazandırabilir (Gündoğan, 2010: 37). Bu da değerler sisteminin çoğalmasına neden olacak ve değerler çatışması ve karmaşası gündeme gelecektir. Bunun sonucunda ortak bir değerler eğitimi imkânsız hâle gelecektir. Değerlerin öznelliği nesnelliği ya da değer çatışmasından doğan problemlerin çözümünde, insanı ortak değerlerde buluşturabilmenin yanında insanın anlam arayışına da katkı sağlayacak bir sisteme ihtiyaç vardır. Bu anlamda din, hayata yön veren öğütlere sahip olması itibariyle önemli bir değer sağlayıcıdır. Dini özümsemiş 279 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK bir insan, dinin değer verdiklerine yönelip, dinin sakındırdıklarından uzak durmaya çalışır (Kaymakcan, 2010: 11-12). Dinin değer sağlayıcı olmasının yanında, çeşitli sınıflandırmalara tabi tutulmuş değerleri uzlaştırıcı bir rol oynadığı da görülmektedir. Dinin uzlaştırıcı rolünün yanı sıra dinî değerlerin evreni bir bütün olarak kavraması ve bu bütünlüğün sürdürülmesine katkı sağlar. Örneğin; hem dinî hem ahlaki hem de ekonomik bir değer olan çalışma, sadece ekonomik bir değer olarak algılanırsa zengin olmanın bir aracı olarak kabul edilir ve o amaca ulaşmada her şey mübah görülebilir. Ama çalışmanın dini değerini bilen bir kimse zengin olmak gibi ekonomik bir değerin yanında ahlaki boyutu da gözeterek kendisine ve topluma zarar verebilecek olumsuzluklardan kaçınmış olur (Uysal, 2006: 87). Ya da toplumsal, ahlaki ve dini bir değer olan yaşlılara saygı, sadece toplumsal bir değer olarak algılanırsa toplum kültürlerinin göreceliliği nedeniyle farklı mekânlarda davranışa dönüşmeyebilir. Ancak yaşlılara saygıyı dini bir değer olarak benimsemiş birey, bu davranışı her zaman ve mekânda gösterecektir. Örneklerde görüldüğü gibi din kişiyi ahlaki olana yönlendirmektedir. Bu yüzden dini ve ahlaki değerler arasında yapılan modern ayrım dinler için söz konusu değildir. İslam dini özelinde düşünüldüğünde Peygamber (s.a.v) ve ashabın hayatında da ahlak eğitimi ile din eğitimi iç içedir. Rasulullah’ın; “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”, “Müminlerin iman yönünden en kâmili, en iyi huylu olanıdır.”, “(Kıyamet gününde) mizanda güzel huydan daha ağır basacak bir şey yoktur” (Ebu Davud, 4799). gibi hadis-i şeriflerinde belirtildiği üzere din ile ahlaki değerler birbirinden ayrı düşünülemez. İslam eğitim öğretim tarihine bakıldığında da bu yapının korunduğu, yani ahlak eğitimi ile din eğitiminin birlikte verildiği görülmektedir (Davudî, 2013: 96). Günümüzde sekülerizmin öncülerinden olan İngiltere’de bile okulların üçte birinde din dersleri zorunludur ve değerler eğitiminin merkezinde din vardır (Halstead, 2005: 9). İngiltere’nin yanında çok kültürlü toplum yapısının görüldüğü Amerika’da da değerler eğitimi içerisinde dini ögelere yer verildiği görülmektedir. Kuzey Carolina eyaletinde uygulanan değerler eğitiminin temeli Afrika dinleri, Bahai inancı, Hristiyanlık, Hinduizm, İslam, Caynizm, Judaizm, Sihizm, Taozim, Zerdüştlük, Konfüçyüsçülük’ün kutsal metinlerinden ya da peygamber sözlerinden örnekler verilerek temeli dinlerin ortak değerlerine dayandırılmıştır (Frye vd., 2002: 71). Kuzey Carolina eyaletinde uygulanan değerler eğitimindeki dini ögeler daha sonraki başlıklar altında detaylı bir biçimde incelenecektir. Değerler eğitiminin temelinin dine dayandırıldığı başka bir örnek bir Afrika ülkesi olan Namibya’dır. Bu ülkede “Din ve Ahlak Eğitimi” adlı derste uygulanan programın ilk yedi yılında ‘temel dinler’ diye adlandırılan Hristiyanlık, İslam, Cudaizm, geleneksel Afrika dinleri gibi bölgede müntesipleri bulunan dinlerin kutsal kitapları, özel günleri, ibadet yerleri hakkında genel bilgiler verilmektedir. Bu bilgiler 280 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI verilirken eğer sınıfta bu dine mensup öğrenciler varsa kendi deneyimlerini ve inançlarını paylaşmasına fırsat verilmektedir. Dinler hakkında bu bilgilendirme yapılırken değerler sisteminden de bahsedilmekte böylelikle farklı inançlara mensup öğrencilerin birbirlerini farklı perspektiflerden anlayabilmelerini sağlamak hedeflenmektedir. Aynı programın sekiz ve onuncu yılları arasında ise ‘bilgelik içeriği’ diye adlandırılan bir müfredat uygulanmaktadır. Bu müfredatın amacı; öğrenciye ahlaki yaşamda dindarlığın önemini ve dinin temel kaynak olduğunu fark ettirmek, dini inancının demokratik bir ortamda pozitif ilişkiler oluşturmasını sağlamak, hoşgörü kültürü oluşturmasına imkân tanımak, diğer insanların dinî ve ideolojik değerlerini tanıyarak onların ahlak sistemlerini anlamak şeklinde ifade edilmektedir. Bu amaç doğrultusunda arkadaşlık ve anne baba ilişkilerinden küresel tehditlere, insan hakları ve özgürlükten politik ve ekonomik sistemlere kadar konular geniş bir yelpazede incelenmektedir. Konular işlenirken farklı dinlerin konuya bakışı dinî metinlerden incelenmekte ve o dine mensup çocukların kendi inanç, ritüel ve geleneklerini tanıtmasına fırsat verilmektedir (Lombard, 2010: 129-144). Yukarıda verilen örneklere bakıldığında dinin değerler eğitiminden tamamen soyutlanmadığı, dinin değerler eğitiminde belirgin değer farklılıklarını ortadan kaldırdığı ve dinin, değerlerin benimsenmesini kolaylaştırıcı etkisinden faydalanıldığı görülmektedir (Chakrabarti, 2003: 21-22). Din eğitimi ile değerler eğitimi dinamik bir ilişki içerisinde birbirini tamamlarlar. Değerler günlük hayatta bireylere ve tercihlerine göre değişebilen, tartışma konusu edilebilen olgular iken din içerdiği hükümlerle tartışılmaz bir otoritedir. Dinî inançlar, değerlerin benimsenmesinde etkin bir rol oynamaktadır. Konu eğitim noktasına taşındığında da din ve değerlerin bu ilişkisi gözetilmelidir. Çünkü dinî ögelerden arındırılmış, dinin yaptırım gücünden yoksun bir değer eğitiminin bireylerin davranışlarına etki edeceğini söylemek zordur. Moran’a göre ahlak eğitiminin dinlerle her türlü bağını kesme girişimi, onun intiharı demektir (Uysal, 2006: 88). 2. Bir Değerler Eğitimi Projesi Örneği: Kuzey Carolina Eyaleti Amerika’nın Kuzey Carolina eyaletinde, devlet okullarında 2001 yılından itibaren değerler eğitimi uygulanmaktadır. Bu programla bireyin arkadaşları, öğretmenleri, ailesi ve okul personeli ile olumlu ilişkiler geliştirmesini sağlayarak pozitif okul iklimi oluşturmanın yanında, sosyal problemlere ve çatışmalara çözüm bulabilme becerisi geliştirerek okul içi şiddet olaylarının ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. Programın topluma yönelik hedefleri ise daha güçlü bir toplum meydana getirmek için birlikte, uyum içinde çalışma becerisi kazandırmak, bireysel ve grup farklılıklarının demokratik hayat için bir canlılık olduğu anlayışını benimsetmek, öğrencilerin liderlik becerilerini geliştirmek ve sosyal sorumluluk projeleriyle verilen eğitimi desteklemek şeklindedir. 281 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK Değerler eğitimi programları için genel çerçeve belirlenmiş, buna ilave olarak yapılacak etkinlikler okulun ve öğrencinin ihtiyaçlarına göre tasarlanmak üzere okul personelinin inisiyatifine bırakılmıştır. Değerler eğitim programının sağlıklı bir şekilde uygulanması için yapılması gereken faaliyetler yedi başlık altında toplanmıştır. Bunlardan ilki personel gelişimidir. Hedef, değerler eğitimi için personelin gelişimini sağlamak ve değerler eğitiminde ortak bir dil oluşturmaktır. Okul içerisinde eğitim programını uygulayacak öğretmen, idareci ve personelin örgütlenmesi tavsiye edilmiştir. Öğretmenlerin değerler eğitimi konusunda bilgilendirilmesi, Karakter Eğitim Enstitüsünün hazırlamış olduğu ve tüm devlet okullarında kullanılması hedeflenen değerler eğitim programının takip edilmesi, öğretmenlerin iş birliği içerisinde hareket ederek materyallerini paylaşmaları, ders dışı etkinliklere öğrenci ve ebeveynlerin katılımının sağlanması önerilmektedir. Program geliştirme basamağında hedef, Karakter Eğitim Enstitüsü tarafından hazırlanmış programın okula ve müfredata entegrasyonunun sağlanmasıdır. Bu basamakta; programa, çatışma çözme ve psikoloji, liderlik gibi derslerin eklenmesinin yanında okul ve sınıfta olumlu tutum geliştirmeye yönelik ilkelerin belirlenmesi, işlenmekte olan temayla ilgili olarak seminerler düzenlenmesi, hikâye, şiir yazma, konuyla ilgili edebî ürünlerin incelenmesi, filmlerin seyredilmesi gibi etkinlikler tertip edilmesi yönünde öneriler yer almaktadır. Toplumsal bağların inşası adı verilen üçüncü basamakta hedef, ortak değerler üzerinde fikir birliği oluşturmak, karakter eğitim çalışmalarına toplumsal destek sağlamak, anne-baba, okul, toplum ve inanç toplulukları arasında iletişim kurarak karakter eğitimini sağlam temellere oturtmaktır. Bu hedefe ulaşmaya yönelik olarak sanat, spor gibi farklı alanlarda başarı kazanmış insanları konuşmacı olarak davet etmek ve belirli hikâyeleri değerler ışığında analiz etmek gibi etkinlikler yapılabileceği belirtilmektedir. Ayrıca medyayı değerler ve değer kaybı gibi konular bakımından gözlemlemek de öğrencilere tavsiye edilmektedir. Değerler eğitiminin dördüncü bölümünde anne baba katılımı hedeflenmektedir. Bu hedefe ulaşabilmek için yılın başında aileye değerler eğitim programı hakkında bilgi veren ve ebeveynin değerler eğitiminden beklentisini okula iletmesini sağlayacak dökümanlar gönderilmektedir. Bu şekilde ailelerin de sürece katılım ve desteğinin sağlanması amaçlanmaktadır. Bunun yanı sıra velilere her ay ebeveyn mektupları ile bilgilendirme yapılması zaman zaman velilerle toplantılar düzenlenerek değerler eğitim konusunun mütalaa edilmesi önerilmektedir. Kuzey Carolina’da değerler eğitiminin önemli bir ögesi de hizmet odaklı öğrenmedir. Hedef, değerler eğitimindeki toplumsal ögelerin fark edilmesi ve bunun davranışa dönüştürülmesidir. Bu amaç doğrultusunda topluma hizmet projelerinin uygulamaya konulabileceği belirtilmektedir. 282 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Değerler eğitiminde uygulanması beklenen etkinliklerden biri de onur öğrencisi uygulamasıdır. Burada hedef, değerleri benimsemiş öğrencinin takdir edilmesi ve onurlandırılmasıdır. Seçilen öğrencinin ödüllendirilmesinin yanı sıra sınıflarda bulunan panolarda öğrencinin fotoğrafının yer alması okul gazetesinde ödülü hak eden öğrenciyle ilgili anekdotlara yer verilmesi önerilmektedir. Bunun dışında “rastgele iyilik” adı verilen bir kategoride de güzel bir davranış sergileyen öğrencinin ödüllendirilebileceği de öneriler arasında yer almaktadır. Okul çevresinin değerler eğitim planına uygun olarak tasarlanması tavsiye edilmektedir. “Harika değerler duvarı” diye nitelendirilen bir duvarın değerler ile ilgili sözler, alıntılar, resimler ile süslenmesi, okulun belirlenmiş alanlarında ayın değeri ile ilgili slogan ve afişlerin sergilenmesi, değerler arasından seçilen bazı temalarla ilgili günler düzenlenerek bu günlerde özel etkinliklerin yapılması (örneğin cesaret temasına yoğunlaşılacağı gün kırmızı-beyaz giymek, vatandaşlık teması için mavi giyinmek gibi), yıl sonu faaliyetlerinde değerlere yönelik organizasyonların yapılması ve yıllıklarda değerler için sayfa ayrılması önerilmektedir (Frye vd., 2002: 25-28). Yukarıda belirtilen değerlerin kazandırılmasına yönelik önerilerin yanında “değerler eğitiminde yedi e” adı verilen değerler eğitimi uygulanırken izlenmesi gereken sıra ve basamaklar şöyledir: Birinci sırada açıklamak (explain) yer almaktadır. Değerin tanımlanması ve öneminin tartışılması ile söz konusu değer hakkında bilinç ve altyapı oluşturulmaktadır. Daha sonra inceleme (examine) basamağı gelmektedir. Bu basamakta değerin literatürde, tarihte ve günümüzdeki yeri tartışılmaktadır. Değer ile ilgili ünlü düşünürlerin sözlerine, örnek teşkil edebilecek insanların anılarına bu basamakta yer verilebilir. Değerin sergilenmesi (exhibit) basamağında ise öğrencilerin kendi ürettiği ürünlerden yola çıkılarak değerin içselleştirilmesi sağlanmaktadır. Düşünme-tahmin etme (expect) basamağında değerlerin meydana getirdiği kurallar, sözleşmeler ve sonuçları üzerinde muhakeme edilir. Deneyim (experience) basamağında, öğrencinin söz konusu değeri doğrudan tecrübe edebileceği etkinliklere yer verilir. Örneğin; sorumluluk konusunda, sorumlu olduğu bir şeyi bu değerin bilincinde olarak yerine getirmesi gibi. Teşvik etme (encourage) basamağında öğrenciden amaca yönelik bir faaliyet gerçekleştirirken aynı zamanda öz değerlendirme yapabilmesi beklenir. 283 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK Değerlendirme (evaluate) aşamasında ise öğrenciye uygun biçimde geri bildirim verilir (Frye vd., 2002:29). Programın, değerlerin bilişsel, duyuşsal ve psikomotor faaliyetlerle her yönden içselleştirilmesine imkân tanıyacak şekilde hazırlandığı görülmektedir. Edebiyat, sanat, matematik, spor gibi pek çok alandan faydalanılarak değerler işlenmiştir. Örneğin, İngiliz dil sanatları adını verdikleri disiplin içerisinde şiir, roman, biyografi, otobiyografi, kısa öyküler, tiyatral gösterilerin yanında değerle ilgili temanın tartışılması yer almaktadır. Bunun dışında medyadan da bu disiplin içerisinde faydalanılacaktır. Popüler TV dizilerindeki ya da filmlerdeki karakterlerin değerler açısından analizi medya etkinlikleri arasındadır. Tarih ve sosyal bilimlerle de iş birliği içerisinde olan değerler eğitimi programında çeşitli ahlaki özellikleriyle öne çıkmış şahsiyetlerin biyografileri ve geçmişte yaşanmış olaylardan örnekler verilecek, gündemdeki olaylar da ele alınacaktır. Matematik ve bilim de değerler eğitimine veri sağlayan alanlardan biridir. Matematik veya bilim alanındaki ünlü insanların iş ahlakı, erdemleri gibi konulardan örnekler verilerek çocuklara ve gençlere olumlu rol modeller sunulacaktır. Bunun dışında bilimde yaşanan gelişmeler de değerler açısından analiz edilecektir. Değerler eğitiminde müzik ve güzel sanatlardan, güncel şarkıların sözlerinin ve dans figürlerinin ahlaki olarak değerlendirilmesi, ünlü müzisyenlerin örneklikleri, iyi karakter örneklerinin resmedilmesi gibi yönlerden faydalanılacaktır. Sporda centilmenlik, alkol, uyuşturucu gibi bağımlılık yapan maddelere karşı bedene saygı duymak ve bedeni korumak konusunda sağlık ve spordan faydalanılacaktır. Pozitif iş ahlakı, telif hakkı yasaları, gizlilik gibi iş hayatını ilgilendiren konular da değerler eğitiminin ilgili temaları içerisinde yer verilecek konulardandır. Ayrıca saygı, sorumluluk, demokratik vatandaşlık gibi temalar işlenirken öğrenci meclisleriyle iş birliği içerisinde hareket edilecektir (Frye vd., 2002: 54-55). Tüm sınıf düzeylerinde işlenecek ana temalar güvenilirlik-dürüstlük, saygı, sorumluluk, adalet, yardımseverlik ve vatandaşlık olarak sıralanmıştır (Frye vd., 2006: 35). Bu temel değerler işlenirken alt değer diyebileceğimiz farklı değerlere de vurgu yapılmaktadır. Örneğin; hoşgörü, saygı ana teması altında incelenmekte, şükran duyma değeri de yardımseverlik teması içerisindedir. Program içerisinde değerler eğitiminde din, iş birliği içerisinde olunacak disiplinler arasında yer almasa da gerek program kılavuzu içerisinde gerekse bu kılavuza göre hazırlanmış etkinliklerde dinî ögelere yer verildiği görülmektedir. 284 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Örneğin dürüstlük teması işlenirken yukarıda belirtilen disiplinlerden faydalanılarak çeşitli etkinlik planları yapılmıştır. Bunlar arasında “bilgelik sözleri” olarak tercüme edebileceğimiz bölümde Emerson, Kral Solomon, George Washington, Shakespeare gibi edebiyattan politikaya kadar herkesçe tanınan insanların dürüstlüğe dair sözleri nakledilirken Hz. Muhammed’in “Doğruluk insanı iyiliğe götürür…” hadisine de yer verilmiştir. Vatandaşlık temasında yine bilgelik sözleri bölümünde Gandhi, Theodore Roosevelt, John Wesley gibi isimlerin yanında Hz. Muhammed’in “Komşusu açken tok yatan bizden değildir…” mealindeki hadisine yer verilmiştir. Aynı tema içerisinde, kimilerinin ünlü bir düşünür kimilerininse bir dinin kurucusu olarak kabul ettiği Konfüçyüs’ün hayatı anlatılmıştır. Bu ve buna benzer pek çok örnek kitapta yer almaktadır (Frye vd., 2006: 121-138). Değerler eğitiminde altı sütun diye tabir edilen yukarıda belirttiğimiz altı temaya dair karakter portreleri, öğretmenler için hazırlanan materyalde sıralanmıştır. Buna göre, güvenilirlik-dürüstlük temasının “güvenilirlik” ile alakalı kısmında Hz. İsa ve Hz. Muhammed, aynı temanın alt değeri olan “çaba ve girişim” bölümünde Konfüçyüs, yine aynı temanın alt değeri olan “sabır” bölümünde Hz. Muhammed ve “doğruluk” bölümünde Buda örnek karakterler olarak gösterilmektedir. Saygı teması içerisinde yer alan “pozitif konuşma”, “öz saygı” ve “çatışmaları bilgece çözme” alt değerlerinin karakter portresi Hz. İsa’dır. Bunun yanında, Rahibe Teresa ve Gandhi de saygı değeri içerisinde tanıtılması önerilen dinî önderlerdir. Sorumluluk teması içerisinde yer alan “azim” değerinde Hz. Muhammed, “hayallere sahip olmak” değerinde Gandhi, “hedef belirleme” değerinde Konfüçyüs karakter portresi olarak belirlenmiştir. Adalet temasında, “alçakgönüllülük değeri için Hz. İsa, “iletişim” için Konfüçyüs, “yönetim hissiyatı” değerinde ise Buda örnek verilmiştir. Yardımseverlik değeri içerisinde “şefkat ve affedicilik” için Hz. İsa, Aziz Paul ve Rahibe Teresa örnek karakter seçilmiştir. Vatandaşlık teması içerisinde ise “cesaret ve iyi vatandaşlık” değeri için Hz. Muhammed, otoriteye saygı için Aziz Paul, iyi örneklik için Hz. İsa, toplumsal yardım için Rahibe Teresa örnek gösterilmiştir. Karakter portreleri bölümünde de “bilgelik sözleri” bölümünde olduğu gibi peygamber ya da dini liderlerin yanı sıra sanattan siyasete kadar pek çok isim yer almaktadır. Böylelikle hem çok kültürlü bir yapı sergileyen toplumda yabancılaşmanın önüne geçilmiş, hem çocuklara ve gençlere olumlu rol modeller sunulmuş hem de değerlerin dinden bağımsız olmadığı hissettirilmiş olmaktadır. Dinî değerlerin inançlara göre farklılaşabileceği de program içerisinde fark ettirilmektedir. Örneğin, tasarlanan rol oynama etkinliğinde, öğrencilerin bir sınıf partisi ortamını canlandırmaları istenmektedir. Hindu olan Mitra, içerisinde et olduğu 285 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK için pizza yemek istemediğini belirtir. Ev sahibinin, Mitra’ya yemeği yemesi konusundaki ısrarına şahit olan Ralph, onun sadece bir yemek olduğunu söyleyerek Mitra ile alay eder. Bu etkinliğin ardından öğrencilerin bu problemi nasıl çözebilecekleri sorulur, kendilerini oyundaki karakterin yerine koyduklarında ne hissettikleri üzerinde tartışılır (Frye vd., 2002:34). Kuzey Carolina eyaletinde hazırlanmış olan müfredat ve buna uygun olarak yayınlanan ders kitaplarında yukarıdakine benzer pek çok örnek mevcuttur. Örneklerde dikkatleri çeken ortak nokta, değerlerin dinî kanaat önderleri ya da peygamber sözleriyle de desteklenmiş olmasıdır. Ancak bu yapılırken değerler eğitimi bir dinî propaganda aracı hâline getirilmemiştir. Program içerisinde Hz. İsa, Hz. Muhammed, Buddha ve Gandhi’ye daha fazla yer verilmesi ise toplumda o inanca mensup olanların sayıca fazlalığıyla açıklanabilir. 3. Türkiye’de Değerler Eğitimi Projeleri: Antalya ve Konya-Ilgın İlçesi Örneği Ülkemizde 1-5 Kasım 2010 tarihleri arasında düzenlenen 18. Millî Eğitim Şurası’nda, eğitim-öğretimin tüm kademelerinde değerler eğitimine yer verilmesi karara bağlanmıştır. Ancak değerler eğitimi için herhangi bir ders saatinin ayrılmamış olması, eğitim materyallerinin, kılavuz ve yönergelerinin Bakanlıkça hazırlanmamış olması, iller arasında farklı materyal ve yönergelerin hazırlanmasına sebep olmuştur. Şura kararları gereğince il millî eğitim müdürlüklerinin bazıları iller sivil toplum kuruluşlarıyla iş birliği içerisinde değerler eğitim programları hazırlamışlar ve bunun ilgili okullarda uygulanması için kararlar almışlardır. Bundan doğan farklılıklar belirgin olmamakla beraber materyal, kılavuz ve yönergelerdeki bazı değişiklikler dikkat çekmektedir. Araştırmamızın sınırı gereğince hepsini incelemek mümkün olmadığından bu çalışma içerisinde Antalya ili ve Konya’nın Ilgın ilçesi örnekleri üzerinden hareket edilecektir. Antalya’da Millî Eğitim Müdürlüğü tarafından hazırlanan kılavuzda değerler eğitiminin amacı, geleceğimizin teminatı olan çocuklarımızın ve gençlerimizin; millî, ahlaki, kültürel değerlerimizle, evrensel değerlere bağlı, birlikte ve uyumlu yaşama şartlarını bilen, farklılıklara saygı duyan, bayrak, vatan, millet ve insan sevgisiyle dolu, dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden, vizyonlu, engin dünya görüşüne sahip bireyler olarak yetiştirilmeleri, Antalya’da kalıcı ve örnek alınabilecek bir kent kültürünün oluşturulması şeklinde açıklanmıştır (MEM Antalya, 2013: 7). Antalya’da hazırlanmış kılavuzda değerler eğitiminin sağlıklı bir biçimde programlanması ve uygulanması için il yürütme komisyonu, il inceleme ve değerlendirme komisyonu, ilçe komisyonu, okul komisyonunun kurulması beklenmekte ve kılavuzda bu komisyonların görev ve sorumlulukları detaylı biçimde açıklanmaktadır. Okul bazındaki örgütlenme çalışmaları için ise sınıf rehber öğretmeni, branş 286 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI öğretmenleri, okul psikolojik danışmanı ve okul-aile birliğine çeşitli görev ve sorumluluklar yüklenmektedir. Programda her ay için bir değer seçilmiştir ve ildeki tüm okullarda uygulanması istenmektedir. Değer seçimlerinde okul öncesi ve ilkokul ile ortaokul ve lise programları arasında çok küçük değişiklikler vardır. Okul öncesi ve ilkokulda ekim ayında “sorumluluk”, kasımda “saygı”, aralıkta “sevgi”, ocakta “yardımlaşma ve iş birliği”, şubatta “iyilik ve hoşgörü”, martta “dürüstlük”, nisanda “barış” ve mayısta “özgüven” temaları işlenecektir. Ortaokul ve liselerde ise ekimde “sorumluluk”, kasımda “saygı”, aralıkta “iyilik ve hoşgörü”, ocakta “dürüstlük”, şubatta “sevgi”, martta “vatanseverlik”, nisanda “özgüven”, mayısta “yardımlaşma ve iş birliği” temalarına değinilecektir. Eğitim-öğretim yılı içerisinde olmasına rağmen eylül ve haziran ayları için bir tema belirlenmemiştir. Bu aylar programın hazırlanması ve değerlendirilmesi gibi faaliyetlere ayrılmıştır. Programın uygulanmasında sergi, tiyatro, gezi, hikâye ve şiir yazımı, konferans, münazara, değerler eğitim panosu hazırlanması gibi ders içi etkinliklerin yanında huzurevi gezisi, atık kâğıt ve pil toplama, Çocuk Esirgeme Kurumu ziyaretleri gibi topluma hizmet projelerinin yapılması önerilmektedir. Ancak bu öneriler Kuzey Carolina eyaletiyle karşılaştırıldığında, önerilen etkinliklerin disiplinler arası anlayıştan ve Çoklu Zekâ Kuramı’nın ilkelerinden uzak, klasik yöntemlerle sınırlı olduğu görülmektedir(MEM Antalya, 2013: 8-15). Antalya değerler eğitimi uygulama kılavuzunda ve kitabında seçilen temalarla ilgili etkinlik örneklerine de yer verilmiştir. Örneğin, okul öncesi dönemde saygı teması işlenirken “Saygılı Çocuk” başlıklı etkinlikte amaç, öğrencilerin kendilerine ve başkalarına saygılı olma konusunda duyarlılıklarını arttırmaktır. Etkinlikte yaş grubu ve sınıfın davranış düzeyine uygun olarak, “Öğretmenimi dinlerim, arkadaşlarımla paylaşarak oynarım” gibi öncüller beş adet çiçek resminin altına eklenir. Tablolar sınıfın görünecek bir yerine asılır ve çocuk her gün o davranışı gösterdiğinde bu figürü boyamaya hak kazanır (MEM Antalya, 2013: 25). Bunların dışında hikâyelerle eğitim önerilmiş ve kılavuzda konuyla ilgili çeşitli hikayeler aktarılmıştır. Kılavuzda okul öncesi etkinlikleri yukarıda örneği verilen tarzda öğrencinin gösterdiği davranışı pekiştirmeye yönelik uygulamalarla sınırlıdır. Öğrencinin bilişsel ve duyuşsal öğrenmelerini kalıcı hâle getirecek, psikomotor becerilerini geliştirmeye yönelik etkinlikler ise yok denilecek kadar azdır. Kitapta ilkokullar için hazırlanan etkinliklerin okul öncesi için hazırlananlardan farklı olduğu söylenemez. Bu düzeyde hazırlanmış etkinliklerden biri “Dürüst Olmak” adıyla verilmiştir. Etkinliğin amacı, sorumluluklarının yerine getirilmesinin doğuracağı sonuçların farkına varmak ve dürüstlük değerine yönelik duygularını ifade edebilmektir. Etkinlik, dürüst insan nasıl davranır, dürüst bir birey kendisini ve çevresindekileri nasıl etkiler gibi sorular çerçevesinde beyin fırtınası yapılmasından ibarettir. Burada çocuk kendisi yazabilecek düzeydeyse çalışma kâğıtları verilerek 287 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK kendisinden yazması istenmesi eğer yazma becerisinin tam olarak gelişmediyse öğretmenin çocukların söylediklerini tahtaya yazması istenmektedir (MEM Antalya, 2013: 30). İlkokullar için hazırlanan etkinlikler, işlenen tema ile ilgili hikâyelerin irdelenmesi, drama ve örnek olay incelemesi yöntemlerine dayalı uygulamalarla sınırlıdır. Ortaokul ve liselerdeki etkinlikler ise çeşitli anı ve hikâye türünden ve ünlü düşünürlerin sözlerinden örneklerle sınırlandırılmıştır. Bu örneklerdeki kişilerin Türk ya da İslam dünyasından olmadığı dikkat çekmektedir. Bununla ilgili kitapta verilen anlatılardan birisi şöyledir: “İskoçya’da yoksul mu yoksul bir çiftçi yaşardı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkararak, onu acılı bir ölümden kurtardı. Ertesi gün çiftçinin evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini. “Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum “dedi. Yoksul ve onurlu çiftçi; “Kabul edemem!” diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü. “Bu senin oğlun mu?” diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla “Evet!” dedi. Aristokrat devam etti; “Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver, iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.” Bu konuşmalar sonunda çiftçinin oğlu, aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçinin oğlu Londra’daki St. Marys Hospital Tıp Fakültesi’nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu ne mi kurtardı? Penisilin! Aristokratın adı: Lord Randolp Churchill. Oğlunun adi ise: Sir Winston Churchill.” Hikayeden sonra öğrencilere; “sizin de yaptığınız bir iyiliğin, iyilik olarak size döndüğü bir durum yaşadınız mı” sorusu yöneltilerek öğrencilerin olay üzerinde düşünmelerini sağlamak önerilmektedir. (MEM Antalya, 2013: 55). Saygı konusu ile ilgili kültür ve tarihimizde onlarca örnek varken hiçbirinin kullanılmadığı, örneklerin pek çoğunda yabancı menşeli öykülerin, anıların yer aldığı görülmektedir. Ortaokul ve lise müfredatında, ilkokul ve okul öncesinden farklı olarak çeşitli düşünürlerin sözlerinden örnekler verilmiştir. Ancak bu sözlerin seçiminde yine Türk veya Müslüman düşünürlerden çok yabancı yazar ve düşünürlere ağırlık verildiği görülmektedir. Örneğin saygı teması etkinlikleri içerisinde Keble’ın; “Senden iyilere yerini vermesini bil.”, Voltaire’in; “Alçak gönüllülük gururun perhizidir.” ve Anatole France’ın; “Alçak gönüllülük, kendi gerçek değerini anlamaktır.” Sözlerine yer verilmiştir.(MEM Antalya, 2013: 64). Konya’nın Ilgın ilçesinde hazırlanmış değerler eğitim müfredatı da Antalya’dakine benzemektedir. Uygulama kitapçığı şeklinde hazırlanmış materyal ve etkinlik 288 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI örnekleri Ilgın’da görev yapan öğretmenlere e-mail yoluyla ulaştırılmıştır. Kitapçığın ilk sayfasında verilen etkinliklerin örnek olduğu, bunlardan farklı uygulamalar yapılabileceği şeklinde uyarı yer almaktadır. İlçe komisyonu, okul komisyonu, okul müdürü, sınıf öğretmenleri, branş öğretmenleri, okul aile birliği ve ailenin değerler eğitimindeki görev ve sorumluluklarından bahseden kitapçık, değerlendirme rapor ve tutanak örnekleriyle bitmektedir. İşlenecek temalar; adalet, dostluk, öz denetim, sabır, saygı, sorumluluk, sevgi ve hoşgörü, yardımseverlik ve yardımlaşma olarak belirlenmiştir. Ilgın’da da Millî Eğitim Müdürlüğü tarafından tıpkı Antalya’daki gibi değerler eğitim panoları hazırlanması istenmektedir. Örnek olarak incelediğimiz sorumluluk ile ilgili pano nesneleri de Millî Eğitim Müdürlüğü tarafından gönderilmiştir. Panoya asılacak sözler kırmızı bir daire içerisinde mavi renkte ve büyük harflerle tam sayfa olarak yazılmıştır. Bu materyallerin ilki, kime ait olduğu belli olmayan, “Sorumluluk özgürlüğün bedelidir.” sözü ile başlamaktadır. Ardından John Maxvel’in, “Bir lider her şeyden vazgeçebilir, sorumluluk hariç” sözü yer almaktadır. Abigein Van Buren, Sheldon Kopp, Goethe, Dostoyevski, Wieslaw Brudzinski ve Emerson’dan alıntılarla tamamlanmış bu pano nesnelerinde hiçbir dinî ögenin yer almadığı dikkat çekmektedir. İlkokul düzeyinde ikinci sınıflar için hazırlanmış olan “Her şeyi yapabilirim” adlı etkinlikte insanın değerli olduğunu öğretmek amaçlanmıştır. Sorumluluk teması içerisinde verilen bu etkinlikte konuşmak, yemek, içmek, düşünmek, koşmak, yüzmek, sevmek, hayal kurmak, rüya görmek, uyumak, okumak, yazmak, gülmek ve ağlamak kelimeleri alt alta sıralanmıştır. Bu kelimelerin etrafına çiçek, ağaç, köpek, insan, başak, solucan, tavşan, kedi, salyangoz ve balık resimleri yerleştirilmiştir ve öğrenciden yukarıda belirtilen eylemleri yapabilen varlıklarla eşleştirmesi istenmiştir. Temanın konusuyla amaç arasındaki uyumsuzluk ilk bakışta dikkati çekmektedir. Ayrıca insanın yapabileceği veya yapamayacağı şeylerin hayvan ve bitkilerle kıyaslanarak öğretimi de eğitimsel açıdan sorgulanmaya açıktır. Bunun yerine insanların, bitkilerin ve hayvanların farklılıklarına rağmen değerli olduğunun öğretilmesi daha makul görülmektedir. Ortaokul sekizinci sınıf düzeyinde insanın değerli olduğunu öğretmek amacıyla hazırlanan “sorumluluk” teması etkinliğinde öğrencilere birer kâğıt dağıtılarak isimlerini yazmamak kaydıyla kendilerinde en çok beğendikleri ve en çok beğenmedikleri üçer özelliği yazmaları istenmektedir. Her öğrenci yazdıktan sonra formlar öğretmen tarafından toplanıp karıştırılarak öğrencilere dağıtılır. Her öğrenciden kendisine gelen kağıttaki özellikleri kabullenmeleri istenir. Bu özellikleri ne kadar kabullenip kabullenemedikleri sorulduktan sonra her insanın farklı özelliklere sahip ve biricik olduğu vurgulanır. Farklılıkları kabul etmenin birlikte yaşayabilmenin ilk şartı olduğuna değinilerek etkinlik bitirilir. 289 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK Lisede on ikinci sınıf düzeyinde Antalya örneğinde olduğu gibi etkinlikler hikâyelerle sınırlandırılmıştır. Hikâyelerden bir tanesinde tren istasyonu yakınlarında bir köye yeni atanmış doktor, köy halkından birinin evine misafir olmuştur. Saatler ilerleyip uyku iyice bastırdığında doktor çekinerek evinde kaldığı hanıma; ‘Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor?’ diye sorar. Yaşlı kadın: ‘Evladım treni bekliyoruz. Az sonra tren gelecek, onu bekliyoruz’ der. Genç doktor merak edip tekrar sorar: ‘Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?’ Kadın: ‘Hayır evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte, yakınlarda, ışığı yanan bir ev bulamazsa, sokakta kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, “ışığı yanan bir ev“ bulsun diye bekliyoruz’ der. Etkinlik içerisinde bu hikâye anlatıldıktan ya da okutulduktan sonra bu parçanın toplumumuzun hangi özelliklerini yansıttığı, günümüzde bu şekilde sorumluluk bilincine sahip insanların olup olmadığı, insanın insana karşı sorumluluğu gibi konularda tartışılması beklenmektedir. Oysa hikâyedeki durum sorumluluk değil ancak bir misafirperverlik ve fedakârlık örneği olabilir. Ilgın örneğindeki etkinliklere bakıldığında da değerler eğitim materyalleri gelişigüzel bir şekilde hazırlanmış gibi görünmektedir. Antalya ve Ilgın örneklerinde dikkat çeken ortak nokta ise değerlerin sadece insan olmakla ilişkilendirildiğidir. Sonuç ve Öneriler 2010 yılında gündeme gelen ve 2012 yılından itibaren gerek millî eğitim müdürlüklerince gerek sivil toplum kuruluşlarınca yoğun çalışmaların yapıldığı değerler eğitiminde geliştirilmesi ve düzenlenmesi gereken pek çok husus mevcuttur. Dinî ve kültürel değerlerinden uzaklaşmış Batı dünyasında ahlakın yozlaşmasıyla birlikte kaybedilen değerleri bireylere yeniden kazandırmak amacıyla ortaya çıkarılan değerler eğitim projesi kapsamında Kuzey Carolina’da uygulanan etkinlikler incelenmiştir. Edebiyattan matematiğe, spordan sanata kadar pek çok alandan faydalanılarak disiplinler arası bir yapıda tasarlanmış programda, toplumun çok kültürlü ve çok dinli yapısı da gözetilerek farklı dinlerdeki ahlak kurallarına vurgu yapılmış, peygamberler ve dinî liderler karakter portresi seçilerek çocuk ve gençlere rol model olarak sunulmuştur. Ayrıca değerler eğitimi, ders programı içerisinde ayrı bir ders olarak yerini almıştır. Türkiye’deki değerler eğitimi uygulamaları Batı’nın bir örneği olarak sunduğumuz Kuzey Carolina eyaleti ile karşılaştırıldığında değerler eğitimine gerekli özenin gösterilmediği fark edilmektedir. Program içerisinde ayrı bir ders olarak yer almayan değerler eğitimi, disiplinler arası bir yapı da arz etmemektedir. Ayrıca değerler eğitimi programlarının organize edilmesinin ve materyallerin hazırlanmasının, il ve ilçe millî eğitim müdürlüklerine bırakılmış olması hem uygulamada birliğin olmamasına hem de kimi bölgelerde bu işin alanında uzman olmayan kişilerin ellerine teslim edilmesine 290 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI neden olmuştur. Program ve materyalleri incelenen il ve ilçe örneklerinde seçilen değerler, evrensel olma niteliği gösterirken bu değerlerin hangi temeller üzerine inşa edileceği belirgin değildir. Değerler eğitiminin resmî olarak gündeme alındığı 18. Millî Eğitim Şurası’nın 39. maddesine göre Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin değerler eğitimi konusunda önemli işlev gördüğü belirtilmiş olmasına rağmen hazırlanan program ve etkinliklerde bu hususun dikkate alınmadığı görülmektedir. Değerler eğitimi ve din eğitimi pek çok noktada birleşen iki disiplin olmasına rağmen bu ortaklıklar göz ardı edilmektedir. Yurt dışından ithal edilmiş bir program biçiminin yurdumuza sosyokültürel ve dinî yapı gözetilmeksizin uyarlanmaya çalışıldığı dikkat çekmektedir. Buna göre yurt dışındaki uygulamada değerlerin dindeki referansları kullanılırken ülkemizde bu durum dikkat çekici biçimde göz ardı edilmiştir. Bu da değerlerin dinden bağımsız, temelsiz öğretiler manzumesi olarak kalmasıyla ve dinin değerlerden uzak, kuru bir ibadet anlayışıyla şekilci bir yaklaşımla öğretilmesiyle sonuçlanacak şekilde kasıtlı olarak mı tasarlandığına dair şüphe uyandırmakta ve akıllara “Değerler eğitimi din eğitimine alternatif midir?” sorusunu getirmektedir. Bu sorunun çözümü için değerler eğitim programları hazırlanırken uygulamada birliğin sağlanması ve program, materyal tasarımının alanında uzman kişilerce yapılması için değerler eğitimi kılavuz kitapları ve ders materyalleri tek elden üretilmelidir. Bu materyaller içerisinde ülkemizin dinî ve kültürel yapısı dikkate alınarak değerlerin dinden, dinin değerlerden bağımsız olmadığı, bu iki alanın birbirine paralel bir yapı sergilediği çocuklara ve gençlere hissettirilmelidir. Değerler eğitimi için ayrı bir ders saati ayrılarak bu ders, bu alanla ilgili eğitim almış branş öğretmenlerince ve disiplinler arasılık, yapılandırmacılık gibi modern eğitim öğretim kuram, ilke ve yöntemlerine uygun biçimde okutulmalıdır. KAYNAKÇA Aydın, M. ve Gürler, Ş. (2012). Okulda Değerler Eğitimi. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Chakrabarti, M. (2003). Value Education: Changing Perspectives. New Delhi: Kanishka Publishers. Dâvudi, M. (2013). Peygamber ve Ehlibeytin Eğitimsel Siyeri Ahlâki Eğitimi. İstanbul: El-Mustafa Yayınları. Erdem, H. (2003). Ahlak Felsefesi. Konya: Hü-Er Yayınları. 291 Değerler Eğitimi Din Eğitimine Alternatif Mi? • Arş.Gör. Sümeyra BİLECİK Frye, M. vd. (2002). Character Education International Handbook& Guide for Support and Implementation of the Student Citizen Act of 2001(Character and Civic Education). North Carolina: North Carolina Character Education Office. Frye, M. vd. (2006). Character Education International Handbook& Guide- 2 for Support and Implementation of the Student Citizen Act of 2001(Character and Civic Education). North Carolina: North Carolina Character Education Office. Gündoğan, A. (2010). “Çokkültürlülük ve Değer Sorunu”. Eğitime Bakış, 6(18), 33-38. Halstead, M. (2005). “Values and Values Education in Schools”. M. Halstead ve M. Taylor (Ed.), Values in Education and Education in Values (ss. 2-13) içinde. London: Routledge Falmer. Kaymakcan, R. (2010). “Değer Kavramı ve Gençlerin Dini Değerleri”. Eğitime Bakış, 6(18), 10-15. Köylü, M. (2007). “Küresel Bağlamda Değerler Eğitimine Duyulan İhtiyaç”. (Ed. R. Kaymakcan vd.). Değerler ve Eğitimi (ss. 287-311) içinde. İstanbul: Dem Yayınları. Lombard, C. (2010). “Namibia and South Africa as Examples of Religious and Moral Education in Changing Societies”. K. Sporre ve J. Mannberg (Ed.), Values, Religions and Education in Changing Societies (ss.129-144) içinde. London: Springer Press. Millî Eğitim Müdürlüğü, Antalya. (2013). Değerler Eğitimi. Antalya: MEM Yayınları. Taylor, M. (2005). Voicing Their Values: Pupils’ Moral and Cultural Experience. M. Halstead ve M. Taylor (Ed.), Values in Education and Education in Values (ss. 117-137) içinde. London: Routledge Falmer. Uysal, E. (2006). “Dindarlığın Ahlaki Temeli”. (Ed. H. Hökelekli) Dindarlık Olgusu (ss.85-95) içinde. Bursa: Kurav Yayınları. 292 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci* Dr. Abdülkadir ERKUT Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Giriş Hz. Peygamberin İslam’ı tebliğ ettiği dönemdeki Arabistan toplumunda, şehirlerde yerleşik hayat sürenler olduğu gibi çölde göçebe hayat sürenler de vardı. Şehirde yaşayanlar, bedevilikten yerleşik hayata geçmişlerdi; onların sahip oldukları değerlerin, yaşadıkları hayat tarzının köklerini de bedevilik teşkil ediyordu. Bu yüzden vahye ilk muhatap olan toplumun, çöl ve çölün sakinleri ile sıkı bir ilişkisi söz konusu idi. Allah Resulü İslam’ın değerlerini tebliğ amacıyla sadece şehirlerde yaşayanlarla mücadele etmemiş, nüfus bakımından şehirlilerden kat be kat fazla olan Bedevilerle de mücadele etmişti. Bedeviler Hz. Peygamber ve ordusunun düşmanlarıyla yaptıkları savaşlarda-muvafık veya muhalif olarak, savaşa katılarak veya katılmayarak- bir şekilde etkili olmuşlardı. Bunun dışında Bedevilerin bir kısmı düşmanlıklarını Müslümanlara yönelik olarak yıllarca baskınlar ve çatışmalarla sürdürmüşlerdi. Bedevilerle olan mücadele daha uzun sürmüş, bu mücadelenin sonunda siyasi, sosyal ve dinî üstünlük şehirlerdeki oranda çölde gerçekleştirilememiş, İslami değerler şehirlerde olduğu gibi yerleşememişti. İslami değerleri tebliğ mücadelesinin Bedevilerle ilgili boyutu, genel mücadelenin bir parçası olarak değerlendirilmekte ve daha az dikkat çekmektedir. Bu bildiride amaç, Hz. Peygamberin İslami değerleri tebliğ mücadelesinin Bedevilerle ilgili boyutuna işaret etmektir. İslami değerleri Bedevilere tebliğ mücadelesi sonucu gerçekleşen değişim, değerlerin inşasına dair somut bir örnek olarak karşımızda durmaktadır. Bu bildiride ikinci olarak bu somut değişimin gerçekleşme sürecini incelemek amaçlanmaktadır. el-A’rab ve Bedevi Kavramları Bedevileri ifade eden “el-A’rab” kelimesi ile Araplar için kullanılan “el-Arab” kelimesi fasih konuşmak anlamına gelen “a’rabe” fiilinden müştaktır. Konuşma____________________________________________________________________ * Bu bildiri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslam Bilimleri (Tefsir) Ana Bilim Dalında tarafımdan yapılan “Kur’an’da Bedevilik” (2010) adlı doktora tezinden hareketle hazırlanmıştır. Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT larındaki beyan, belağat ve fesahatten dolayı Araplara bu isim verilmiştir. “A’rabe” fiili, bunun yanında canlılık, hareketlilik, iyilik, hoşluk ile beden veya bir uzuvdaki fesat anlamlarına da gelmektedir (İbn Fâris, 2002: IV, 299). “el-A’râb” kelimesi bir köy veya kasabada yerleşmeyip çölde dolaşan göçebelere denir. “Arab” daha ziyade köy ve kasabalarda yerleşen medeni kısma dense de bu kelime ile hem şehirde hem çölde yaşayanlar kastedilmesi genel bir örf olmuştur (elAlûsî, ty: I, 12-13). Türkçedeki “Türk” ve “Türkmen” ayrımında “Türkmen” “Türk”ün yörüğü olduğu gibi, “A’râb” da “Arab”ın yörüğüdür (Yazır, ty: IV, 435). “Bedevi” kelimesi bir şeyin ortaya çıkması anlamına gelen “b-d-v” kökünden gelmekte olup “bedv” kelimesinin ismi mensubudur (Cevherî, 1984: 35) “bedv” kelimesi, “el-hadar” kelimesinin zıddıdır. Çölde yaşayanlar, binalarla kaplı yerleşim yerlerinde değil ağaç vb. şeylerinden yoksun geniş, açık alanlarda yaşarlar (İbn Fâris, 2002: I, 205). Kur’ân-ı Kerim’de “bedevi” kelimesi geçmemekte, Arapçada “el-A’râb” kelimesinin “bedevi” yerine kullanılmasının da sonradan ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Zira sözlüklerde kronolojik olarak belli bir dönemden sonra “el-A’râb” kelimesi, “bedevi” kelimesiyle açıklanmaktadır. “el-A’râb” kelimesinin telaffuz zorluğu ve “elArab” kelimesiyle yakınlığının bu kullanımı öne çıkarmış olması muhtemeldir.1 Bedevilik ve Arapların Bedevilikle İlişkisi İbn Haldûn (ö. 808/1406) bedevilik ve hadariliği ihtiyaç olgusuyla açıklamış, ihtiyaç kavramının derecesine göre bedeviliğin hadariliğe doğru bir seyir izlediğini ifade etmiştir. Geçimlerini hayvancılıkla sürdüren bedeviler, hayvanlarını otlatacak, ürün yetiştirecek yerler çölde bulunduğundan doğal olarak çöle yönelir. Temel ihtiyaçlarını karşılayarak belli bir bolluk düzeyine ulaştıklarında, yerleşik hayata geçmeye başlarlar; şehirlerde yaşayıp sanayi ve ticaretle meşgul olurlar. Bedeviler temel ihtiyaçlarını karşılayacak durumda iken, hadariler buna ilaveten tamamlayıcı ve lüks ihtiyaçlarını da karşılayabilirler. Temel ihtiyaçlar ötekilerden daha eski ve öncelikli olduğu gibi, bedevilik de hadarilikten eski ve öncedir. İnsanlar temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra tamamlayıcı ve lüks ihtiyaçlara yönelmesiyle şehirleşme başladığından, şehirleşme bedeviliğin gelişmesinden doğan kaçınılmaz bir sonuçtur (2003: I, 157–161). “Arab” kelimesinin bedevilerle sıkı bir irtibatı söz konusudur. Milattan öncesine ait metinlerde Araplar “Bedeviler” olarak isimlendirilmekte, yerleşik hayat yaşayanları ise kabilelerinin isimleri ile adlandırılmaktadır (Mehrân, 1980: 143-146) “Arab” kelimesi İslam gelmeden önce yerleşik hayat yaşayanlar için de kullanılmaya başlanmıştır(Alî, 1993: I, 274). ____________________________________________________________________ 1 294 Cevherî’nin (392) es-Sıhâh, İbnü Fâris’in (395) Mu’cemu Mekâyîsi’l-Luğa, Zemahşerî’nin (538) Esâsu’l-Belâğa adlı eserlerinde “el-A’râb” kelimesi bedevi kelimesi ile açıklanmazken; İbn Manzûr’un (711) Lisânu’l-Arab, Zebîdî’nin (1205) Tâcu’l-Arûs adlı eserlerinde tersi söz konusudur. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI İslam’ın geldiği dönemde Hz Peygamber’in muhatap kitlesinin büyük çoğunluğunu Bedeviler oluşturmaktadır. Bu dönemde belirli yerleşim yerleri hariç Arapların çoğu çölde yaşamakta; (Mahmasânî, 1981: 21) Hicaz bölgesindeki şehirlerde yaşayanların oranının yaklaşık yüzde on yedi olduğu ifade edilmektedir (Hitti, 1995: I, 148). Hz. Peygamber’in mensup olduğu Kureyş kabilesi, beşinci yüzyılın ilk yarısında; yani onun doğumundan yüz küsur yıl önce tam olarak yerleşik hayata geçmiştir (Avcı, 2008: 25). Arap Yarımadasında yerleşik hayat süren insanlar da bedevi adet ve geleneklerini devam ettirmekte, hayatlarını bedevi sosyal örgütlenmesi olan kabile düzeni içinde sürdürmektedirler. Şehirlerde oturanlar da bedeviliği terk edip yerleşik hayata geçseler bile bedevilik özelliklerine sıkı sıkı bağlı olmaya devam etmektedirler (Alî, 1993: I, 273). Kur’an’ın indiği dönem insanların yerleşiklikgöçebelik açısından durumları ana hatlarıyla böyledir. Kur’an ve Sünnette Bedeviler “el-A’rab” kelimesi Kur’an’da on yerde geçmektedir. Bu ayetleri iki grupta incelemek mümkündür. Birinci grupta yer alan ayetlerde “el-A’rab” kelimesi, herhangi bir sıfatla nitelenmeksizin mutlak olarak, ikinci grup ayetlerde ise bir sıfatla nitelenerek gelmiştir. Birinci grup ayetlerde üslup doğrudan, kesin ve net;2 ana tema, iman, küfür ve nifak iken; ikinci grup ayetlerde üslup dolaylı ve daha mutedil; ana tema iman konusu yanında cihâd ve onunla ilgili konulardır. Bu iki ayet grubu kendi içinde nüzul tertibine göre şöyle sıralanır. Birinci Grup Ayetler: 1.”..Düşman birlikleri (bir daha) gelecek olsa, isterler ki (çölde) bedevilerin arasında bulunsunlar da size dair haberleri gidip gelenlerden sorsunlar.” (Ahzâb, 33/20). 2. “Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki, ‘iman etmediniz’; ancak ‘teslim olduk.’ deyiniz. Henüz iman kalplerinize girmemiştir. Şayet Allah ve Resulüne itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir…” (Hucurât, 49/14–18). 3. “Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha ileri, Allah’ın, elçisine indirdiklerinin sınırlarını bilmeme hususunda daha öndedirler. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” (Tevbe, 9/97). İkinci Grup Ayetler: 1.”Bedevilerin (seferden) geri kalanları sana ‘Bizi mallarımız ve ailelerimiz alıkoydu; o yüzden bizim için Allah’tan af dile’ diyecekler. Onlar kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylerler.…(Seferden) geri kalan (Bedeviler) siz ganimetleri almaya ____________________________________________________________________ 2 Bedevilerden dolaylı olarak bahseden Ahzâb Suresinin 20. ayeti müstesnadır. 295 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT giderken ‘Bırakın biz de sizinle gelelim’ diyecekler. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: ‘Siz bizimle asla gelmeyeceksiniz. Allah daha önce böyle buyurdu.’ Onlar ‘Hayır, siz bizi kıskanıyorsunuz.’ diyecekler. Asla, onlar pek az anlarlar.” (Feth, 48/11,15). 2. “Bedevilerden (seferden) geri kalanlara de ki: ‘Siz çok güçlü bir kavme karşı onlar teslim oluncaya kadar savaşmaya çağrılacaksınız. Eğer itaat ederseniz Allah size güzel bir mükâfat verir. Ama önceden döndüğünüz gibi yine dönerseniz Allah sizi acı bir azaba uğratır” (Feth, 48/16). 3. “Bedevilerden mazeret beyan edenler, kendilerine (savaşa) katılmama izni verilmesi için geldiler. Allah ve Rasulüne yalan söyleyenler ise (mazeret bile belirtmeden) oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara acı bir azap dokunacak” (Tevbe, 9/90). 4. “Bedevilerden yaptığı infakı zorunlu bir ödeme sayan ve (bundan kurtulmak için) başınıza belalar gelmesini bekleyenler vardır. Belalar kendi başlarına gelsin. Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir” (Tevbe, 9/98). 5. “Bedevilerden Allah’a ve ahiret gününe iman eden, yaptığı infakı Allah’a yakınlığa ve Resul’ün duasını almaya vesile sayanlar vardır. Bilesiniz ki bu, Allah katında onlar için yakınlıktır. Allah onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir” (Tevbe, 9/99). 6. “Çevrenizdeki Bedevilerden ve Medine ehlinden münafıklar vardır. Onlar nifâka saplanmışlardır. Siz onları bilmezsiniz, biz biliriz. Onlara iki defa azab edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba uğratılacaklar.” (Tevbe, 9/101). 7- “Medine ehline ve onların çevrelerindeki Bedevilere, savaşta Allah Resulü’nden geri kalmak yakışmaz” (Tevbe, 9/120). Bedevilerle ilgili yukarıdaki ayetlerin nüzul sebeplerinde iki tür bedevi kabilesi zikredilmektedir. Bunlardan birincisi Esed ve Gatafân’ın başını çektiği kabileler, diğerleri de Müzeyne, Cüheyne, Eşca’, Eslem ve Gıfâr kabileleridir. Genel olarak “elA’rab” kelimesinin mutlak kullanıldığı birinci grup ayetlerde Esed ve Gatafân’ın; mukayyet kullanıldığı ikinci grup ayetlerde Müzeyne, Cüheyne, Eşca’, Eslem ve Gıfâr kabilelerin nüzul sebebi olduğunu söylemek mümkündür3. Kur’an’a yansıyan bu iki bedevi kabilesi profili tarihi bilgiler tarafından da doğrulanmaktadır. Medine civarında yaşayan Müzeyne, Cüheyne, Eşca’, Eslem ve Gıfâr kabilelerinin bir kısmı hicretin ilk yıllarından itibaren Müslüman olmuş, Müslüman ____________________________________________________________________ 3 296 Konu ile ilgili esbabı nüzul rivayetlerinin tahlili için bk: Erkut, 2010. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI olmayanlar ise Hz Peygamber’le yaptıkları anlaşmalar sayesinde Müslümanların müttefiki olmuştu. Zira Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine’de birliği sağlayıp Medine dışındaki kabilelerle siyasi münasebete başladı. Hicri 2. yılda, Eslem, Cüheyne, Gıfâr ve çevredeki başka kabilelerle anlaşmalar yaptı. Hicretten kısa süre sonra bu kabileler, ya Müslüman olmuş ya da Müslümanların müttefiki olmuşlardı (Polat, 1988: 105-128). Ayrıca Medine çevresinde yaşayan bu bedevi kabilelerin başta kabile ortaklığı olmak üzere çeşitli ortak özellikleri de söz konusu idi (İbn Hacer, 1379: VI, 543). Bedevi kabilelerin ikinci grubunu teşkil eden Esed ve Gatafân kabileleri Medine’den uzakta, geniş bir bölgede dağınık ve göçebe hayat yaşayan büyük bedevi kabilelerdir. Bu kabilelerin İslam’la olan ilişkileri, öncekilerin aksine olumsuz bir seyir izlemiştir. Çeşitli defalar Müslümanlara saldırmışlar, Müslümanların karşısındaki ittifakın içinde yer alıp savaşlara katılmışlardır. Müslümanlara olan düşmanlıklarını sonuna kadar sürdürmüşler, güçleri tükenip başka çareleri kalmayınca Müslüman olmuşlardır. Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonra irtidat etmişler, tekrar İslam ordusuna karşı savaşmışlardır. Bu iki kabile grubunun İslam’la kurdukları bu farklı ilişki Hz Peygamber’in onlar hakkındaki değerlendirmelerine de yansımış; çeşitli hadislerde ifade edildiği üzere birinci grup kabileler Allah Resulü’nün övgüsünü kazanmıştır. Bunlardan biri şöyledir: “Kureyş, Ensâr, Müzeyne, Cüheyne, Eslem, Eşca’ ve Gıfâr benim dostlarımdır. Onların da Allah ve Rasulünden başka dostları yoktur” (Buhârî, “Menakıb: 2). Bazı rivayetlerde, Allah Resulü’nün bu iki kabile grubu arasında bir mukayese yaptığı da görülmektedir. Buna göre Hz. Peygamber, Eslem, Gıfâr, Müzeyne ve Cüheyne’nin kıyamet günü Allah katında Esed, Gatafân, Hevâzin ve Temîm’den daha hayırlı olduğunu belirtmiştir (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 190). Bu bilgilerden anlaşıldığı üzere, hem Kur’an’da hem de sünnette “el-A’rab” kelimesi iki tür bedeviyi içermektedir. Onların bir kısmı Medine çevresinde, Mekke-Medine arasında yarı göçebe hayat yaşayan bedevilerdir; Yarı göçebe hayat sürmeleri ve Medine ile yakın ilişki içinde olmaları sebebiyle karakter açısından daha mutedildirler ve İslam’a yakınlıkları daha fazladır. Medine’ye uzak, büyük çöllerde tam bir göçebe hayatı süren Bedeviler ise karakter açısından daha katı ve sert, İslam ile olan ilişkileri de oldukça problemlidir. Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci İnsanlar bir taraftan düşündükleri, inandıkları gibi yaşamaya, ona uygun bir altyapı oluşturmaya çalışırken diğer yandan da yaşadıkları gibi yani içinde bulundukları sosyal ve ekonomik yapıya uygun bir şekilde düşünürler, inanırlar, ona uygun 297 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT bir zihniyet ve karakter yapısı kazanırlar (Kazak, 1999: 36-37). Çöllerde hüküm süren iklim ve çevre şartlarının, bedevilerin hem ruh hallerine, hem bedenlerine, hem geçim vasıtalarına büyük etkisi olmuştur (Alî, 1993: I, 323). Söz konusu şartların etkisi ile ortaya çıkan değerler Bedevilerin dünyasına köklü bir şekilde yerleşmiş; bu yüzden onların değişimi daha uzun süreli ve daha sancılı olarak gerçekleşmiştir. Söz konusu değişimin iki aşamada gerçekleştiği görülmektedir ki; bunlardan biri sosyal ve siyasi, diğeri ise kavramsal değişimdir. Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Sürecinde Sosyal ve Siyasi Değişim Asrısaadette birbirinden farklı özelliklere sahip iki bedevi karakterinin sosyal ve siyasi değişim boyutu, Medine çevresinde Yaşayan Bedeviler ve Medine’ye Uzak Bölgelerde Yaşayan Bedeviler şeklinde iki ayrı başlık altında işlenecektir. Medine çevresinde yaşayan bedeviler Hz. Peygamber, Mekke Dönemi’nde panayırlarda dolaşarak İslam’ı tebliğ ederken bedevi kabilelere mensup bazı kişilere de İslam’ı tebliğ etmiş, özellikle Mekke’de ki son üç yılında bedevi kabilelerle ilişkilere ağırlık vermiştir(Watt, 1986: 146, 149). Ancak bedevilerle asıl olarak hicretten sonra münasebet kurulabilmiştir. Mekke Dönemi’nin sosyal ve siyasi şartları, tutkularına, sinirlerine hâkim olabilme, güdülerle harekete geçmeme, hareket ve davranışlarda ılımlı ve esnek olma özelliklerini kazandırıyordu (Kutub, 2010: 89-90). Ancak bedeviler Mekke’nin kazandırdığı söz konusu tecrübeden mahrum kalmışlardı. Medine döneminin ilk yıllarında hicret zorunluluk ve imanla ilgili bir mesele olarak görülüyordu (en-Nisâ 4/97. Müslim, Vasiyyet: 5). Medine civarında yaşayan Bedevilerin ise bu mecburiyetten istisna edildikleri anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber Hicret’in 2. yılından itibaren Medine çevresindeki bedevilerle anlaşmalar yapmış; bu anlaşmalar sayesinde hem çevresinin güvenliğini temin etmiş, hem de Kureyş’in kervan yollarını denetimi altına almıştı. Böylece hicretten kısa süre sonra Mekke’den sahil istikametinde kuzeye giden kervan yolları üzerindeki kabileler, ya Müslüman olmuş ya da Müslümanların müttefiki olmuşlardı (Polat, 1988). Bu anlaşmaların başka bir sonucu da bedevilerin önce İslam’ın siyasi otoritesini kabul etmelerini, sonra da zorlamaksızın Müslüman olmalarının ortamını hazırlaması idi (Aydın, 2001: 130). Ayrıca söz konusu anlaşmalar sayesinde bedeviler artan Müslüman gücü karşısında onların yanında olmayı seçmiş oluyorlardı (Tekin, 2009). Hicretten sonra Kureyş ve Müslümanlar arasındaki mücadele, İslam’ın hak din olup olmadığı ile sınırlı olmaktan çıkarak, ticaret yollarını kullananları da ilgilendiren bir mahiyet kazandı. Ticaret yolu üzerinde bulunan Medine’nin, Mekke ile arasında hicretten önce var olan dostluk ilişkisi hicretten sonra düşmanlığa dönüşmüştü 298 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI (Hüseyin, 2003). Hicretten sonra ortaya çıkan bu siyasi tablo, Medine çevresindeki bedevilerde bir tereddüt ve kararsızlık haleti ruhiyesi doğurdu. Bedeviler 2. yıldan itibaren İslam’a girmeye, Müslümanlarla anlaşma imzalamaya başlamalarına rağmen 6. yılda davet edildikleri Hudeybiye Seferi’ne (6/628) katılmadılar. Zira onlar Müslümanların Kâbeye sokulmayacakları, sadece Kureyş değil, diğer kabilelerin de dâhil olduğu büyük bir toplulukla savaşmak zorunda kalacaklarını, Müslümanların Kureyş ve müttefikleri tarafından ortadan kaldırılacağını düşünüyorlardı (Feth 48/12; Mâturîdî, 2009: XIV, 21). Ancak bu tahminleri gerçekleşmediği gibi, başta Müslümanların aleyhine görünen Hudeybiye Anlaşması sonraki yıllarda çok önemli neticeler doğurdu. Hudeybiye Anlaşmasından iki sene sonra Arabistan’daki güç dengesi Müslümanlar lehine değişti (Mevdudi, 1996). Müslümanların artan gücüne paralel olarak Medine çevresindeki Bedevilerin de İslam’a olan bağlılıkları arttı. Bedevilerin İslam ile olan münasebetlerinde Müslümanların artan gücüne bağlı olarak elde edilecek maddi menfaatlerin de motive edici bir faktör olduğu anlaşılmaktadır. Hudeybiye Seferinden sonra, Müslümanlar tarafından kolaylıkla fethedileceğini bildikleri Hayber Seferine katılmak istemişler; (Beydâvî, 1996: V, 203) ancak sadece Hudeybiye seferine katılmış olanların Hayber Gazvesine çağrılıp onların katılımının kabul edilmemesi tepki göstermelerine neden olmuştu (Fetih, 48/15). Mekke’nin Fethi (8/630) ile İslam’ın Arabistan’daki mutlak üstünlüğü sağlanmış oldu. Mekke Müşriklerinin Hudeybiye’de zayıflayan Arap kabileleri üzerindeki maddi ve manevi baskısı, Mekke’nin Fethi ile son bulmuştu. Müslümanlarla Müşrikler arasındaki mücadeleyi seyredip mücadelenin sonucuna göre tavır belirlemeyi bekleyenler, artık Müslüman olmak için yarışır hâle gelmişti (Arnold, 1971: 76). Ancak Medine civarındaki Bedeviler için Tebük Seferi (9/630) İslam’ın değerlerine bağlılığın sınandığı yeni bir merhaleyi teşkil etti. Roma İmparatorluğu’nun, kendisine tabi ArapHristiyan kabilelerle kuzeyden Hicaz’a saldıracağı haberinin alınması üzerine düzenlenen Tebük Seferi, havanın sıcak, kıtlığın hâkim olduğu, meyvelerin hasat zamanının geldiği, askerî teçhizat ve binek temininde imkânsızlığın yaşandığı bir zamanda gerçekleşti (Algül, 1991: II, 15-25). Bu münasebetle nazil olan Tevbe Suresinde onların sefere katılma konusundaki tavırları şöyle ifade edilmektedir: “Bedevilerden özür beyan edenler kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah ve Resulü’ne yalan söyleyenler ise (mazeret bile belirtmeden) oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara acı bir azap dokunacak” (Tevbe, 9/90). Ayette iki bedevi karakteri resmedilmektedir: Birincisi, gerçek mazereti olmadığı halde sefere katılmamak için yalan yere mazeret beyan edenler. Hudeybiye seferine katılmamak için mazeret belirtmeyen Bedevilerin Tebük Seferi’nden önce yalan yere de olsa mazeret beyan etmeleri, öncesine göre bir gelişimin ifadesidir. İkincisi ise, özür belirtmek zahmetine bile katlanmaksızın sefere katılmayanlar (Zemahşerî, 1995: II, 299 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT 290). Bu gruptaki bedeviler Tebük Seferinin böyle sonuçlanacağını beklemediklerinden seferden önce izin alma gereği duymadılar. Fakat Allah Resulü seferden daha güçlü olarak dönünce sefere katılmadıkları için mazeret beyan etmeye, mazeretlerinin doğruluğunu ispat için ısrarla yemin etmeye giriştiler (Tevbe, 94, 95, 96). Bu iki gruba rağmen Tebük Seferi’ne bedevilerin çoğunun katıldığı anlaşılmaktadır. Tevbe Suresinin 92. ayetinde binek temin edemediklerinden sefere katılamadığı için ağlayanlardan bahsedilmektedir. Ayetin nüzul sebebi olan Müzeyne ve Gıfar (Taberî, 1405) Hudeybiye Seferi’ne katılmayanlardandır. Böylece Hudeybiye seferinde izin almaksızın sefere katılmayan bedeviler, Tebük seferinde, sefere katılma imkanı bulamadıklarından dolayı gözyaşı döken insanlar haline gelmişlerdir. Tebük ve Hudeybiye Seferleri mukayese edildiğinde nüzul sürecinin ilerlemesiyle bedevilerin tavırlarında hem olumlu bir gidişatın, hem de bir mümin-münafık ayrışmasının söz konusu olduğu görülmektedir. Nitekim Tevbe Suresi’nin 98 ve 99. ayetlerinde Tebük Seferi hazırlıkları için yaptıkları mali desteği Allah’a yakın olmak, O’nun rıza ve muhabbetine yaklaşmak amacıyla yapan Mümin bedeviler ile bunu savaşa katılmama karşılığında yapan münafık bedeviler mukayese edilmektedir (Gül, 2005). Netice itibarıyla Medine Çevresindeki Bedeviler, Medineliler ile yakın özelliklere sahiptirler. Nüzul sürecinin sonu itibariyle çoğunluğunu gerçek müminler oluşturmaktadır; ancak içlerinde şiddetli münafıkların bulunduğu da bir gerçektir. Kur’an ayetleri çerçevesinde yaşanan sosyal ve siyasi hadiseler, Medine çevresinde yaşayan bedevilerin büyük ölçüde bu model topluma adapte olmaları, bu toplum içinde hazmedilmelerini sağlamıştır. Medine’ye uzak bölgelerde yaşayan bedeviler Medine Dönemi’nin ilk yıllarındaki hicret emri Bedevileri de içeriyordu. Hz. Peygamber Müslüman olan Bedevilere Medine’ye hicret etmelerini emretmiştir (Nesâî, Biat, 23). Ancak Medine’deki nüfus artışına engel olmak için, Mekke’nin Fethinden sonra, hicret mecburiyeti ortadan kaldırıldı. Gelen heyetlerin, Medine’de bir süre kaldıktan sonra, tekrar kabilelerine dönmeleri istendi. Zira Mekke’nin Fethine kadar, Müslüman olanların Medine’ye gelmesinin istenmesi üzerine, Medine’nin nüfusunda büyük artış olmuştu (Kapar, 1999). Medine’den uzak bölgelerde yaşayan Esed, Gatafan vb. kabilelere gelince; onlar olanca güçleri ile Müslümanlara düşmanlık etmeyi sürdürmüşlerdir. Mekke’nin Fethi (8/630) bu Bedeviler için Arabistan’daki en yakın müttefiklerini kaybetmeleri anlamına gelmekteydi. Müslümanların Arabistan’da hâkim güç olması, İslam’a o zamana kadar uzak duran bedevilerin tavırlarında İslam lehine değişiklik ortaya çıkardı. 9. yıla kadar her fırsatta Müslümanlara saldıran, çeşitli defalar savaşan Esed ve Gatafan kabileleri “Heyetler yılı” diye anılan bu yılda Medine’ye bir heyet göndererek Müslüman olduklarını bildirdiler (Esed, 1995; Gatafan, 1996). Müslüman olmalarının altında 300 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI yatan sebep güvenlik endişesinden ibarettir (Taberî, 1405: XXVI,142). Kalbi tasdikin bulunmadığı, sadece dil ile ikrardan ibaret olan bu Müslümanlık ayette şöyle tasvir edilmektedir: “Bedeviler ‘iman ettik’ dediler. De ki, ‘iman etmediniz. Ancak teslim olduk.’ deyiniz. Henüz iman kalplerinize girmemiştir. Şayet Allah ve Resulüne itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir…” (Hucurât, 49/14–18). Bedeviler Tebük Seferi (9/630) ile bu defa Arabistan dışından gelebilecek destek ümidini kaybetmişlerdi. Müslümanların muzafferiyetinin perçinlendiği bu siyasi ortam, gerçek bir teslimiyete ulaşamamış bedevilerin küfür ve nifaklarını artırmıştır. Bu sefer münasebetiyle nazil olan ayette Medine’nin kâfir ve münafıkları ile Bedevilerin kafir ve münafıkları şöyle mukayese edilmiştir: “Bedeviler küfür ve nifak bakımından daha ileri, Allahın, elçisine indirdiklerinin sınırlarını bilmeme hususunda daha öndedirler. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir (Tevbe, 9/97). Küfür ve nifakın, şartlara göre artması veya azalması, sertleşmesi veya hafifleşmesi söz konusudur (es-Sa’di, 2000: I, 349). Göçebe hayat tarzının getirdiği şartlar Bedevileri dinî öğretilere karşı nispi olarak daha kapalı, daha kavrayışsız kılmaktadır (Kutub, ty: VII, 379–380). Çölde öncelikli konu varlığını korumak olduğundan bedevinin düşüncesi bu çerçevede şekillenir. Bedevi, hayatını kendisi sayesinde sürdürebildiği kabilesinin değerlerine mutlak itaat etmek zorundadır. Bedeviler kendini ifade etme, fikri mücadele, bunun sonucu olarak etkileme-etkilenme, olumlu veya olumsuz anlamda değişme imkânından, şehirde mevcut olan her anlamda çeşitlilikten mahrumdurlar.4 Var olan düzeni devam ettirmenin imkânsız hâle gelmesi bazı bedevileri nifaka yönlendirmiştir. Ancak nifak, imana doğru atılmış bir adım olarak da değerlendirilebilir. Çünkü bu sayede Müslümanlardan etkilenmeye açık bir duruma geçmişlerdir. Bedevilerin nifakının şiddetine gelince; Medine’den uzakta yaşamak küfrü gizlemeyi, yani nifakı daha kolay hâle getirmekte, dolayısıyla onları değişim ve gelişme imkânından mahrum bırakmaktadır. Neticede onlar nifaklarını Medine’de Müslümanlarla beraber yaşayan, imanları her an sınanan Medineli münafıklara göre daha rahat gizleme imkânına sahip olmaktadır (Seâlebî, ty: II,149). ____________________________________________________________________ 4 Yerleşik hayat yaşayan insanların kendilerini ifade alanları daha geniştir. Zira Kur’an ayetlerinde de görüldüğü gibi onlar dinin temel esaslarını ilişkin itirazlarını açıkça ifade etmektedirler (Sebe, 34/3; Kaf, 45/2–3; Furkân 25/4–8; Hicr, 15/6–7; Furkân, 25/4–8; Hicr, 15/6–7; Zuhruf, 43/31; Kaf, 45/2– 3. Onların küfürlerini ifade etme alanı şaşkınlıktan başlayıp, tereddüt, şüphe, alay, hakaret, inkâr; sonra da çeşitli şekilleriyle fiili mücadele şeklinde tezahür ederek çeşitlilik arz eder (Neml, 27/67– 68; Hicr,15/6–7; Enbiyâ, 21/36; Sad, 88/4–5; Yâsîn, 36/48; Sad, 88/16; Enfâl, 8/30). 301 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT Bedevilerin sosyal hayatta kaba, görgüsüz ve anlayışsız insanlar oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim çeşitli rivayetlerde, yukarıdaki Tevbe Suresi’nin 97. ayeti ile bedevinin kabalık ve görgüsüzlüğü arasında irtibat kurulmaktadır (Taberî, 1401: XI, 4). Ayrıca Hucurat Suresi’nin 4. ayeti, Hz. Peygamber’in dinlenmeye ihtiyacı olup olmadığını düşünmeksizin gece-gündüz demeden onu rahatsız eden, haber göndermeden odasının önüne gelip dikilerek oradan Hz. Peygamber’e bağıran, sürekli kendileriyle ilgilenilmesini isteyen bedevileri uyarmaktadır. Buna ilaveten kaynaklarda, bedevilerin Hz. Peygamberle olan ilişkilerindeki kaba ve görgüsüz tavırlarıyla ilgili çokça rivayet bulunmaktadır. Bedevilerin bu özelliklerine dair şu rivayet örnek olarak verilebilir: Bir ganimet taksimi sırasında Benü Temîm’den Zü’lhuveysıra adında bir adam Allah Rasulüne “Ey Muhammed, adil ol!” demiş, Hz. Peygamber “Yazık sana! Ben adalet yapmıyorsam kim yapar? Eğer adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim.” demişti (Buhârî, Menâkıb: 22). Allah Resulü’nün Bedevilerin kabalık görgüsüzlük ve cehaletleri karşısında nezaketli davranışıyla, onlara İslami değerleri telkin etmeyi, bu insanları kazanmayı amaçlamıştır. Bu yüzden bedevilerin İslami değerleri benimseme sürecinde Hz. Peygamber’in onlara karşı şahsi tavrının büyük etkisi olmuştur. Zira Allah Rasulünün onlara gösterdiği nazik muamele, ihtilafları giderme hususunda gösterdiği üstün zekâ, çeşitli konularda aldığı siyasi tedbirler onun ismini umumun kabulüne mazhar kılmış, şöhreti Arap Yarımada’sına baştan başa yayılmıştı (Arnold, 1971: 71). Hz Peygamber’in bedevilere karşı bu şahsi tavrı hususunda sadece iki örnek vermek istiyorum: Hz. Peygamber müminlere namaz kıldırırken bir bedevi, “Ey Allahım, Muhammed’e ve bana merhamet et. Bizden başka birine merhamet etme.” diye dua etti. Hz. Peygamber selam verince, Allahın rahmetini kastederek, “Geniş olanı daralttın.” diyerek onun hatasını düzeltti. Aynı bedevi, namaz sonrası Hz. Peygamber ashabıyla mescitte otururken, kalkıp mescide bevletmeye başladı. İnsanlar ona bağırarak mani olmaya çalıştılar. Hz. Peygamber, “Bevlini kesmeyin, onu bırakın.” deyince, onlar da bıraktılar. Bedevi işini bitirince, Allah Resulü onu yanına çağırıp şöyle dedi: “Bu mescitlerde ne küçük ne de büyük tuvalet doğru değildir. Bunlar Allah’ı zikre, namaz ve Kur’an okumak için kurulmuştur.” Oradakilerden birine, bir kova su getirmelerini emredip, getirilen suyu oraya döktü. Sonra da ashabına, “Siz kolaylaştırıcı olarak gönderildiniz, zorlaştırıcı değil.” (İbn Mâce, Taharet: 78; Buhârî, “Vudu”: 57) ifadelerini kullandı. Bir defasında bir bedevi Hz. Peygamber’e yetişip ridasını şiddetle çekti. Bedevinin ridayı şiddetle çekmesinden dolayı, ridanın kalın kenarı Peygamber’in boynunda iz bırakmıştı. Bundan sonra bedevi, Hz. Peygamber’e: “Yanında bulunan Allah malından bana bir şey verilmesini emret” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber bedeviye doğru (şefkatle) bakıp gülümsedi, sonra ona biraz dünyalık verilmesini emretti (Buhârî, Hums: 19). 302 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Medine Dönemi’nde yaşanan sosyal ve siyasi hadiseler sonucu, güçlerinin sonuna kadar İslam’a karşı mücadele eden bu bedevilerin bir kısmı, nüzul süreci sonunda zahiren de olsa teslimiyetlerini ifade ederek Müslümanların otoritesini kabul etmişler; her şeye rağmen küfrüne devam edenlerin ise düşmanlıkları sınırlandırılmıştır. Ancak bu, sadece sosyal ve siyasi alanda bir mücadele değildir. Bu mücadele kavramsal bir dönüşümle birlikte gerçekleşmiştir. Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Sürecinde Kavramsal Değişim Kur’an Cahiliye Dönemi’nde fazilet kabul edilen birçok anlayış ve âdeti reddederken, temel hükümlerine aykırı olmayan bazılarını da kabul etmiştir (Cahiliye, 1993). Söz konusu dönemin kabul edilen erdemlerine o, kendi değer hiyerarşisi içinde yeniden düzenleyerek, ayıklayarak yeni fonksiyonlar kazandırmış, bir yörünge etrafında yepyeni denge ve sentezlere varmıştır (İzutsu, 1997:110-111). İslam’dan önce Allah inancı, soyut bir telakki iken İslam, Allah’a iman çerçevesinde varlığın farklı yüzlerini birleştirmiş ve yalnızca bir Tanrı telakkisi değil, bütün bir dünya görüşü getirmiştir (Aydın, 2001: 31). Bedevî aklı için bu dünya mevcut yegâne dünya ve zihinlerindeki ebediyet, ilk planda bu dünyada ebedî bir hayat iken (Mesela bk: el-Câsiye, 45/23–24; el-En’âm, 6/29) ahiret inancı ile ebedi hayatı var oluş ufkunun ötesindeki bir sahaya kaydırmıştır (İzutsu, 1997: 72). Kur’an Allah’a imana dayalı yeni bir ahlak anlayışı getirdi. İslam öncesi Araplar belli bir ahlak duygusuna sahiptiler; ancak nazari temelden yoksun bu anlayış her şart altında davranışları tanzimde aciz kalıyordu. İslam ahlakının temelindeki bir ve tek olan Allah’a iman, onların, ahlaki fikirlerinin altındaki temel varsayımlardan kurtulmalarını sağlıyordu(İzutsu, 1997:71). Bedevi hayatının temel taşı olan kabilecilik anlayışı Hz Peygamber’in uygulamaları ile yıkılmıştır. Zira o, İslam davetinin başından itibaren muhatapları arasında ayrım yapmamış, adalet ve eşitliği gözetmiş, görevlendirmelerde bu işe ehil olan her kabileden görevliler tayin etmiştir (Kapar, 1999:18). Allah Resulü bir taraftan kabileciliği etkisiz hâle getirirken, diğer taraftan kabilenin alternatifi olarak inancı ortaya koymuş, insanlar arasındaki bağı inanca dayalı hâle getirmiştir (Demircan, 2009: 37-39). Böylece İslam, kabile asabiyetini aileye ve dine yönlendirmiştir(Alî, 1993: I, 398). Toplumdaki asabiyet ortadan kaldırıldığı için, kabilecilik aşılıp sınırlar genişlemiş, insanlar kabilelerine göre değil, “Medine ehli”, “Mekke ehli”, “Kuba ehli” gibi bulundukları şehir adlarıyla anılmaya başlamıştır (Kapar, 1999: 24). Din kardeşliğinin kan bağına dayalı kardeşlikten daha önemli telakki edilmeye başlanmasıyla kabilenin yerini ümmet almıştır (Demircan, 2009: 46). İslam öncesinde kullanılan “ümmet” kavramı, esas olarak kabile ve milletle eş anlamlı olup öncelikle kan bağına dayalı bir arada yaşama mecburiyeti olan bir toplumu ifade ederken terim, 303 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT İslam ile Allah’ın birliğine inananların toplumuna ad olarak, yeni bir anlam kazandı (Mensching, 2006: 563). Kabilenin alternatifi olarak “ümmet” içindeki ilişkiler, nesebe değil ortak ülkü ve yönelişe dayanır. Müslüman bireyin, bir alt sosyal çevre olarak kabileye bağlı kalmasında engel yoktur (Demircan, 2009: 37-38). Çünkü kabilenin faydalı sosyal işlevleri de söz konusudur (Arslan, 2005: 269). Hz. Peygamber kan bağına dayalı ilişkileri ortadan kaldırmak yerine ıslah ve düzenleme yoluna gitmiş, toplumu bir arada tutan ortak değerler olarak onları yerine göre kullanmıştır (Demircan, 2009: 37-38). İslam öncesi Arap kabile toplumunda var olan akrabalar arası sıkı ilişki İslam’la birlikte daha kuvvetli bir şekilde tesis edilmiştir (Mensching, 2006: 570). Câhiliyye Dönemi ataerkil yapısı İslam ile büyük bir değişikliğe uğramamış; aile büyüklerinin saygınlığı devam etmiştir. Temel fark, her koşulda akrabayı destekleme anlayışı yerine haklı olanın desteklenmesi, yanlış olanın düzeltilmesi anlayışı olmuştur (Demircan, 2009: 48). Hz. Peygamber “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” şeklindeki Arap atasözünü kullanarak, bu söze, zalim kardeşine zulmünü engellemek suretiyle yardım etme anlamını vermiş; (Buhârî, Mezâlim, 5) böylece Arapların dünya görüşünün temel ilkelerini ifade eden bu atasözünü yeni bir muhteva kazandırıp evrenselleştirmiştir (Şimşek, ty: 256). İslam, bedeviler arasında mera kapma, riyaset ve şeref, kabile otoritesini genişletme isteği gibi sebeplerle ortaya çıkan kabile savaşlarını (eyyâmu’l-Arab) ortadan kaldırmıştır. Savaş konusunda daha öncesinde mevcut olmayan, ganimet için değil Allah için olması, savaştan önce kan dökülmemesi için teklifte bulunulması gibi bazı kayıtlar koymuştur. Ayrıca İslam, harp tarihinde daha önce düşünülmesi bile mümkün olmayan, düşmana bile adil davranmak, tahripten kaçmak, savaşa katılmayanlara dokunmamak, insanlık şeref ve haysiyetine yakışmayan hareketlerden uzak durmak, esirlere iyi muamelede bulunmak gibi insani prensipler vaaz etmiştir (Kazıcı, 1996: 96). İslam’dan önce tüm asil özelliklerin kavmi oluşturan bireylerde değil, kavmin kendisinde bulunduğu kabul edilir; ahlaki faziletler, daha çok babalardan ve atalardan miras olarak kalırdı (İzutsu, 1997: 90-94). İslam ile kabile dayanışmasından bireyselliğe doğru bir değişim olmuştur. Çünkü Kur’an’daki ahlaki prensipler bireyi hedef alır. Dini ayakta tutan bireydir, herkes kendi davranışlarından sorumludur(Mensching, 2006:571). Kıyamet gününde herkes şahsi olarak Allah’ın huzuruna çıkacak, şimdi çok değer atfedilen kan bağları anlamsız ve yararsız hâle gelecektir(İzutsu, 1997: 90, 94). Ayrıca infak ve zekât gibi ibadetlerle ferdin güçlendirilmesi ve böylece yeteneklerin açığa çıkarılması söz konusudur. Diğer taraftan dini görevler, kolektif bilinç oluşturarak aşırı ferdiyetçiliğin zararlarını önlemekte, dayanışma ve bağlılık duygularını geliştirmektedir (Aydın, 2001: 93-94). Mürüvvet kavramı çöl hayatının atmosferi ile iç içe geçmiş ve çölün tüm faziletlerinin bileşkesini temsil eden bir kavramdır. Cömertlik, yiğitlik, cesaret, sabır, 304 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI güvenirlik, doğru sözlülük gibi faziletleri içeren mürüvvet idealini İslam samimiyetle tavsiye etmekte, bu kavrama bütün zararlı aşırılıklardan sıyırıp daha medeni bir biçim kazandırmakta, Müslümanların giderek büyüyen topluluğu içinde onu yeni bir ahlaki enerji olarak ortaya koymaktadır (İzutsu, 1997). Cesaret bedeviler için gerektiği an başvuracakları bir ahlak ve tabiatı ifade eder (İbn Haldûn, 2004). Çöl hayatının tehlikeleriyle her zaman yüz yüze olan bedeviler, kendilerini, ailelerini ve mallarını savunmaya ihtiyaç duyarlar. Onları cesarete sevk eden budur. Ayrıca cesaret akranlar arasında büyük bir konum, oğullara ve torunlara övünç kazandırır (Ha’zal, 1968: 19). Ayrıca onlar isimsiz cesareti veya şairler adını anıp propagandasını yapmadan hendeğe düşüp ölen meçhul kişinin cesaretinin değerini takdir etmez ve anlamaz (el-Yesûî, 1932). İslam, bir Cahiliye erdemi olan cesaretin tüm aşırılıklarını kesip atarak onu tipik bir İslami erdem yapmıştır. Cesaret, cesaret göstermiş olmak için gösterilen, büyük ölçüde gemlenemeyen kontrol dışı bir hareket iken İslam ile mazisindeki enerjisinin bir zerresini kaybetmeden kendine has bir değişim geçirmiştir. Artık cesaret körü körüne, başına buyruk, kontrolsüz bir hareket değil; hak dine hizmet, ulvi bir hedefe yönelik, soylu, disiplinli, Allah yolunda gösterilen bir tavırdır (Tevbe, 9/13-15; 123). Böylece Cahiliye’de mesnetsiz olan cesaret duygusuna Kur’ân ona belirli bir yön vermiştir (İzutsu, 1997: 114). Cömertlik İslam’dan önce körü körüne, karşı konamaz, gayri ihtiyari bir davranıştı; ne derece aşırı ve ani olursa o derece hayranlık uyandırırdı. İslam, cömertliği bir erdem olarak kabul etmektedir. Ancak İslami bir vasıf olması için, cömertliğin Cahiliye Dönemi’ndeki özelliği olan düşüncesizlikten kurtulması gerekir. Ayrıca iki cömertlik anlayışı arasında temel bir fark vardır. Bu fark ise, İslam’ın, gösteriş için yapılan cömertçe eylemleri reddetmesidir. Mühim olan cömertliğin kendisi değil, altında yatan saiktir. Kendini beğenmişlik ve gururdan kaynaklanan cömertçe hareketler değerden yoksundur. Buna ilaveten cömertlik müsriflik derecesine varırsa erdemliliğini kaybeder, bayağı bir kötülük hâlini alır(Bakara, 2/264; İsrâ 17/26-27). Böylece bedevilerde fıtraten mevcut olan cömertlik ve misafirperverlik gibi duygular zem ve övgü odaklı olmaktan çıkarılmış, bir dengeye kavuşturulmuştur. Zekât bu eski cömertlik güdüsü için yeni bir çıkış yolu göstermiş, o içgüdünün aşırı enerjisini güçlü bir biçimde tanzim etmiştir(İzutsu, 1997: 80-82). Hilim Cahiliye Dönemi’nde çoğunlukla ahmaklık ve budalalık kabul edilirken İslam döneminde fazilet kabul edilmiştir(Cahiliye, 1993). Bedeviler her zaman ufak bir kışkırtma ile aşırılığa itilebilecek fevri insanlardır. Allah’a içten iman ise hilmin, ahlaki hayatın dayanağı haline gelmesi için sağlam bir zemin olmuştur (İzutsu, 1997: 55). 305 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT Sabır ve onun devamı olan kayıtsızlık ve kaygısızlık, çölde yaşama imkânı bahşeden bir özelliktir (Hitti, 1995: I, 45-47). Bedeviler için sabır, bir isteği karşısında duraklama anlamında değil, daimi bir tahammül, saldırgan tabiata karşı sürekli bir savaş, düşman unsurlara galebe, çölün vahşetinden korunma anlamına gelmektedir (el-Yesûî, 1932: 109). Bu durumda bedeviler için sabır, dış dünyaya, tabiat şartlarından kaynaklanan zorluklara karşı söz konusudur. Zira ırza yönelik her hangi bir tehdit karşısında intikam almakta tereddüt edilmez. İslam bu bedevi âdetine belli bir dinî istikamet vermek suretiyle onu kendisinin en belli başlı erdemlerinden biri haline dönüştürdü. O da Allah yolunda sabırdır (Bakara, 2/249-250; Âli İmran, 3/146). Böylece sabır, inanç uğruna ölüme veya diğer herhangi bir acıya dayanmayı mümkün kılan ahlaki bir güce dönüştü.Sabır sayesinde Müminler kâfirlere ve her türlü ayartıcı dünyevi şeylere karşı kararlı bir direniş tavrı takınmaktadırlar (İzutsu, 1997: 147-148). Bedevilerde sadece dış dünyanın güçlüklerine yönelik olan sabır anlayışı, öfke, nefis ve şeytanın baskısını da içine alacak şekilde genişletilmiştir. Ahde vefa Bedeviler için adeta bir dindir. Kişi kabilesine vefalı olmalıdır. Zira o, kabilesi sayesinde çölde varlığını devam ettirebilir. Bir tehlike anında kabilesi ona yardım edecek, gerektiğinde onun intikamını kabilesi alacaktır (Alî, 1993: I, 403-404). Bu yüzden kabileden biri yardım istediğinde sorgulamadan hemen hareket geçmeli, kabile ileri gelenlerine katılmasa bile onlara itaat etmelidir (Watt, 1986: 27-29). Ayrıca zemmedilme, ayıplanma korkusu da vefalı olmayı gerektir. Bedeviler ihanetle suçlanmaktansa yok olmayı tercih ederler; çünkü sözünde durmamak ayıp ve kötü olarak kabul edilir (Alî, 1986: I, 403-404). İslam, bedevilere has vefa erdemini önemli bir ahlak kuralı olarak benimsemiş, bünyesinde ona çok yüksek bir şeref payesi vermiştir. Ancak İslam, sadece benimseme ile yetinmeyip bu eski erdemi kendine has yoldan olgunlaştırıp onu tevhidi inanış arkına kanalize etmiştir. Müminlerin kendi aralarındaki sosyal ilişkilerde, Allah ile insan arasındaki dikey ilişkide olmak üzere bedevi fazileti vefa, İslami hüviyet kazanmıştır(İzutsu, 1997: 126). Sonuç ve Değerlendirme Bedevilerden söz eden ayetlerin üslup ve içeriği, bu ayetlerin nüzul sebepleri, konu ile ilgili tarihi bilgiler birlikte değerlendirildiğinde, Kur’an’da iki farklı bedevi karakterinden söz edildiği sonucuna ulaşılabilmektedir. Bu iki bedevi karakterinden birincisi, Medine civarında yarı göçebe hayat yaşayan, karakter bakımından daha mutedil, Müslümanlarla ilişkileri genel olarak olumlu olan bedevilerdir. Diğeri ise, Medine’ye uzak yerlerde tam göçebe hayat yaşayan, karakter bakımından daha sert ve katı, İslam ile olan ilişkileri genel olarak olumsuz olan bedevilerdir. 306 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bedevilerin İslami değerleri benimsemesi, sosyal ve siyasi hadiselerin paralelinde gerçekleşmiştir. Hicret’e müteakip Müslümanların siyasi bir güç olmasıyla İslam’a yaklaşan Medine çevresindeki Bedevilerin tereddüt ve kararsızlıkları, Müslümanların siyasi gücünün artmasıyla zaman içinde azalmıştır. Mekke’nin Fethi ve Tebük Seferi, yıllardır düşmanlıklarını devam ettiren Medine’ye uzak bölgelerde yaşayan Bedevilerin iç-dış destek umutlarını söndürmüş ve onları 9. yıldan itibaren İslam’a yaklaştırmıştır. Nüzul süreci sonunda Medine çevresinde yaşayan bedeviler büyük ölçüde İslam toplumuna adapte olmuşlar; Medine’den uzakta yaşayan bedeviler ise kontrol altına alınmışlardır. İslam’ın bedevi hayat tarzında gerçekleştirdiği değişim, dünya görüşünün temelini teşkil eden kavramların mahiyet ve içeriğindeki anlamlandırma farklılığına dayanmaktadır. Ancak İslam’ın bu değişimde bedevi hayatına ait her unsuru ortadan kaldırmamış, bunlar ıslah ve düzenleme yoluna gidilerek, yerine göre bunlardan istifade etmiştir. İslam, bedevilerdeki olumlu ahlaki özellikleri, içeriklerindeki olumsuz unsurlardan arındırarak kabul etmiş, onları sağlam bir zemine dayandırmış, içeriklerine yeni anlamlar dâhil ederek onlara belli bir istikamet vermiştir. Bedevilerden her ne kadar gerçekten iman etmiş, Müslüman toplumla kaynaşmış olanlar çıkmışsa da bu, bütün bedeviler için söz konusu olmamıştır. Bedevilik bir düşünce ve davranış tarzı olarak Hz. Peygamber’den sonra da devam etmiş, tarih boyunca Müslümanların sosyal ve siyasi hayatlarında çeşitli şekillerde ortaya çıkmıştır. Hz. Ali Dönemi’nde ortaya çıkan Haricilerin çoğu bedevilerden meydana geliyordu. Müslümanların birlik ve beraberliğini bozan, yıllar süren isyan hareketinin faili olan bu insanların karakterlerine, çöl hayatının şiddet, zorluk ve mahrumiyeti yansımış, bedevi hayat tarzı onları haşin ve sert mizaçlı, uyumsuz, teennisiz, muhakemesiz kimseler hâline getirmişti (Algül, 1991: II, 520). Onların düşünce ve davranış tarzıyla ilgili şöyle bir örnek verilebilir. Hanımıyla beraber yolda giden Hz. Peygamber’in ashabından olan bir kişiyi durdurup sorgulamışlar, Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali hakkındaki düşüncesini sorup öğrenince, hanımıyla beraber ikisini ağaca bağlayarak hunharca öldürmüşlerdi. Onları öldürmek için bir hurma ağacının altına götürürken ağaçtan bir hurma düşmüş, biri gayri ihtiyari onu alıp ağzına koyunca, diğeri hurmayı sahibi helal etmeden ve ücretini vermeden yememesi gerektiğini ona hatırlatmış, o da derhâl ağzındaki hurmayı çıkarıp yere atmıştı (Algül, 1991: II, 517). Bazı araştırmacılar Hariciler ile Taliban arasında bağlantı kurmakta; Hanefi olmasına rağmen Taliban zihniyetinin doğduğu şartlar ile İslam’ın ilk yüzyılında Hariciliği doğuran şartların rahatlıkla birbirleriyle mukayese edilebileceğini ifade etmektedirler (Büyükkara, 2001). Konu ile ilgili başka bir örnek de Vehhabiliktir. Arabistan topraklarındaki bedeviler 20. yüzyılın başlarında iskâna geçirilmiş, Vehhabi âlimleri tarafından eğitildikten sonra Abdülaziz b. Suud’un önderliğinde başlattıkları, 1926 yılına kadar 307 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT süren mücadele sonunda Suudi topraklarının bugünkü sınırlarına ulaşmışlardır. (Büyükkara, 2004). Vehhâbiliğin bedevi hayat anlayışı ile uyumlu olmasının, onun kolay yayılması ve siyasal boyut kazanmasının sebeplerinden biri olduğu ifade edilmektedir (Vehhabilik, 1996). Hz. Peygamber Dönemi’nde bedevilerle yapılan söz konusu mücadeleden, onun bedevilerle sadece bilgi ve kavram düzeyinde bir mücadeleye girişmediği görülmektedir. Allah Resulü bedevilerle olan mücadelesinde aynı zamanda belki de öncelikle sosyal ve siyasi tedbirlere başvurmuştur. Dolayısıyla bedeviliğin günümüze yansımaları ile ilgili olarak da konunun bilgi ve inanç meselesinden önce sosyal ve siyasi boyuta sahip olduğu vurgulanmalıdır. Bedevilerin İslami değerleri benimseme sürecinden hareketle değerleri inşası ile ilgili şöyle bir sonuca ulaşılabilir: İnsanların psikolojik yapıları, kişilik özellikleri sosyal ve iktisadi yapıyı etkilediği gibi sosyoekonomik yapı da fertlerin kişilik özelliklerini etkilemektedir.5 Bu çalışmada elde edilen sonuç da meseleleri bu şekilde karşılıklı ilişki ve etkileşim içinde ele alan İbn Haldûn’un görüşünü doğrulamaktadır. Ancak Bedevilerin İslam ile olan ilişkisinde dış etkenlerin asli belirleyici olduğu görülmektedir. Yani Medine çevresindeki bedevilerin çoğu, Müslümanlar belli bir siyasi güce eriştiğinde Müslüman olmuş, Müslümanların siyasi gücünün artmasıyla İslam’a olan bağlılıkları artmıştır. Medine’ye uzak yerlerde yaşayan bedeviler Arabistan içinde ve dışında Müslümanlara karşı ittifak kuracağı kimse kalmayınca Müslüman olmuş, hatta Hz. Peygamber’in vefatı ile irtidat etmiştir. Buna karşın Mekke’deki Müslümanların İslam ile olan ilişkisinde iç etkenler asli belirleyici olmuştur. Bu insanlar dış dünyadan gelen çeşitli baskılara karşı iç dünyalarının sesine itibar etmişlerdir. Onlar Müslüman olduğu için aile ve kabilesinden dışlanan, işkenceye maruz kalan, bu uğurda sahip olduğu her şeyi kaybeden buna rağmen Müslüman olmaktan vazgeçmeyen insanlardır. Dolayısıyla Mekke’deki ilk Müslümanların tutumuyla bedevilerin tutumu dikkate alındığında, değerlerin değişmesinde sağlıklı ve doğal ve ideal olan yolun, iç etkenlerin belirleyiciliği olduğu anlaşılmaktadır. Son olarak Hz Peygamberin bedevilere davranış tarzı önemli mesajlar içermektedir. Peygamber her ne olursa olsun insandan ümidini kesmemiş, Allah’ın koyduğu fıtri kurallar çerçevesinde İslami değerleri inşa için mücadele etmiştir. Vahiy tarafından desteklenen peygamberin onlarla olan mücadelesinin sonucuna bakıldığında, insanı dilendiği gibi şekillendirilecek bir varlık olarak görmenin naifliği ortaya çıkmaktadır. ____________________________________________________________________ 4 308 İbn Haldûn’un bu görüşünün, onun en orijinal yönü olabileceği ifade edilmektedir (Kazak, 1999: 166) ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Avcı, C. (2008). Muhammedü’l-Emin Hz Muhammed’in Peygamberlik Öncesi Hayatı. İstanbul: Hayy Kitap. Alî, C. (1993). el-Mufassal fî Târîhi’l-Arab Kable’l-İslâm. y.y. Aydın, M. (2001). İslam’ın Tarih Sosyolojisi İlk İslam Toplumunun Şekillenişi. İstanbul: Pınar Yayınları Arnold, T.W. (1971). İntişar-ı İslam Tarihi. Ankara: Akçağ Yayıncılık. el-Alûsî (t.y.). Bülûğu’l-Ereb fi Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab. Beyrut: Dâru’l-Kütübi-l İlmiyye. Arslan, M. (2005). “İslam’ın İlk Döneminde Toplumsallaşma Olgusuna Sosyolojik Bir Bakış: Kardeşleştirme Örnek Olayı”. İslami Araştırmalar, 18(3), 251-274. Algül, H. (1991). İslam Tarihi. İstanbul: Gonca Yayınevi. Algül, H. (1996). “Gatafan”. DİA, (ss.399-400). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. el-Buhârî, (1987). es-Sahîh (Cilt I-VI). Beyrut: Dâru İbn Kesîr. el-Beydâvî, (1996) Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl (Cilt I-V). Beyrut: Dâru’lFikr. Büyükkara, M. (2001). “Bir İnanç ve İmaj Sorunu Olarak İslam’ın ‘Taliban’cası’”. İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu 7-9 eylül 2001, Erzurum, Günümüz İnanç Problemleri içinde. (s. 277-287) Büyükkara, M. (2004). “11 Eylül’le Derinleşen Ayrılık: Suudî Selefiyye ve Cihadî Selefiyye”. Dinî Araştırmalar, 7 (20) s. 205-234. Büyükkara M.A. (2012). “Vehhabilik”. DİA, (ss.611-615). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. el-Cevherî, (1984). es-Sıhâh Tâcu’l-Luğa ve Sıhâhu’l-Arabiyye. Beyrut: Dâru’lIlm li’l-Melâyîn. Demircan, A. (2009). Kabile Topluluklarından Akide Toplumuna. İsanbul: Beyan Yayınları, Erkut, A. (2010) Kur’an’da Bedevilik. (Yayımlanmamış doktora tezi). Selçuk Ünivesitesi/ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya. Fayda, M. (1992). “Bedevi”. DİA, (ss.311-317). İstanbul : Türkiye Diyanet Vakfı. Fayda, M. (1993). “Câhiliye”. DİA, (ss.17-19). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. 309 Kur’an ve Sünnet Çerçevesinde Bedevilerin İslami Değerleri Benimseme Süreci • Dr. Abdülkadir ERKUT el-Feyyûmî, (ty) el-Misbâhu’l-Münîr fî Ğarîbi’ş-Şerhi’l-Kebîr li’r-Râfiî. Beyrut: elMektebetü’l-Ilmiyye. el-Ferrûh, Ö. (1983). Târîhu Sadri’l-İslam ve’d-Devleti’l-Emeviyye. Beyrut: Dâru’lIlm lil Melâyîn. Gül, A. (2005). “Kur’an’daki İnfak Kavramının Anlam Yelpazesi”. Dinî Araştırmalar, 8 (22), 239-261. Hasan, H. (1411). Târîhu’l-İslâm, es-Siyesiyyu ve’-Diniyyü ve’s-Sekafiyyü ve’lİctimâiy. Beyrut: Dâru’l-Ciyl. Hüseyin, T. (2003). Cahiliye Şiiri Üzerine. Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Ha’zal, H. (1968). Târîhu’l-Cezîrati’l-Arabiyye fî Asri eş-Şeyh Muhammed b. Abdilvehhâb. Beyrut: Dâru’l-Mektebeti’l-Hilâl. İbn Fâris, (2002). Mu’cemu Mekâyîsi’l-Luğa (Cilt. I-VI). Y.y.: İttihâdu’l-Küttâbi’lArab. İbn Manzûr. (ty) Lisânu’l-Arab. Beyrut: Dâru Sâdır. İbn Haldûn. (2004.) Mukaddime. Ankara: Yeni Şafak Kültür Armağanı. İbn Hacer. (1379). Fethu’l-Bârî (Cilt: I-XIII). Beyrut: Dâru’l-Ma’rife. İzutsu, T. (1997). Kur’an’da Dinî ve Ahlaki Kavramlar. İstanbul: Pınar Yayınları. İbn Kesîr. (1401). Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm (Cilt I-IV). Beyrut: Dâru’l Fikr. İbn Mâce. (ty). es-Sünen. Beyrut: Dâru’l-Fikr. Kallek, C. (1995) “Esed”. DİA, (ss.363-365). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı. Kapar, M. (1999). “Hz. Peygamber Toplumunu Meydana Getiren Unsurlar”. Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 9, 13-28. Kazıcı, Z. (1996). İslam Kültür ve Medeniyeti. İstanbul: Timaş Yayınları. Kutub S. (ty). Fî Zılâli’l-Kur’ân. İstanbul: Hikmet Yayınevi. Kutub, S. (2010). Yoldaki İşaretler. İstanbul: Pınar Yayınları. Kazak, İ. (1999). İnsan-Toplum-İktisat. Adapazarı: Değişim Yayınları. el-Kurtubî. (1372) el-Câmi’ li- Ahkâmi’l-Kur’ân (Cilt I-XX). Kahire: Daru’ş-Ş’ab. Mahmasânî. S. (1981). el-Evdâu’t-Teşrîıyye fi’d-Düveli’l-Arabiyye Mâdîhâ ve Hâdıruhâ. Beyrut: Dâru’l-Ilm li’l-Melâyîn. Mâturîdî. (2009). Te’vîlâtu’l-Kur’ân. İstanbul: Mizan Yayınevi. 310 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Mehrân, M. (1980) Dirâsâtün fi Târîhi’l-Arabi’l-Kadîm. el-Memleketü’lArabiyyetü’s-Suûdiyye: Câmiatü’l-İmâm Muhammed b. Suûd. Müslim. (t.y.). es-Sahîh (Cilt I-V). Beyrut: Dâru İhyâî’t-Türâsi’l-Arabî. Mevdûdî, E. (1996). Tefhîmü’l- Kur’ân (Cilt I-VII). İstanbul: İnsan Yayınları. Mensching, G. (2006). “İslamın Sosyolojisi”. İslami Araştırmalar, 19(4). Montagne, R. (1950). Çöl Medeniyeti. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Nesâî, (1986). es-Sünen. Haleb: Mektebetü’l-Matbûati’l-İslâmiyye. Philip, K. (1995). Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi. İstanbul: İFAV. Polat, S. (1988) “Hz. Peygamber’in (a.s.) İttifak, Teminat ve Antlaşmalarındaki Diplomatik Taktikler”. Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 5, 105-128 es-Sa’dî, A. (2000). Teysîru’l-Kerîmi’r-Rahmân fî Tefsîri Kelâmi’l-Mennân. y.y: Müessesetü’r-Risâle. es-Seâlebî, A. (ty). el-Cevâhiru’l-Hısân fî Tefsîri’l- Kur’ân. Beyrut: Müessesetü’lÂ’lemi li’l- Matbûât. Şimşek, M. (ty). Günümüz Tefsir Problemleri. Ty: Kitap Dünyası. Taberî. (1405). Câmiu’l Beyân an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân (Cilt I-XXX). Beyrut: Dâru’lFikr. Tekin, M. (2009). “Kur’an-ı Kerim’de Bedevilik-Dinî Sosyolojik Yaklaşım”. Avrupa İslam Üniversitesi İslam Araştırmaları (Islamic University of Europa Journal of Islamic Research), 2, (3) 102-114. Watt, M. (1986). Hz. Muhammed Mekke’de. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Yazır, M. (ty). Hak Dîni Kur’ân Dili (Cilt I-IX). İstanbul: Yenda Yayın-Dağıtım. el-Yesûî, L. (1932). Nefsiyyetü’l-Bedvi Kable’l-İslâm. Meşrik. 32, 107-109. Zekeriyyâ, A. (1983). Aşâiru’ş-Şâm. Dımaşk: Dâru’l-Fikr. Zemahşerî. (1995). el-Keşşâf an Hakâiki Ğavâmizı’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vücûhu’t-Te’vîl (Cilt I-IV). Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l- Ilmiyye. 311 V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - B Salonu Cuma - 17:00 - 18:00 Oturum Başkanı Prof.Dr. Kemaleddin TAŞ / Süleyman Demirel Üniversitesi Günümüzde Değer Üretme Problemi ve Öneriler Prof.Dr. Şakir GÖZÜTOK / Yüzüncü Yıl Üniversitesi Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Tanımlamak ve Öğretmek Mümkün mü? Değer Eğitimi Yaklaşımları Bağlamında Bir Analiz Dr. Mahmut ZENGİN / Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Yeni Ortamda Şahsiyet ve Toplumsal Değerler Sisteminin Yeniden Değerlendirilmesi İhtiyacı Doç.Dr. Yagut ALİYEVA / Bakü Devlet Üniversitesi Dr. Sevinç ALİYEVA / Bakü Devlet Üniversitesi Günümüzde Değer Üretme Problemi ve Öneriler Prof.Dr. Şakir GÖZÜTOK Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Günümüzde Değer Üretme Problemi Değer, kıymet bildiren bir isimdir ve bir şeyin önemli olduğunu göz önünde bulundurmayı ifade eder. Değer, duygusal kuşatma içinde iyi veya kötü kıymet hükmüne dayanan bir kaliteyi belirtir (Collins, 2003: 371). Değerin iki anlamı vardır der John Dewey, birincisi, aslına ulaşmak için bir müddete zarfında bulunan bir düşünceyi kazanma durumunu bildirir. Bu bütün bir tecrübenin adıdır. Bu duygu içinde değer, bir takdir ve bir değerlendirmedir. Fakat aynı zamanda değer, açıkça bir entelektüel aksiyonu yani bir karşılaştırma ve hüküm vermeyi de ifade eder. Bu, bütün bir tecrübe yok olduğunda meydana çıkar ve bir durumun değişik fırsatlarından hangisinin gerçeğin tamamına veya neyin hayati tecübeye ulaşmaya öncülük edeceği sorusunun ortaya çıkmasına sebep olur (Dewey, 1959: 144). O hâlde değer, bütün hayati tecrübenin ürettiği bir hüküm ve yargıdır. Kişinin sahip olduğu kıymet ve yargı, onun hem düşünce yapısını hem de karakterini ortaya koyduğundan, değerler eğitimi aynı zamanda karakter eğitimiyle içiçe görülmüştür. Kişi için karakterli biri denildiğinde, kişinin ahlak kalitesi, ahlaki değer ve ahlaki düşünme yeteneği söz konusu ediliyor demektir (Encyclopedia of Education: 259). Aslında karakter veya kişilik, davranış eğilimlerinin dinamik bir bütünüdür. Bu davranışların büyük bir kısmı “iyi” veya “kötü” şeklindeki yargılarla değerlendirildiğine göre, bu tür yargılara konu olan davranışlara ahlaki davranış denilmektedir (Güngör, 1975: 17). Ahlaklı davranış ise, bir bakıma zekâlı davranış demektir. Çünkü insan kendisinin ve başkalarının davranışları hakında düşünen ve birtakım yargılara varan varlıktır (Güngör, 1975: 14). Bu anlamda değer, davranış, tutum ve tavırlarımıza yol gösteren, rehberlik eden inanç ve kurallardır. Eylem ve davranışlarımızın yerinde olup olmadığını, güzelliğini, ahlakiliğini belirlemeye hizmet eden ilke ve standartlardır (Hökelekli, 2011: 285). Ahlak ile değer arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Zira bütün ahlaki hükümler aynı zamanda birer değer hükmündedir (Güngör, 1993: 21). Değer, bir inanç olmak bakımından dünyamızın belli bir kısmıyla ilgili idrak, duygu ve bilgilerimizin bir terkibi demektir. Fakat değer, inancın spesifik bir şekli olmak itibarıyla ondan daha yukarıda bir zihin organizasyonudur. Şöyle ki bir değer Günümüzde Değer Üretme Problemi ve Öneriler • Prof.Dr. Şakir GÖZÜTOK bir tek inanca değil, bir arada organize olmuş bir grup inanca tekabül eder. İnsanlara yardımcı olmanın iyiliği hakkındaki inancımız bizim insan ilişkileriyle ilgili çeşitli hayat tecrübelerimizden doğmuştur ve bunun içinde birden fazla inancın (insanın kıymetine olan inanç, iyilik yapmanın vicdan huzuru vereceğine olan inanç, yardımseverliğin barışa yol açacağına olan inanç, Tanrı’nın yardım edenleri sevdiğine olan inanç vs.) katkısı vardır (Güngör, 1993: 19). Değer, kişi ile dış dünya arasındaki münasebetin görüntülerinden ibarettir. Benlik kavramı da başka insanlarla münasebet sayesinde doğar, çünkü tek başına kalmış bir insanın başka insanlar ile ilgili bir fikri olamaz. O hâlde benliğin yani kişiliğin kazanılması sosyal bir hadisedir ve toplum içinde gerçekleşir (Güngör, 1975: 26). Değerlerin bir kaideler sistemi olduğunu ifade ettik. Kişi belli bir zihnî oldunluğa eriştiğinde davranış kaidelerini bir sistem hâlinde benimser ve artık hem kendisini hem de başkalarının davranışlarını bu sisteme göre değerlendirir. İşte vicdan dediğimiz iç kontrol mekanizması böylece teşekkül etmiş demektir. Vicdan, bizi hem ahlaki davranışta tutarsızlıktan kurtarır, hem de dışarıdan kontrol olmadan da ahlâklı davranmamızı sağlar (Güngör, 1975: 58, 59). Vicdan da bir kaideler sistemidir; bu sistem insanın kendi davranışları veya başkalarının davranışları hakkında “doğru” veya “yanlış” şekilde yargılara varmasına yarar (Güngör, 1975: 57). Din ile ahlakın, kişinin yapmakla mükellef ve mecbur bulunduğu birçok davranışlar ortaya koyduklarına dikkat edilince aralarındaki sıkı ilişki hemen fark edilecektir. Bu sebeple din ile ahlakın ayrılmaz bir bütün sayılmasını olağan karşılamak gerekir (Pazarlı, 1980: 31). Dinin gerçek amaçlarından biri de ahlaklı fert yetiştirmek ve güzel ahlakı yerleştirmektir. Buna işaret etmek üzere Allahu Teâla, Peygamber Efendimize hitaben: “Sen yüce bir ahlaka sahipsin” (Kalem, 68/4.) diye vasıflandırarak, peygamberliğin önemli bir sıfatının üstün ahlak olduğuna ve dolayısıyla inanan insanların da bu vasıflara sahip olması gerektiğine işaret etmiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz de dinin nihai hedefinin bu yüce gayeyi gerçekleştirmek olduğuna işaret etmek üzere: “ Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurmuştur (Hanbel, 2/381). Batı dünyasında bir zamanlar mazlumların, ezilenlerin ve kölelerin isyan çığlığı ve adalete susamış insanların haykırışı olan ve Tanrı’nın önünde herkesin eşit olduğunu ilan eden Hristiyanlıkla birlikte Kilise de ezilenlerin adına konuşurdu. Fakat bu ulvi haykırışın anlamını yitirmesi için uzun bir zamanın geçmesi gerekmedi. Maalesef Kilise, bir müddet sonra “sezarın emrine girdi. Yığınları uyuşturmak, ayaklanmaları önlemek, imtiyazları meşrulaştırmak için yalan söyletti Tanrı’ya. O cihanşümul din, Ortaç Çağ’da bir avuç derebeyinin fetvacısı” olmuştu (Meriç, 1978: 30). İnsanların bir yanda krallara ve derebeylerine yaranma çabası, diğer yandan kilise ile iyi geçinme gayreti sebebiyle, Batı dünyasında şahsiyetlerde bir bölünme yaşamış 316 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ve bu da ciddi bir ahlaki erozyona sebep olmuştur. Pispokos Lewis bu dönemdeki şahsiyet bölünmüşlüğünü şöyle ifade etmektedir: “Bir beden iki kutsal figür arasında paylaşılmıştı: Bunlardan biri kral, diğeri ise papazdı” (Dawson, 1968:222). İnsanların bu derece horlanması ve kişiliksiz bırakılması, peşinden şahsiyet oluşturma arayışlarını doğurmuştu. Bu durum ilk ciddi karakter ve ahlak eğitimi problemini doğurmaktaydı. Artık Rönesans’la başlayan liberalizm ve ferdiyetçilik, kişinin özgürlüğünü savunmanın yanında yıktığı doğmaların yerine yeni kutsallar ikame etmeye çalışıyordu ki, bu da bilimdi. Bundan böyle insanlar semavi mesajlar ile değil dünyadan devşirdikleri bilgilerle kendilerine yön vereceklerdi. Sekülarizasyon olarak da ifade edilen bu anlayış, hayatın sadece sosyal ve siyasi alanlarını değil kültürel alanlarını da kuşatıyordu. Hayatın her alanından kovulan dinin yerine Auguste Comte, rasyonalit bir din kurmaya çalışmış ve “Pozitivizmin İlmihali”ni bile yazmıştı (Comte, 1852). Zira tabiat boşluğu kabul etmez dinin ve dinin beslediği ahlaki kaideler sosyal hayattan tard edilince, ahlâksız ve kontrolsüz bir toplumun doğması endişesi ortaya çıkmıştı. Kant’ın ahlak felsefesi ile ilgili çabalarını da bu meyanda yorumlamak mümkündür. Aslında dinlerin ve tabiatüstü inançlarını kendilerine göre yanlış bulan veya dinin sadece tek tek fertlerin bir vicdan meselesi olduğunu söyleyenler bile ahlakın önemini ve gerekliliğini inkâr etmezler (Güngör, 1975: 20). Ahlak ve ahlaka dayalı karakter, tarihin derinliklerinden bu güne sürekli önemli görülmüş, ebeveynler, eğitimciler ve bütün toplum ve kültürlerdeki vatandaşları ilgilendirmiştir. Ancak eğitimciler ve özellikle Amerikadaki eğitimciler, 1640 yılı ile 1940 yılları arasında akademik anlamda ahlak eğitimi ile uğraşmışlardır. Bu yaklaşık üç yüz yıllık süreçte baskın olan eğitim metodu, uygulamayla destekli ve tekrara dayalı öğretimle birlikte işlenmiştir (Encyclopedia of Education: 259). Dinî argümanlardan sıyrılmış bir değer eğitimi, daha çok demokratik eğitimini bir parçası olarak görülmüş ve iyi bir vatandaş yetiştirmek için gerekliliğine inanılmıştır. Günümüzde de bazılarına göre değerler, demokratik vatandaşlık eğitiminin ayrılmaz bir parçasıdır (Doğanay, 2012: 74). 1900’lü yılların başlarında Amerikalı filozof, psikolog ve eğitimci John Dewey ve diğer ilerlemeci eğitimciler, değer ve ahlakı yansıtan ve analitik düşünceyi içeren bu amacı geliştirdiler. Onlar, karakteri inşa etmek için uygulamalı öğrenmeye dayalı değer üzerinde yoğunlaştılar (Encyclopedia of Education: 259). Kuzey Amerika’da 1919 yılında bir grup eğitimci araştırmacılar bir araya gelerek “Karakter Eğitimi İş Birlikçileri” birliğini oluşturdular (Plan, 1922: 4). 1900’lerin başından itibaren ahlak eğitiminin amaç ve yöntemleri konusunda çalışmalar yapılmaktadır. Bu dönem öncesinde de okullarda öğrencinin akademik başarısını artırmak ve vatandaşlık bilincini geliştirmek amacıyla ahlak eğitimi yapılmıştır. Değer ve ahlak eğitimi İkinci Dunya Savaşı sonrası geleneksel yöntemlerle devam etmiştir. 1960’ın ortalarında ABD’ de Sidney Simon ve arkadaşları tarafından geliştirilen Değer Açıklama Yaklaşımı, 317 Günümüzde Değer Üretme Problemi ve Öneriler • Prof.Dr. Şakir GÖZÜTOK 1970’lerin başlarında Kohlberg ve arkadaşları tarafından geliştirilen ve uygulanan Adil Topluluk Okulları gibi yaklaşımlar ile telkine dayalı değer öğretimine alternatif öğretim yolları geliştirilmiştir. 1980’lerden sonra vatanseverlik, aile, sorumluluk ve güven gibi geleneksel değerlere dönuş başlamış, 1992 yılında ise Lickona tarafından karakter eğitimi akımına yeniden dikkatler çekilmiştir (Akbaş, 2008: 13). Öneriler Küçük çocukta vicdan yoktur, fakat küçük çocuğun hayat tecrübesi onda teşekkül edecek olan vicdanın kuvvetini belirler. Vicdan herkeste aynı kuvvette değildir; bazı kimseler büyük bir suç işledikleri hâlde vicdanları onları fazla rahatsız etmez, bazıları da en ufak bir kabahat işleyince büyük bir suçluluk duygusuna kapılırlar. Vicdandaki bu gevşeklik veya sertlik, özellikle çocukluk çağında görülen eğitime bağlıdır (Güngör, 1975: 59). O hâlde çocuklara değer eğitimi ailede başlatılmalı ve hayat boyunca sürdürülmelidir. Bunun için de hem ailede, hem okulda ve hem de sosyal hayatta toplumun sahip olduğu kültür kodlarının belirlediği ahlaki değerlerin yozlaşmasının da önüne geçilmelidir. Değer eğitiminin en ideal şekli, ferdi vicdanının oluşturduğu kaideler sistemi ile toplum vicdanını uzlaştırmak, yani toplumun kötü bulduğu şeylerle ferdin kötü bulduğu şeyler arasındaki farkı kaldırmaktır. Bu bir idealdir ve hiçbir toplumda tam olarak gerçekleştirilmesi imkânı yoktur. Fakat ahlaki davranıştaki bozukluklar, çok defa iki değer sisteminin çatışmasından değil, ferdin ahlaki şuurundaki eksiklikten ileri gelir (Güngör, 1975: 63). O hâlde ahlâki bilgi ve şuurun kazandırılmasına yönelik gayretler artırılmalıdır. Çocuk, ahlakı ve değerleri model edindiği insanları taklit etmek yoluyla öğrenmektedir. Bu modeller ise, çok defa anne-baba veya evde kendisini büyüten kimsedir. Çocuğun bunlarla olan münasebetlerini ahlaki davranışın ilk örnekleri sayabiliriz (Güngör, 1975: 54). Model şahsiyetin eğitimdeki önemini Comenius şu ifadelerle çok güzel açıklamaktadır: “Hiç bir kimse, eğri bir cetvel tahtası ile nasıl doğru bir çizgi çizemezse; orijinal hatalı olduğu zaman da, yani yanlış bir örnekle, onun doğru benzerini meydana getirmeğe de muvaffak olamaz” (Comenius, 1964: 191). Bu açıdan dinler, işin başlangıcında bile ideal bir model şaysiyete sahiptirler ki bunlar birer peygamberdir. O hâlde değerler eğitimi mutlaka dinî ahlak ile desteklenmelidir. Aksi takdirde tamamen teorik veya hayali ideal model portleri çizilecek ve böyle bir modelin taklit edilmesi neredeyse imkânsız olacaktır. Popüler kültürün, kitleleri peşinden sürükleyici ve bağımlılık yaratıcı özelliği vardır. Tüketim ve gösteriş, zevk ve eğlence onun kabul ettiği en üstün değerdir. Çoğu zaman millî ya da evrensel hiçbir değer ve ilke tanımayan bir olgusallıkla ürünlerini pazarlarlar. Gerçekte kitleler popüler kültürün alıcısı değil, kurbanı ya da bağımlısı 318 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI durumundadırlar. Düşünme, değerlendirme ve seçmeye değil, hoşlanma ve iyi vakit geçirmeye dayalı ilişki söz konusudur. Böyle bir kültür yabacılaşma vasıtasıdır (Hökelekli, 2011: 27). Bu kültür de çok zaman medya aracılığı ile sunulmaktadır. Bu konuda medya üzerinde de çalışılmalı ve değerler açısından hassasiyet göstermeleri sağlanmalıdır. Günümüzde değerler eğitimi çoğu kez okullarda okutulması gereken bir müfredat konusu ve problemi olarak görülmektedir. Bu yüzden bazı kimselere göre sınıf ve okul, iyi ya da kötü ahlaki atmosfer oluşturan bir topluluktur ve öğretmen bu toplulukta ahlakın uygulanması ve kültürlemede anahtar rol oynamaktadır (Yazıcı, 2006: 508). Kohlberg’e göre ahlak eğitimi, okulda çocuk ve gençlerin ahlaki bilişsel yapılarını (ahlaki akıl yürütme evreleri) geliştirmeye yönelik bir çabadır (Doğanay, 2012: 75). Oysa ahlak eğitimi, yalnızca okul ile öğretilecek bir husus değildir. Toplumun her katmanında işlenen ve fertleri çepeçevre çevreleyen bir anlayışın ortak yönlerini ifade eder. Bu nedenle, fertler, aileler, okul ve hatta sokakta bu eğitim gerçekleşmelidir. Aksi takdirde değerler, yalnızca okula has resmî bir hüviyete büründürülmüş olarak görülecek ve resmî bayramlara olan ilgiden fazla bir ilgi görmez hâle gelecektir. Yukarıda değerlerin kaideler bütününden oluşan bir sistem olduğunu ifade ettik. Zira değer, bilgi, duygu ve davranış bütünlüğünden oluşmaktadır. O hâlde değerlerin tek tek ve münferiden ele alınıp işlenmesi zihinlerde değerlerin parçalanmasına neden olabilmektedir. Söz gelimi, başkalarına yardım etmeyi bir değer olarak kabul eden kişi, cinsel serbestliği şahsi zevklerinin bir tatmini olarak görebilmektedir. İnsanlara değerlerin bir bütün teşkil ettiği birbiriyle bir gergefin işlenişi gibi içten içe irtibatlı olduğu öğretilmelidir. KAYNAKÇA Ahmed b. Hanbel (1993). el-Müsned (2. Tab). Beyrut: Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî. Akbaş, O. (2008). “Değer Eğitimi Akımlarına Genel Bir Bakış”. Değerler Eğitimi Dergisi, Cilt: 6, No: 16, Aralık. Collins, John W. (2003 ). Greenwood Dictionary of Education. Ed.: III and Nancy Patricia O’Brien, London: Greenwood Press. Comte, A. (1852). Pozitivizmin İlmihali. (Çev. Peyami Erman). İstanbul: M.E.B. Yay. Dawson, C. (1968). The Making of Europe An Introduction to The History of European Unity. New York: The World Publishing Company. Dewey, J. (1959). Dictionary of Education. Ralph B. Winn (ed.). New York: Philosophical Library. 319 Günümüzde Değer Üretme Problemi ve Öneriler • Prof.Dr. Şakir GÖZÜTOK Doğanay, A.; Seggie, F. N. ve Caner, H. A. (2012). “Değerler Eğitiminde Örnek Bir Proje: Avrupa Değerler Eğitimi Projesi”. Uluslararası Eğitim Programları ve Öğretim Çalışmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3. Güngör, E. (1975). Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk. İstanbul: Ötüken Yay. Güngör, E. (1993). Değerler Psikolojisi. Amterdam: Hollanda Türk Akademisyenler Derneği Yay. Hökelekli, H. (2011). Değerler Psikolojisi ve Eğitimi. İstanbul: Timaş Yay. Comenius, J. A. (1964). Büyük Didaktika (Didaktica Magna). Ankara: M.E.B. Basımevi. Meriç, C. (1978). Mağaradakiler. İstanbul: Ötüken Yay.. Pazarlı, O. (1980). İslâmda Ahlâk (2. Baskı). İstanbul: Remzi Ktb. Character Education Methods. (1922). Washington: Character Education Institution. Yazıcı, K. (2006). “Değerler Eğitimine Genel Bir Bakış”. TÜBAR Dergisi, XIX. 320 Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü? Değer Eğitimi Yaklaşımları Bağlamında Bir Analiz Dr. Mahmut ZENGİN Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Giriş Yaşadığımız çağda iletişim ve teknoloji imkânlarının gelişmesinin bir sonucu olarak farklı toplumların birbirleriyle daha fazla ilişki içerisinde olduğu bir gerçektir. Küreselleşme olarak ifade edebileceğimiz bu durum birçok alanda önemli değişimleri de beraberinde getirmiştir. Bu değişim süreci, insanlara ve toplumlara siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan önemli kazanımlar ve fırsatlar sunduğu gibi birtakım sorunları ve meydan okumaları da beraberinde getirmiştir. Arabacı’ya (2007, 301) göre, bu küreselleşme olgusunun bir de değerler boyutu bulunmaktadır ki, toplumların mevcut değerlerinin yerine kendi değerlerini teklif etmektedir. Bunun bir yansıması olarak da değerlerin anlam ve kapsamına dair değişimler kendini göstermekte, adalet, güven, saygı, sevgi gibi geleneksel değerlere vurgu ya azalmakta ya da bu değerlere yüklenen anlamlarda kaymalar olmakta, aynı zamanda demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi yeni birtakım değerler ön plana çıkmaktadır. Böyle bir durumda artık yeni neslin daha önceki nesilden çok daha karmaşık bir durumla karşı karşıya olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Bu karmaşık durumla baş edebilmesi için farklı kurumlardan beklentiler de farklılaşmıştır. Okul, öğrenci, öğretmen ve ailelerin bu süreçteki rollerinde de önemli değişimler beklenmektedir. Özellikle eğitim alanında öğrencilerin dünya ile etkileşimlerinde iyi ve doğru tercih yapabilecekleri ortamların ve programların hazırlanması bir ihtiyaç olarak sıklıkla dile getirilir olmuştur. Toplumsal değişim değerlerin yeniden ele alınmasını ve değer öğretiminin önem kazanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Değer kavramı siyasetten iş dünyasına, tıptan akademiye, eğitimden medyaya kadar birçok alanda insanların üzerinde sıklıkla konuştukları gözde kavramlardan birisi olmuştur. Değerlere dönüş, değerlere sahip çıkma, değerleri yaşatma gibi söylemlerle değerlere vurgu her geçen gün artmakta, her alan kendi perspektifinden bu konuyla ilgilenmektedir (Arslan ve Tunç Yaşar, 2006: 9). Meseleye eğitim açısından baktığımızda da dünyada farklı isimler altında uygulanan ancak hepsi de genel çerçeve Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü?... • Dr. Mahmut ZENGİN olarak aynı hedefe odaklanmış bulunan değerlerin eğitimi konusu ülkemizde de son yılların önemli ve güncel konularından birini oluşturmaktadır. Eğitim Şuralarında tavsiye kararları alınmakta ve bunların uygulanmasının önemi üzerinde durulmakta, öğretim programlarına değer eğitimi ile ilgili boyutlar eklenmekte, okulların ve öğretmenlerin bu süreçte sorumluluklar üstlenmesi beklenmektedir. Bu bildiri, süregelen gelişmelerin bir sonucu olarak okullara değerler eğitimi ile ilgili yüklenmek istenen bu sorumluluğu farklı açılardan tartışmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda okullarda değerler eğitiminin çerçevesini çizebilmek için “değer” kavramının anlaşılmasına, değerler eğitimine ihtiyaç hissettiren gerekçelerin tespit edilmesine, herkes için geçerli olabilecek değerlerin tespit edilip edilemeyeceğine yönelik tartışma ve argümanların incelenmesine ihtiyaç vardır. Ayrıca değerler eğitiminin genel bir çerçeve olarak kapsamının ne olabileceği ve nasıl bir süreçle yürütülebileceğine dair bir bakış açısı da sunulmaya çalışılacaktır. “Değer” Kavramı Herkes için geçerli uygun değerleri tanımlamaya yönelik bir girişimin belli zorlukları olmakla birlikte bu konudaki analizlere zemin oluşturması için değer kavramını anlamaya ihtiyaç bulunmaktadır. Nitekim insan gerçeğinin bir olgusu olan değer kavramı, ahlak ve değerler üzerine yapılan çeşitli araştırmalarda farklı boyutları ile inceleme konusu yapılmıştır. Değerlerin yapısı, kaynağı, işlevi, öznellik veya nesnelliği gibi konular tartışılmış ve birbirinden farklı değerlendirme ve bakış açıları ortaya konulmuştur. Değerler konusundaki bu farklı bakış açıları nedeniyle değer tanımları da farklılık göstermektedir. Şimdi bu tanımlar üzerinde genel hatlarıyla durmaya çalışalım. Değerler, genel bir çerçeve olarak insan davranışlarını belirleyen ilkeler, davranışları yönlendiren genel kılavuzlar olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda değerlerle ilişkisi olmayan hiçbir davranışın olmadığını belirtmek mümkündür. Örneğin, insanın dürüst olmasını ve dürüst davranmasını belirleyen değer dürüstlüktür. Dürüstlüğün bir değer olarak kabul edilmesi kişiyi dürüst olmaya zorlamaktadır (Uysal, 2008: 68; Halstead, 2005: 4). Değerler, aynı zamanda bir kişinin insanları, onların niyetlerini veya davranışlarını değerlendirirken başvurduğu kriterler, karar vermedeki referans noktaları olarak ele alınmaktadır. Bu noktadan bakıldığında değerler, değer yargılarında bulunduğumuz kriterleri ve değer yargılarının dayandığı ilkeleri ifade etmektedir (Güngör, 1998, 28; Halstead, 2005: 4-5). İnsanlara yardım eden bir kişiyi “iyi insan” olarak tanımlamamız iyiliği bir değer olarak kabul etmemiz ve bunu yapanları bu değerle nitelendirmemizle ilişkilidir. Bu bağlamda iyinin kendisi bir değer, bununla insanları nitelemek de bir değer yargısıdır (Uysal, 2008: 68). 322 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Veugelers ve Vedder (2003: 379) ise, değerleri, neyin iyi neyin kötü olduğuna dayanan temel inançlar şeklinde ele almakta, değerlerin hazza dayalı kişisel tercihlerin ötesinde az ya da çok kişinin çevresiyle kurduğu ilişkiyi açık ve sistematik şekilde açıklayan inançlar olarak değerlendirmektedir. Sosyolojik açıdan ise genel olarak değer, kişiye ve gruba yararlı, kişi ve grup için istenilir, kişi veya grup tarafından beğenilen şeyler olarak tanımlanmaktadır (Aydın, 2011: 39). Literatürde bu tanımlar dışında farklı tanımlar da bulmak mümkündür. Ancak bu tanımlardan hareketle değer kavramı hakkında şu değerlendirmeyi yapmak mümkündür: Değer kavramı, insani varlık alanına özgü bir kavramdır ve yapıp eden bir varlık olarak insanın bütün yapıp etmeleri mutlaka bir ‘değer’ ile ilgilidir (Uysal, 2003: 52). Bununla birlikte insanın eylem, tutum ve davranışlarının arkasında tek bir değer değil, bir değerler kümesi bulunur ve eylemler birbirleriyle ilişkisi bulunan değerlerin ortak sonucudur (Aydın, 2011: 44). Aydın’a göre (2011: 42), fert ve toplum hayatında genel olarak değerler sırayla yargılar, normlar, kurumlar ve eylemler şeklinde dışa yansımaktadır. Bir uçta değerler, diğer uçta eylemlerin yer aldığı bir olgular dizini söz konusudur. Değerler yargılara, yargılar normlara, normlar kurumlara ve kurumlarda eylemlere dönüşür. Bu şekilde değer fiilen gerçekleşmiş olur. Konuyu biraz daha açmak gerekirse, değerlerin soyut bir olgu olmaktan çıkıp ilk şekillendiği yer yargılardır. Bu bağlamda “Adalet iyi bir şeydir” örneğinde olduğu gibi bir şeyin iyi, güzel vb. kavramlarla ifade edilmesi değerlerin yargıya dönüştüğünü gösterir (Aydın, 2011: 42). Belirli şartlar içinde toplum üyelerinin neleri yapıp yapmayacaklarını gösteren kurallar olan normlar, değerlerin dışa yansımasının ikinci aşamasıdır. Normlar bir nevi değerlerin sosyal hayatta somutlaşmış biçimlerini ifade etmektedir (Arabacı, 2007: 302). Normlar bir kanaat veya yargı belirtmenin ötesine geçerek bir şeyin yapılması veya yapılmamasına yönelik mükafat ve cezaya işaret eder. Örneğin, insan hayatının önemli olduğuna ilişkin bir yargının ötesinde normlar, öldürmenin kötü ve bu fiili işleyenin de cezalandırılması gereğine ilişkin kural koyar. Bu bağlamda hukuk, değerlerin normatif dışa yansımasının en belirgin örneği olarak gösterilebilir (Aydın, 2011: 42). Belli ihtiyaç ve eylemlerin süreklilik kazanmış gerçekleşme şekilleri olan kurumlar, değerlerin dışa yansımasının üçüncü aşaması olarak ortaya çıkarlar. Örneğin; din, değerlerin norm ve kurumsallaşmış bir alanı olarak ele alındığında tevhid inancı en yüksek değer, namaz ise bu değerin yansımalarını üzerinde taşıyan kurumsallaşmış bir değerdir. Değerlerin dışa dönük son aşaması ise insan eylemleridir. Nitekim değerlerin bir bilgi olarak kalmaması ve eylemlere yansıması beklenir (Aydın, 2011: 42) 323 Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü?... • Dr. Mahmut ZENGİN Buraya kadar aktardığımız bilgiler ışığında özetle değerler, insan davranışlarını belirleyen ve yönlendiren ilkeler, insan, nesne vb. şeyleri değerlendirmeye imkân sağlayan, ölçek vazifesi gören kriter ve referans noktaları, iyi ve kötü hakkında bize bilgi veren ve yol gösteren unsurlar, insanı bireysel ve toplumsal yaşamında kontrol etmeye yarayan, dayanışmayı temin eden araçlar olarak ele alınabilir. Değerler Sınıflandırılabilir mi? Hangi Tür Değerlerden Söz Edilebilir? Değerler, insanın varlık alanlarının her boyutunda kendini gösterir. Dinî, siyasi, ekonomik, sanatsal vb. her alanda değerlerden söz edilebilir. İnsanın var olduğu ve eylemde bulunduğu her türlü durumdan dolayıdır ki, dinî değerler, kültürel değerler, toplumsal değerler, siyasi değerler, ekonomik değerler, bilimsel değerler gibi kategorik tasniflerle karşılaşmaktayız. Her alanın kendine özgü değerleri olmakla birlikte değerler hiyerarşisinde daha üst noktada bulunan ve yüksek değerler diye de tanımlanan değerler her alan için geçerlilik özelliği taşımaktadır. Örneğin; adalet, çalışma, saygı gibi değerler her alan için geçerlidir. Bu özellikleri nedeniyledir ki, başkalarının görüşlerine saygı duymak, hem ilmin, hem dinin, hem ahlakın hem de siyasetin bir değeri olarak görülebilir. Bu da çoğu zaman değerleri kesin bir kategorik tasnife tabi tutmanın güçlüklerine işaret etmektedir (Uysal, 2003: 54). Literatürde farklı değer sınıflandırmaları dikkat çekmektedir. Amaç (yüksek) ve araç değerler, evrensel ve yerel değerler, geleneksel ve modern değerler, ahlaki ve ahlaki olmayan değerler, toplumsal ve toplum üstü değerler, maddi ve manevi değerler bu sınıflandırmalardan bazılarını oluşturmaktadır (Lickona, 1991 & Mengüşoğlu, 1992: 198. & Aydın, 2011: 40) Değerlerin bu şekilde tasnif edilmesinde meseleyi öznel veya nesnel perspektiften ele almanın etkili olduğunu söyleyebiliriz. Değerlerle ilgili bu tasniflerde bir değerler hiyerarşisinin gözetildiği anlaşılmaktadır. Aydın’a göre (2011: 43-44), değerlerin sosyal hayatta işlevlerini yerine getirebilmesi için bu hiyerarşinin sağlıklı çalışması gerekir. Değerler insanın zihinsel dünyasında bir hiyerarşiye sahiptir ve en altta araç değerler bulunur. Bunların üzerinde ise yüksek değerler yer alır. Yüksek değerler de kendi içinde bir derecelenme ile nihai yüksek değerler şeklinde ele alınır. Yüksek değerler başat değerler olup işlevsel olarak sadece bir alanla ilgili kalmayıp diğer alanları da ilgilendirir. Dinde tevhit, siyasette demokrasi, ailede monogami, sosyal hayatta adalet nihai değerlerdir. Bunların hepsi diğer değerler üzerinde az çok etkili olurlar. Örneğin ailede demokrasiye, dinde adalete her zaman ihtiyaç vardır. Kurumların alt değerleri de bu nihai değerlerle ilişkilerini kurduklarında tam anlamlarını bulurlar. Değerlerle ilgili böyle bir hiyerarşik yapı ortaya konulmaya çalışılmış olmasına rağmen, belli bir toplum ve zamanda ve belirli koşullar altında hangi değerlerin daha öncelikli ve önemli olduğu ile ilgili bir çatışma her zaman var olagelmiştir. Hatta 324 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI toplumsal şartların değişmesine paralel olarak toplumdaki değerler hiyerarşisi de değişme gösterebilmiştir. Bir kişi belli bir toplumsal durumda önem verdiği ve diğer değerlere göre öncelik atfettiği bir değeri başka bir durumda önemsemeyebilir. Örneğin; güvenliği tehdit eden olayların yaşandığı dönemlerde güvenliğe önem artarken, bunların olmadığı bir dönemde bireysel özgürlükler daha öncelikli bir değer olarak görülebilir (Özensel, 2003: 235-236). Değerler Eğitimine İhtiyaç Var mı? Son dönemlerde değerler üzerine bu kadar vurgu yapılıyor olması, değerlere verilen değerin artmasından ziyade değerlere duyulan ihtiyacın artması olarak yorumlanabilir. Bir konuda çokça konuşuluyor olması, gerçekte o konudaki eksiklik ve zaafiyetin bir işareti sayılabilir. Toplumdaki temel göstergelere baktığımız zaman bilim ve tekniğin, uygarlık ve kültürün ilerlemesine ve gelişmesine paralel olarak bugünün dünyası kendisini insan olma yolunda aynı ölçüde ilerletebilmiştir demek zordur (Arslan ve Tunç Yaşar, 2006: 10-11). Büyük bir değişim ve dönüşüm yaşayan dünyanın yeni şartları değerler eğitimine olan ihtiyacı artırmıştır. En basit şekliyle günlük hayatta yaptığımız değerlendirmelerde değerlerle ilgili bazı duyarlılıklarımızın kaybolduğunu belirtiyor olmamız değerler eğitimi için bir gerekçe oluşturabilir. Yetişmekte olan genç nesil arasında gözlemlenen şiddet eğilimi, anne-babaya veya öğretmene karşı gelme, madde bağımlılığı, intihar, meşru olmayan cinsel eğilimler, kendine zarar verici davranışlar, sorumluluk bilincinde azalma gibi örnekler bu konuda tedbirler almak için uyarı niteliği taşımaktadır (Ekşi, 2003: 82-83). Bir toplumda değerlerin sarsılması, bazı değerlerin kaybolması ve önemini yitirmesi durumunda, çocuk ve gençlerin sağlam bir karakter ve bütünleştirilmiş bir kişilik geliştirmeleri zordur. Çünkü değerler, davranışlarımıza yön veren ilkeler ve standartlardır. Değerlerin zayıflaması ya da eksik öğrenimi, yeterince içselleştirilememesi durumunda kişilikler yetersiz ve etkisiz kalır, yeterince üretici ve yaratıcı olamadığı için, yıkıcı, saldırgan ve geriletici eğilimler güç kazanır. Bu nedenle insanın karakterini yüceltecek, iyi olma kapasitesini arttıracak ve onu erdemli kılacak olan bir eğitim olmadan, insanın kendi kendisine iyi işler başarması kolay değildir. Bu bakımdan her türlü eğitim öğretimin nihaî amacı, insanın erdeme ulaşmasına yardımcı olmak olmalıdır. İnsanın ahlak ve karakterinin yücelmesine hizmet etmeyen bir bilgi ve eğitim, bozucu ve yıkıcı etkilerden kendisini kurtaramaz (Hökelekli, 2006: 52). Ahlaki hayatın sağlıklı olması, bu hayatı yaşayanların ve yaşatanların sağlıklı olması anlamına gelmektedir. Etrafımızı kuşatan atmosferin temiz olması, o havayı soluyanlar için ne kadar önemli ise, değerlerin solunmasındaki temiz hava da o kadar 325 Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü?... • Dr. Mahmut ZENGİN önemlidir. Hava kirliliği nefes alıp vermeyi nasıl güçleştiriyor, kirlilik biyolojik hayat için nasıl bir tehdit oluşturuyorsa, ahlaki hayattaki kirlilik de değerler dünyasını öylece tehdit eder. Havayı kirleterek hayatı tehdit edenler biz insanlar olduğumuz gibi negatif değerleri de biz üretmekteyiz (Poyraz, 2006: 173). Günümüzde okul eğitimi, insan karakterini yüceltecek değerlerle yeterince donatılmış değildir. Daha çok bilgi depolama ve aktarma işlevi ile kendisini sınırlandırmıştır. Bilgi ve yaşam araçlarının çoğalmasına rağmen değerler alanının daralması ya da zayıflaması bireysel ve toplumsal birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Anomi, yabancılaşma, yaşamdan haz alamama, köksüzlük, değer patolojisi, varoluş bunalımı, manevi açlık, amaçsızlık gibi bilimsel kavramlar bu durumun bireylerin psikolojisinde meydana getirdiği sonuçları anlamada yeterli bir fikir vermektedir (Hökelekli, 2006: 53-54). İşte bu yüzden ahlak ve değerler eğitimi açık ve acil bir ihtiyaç olarak değerlendirilebilir. Herkes için Geçerli Değerleri Belirleme ve Öğretmenin İmkânı Değerlerin eğitimi ile ilgili dünyadaki gelişme süreçlerine bakıldığında pozitivist bilim anlayışının oldukça etkili olduğunu söyleyebiliriz. Pozitivist bilim anlayışının bir sonucu olarak “okul değerleri öğretmeli mi? sorusu oldukça sıkı bir şekilde sorgulanmış ve itirazlar yapılmıştır. Bilimsel bilgiye büyük değer verilip yüceltilirken, değer ve ahlak alanı bu süreçte güç kaybetmiştir. Ancak okulların değerleri öğretme ile ilgili sorumluluklarını sorgulayan bu düşüncenin kendi içinde tutarlı olmadığı anlaşılmıştır. Nitekim eğitimin veya okulların temel amacı nedir? şeklindeki bir soruya sadece birtakım bilimsel bilgileri öğretmek cevabını vermek bu konudaki sorumluluğu basite indirgemek olur. Çünkü eğitimin kendisi mahiyeti gereği değer yüklü bir aktivitedir. Üstelik toplum derin bir ahlaki problem içinde iken okulların seyirci kalması mümkün değildir. Ekşi de, (2003: 79) bunun doğal bir sonucu olarak gerek aileler ve toplum ve gerekse okulun başlıca amaçları arasında temel insani değerleri benimsemiş bireylerin yetiştirilmesine yönelik bir bakışın gerekliliğine işaret etmektedir. Buradan hareketle okulların iki temel amacından bahsetmektedir. Bunlar, akademik açıdan başarılı ve temel değerleri benimsemiş bireylerin yetiştirilmesidir. Buradan eğitimde bireyin bir bütün olarak ele alınmasının gerekli olduğuna vurgu yapabiliriz. Çünkü demokratik bir toplumda sağlıklı süreçler bireylerin sadece bilgili olmaları ile sağlanamaz. Onların aynı zamanda temel değerleri benimsemiş iyi insanlar olmaları gerekir. Demokratik yaşam biçiminde özgürlük önemli bir değer olarak görülmektedir. Bu bağlamda demokratik toplum ahlak ve değerlere daha fazla ihtiyaç duyar. Neticede ahlak özgürlüğün zorunlu bir sonucudur. 326 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Uysal (2003: 57), insanın bir yetenekler ve eğilimler varlığı olarak doğduğunu belirtmektedir. İnsan, nerede, ne zaman ve nasıl davranacağına dair bilgileri doğuştan getirmez. Bunun bilgisini insan aldığı eğitimle, çevreden aldığı etkilerle ve gözlemleriyle belli bir süreçte kazanır. Ahlaki davranışların farklı toplumlarda farklı biçimler alması ve farklı biçimlerde değerlendirilmesi de sonradan öğrenildiğinin göstergesidir. Buradan hareketle ahlakın bir eğitim işi olduğu söylenebilir. Bu eğitim sadece okuldan ve okulda verilen derslerden ibaret değildir. Toplumdaki tüm paydaşlar bu sürecin bir parçasıdır. Bir bakıma bütün toplum bir okul ve her bireyi de bu okulun bir öğretmeni ve öğrencisi kabul edilebilir. Ahlak ve değerlerin öğretilmesi, ilgili tüm paydaşların bir görevi olarak görülmekle birlikte günümüzde yaşanan gelişmelerin okulun değerler eğitimi sorumluluğunu artırdığını söyleyebiliriz. Bu sorumluluğun bir gereği olarak değerlerin öğretilip öğretilmemesinden çok hangi değerlerin, hangi yaklaşımlarla öğretilebileceği üzerinde çalışmalar yürütüldüğünü görmekteyiz. Değerler eğitimi ile ilgili farklı yaklaşımların ortaya çıkması da tam bu noktada kendini göstermiştir. Bu konudaki gelişmeye kısaca değinmeye çalışalım. Literatürde genel gelişim seyri de dikkate alındığında değer eğitimi ile ilgili üç temel yaklaşımdan bahsetmek mümkündür. Birincisi değer aktarma veya değerlerin doğrudan öğretimi olarak adlandırılabilecek, genel doğru kabul edilen birtakım değerleri öğrenciye aktarmayı amaçlayan, öğretmen merkezli, değerlerin telkin edilmesi ve davranış değiştirme yöntemlerini kapsayan yaklaşımdır. İkincisi, değer geliştirme veya gerçekleştirme olarak tanımlanan, öğrencilerin kendi yaşantı ve tecrübelerinden hareketle kendi değerlerini ve değerler sistemini kurmasını amaçlayan yüksek düzeyde öğrenci merkezli yaklaşımdır. Bu yaklaşım da kendi içinde değer açıklama/belirginleştirme, ahlaki muhakeme ve değer analizi boyutlarını içermektedir. Üçüncüsü ise her iki yaklaşımdan ve bu yaklaşımların metodolojisinden istifade eden bütüncül yaklaşımlardır. Karakter eğitimi ve adil topluluk okulları uygulamaları bu bütüncül yaklaşımlar içerisinde zikredilmektedir (Meydan, 2012: 113-135). Daha önce de değindiğimiz üzere pozitivizmin etkisiyle değerler konusu bilimin dışında bir alan olarak görülmüştü. Özellikle 1960’lı yıllarda bireycilik gelişme göstermiş, öznellik, otonomi, özgürlük, demokrasi kavramları güç kazanmıştır. Bununla beraber toplumda daha önce paylaşılan birtakım değerlerin ve bu değerlerin oluşturduğu değerler sistematiğinin doğrudan öğretildiği ve öğretmenin değerlerle ilgili model olduğu anlayış zayıflayarak yerine bireyin kendi değer tercihlerinin yerleştirilmeye çalışıldığı bir süreç yaşanmıştır (Lickona, 1993: 6). 1970’li yıllarda okulların değerleri öğretmesi ile ilgili olumsuz atmosfer dağılmış ve yeni bir formla yeniden gündeme gelmiştir. Ahlaki muhakeme, değer belirginleştirme gibi yeni yaklaşımların ortaya çıktığı bu dönemde değerlerin doğrudan 327 Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü?... • Dr. Mahmut ZENGİN öğretilmesi yerine kişiye önemli bir alan açılmıştır. Örneğin; değer belirginleştirme yaklaşımı, değerlerin empoze edilmemesini, öğrencilerin kendi değerlerini özgürce seçebilmeleri için onlara yardımcı olunmasını öngörürken, Kohlberg tarafından gündeme getirilen ve öğrencilerin ahlaki muhakeme gücünü geliştirmeyi hedefleyen yaklaşımda da öğrencilerin hangi değerlerin diğerlerinden daha iyi olduklarına dair karar verebilmeleri amaçlanmıştır (Lickona, 1993: 7). Her bir yaklaşım değerler eğitimine katkılar sunmakla birlikte önemli problemler de barındırmaktadır. Örneğin, değer belirginleştirme, zengin bir metodoloji önermesine rağmen, kişisel tercihler ile daha bağlayıcılık içeren ahlaki değerler arasındaki ayırımda başarısız olmuştur. Kohlberg, gerekli ancak iyi bir karakter için yeterli olmayan ahlaki muhakeme üzerine odaklanmış ve okulun ahlaki gelişimdeki rolünü yeterince dikkate almamıştır (Lickona, 1993: 7). 1990’larda ise değerler alanındaki bu göreceliliğin özellikle toplumsal alanda ve eğitim alanındaki olumsuz etkilerine bir eleştiri olarak daha bütüncül bir özellik arz eden yeni karakter eğitimi akımı ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımda bireye verilen özgürlük ve özerklik yanında bireyden toplumun paylaşılan değerleri ile bir uzlaşı içinde olması ve bir ahenk sağlanabilmesi öncelenmiştir (Lickona, 1993: 7). Değerler eğitiminde hangi değerlere öncelik verileceği ve hangi yaklaşımların kullanılacağı meselesinin, aslında toplumdaki bireylerin tamamının değerlere bakışı ve değerleri anlama biçiminin farklılaşması ile yakın ilişkisi bulunmaktadır. Durum böyle olunca okul, iki temel problem ve zorlukla karşılaşmaktadır. Bunlardan birincisi uygun değerleri tanımlamak ve okulda tutarlı bir yaklaşımı garanti etmektir. Çünkü değerler için belirlenmiş herkes için geçerli bir değerler listesi oluşturmanın önemli zorlukları bulunmaktadır. Hatta farklı kişi ve kurumların değerlerle ilgili öncelikleri birbirleriyle örtüşmemektedir. İkinci temel zorluk ise değerler eğitimi yaklaşımlarının, çocukların okul dışında, evden, medyadan ve akran gruplarından öğrendikleri değerlere yeterli düzeyde etki edememeleridir. Bunlara yeterli hassasiyet gösterilmediği zaman da çocukların bu farklı kaynaklardan değerler namına ne aldıkları ve öğrendiklerini hesaba katmamak anlamına gelmektedir (Halstead, 2005: 8-9). Uygun değerleri belirleme konusunda homojen toplum yapılarında açık bazı temeller bulmak çok zor değildir. Bu durumda çocuklar objektif bir gerçeklik olarak kendi toplumlarının değerleri ve bunların uygulamaları ile tanışmaktadırlar. Ancak çok kültürlü toplumlarda bu tür bir yaklaşım zorluklar içermektedir. Birtakım değerlerin varlığı ve önemi konusunda aynı düşüncelere sahip olunsa bile aynı değerleri paylaşma konusunda farklılıklar daha belirginleşmektedir. Buna rağmen en asgari düzeyde olsa bile bir ortak değerler ve davranış standartları bulmak mümkün gözükmektedir. Çünkü böyle bir durumu reddetmek toplumun varlığını reddetmek anlamına gelir. Temel bir sosyal ahlaklılık anlayışı, ortak bir hukuk sisteminin kabulü 328 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ve toplumun büyük bir çoğunluğunu içine alacak bir yönetim biçimi, bugünün toplumlarını ayakta tutmayı mümkün kılabilmektedir (Halstead, 2005: 6) Halstead (2005: 6-7), okulların kendi değerlerini tartışmak ve netleştirmek suretiyle onları toplumsal hale getirmekle ilgili görevlerinin karmaşık bir durum olmasına rağmen saygı ve sorumluluk gibi bazı değerleri tespit edip, bu değerlerin dışında insanlar için önemli olan ve öğretilmesini istedikleri diğer değerlerin de bir listesinin çıkarılabileceğini ifade etmektedir. Ona göre bu süreç, geniş ölçekli bir destek sağlamak üzere öğretmenler, idareciler, diğer okul personeli, aileler, öğrenciler ve toplum temsilcilerini bir araya getirmek için de büyük bir şans olarak değerlendirilebilir. Lickona da (1991), çocuklarımızın sahip olmasını istediğimiz ahlaki değerler konusunda aslında temel noktalarda anlaştığımızı belirtmektedir. Örneğin; onların yalan söylemesini, birilerine zarar vermesini hiç kimse istemez. Aksine doğru ve dürüst olmalarını, insanlara saygı göstermelerini ister. Her ne kadar toplumda değerler bir çatışma içinde olsa da, saygı ve sorumluluk gibi yüksek değerlerin günlük yaşamdaki görünürlükleri ortak bir ahlaki zemine sahiptir. Bu ortak zemini kabul etmek, okullarda değerler eğitimini yapmak için temel bir adım olabilir. Uzlaşmayı Güçleştiren Bir Konu Olarak Değerlerin Kaynağı Sorunu Değer konusu, felsefe tarihinde tartışılan teorik bir konu olmasının yanında modern toplumun birçok pratiğinde değer çatışmaları şeklinde de tezahür edebilmektedir. Bir toplum içerisinde yaşayan tüm insanlar için birtakım değerlere sahip ve bağlı olmak bir tür zorunluluktur. Toplumsal hayatı mümkün kılan da bir nevi bu paylaşılan değerlerdir. Ancak modern insan için ortak değerlerden söz etmek güçleşmektedir. Hayatını kendi aklıyla düzenleyebileceği düşüncesinden hareketle ideal tip ve modelleri kabul etmeme eğiliminde olan modern insanlar da bir arada yaşamak zorunluluğuna tabidirler (Toku, 2002: 102). Kısacası hangi dönemde olursa olsun insanlar mutlaka bir değerler dünyasının içindedirler ve bu değerlere göre eylemde bulunmaktadırlar. Buradan hareketle bir takım değerlerin var olmasından ziyade bu değerlerin öznel veya nesnel olup olmadıkları konusu bir problem olarak ortaya çıkmakta ve tartışma bu noktada yoğunlaşmaktadır (Uysal, 2003: 54). Bu tartışmalara baktığımızda değerler konusunda genel olarak iki ana çizgiden bahsetmek mümkündür. Değerlerin öznelliği ve rölatifliği bir çizgiyi, nesnel ve mutlak olduğu düşüncesi de ikinci çizgiyi oluşturmaktadır. Birinci görüşe göre, aynı çağda, toplumdan topluma veya aynı toplumda çağdan çağa, yahut aynı toplumda mensup olunan kategorilere göre değerler değişebilir. İkinci görüşe göre ise değerler mutlaktır. Örneğin; “yalan söylemek kötüdür” şeklindeki bir değer yargısı iki kere iki dört şeklindeki yargılar gibi mutlaktır. Değer yargıları değişse bile değerler hiçbir zaman 329 Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü?... • Dr. Mahmut ZENGİN değişmezler. Değerlerin nesnel olduğunu savunanlar, onların toplumdan topluma değiştiğinin farkındadırlar. Ancak onlara göre değişen şey değerler değil, onları algılayan gruplar ya da bireylerdir (Toku, 2002: 103; Uysal, 2008: 69). Yargıların değişebilir olduklarından hareketle değerlerin tamamen rölatif olduğunu, tamamen objektif kabul edip mutlaklığını savunmanın doğru olmadığını belirten değerlendirmeler de söz konusudur (Toku, 2002: 104). Aydın’a göre (2011: 45), değerler soyut biçimleri ile değişmemektedirler. Değişen şey, bu değerlere verilen önem derecesi ve algılanış biçimleridir. Yani değerler, insan hayatına katıldıkları yargı, norm ve kurum aşamalarında bir biçimde toplumsallık ve dolayısıyla değişkenlik arz ederler. Ancak değerlerdeki değişmeyen yön yüksek değerlerde daha belirgindir. Yukarıda iki ana çizgiden birisi olarak belirtilen değerlerin rölatif ve değişebilir olduğu düşüncesi, modern bilim düşüncesi ile paralellik arz etmektedir. Bu düşünceye göre bilim, değerden bağımsız bir düşünmeyi önceler. Değerler gözlem yoluyla elde edilmiş olgular olmadıkları için bilginin sınırları dışında tutulur. Değerden arındırılmış bir şey ancak bilim olabilir. Bilimin değer alanında söyleyeceği şey tespitten ibarettir. Böylece bilim alanı ile değerler alanı birbirinden ayrılmaktadır. Bu düşünceye göre değere farklı bir anlam yüklenmiş olmakta, her tür değer, kişiden bağımsız olamamakta ve bir değer atfedici var olduğu için değer var olmaktadır (Arslan ve Tunç Yaşar, 2006, 8-9). Bu düşünce yapısına göre insan kendi hayatına yön verecek, eylemlerini belirleyecek değerleri kendisi tespit etmektedir. Böyle olunca kendisi dışında teklif edilen her türlü değer kişi için bir anlam ifade etmemekte, kendisi yeni değerler önermektedir. Son dönemlerde ahlak ve değerler alanında yaşanan krize, değerlere bu denli rölatif bir anlayışın hakim olmasının neden olduğu dile getirilmektedir. Ahlak ve değerler alanının geçmişte bu kadar izafi olarak değerlendirildiği ve pratik hayata yansımalarının görüldüğü vaki değildir. Tüm insanlığa ait evrensel erdemlerin bireysel değerlere indirgenmesi bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Birey odaklı modern hayatla bağdaştırılamayan geleneksel değerler yenileri ile değiştirilmektedir. Örneğin; alçakgönüllülük çok kıymet verilen bir fazilet iken, günümüzde güven sorunu olarak algılanmakta ve bunun yerine özgüven bir değer olarak sunulmaktadır. Bu da modern hayatın değerlerinin pragmatik amaçlar doğrultusunda seçildiğini göstermektedir (Arslan ve Yaşar, 2006: 8-9). Tüm insanlık için geçerli ve objektif bir anlam içeren değerler dünyasından tamamen subjektif, ahlaki ilkeleri gelenek ve göreneklere indirgeyen, birey veya toplum tarafından herhangi bir nedene bağlı olarak veya olmayarak seçilebilen, yargılanamayan bir değerler dünyasına kayma söz konusudur ve burada değerler bireyseldir ve ölçüt kabul etmezler. Buna göre iyi ve kötü, erdem ve ahlaksızlık yok, sadece kişinin kendisi için belirlediği değerler vardır. Bu bir nevi değerlerin değersiz330 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI leştirilmesi ve yeniden değerleştirilmesi anlamına gelmektedir ki, böyle bir değer rölativizmi, bireyin kendi yarattığı değerleri mutlaklaştırmasıdır (Arslan ve Yaşar, 11; Poyraz, 2006: 189). Toku’ya (2002: 111-112), göre kişinin bireyselliğine engel olmadan, birlikte yaşamayı kolaylaştıracak olan evrensel, ortak değerleri keşfetmeye ve modern hayatın rahatsız edici rölatif tavırlarını terk etmeye çalışmak imkan dâhilindedir. En azından farklılıkları yok etmeye yönelmeyen her türlü değer uygulamasının, kamusal düzeyde var oluşunun şartlarının oluşturulabileceğine işaret etmektedir. Poyraz da (2006: 176-177) farklı ahlak tecrübelerine rağmen ahlakta evrensellik talebinin ardında farklılıklar içindeki birliğin, değişenin içindeki değişmezi keşfedip bunun üzerinde ahlaki bir inşanın yattığını belirmektedir. Ona göre kültürel pratiklerin ve törelerin farklılık göstermesi, ahlakın rölatif olduğu anlamına gelmez. Toplumların hayatları ve bu hayattan çıkarılan tecrübeler farklı olduğu için toplumsal kurallar, örfler ve âdetler, toplumdan topluma ve çağdan çağa değişir. Örfler ve âdetlerle beraber ahlak da değişime uğrar. Aslında ahlakta değişen biçimdir, tarzdır. Ancak biçimleri oluşturan, biçimlerde ifade edilen anlamda bir değişme olmaz. Söz gelimi, saygıya dair bir şekil, saygılı olma biçimi zamanla ve topluma göre değişebilir ama saygı asli bir özellik ve değerdir. Bu şekilde değerlerin nesnel ilkeler olması ile bireysel tercihler arasındaki farka da işaret edilmiş olmaktadır. Bireysel ve sosyal yaşantımıza rehberlik edebilecek ve herkes için birtakım belirleyici değerlerin varlığının bir vakıa olmakla birlikte bir zorunluluk olduğunu belirtmiştik. Sosyal hayatın devamlılığı biraz da bu değerlere bağlıdır. Özellikle yüksek değerler diyebileceğimiz ve çoğu zaman insanlar üzerinde daha etkin olan değerlere vurgu yapmak durumundayız. Bu değerler fert ve toplumların hayatına önemli faydalar sağlamaktadır. Örneğin; çalışmak ve kazanmak bir değer olarak ekonomik, dini, sosyal, ahlaki ve bireysel perspektiften herkes tarafından önemsenir ve değerli bulunur. Eğer yüksek değerler bu süreçte etkin olmazsa, çalışma ve kazanma ile ilgili süreçlere rehberlik etmezse sorunlar baş gösterir. Örneğin; ne şekilde olursa olsun kazanma düşüncesi, kısa yoldan kazanarak köşeyi dönme gibi bazı sapmalar görülebilir. Burada çalışmak ve kazanmak, hakkaniyet, helal kazanma, dürüstlük gibi yüksek değerlerle kontrol edilmemiş demektir ki, bu her ne kadar kişiye kazanma anlamında bir fayda sağlıyor gibi gözükse de topluma büyük zarar verir (Aydın, 2011: 43). Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür. Bireysel tercihler yüksek değerler tarafından yönlendirildiğinde ve bu tercihler yüksek değerlerin çizdiği çerçeveye yaklaştıkça anlamlı hale gelir. Yüksek değerlerin bazı bireysel tercihleri veya çıkarları sınırlandırıyor gibi gözükmesi kimseye özel bir çıkar sağlamak için değildir. Bu durum herkesin yararına olacağı düşüncesine dayanmaktadır. 331 Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü?... • Dr. Mahmut ZENGİN Okullar Değerler Eğitimini Nasıl Dizayn Edebilir? Değerler eğitiminin kapsamının ne olacağı ve okullarda nasıl uygulanabileceği konusunda farklı yaklaşım ve öneriler geliştirilmiştir. Bu bağlamda her ülke ve eğitim sistemi kendi toplumsal, sosyal, siyasi ve kültürel özelliklerini dikkate alarak bir şekilde farklı isimler altında programlar uygulamaktadırlar. Değerler eğitimi, karakter eğitimi, vatandaşlık eğitimi, etik eğitimi, ahlak eğitimi, din eğitimi vb. başlıklar altındaki uygulamaları burada zikredebiliriz. İnsanın sonradan geliştirilmeye müsait, doğuştan getirdiği bazı potansiyellerinin ve yeteneklerinin olduğu, eğitimde genel kabul gören bir düşüncedir. Kur’an’da “Herkes şâkilesine göre hareket eder.” (İsra, 17/84) ayetinde insanın huy, karakter ve tabiatına işaret edilmektedir. İnsanların potansiyellerini ve yeteneklerini geliştirmesi ve iyi ahlaki değerlere kendiliklerinden sahip olmaları ise mümkün değildir. Bu nedenle öğrenim çağındaki her bireyin uygun ahlaki kararlar ve davranışlar sergilemesine yardımcı olacak değerler ve becerilerle donatılması okulların temel hedefleri arasındadır. Bu yönüyle değerler eğitimi genel bir çerçeve olarak, öğrencilerin sorumluluklarını taşıyabilecekleri, makul seçimler yapabilmelerine imkân sağlayan bilgi, beceri ve yeteneklerin geliştirilmesi olarak ele alınabilir (Ekşi, 2003: 80). Ahlak ve değerlerle ilgili literatür incelendiğinde, ahlakın gerçekleşebilmesi için üç boyut gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Bunlar ahlakın bilgi boyutu, duygu boyutu ve davranış boyutudur. Bilgi boyutu, neyin iyi veya kötü olduğunun bilinmesidir. Çünkü insan bir davranışı iyi biliyorsa onu yapar, kötü görüyorsa ondan uzak durmaya çalışır. Nitekim bir kişinin ahlak anlayışı ile onda ortaya çıkan davranışlar arasında bir uyum olması beklenir (Uysal, 2003: 61). Bugün okullarda yapılan değerler eğitiminin özellikle bilgi düzeyinde kalması nedeniyle eleştirildiğini görmekteyiz. Öğrencilere “yalan söylememelisin”, “başkalarına zarar vermemelisin” şeklinde sadece birtakım değerlerin önemli ve gerekli olduğuna dair yüklemeler ne yazık ki yeterli etkiyi göstermemektedir. O halde bu konuda daha farklı boyutların da dikkate alınması gerekmektedir. Ahlakın ikinci boyutu duygudur. Birine iyilik yapma, yardım etme gibi davranışlarda bulunduğumuzda bundan haz ve zevk alır, hoşumuza gitmeyen kötü bir davranış sergilediğimizde ise pişmanlık duyarız. İyi davranıştan haz alma, kötü davranıştan pişmanlık duyma ahlak ve değerler adına insan için iyi ve olumlu bir durumdur. Ahlakın üçüncü boyutu ise davranıştır. Ahlaki bilgimiz bizi bildiğimiz şekilde davranmaya zorlar ve bunu yaptığımızda da bize mutluluk verir veya tersi olur. (Uysal, 2003: 61-62). Ancak ahlakın bu üç boyutu arasında sosyal hayatta karşılaştığımız bazı tutarsızlıklar vardır. Örneğin, yalan söylemenin kötü bir şey olduğunu söyleyip yalan söylediğine şahit olduğumuz nice örnekler bulunmaktadır. O hâlde bu tutarsızlığa neden olan bazı saikler söz konusudur. 332 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Öncelikle kendisinde bu tutarsızlığın gözlemlendiği kişinin ahlaki bilgi kaynağına bakmak durumundayız. Kişinin ahlak kurallarını kimden, hangi kaynaktan aldığı önemli bir boyuttur (Uysal, 2003: 63). Bugün insanlar için en zor ve en karmaşık durum, ahlaki veya ahlaki olmayan durumlara sebebiyet verecek bilgi kaynaklarının fazlalaşması, hangi kaynaktan ne tür bir bilgi ve örnekliğin alındığının kontrol edilememesidir. Bu süreç hem okulun hem de ailelerin işini oldukça güçleştirmektedir. Ahlaki davranışlardaki tutarsızlığın bir diğer nedeni de, farklı çevrelerde yetişen insanların ahlak standartlarının ve ölçülerinin birbiriyle örtüşmemesidir. Örneğin, evde saygı, sorumluluk, paylaşma gibi değerleri yeterince içselleştirememiş bir çocuk veya genç, okulda veya toplumda farklı sonuçlarla karşılaşabilmektedir. Uysal’a göre (2003: 63-64), bu tutarsızlığın en önemli bir diğer nedeni ise, daha önce de belirtmeye çalıştığımız üzere ahlaki davranışa kılavuzluk edecek değerler ve bu değerlerin kaynağı konusunda uzlaşmanın zorluğudur. Buna paralel olarak bazı değerlerin başka bazı değerlerin gerisine itilmesi de bu tutarsızlıkta oldukça etkili olmaktadır. Örneğin; ekonomik bir değer olarak çalışıp kazanmak, eğer ahlaki değerler parantez içine alınarak gerçekleştirilirse değerlerde çatışma ve kriz baş gösterir. İşte bu yüzden yüksek/aşkın değerler olarak ifade edebileceğimiz değerler, diğer değerlerin gerçekleşmesine kılavuzluk etmek durumundadır. Çünkü yüksek/aşkın değerler ile çeliştiğinde ve çatıştığında diğer değerler bir değer olmaktan çıkarak, bireylerin kendi hırs, ihtiras ve menfaatlerinin bir aracı hâline dönüşürler. Değerler eğitiminin okullarda nasıl organize edilebileceği ile ilgili meselenin felsefesinden pratik uygulama süreçlerine kadar birçok detay belirtmek mümkündür. Ancak böyle bir girişim, bu bildirinin sınırlarını zorlamak anlamına gelmektedir. Bu yüzden yukarıda verdiğimiz bilgiler ışında genel bir yaklaşım olarak şu adımların takip edilmesi teklif edilebilir: Birinci adım olarak öğrencilere değerlerin içeriğini öğretmek, onlara toplumda var olan ahlaki değerler ile ilgili bilgi vermek bir başlangıç olarak kabul edilebilir. Bu bağlamda okul, gerçek yaşamın bir küçük modelini oluşturabilmeli, öğretmenler de ahlaki tutum ve karakter özellikleri hakkında örnek ve uygulamalarla öğrencileri bilgilendirebilmelidirler. İkinci adım olarak, öğrencilerin okulda elde ettikleri bilgi ve değerleri günlük yaşama nasıl aktarabileceklerine odaklanıp bu konuda değerleri hayata aktarabilecekleri yetenekleri kazanmalarını temin etmek gereklidir. Üçüncü adım olarak da, öğrencilerin değerlerle ilgili elde ettiği bilgi ve geliştirdiği yetenekleri sınıf ve okul dışında uygulayabileceği girişim ve teşebbüsler oluşturulmalıdır. Öğrencilerin bu çerçevede ne zaman ve ne düzeyde bir ahlaki davranış göstereceği konusunda feraset geliştirmelerine çalışılmalıdır. Bunu yaparken değer eğitimi yaklaşımlarını bütüncül şekilde kullanmak hem birey hem de toplum açısından daha verimli sonuçlar verecektir (Zecha, 2007: 56-58). 333 Herkes İçin Geçerli Uygun Değerleri Belirlemek ve Öğretmek Mümkün mü?... • Dr. Mahmut ZENGİN Okullarda değerlerin öğretilmesi ile değerlerin okulları şekillendirmesi arasında da sıkı bir ilişki vardır. Okulların sahip olduğu değerler, onların organizasyonlarında, programlarında, disiplin uygulamalarında ve tabi ki öğretmen ve öğrenciler arasındaki ilişkilerde açık bir şekilde görülür. Öğretmenler, çocukların çalışmalarında gerekli hassasiyeti gösterdiklerinde, onların hayal dünyalarını geliştirmelerini takdir ettiklerinde, olumsuz söz ve davranışlarını engellediklerinde, girişimci olmaları konusunda onları desteklediklerinde ve bütün bunların yanında onların fikirlerini ilgi ve sabırla dinlediklerinde aslında öğrenciler değerlerle ve değer yüklü konularla tanışmaktadırlar. Bu yönüyle değerleri hem eğitim teorisi hem de okulların pratik etkinlikleri bağlamında değerlendirmek gerekmektedir. Bu çerçevede değerler eğitimini, en geniş anlamıyla çeşitli programlar aracılığıyla, yetişen yeni nesle temel insani değerleri kazandırma, onlara karşı duyarlılık oluşturma ve onları davranışa dönüştürme konusunda yardımcı olma gayretlerinin ortak adı olarak tanımlamak mümkündür. Bu yönüyle değerler eğitimi ayrı bir program değil, aksine okulun bütün programlarına nüfuz etmesi gereken entegre bir program olarak ele alınmalıdır (Ekşi, 2003: 80). Ancak bunu yaparken değerlerle ilgili birtakım kavram ve konuların belli programların içine yerleştirildiği bir uygulamaya dönüşmemesine dikkat edilmeli, bu sorumluluk belli bir disiplinle sınırlandırılmamalı, okulun ve tüm paydaşların ortak bir sorumluluğu olarak ele alınmalıdır. Sonuç olarak, değer çatışmalarının sıklıkla yaşandığı toplumumuzda ortak bir ahlaki zemin her zaman var ola gelmiştir. Okullar, çoğulcu bir toplumda evrensel olarak kabul edilen ve paylaşılan değerleri belirleyebilirler. Okullar bu değerleri belirlemekle kalmamalı, onlara dair öğrencileri bilgilendirmeli, bununla da yetinmeyip bu değerleri anlamaları, içselleştirmeleri ve onlara göre davranış geliştirmeleri konusunda öğrencilere rehberlik yapmalıdırlar. KAYNAKÇA Arabacı, F. (2007). “Çağdaş Değerler Karşısında Dini/Dinileştirilmiş Değerler ve Normların Kırılma Noktaları”. Din-Kültür ve Çağdaşlık Sempozyum ve Müzakeleri İçinde (s. 288-307). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Arslan, Z. Ş. & Yaşar, F. T. (2006). “Yükselen “Değer” Kavramı Üzerine Eleştirel Bir Yaklaşım”. DEM Dergi, 1(1), 8-11. Aydın, M. (2011). “Değerler, İşlevleri ve Ahlak”. Eğitime Bakış Dergisi. (7)19, 3945. Ekşi, H. (2003). “Temel İnsanî Değerlerin Kazandırılmasında Bir Yaklaşım: Karakter Eğitimi Programları”. Değerler Eğitimi Dergisi, 1(1), 79-96. 334 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Güngör, E. (1998). Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar. İstanbul: Ötüken Yayınları Halstead, j, M. (2005). “Values and Values Education in Schools”. J.M. Halstead & M.J. Taylor (Ed.) Values in Education and Education in Values içinde (s. 2-13). UK: The Falmer Press. Hökelekli, H. (2006). “Değer Odaklı Eğitim”. DEM Bülten-Dergi, ss. 50-55. Lickona, T. (1993). The Return of Character Education. Educational Leadership. November, ss. 6-11. Mengüşoğlu, T. (1992). Felsefeye Giriş. İstanbul: Remzi Kitabevi Meydan, H. (2012). İlköğretim Okullarında Değerler ve Karakter Eğitimi. (Basılmamış Doktora Tezi). Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Özensel, E. (2003). “Sosyolojik Bir Olgu Olarak Değer”. Değerler Eğitimi Dergisi, 1 (3), 217-239. Poyraz, H. (2006). “Ahlakın Dikotomisi İç Ahlak/Dış Ahlak”. (Edit: Y. ve A.U. Mehmedoğlu) Küreselleşme Ahlak ve Değerler içinde (s. 169-194). İstanbul: Litera Yayıncılık. Responsibility. New York: Bantam Books Toku, N. (2002). “Değerlerin Dilemması. Subjektiflik ve Objektiflik”. (Ed: Ş. Yalçın) Bilgi ve Değer içinde (s. 101-113). Ankara: Vadi Yayınları. Uysal, E. (2003). “Değerler Üzerine Bazı Düşünceler ve Bir Erdem Tasnifi Denemesi: İnsanî Erdemler–İslâmî Erdemler”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 12(1), 51-69. Uysal, E. (2008). “Çağımızda Değer Kaymalarının Doğurduğu Sonuçlar ve Etik Kimliğin Korunması”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 17(1), 6779. Veugelers, W. & Vedder, P. (2003). Values in teaching, Teachers and Teaching, 9(4), 377-389. Zecha, G. (2007). “Opening the Road to Values Education”. David N. Aspin & J.D. Chapman(Edt.) Values Education and Life Long Learning içinde (s. 48-60). Netherlands: Springer. ss. 48-60. 335 Yeni Ortamda Şahsiyet ve Toplumsal Değerler Sisteminin Yeniden Değerlendirilmesi İhtiyacı Doç.Dr. Yagut ALİYEVA Bakü Devlet Üniversitesi Sosyal İlimler ve Psikoloji Fakültesi Dr. Sevinç ALİYEVA Bakü Devlet Üniversitesi Sosyal İlimler ve Psikoloji Fakültesi Giriş Bu tebliğde şahsiyet ve toplumun karşılıklı değerler sistemleri incelenerek yeni ortamda değerlerin yeniden değerlendirilmesi ele alınmıştır. Aynı zamanda Azerbaycan toplumunda yeni tarzda entegre olan Doğu ve Batı değerlerinin karşılaştırmalı analizi yapılmış ve piyasa değerlerinin kimliğin oluşmasına etkisi incelenmiştir. Araştırmanın temel hatlarını aşağıdaki üç tez oluşturmaktadır: 1. Bilindiği gibi, toplum çok faktörlü sistemdir. Bu sistemin unsurları toplumun maddi ve manevi hayatı ve bunların bileşenleri olarak alt elemanları birbiri ile sıkı koordinasyon, dikey-yatay bir ilişki içindedir. Bir yandan siyaset, hukuk, sanat, ahlak, din, bilim ve diğer gibi sahalar yatay ilişkiler sisteminin ögelerindendir. Onlar da aynı, ya da ters yönlü karşılıklı ilişkilerdedirler. İstenildiği hâlde bunların gelişimini birbirinden ilgisiz ve birbirlerini etkilemeyen durumda olarak hayal etmek mümkün değildir. Öte yandan, sistemin ögelerinden birinin kendisinde sistem yaratma fonksiyonunu yansıtması doğaldır. Bu unsurlardan hangisinin temel alındığına bağlı olarak, bu veya diğer sosyal-felsefi kavram oluşur. 2. Her bir sosyoekonomik dünya düzeninde toplumun yapısına uygun olan bazı ahlaki değerler sistemi egemenliğini sürdürmektedir. Bunsuz toplum varlığını sürdüremez ve gelişemez. Herhangi bir toplumun manevi değerler sistemi bir yandan maddi yaşam sistemi ile uyum, diğer yandan manevi değerlerin istenilen alt sistemi siyasi, hukuki, ahlaki, estetik, dinî vb. karşılıklı olarak birbirine ihtiyaç duyar ve birbirini etkiler... İşte bu nokta sosyal sistemin normal etkisinin zorunlu koşullarından biridir. Ancak sosyal afetler sırasında (savaşlar, devrimler, darbeler örneğinde olduğu gibi), değerlerin sayısal değişimi gerçekleşir. Başka bir dille, bir kalite hâlinden Yeni Ortamda Şahsiyet ve Toplumsal Değerler Sisteminin... • Doç.Dr. Yagut ALİYEVA / Dr. Sevinc ALİYEVA diğerine tabanlı geçiş sürecinde, manevi değerlerin yukarıda belirttiğimiz bağımlılık /tabilik ilişkisi ve koordinasyon ilgisi az çok bozulur. Bazı durumlarda bu bir sosyalekonomik sistemden diğerine geçiş ile beraberdir, diğer durumlarda ise var olan sistemin ögelerinin güncellenmesi ve geliştirilmesi ihtiyacını doğurur. İstenildiğinde burada hem maddi, hem manevi değerlerin yeniden değerlendirilmesi zorunluluğu doğar. 3. Bununla beraber yeni veya yenileşme gerektiren değerlerle oluşmakta olan yeni gerçeklik ortamında şu zorunluluk vardır: Bu veya diğer derecede gecikmiş geleneksel değerler ve normlar arasında “kriz”li noktalar oluşmaktadır. Toplum tarihinde şunları aşırı adlandırmak kabul edilmiş ve buraya birtakım sorunlu durumlarda dâhil edilmiştir. Değerler sistemlerinin yeniden değerlendirmesinin optimalliği sağlanmadan ve manevi değerlerin yeterli normları yaratılmadan toplumun etkin, başarılı gelişmesi mümkün olamaz. “Yeniden değerlendirme” deyince iki görev üzerinde durulmalıdır. Bu görevler, bir yandan, var olan durumun bilimsel analizi ve muhtemel eğilimlerin ve yönlerin işlenip hazırlaması, öte yandan ise, yeterli manevi değerler sistemi normlarının oluşturulması sürecinin pratik olarak gerçekleştirilmesidir. Bu görev hem de toplumun yeni oluşmakta olan sisteme hazırlanması ve etkin şekilde belli normlara katılmasını içerir. Böylece, söz konusu üç tez tadkikatımızın temel hatlarını oluşturuyor. Değer Kavramının Mahiyeti Öncelikle “değer” kavramının mahiyetini açıklayalım. Değerler insanın ihtiyacı olan hem maddi, hem de manevi ihtiyaçları karşılamak için bir şeydir. A.İ. Kravçenkoya göre, değerler insanların davranışını motive eder ve iletir. Onlar nasıl bireylerin, hem de ayrı ayrı grup insanların ve bütün toplumun davranışının oriyentasyon (yönlerin ) ve pozisyonun oluşumunda kendisinde şartlandırıcı faktör oluşturur (Кравченко, 1999: 72). Sosyoloji bireysel, grup veya sosyal ihtiyaçları karşılamaya muktedir olan sosyal değerleri öğrenir. Onlar toplumda çeşitli işlevleri yerine getirerek ayrıca maddi ve manevi olur ve sosyal süreçleri düzenler. Değerler ayrıca toplumun bütünlüğünü sağlayan temel normlar gibi kendilerini tezahür ederler. Değerler, ihtiyaçlar ve davranış motifleri bir zincirin halkalarıdır. İnsan kendi ihtiyacı olana ulaşmak için can atarak, bilinçli olarak kendi davranışını somut değerlere yöneltir. Her bir insanın kendi değerler “hiyerarşi”si vardır, ki, şahsiyetin oluşumu döneminde odaklanıyor. Değerler sistemi genetik devredilemez, ancak sosyalleşme sırasında cemiyetde oluşur; yani sosyalleşmenin sonucudur, onun mukaddematı değildir. Eğer bireyin sosyalleşmesi süreci sapkın faktörlerin etkisine düşmeden norm çerçevesinde gidiyorsa, o zaman oluşmuş şahsiyetin değerler sistemi toplumsal değerlerin skalası ile örtüşüyor (aynı olarak uyumludur). Bu durumda 338 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI subjektif ve objektif değerler skalaları üst üste düşerler. A. İ. Kravçenkonun kaydettiği gibi, şahsiyet ve toplum en önemli değerleri vatanseverlik, adalet, altruizm, pasifizm vb. itiraf ediyorlar. Böylece, insanın değerler skalası onun şahsiyetini belirler ve toplumla karşılıklı ilişkisini aynı zamanda (Кравченко, 1999: 73-75). Kötü sosyalleşme hâlinde şahsiyet toplumla çelişkiye giriyor, çünkü onların değerler skalası üst üste gelmiyor. Değerler sadece sonuç değil, hem de sosyal gelişimin mekanizmasıdır. Her bir toplumun değerler sistemi onun kültürünün düzeyine uygundur, çünkü o, belli temel değerlerden toplanıyor, hangileriyle ki, bu toplumun büyük bir kısmı memnun (Асп, 2000: 122). Değerler âdet, gelenek, yasalar gibi, manevi kültürün temel unsuruna aittir ve toplumdaki insanların davranışını ayarlayarak onun normatif sistemini oluşturmaktadır. Kültürün normatif sistemine hem de kural, etiket ve kanunlar mecmuası içerir. Ancak bunlar onun ek unsurlarıdırlar. Çünkü bunlar her toplumda mevcut değildir ve demek ki, bunlar mutlaka gerekli değil (Кравченко, 1999: 163164). Kültürün normatif sisteminde sosyal değerler özel fonksiyonları yerine getiriyorlar: onlar kültürde neye saygı duyulacağı ve ne bulundurulacağı konusunda talimat verirler. Böylece, kültürel normlar, sosyal normların bir tezahürüdür. Küreselleşme Döneminde Şahsiyet ve Toplumsal Değerler Sisteminin Yeniden Değerlendirilmesi Küreselleşme döneminde Azerbaycan toplumunun dönüşüm sürecinde toplumsal gelişimin manevi-kültürel yönlerin değişmesi devletin önemli bir vazifesidir. Sosyal bilincin dönüşümü sırasında değerler çatışması kaçınılmaz olur. Ortamın değişmesi ile mantalite değişiyor; bu enine manevi değerler ve öncelikler sektörel değişikliklerin adapte süreciyle bağlantılıdır. Dönüşüm sosyalleşme, milyonlarca insanların yeni koşullarda varlığı için sosyal-manevi adaptasyon süreci ile ilgili sorunlar doğurur. Şöyle ki, Amerikan politikacı Z. Bjezinski bile sert tasarrufa gelmiştir ki, henüz “5070 yıl gerekli olacak ki, dönüşüm hattını yaşayan ülkelerin nüfusu, yeni sosyal ortamı objektif optimizasyon gibi kabul edebilsinler” (Данилов, 1998:14-16). Dönüşüm politikasını hayata geçirirken, dikkate almak gerekir ki, yeni sosyal değerler, norm ve davranış motifleri ortamın uzun vadeli etkisi sonucu oluşacak. Uzun zaman sürecinde “seçici” (islah) iş gidecektir: Eski toplumun bazı geleneksel değerleri yaşamaya devam edecek, kendi değerini saklayacak ve yeni ortamda da kabul edilecektir. Onlar yeni sosyal değerlerle karşılıklı ilişkiye girerler ve eski yeni ile bu karşılıklı ilişkinin sonucunda yeni toplumun yeni değerler skalası oluşacaktır (Данилов, 1998: 288). 339 Yeni Ortamda Şahsiyet ve Toplumsal Değerler Sisteminin... • Doç.Dr. Yagut ALİYEVA / Dr. Sevinc ALİYEVA Azerbaycan’da, BDT’nin diğer devletlerinde olduğu gibi XX yüzyılın 90’lı yıllarından itibaren sosyal-kültürel yönlerin çok önemli değişiklikleri gerçekleşmiştir. Bu doğrudan postsosyalist toplumların kriz durumundan çıkması ile ilgilidir, ancak transformasyon sürecinin sona ermesi ile ilgili değildir. Toplumun belli bir kısmı için yeni sosyal ortam “yerli ortam” gibidir. Ancak çoğunluk için, ilişkilerin yeni standartları kişisel başarıya olanak yaratmıyor (Данилов, 1998: 295). İnsanların yaşam faaliyetleri genellikle toplumda ne derecede elverişli manevi atmosfer hüküm sürmesinden, manevi-psikolojik ortamın nasıl olmasına bağlıdır. Toplumda manevi değerler temelinde oluşan manevi ilişkiler aile, üretim ve milletlerarası alanda tezahür edilir. Belirtelim ki, toplumun manevi hayatı insanların toplumsal bilinci ile önceden belirlenir ve belli bakışların, fikirlerin, moralin, belli ahlaki normların ve diğer manevi değerlerin gerçekleştirilmesini içermektedir. Aynı zamanda, manevi yaratıcılık manevi değerlerin oluşması aracılığıyla manevi taleplerin ödemesine yol alırlar. Toplumlararası manevi ilişkiler - manevi ihtiyaçların ödemesi sürecinde oluşan ilişkidir. Manevi değerler ise onların bilincinin, ayrıca toplumsal bilincin tecessümüdür (Философия, 1998: 386-387). Siyasi, hukuki, ahlaki, estetik, dini ve diğer toplumsal bilincin biçimleri birbirleriyle yoğun karşılıklı irtibat ve birbirine karşılılıklı etki gösterirler. Ve bu da yasaldır, çünkü tüm bunlar daima etkileşimde olan toplumun yaşam alanında yer buluyor. Böylece, toplumsal bilinç belli toplum ve sosyal hayatın tüm taraflarının bütünlüğünü gerekmektedir. SSCB’nin dağılması ile ilgili Azerbaycan’da siyasi sistemin değişimi gerçekleşmiştir. Bununla ilgili ayrı devlet bürokratlarından olduğu gibi, geniş halk kitlelerinin de bütün siyasi bilincin rolünün artması gözlenmektedir. Yeni sosyal ilişkilere ve hukuk devletinin kuruculuğuna geçiş ortamında hukuk yaratıcılık sürecinde güçlükler oluşmaktadır. Tüm bunlar sırayla hukuki bilincin aktifleşmesine neden oluyor. Mevcut zaman Azerbaycan toplumunda dinî bilincin gelişimi görülmekte ki, halkın manevi başarısı için büyük önemi vardır. Bununla beraber, geçiş döneminde, eski geleneksel değerler sistemi dağılmakta ve zaman zaman âdetlerin kendi değer ve ehemiyyetininin kaybı gözlenmektedir. Ancak, yeni topluma uygun ahlaki ve estetik normların oluşması ile halkın maneviyatı zenginleşmekte ve bir ölçüde de, sırasıyla insanlar arası ilişkiler humanistleşmekte. Öyle ki, yeni toplumun oluşumu sırasında toplumsal bilincin dinamik yükseliyor ve bu da insanların yaratıcı etkinliği yükselmesini gerektirir. Bunun net amaç ve görevler bazında idrak edilmiş olması önemlidir. Görüldüğü gibi, yeni siyasi sisteme geçişle ilgili toplumsal bilincin tüm biçimlerinin önemi artıyor. Çeşitli olayların anlaşılması ve sosyal yaşamın süreçlerine aktif etki göstermesi yöntemlerinin geliştirilmesi süreci gidiyor. Sosyal gelişmenin geçiş dönemlerinde hep değerlerin yeniden değerlendirilmesi sorunu oluşur. Eski değerlerin inkârı keskin sosyal değişikliklere, şahsiyet yönlerin 340 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kaybetmesine (şaşkınlığa) ve benzersizliğe getiriyor, yani toplum ve şahsiyetin hayatının eski biçimlerinin inkârına. Değerler doğrultusu determinasiyası, şahsiyetin davranışı ve onun sosyalleşmesının önemli unsuru çeşitli toplumların sosiomedeni spesifik değerleridir. Buna dayanarak, insanlık tarihinin iki en önemli değerler paradigmasını gözden geçirelim. Doğu ve Batı. Hangisi, Azerbaycan toplumunda yeni tarzda entegre edilir? Bu iki kültürlerin değerlerinin karşılaştırmalı analizi, doğu geleneklerine karakteristik olan insan-toplum-doğa birliği, adalet, hümanizm, samimiyet, büyüklere saygı, tevazu, vatanperverlik, yetkeli, aile kültü ve toplumun büyük aile olarak kabul edilmesi konusunda hüküm göstermektedir. Burada şahsiyetin terbiyesinde ve sosyalleşmesinde temel ayarlama dünyanın değiştirme ve kendisine tabi edilmesinde -feth etmesinde değil-, kendini değiştirme, kendini geliştirmede. Batı geleneklerine göre ise şahsiyet ve toplumun çatışması yaygındır. Kişisel değerler toplumsal değerlerin üstünde öncelik oluşturuyor. Birincilik oluşturan değerler arasında bireysellik para, birincilik, agresiflik, gençlere saygı, kadınlara toplumda eşitlik. Kişiliğin sosyalleşmesı öncelikle sosyal ortamın, doğanın ve tüm dünyanın değişmesi ile karakterizedir (Философия, 1998: 501). XX. yüzyılın 90’lı yıllarından başlayarak şahsiyetin sosyalleşmesı bağlamında Azerbaycan toplumu için daha güncel ve önemli sorunlardan biri de piyasa değerleri olmuştur. Tüm eski Sovyet mekânı ve elbette ki, Azerbaycan bu arada sorumlu tarihî dönem yeni sosyal ilişkilerin oluşmasını, yani pazar ilişkilerine geçiş dönemini yaşıyor. Üstelik bu süreç sadece ekonomik, hem de tüm sosyal ilişkilerin değişimi ile ilgilidir. Böylece, insanların değişmekte olan yaşam tarzı müvafik olarak şahsiyetin değerler yönlerinin, davranış motivasyonunun ve bunun sosyalleşmesi sürecinin değişmesine getirmeye olamaz. Pazar ilişkilerinin etkisi şahsiyetin oluşmasını aynı etkilemez. Pazar ilişkilerinin mahiyetini teşkil eden rekabet, ekonomik liberalizm, gelirperestlilik kesin ki, şahsiyetin teşebbüsünü, insanların aktivitesini uyarır ve şahsiyetin yaratıcılık gelişiminin imkânlarını genişletiyor. Öte yandan, piyasa ilişkileri ikilik ahlak, psikolojik frustrasyon, nevrozlar, genel yabancılaşma vb. gibi sonuçlara da yol açıyor. Pazar ilişkileri kör doğal olarak oluşur ve gelişir ve insan bu ortamda çoğu zaman kendine güvensizlik hissediyor. Onun değerlerinin çoğu pazar açısından geçerek, pazar karakteri (özelliği) elde ediyor. Üstelik, bu sadece maddi, hem de manevi değerlere de aittir. Pazar ilişkilerinin gelişmesi süreçleri ve kişiliğe etkisi detayları ile K. Horni, E. Fromm, C. Homans vb. tanıdık bilim adamları tarafından incelenmiş ve yorumlanmıştır. Onların görüşlerine göre, pazar ilişkilerinin hüküm ettiği ortamında kişilik çok durumlarda hayatının anlamını oluşturan kendi yüksek değerlerini kaybediyor. Sonuçta “ekzistensial vakum (boşluk)” oluşur. Ve eğer bu vakum yeni değerler yönlerine dolmayacak, şahsiyet inhitata (tereddi etmeye, deqradasyona) uğruyor. Bunun baş vermemesi için tüm toplumun tereddi etmeyini önlemek amacıyla ortak sentezde ekonomik liberalizm ve sosyal adalet değerlerinin bütünleşmesi zorunludur. 341 Yeni Ortamda Şahsiyet ve Toplumsal Değerler Sisteminin... • Doç.Dr. Yagut ALİYEVA / Dr. Sevinc ALİYEVA Sosyal adaletin kaynağı ise devlet yapıları olmalıdır, ki, ekonominin sosyal doğrultu (Философия, 1998: 501-503), piyasa yasalarına meyilli olmayan toplumun manevi değerlerinin şekillenmesinde (işlemler ki, değerler sisteminde kayba uğrayanları doldurmak uygundur ve şahsiyetin hayatının anlamını doldurma gücü) kenarda durmamalıdır. Sadece devlet yapıları, hem de dinî kurumlar ve kitle iletişim araçları (medya) hem kimliğin, hem de bir bütün olarak toplumun manevi bütünlüğünün yeniden yapılması sürecinde etkilemek mümkün olmalıdır. Sonuç Bugün Azerbaycan’da sivil toplum ve hukuk devleti kurulmasının aktif süreci yaşanıyor. Bu süreçler toplumun çeşitli grup ve kesimlerinin değerler yönlerinin ve psikolojisinin değişmesi ile birlikte gelir. Ekonomik temelin ve hem de siyasi üstyapısının değişikliklerinin temposu ve karakteri çoğu ülkede tesis edilen yapısalekonomik, siyasi, somut-tarihî ve etnomedeni koşullarına bağlıdır. Şu anda Azerbaycan’ın sosyal yapısında ciddi kalite ve miktar değişiklikleri oluşur. Onlar ekonominin yapısal değişiklikler, yeni mülkiyet biçimlerinin oluşumu ve yeni sosyal ilişkiler sisteminin oluşması ve elbette, ülkenin dünya birliğine entegrasyonu ve küreselleşme ile şartlandırılıyor. Tüm bunlarla bağlantılı millî değerler kelimenin geniş anlamında kendi sınırını ve önemini kaybediyor (Рукавишников, 1994). Yukarıda belirtilen hadiselerle ilgili eski faaliyetler kaybolur ve yenileri oluşur. Hem ayrı kişilikten, hem de bir bütün olarak toplumdan yeni ortama belli esneklik göstermeyi ve adaptasyonu gereklidir. Bugün karşılaştığımız küresel sorunlar sadece idrak edilecek ve belirli bir amaca yönelik çabalar sonucunda çözülebilir. Ancak, bunun için insanların ülkede yaşanan süreçler hakkında bilgiye sahip olması zorunludur. Adaptasyon için ise onlara ihtisasını değiştirmek ve yeni bilgiler elde etmesi için gerekli ortam gerekir. Bu yeni yaşam koşulları ile ileri sürülen, yeni talepler. KAYNAKÇA Кравченко, А.И. (1999). Социология: Учебник для студентов вузов. Екатеринбург. Асп, Э. К. (2000). Введение в социологию. СПб, Изд. «Алетейя», Данилов, А.Н. (1998). Переходное общество: Проблемы системной трансформации. Минск. Философия. (1998). Учебник. 2-е изд., испр. и доп. / Под ред. В. Н. Лавриненко, М. Рукавишников, В. О. (1994) Социология переходного периода // Социологические исследования, (6) с. 26-28. 342 V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - C Salonu Cuma - 17:00 - 18:00 Oturum Başkanı Prof.Dr. Ruhattin YAZOĞLU / Atatürk Üniversitesi Değerler Eğitiminin Değeri Prof.Dr. Adnan ÖMERUSTAOĞLU / Üsküdar Üniversitesi Değerler Eğitimi Amacına Ulaşmıyor? “Benimsetme ve Şartlanma Kültürü Şeklinde Süren Dayatmacı Eğitim Yapısının İflası ve Çözümlür Prof.Dr. Osman ÇAKMAK / Yıldız Teknik Üniversitesi Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi- Teorik Bir Yaklaşım Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ / Trakya Üniversitesi Değerler Eğitiminin Değeri Prof.Dr. Adnan ÖMERUSTAOĞLU Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Bu bildiride değerler eğitimi konusunu sorgulayıcı bir bakış açısı ile tartışmaya çalışacağız. Bazı konular moda olup yaygınlaşabiliyor ve sonra gündemden çıkabiliyor. Şimdilerde değerler eğitimi yaygın olarak işlenmektedir. Oysa değerlerin içinin doldurulmamış olması ve değerin ne olduğu tartışmalı bir özellik arz ediyor. Öncelikli mesele değerler eğitimi için değerin ne olduğunu anlamak, anlamlandırmak ve temellendirmek olmalıdır. Kazandırılacak değerlerin öncelikle neler olması gerektiği belirlenmelidir. Daha sonra ise bu değerlerin farklı düzeylerdeki bireylere neyin ve nasıl kazandırılacağının çalışılması gerekir. Değer, nasıl davranmalıyız sorusunun cevabıdır. Değerler yenilenme ve inşa edilme özelliğine sahiptir. Çünkü tarihsel olarak baktığımız zaman her dönemde çağın ruhuna uygun santral değerler ortaya çıkmaktadır. Değerler davranışlarımızı belirleyen inançlardır. Bu yönüyle insanın farklı alanlara ait eylemleriyle ilgili sahip olması gereken öncelikli değerler; demokratik değerler, ekolojik değerler, epistemik değerler, estetik değerler, dinî değerler, millî değerler ve etik değerlerdir. Her bir temel değerin altında sıralanan değerler mevcuttur. Bugün ise değerlerin sözde var olup özde kaybolma sürecini yaşıyoruz. Değerler hızla tüketilmekte, içleri boşaltılmaktadır. Oysa ilkel insandan medeni insanı ayıran onun değerler üretmesidir. Değerler her şeyden önce insanı belirler. Bu yönüyle insan eylemleriyle iyiliği ya da kötülüğü kendisi için yapmış olur. Ötekileştirdiğine karşı olan tutumu kendi vicdanı ve benliğine ait bir sorundur. Bilinç ürettiği değer, düşünce, bilgi, tavır ya da tutumla aslında kendini üretir. İnsanın iyiliklerle oluşturacağı onun kendi dünyası olacaktır. Böylece başka birine ya da birilerine değil iyilik ya da kötülüğü kendisine yani “ben”ine yapmış olur ve onu inşa eder. Kötülüklerle yoğurulan, ona mesai harcayan bir zihin kendi çöplüğünü üretir ve o çöplükteki yürüyüş, gezinti insanı tüketir. Bu durum da bir süre sonra insanı rahatsız eder ve hayata karşı mutsuzluk, tiksinti, bulantı, can sıkıntısı şeklinde kendini gösterir. İnsanın zihnini olumlu değerlerle inşa etmesi ve olumsuz olanlardan arındırması onun kendisine yapabileceği en büyük iyilik olacaktır. İnsan tek başına bir varlık olmadığı için değerler alanı her zaman onun ötekiyle ilişkisini belirleyecektir. İnsanın iyilik ve kötülük diye Değerler Eğitiminin Değeri • Prof.Dr. Adnan ÖMERUSTAOĞLU nitelendirdiğimiz eylemlerinin kökü onun ruhunun derinliklerindedir. O ruhun derinliklerinin iyi beslenmesi gerekir. Bu besini sağlayacak olan en önemli kaynaklardan birisi de değerlerdir. Değerler eğitiminde öncelik kavram çözümlemesine verilmeli bir kavramdan herkesin aynı şeyi anlayıp anlamadığı tartışılmalıdır. İnsan nedir? İnsanın doğası nedir? Nasıl davranmalı? Vicdanın sesi var mıdır? vb. sorulara cevap aranmalıdır. İnsan sosyal ve politik bir varlık olduğu için birlikte yaşamaya mahkûmdur. Doğal olarak da birlikte yaşamak için kurallar gerekir. Erdemli toplum değerleri olan ve bu değerlerin hayat bulduğu toplumdur. Aynı şekilde niçin adil olunmalı, yalan söylenmemeli, özgürlükçü ya da demokrat olunmalı sorularının cevapları aranmalıdır. Bu kavramlar sorgulanmadan ve temellendirilmeden bireye birtakım emir kipleriyle, birtakım kavramlardan söz etmenin etkisinin olmadığı açık seçiktir. Ezberci bir eğitimle insanda değer alanı oluşturulamaz. İnsana kazandırılacak değerlerin ne olması gerektiği ile ilgili sorunun cevabı bulunmadan ona şu değerleri kazandırayım bu yolla benim istediğim olsun düşüncesi ona haksızlıktır. Senin istediğin, olması gereken midir? Bu durum tartışmalıdır. İnsana zorla, telkinle bir takım düşünceleri kabul ettirmeye çalışmak insan doğasına aykırı bir davranıştır. Nasihat içeren cümleler veya konuşmalar eğitim verilen üzerinde genelde sıkıcı ifadeler olarak algılanır ve değer ifade etmez. Gazali’nin veya Descartes’ın yaptığı gibi her şeyi sorgulayan bir insan değeri inşa edebilir. Bunun için değerler eğitiminde çocuklara sorgulama öğretilmelidir. Mesela bir insanın kendi değerini yüceltip diğer insanların varlığını önemsizleştiren anlayışını sorgulamak gerekir. Ayrıca kendi yorumlaması dışındaki yorumlamaya düşmanlık, ayrımcılık, nefret söylemi insani midir? Bunu hangi değer normal kabul edebilir? İnsanı değerli kılmayan bir değerin değeri nedir? İnsanı değersizleştiren bir değer yüceltilebilir mi? İnsanı önemsizleştirme en büyük değersizleşmedir. Bir insanın yaşamını, değerler varlık dünyasını değersizleştiren değer olabilir mi? Bu bağlamda değerler eğitiminin odağında, sorgulamayı öğretmek olmalıdır, itaat etmeyi değil. Değerler eğitimi ile bireye bakış acısı, özgüven kazandırılmalı, sorun çözmede farklı alternatifleri düşünme öğretilmeli yani, düşünce deneyleri yaptırılmalı aynı şekilde hayata anlam vermede farklı seçeneklerin önemi kavratılmalıdır. Birey sorgulayarak kendi yolunu bulur, bu onun kendi seçimi olur. Dolayısıyla, bu şekilde oluşturulan değerlerin de, değersizleşmesiyle daha az karşılaşılır. 346 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Değerler eğitimi, içselleştirilirse hayata geçirilebilir. İçselleştirmek içinse duygular harekete geçirilmeli ve bilinçlendirme ve sorgulama önemsenmelidir. Ama hayatın anlamını sorgulayan insan bir çözüm arayacak sorgulamayla beraber yaşama bir anlam yüklemeye başlayacaktır. Hayata nasıl bakıyorsak yükleyeceğimiz anlamda buna uygun olacaktır. Dolayısıyla değerler eğitimi insanın doğasını dikkate alarak onun iyi tanımlanması üzerine inşa edilecektir. Hayata anlam vermede insan yüce ve ebedi olana kendisini adamayı seçebilir ve hayatı bu yolla anlamlandırabilir. Bir başka seçim Descartes’ da olduğu gibi asıl gerçeklik üzerinden yapılabilir. Bir tarafta ruh bir tarafta beden gibi düşünülebilir. Başka bir açıdan insan bütün yaşamını rasyonel olarak inşa edebileceğini kabul edebilir. Bir diğer seçenekte hayatı bir meydan okuma bir başkaldırı bir itiraz mücadele olarak değerlendirebilir. Diğer bir açıdan ise hayat hazla ve mutlulukla açıklanmaya çalışılabilir. Bir başkası için hayat ona yüklenen anlam kadar değerli bulunabilir. Sokrates’in yaptığı gibi hayatın anlamı kendini bilmekle özetlenebilir. Varoluşçu bir yaklaşımla hayat acı ıstırap, anlamsız can sıkıcı ve saçma bulunabilir. Hayata anlam vermede dünya kavrayışımız, dünya görüşümüz kısaca paradigmamız belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla iç huzur için değer alanımız da içselleştirilmiş değerler olmalıdır. Verilecek eğitimin değerleri değersizleştirmemesi için değerlerin içselleştirilmesi yönünde uygun bir metodolojinin geliştirilmesi gerekir. Eğitimde önem verilmesi gereken bir diğer nokta da insanın doğasının iyi tanınmasının akabinde niçin ahlaklı olmalıyız, nasıl ahlaklı olunur sorularının cevaplarının tartışılmasıdır. Burada kurulan değerler çağın ruhunu yansıtmalıdır aksi halde çağın ruhuna uygun olmayan değerlerin sosyal hayatta karşılığı olmamaktadır. Bir başka durum ise değerlerin değersizleşmesidir. Çok yüksek değerler özellikle günümüzde bir aşınmaya uğramakta, içi boşaltılmakta, açıkçası tüketilmektedir. Değeri olmayan değerler olur mu? Örneğin, yalan söylemek ahlaki olarak kötüdür. Bu öğretilir, ama bunu öğrenenlerin büyük kısmı yine yalan söyler. Bazı değerlerin dilde var olmasına rağmen içselleştirilemediği için davranışa yansıyamadığı görülüyor. Değerlerin içselleştirilmesi için ise çocukların rol modelleri görmesi gerekir. Bir değerin medyada, okulda, ailede, sosyal çevrede tutarlı olması önemlidir. Bunun başarılması da ortak değerlerin olmasına bağlıdır. Eğer toplumun üzerinde uzlaşılan ortak değerleri yoksa değerler eğitiminin başarılı olması mümkün olur mu? Öncelikle 347 Değerler Eğitiminin Değeri • Prof.Dr. Adnan ÖMERUSTAOĞLU her kesin üzerinde anlaştığı ortak değerler olması gerekir ki onlar bireye kazandırılabilsin. Değer yargıları üzerinde uzlaşılamazsa insanların seçim yapması güçleşecektir. Onun için değerler eğitiminde hangi değerlerin kazandırılacağı önemli bir sorundur. Değerler eğitiminde önemli bir husus da değerlerin bir bütünlük içinde ve bireye örtük olarak kazandırılmasının hedeflenmesidir. Değerler değişik derslerin programlarındaki amaçlarıyla birlikte ve onlarla bağlantılı olarak düşünülür ve ayrı ayrı derslerde özel bağlantılar yönünden işlenirse ancak başarılı olunabilir. Her derse ayrı bir önem vererek değerler eğitimini programlara parça parça yerleşmesinden oluşturulan bir bütünlük içerisinde düşünülmelidir. 348 Değerler Eğitimi Neden Amacına Ulaşmıyor? “Benimsetme ve Şartlanma Kültürü Şeklinde Süren Dayatmacı Eğitim Yapısının İflası ve Çözümler Prof.Dr. Osman ÇAKMAK Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Giriş Bu tebliğde kişiliğin ve karakterin oluşmasını ve fertte özgür düşüncenin gelişmesini sağlayacak eğitim altyapısını tartışacağız. Öğretilenlerin meziyet ve beceri seviyesine çıkması ve değer üretir konuma çıkması için yapılması gerekenleri ele alacağız. Konu ile ilgili tezlerimizi delillendirirken, eğitim ve fıtrat gerçeklerine dikkat çekeceğiz, gözlemlerimiz bize yol gösterici olacaktır. Problemin Kaynağı Öncelikle ülkemizde var olan eğitim verimsizliğinin kaynağı ile ilgili gerçeklere dikkat çekmek istiyorum. Zira eğitim sorunları denince genelde asıl ve kök sorunlar yerine onun yansımaları konuşulmaktadır, asıl sorunlar göz ardı edilmektedir. Ülkemizde eğitim aslında ne yapıyor? Bilgi sunmak/yüklemekten ibaret hâle gelen bu eğitim anlayışı, “öyle değil böyle ol” dayatmasıdır. Soru ve sorunların değil “cevapların öğretildiği” bu yapının ruhu ve esası “bu böyledir, böyle olduğu için öğrenmeniz gerekir, niye öğrendiğinizi sormayın” anlayışına dayanır. Bu yüzden aynı zamanda süreç bilgi empozesi şeklinde devam eder. Değerlerin anlaşılması ve içselleşmesi yerine benimsetilmesi esas alınır. Bu tesbitleri teyit eden açık göstergeler bulunmaktadır. Bu eğitim ağacı hangi meyveleri vermektedir? İstenmeyen öğrenme çıktıları ve kazanımlar, yani “yan ürünlere” bakarak bu meyvelerin ne olduğunu görebiliriz. Bu eğitimin tezgâhından geçen yığınların kazandığı özelliklerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: • Öğrendiklerini sorgulayamama, • Tek doğrulu bakış açısına sahip hâle gelinmesi sonucu olarak,“senden yana ve bana karşı” şeklindeki kutuplaşma olgusu, Değerler Eğitimi Neden Amacına Ulaşmıyor?... • Prof.Dr. Osman ÇAKMAK • Düşünme üretme-icat etme özelliklerinin kaybolması, • Sorunlar karşısında “acz” içinde kalma, “kurtarıcı” arama, öğrenilmiş çaresizlik. Bu yan ürünlerin listesini artırabiliriz. Örneğin bir “mana ziyafeti” olması gereken eğitimin “çekilmez bir yük”; sınavların ise “bela” hâlini alması fıtrata aykırı eğitim sürecinin sonucu olmaktadır. Bilgi yüklemenin eğitimde esas hâline alması, bunun sonucu olarak sınavların eğitimin yerini almasının açık bir göstergesi, örneğin internet gazetelerinin eğitim sayfalarının neredeyse tamamının merkezî sınavlar ve sonuçları ile ilgilidir. Okullarda eğitimin “değer” üretmediği yada son derece yetersiz kaldığının farkedilmesi üzerine alınan tedbirler bir yanlışlıktan dönüleceğine dair işaretler sunmaktadır. Ancak, bu defa karşımıza başka bir yanlış uygulama çıkmaktadır: O da bilgi aktarma-empoze yolu (başka yöntem bilmediğimizden) değerleri öğretmeye (kazandırmaya) kalkışıyoruz. Bütün gelişmelerin önüne set çeken kök probleme bir an evvel ulaşmamız gerekliliği ortaya çıkıyor. Sorunun temelini ortaya koymak durumundayız. Merak Duygusu ve Öğrenme Gücünün Empozeye Karşı Kırılganlığı Bilgi yüklemeye dayalı süreçlerin, yani meraksız ve talepsiz öğrenme-öğretme tarzının neden başarısız kalmaktadır? Bir fıtrat gerçeğinden yola çıkarak soruya cevap verelim. İnsanlar hayvanlardan farklı olarak “seçme özgürlüğü-irade” ile yaratılmış bulunuyor. İnsanlar bu farklılıklarının değerini takdir etmediğinde bu özelliğini kaybetme riski ile karşı karşıya kalır. Mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda değilsek, öğrenme süreci ezbere-taklide, tekrara dayanıyor demektir. Programlanmış bir şekilde hareket eden Allah’ın bir çok varlığı bulunmaktadır. İnsan nev’i varlığını, temel cevherini hürriyet özelliğine borçludur. O yüzden hürriyete ve tercih hakkına saygı, insan nev’inin varlığına saygıdır. Şartlanmaya dayalı eğitim, hürriyeti yok edip insanları robotlaştırma gayretleridir ve insanlık cevherine saldırıdır ve fıtrata saygısızlıktır. Bu eğitimle aslında bir insan hakkı ihlali ile karşı karşıya kalmaktayız. Bu saygısızlık nasıl yapılmaktadır? Bu sorunun doğru cevabına ulaşmak için “şartlanmaya dayalı öğrenmenin” iç yüzünü yakından görmek gerekir. Şartlanmaya Dayalı Öğrenme Şartlanmaya dayalı öğrenmenin temeli, olaylar ya da şeyler arasında ilişki kurmaya dayanır. Birtakım gerçekler ve ‘şey’lerin adının öğretildiği, ve sonra da kendi 350 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI geliştirdiğimiz sınavlarla yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirilip ölçüldüğü bu yetiştirilme tarzının esası “şartlı refleks stratejisidir.”1 Eğitim adına yapılanları daha yakından analiz edebilir ve insanımızın nasıl “şartlandırıldığına” daha yakından bakabiliriz. Birtakım gerçekler ve “şey”lerin adı öğretiliyor; sonra da kendi geliştirdiğimiz testlerle, yüklenilen bilginin ne kadarını aldıklarını değerlendirip ölçüyoruz. Okullarımızda, eğitim adına yapılanlar, çoğu kere adeta düşünmeden ve zahiri bir kaç emareye göre reaksiyon gösterme melekesi kazandırmaktan ibarettir. Bu yetiştirilme tarzını tahlil ettiğimizde şartlı refleks stratejisinin ağırlık kazandığını şöyle anlatabiliriz: Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, beynin şartlandırmaya açıklığından yararlanılmaktadır. Öğrenci bazen zorlanarak, bazen motive edilerek öğrenmek istenilenleri hafızasına depolamaya yönlendirilir. Tekerlemeler yoluyla hatırlayarak belleme, anahtar sözcüklerin bellenip onların çağrışımlarıyla bütünün bellenmesi, benzerlerin bellenmesi (örneğin fen derslerinde sıkça başvurulan örnek problem çözümü) yoluyla bütünün bellenmesi gibi belleme türlerinin hepsi, aslında beynin şartlanmaya açıklığından yararlanır. Eğitim diye yaptıklarımızı bu şekilde özetleyebiliriz. Her ne öğretiliyor ise birer “mutlak doğru” olarak öğretiliyor, çocuk ve gençlerimiz, doğruların tek ve sadece kendilerine belletilenlerden ibaret olduğu yolunda bir “şartlandırılmaya” tabi tutuluyor. İlgilendiği şeyleri sorgulayan ve sorgusunu o şeyin özüne ermeden sonlandırmayan “çocuk aklı”nın merakı şu veya bu nedenlerle engelleniyor sürekli. Dolayısıyla çocuğun dehası daha işin başında öldürülerek, şartlanmaya zemin hazır edilmektedir. Nasıl Şartlandırılıyoruz? Sınavlar ve işlenen dersler boyunca, öğretilenler eksiksiz geri istenir. Öğrenci ne kadar aktarılanı geri verirse o kadar becerikli ve başarılıdır. Yani başarı kriteri bu olur. Öğrenci bu durumda “ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma!” ve “Sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları benimsemeye başlar. Söylediklerimiz değil, davranışlarımızın daha etkili olduğunu düşünürsek, örneğin sınavlarda uygulanan gözetim sisteminin oluşturduğu “kalıcı etkiye” bakarsak, öğrenciler “güvenilmez” oldukları yolunda şartlandırılmaktadır. ____________________________________________________________________ 1 Bu konuda detaylı bilgiye ulaşmak için şu kaynaklara müracaat edilebilir: Bacanlı, H. (1998). Eğitim Psikolojisi. (Birinci basım). İstanbul: Alkım Yayınevi; Morgan, T. C. (1986). Psikolojiye Giriş (3. baskı). (çev. Hüsnü Arıcı ve diğerleri). Ankara: Meteksan Yayınları. Diğer kaynaklar için bk: http://www.psikoterapistim.org/sosyal_ogrenme_kurami_Albert_Bandura.htm 351 Değerler Eğitimi Neden Amacına Ulaşmıyor?... • Prof.Dr. Osman ÇAKMAK Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi sorgulamamız mümkün değildir. Zihnimiz şekillenmiş daha doğrusu formatlanmıştır. Sonuçta mevcut bilgilerimizin yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç, hatta imkânsız hâle gelmektedir. Kısacası mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci ezbere, taklide, tekrara dayanıyorsa öğrendiklerimizi “şartlanma yoluyla” elde etmeye başlamışız demektir. “Klasik şartlı öğrenme” yönteminde, önce uyaran vardır ve organizma ona tepki gösterir. Önce tepki yapılır ve sonra tepkinin doğurduğu uyarıcı gelir. Sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa o zaman kaçınılmaz bir şekilde şartlı öğrenmenin içindeyiz demektir. Çünkü Pavlov’a göre şartlı öğrenme, düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilmişse ortaya tepkisel öğrenme çıkar. “Şartlanmaya dayalı eğitim” tarzının ıslah ve uyum işlevi vardır. Bu tarz eğitimle yetişenlerin eleştirel bakışı (sorgulama) yok olduğundan, otoriteye karşı benzer tepkiler sergileyen insan tipi yetişmektedir. Bu yapıda “bütünleştirici” işlev söz konusudur. Bir fabrikadan çıkan ürünler gibi birbirine benzeyen, tepkileri önceden tahmin edilebilen ürünler ortaya çıkmaktadır. İnsaniyetin cevheri hiçbir baskı altında kalmadan kendi serbest iradesi ile yapabildiği bir çevre ve eğitim ortamında kendini gösterebilmektedir. Aileden başlayarak, ilk, orta ve yüksek öğrenim sırasında öğreticinin söylediklerini ezberlemeye, imtihanlarda nakletmeye, aktarmaya yönlendirilen öğrenci, okuduğu her metne, söylenen her söze, ileri sürülen her düşünceye kuşku duymadan, sorgulamadan, yaklaşacak, her söylenen sözün doğruluğuna inanacaktır. Karşılaştığı otoritelerin görüşlerini kolayca benimseyebilecektir. Emir almaya alışan insanlar yetişecek ve haklarını korumaktan aciz, işini ve makamını kaybetmeme için her türlü baskıya boyun eğen insanlar, zamanla köle bir kişilik şahsiyet hâline gelecektir. İnsanın bütün güzel meziyetleri hür ortamın meyveleri ve zihinsel özgürlüğün çocukları olduğuna bir kere daha dikkat çekelim. Tek Doğrular ve Seçici Algı Şartlanmaya dayalı eğitimi bir başka açıdan daha irdeleyerek tezimizi güçlendirmek istiyoruz. ülkemizde hâkim eğitim ve öğretim metotlarının donmuş bir zihin yapısı oluşturduğunu, insanı nasıl “tek doğrulu” bir zihin yapısına sahip kıldığını yakından görelim. Şartlanma süreci, seçici bir algı oluşturmakta; kendi tanı ve çözümlerinin dışındakileri süzüp atan bir filtre meydana getirmektedir.. Bu kendini besleyen bir 352 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI süreç olarak gelişmektedir. Kişi bu yolda deneyim ve özgüven kazandıkça artık ne denli doğru olursa olsun o kişiye bir şeyler anlatmak güç hâle gelir. Kişinin yapıştığı ve odak hâle getirdiği iddia, fikir ve anlayışlar, onun hayatının tanımladığı koordinat sistemini oluşturmaya başlar ve kişide zihnî esneklik kaybolur. O koordinat sistemi kayarsa kişi çıplak, özgüvensiz, fikirsiz kalacağını düşünür. Bu süreç bir kördüğümü doğurur ve kişi kendi doğrularına sıkı sıkıya sarılmaya başlar2. Bilgininin sınavlar ve testler yolu ile bu denli tekrarlanması ve önemsenmesi onu adeta kutsallaştırmaktadır. Bu davranışın gençlerin kişiliği üzerinde bıraktığı tek şey, üzerinde düşünülmeden ezbere tekrarlanan basmakalıp yargılar ve sloganlar olmaktadır. Böyle olunca da gençlerimiz zihnen formatlanmanın yolu açılmaktadır. Yani özgür iradeli insan olmalarının önü kesilmektedir. Ne kadar ‘çağdaşlık’, ‘akılcılık’ ve ‘aydınlanmacılık’ nakaratlarından bulunursak bulunalım bu tarz eğitim skolastik bir zihniyetin beslenip büyümesine yol açmaktadır. Gençlerimizi sınırlı kavramlara ait değer yargılarının kurbanı hâline gelmesi, hayatı ve olayları at gözlüğü ile (neredeyse açısız) seyretmeye başlaması tüm bunların açık birer göstergesi. İnsanımıza alıştırıldığından ve öğretildiğinden farklı bir söz veya düşünceyi söyleyince kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermelerini neye bağlayabiliriz ki? Kutuplanma olgusu insanımızın en zayıf yanının teşkil etmektedir ve bu durum tamamen alınan eğitimin bir sonucu olarak teşekkül etmektedir. İnsanımızın zihin alt yapısı bu olunca medyayı eline geçiren derin güçler, medya yoluyla sürekli kutuplanma ve ihtilaf duyguları kışkırtılmaktadır. Sürekli ümitsizlik havası oluşturmaya çalışılmakta ve bu uyutulma-ümitsizlik içinde yaşama süreci pekiştirilmektedir. Bunu bir kısım medyanın haberleri veriliş tarzından bile anlayabilirsiniz. Bu süreç, kişide kör inançların ve sabit fikirlerin neşvüneması için zihni altyapı oluşturur. Böyle bir süreçte kişi kendisine empoze edilen-dayatılanları anlayamayacağı gibi ve farkındalık düzeyini de artıramayacaktır. Dahası kişinin fıtratında mevcut “öğrenme gücünün” harekete geçirilmediği bir zeminde, öğrenilenlerin değer hâlini alması ve içselleşmesi mümkün olmayacaktır. Evet öyle bir eğitim süreci düşünelim ki öğrenilenler ferde ilham verecek düzeye çıkmış bulunuyor. Bu takdirde etkisi kalıcı hale gelecek ve öğrenilenlerin şahsiyet oluşumuna bir katkısı olacaktır. Öncelikle zihni fonksiyonlara-anlamaya hitap eden bu süreç kişide sağlam bir tefekkür yapısı oluşturacaktır. İşte zihnen hür hâle gelen ____________________________________________________________________ 2 Ezbere dayalı eğitimin yol açabileceği çeşitli olumsuzluklar için bk. http://bit.ly/Yrb8WE]. http://www.beyaznokta.org.tr/Ezbersiz_egitim/ 353 Değerler Eğitimi Neden Amacına Ulaşmıyor?... • Prof.Dr. Osman ÇAKMAK kişi bu sağlam tefekkür yapısı, sağlam bir bilim ahlakına kavuşur (https://www.edam.com.tr/kuyeb/pdf/tr/afbf274f1dac546f1efbc453bbf89d1antTAM.p df). Çünkü düşünmeyi öğrenmek aslında ferdin tüm kalıp düşüncelerden ve şartlanmalardan kurtuluş anlamı taşır. O halde “eğitim ve eğitilme ile gelen ahlaki terakki ancak özgür ve özerk zihinlerin başarabileceği bir iş” olmaktadır. Böyle bir eğitim ortamı ve anlayış oluşturulduğunda kendi varlığına, kendi özgürlük ve özerklik alanı doğrultusunda öğrenmek isteyen insanlar yetişecektir. Edindiği hayat tecrübelerini, kendi bakışı, kendi anlayışı, kendi yorum çabaları içerisinde yoğurmak isteyen insanlar yetiştirilmesi ancak böyle bir ortamda mümkün olabilir. Sonuçta böyle yetişen insanları başkalarının yönlendirmesi ve hükmetmesi mümkün olmayacaktır. Böylece, tefekkürü meyve veren gerçek eğitimin zihinsel özgürlük kadar gerçek özgürlüğün de teminatı ve anahtarı olduğu açığa çıkmaktadır. Talep ve Merak Yoksa Öğrenme de Yoktur Uzmanlar, önemli olan öğrenmenin başında öğrenmeye olan talebin ve ihtiyacın oluşturulması olduğunu söyler. “Neden öğreneyim ki?” sorusuna imkân ve fırsat verilmesi gerekliliği üzerinde dururlar. Bunun için eğitimin sınav odaklı değil “ihtiyaç odaklı” olması gerekliliğinden bahsederler. Bunun içindir ki, “merak ilmin hocası ve ihtiyaç terakkinin üstadı” denilmiştir. Eğer öğrenmek aşamasında olan insanlar öğrenmeye zorlanmışsa, bu zorlanma ve korkutma örneğin sınavları geçmek yada ahlaki değerlere dair bilgileri öğrenmeye yardımcı olabilir. Öğrettiklerinizi sorduğunuz zaman da karşılığını verebilir. Ancak öğrenci kendi içinden, kendi iç özgürlüğünden kaynaklanan bir çıkışla, edinilmiş bir öğrenmeye ulaşamamaktadır. O öğrenme, kimliğinin bir parçası hâline gelmeyince, yaşama-uygulamaya dönüşmemektedir. Zihinde bir yama gibi duracağından ve büyük ihtimalle çok kısa bir süre sonra o bilgi hafızadan uçup gidecektir. Sınıf geçilmiş, sınavlar verilmiş olsa da… Hassas Nokta Tekrar edersek, özgür iradeler insanın elinden alınınca ve seçme imkânı verilmediği zaman, fıtrata uygun olmayan bir eğitim tarzı ortaya çıkmaktadır. Sadece bilgileri ve doğruları öğretmeye (şartlanmaya) dayalı öğretimde insanlar fıtraten sahip oldukları şüphe ve merak hislerini kaybetmektedirler. O hâlde eğitimin başında ve her safhasında dikkat edilmesi gereken insani özelliklerin ne olduğunu öğrenmiş oluyoruz: “Merak” ve “öğrenme gücü” insani en önemli melekeler olup, aynı zamanda dayatma ve empozeye son derece hassas ve kırılgan insani özelliklerdir. 354 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tekrar eğitimimizin kök sorununa dönülecek olursa, değerlerimiz arasında yer alan “merak ilmin hocası” ve “ihtiyaç terakkinin üstadı” tespitlerinin önemi irdelenebilir. Bu şöyle de açıklanabilir: Öğrenmede, önce talep ve merak oluşturulmazsa eğitim, tatsız ve bir an önce kurtulunması gereken bir bela hâline gelecektir. O hâlde eğitimde anahtar nokta, öğrenmenin başında öğrenmeye olan talebin oluşturulmasıdır. Yani, “Neden öğreneyim ki?” sorusunu soran bir insana, bunu tartışmaya imkân verilmelidir. Öğrenci, neden öğrenmesi gerektiğini açıklayabilmelidir. Öğrenci, eğitim sürecinin başında öğrenmek istemiyorsa, öğrenmek istememesine saygı gösterilmesi ve öğrenmeye olan kapalılığının ardında ne yattığının araştırılması gerekir. Sonuç İnsanlık cevherinin kendini göstermesi ve insani kimliğin kazanılması hiçbir baskının olmadığı eğitim ortamında mümkün olmaktadır. İnsanın kendi serbest iradesini kullanabildiği bir çevre ve eğitim ortamı ve atmosferidir ki bütün insani değerlerin neşvünemasının zeminini ve altyapısını teşkil eder. İnsanlar ancak kontrol kendi ellerindeyken yani eğitim sürecinin öznesi hâline geldiği bir öğrenme ortamında öğrenmeye başlarlar. Öğreticinin vazifesi ise “öğretmek” değil “akla kapı açarak”, “rehber” ve “ders arkadaşı” konumunda kalarak “hazmedilmiş bilgiyi” sunmaktır. 355 Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi Teorik Bir Yaklaşım Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ Trakya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş Geleneksel öğretilerde insanlık tarihi aydınlık ve karanlığın birbiriyle amansız bir savaşım içinde oldukları çeşitli devirlere ayrılır. Her bir devrin sonuna yaklaştıkça dünyayı karanlık ya da zulmet kaplasa da, söz konusu durum aynı zamanda gelmesi an meselesi olan aydınlık devrin de habercisidir. Hindu öğretisine göre bu devirler (manvantara) dört tanedir ve içinde bulunduğumuz devir Kali Yuga (Karanlık Çağ) olarak adlandırılmaktadır. Kali Yuga, bahsi geçen devirlerin sonuncusu olup öncekilere oranla daha karmaşıktır. Bu devirde hakikat, perdeler ardına gizlenmiş ve neredeyse ulaşılamaz duruma gelmiştir (Guénon, 1991: 15). Modernitenin neden olduğu toplumsal sorunları ve nedenlerini ele alırken felsefî, tarihî, sosyolojik, psikolojik bir çok unsur, bir bütün olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Çağın problemlerine çözüm ararken, geleneğimiz ve geleneğimizi oluşturan irtibatları birer kılavuz olarak görmemiz, daha nitelikli ve uzun soluklu adımlar atmamızı kolaylaştıracaktır. Asırlarca Müslüman toplumlara dinamizm veren Medînetü’l-Fazıla ya da Erdemli Toplum ideali, Karanlık Çağ’ın kıskacından kurtulup bir ihya hareketi için de muharrik işlevi görecektir. Bu bağlamda yeniden inşadan ziyade ihyanın bir diriliş sağlayacağı düşüncesiyle geleneğimizde erdemlerle alakalı olarak ortaya konan düşünceleri ana hatlarıyla ele almaya çalışacağız. İnsanlık tarihinin başından itibaren, hikmetseverler ya da filozofların yanı sıra âlim ve arifler de geleneğin ışığında insanı mutlu kılacak kurtuluş yolları arayagelmişlerdir Sözgelimi Aristo, insanın en ulvî gayesinin mutluluk olduğunu dile getirir (Aristotle, 2009:1099a 25-30; 1099b 5-10). Bu gaye eğitimle sağlanabilecek olup mutluluk doğa durumunda alelade bir husus da değildir. İnsanın mutluluğa ulaşması, kendini gerçekleştirmeyle bağlantılıdır ve erdemler de insanın kendini gerçekleştirmesindeki başat unsurlardır. Aristo, insanı erdemli kılacak üç şey olduğu ilavesinde bulunur: Doğa, alışkanlık ve akıl. Bunları denge hâline getirecek şey yine eğitimdir ve bunlar yoluyla insan erdemlere, hikmete ve mutluluğa ulaşır (Cevizci, 2014: 52-53). Ahlak konusunda Eflatun, Aristo ve Calinus çizgisini izleyen Müslüman düşünür ibn Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi - Teorik Bir Yaklaşım • Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ Miskeveyh de insanın gayesinin bir bütün olarak kendisini gerçekleştirmek, kemalat amacıyla hakiki mutluluk ve esasen ebedî saadete erişmek olduğunu ifade eder. Bunun yolu da hem eylem hem de söylemde bazı erdemlerin hayata geçirilmesidir. İbn Miskeveyhe göre benliğin üç yetisi vardır: Beyindeki akıl; karaciğerdeki şehvet; kalpteki gadab. İnsan, erdemi düşünüp muhakeme etme ve hayata geçirme yoluyla elde etmiş olur. Bunu da iki uç arasında Aristo’nun “altın orta” ilkesinde olduğu gibi iki uç arasında dengeyle hayata geçirebilir. Bu üç yeti dengelenince, adalet erdemi hasıl olur (Cevizci, 2012: 265-266). İlk Çağ’da ratio önde gelirken Orta Çağ’da değer ve ratio yan yana gitmiş, Yeni Çağ’da ise bilimsel (?) düşünce inançlardan sıyrılma gayretine girerek değerler bir kenara bırakılmıştır. İslam dünyasında asırlarca büyük önem verilen erdemler bahsi, yalnızca İslam dünyasına değil tüm aleme ışık tutacak denli kapsamlıdır. Modern insanın manevî bir kalkınma ya da diriliş gerçekleştirmesi de kurtuluşun anahtarını içeren geleneğe sarılmasıyla mümkün görünmektedir. Gelenekten kastımız, vahiy zinciri yoluyla Yaratıcı’yla irtibatlı olmaktır. Bu irtibat, yeri geldiğinde insanı yaratılıştaki ilk hâline (primordial state) yeniden ulaştırmak için onu batıldan uzaklaştırıp hak üzere tutmada bir kılavuzluk işlevi görecektir. İnsan-ı Kâmil düşüncesinde ifade bulan ilk ya da fıtri hâl, kadim filozofların ısrarla üzerinde durdukları bir ideali de ortaya koymaktadır: Medinetü’l-Fâzıla ya da erdemli toplum. Erdemli toplum ya da şehir, demografik bir bir araya gelişten çok bir karşılıklı ilişkiler bütünüdür. Nasîreddin Tusî, bu nevi bir arayışa gelişe temeddün adını vermektedir. Kınalızâde Ali Çelebi de “Medîne-i fâzıla oldur ki anda olan temeddün ü ictimâ’ın sebebi hayrât u mesâlih ola” (Kınalızâde Ali Efendi, 2012: 445) demek suretiyle bir araya gelişin amacının erdemli olmanın yanı sıra hayrı gözeten bir toplum oluşturmak olduğunu dile getirir. Fârâbi’ ise saadete ulaştıran fiilerin güzel fiiller olduğunu ve bu fiillerin dayandığı ilkelerin erdemler olduğunu ifade eder. mutluluğa engel olanlarsa reziletlerdir (Fârâbi, 2001: 70). En mütekamil hâline Asr-ı Saadet’te tanık olunan bu ideal bir ütopya olmayıp sonraki Müslüman topluluklar için bir prototip oluşturmuştur (Davutoğlu, 1997: 40). Tüm sorunların Resûlullah’ın vahiy perspektifinin nüfuz ettiği eşsiz öngörüsüyle aşıldığı Asr-ı Saadet’ten sonra İslam toplumu gerek coğrafi gerekse kültürel açıdan genişlemeye başlar. Yeni fethedilen toprakların ilim ve irfanına olan merakla birlikte baş gösteren iç ve dış kaynaklı sorunlar, Müslüman otoritelerin kelam, felsefe ve tasavvuf adlı disiplinleri oluşturma ve geliştirmeye yöneltmiştir. Bu dönemde Bağdat’ta kurulan Beytü’l-Hikme (Hikmet Evi), antik Yunan düşünürlerinin, özellikle de Aristo’nun eserlerinin yanı sıra Pers ve Hint gibi kadim medeniyetlerin irfanını da Arapçaya dolayısıyla Müslüman düşünürlerin kullanımına aktarılmasına öncülük etmiştir. Bu noktadan sonra yapılan çalışmalar, yalnızca taklit olmayıp özgün bir çok düşünce de ortaya konabilmiştir. Gazâlî (1058-1111), Kindî (800?-873?) gibi filozofların yanı sıra Endülüs’te yetişen ibn Miskeveyh (940-1030), ibn Bacce (?-1138), ibn 358 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Rüşd (1126-1198) gibi Müslüman filozoflar gerek kendilerinden önceki anlayışları gerekse de kendi özgü çıkarımlarını Doğu ve Batı’nın istifadesine sunmuşlardır. Aristo ve Eflatun’dan ibn Rüşd’e kadar bu muazzam birikim, birey ve toplumların mutluluğu için yapılan tasnif ve tavsiyeleri içermeleri bakımından hayatî öneme sahiptirler. Daha sonraki hakim, âlim ve arifler de bunların ışığında önemli eserler kaleme almışlardır. İslam dünyasında ahlak üzerine yapılan çalışmaların çokluğu ve çeşitliliği, bu konuya atfedilen önemi de gözler önüne sermektedir. Zira Nasîrüddin Tûsî’den (1201-1274) Kınalızâde Ali Efendi (1511-1571) ve Muhyî-i Gülşenî’ye (1528-1605) kadar tüm otoriteler, yapmış oldukları tespitlerin yerindeliği bakımından her dönemde başvurulması zorunlu birer köşe taşlarıdırlar. Uzunca bir süre söz, düşünce ve yaşantıların hikmetle yoğrulduğu bu topraklarda, seküler dünya görüşünün hâkim olduğu sınıflandırmaların bir çözüm ve dönüşüm sağlayamayacağı açık hâle gelmiştir. Değer Kavramı İstek ve ihtiyaç sahibi olup kendine göre birtakım amaçları olan insan, gündelik yaşamında karşılaştığı seçenekler arasında seçim yapmak durumunda kalır. İnsanın bu seçimlerinde ona yön veren ilkelere, inançlara ya da varlıkların her birine “değer” adı verilir. Bu anlamda değer, kişinin isteyen, gereksinme duyan, erek koyan bir varlık olarak nesne ile bağlantısında beliren şey şeklinde de tanımlanabilir. Biçim bakımından olumlu ve olumsuz, öznel ve nesnel, gerekli ve salt; içerik bakımından nesnel değerler (yararlı, hoş), mantıksal değerler (doğru), ahlaki değerler (iyi), sanat değerleri (güzel) şeklinde bir ayrıma tabi tutulabilir (Akarsu, 1998:49). İnsan söz konusu seçimlerde aklını kullanır ve seçici (selective) sistemler uyarınca iradede bulunur. Bahsi geçen seçici sistemler, kimi davranış ve davranış sistemlerinin idaresinden sorumludur. Kişinin ilgileri, zevkleri, kişisel özellikleri seçici sistemlerdir. Bu sistemler arasında, söz gelimi toplumsal normlar ve kişinin ilgileri arasında bir hiyerarşi söz konusudur ve toplumsal normlar genellikle daha baskındır. Bu sistemler yararlı, doğru, iyi nitelikli şeyleri kabul edip yanlış, kötü, zararlı, çirkin şeyleri reddederler. Bu yüzden değerler bağlamında bir öncelik ve üstünlük ilişkisinin varlığından söz edilebilir. Aydınlanma sonrasında değerlerle alakalı olarak geleneksel yaklaşımların yanı sıra sonraki tezleri etkileyecek görüşler de dile getirilmiştir. Söz gelimi, Alman toplum bilimci Scheler değerlerin akılla tanınamayacağını, gönülle “duyulabileceğini” (wertfühlen) dile getirir. “Değerleri duyma” ile ahlaki değerler elde edilir. Değerler gönülle kavranırlar ancak gönülle yaratılamazlar. Bu “duyulmuş” değerler bir değer alanı kurar ve bir hiyerarşi uyarınca sıralanırlar. Söz konusu hiyerarşide kimi değerler daha yüksekte yer alırken kimileri de daha alçaktadır. Hiyerarşinin nedeni üstün tutma ya da tercihtir. Ayrıca değerlerde bölünemezlik, süreklilik ya da salt oluş gibi nitelikler belirleyicidir (Akarsu, 1994: 167-168). Klasik felsefede hareket noktaları ontoloji, bilgi, ahlâk ve estetiktir. Bu unsurlar, aynı zamanda değer yargılarıdır. Dolayısıyla değer mekanizmasını ortaya koyabilmek, 359 Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi - Teorik Bir Yaklaşım • Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ ayrıca beşerî ilimlerin tabiatını da aydınlatmaktadır. Herhangi bir şey ilgi objesi olduğunda, artık bir değere de sahip olur. Ancak burada dikkat çekici olan husus, bu ilginin pozitif olabileceği gibi negatif de olabileceğidir (Güngör, 2000: 32). Değerlerin Gruplandırılması Değerlerle alakalı önemli çalışmalara imza atan H. Ziya Ülken’e göre değerler üç grupta ele alınabilir: içkin değerler (teknik-sanat, fikir), aşkın değerler (ahlak, din) ve alternatif değerler (dil, hukuk, iktisat) (Ülken, 2014:298). Bu gruplardan ilki duyulara, ikincisi duygu ve duyulara, üçüncüsü de bunlar yardımıyla kavramlara dayanmaktadır. Değerler eğitimi planlaması yapılırken, öngörülen program üç unsuru da kapsamalıdır. Değerlerin ortaya çıkışında teknikle sanat, ilgi ile ahlak, teknik ve sanatla ahlak tüm işleyişlerinde iç içe örülmüş durumdadır (Ülken, 2014: 301). Değerler ayrıca Amaç Değerler (Terminal Values) ve Araç Değerler (Instrumental Values) olmak üzere iki grupta incelenebilir.1 Araç Değerler, Amaç Değerler’in kazanılması işlevine sahip olup erdem (virtue) olarak da adlandırılabilir. Araç değerler yani erdemler, istencin ahlakî iyiye yönelmesidir. Eflatundan itibaren temel erdemler hikmet ya da bilgelik, şecaat ya da yiğitlik, doğruluk ve ölçülülük şeklinde ele alınmıştır (Akarsu, 1998: 70). Müslüman düşünürler de Aristo ve Eflatun’un yapmış oldukları sınıflandırmalardan yararlanmışlardır. İbn Miskeveyh, İmâm-ı Gazâli, ibn Arabî, Muhyî-i Gülşenî, Nasiruddin Tusî, Hadimî, Kınalızâde Ali Efendi’nin de aralarında bulunduğu bir çok âlim ve arif, şu erdem (fazilet) dörtlüsü üzerinde hemfikirdirler: 1- Hikmet (Bilgelik): Akıl yetisinin denge hâlinde oluşuyla ortaya çıkar. 2- Şecaat (Yiğitlik): Gadab (öfke) yetisinin denge halinde oluşuyla ortaya çıkar. 3- İffet : Şehvet yetisinin denge hâlinde oluşuyla ortaya çıkar. 4- Adalet: Hikmet, Şecaat ve İffet yetilerinin hem kendi içlerinde hem de bir bütün olarak denge hâlinde oluşuyla ortaya çıkar (Tûsî, 2013: 91; Gülşenî, 2004:94115; Kınalızâde Ali Efendi: 94-95). İnsanın bu dört erdeme sahip olması, bunların alt erdemlerine de sahip olması anlamına gelir ve sonuçta Amaç Değerlere ulaşması kolaylaşır. Klasik dönem filozoflara göre insan, yalnızca cisim ya da cesetten oluşmayıp ruh ve nefse de sahiptir. Bu çok katmanlılık nedeniyle mikrokozmos olarak da adlandırılır. Makrokozmosun niteliklerini potansiyel olarak kendisinde barındırdığı da söylene____________________________________________________________________ 1 360 Bu tasnif Milton Rokeach’ın “The Nature of Human Values” (1973) adlı çalışmasına istinaden yapılmaktadır. Rokeach Değer Araştırması’na göre, Amaç Değerler arzulanır varlık hâlleridir; kişinin yaşamı boyunca ulaşmayı arzuladığı ve farklı kültürlere mensup faklı grup ya da kişiler arasında değişiklik arz edebilirler. Diğer taraftan Araç Değerler tercih edilen davranış biçimlerini ifade eder; Araç Değerler, Amaç Değerlere ulaşma vasıtalarıdır. ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI bilir. Dolayısıyla insanın duygu ve düşüncelerine etkide bulunan bir çok etmen bulunmaktadır. Ahlâk konusunda büyük bir otorite olan Tûsî’ye göre, felsefede kemâlat çeşitleri bağlamında yönelim için gerekli hareket noktaları, tabiat ya da sanattır. Tabiat ilkesinin ne olduğu konusunda örnek vermek gerekirse, nutfeyi ard arda başkalaşım ve dönüşümlerle hayvanî kemâle ulaşıncaya kadar hareket ettiren ilkedir. Sanat ise örneğin ağacı araç ve gereçler yardımıyla taht mükemmelliğine ulaşıncaya kadar hareket ettiren ilkedir. Tabiat ilkesi, gerek varlık gerekse derece bakımından sanattan önce gelir. Zira tabiat ilkesi Hikmetle açığa çıkarken, tabiat hem ortam hem de kişinin çaba ve iradesiyle oluşur. Sanatın kemâli, tabiata benzemesi oranındadır (Tûsî, 2013: 130). Dolayısıyla insanın ilk hal (primordial state) için can atışı, bu bağlamda değerlendirilebilir. Erdemlerin edinilmesi ve ahlâk terbiyesi, sanat ilkesiyle alakalıdır. Yukarıda ifade edilenler bağlamında erdemlerin edinilmesi, tabiatın izlenmesini gerektirir. Diğer bir deyişle, “ilk yaratılışında kuvvelerin ve melekelerin var oluş sırasının, hangi düzene göre olduğu üzerinde derinliğine düşünür ve terbiyesinde de aynı hiyerarşiyi gözetiriz (Tûsî, 2013: 131). Örneğin bir bebekte beliren ilk kuvve, yiyecek arayışı ve elde etme çabasıdır. Bebek, anne rahminden çıktıktan sonra fıtrî olarak anneden süt bekler ve bu istek ağır basınca ağlamaya başlar. Hayal gücü suretleri muhafaza etmeye başladığında, annesi ve çevredekilerin suretlerini de ister. Gadab kuvvesi belirdiğinde, kendini zararlı şeylerden koruyacak olgunluğa sahip olur; istediği şeylere ulaşmada önüne çıkan engellere karşı savaşım verir. Bu çaba esnasında başarılı olursa, ilerlemeye devam eder; başarısız olursa büyüklerinden yardım ister. Tedricen organlarını hareket ettirecek kuvveler artar ve böylece nefsin temyiz yani ayırt etme kuvvesi açığa çıkar. Bu şekilde iffet ve adalete doğru ilerleme sağlanır. Benliğin (Nefs) Eğitimi Bir varlık olarak insanın tüm potansiyelliklerinin bilinmesi, onu arayışında olduğu mutluluğa da yakınlaştıracaktır. Kadim geleneklerde farklı biçimler almış olsa da hareket noktası aynı ilkedir: “Know Thy Self ”; “Nosce Te Ipsum”; “Nefsini bilen, Rabbini bilir.” Kur’an-ı Kerim, nefsin arındırılmasının insanın kurtuluşuyla olan bağlantısına vurguda bulunur: “Elbette nefsini arındıran felaha ermiştir.” (Şems, 91/9). Bu yüzden insan öncelikle nefsini gözlemlemelidir, “Doğrusu insan kendi nefsini görür.” (Kıyamet, 75/14). İnsan benliği ya da nefsi, iki kabiliyet merkezinden oluşur: zihin (dimağ)ve gönül (kalp, vicdan). Kemâlat, bu iki merkezin dengeli (mutedil) bir biçimde işletilmesidir. (Çağırıcı, 2006:22). Nefs, insandaki kalp, zihin, akıl, duyu, sezgi vb. donanımların bir tür temsilidir. Bu nedenle eğitilmesi için insanın benliğinin yetileriyle mütenasip programlar geliştirilip yürütülmelidir. Zira her insan, farklı fıtrî potansiyellere sahip olması bakımından biriciktir. Özellikle Doğu gelenekleri bu çokboyutluluğu dikkate 361 Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi - Teorik Bir Yaklaşım • Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ almış olsa da modernitenin hâkim olduğu toplumlarda tek boyutluluk esas alınmış ve sonuçta insanlar daha da mutsuz ve huzursuz olmuşlardır. Benliğin Yetileri Geleneksel anlayışa göre, erdem (fazilet) ve erdemsizliklerin (rezilet) ortaya çıkmasında, insan benliğinin yetilerinden üçü ön plana çıkar. 1- Akıl (Temyiz, idrak, nutk): Ayırt edici yeti. 2- Öfke (Gadab): Def edici yeti (Tûsî, 2013: 36-37). 3- Arzu (şehvet): Cezbedici yeti (Kınalızâde Ali Efendi: 95-97). İnsandaki bu yetilerin (akıl, öfke ve arzu) kendi içlerinde denge içinde oluşunun bir sonucu olarak bunlara bağlı erdemler ortaya çıkar. Akıl yetisi kişinin mizacıyla uyumlu olduğunda, hakikate ulaşmaya can atar. Böylece dengeye ulaşır ve sonuç olarak hikmet erdemi ortaya çıkar. Zekâya sahip olmasının da önü açılır. Öfke yetisi kişinin mizacıyla uyumlu olduğunda, akıl yetisine tabi olur ve akıl neye yöneltip neyi gerekli görürse, onu gerçekleştirmeye çalışarak denge bulur. Bunun sonucunda şecaat erdemi ortaya çıkar. Hilm’e sahip olmasının önü açılır. Arzu yetisi kişinin mizacıyla uyumlu olduğunda, akıl yetisine tabi olur ve akıl neye yöneltip neyi gerekli görürse, onu gerçekleştirmeye can atarak denge bulur. Bunun sonucunda iffet erdemi ortaya çıkar. Cömertlik erdemine sahip olmanın önü açılır. Bu üç yeti kendi içlerinde ve bir bütün olarak denge bulduğunda, adalet erdemi ortaya çıkar. Sonuç olarak bu erdemleri edinen kişi, nefsinde beliren karmaşa karşısında şaşkınlık yaşamaz ve insaf ile intisaf yani hem hak gözetme hem de hakkına sahip olma gerçekleşir (Tûsî, 2013: 92). Bu erdemlerden her biri yalnızca bir başkasına da sirayet etmesi durumunda övgüyü hak eder. Örneğin, bir kişi cömert olup bunun bir başkasına bir yararı olmuyorsa o kişi cömert değil ancak müsrif olarak nitelendirilir. Keza şecaat yalnızca ona sahip olan kişide kalıp bir başkasına etkisi olmuyorsa, o kişi kıskanç olarak nitelendirilir. Hikmet yalnızca ona sahip olan kişide kalıp bir başkasına geçmiyorsa, o kişi bir filozof değil yalnızca bir görüş sahibi olarak nitelendirilir. Erdemlere ulaşmanın koşulu, dengedir. Bu denge bozulduğunda, erdemsizlikler (rezilet) ve hatta erdem gibi görünen erdemsizlikler belirir. 362 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Değer-Erdem Farkı Erdemler insanı daha mutlu ve daha iyi kılan davranışlardır. İnsanlar fıtraten değerlere eğilimli erdemlere eğilimli olarak doğarlar. Erdemler kesin ve sabit olup kişilere, toplumlara, mekan ve zaman göre değişmezler. Diğer bir deyişle göreceli değildirler. Değerler ise kişiye, topluma, mekana ve zamana göre değişiklik arz edip görecelidirler. Kişinin seçimiyle alakalı olup kişiyi daha iyi veya daha kötü yapabilirler. Mutluluğa ulaşmak için bir katkıları olmayabilir. Değerler yalnızca ahlaki ilkelere uygun olarak sahip olunup kullanıldıklarında onlara sahip olan kişiyi değerli kılarlar. Sözgelimi teknoloji, para ve özgürlük birer değerdirler; ancak ahlaki açıdan uygun olmayan yollarla sahip olunup kullanıldıklarında, kişinin değerini düşürebilirler. Erdemler denge sonucunda ortaya çıktıkları için sonlu ve sınırlıdırlar. Erdemsizlikler dengenin bozuluşu sonucunda ortaya çıktıkları için sınırsızdırlar. Kısaca doğru yolda hareket etmek erdem, doğru yoldan sapmak ise erdemsizliktir. Bununla birlikte, erdemsizlik kalıcı değildir ve değişebilir. Tekrar denge hâline ulaşmak, talim ve terbiye ile mümkün olur (Gülşenî, 2004: 94). Dengesizlikler; istek ve eylem, niyet ve uygulama, görünen ve görünmeyen, söz ve davranış arasındaki uyumsuzluklarla ortaya çıkar. Dengesizlikler erdemsizlikleri güçlendirirken, erdemleri baskı altına alırlar. Bunun sonucunda erdemler gittikçe görünmez olur. Bu ana erdemler, çeşitli alt erdemlerden oluşmaktadır. Ana erdemlerin edinilmesi, alt erdemlerin de edinilmesiyle tamamlanmış olur. Hikmet Erdeminin Alt-Erdemleri 1- Zekâ: Problem çözme ve yeni değerler üretebilme kabiliyetidir. Çok sayıda olay ve özellik arasından gerekli olanı seçip sonuca ulaşmayı sağlar. 2- Hızlı Kavrayış; Kıvrak zekâ (suratü’l-fehm): İhtiyaç anında gerekli olan şeyi derhal anlamaktır. Ayrıca işlerin incelik ve ayrıntılarını görebilmektir. 3- Zihin Duruluğu (Safa-i Zihn): Zihnin zorlanmadan ve duraksamadan anlama durumunda olmasıdır. 4- Öğrenme Kolaylığı (Teallüm Suhuleti): Hedeflenen konuya yoğunlaşıp inceliklerine dikkat edebilmektir. 5- Akletme/Kavramlaştırabilme (Taakkul): Gerekli olanı atlamayıp gereksiz olanla meşgul olmamaktır. 6- Ezberleme (Tehafuz): Enladığını hafızada tutabilmektir. 7- Hatırlama: Hafızada saklanan bilgileri gerektiğinde çağırıp kullanabilmektir. 8- Düşünme (Tefekkür): Olay ve olguların sebep ve sonuçları uyarınca zihin ve kalbi harekete geçirmek ve bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşmaya çabalamaktır. 363 Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi - Teorik Bir Yaklaşım • Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ Şecaat Erdeminin Alt Erdemleri 1- Benliği kontrol altında tutmak 2- Yiğit, mert, yürekli olmak 3- Sebat 4- Yumuşak başlı olma (hilm) 5- Sakin, temkinli olma (sükûnet) 6- Sorumluluk taşıma 7- Özgüven sahibi olma (şehamet) 8- Dayanıklı olma (tahammül) 9- Alçakgönüllü olma (tevazu) 10- Duyarlı olma (hamiyet) 11- Nazik, ince düşünceli olma (rikkat) İffet Erdeminin Alt Erdemleri 1- Utanma duygusuna sahip olma (hâyâ) 2- İyiliksever olma (rıfk) 3- Doğru yolda ilerleme (hüsn-ü Hüdâ) 4- Çözüm üretebilme (musahele) 5- Sakin olma (sükûnet-i nefs) 6- Sabır 7- Kanaat 8- Ağırbaşlı olma (vakar) 9- Sakınma (takva) düzenli olma (intizam) 10- Cömert olma (sehavet) şayet bu ana erdemler ve alt erdemleri denge hâlinde olmazsa, çeşitli olumsuzluklar ortaya çıkar. Ahlak konusunda otoritelerden biri olan Gülşenî’ye göre akıl, öfke ve arzu yetilerinin her birinin dengesizliği durumunda ifrat, tefrit ve redaet biçiminde kimi hastalıklar belirir. İfrat, denge aşımını; tefrit, dengenin altında kalışı; redaet ise sapmayı belirtir. Örnek verecek olursak: - Akıl yetisi söz konusu olduğunda; İfrat: Kurnazlık, deha, kötüleşme Tefrit: Ahmaklık, eblehlik, dar görüşlülük Redaet: Safsata, ukalalık, gereksiz karşı çıkış görülür. Bu dengesizlikler öğrenme ve olgunlaşmaya da ket vurmaktadırlar. - Öfke yetisi söz konusu olduğunda; İfrat: Aşırı kin, intikam hırsı, gereksiz kıskançlık, vahşi hayvanları andıran tavırlar, Tefrit: Hamiyetsizlik, mizaç gevşekliği, zinaya yönelme, Redaet: Ortadan kalkan intikamları teşvik, işkence etme, hayvanlara ve diğer varlıklara kötü muamelede görülür. 364 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI - Arzu yetisi söz konusu olduğunda; İfrat: Yeme, içme ve cinsel ilişkiye düşkünlük, Tefrit: Rızık arayışında gevşeklik, neslin devamı için gerekli cinsel ilişkide isteksizlik Redaet: Eşcinselliğin yanı sıra diğer cinsel sapmalar görülür. Dolayısıyla toplumda ortaya çıkan huzursuzlukların bu dengesizliklerden kaynaklandığı söylenebilir. Modernitenin tüm yıkıcılığının önüne geçilmesinin ancak geleneğimizin yüz akları olan güzide âlim ve ariflerin yapmış oldukları tasnifler doğrultusunda erdemli toplum idealinin ihyasıyla mümkün olacağını düşünüyoruz. Sonuç Filozofların yüzyıllarca hasretini çektiği erdemli şehir ya da ülke tasavvuru, erdemlerin bireysel ve toplumsal olarak içselleştirilmesini gerektirmektedir. Değerler söz konusu olduğunda, herhangi bir yozlaşma maddenin değil cevherin yok oluşunu ifade eder; bu da toplumun yok oluşuna denk bir süreçtir. Böylesi bir yıkımın önüne geçebilmek için, yüzyılların imbiğinden süzülüp gelen erdem sınıflandırmaları ve nefsin nasıl terbiye edileceğine ilişkin yöntemlerin pratiğe dökülmesi zorunludur. Aksi takdirde, bizler amiyane tabirle “Amerika’yı yeniden keşfetmekle” meşgulken, genç nesillerimiz modernitenin acımasız dişlileri arasında ezilme tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, popüler seküler değerlerin titizlikle gözden geçirilip özellikle erdem gibi görülen erdemsizliklerin ayıklanmasıdır. Bu bağlamda hazırlanacak uzun vadeli projeksiyonlarda, değerlerin belli bir hiyerarşi ya da sistematik içinde ele alınması gerekmektedir; zira erdemlerin içselleştirilmesi ve yaşadığımız toplumun özellikleriyle uyumlu değerlerin teşekkül etmesi bir kaç nesil süreceğinden, medeniyetimizin varlığını riske etme gibi bir lüksümüz bulunmamaktadır. Asr-ı Saadet’in tüm yaşanmışlığıyla protip oluşturduğu Erdemli toplum ideali, bizi iki âlemde mutlu kılacak dirilişin kodlarına sahiptir ve bu idealin gerçekleştirilmesinin yegâne yolu, toplumun tüm katmanlarında asırların süzgecinden geçerek en rafine hâlini alan erdem sınıflandırmalarının pratiğe dökülmesidir. 365 Gelenekte Değer ve Erdem Hiyerarşisi - Teorik Bir Yaklaşım • Yrd.Doç.Dr. Nurullah KOLTAŞ KAYNAKÇA Akarsu, B. (1998). Felsefi Terimler Sözlüğü. İstanbul: İnkılâp Yayınları. Akarsu, B. (1994). Çağdaş Felsefe. İstanbul: İnkılâp Yayınları. Aristotle. (2009). Nichomachean Ethics. (Çev. David Ross). Londra: OUP. Cevizci, A. (2014). Eğitim Felsefesi. İstanbul: Say Yayınları. Cevizci, A. (2012). Felsefe Tarihi. İstanbul: Say Yayınları. Çağırıcı, M. (2006) Anahatlarıyla İslam Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Davutoğlu, A. (1997/1). “Medeniyetlerin Ben-idraki”. Dîvân Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi. Fârâbi. (2001). El-Medinetü’l-Fâzıla. İstanbul: MEB Yayınları. Guénon, R. (1991). Modern Dünyanın Bunalımı. (Çev. Nabi Avcı). İstanbul: Ağaç Yayıncılık. Gülşenî, M. (2004). Ahlâk-ı Kirâm. (Haz. Abdullah Tümsek). İstanbul: İnsan Yayınları. Güngör, E. (2000) Değerler Psikolojisi. İstanbul: Ötüken Yayınları. Kınalızâde Ali Efendi. Tsz. Ahlâk-ı Alâî. (Ed. Hüseyin Algül). İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser no 30. Kınalızâde Ali Efendi. (2012). Ahlâk-ı Alâî. (Haz. Mustafa Koç). İstanbul: Klasik Yayınları. Tûsî, N. (2013) Ahlâk-ı Nâsırî. (Çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov). İstanbul: Litera Yayıncılık. Ülken, H. Z. (2014). Eğitim Felsefesi. İstanbul: Doğubatı Yayınları. 366 V. OTURUM 20 HAZİRAN 2014 Atatürk Üniversitesi Kültür ve Gösteri Merkezi - D Salonu Cuma - 17:00 - 18:00 Oturum Başkanı Prof.Dr. Muhsine BÖREKÇİ / Atatürk Üniversitesi Öğretmen Adaylarının Değer Algılamaları ile Sosyal İyi Olma Düzeyleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Doç.Dr. Lokman TURAN / Atatürk Üniversitesi Yrd.Doç.Dr. İsmail ÇELİK / Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Arş.Gör. Yavuz Erhan KANPOLAT / Atatürk Üniversitesi Öğrt.Gör. Dr. Hakan SARIÇAM / Dumlupınar Üniversitesi İlkokul Çocuklarının Maddi Değer Algılarının Belirlenmesi Doç.Dr. Ayda ÇELEBİOĞLU / Atatürk Üniversitesi Yrd.Doç.Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU / Atatürk Üniversitesi Yrd.Doç.Dr. Aynur AYTEKİN / Atatürk Üniversitesi Arş.Gör. Arzu ÇELEBİ / Atatürk Üniversitesi Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine Nitel Bir Araştırma Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR / Süleyman Demirel Üniversitesi Okul Öncesi Dönemde Sorumluluk Bilinci Kazandırma Öğr.Gör. Gamze KAĞAN / Üsküdar Üniversitesi Öğretmen Adaylarının Değer Algılamaları ile Sosyal İyi Olma Düzeyleri Arasındaki İlişkinin İncelenmesi Doç.Dr. Lokman TURAN Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Yrd.Doç.Dr.İsmail ÇELİK Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Eğitim Fakültesi Arş.Gör. Yavuz Erhan KANPOLAT Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Öğrt.Gör.Dr. Hakan SARIÇAM Dumlupınar Üniversitesi Eğitim Fakültesi Giriş Bir toplumu var eden ve onu tanımlayan karakteristiklerin başında kültür gelmektedir. Kültür ise değerlerin (gelenekler, görenekler vs) toplamından oluşan dinamik bir olgudur. TDK’ya göre değer: “Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin değdiği karşılık, kıymet olarak” tanımlanmaktadır. Toplum bilimlerinde geçen değer kavramı da soyuttur bu yüzden birçok tanımı bulunmaktadır. Fakat en genel manasıyla değer: “Bir şeyin arzu edilebilir veya edilemez olduğu hakkındaki inançtır” (Güngör, 2010). Kişi inandığı değerler ile hayatına yön verir. Değerler, bize neyi yapmamız gerektiğini kesin olarak söylemezler, ancak yapılacak olan doğru şeyler için rehberlik ederler (Gudmunsdottir, 1991). Toplumsal bir algı olarak vücut bulan değer kavramının insan ilişkilerinde etkilerini görmek mümkündür. Kişiler arası ilişkilerdeki kalite, bireylerin sosyal iyi olma düzeyini etkilemektedir. Sosyal iyi olma, kısaca “bireyin toplum içindeki konumuna ve işlevselliğine ilişkin değerlendirmesidir” (Keyes, 1998). Sosyal iyi olma, kısaca “bireyin toplum içindeki konumuna ve işlevselliğine ilişkin değerlendirmesidir” (Keyes, 1998: 12). Sosyal iyi olma düzeyleri yüksek olan bireyler, kendilerini içinde bulundukları toplumun bir parçası olarak hisseder; diğer insanlara güvenir ve onların iyilik ve üretkenlik yeteneğine sahip olduklarına inanırlar. Bu bireyler ayrıca dünyaya katabilecekleri değerli bir şeylerin olduğuna inanır; toplumun vatandaşları ve kurumları aracılığıyla gelişeceğine inanır; dünyaya ilgi duyar ve toplumu ve çevrelerindeki gelişmeleri anlama konusunda yeterli olduklarını hissederler. Sosyal olarak iyi olan insanların yaşam stilleri, değerler doğrultusunda farklılaşabilmektedir. Öğretmen Adaylarının Değer... • Doç.Dr. Lokman TURAN / Yrd.Doç.Dr.İsmail ÇELİK / Arş.Gör. Yavuz Erhan KANPOLAT / Öğrt.Gör.Dr. Hakan SARIÇAM Araştırmanın önemi İnsanların sosyal iyi olma düzeylerini belirleyen değişkenler kişilere göre farklılık gösterebilmektedir. Toplumsal yapılar ise bireylerin yaşamın zorluk ve görevleri ile baş etme kapasitelerini ve fırsatlarını sınırlandırır ya da kolaylaştırır (Keyes, 1998). Toplumsal tabakalaşma ve yaşlanma olguları, yaşamın önemli yapısal yönlerini oluşturur ve bu olgular iyi olma ve sağlığın diğer boyutlarını inceleyen önceki yıllarda yürütülen araştırmaların konusu olmuştur. Fakat sosyal iyi olma toplumsallaşma ile ilgili olmasına rağmen toplumun kültür yapısını meydana getiren değerler üzerinde hiç durulmamıştır. Araştırmanın amacı Bu çalışmanın amacı topluma yön verecek olan öğretmen adayların değer algılamaları ile sosyal iyi olma düzeyleri arasındaki ilişkiyi incelemektir. Yöntem Araştırma nicel araştırma yöntemlerinden ilişkisel tarama metodu ile yapılmıştır. Katılımcılar Araştırmanın çalışma grubunu Erzurum Atatürk Üniversitesi KKEF 3. ve 4. sınıfta bulunan 332 öğretmen adayı oluşturmaktadır. Öğrencilerin yaşları 18 ile 27 arasında değişmektedir. Veri Toplama Araçları Araştırmada veri toplamak için Schwartz H. Shalom tarafından geliştirilen ve Kağıtçıbaşı ile Kuşdil tarafından Türkçeye adapte edilen 57 maddelik “Schwartz Değerler Ölçeği (SDÖ)” ile Akın vd. (2013) tarafından Türkçeye uyarlanan 15 maddelik “Sosyal İyi Olma Ölçeği” kullanılmıştır. Schwartz Değerler Listesi: Araştırmamızda, 57 değerden oluşan Schwartz Değerler Listesi kullanılmıştır. Değerler üç sosyal psikoloji uzmanın ortak çalışmasıyla İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmiştir. Denekler toplam 57 değeri ve yanlarında parantez içinde verilmiş olan açıklamaları okuduktan sonra her birini kendi hayatlarını yönlendiren bir ilke olmaları açısından taşıdıkları öneme göre 1 (ilkelerime ters düşer) ile 7 (en üst düzeyde önemlidir) arasında değişen bir ölçek üzerinde değerlendirme yapmışlardır. Ölçek on alt boyuttan oluşmaktadır. Kuşdil ve Kağıtçıbaşı (2000) tarafından yapılan çalışmada ana boyut ve değer tipleri ile her bir değer tipi içerisinde yer alan değerlerle ilgili olarak kullanılan Türkçe adlandırmalar esas alınmıştır. 370 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Özaşkınlık değer boyutu evrenselcilik (üniversalizm) ve iyilikseverlik (benevolence), öz genişletim değer boyutu ise başarı (achievement), güç (power) ve hazcılık (hedonizm) değer tiplerini kapsamaktadır. Kuşdil ve Kağıtçıbaşı (2000) tarafından yapılan çalışmada değer tipleri düzeyi için güvenirlik katsayıları 0.51-0.77, değer grupları için 0.77-0.83 arasında değişmekte olup bu katsayılar evrenselcilik için 0.77, iyilikseverlik için 0.76, hazcılık için 0.54, güç için 0.75, başarı için 0.66, uyarılma için 0.70, öz yönelim için 0.69, geleneksellik için 0.63, uyma için 0.51, güvenlik için 0.59 olarak bulunmuştur. Ayrıca ana değer grupları iç tutarlılık analiz sonuçlarına baktığımızda; muhafazakârlık grubu için 0.80, yeniliğe açıklık değer grubu için 0.81, özaşkınlık değer grubu için 0.81, özgenişletim değer grubu için 0.84 olarak hesaplanmıştır. Sosyal İyi Olma Ölçeği: Katılımcıların sosyal iyi olma düzeylerini ölçmek amacıyla (Keyes, 1998) tarafından geliştirilen ve Akın, Demirci, Çitemel, Sarıçam ve Ocakçı (2013, Mayıs) tarafından Türkçeye uyarlanan Sosyal İyi Olma Ölçeği (Social Wellbeing Scale; SİOÖ; bk. EK-4) kullanılmıştır. Katılımcıların kendi durumlarını betimlediği bir kendini değerlendirme ölçeği (self-report scale) olan bu araç, bir kâğıt kalem testi biçiminde uygulanmaktadır. Ölçeği yanıtlayan katılımcılar verilen cümlelere 7’li Likert derecelendirmeyle 1-7 arasındaki rakamlardan birini işaretleyerek yanıtlamaktadırlar. Her madde için katılımcıların işaretledikleri 1, “Kesinlikle Katılmıyorum”; 2 “Önemli ölçüde katılmıyorum”; 3 “Çok az katılmıyorum”; 4 “Kararsızım” 5 “Bazen Katılı-yorum”; 6 “Önemli ölçüde katılıyorum”; 7 ise “Kesinlikle Katılıyorum” anlamlarına gelmektedir. Ölçeğin Türkçe formu için yapılan güvenirlik ve geçerlik çalışmalarında yapı geçerliği doğrulayıcı faktör analizi ile incelenmiş ve ölçeğin orijinal formundaki beş boyutlu model yerine 15 maddelik tek boyuttan oluşan bir sosyal iyi olma modelinin iyi uyum verdiği bulunmuştur (X²= 155.46, sd= 86, p= .00001, RMSEA= .054, GFI= .93, AGFI= .90, SRMR= .065). İşlem Elde edilen veriler SPSS 17 programında işlenmiş olup, değişkenler arası ilişkilerin yönünü ve açıklama değerini saptamak için Pearson Momentler Çarpımı korelasyon analizi ve aşamalı regresyon analizi kullanılmıştır. Bulgular Değerler ve sosyal iyi olma arasındaki ilişki Değerler algıları ve sosyal iyi olma arasında ilişki olup olmadığını anlamak için Pearson Momentler Çarpımı korelasyon analizi yapılmış ve bulgular Tablo 1.’de gösterilmiştir. 371 Öğretmen Adaylarının Değer... • Doç.Dr. Lokman TURAN / Yrd.Doç.Dr.İsmail ÇELİK / Arş.Gör. Yavuz Erhan KANPOLAT / Öğrt.Gör.Dr. Hakan SARIÇAM Tablo 1. Korelasyon analizi sonuçları Elde edilen bulgulara göre değerler algısının alt boyutları ile sosyal iyi olma arasında ilişkiler çıkmıştır. Sosyal iyi olma ile en yüksek korelasyon puanları sırasıyla evrensellik, yardımseverlik/iyilikseverlik ve güvenlik arasında olmuştur. Sosyal iyi olmanın yordayıcısı olarak değerler Değer algısının sosyal iyi olma toplam varyansının ne kadarını açıkladığını saptamak için aşamalı regresyon analizi yapılmış olup sonuçlar Tablo 2’de verilmiştir. Tablo 2. Değerler ile sosyal iyi olmaya ilişkin regresyon analizi sonuçları 372 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Regresyon analizi sonucu en güçlü yordayıcılar arasında yine evrensellik (geniş görüşlülük, toplumsal adalet, barışçıl dünya, güzellikler dünyası, doğayla bütünlük, çevreyi koruma, bilgelik, eşitlik) bulunmaktadır. Evrensellik sosyal iyi olmanın toplam varyansının % 14’ünü, iyilikseverlik %10’unu, güvenlik %5’ini, uyma % 4’ünü ve bu dört değer toplamda %33’ünü açıklamaktadır. Yani insanların evrensellik algıları arttıkça sosyal iyi olma düzeyleri de artmaktadır. Diğer değer algılarının etkisi küçük olduğu için analiz tarafından dışarıda bırakılmıştır. Sonuç ve Tartışma Toplumun değer mirasını alarak, gelecek nesillere aktaracak ve değerler sisteminin devamlılığını sağlayacak öğretmen adaylarında, bu değer algısının sosyal iyi olma düzeylerini ne düzeyde etkilediği araştırma konumuzu oluşturmuştur. Bu amaç doğrultusunda yapılan analizler sonucu evrensellik ve iyilikseverlik düzeyi arttıkça sosyal iyi olmada artmaktadır. Başka bir deyişle sosyal iyi olmak için değer algısının yeri ve önemi büyüktür. Sagiv ve Schwartz (2000) yapmış oldukları bir araştırmada öznel iyi olmanın temel anahtarlarından bir kaçının değerler olduğunu iddia etmişlerdir. Bu iddia bizim yaptığımız bu çalışmanın sonucu ile örtüşmektedir. Çünkü sosyal iyi olma, öznel iyi olmanın alt boyutlarından biridir ve doğrudan öznel iyi olmayı etkilemektedir (Keyes, Shmotkin ve Ryff, 2002). Öznel iyi oluşu etkileyen bir yapı, doğrudan ya da dolaylı bir şekilde doğal olarak sosyal iyi olmayı da etkileyecektir (Larson, 1992). Benzer şekilde Ekşioğlu’nun (2011) çalışması da bu görüşü destekler niteliktedir. Sonuç olarak yalnızlık ve doğal sonucu olarak depresyona sebep teşkil eden sosyal iyi olma kavramının değerlerden büyük ölçüde etkilenmekte olduğu görülmüştür; ülkemizde geliştirilen ya da uygulanan birçok değerler eğitimi programında bu hususa dikkat edilmesi mutluluk, yaşam doyumu ve iş tatmini gibi kavramları etkileyeceğinden (Myers, 2005) büyük önem arz etmektedir. 373 Öğretmen Adaylarının Değer... • Doç.Dr. Lokman TURAN / Yrd.Doç.Dr.İsmail ÇELİK / Arş.Gör. Yavuz Erhan KANPOLAT / Öğrt.Gör.Dr. Hakan SARIÇAM KAYNAKÇA Akın, A., Demirci, İ., Çitemel, N., Sarıçam, H., ve Ocakçı, H. (2013). “Sosyal İyi Olma Ölçeği Türkçe Formu’nun Geçerlik ve Güvenirliği”. 5. Ulusal Lisansüstü Eğitim Sempozyumu, Mayıs, 10-11, Sakarya, Türkiye. Ekşioğlu, H. (2011). İnanç veya Dünya Görüşüne Sahip Olma Tarzıyla Psikolojik İyi Olma Arasındaki İlişki. (Yayımlanmamış yüksek lisans tezi). Sivas: Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilgiler Enstitüsü. Güngör, E. (2010). Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar. İstanbul: Ötüken Yayıncılık. Gudmunsdottir, S. (1991). Values in Pedagogical Content Knowledge. Journal of Teacher Education, 41(3), 44-52. Kağıtçıbaşı, Ç., ve Kuşdil, E. (2000). “Türk Öğretmenlerinin Değer Yönelimleri ve Schwartz Değer Kuramı”. Türk Psikoloji Dergisi, 15(45). Keyes, C. L. M. (1998). “Social Well-Being”. Social Psychology Quarterly, 61(2), 121-140. Keyes, C. L., Shmotkin, D. ve Ryff, C. (2002). “Optimizing Well-Being: The Empirical Encounter of Two Traditions”. Journal of Personality and Social Psychology, 82, 1007-1022. Larson, J. S. (1992). “The Measurement of Social Well-Being”. Social Indicators Research, 28, 285-96. Myers, D. G. (2005). “The Funds, Friends, and Faith of Happy People”. American Psychologist, 55(1), 56-67. DOI: 10.1037//0003-066X.55,1.56 Sagiv, L., & Schwartz, S. (2000). “Values Priorities and Subjective Well-Being: Direct Relations and Congruity Effects”. European Journal of Social Psychology, 30, 177-198. 374 İlkokul Çocuklarının Maddi Değer Algılarının Belirlenmesi Doç.Dr. Ayda ÇELEBİOĞLU Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Yrd.Doç.Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Yrd.Doç.Dr. Aynur AYTEKİN Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Arş.Gör. Arzu ÇELEBİ Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Giriş Materyalizm, ihtiyacı olmadığı halde aşırı satın alma istekliliği ya da lüks tüketim mallarını elde etme arzusu, maddi mallara aşırı düşkünlük olarak tanımlanabilmektedir (Akın vd., 2013). Materyalizmin bireyler üzerinde olumlu etkisi olmasına rağmen, genellikle memnuniyetsizlik, kızgınlık, satın alma takıntısı ve borçlanma gibi kötü sonuçlara neden olabilmektedir (Otero-López vd., 2010; Roberts and Clement, 2007). Bireyler psikolojik ihtiyaçları karşılanmadığı zaman, ortaya çıkan güvensizlik ve mutsuzluk hissini azaltmak için bir tür telafi stratejisi olarak materyalizme yönelme eğilimine girerler. Bireyler aynı zamanda, materyalistik değerleri televizyon programlarının materyalist ve ticari mesajlarından, aile üyeleri ve akran gruplarından sosyal öğrenme yoluyla edinmektedirler (Kasser vd., 2004). Micken ve Roberts (1999) materyalist davranışların bir tercih olduğunu ve materyalistlerin objelere hem etiket hem de statü aracı olarak güvendiklerini ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşımda, maddi varlıklar ile mal ve mülkün, temel fiziksel ihtiyaçları karşılamada gerekli olduğu ancak varlık sahibi ve zengin olma isteğinin aslında mutluluğu arama ve ruhsal boşluğu giderme amacını taşıdığı vurgulanmıştır (Micken and Roberts, 1999). Sahip olma odaklı materyalizm; materyalist eğilimli bireyler, sahip oldukları ya da sahip olmayı istedikleri mal ve mülkleri yaşam amaçları haline getirmektedirler. Materyalist eğilimli bireylerin pek çoğu, aşarı göstergesi olarak kendilerinin ya da İlkokul Çocuklarının... • Doç. Dr. Ayda ÇELEBİOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Aynur AYTEKİN / Arş. Gör. Arzu ÇELEBİ başkalarının sahip oldukları mal ve paraya göre değerlendirmektedirler. Mutluluğa erişmek odaklı materyalizm; materyalist bireyler için kendilerini tatmin etme ve daha iyi hissetmenin vazgeçilmez yolu; mal, mülk ve paraya sahip olmaktan geçer (Akın vd., 2013). Çocuklarda materyalizmin gelişimi, maddi malların soyut anlamını, diğer bir ifade ile sosyal-sembolik değerini anlamaya başladıkları dönemden itibaren yaşla birlikte artmaktadır. Bu nedenle çocukların ve ergenlerin sosyal-bilişsel kavrama düzeyleri yaşlarına bağlı olarak sürekli değiştiği için materyalizmin onlardaki gelişimini incelemek, yetişkinlere göre daha zor olmaktadır (Nguyen, 2003; Chaplin and John, 2007). John’un çocuğun gelişimi süresince mülkiyet değerini algılama değişikliklerini ortaya koyduğu tüketici sosyalleşme modeline (1999) göre 7-11 yaş aralığındaki analitik evrede, çocuklar bir takım tüketici bilgi ve becerilerinde uzmanlaşmaktadır ve ürün kategorileri ya da fiyatlarını işlevlerine ya da temel boyutlarına göre kavramsallaştırmaktadırlar. Çocuklar, mülkiyet değerinin sosyal anlam ve önemine odaklanmaya başlamaktadırlar. Analitik evrede, marka farkındalığı özellikle çocuklara ilişkin ürün kategorilerinde, belirgin şekilde arttırmaktadırlar (John, 1999). Materyalist eğilimler bireyin yaşamına yön veren önemli davranış kalıplarıdır. Bireyin edindiği veya edinmek istediği materyalleri, yaşamında amaç veya araç olarak görmesi önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Son yıllarda yaşamda mutlu ve başarılı olabilmek, sosyal kabulü sağlamak için maddi nesneleri alma ve onlara sahip olma gerekliliği düşüncesi, sık karşılaşılan bir durumdur. Aşırı materyalistleşmiş toplumun etkisiyle, ticari baskı altında kalan günümüz çocuklarının, bu durumdan ne düzeyde etkilendiğinin tespit edilmesi önemlidir. Bu bilgilerden yola çıkarak çalışma ilkokul çocuklarının maddi değer algılarının belirlenmesi amacıyla planlandı. Gereç ve Yöntem Tanımlayıcı olarak yapılan araştırmanın evrenini Mart-Mayıs 2014 tarihleri arasında bir üniversite hastanesinin çocuk polikliniğine herhangi bir rahatsızlığı nedeniyle muayeneye gelen 8-11 yaş grubu çocuklar oluşturdu. Çalışmada örneklem yöntemine gidilmeyip belirtilen tarihler arasında çocuk polikliniğine ayaktan tedavi amacıyla başvuran, çalışmaya katılmaya istekli, okuma yazma bilen, mental retardasyonu (geriliği) veya nörolojik sorunu olmayan 152 çocuk ile araştırma tamamlandı. Araştırmanın verileri, literatürden yararlanılarak araştırmacılar tarafından hazırlanan “Kişisel Bilgi Formu” ve “Çocuklar için Maddi Değerler Ölçeği” ile toplandı (Opree vd., 2011). 376 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Kişisel Bilgi Formu Çocukların sosyo-demografik özelliklerini (yaş, cinsiyet, yaşadığı yer, aile tipi, algıladıkları sosyo-ekonomik düzey, anne eğitim durumu, anne mesleği, baba eğitim durumu, baba mesleği, sınıf düzeyi, algıladıkları başarı, ikamet edilen yer vb) inceleyen sorulardan oluşturuldu. Çocuklar için Maddi Değerler Ölçeği (ÇMDÖ) Opree, Buijzen, Reijmersdal ve Valkenburg (2011) tarafından geliştirilen Çocuklar için Maddi Değerler Ölçeği (Material Values for Children Scale) 18 maddeden ve üç alt boyuttan oluşmaktadır. Ölçek 7-11 yaş aralığındaki çocuklara yönelik olarak geliştirilmiştir. Ölçeğin alt boyutları; materyal merkeziliği (1,2,3,4,5,6), materyal mutluluğu (7,8,9,10,11,12) ve materyal başarı (13,14,15,16,17 ve 18)’dır. Maddelerde belirtilen düşünceye bireylerden 1- kesinlikle katılmıyorum 4- kesinlikle katılıyorum yanıtına kadar değişkenlik gösteren dörtlü Likert tipi bir derecelendirmede görüş bildirmeleri beklenmektedir (Opree vd., 2011). Ölçeğin Türkçeye uyarlaması Akın, Gülşen, Kara ve Yıldız (2013) tarafından yapılmıştır. ÇMDÖ’nün iç tutarlılık güvenirlik katsayısı .91 olarak bulunmuştur ve bu değer ölçeğin yüksek güvenirliğe sahip olduğunu göstermektedir (Akın vd., 2013). Bu çalışmada ölçeğin Cronbach Alpha güvenirlik katsayısı 75 olarak bulunmuştur ve bu değer ölçeğin güvenirliğe sahip olduğunu göstermektedir. Verilerin toplanması ilgili kurumda uygun bir odada yapıldı. İsteğe göre çocuklar bu odaya tek veya ebeveynleriyle birlikte alındı. Çocuklara ve ebeveynlere çalışmanın amacı açıklandıktan sonra çocuklara Kişisel Bilgi Formu ve ÇMDÖ verildi ve doğru yanıtın alınması adına verilerin çocukların kendileri tarafından doldurulması istendi. Verilerin toplanma süreci ortalama 15 dk sürdü. Araştırmanın yapılabilmesi için ilgili kurumdan, çocuklardan ve ebeveynlerinden yazılı ve sözel izinleri, Atatürk Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nden de etik kurul izni alındı. İstatistiksel analizler için SPSS (Statistical Package for Social Sciences) for Windows 18.0 programı kullanıldı. Verilerin değerlendirilmesinde yüzdelik dağılım ve ortalama, bağımsız gruplarda t-testi, Anova, Mann-Whitney U testi, Kruskall Wallis testi kullanıldı. Sonuçlar %95’lik güven aralığında, anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi. 377 İlkokul Çocuklarının... • Doç. Dr. Ayda ÇELEBİOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Aynur AYTEKİN / Arş. Gör. Arzu ÇELEBİ Bulgular Tablo 1. Çocukların tanıtıcı özelliklerinin dağılımı 378 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Araştırmaya katılan çocukların ortalama 10.15±1.03 yaşında olduğu, %53.9’unun erkek, %57.2’sinin şehir merkezinde yaşadığı, %72.4’ünün çekirdek ailede yaşadığı, %52.6’sının gelirinin giderine denk olduğu, %40.8’inin annelerinin eğitim düzeyinin ilkokul olduğu, %90.1’inin annesinin çalışmadığı, %53.9’ unun babalarının eğitim düzeyinin lise ve üzerinde olduğu, %44.1’inin 5. sınıfta öğrenim gördüğü, %63.8’inin başarı durumunu iyi olarak ifade ettiği belirlendi (Tablo 1). Tablo 2. Çocukların ÇMDÖ puan ortalamalarının dağılımı Çalışmada çocukların toplam ÇMDÖ puan ortalamasının 40.38±11.46 olduğu, alt boyutların puan ortalamaları incelendiğinde ise “Materyal Merkezciliği” alt boyutu puan ortalamasının 13.63±4.78, “Materyal Mutluluğu” alt boyutu puan ortalamasının 14.51±4.23, “Materyal Başarı” alt boyutu puan ortalamasının 12.25±4.77 olduğu belirlendi (Tablo 2). Yıldız’ın çocuklarda maddi değerlere verilen önemi incelediği benzer çalışmasında ÇMDÖ puan ortalamasının (33.67±12.73) ve ölçeğin alt boyutlarından alınan puanların da bu çalışmadan daha düşük olduğu saptandı. Tablo 3. Çocukların tanıtıcı özellikleri ile ÇMDÖ puan ortalamalarının karşılaştırılması 379 İlkokul Çocuklarının... • Doç. Dr. Ayda ÇELEBİOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Aynur AYTEKİN / Arş. Gör. Arzu ÇELEBİ Araştırma kapsamında 8 yaşında olan ve 2. sınıfta öğrenim gören erkek çocukların, köyde, geniş ve geliri giderden az olan ailede yaşayan çocukların Maddi Değer Ölçeği puan ortalamasının daha yüksek olduğu ancak gruplar arasındaki farkın istatiksel olarak anlamlı olmadığı saptandı (p>0.05). Ayrıca çalışmayan ebeveynlerin çocuklarının Maddi Değerler Ölçeği puan ortalamasının daha yüksek olduğu ancak gruplar arasındaki farkın istatiksel olarak anlamlı olmadığı bulundu (p>0.05). Çalışmada sosyoekonomik durumunu düşük olarak belirten çocukların, eğitim düzeyi 380 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI düşük olan ebeveynlerin çocuklarının Maddi Değerler Ölçeği puan ortalamasının daha yüksek olduğu ve gruplar arasındaki farkın istatiksel olarak anlamlı olduğu saptandı (p<0.05). Yıldız (2013) çocuklarda maddi değerlere verilen önem ile aleksitimi arasındaki ilişkiyi incelediği çalışmasında algılanan sosyo-ekonomik durum, anne eğitim durumu, baba eğitim durumu ve cinsiyet açısından maddi değerlere verilen önem düzeyine ilişkin anlamlı bir farklılık olmadığı sonucuna varmıştır. Cohen ve Cohen (1996) düşük sosyo-ekonomik düzeydeki çocukların materyalist değerleri daha fazla benimsediklerini ve “zengin olma”nın en önemli hedefleri olduğunu saptamışlardır. Bu sonuçlara dayanarak yoksul bir çevrede büyümenin materyalist değerlerin oluşmasında önemli bir etken olduğu söylenebilir (Purutçuoğlu, 2008). Yoksulluk, bireylerin fizyolojik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayamamalarına ilişkin endişe duyacakları ortamı oluşturur. Bu ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla yaptıkları girişimlerin önemli bir bölümü, materyalist amaçlara yönelmeyle başlar (Kasser, 2002). Çalışmada çocukların maddi değer algılarını etkileyen diğer bir faktörün de ebeveynlerin eğitim durumu olduğu saptandı. Yıldız’ın çalışmasında ise bu çalışmanın bulgularından farklı olarak çocuklarda maddi değerlere verilen önem puanında ebeveynlerin eğitim düzeyinin etkili olmadığı belirlenmiştir. Ancak anne eğitim düzeyi arttıkça, çocuklarını daha bilinçli yetiştirmeleri ve dolayısıyla çocukların maddi değer algılarının daha düşük olması beklenebilir. Sonuç ve Öneriler Çalışmada sosyoekonomik durumun, baba mesleğinin ve ebeveynlerin eğitim seviyesinin çocukların maddi değer algıları üzerinde etkili olduğu saptandı. Bu çocuklarda ileride oluşabilecek sorunları önleme adına hem eğitimleri sürecinde maddi değerler konusuna daha fazla yer verilmesi hem de toplumsal anlamda ebeveynlerin kitle iletişim araçlarıyla bilgilendirilmesi ve toplumsal alanda bir bilinç oluşturulmasının gereği ortaya çıkmıştır. KAYNAKÇA Akın, A., & Gülşen, M., & Kara, S., & Yıldız, B. (2013). “Çocuklar İçin Maddi Değerler Ölçeği Türkçe Formunun Geçerlik ve Güvenirliği”. Bartın Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2(2),68-79. Chaplin, L. N., & John, D. R. (2007) “Growing up in a Material World: Age differences in materialism in children and adolescents”. Journal of Consumer Research, 34, 480–493. 381 İlkokul Çocuklarının... • Doç. Dr. Ayda ÇELEBİOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Sibel KÜÇÜKOĞLU / Yrd. Doç. Dr. Aynur AYTEKİN / Arş. Gör. Arzu ÇELEBİ John, D. R. (1999). “Consumer socialization of children: A retrospective look at twenty-five years of research”. Journal of Consumer Research, 26,183–213. Kasser, T., Ryan, R. M., Couchman, C. E., & Sheldon, K. M. (2004). “Materialistic Values: Their Causes and Consequences”. In T. Kasser & A. D. Kanner (Eds.), Psychology and Consumer Culture. Washington, DC: American Psychology Association. Micken, K. S., & Roberts, S. D. (1999). “Desperately seeking certainty: Narrowing the materialism construct”. In Association for Consumer Research, eds., E. Arnould, and L. Scott, 513-518. Urbana, IL: ACR. Nguyen, L. T. (2003). Growing up in a material words: in investigation of the development of materialism in children and adolescents. A Dissestation Submitted to the Faculty of the Graduate School of the University of Minnesota, Doctor of Philosophy. Otero-López, J. M., Pol, E. V., Bolaño, C. C., & Mariño, M. J. S. (2010). “Materialism Life Satisfaction and Addictive Buying: Examining the Causal Relationships”. Personality and Individual Differences, 50,772- 776. Opree, S.J., Buijzen, M., Reijmersdal, E.A., & Valkenburg P.M. (2011). “Development and validation of the material values scale for children”. Personality and Individual Differences, 51,963–968. Yıldız, B. (2013). Çocuklarda Maddi Değerlere Verilen Önem ile Aleksitimi Arasındaki İlişki. (Yuksek Lisans Tezi). Sakarya Üniversitesi/Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Sakarya. Purutçuoğlu, E. (2008). Üniversite Öğrencilerinin Demografik Özellikleri ve Materyalist Eğilimleri ile Çevreye Yönelik Tutum ve Davranışları Arasındaki İlişkinin İncelenmesi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü. Kasser, T. (2002). The High Price of Materialism. Cambridge, Massachusetts: The MIT Press. 382 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine Nitel Bir Araştırma Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Giriş Bilgi çağının toplumlara getirdiği değerler günümüzde her toplumu sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik yönlerden hızlı bir değişim ve dönüşüme zorlamaktadır. Bu dönüşüm ve değişimden en hızlı ve en çok etkilenen alanlardan biri de eğitimdir. Çünkü her değişim ve gelişim -amaçları içerisinde olmasa bile- o toplumun bireyleri için olumsuzlukları da beraberinde getirebilmekte ve toplumun temel taşları olan dinî, milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerler ile ilgili erozyona yol açabilmektedir. Değişimin ortaya koyduğu sonuç da olumsuzluklar karşısında öz benliğini kaybetmeden değişime ve gelişime ayak uydurabilecek bireyleri yetiştirme sorumluluğunu yüklenen eğitimi hem değişimden en çok etkilenen kurumlardan biri yapmakta hem de değişimin getirdiği sorunların çözümünde onu yeni arayışların içine girmeye zorlayarak hantallaşmış yapısını değiştirmeye mecbur bırakmaktadır. Gerek dünyada gerekse ülkemizde bu arayışların sonucunda bireylerin kişilik ve karakter gelişiminde önemli bir yere sahip olan okul öncesi eğitiminin önemi fark edilmiş ve bu dönem çocuklarının din ve değer eğitimine yönelik çalışmalar eğitimin öncelikli araştırma alanlarından biri olmuştur. Yaşamın ilk yılları bilişsel ve sosyal gelişim açısından kritik dönemlerdir. Erken çocukluk olarak da denilen okulöncesi dönem, çocuğun toplumsallaşma sürecinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu nedenle bu dönemde çocuğun yaşına, bireysel özelliklerine ve ihtiyaçlarına uygun bir şekilde verilecek olan okul öncesi eğitimin çocuğa, ailesine ve topluma sağlayacağı fayda tartışılmaz bir gerçektir. Bundan dolayı, her çocuğun fırsat ve imkânlar dâhilinde mümkün olan en erken yaşta okul öncesi eğitim alması gerekmektedir (Güven ve Azkeskin, 2010). Bu durum gerek toplumsal gerekse bireysel bir ihtiyaç olarak çocuğun din ve değer eğitimi içinde geçerli olmalıdır. Çünkü insanın tabiatına ve yaradılışına bağlı bir duygu olan din(e inanma) duygusu bireyin doğumu ile başlamakta ve bu duygunun getirdiği dine yönelik ilgi en fazla okul öncesi dönemde gerçekleşmektedir. Bu öğretim kurumları da çocukların tüm gelişim alanlarını (motor, dil, duygusal, sosyal ve bilişsel) desteklediği gibi din ve değer Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR eğitimlerini de desteklemedirler. Nitekim Türk millî eğitimi’nin temel ilkeleri arasında da çocuğa millî, ahlaki, İnsani, manevi ve kültürel değerlerin benimsetilmesi amacına yönelik bir eğitim verilmesi yer almaktadır. Bu değerlerin benimsetebilmesi içinde din ve değer eğitiminin erken çocukluk döneminde başlaması gerekmektedir. Fakat ülkemizde okul öncesi eğitim kurumlarında doğrudan doğruya din ve ahlak eğitimine yönelik herhangi bir uygulama bulunmamaktadır. Okul öncesi eğitim programında bazı sosyal kuralların öğretimi dışında din ve ahlâk eğitimi hedeflenmemiştir. Bu durum gerek genel eğitimin gerekse din eğitiminin amaçları açısından problem oluşturmaktadır. Oysa dünyanın birçok ülkesinde okul öncesi eğitim kurumlarında din ve ahlak eğitimi uygulanmaktadır (Cihandide, 2014). Örneğin İngiltere eğitim sisteminde, çocukların (5-16 yaş döneminde) din eğitimi almaları öngörülmüştür. Bu çerçevede ilk ve ortaokul döneminde din eğitimi zorunlu dersler arasında kabul edilmiştir (Oruç, 2013). Nitekim araştırmalar da okul öncesi eğitim kurumlarında eğitim gören çocukların bu eğitimi görmeyenlere kıyasla birçok konuda daha başarılı olduklarını ortaya koymuştur. Bu nedenle okul öncesi programları ve amaçları içerisinde de din ve değer eğitiminin yer alması çocuğun dinî ve ahlaki gelişim ve ihtiyacının karşılanmasını, içselleştirilmesini sağlayacaktır. Literatürde de okul öncesinde din ve ahlak eğitimine yönelik olarak alanda sınırlı sayıda bilimsel çalışma bulunmakta ve yeni çalışmalara ihtiyaç vardır. Örneğin Cihandide (2014) tarafından yapılan araştırmada “okul öncesi eğitim kurumlarında din ve ahlak eğitimi” konusunda bir program geliştirilmiş ve bu kurumlarda uygulanmıştır. Araştırma sonucunda uygulanan programın okul öncesi eğitim kurumlarında çocuğun din ve ahlak gelişimine katkıda bulunulabileceği ve bu amaca yönelik program hazırlanabileceği ortaya çıkmıştır. Konu ile ilgili yapılan araştırmaların sonuçlarından hareketle hazırlanacak program için okulöncesi velilerin çocukların din ve değer eğitimine yönelik beklentilerinin neler olduğunun belirlenmesine program geliştirme ilkeleri açısından ihtiyaç vardır. Alanda konu ile ilgili bir araştırmaya rastlanmamıştır. Buradan hareketle çalışmada okulöncesi velilerinin okul öncesinde din ve değer eğitimine yönelik düşüncelerinin ve beklentilerinin neler olduğunun ortaya konulması amaçlanmıştır. Araştırmada bu amaca ulaşmak için aşağıdaki sorulara cevap aranmıştır: 1- Okul öncesi velilerinin okul öncesinde değer eğitimine yönelik beklentileri nelerdir, 2- Okul öncesi velilerinin okul öncesinde din eğitimi beklentileri nelerdir? 384 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Yöntem Araştırmanın Deseni Araştırmada nitel araştırma yaklaşımı benimsenmiştir. Nitel araştırma, olayları doğal ortamları içinde inceleyerek katılımcıların görüşlerini ve bakış açılarını temele alan bütüncül bir yaklaşıma sahip bir araştırma yaklaşımı olarak tanımlanmaktadır (Yıldırım ve Şimşek, 2003). Çalışma Grubu Araştırmanın çalışma grubunu, 2013–2014 akademik yılında Denizli Lütfi Ege Ortaokulu’nun 6 yaş grubu anasınıfı öğrencilerinin velileri oluşturmaktadır. Katılımcılar gönüllülük esasına uygun belirlenmiş olan 17 kişidir. Katılımcıların kişisel durumları şu şekildedir: Veri Toplama Aracı Araştırmada veri toplama aracı olarak, açık uçlu sorulardan oluşan ve araştırmacı tarafından geliştirilen “yarı yapılandırılmış bir görüşme formu” kullanılmıştır. Form ayrıca araştırmanın amacının ve formun nasıl doldurulacağına yönelik yönergeleri içermektedir. Görüşme formunun iç geçerliğini için iki uzmanın incelemesine başvurulmuş ve görüşme formunun son hâli verilmiştir. Bir veli ile pilot görüşme yapıldıktan sonra sorulan soruların açık ve anlaşılır olup olmadığını, ele alınan konuyu kapsayıp kapsamadığını ve gerekli olan bilgileri sağlama olasılığını tespit etmek maçıyla görüşme dökümleri başka bir uzmana başvurulmuştur. 385 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR Verilerin Toplanması ve Analizi Öncelikle araştırmanın çalışma grubunu oluşturan veliler araştırmanın amacı, önemi ve görüşme formunun nasıl doldurulacağı ile ilgili, araştırmacı tarafından doğrudan bilgilendirilmiştir. Araştırmanın uygulama süreci ortalama 30 dak. sürmüştür. Görüşme formlarından elde edilen veriler öncelikle Word belgesi olarak kayıt edilmiş ve “içerik analizi” yöntemiyle çözümlenmiştir. Bu aşamada öncelikle yarı yapılandırılmış sorulara verilen cevaplar içeriğine göre anlamlı gruplar hâline getirilmiş ve daha sonra sorulara verilen cevaplar tablolara dönüştürülerek her madde (ya da kod) için verilen cevap sayısı ve yüzdeleri hesaplanmıştır. Bulgular 1. Değer eğitimi üzerinde bulgular Okulöncesi velilerinin, değerler eğitimine yönelik görüşlerinin içerik analizi sonucunda ortaya çıkan bulgular aşağıda yer almaktadır. Değerler eğitiminin nerede verilmesi gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 1: Değerler eğitimi nerede verilmeli Araştırmaya katılan velilere “Size göre değerler eğitimi nerede verilmelidir?” şeklinde bir soru yöneltilmiştir. Gelen cevaplar analiz edildiğinde Şekil 1’de görüldüğü üzere veliler değerler eğitiminin en çok ailede verilmesi gerektiği yönünde görüş belirtmişlerdir. Bu sıralamayı daha sonra ilköğretim okulları, okul öncesi ve ortaöğretim okulları takip etmiştir. Konu ile ilgili velilerin görüşlerinden örnek ifadeler şu şekildedir: Örneğin bir veli: A9-“Aile çok önemli. Çünkü belli yaşlardan sonra insanların değiştiğine inanmıyorum. Ağaç yaş iken eğilir.” ailenin önemine işaret etmiştir. A7- değerler sadece okulda uygulandığında yaşama geçirilmesi sınırlı kalacaktır. Bu nedenle aile çok önemlidir.” 386 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI A9- Değerler eğitiminin aileden sonra okullarda da gerekliliğine inanıyorum. Ancak bu eğitimin diğer dersler gibi olmaması gerekiyor. Çocuklar-bireyler üzerinde kalıcı etkiler bırakabilecek etkinlikler, örneklemlerle yapılabilir. Değerler eğitiminin okulda verilmesi gerektiği yönünde görüş beyan eden velilerin görüşleri şu şekildedir: A8- Yaşamın büyük bir bölümü okulda geçiyor. Bu nedenle okul önemli. A10- Çocuğun öğrenme düzeyinin ve etkilenme seviyesinin yüksek olduğu yer okuldur. Değer eğitiminin okullarda uygulanması durumu (gereklilik) ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 2: Okullarda değerler eğitimi uygulamalarının yapılması gerekli mi? Okullarda değer eğitimi ile ilgili uygulamaların ihtiyaç olup olmadığı ve gerekçesi ile ilgili araştırmaya katılan velilere yöneltilen sorunun cevabı olarak katılımcıların tamamı çocuklara yönelik değerler eğitiminin okullarda yapılmasına gerek olduğunu yönünde görüş belirtmişlerdir. Konu ile ilgili velilerin görüşlerinden örnek ifadeler şunladır: A7- “Yeni neslin değerlerden, dinden ve insani özelliklerden uzaklaşmaya başladığı düşünülürse ders olarak ya da müfredat konusu olarak yer alması faydalı olacaktır.” A6- “Çünkü eğitim okulda devam eder.” Muhakkak gerekli olduğuna dair veliler şu gerekçeleri dile getirmişlerdir: Çünkü; A1- “Hızla bizi biz yapan değerleri kaybediyoruz.” A5- “İnsan değerlerini geçmişini bilmelidir. Bilmezse geleceğini de tam yaşayamaz.” A7- “Çocuklar değerlerden uzaklaşmaktadır.” A9- “Mensubu olduğum toplumda insani değerlerin hızla yok olduğunu görüyorum.” Araştırmaya katılan veliler, okullarda değerler eğitimi uygulamalarının (dersinin) mecburi ve seçmeli olması yönünde görüşler belirtmişlerdir: A1- “Bence okullarda mecburi dersler arasında yer almalıdır. Tv. ve internet 387 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR çocuklarımızı yanlış yönlendiriyor. İyi örneklere ve bunların yaygın olmasına ihtiyacımız var.” A3- “Mecburi olsa iyi olur.” A7- “Mecburi derslerin konuları arasında yer almalı. Her derste yer verilmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.” A8- “Mecburi derslerde not olduğundan dolayı daha dikkatli dinleyebilirler. Seçmeli derslerde ona göre ders konulabilir.” A10- “Mecburi dersler arasında yer almalıdır. Fakat verilecek olan bilgiler tamamen tarafsız, art niyetten uzak, dinimizin çarpıtılmamış en güzel haliyle verilmelidir. Sevgi ve hoşgörü ön planda olmalıdır.” A12- “Mecburi dersler arasında olmalı. İlave olarak seçmeli ders olarak verilmeli. İsteyen seçebilmeli. Ayrıca sadece bu değerler bilgi bazında değerlendirilmemeli, davranış olarak da değerlendirilmeli. Değerlendirme sonucunda çocuk ödüllendirilmeli.” A13- “Mecburi dersler arasında yer alması gerekir. Çünkü öğrencilerin temelde aldığı eğitim önemlidir. Bunun için mecburi dersler arasında olmalı.” Seçmeli olması yönünde görüş bildirenlerde örnek ifadeler şu şekildedir: A15- “Bence seçmeli dersler arasında olmalı. Kimseyi zorlamamalı. Çocukları sıkmadan bu dersler oyun gibi verilmeli.” A9- “Bence ortaöğretime kadar değerler eğitimi mevcut müfredatın dışında, apayrı seçmeli dersler (saatler) olarak çocuklarla buluşturulmalı. Uzman eğitmenlerce verilmeli. Ortaöğretimle birlikte mevcut ders saatleri dahilinde bilimsel ve evrensel bilgilerle bütünleştirilerek verilebilir.” Değer eğitimi dersinin hangi öğretim düzeyinde başlaması gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 3: Değerler eğitimi dersi hangi öğretim düzeyinden başlamalı 388 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Araştırmaya katılan velilerin görüşleri incelendiğinde; veliler “Değerler eğitimi dersi hangi öğretim düzeyinden başlamalı?” sorusuna okul öncesinde (%39) ve ilköğretim birinci kademe (%39) şeklinde görüş bildirmişlerdir. Veliler konuya ilişkin görüşlerini şu cümlelerle ifade etmişlerdir: A5- “Değerler eğitimi çok önemlidir. Her bireyin çocuk yaşta bunları öğrenip geleceğe dair daha emin adımlarla gitmesi gerekir. Bu dönem okulöncesidir.” A7- “En küçük yaş aralığında başlanıp, sonrasında da sürdürülmeli. Sadece anasınıfında verilip devam ettirilmediğinde uygulama alanında yetersizlikler oluşabilir.” A15- “ Çocukken bu değerler aşılanmalı” Değer öğretiminin konusunun ne olması gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 4: Değerler eğitiminin konusu Araştırmaya katılan velilere “Okullarda uygulanacak değerler eğitimi derslerinde hangi değerler öğretilmelidir?” şeklinde bir soru yöneltilmiştir. Verilen cevaplara göre veliler, en çok insani değerlerin (%29), daha sonra sırasıyla dinî değerlerin (%23), millî değerlerin (%21), kültürel değerlerin (%17) ve son olarak da evrensel değerlerin (%10) öğretilmesi yönünde görüş bildirmişlerdir. Velilerden biri evrensel değerlerin öğretim konusu yapılması ile ilgili görüşünü aşağıdaki gibi ifade etmiştir: A17- “Çocuklara genelde kardeşlik, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü ve dayanışma gibi insani değerler öğretilmelidir.” Diğer veliler de şu şekilde görüş beyan etmişlerdir: A13- “Öğrencilerin gerek din gerekse millî değerleri öğrenmeleri gereklidir. Çocukların milli değerleri öğrenmesi için okullar ne gerekiyorsa yapmalı.” A11- “Öğrenciler millî, sosyoekonomik ve kültürel değerleri öğrenmesi gerekir.” 389 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR Değerlerin öğretiminde okulların izleyeceği yol ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 5: Okullarda değerlerin öğretiminde nasıl bir yol izlenmeli Şekilde de görüldüğü üzere okullarda değerlerin öğretiminde nasıl bir yol izlenmesi gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri analiz edilmiştir. Buna göre veliler okullarda daha çok değerlere yönelik duyuşsal boyutun öğretilmesinin gerektiği yönünde görüş bildirmişlerdir. Değer eğitiminin amacı ne olması gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 6: Değerler Eğitiminin Amacı 390 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Araştırmaya katılan velilerin büyük çoğunluğu, okullarda verilecek değerler eğitiminin öncelikli olarak iyi bir insan yetiştirilmesine (%19) ve çocukların toplumun huzurunu bozacak zararlı davranışlardan uzak durmasını katkı sağlaması gerektiği yönünde görüş bildirmişler. Değer eğitimini kim vermesi gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 7: Okul öncesinde değer eğitimi dersine kim girmeli Araştırmaya katılan velilere “okul öncesi kurumlarında değerler eğitimi dersleri uygulanması durumunda, sizce bu derslerde hangi branştaki öğretmen görev almalı” şeklinde bir soru yöneltilmiştir. Velilerin konu ile ilgili görüşleri “bu alana yönelik üniversitelerde öğretmen yetiştirilmesi” hususunda yoğunlaşmıştır. Örneğin bir velinin görüşü şu şekildedir: A1- “Değerler eğitimini değer öğretmenlerinin vermesini isterim. Çocukların kulaktan dolma bilgilerle yetişmesini, kafasının karışmasını istemem. Doğru ve güvenilir bilgiler verilmeli.” Başka bir veli ise görüşlerini şu şekilde belirtmiştir. A7- “Her ders öğretmeni bu konuya dersinde değinmeli. Ama her öğretmen sahiplenemediği için bu alanda uzmanlaşmış ve sahiplenmiş, eğitim almış ayrı bir öğretmen bence değerlerin öğretilmesi daha verimli olacaktır.” 391 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR 2. Din eğitimi üzerine bulgular Din eğitiminin nerede verilmesi gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 8: Din eğitimi nerede verilmeli Araştırmaya katılan katılımcılara din eğitiminin nerde verilmesi gerektiği ile ilgili bir soru yöneltilmiştir. Katılımcılardan gelen cevaplar analiz edildiğinde velilerin öncelikle din eğitiminin ailede (%21) verilmesi yönünde görüşe sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Bunları sırasıyla ilköğretim okulları, camiler, yaz Kur’an kursları, Kur’an kursları, ortaöğretim kurumları ve her türdeki örgün ve yaygın eğitim seçenekleri takip etmiştir. Şekilde de görüldüğü üzere velilerin büyük bir çoğunluğu din eğitiminin yaygın eğitim kurumlarında verilmesi gerektiği yönünde düşünceye sahiptir. Sonuçların bu şekilde oluşmasında velilerin kimlik tanımlarının etkisinin olduğunu söylemek mümkündür. Din eğitiminin ailede verilmesini ifade eden bir veli gerekçesini şu şekilde belirtmiştir . A9- “Bence okul öncesi dönemde çocuklara din eğitimi verilmemeli. Bu dönemdeki çocuklar din eğitimini evde, ailesinden almalı. Çünkü kişiliğin oluştuğu çok hassas bir dönem. Maalesef ülkemizde bu alanda olumlu örneklerle ben karşılaşmadım.” Velilerin din eğitiminin okullarda da verilmesi yönündeki görüşlerinden örnek ifadeler şu şekildedir: A13- “Yaz tatillerinde çocuklarımızı genelde camilerde açılan yaz kurslarına gönderiyoruz. Buralarda aldıkları eğitimleri öğrenciler yıl içinde tekrar edilmediği için unutuluyor. Onun için bu eğitime okul döneminde de devam edilmesi gerekiyor.” A1- “Değer eğitimine ailede ve okul öncesinde başlanmalıdır. Çünkü çocuklar en çok o zaman öğrenmeye açıktır.” 392 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Din eğitimi uygulamalarının okulöncesinde uygulanma durumu (gereklilik) ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 9: Din eğitiminin okulöncesinde gerekliliği Araştırmaya katılan velilerin büyük çoğunluğu okul öncesinde çocuklara yönelik din eğitimi uygulamalarının gerekli olduğu yönünde görüş belirtmişlerdir. Fakat kısmen de olsa bazı veliler bu yaş grubunda din eğitimi verilmesi ile ilgili yaş grubunun özellikleri nedeni ile endişe duymaktadırlar. Yapılan görüşmelerde özellikle bu yaş grubunda verilecek eğitimde yöntem kısmına ve çocuğun gelişim özelliklerine dikkat çekmişlerdir. Bu nedenle “Din eğitimi bir ders olarak okutulması gerekirse bu ders hangi okul düzeyinde başlamalıdır?” sorusuna da veliler daha çok ilköğretimin birinci kademesinden (1.sınıftan itibaren) olması gerektiği yönünde görüş belirtmişlerdir. Din eğitimi dersinin hangi öğretim düzeyinde başlaması gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 10: Din eğitimi hangi öğrenim düzeyinde başlamalı 393 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR Konu ile ilgili bir veli A8-“Okul öncesinde (Anasınıfı) din eğitimine başlanmalı. Ancak din eğitiminin amacına çocuk okuma yazmayı öğrendikten sonra daha fazla ulaşabileceğini düşünüyorum” şeklinde görüş belirtmiştir. Burada dikkat çeken nokta hiçbir velinin din eğitimi dersinin başlama düzeyinin ortaokulun sonrasına bırakılması şeklinde görüş bildirmemiş olmasıdır. Sadece öğretme-öğrenme süreçleri, yöntem, içerik konularında farklılık olabileceğini ifade etmişlerdir. Bu durum da velilerin din eğitiminin ya da öğretiminin gerekliliği kanısına sahip olduklarını göstermektedir şeklinde yorumlanabilir. Din eğitiminin gerekliliği ile ilgili görüşlerden örnekler şu şekildedir: A1- “Çocukların o yaşta iken tanıştıklarının arasında din de olmalıdır.” A12- “Din eğitimi ve duygusu o yaşlarda kazanılır.” A2- “Çocuğumuzun dini bilgileri öğrenmesini istiyorum.” A5- “İnançlı olması gerekir. Bu nedenle okulöncesinde de olmalı.” A7- “Erken yaşta eğitim amacına daha iyi ulaşıyor. (Ağaç yaşken eğilir misali)” A11- “Yaz kurslarında öğrendiklerini okul zamanında unutmaması için gereklidir.” Kısmen gereklidir şeklinde görüş bildiren velinin gerekçesi şu şekilde olmuştur. “A9- bu yaş grubunun genel özellikleri buna izin verir mi? İyi araştırmak gerek.” Din eğitiminin gereksiz olduğu yönünde görüş bildiren katılımcının gerekçesi şu şekilde olmuştur. “A10- Dini doğru öğretmediğimizi düşünüyorum.” Din eğitiminin amacı ne olması gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 11: Din eğitiminin amacı 394 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Araştırmaya katılan velilerin görüşlerine göre okullarda verilecek din eğitiminin öncelikli amacı toplumda sıkıntıya yol açan zararlı davranışlardan ve alışkanlıklardan uzak durulmasına katkı sağlamak olmalıdır. Bununla birlikte iyi bir insan olmasına ve insani değerleri benimsemesine ve ibadetleri öğrenmesine ve dini millî ve evrensel değerleri öğrenmesine yardımcı olmalıdır. Örnek cümleler: A13- “Gerek millî değerleri gerekse din değerlerini öğrenmiş yeni nesiller yetiştirmek için okul aile işbirliği içinde üzerimize düşen ne varsa yapmaya hazırız.” Din eğitiminin konusu ne olması gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 12: Din öğretiminin konusu Veliler çocukların gelişim seviyelerini de dikkate alarak okulöncesinde gerçekleştirilecek din eğitimi uygulamalarında bilgi boyutundan daha çok duyuşsal ve beceri boyutlarının öğretilmesinin uygun olacağı yönünde görüş bildirmişlerdir. Konu ile ilgili katılımcıların örnek ifadeleri şu şekildedir: A7-“Çocuklarda soyut düşünme henüz gelişmediği için somut olarak gösterilebilecek bölümlerle ilgili beceriler kazandırılabilir. Görsel materyaller ilgi çekici olabilir.” A7- “Verilecek eğitimde hem duygu hem de beceri boyutunun daha ağır basmasından yanayım.” A1- “Haram helal günah sevap gibi belli başlı kavramlar öğretilmeli. Allah sevgisi aşılanmaya çalışılmalı. Çocuk din ile tanıştırılmalı.” A12- “Öncelikle çocuğa Allah kavramı doğru tanıtılmalı. Çocuk bu kavramdan korkmamalı. Ayrıca ahlaki değerler hikayeleştirilerek öğretilebilir.” A12- “Din eğitiminin sınıflandırılması doğru bir yaklaşım olmaz kanaatindeyim. Çünkü eğitimin hem bilgi-duyuşsal hem de beceri boyutu var. Çocuk önce öğrenecek daha sonra bunu uygulayacak.” 395 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR A15- “Din eğitimi alırken çocuklar bir şekle sokulmamalı. Şekilciliğe değil, bilgiye önem verilmeli. Bilginin beyne ve kalbe yerleşmesi, sevdirilmesi önemli.” Velilerin okulöncesinde din eğitimi verilmesine yönelik yaklaşımı Şekil 13: Velilerin din öğretimine yönelik yaklaşımı Şekilde de görüldüğü gibi araştırmaya katılan velilerin büyük bir çoğunluğu okul öncesinde din eğitimi verilmesinden memnun olacağınız belirtmiştir. Memnun olacağını ifade eden katılımcıların örnek görüşler şunlardır: Çok memnun olurum. Çünkü: A11- “Çocuklarımızın din ve ahlak değerlerini en iyi şekilde öğrenmesi bizi son derece memnun eder. Çocuklarımızı gönderdiğimiz cami ve yurtlarda kimlerin eğitim verdiğini tam bilmiyoruz. Onun için çocukların iyi bir din eğitimi alması için izlenmesi gereken en iyi yolu seçmek gerekiyor. A1- “Bu işi bilenlerin bu eğitimi yapması çok daha doğru olacaktır.” A3- “Çocukların din bilgisine ihtiyacı var.” A5- “Her çocuğun inancını öğrenmesi gerekir.” Konu ile ilgili endişe duyacağını ifade eden katılımcıların örnek görüşler şunlardır: A9- “Ülkemizde örgün eğitim kurumlarının durumu o kadar kötü durumda ki, din gibi hassas bir olgunun bu dönemde sağlıklı ve uygun bir yöntemle verilebileceğine inanmıyorum.” A8- “Konuya hâkim kişi olup olmaması, dinden soğutup soğutmaması hakkında?...” A15- “Bu eğitim zorunlu olmamalı. İsteyen almalıdır.” 396 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Okul öncesinde çocuğun din eğitimi ihtiyacının karşılanmasında kimin görev alması gerektiği ile ilgili velilerin görüşleri Şekil 14: Din öğretiminde hangi öğretmen görev almalı Çalışma grubunu oluşturan veliler, okulöncesinde din eğitimine yönelik bir ders olması durumunda bu dersin verilmesinde DKAB (Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi) öğretmenlerinin ve okul öncesi öğretmenlerinin görev alması yönünden görüş belirtmişlerdir. Fakat burada okul öncesi velilerinin dikkat çektikleri nokta ise görev alacak öğretmenin din eğitimi konusunda eğitim almış ve çocukların gelişim seviyesine uygun öğrenme-öğretme süreçlerini yürütebilecek yeterliliğe sahip olması olmuştur. Örnek ifadeler şu şekildedir: A13- “Çocuğumun din eğitimini bu konunun eğitimini almış insanlardan alması durumunda gözüm arkada kalmayacaktır A12- “DKAB öğretmenleri anasınıfı / ilkokul / ortaokul / lise şeklinde branşlaşabilir.” Sonuç Gelişen ve değişen teknoloji, günlük hayatımızı hızlı bir şekilde etkilemektedir. Buna bağlı olarak dünya hızla globalleşen bir köye dönüşmektedir. İnsan bu değişimin hem faili hem de nesnesi konumundadır. Gelecekte teknolojiyi üretecek olan insanı ve onun yetişmesinde önemli bir paya sahip olan temel değerleri olumsuz etkilemeyecek ya da etkilenmeyi en az zarara indirgeyecek çözüm önerilerine ihtiyacımız vardır. Çözüm önerilerinin başında toplumu oluşturan bireylerinin ahlâkî ve dinî değerleri kazanması ve benimsemesi gelmektedir. Bireyin öğrenme açısından en kritik dönem olan okulöncesi dönem, ahlâkî ve dînî gelişimin en hızlı olduğu, kişiliğin temellerinin atıldığı, çocuğun her türlü öğrenmeye açık olduğu bir dönemdir. 397 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR Bu dönem aynı zamanda çocuğun toplumsal hayata hazırlanması ve toplumsal ahlâki değerleri edinmesi açsından hayati öneme sahiptir. Bu nedenle bu dönemde çocuğun gelişiminden sorumlu olan okul öncesi kurumlarında din ve değer eğitimine yönelik uygulamalar gerçekleştirilmeli, programlar geliştirilmelidir. Bu kurumlarda bu uygulamaları gerçekleştirecek eğitmenler, alanında uzman bireyler olmalıdır. Çünkü din ve değer eğitimi, alanında yetkin kişiler tarafından verildiğinde birey ve toplum için olumlu sonuçlar doğurabilecekken yanlış ve sistemsiz yapıldığında ya da hiç yapılmadığında olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir (Mehmedoğlu, 2004: 16). Oluşturulacak herhangi bir program için ise, öncelikle paydaşların görüş ve önerilerinin belirlenmesi gerekmektedir. Okul öncesinde din ve değerler eğitimine yönelik öğrenci velilerinin beklentilerini belirlemek amacıyla yapılan bu araştırmada görüşme yoluyla elde edilen verilerin içerik analiziyle çözümlenmesi sonucunda ortaya çıkan bulgulardan hareketle şu sonuçlara ulaşılmıştır: Değer eğitimi ile ilgili bulgular: - Araştırmaya katılan velilerin büyük bir çoğunluğu çocuğunun din ve değer eğitimi ihtiyacını karşılamakta sıkıntı yaşamaktadır. - Velilere göre değer eğitimi öncelikle ailede daha sonra okullarda verilmelidir. - Velilerin hepsi okullarda değer eğitimine yönelik uygulamaların gerekli olduğuna inanmaktadır. - Velilerin büyük çoğunluğu değer eğitiminin okul öncesinden itibaren başlaması gerektiğini düşünmektedir. - Velilere göre çocuklara öncelikle insani değerler öğretilmelidir. - Velilere göre okulöncesinde değer eğitimi dersleri için üniversitelerde bu alana yönelik öğretmen yetiştirilmesi gerekmektedir. Din eğitimi ile ilgili bulgular: - Velilere göre din eğitimi ilköğretim birinci kademeden başlamalıdır. - Velilere göre din eğitiminde din/ler/in duyuşsal ve beceri boyutuna değinilmelidir. Çünkü bilgi boyutu için çocukların gelişim seviyeleri uygun değildir. - Velilere göre okullarda verilecek din eğitimi çocukların kötü davranış ve alışkanlıklardan uzak durmasına, iyi bir insan olmasına dinî ve manevi değerleri öğrenmelerine katkıda bulunmalıdır. - Velilerin büyük bir çoğunluğu okul öncesindeki çocuklara yönelik, onların 398 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI gelişim seviyesine uygun yöntem ve tekniklerle oluşturulmuş din eğitimi verilmesini memnuniyetle karşılayacağını ifade etmiştir. - Velilere göre okul öncesinde din eğitimi dersleri için, gerekli eğitimden geçmiş mesleki bilgiye sahip DKAB öğretmenlerine (okulöncesi eğitime uygun yetiştirilmiş) görev verilmelidir. Okul öncesi dönem fiziksel, psikososyal ve kişilik açısından gelişimin en hızlı olduğu, çocuklarda din ve değerlere ilişkin bilgi tutum ve davranışların temellerinin atıldığı ilk dönemdir. Birey kendisini yetişkin hayatına hazırlayıcı davranışları büyük ölçüde bu yaşlarda öğrenmekte ve bu öğrenmeler onda derin izler bırakmaktadır. Benzer şekilde bireyin gençlik ve yetişkinlik dönemindeki dini inanç, duygu, tutum ve davranışlarının temeli de büyük ölçüde çocukluk döneminde atılmaktadır (Köylü, 2004: 137). Fakat din ve değer eğitimi açısından gelişim basamakları içerisinde eğitim yönünden en çok ihmal edilen dönem de okul öncesi dönem olmuştur (Sağlam, 2001: 21). Çünkü bireyin ileriki hayatının temellerinin oluştuğu ve karakterinin şekillendiği bu dönemde okul öncesi programlarında hâlâ daha doğrudan din ve değer eğitimine yer verilmemesi bunun göstergesi olarak kabul edilebilir. Din hem ferdi hem de sosyal bir karaktere sahiptir (Keskin, 2004: 10). Bu nedenle çocuklar için din eğitimi hem bir ihtiyaç hem de bir zorunluluktur. Nitekim araştırmanın sonuçlarında da velilerin büyük bir çoğunluğunun din ve değer eğitiminin okullarda verilmesi gerektiği yönünde görüş bildirmesinin altında yatan nedenin bu ihtiyaç ve zorunluluktan kaynaklandığı söylenebilir. Çünkü çocukların din ve değer eğitimi bu dönemde doğru yöntem ve tekniklerle karşılanması gereken en önemli ihtiyaçlarından biridir. Nitekim ilgili alan yazında farklı yaş gruplarında yapılan araştırma sonuçlarında, uygulanan değerler eğitimi programlarının bireylerin değerleri kazanmasında etkili olduğu, fakat bireylerin, bu değerlere kendi çabaları ile ulaşamadığı ve desteklenmesi gerektiği (Girmen, 2013: 118) ve değer eğitimi programlarının uygulanmasına okul öncesi dönemlerde başlanması gerektiği ortaya çıkmıştır. İster değer ister din eğitimi çocuğa hangi eğitim verilirse verilsin çocuğun algı düzeyi ve hazırbulunuşluğu, bedensel, zihinsel, duygusal, sosyal, törel ve dinî gelişim özellikleri dikkate alınmalı ve bu öğretiler; çocuğun gelişimini destekleyici yönde sunulmalıdır. Örneğin “çocuğun kafasındaki Allah tasavvuru yetişkinlerinkine uygun hâle getirmeye çalışmak ne kadar yanlışsa, onu köreltmeye çalışmak da o kadar yanlış bir tutumdur. Onun için, çocuklara soyut kavramları anlayacakları yaşa gelinceye kadar, din ile ilgili inançlar, duygu boyutları ile sunulmalıdır” (Şimşek 2004). Araştırmanın sonuçlarında da veliler, değer eğitiminin okulöncesinde başlaması gerektiğini belirtirken din eğitiminin özelikle ilköğretiminin birinci kademesinde başlaması gerektiği yönünde görüş bildirmiştir. Buna gerekçe olarak dinin soyut konuları içerdiği ve bu nedenle küçük yaşlardaki (okul öncesinde) çocukların gelişim seviyelerine uygun olmadığını belirtmişlerdir. Fakat veliler okul öncesindeki çocuklara 399 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR yönelik, onların gelişim seviyesine uygun yöntem ve tekniklerle oluşturulmuş din eğitimi verilmesini memnuniyetle karşılayacağını ifade etmiştir. Bu durum velilerin din ve değer eğitimini bir ihtiyaç ve zorunluluk olarak gördüğü fakat verilecek din ve değer eğitiminde çocukların gelişim seviyesine uygunluk ve yöntem probleminin olabileceği şeklinde bir tereddüte sahip olduklarını göstermektedir, denilebilir. Arpacı (2014: 171) tarafından yapılan bir araştırmada da din eğitiminin başlama dönemi ile ilgili araştırmanın sonuçlarını destekleyen benzer sonuçlar ortaya çıkmıştır. Buna araştırmada veliler Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin ilköğretim 1. sınıftan itibaren zorunlu olması gerektiği yönünde görüş bildirmişlerdir (X=3,71) (Arpacı, 2014: 171). Araştırmada “okul öncesinde verilecek bir din eğitiminde öncelikle gerekli eğitimden geçmiş mesleki bilgiye sahip DKAB öğretmenlerine (okul öncesi eğitime uygun yetiştirilmiş) görev verilmelidir” şeklinde bir sonuç çıkmış olması velilerin buralarda görev alacak eğitmenlerin yeterliliklerinde hem alan hem de mesleki bilgiyi ön planda tuttuklarını göstermektedir. Değerler ve din arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Bu ilişkideki ana kural, içkin değerlerin aşkın değerler tarafından gözetim ve denetim altında tutulmasıdır. Dinin bireyler için taşıdığı önem ve anlam, içkin değerlere bazen aşkınlık katarak bu değerlerin benimsenmesini ve içselleştirilmesini artırmaktadır (Aydın, 2011: 43). Bu nedenle çocuklara verilecek herhangi bir değer eğitimi programının din eğitimi ile birleştirilerek verilmesi gerekmektedir. Zira aşkın ve yüce bir güç olarak Allah ve onun bekledikleri konusunda çocuklarımıza bilgi sunmazsak, değerler konusunda onları dayanaksız ve bilgisiz bırakmış oluruz (Mehmedoğlu, 2004). Araştırmada da benzer şekilde velilerin okullarda din ve değer eğitiminin verilmesine yönelik olumlu yönde görüş bildirmiş olmaları bu düşünceyi destekler niteliktedir. Cihandide (2014) tarafından yapılan araştırma sonucunda da uygulanan din ve ahlak eğitimi programının okul öncesi eğitim kurumlarında çocuğun din ve ahlâk gelişimine katkıda bulunulabileceği ve bu amaca yönelik program hazırlanabileceği ortaya çıkmıştır. Bu sonuçlar değer ve din eğitiminin birbirinden bağımsız verilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Literatürde de bu dönemdeki çocukların din ve değer eğitimine yönelik çalışmalar (Selçuk 1991, Konuk 1994; Oruç 2014; Aydın ve Gürler, 2013; Ulusoy ve Dilmaç 2014) bulunmaktadır fakat yeterli değildir. Okul öncesinde din ve değerler eğitimine yönelik öğrenci velilerinin beklentilerini belirlemek amacıyla yapılan bu araştırmada sonuç olarak denilebilir ki; veliler doğru yöntemlerle verildiği sürece okulöncesinde din ve değer eğitimi verilmesine yönelik olumlu tutuma sahiptirler. Araştırmadan elde edilen sonuçlardan hareketle şu önerilere yer verilmiştir. 400 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Öneriler DKAB ve Okulöncesi öğretmenlerine yönelik olarak mezun oldukları lisans kurumlarında ‘okul öncesi kurumlarında din ve değer eğitimi’ne yönelik dersler verilmelidir. Okul öncesinde din ve değer eğitimine yönelik programlar hazırlanmalıdır. Araştırma deneysel araştırmalarla desteklenerek daha büyük ve öğrenci ve öğretmenlerinde dâhil edildiği bir çalışma grubu ile yapılmalıdır. KAYNAKÇA Arpacı, M. (2014). “İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersine Yönelik Velilerin Tutumları(Diyarbakır Örneği)”. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XVI(29-1), ss.159-184. Aydın, M. Z. ve Gürler, Ş. (2013). Okulda Değerler Eğitimi. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Aydın, M. (2011). “Değerler, İşlevleri ve Ahlak”. Eğitime Bakış, Yıl: 7 Sayı: 19, ss.39-45. Girmen, P. (2013). “Türkçe Eğitiminde Atasözleri ve Değer Eğitimi”. Değerler Eğitimi Dergisi, 11(25), 10. Erişim: 07 Haziran 2014, http://ded.dem.org.tr/tr/makale/turkce-egitiminde-atasozleri-ve-deger-egitimi Güven, G. ve Azkeskin, K. E. (2010). “Erken Çocukluk Eğitimi ve Okul Öncesi Eğitim”. Erken Çocukluk Eğitimi (Editör: İbrahim H. Diken). Ankara: Pegem Akademi. Keskin, Y. M. (2004). “Din ve Toplum İlişkileri Üzerine Bir Genelleme”. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, IV(2), ss. 7-21. Konuk, Y. (1994). Okul Öncesi Çocuklarda Dinî Duygunun Gelişimi ve Eğitimi. Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları. Köylü, M. (2004). “Çocukluk Dönemi Dini İnanç Gelişimi ve Din Eğitimi”. AÜİFD, XLV(11). Mehmedoğlu, Y. (2004). Ahlâkî ve Dinî Gelişim. İstanbul: Morpa Kültür Yayınları. Oruç, C. (2014). Okul Öncesi Dönemde Çocuğun Din Eğitimi. İstanbul: Ensar Neşriyat. 401 Okul Öncesi Velilerinin Din ve Değer Eğitimi Beklentileri Üzerine... • Yrd.Doç.Dr. Fatih ÇINAR Oruç, C. (2013). “Erken Çocukluk Dönemi Din Eğitimine Çoğulcu Bir Yaklaşım: ‘Gift to the Child’”. Değerler Eğitimi Dergisi, 11(26). Erişim: 07 Haziran 2014, http://ded.dem.org.tr/tr/makale/erken-cocukluk-donemi-din-egitiminecogulcu-bir-yaklasim-gift-to-the-child Sağlam, İ. (2001). İslam ve Batı Eğitiminde Okulöncesi Eğitimi (HedefEtkinlikler). Bursa. Selçuk, M. (1991). Çocuğun Eğitiminde Dini Motifler. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay. Şimşek, E. (2004). “Çocukluk Dönemi Dini Gelişim Özellikleri ve Din Eğitimi”. Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi. IV(1), ss.207-219. Ulusoy, K. Dilmaç, B. (2014). Değerler eğitimi. Ankara: Pegem Akademi. Yıldırım, A., Şimşek, H. (2003). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri. Ankara: Seçkin Yayınları. 402 Okul Öncesi Dönemde Sorumluluk Bilinci Kazandırma Öğr.Gör. Gamze KAĞAN Üsküdar Üniversitesi Sağlık Meslek Yüksekokulu Semra Sezer YAĞCI Üsküdar Üniversitesi Giriş İsteyen, ihtiyaç duyan, kendisini koruyan ve amacı olan bir varlık olarak insan, hayatının anlamı ve günlük yaşantısının gidişatı ile ilgili farklı seçeneklerden sık sık seçim yapmak zorunda kalır. İşte bu seçimlerinde insana yol gösteren, karar verdiren soyut ya da somut ilke, inanç ve varlıklardan her birine değer (kıymet) denir (Aksoy, 2013: 16). Değer çeşitli şekillerde tanımlanabilmektedir. Değer, bir sosyal grubun veya toplumun kendi varlık, birlik, işleyiş ve devamını sağlamak ve sürdürmek için üyelerinin çoğunluğu tarafından doğru ve gerekli oldukları kabul edilen; onların ortak duygu, düşünce, amaç ve menfaatini yansıtan genelleştirilmiş temel ahlaki ilke veya inançlardır (Kızılçelik ve Erjem, 1996:128). Fichter’e (2006: 167) göre değerler, kültür ve topluma anlam ve önem veren ölçütlerdir. En genel tanımıyla değerler neyi iyi neyin kötü olduğu konusundaki yargılarımızdır. Beğenilerimize göre tercih ettiğimiz şeyler olmaktan çok bireyin çevresi ile etkileşimini sağlayan az çok kesin ve sistematik fikirlerdir (Veugelers ve Vedder, 2003: 379). Değerler bir toplumun yapı taşı gibidir. Bu konuda Tarhan’ın (2013: 13) bahsettiği gibi; “Toplumu bir bina gibi tasavvur edersek, bireyler binanın yapı taşları, değerler ise çimentosu sayılabilir. Harç ve çimentosu olmayan binanın kolayca dağılması gibi toplumun da aynı duruma maruz kalma ihtimali vardır”. Bu açıdan değerler bir toplumun gelişmesinde önemli unsurlardan biridir diyebiliriz. Değerler toplum için önemlidir, değerlere uygun davranan insanlar da toplum gözünde değerlidir. Değerler sadece günlük eylem ve davranışlarımıza rehberlik eden ilke ve ölçütler olmaları bakımından değil, genel yaşam tarzımızı ve yönünü etkileme, belirleme açısından da önemlidir. Bu belirleme, seçeceğimiz meslekten, ülkesi veya insanlık için özveride bulunmaya, nasıl bir anne veya baba olacağımıza kadar geniş ve önemli bir alanı kapsar. Okul Öncesi Dönemde Sorumluluk Bilinci Kazandırma • Öğr.Gör. Gamze KAĞAN / Semra Sezer YAĞCI Son zamanlarda yapılan araştırmalar toplumumuzda önemli ahlaki problemlerin ortaya çıktığını göstermektedir. Bireyin sosyal ilişkilerinde sorun yaşamaması için karşılaştığı ahlaki problemleri nasıl çözeceği ona öğretilmelidir. Bu da, eğitim sistemlerinin değerler eğitimine vermesi gereken önemi arttırmaktadır (Can, 2008: 46). Bu önem değerler eğitiminin okul öncesi eğitimle beraber ele alınmasını gerekli kılmaktadır. Balat ve Dağal’a göre (2009: 152) okul öncesi dönem, değerlere ilişkin bilgilerin temellerin atıldığı ilk dönemdir. Değerler yaşanılan çevre, kültürel özellikler, eğitim ve deneyimlere göre farklılıklar gösterir ve okul öncesinde kazanılan değerlere ilişkin bilgiler tüm hayat boyunca devam eder. Fakat ilk bilgiler erken dönemlerde kazanılır (Oktay, 1999: 218-219). Okul öncesi eğitimlerde değerler eğitimine ilişkin görüşler ile ilgili ana okul öğretmenlerinin görüşleri alınan bir araştırmaya göre, okul öncesi öğretmenlerine göre okul öncesi eğitimde öncelikli olarak verilmesi gereken değerler arasında “saygı”, “sevgi” “paylaşım”, “hoşgörü”, “yardımlaşma” gibi değerlerinden sonra “sorumluluk” değerinin olması gerektiği görüşü ortaya çıkmıştır (Yazar ve Erkuş, 2013: 196-211). Eğitimi, en genel anlamda toplum hayatına uyum sağlamada gerekli olan davranışların kazandırılması süreci olarak düşünürsek, değerler bu süreçte kazanılması gereken önemli davranışlar arasında yerini alır. Okul öncesi eğitim süreci, kişiliğin temellerinin atıldığı ve pek çok davranış için ön bilgilerin kazanıldığı bir başlangıç dönemidir. Evrensel değerler olarak da adlandırabileceğimiz ve hayatımızın ilerleyen dönemlerinde karakter ya da kişilik özelliklerimiz olarak tanımlanan temel değerlere yönelik olarak bu dönemde programlı ve sistemli çalışmalar ile başlangıç oluşturulmalıdır. Okul Öncesi Dönemde Değerler Eğitimi ve Sorumluluk Okul öncesi dönem çocuklarda değerlere ilişkin bilgilerin temellerinin atıldığı ilk dönemdir. Değerler temelde değişmez özellikler içerir fakat yaşanılan çevre, kültürel özellikler, eğitim ve deneyimler gibi pek çok faktöre göre bireysel baz da farklılıklar gösterebilir. Değerlere ilişkin bilgiler tüm hayat boyunca devam eder. Fakat ilk bilgiler erken dönemde kazanılmaya başlanır ve kişiliğin oluştuğu ergenlik dönemine kadar devam eder. Bu süreden sonra değişmeler mümkündür ancak temel değerler oluşmuştur. Okul öncesi eğitimde çocukları tüm gelişim alanlarında desteklemek hedeflenir ve okulöncesi eğitimin yararları artık tartışılmasız kabul gören bir gerçektir. Kaliteli bir okul öncesi eğitim programında akademik becerilerin yanında toplumsal değerlere de yer verilmelidir. Aileler ve okul öncesi eğitimcileri çocuklar için değerleri öğrenebilecekleri ilk modeller olacaktır. Bu nedenle hem eğitimcilerin hem ailelerin değerleri benimsemiş ve iyi uygulayabilen yetişkinler olmaları gerekmektedir. 404 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Okul öncesi çocuğun temel ihtiyaçlarını uzmanlar; iyi bakım, beslenme, sevgi ve şefkat, güven, hareket, yetişkin desteği, yaratıcılığı destekleyici ve estetik duygusunu geliştirici ortam, kendini tanıma, kanıtlama ve özgürlük, diğer çocuklarla birlikte oyun ve oynama olarak ifade etmişlerdir. Okul öncesi dönemde kendine güvenme, sorumluluk alma, sorumluluklarını yerine getirme, bir göreve başlama, tamamlama, takım çalışması, yalan söylememe, nezaket kelimelerini kullanma gibi değerlerin kazandırılması çocuğun tüm yaşamı boyunca kullanacağı becerileri de beraberinde getirir. İyi bir değerler eğitimi çocuğun akademik başarısını da direkt etkiler (Yazar ve Erkuş, 2013: 196-211). Sorumluluk değeri bütün değerleri kapsar. Bu nedenle her değerin içerisinde de vurgu yapılması gereklidir. Sorumluluk değeri kazandırılırken, verilen sorumluluğun çocuğun yaşına ve gelişim seviyesine uygunluk önemlidir. Verilen sorumluluğun yerine getirilip getirilmediği takip edilmeli, yaşına uygun sorumlulukları üstlenmek isteyen çocuk engellenmemelidir. Bu engelle karşılaşan çocuk“sen bu işi doğru düzgün yapamazsın” mesajı alabilir. Çocuk zaten kendi sorumluluğunu yerine getirdiği zamanlarda gereksiz ödüllendirmelere gidilmemelidir. Bilgisayar oyunları, sürekli film izleme, vb. durumlar günümüz çocuklarında sık görülen davranışlar çocukların sorumluluklarını yerine getirmelerinde engel olmaktadır. Bu konuda süre sınırlandırılması koymak gerekmektedir (Balat ve Dağal, 2009: 152). Sorumluluk Duygusunun Gelişimi Sorumluluğu öğrenmek de tıpkı diğer becerileri öğrenmek gibidir. Çocuk ne kadar çok denerse bu konuda o kadar çok başarılı olur. Çocuğun kendi kendini yöneten, yüksek benlik saygısına sahip, doyumlu bir birey olarak gelişmesi, büyük ölçüde ona sağlanan fırsatlara ve ebeveyn yaklaşımına bağlıdır. Koruyucu ebeveyn yaklaşımı, çocuğun bağımsızlık ve sorumluluk hissetmesini engeller. Ebeveynler iyi niyetle yaklaştıklarını düşünerek çocukları için her şeyi yapmaları gerektiğine inanırlar ve onların bütün yaptıklarından kendilerini sorumlu hissederler. Yemeğinden giyimine, ev ödevlerinden hobi ve arkadaş seçimlerine kadar, çocuk adına her şeye karar verirler. Çünkü onlara göre çocukların davranışları kendi anne babalıklarının yeterliliğini yansıtır. Fakat çocuklarını bütün sonuçlardan korudukları için onların öz güvenlerini ve bağımsızlıklarını yok edebilirler. Bir başka aile tutumu olan destekleyici yaklaşım, çocuğun sınırlar içinde karar vermesine ve bu kararların sorumluluğunu taşımasına olanak tanır. Bu yöntem, sorumluluk almayı içeren bir yaklaşımdır. Aynı zamanda öz disiplini, yani kendi kendini yönlendirme yeteneğini geliştirir. Bu tutumu benimseyen aileler, evdeki işler konusunda çocuktan yardım beklediklerini açıkça belirtirler. Böylece başlangıçta çocuğun acemice yapacağı bu işler, daha sonra deneyime ve sorumluluğa dönüşecektir. Bu nedenle iki buçuk yaşından başlayarak döke saça da olsa çocuğun çorbasını kendi başına içmesine fırsat vermek, kendi 405 Okul Öncesi Dönemde Sorumluluk Bilinci Kazandırma • Öğr.Gör. Gamze KAĞAN / Semra Sezer YAĞCI odasında kendi yatağında yatmasına ortam hazırlamak, sofra hazırlama, alışveriş, araba temizliği gibi konularda onun yardımını beklemek, sorumluluk konusunda çocuğu cesaretlendirici ve destekleyici bir ortam sağlar. Bu ortam, çocuğun kendi kendine yetmesine ve kendini yönetmesine fırsat vereceğinden onun kendine olan güvenini de artıracaktır. Çocuğunuzun öncelikle evde bazı sorumluluklar üstlenerek sorumluluk bilincinin gelişmesi, onun okul ile ilgili sorumluluklarını da daha kolay üstlenmesine ve karşılaşabileceği sorunlarla baş edebilmesine yardımcı olacaktır. Ancak sorumluluk, başkalarının söylediği her şeyi yerine getirme olarak düşünülmemelidir. Ebeveyninin, öğretmeninin ya da çevrenizdeki herhangi birinin söylediklerini yerine getiren çocuğa sorumlu çocuk gözüyle bakamayız. Bu şekilde davranan çocuk, gerektiğinde öncelik vermesi gereken konuların ayrımını yapamaz (http://www.ipekbocegi.com.tr/Makaleler/5-Sayfa/Okul-Oncesi-DonemdeSorumluluk.html, Erişim: 14 Haziran 2014). Çocukta Sorumluluk Bilinci Nasıl Kazandırılır? Çocuğumuzdan beklentilerimizin gerçekleşmesi durumuna göre onun sorumluluklarını öğrendiğini ya da öğrenmediğini düşünürüz. Her ebeveynin farklı beklentileri olacaktır. Her çocuk aynı zamanda, aynı sorumluluğu alamaz. Çocukların kişilik özellikleri, fiziksel yapıları dikkate alınmalıdır. Burada önemli olan çocukların kendi işini yaparken engellenmemesidir. Koruyucu anne-babalar bebeklikten itibaren “O yiyemez, çocuktur.”, “O giyemez çocuktur.” deyip çocuğun her işini kendileri yaparlar, ilköğretim çağına gelindiğinde okul çantasını hazırlama işi bile annenin görevidir. Bazılarının bunu abartarak ev ödevlerini bile yaptığı görülür. Sık sık görürüz; bir soru sorulduğunda çocuğun yerine cevap vermeye kalkan anne-babaları. İşte bu ve benzeri davranışlar çocukta sorumluluk duygusu ve kişilik gelişimini olumsuz etkileyen ebeveyn tutumlarıdır. Her ihtiyacı anne-baba tarafından karşılanan, devamlı neyi nerede ve nasıl yapacağı kendisine hatırlatılan, yanlış yaptığında azarlanan ve kınanan çocuklar, gölge bir kişiliğe sahiptir. Anne babaya sormadan bir iş yapmayı tercih etmezler, kendilerine güvenlerini kaybedebilirler. Karşılaştıkları bir problemi çözmekte güçlük çekebilirler. Böyle çocuklarda okul korkusu çok yaygındır, okula uyum sağlamakta zorluk çekebilirler. Duygularını, tepkilerini rahatça ifade etmesine, gerektiğinde ‘hayır’ demesine izin verilmeyen çocuklarda bağımsız bir kişilik gelişmediği için sorumluluk duygusu kazanmakta da zorlanırlar. “O daha küçük, kendi başına karar veremez.”, “Onun için doğru olanı yapıyoruz.”, “Hayır, öyle demek istemiyorsun.”, “O zayıf alıyor, ben üzülüyorum.” cümleleri sıklıkla kaçınılması gereken cümlelerdir. Çocukta sorumluluk bilinci kazandırılması için bu gibi yaklaşımlardan kaçınmak gerekir. Çocukların yeri geldiğinde kendi ihtiyacını karşılayabilmesi için imkân sağlanmalı, yanlış yaptığında kızmamalı, kınamamalı, yanlışlarının da olağan bir durum olduğu yansıtılmalıdır. Çocuklarımızın kişilik ve fiziksel özelliklerini dikkate alarak alabileceği sorumluluklar verilmelidir. Çocuklarımızın kendi işini yaparken engellememiz gerekmektedir. Bu gibi durumlara dikkat edersek 406 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI çocuklarımızın da sorumluluk bilinci kazandırma da önemli adımlar elde etmiş oluruz (http://www.ipekbocegi.com.tr/Makaleler/5-Sayfa/Okul-Oncesi-DonemdeSorumluluk.html, Erişim: 14 Haziran 2014). Sorumluluk Neden Önemlidir? Sorumluluk duygusu, doğuştan gelmez, sorumluluk kişinin sonradan, uygun koşulların yerine getirmesiyle kazanılmaktadır. İnsanın sorumluluk alabileceği bir ortamda yetişmesi ile sorumluluk duygusu gelişebilir. Kişinin yetiştiği ortamda, kendisi için seçim yapma ve yaptığı seçimin sonuçlarından sorumlu olma fırsatı verilmemişse, sorumluluk duygusu gelişemez (Cüceloğlu, 2002: 211). Glasser’e göre sorumluluk kişinin durum değerlendirmesi yaparak, kendisi ve başkaları için yardımcı olacak yolları düşünerek öğrenilebilir. Glasser anaokulundan itibaren sorumluluğu öğrenme fırsatı verilen çocuğun, toplumsal olayların farkında, sorumluluk sahibi biri olabileceğini öne sürmektedir (Glasser, 1999: 27). Sorumluluk kazandırmanın esasında çocuğun kendini kontrol edebilme becerisini geliştirmesine ve çevresine uyum sağlamasına yönelik olan disiplin anlayışı yatmaktadır. İyi bir eğitim verilerek ve disiplin yöntemleri uygun şekillerde kullanılarak çocukların bilişsel, duygusal ve sosyal gelişimleri desteklenebilir. Çocuklara sorumluluk kazandırma ve sorumluluğunu yerine getirmedikleri durumlar ile etkili bir şekilde baş edebilmek için okulöncesi eğitimden başlanarak düzeye uygun şekilde konu ile ilgili etkinliklere vs. eğitim-öğretim programlarında yer verilmesi küçük yaşlardan itibaren çocukların sorumlu davranışlar geliştirmesine katkıda bulunabilir (Yurtal ve Yontar, 2006: 411-424). Sonuç Değerler eğitimi kapsamında çocuklarımıza kazandırmamız gereken özelliklerden birisi de sorumluluk duygusudur. Sorumluluk duygusunun kültürler, inançlar ve dinî değerler ile sınırları belirlenir. Duyguların değere dönüşüp toplumun kalıba uymasında temel etken kültürdür. Kültür için en basit tanımıyla, toplumun ortak kabulü olan değerler sistemi diyebiliriz (Tarhan, 2013: 120). Değerleri tanımlamak istersek, “aklın ve kalbin birlikte uyum içinde olması” şeklinde tanımlayabiliriz. Değerler; ahlaki, kültürel, ruhsal, toplumsal ve bireysel alana ilişkin uygun duyarlılık geliştirmeyi ve bunları içselleştirmeyi içerir. Toplumsal ve insani değerler insan yaşamının en önemli yanını oluşturur. Sevgi, cesaret, dostluk, yardımlaşma, temizlik, saygı, doğruluk, nezaket ve benzerleri önem verilen toplumsal değerlerdir. Sahip olduğumuz değerlerimizin öğrenilmesi ise eğitim ile olur. Eğitimin merkezinde insan vardır ve eğitim uygulamalarında her şey onun öğrenmesi, terbiyesi, 407 Okul Öncesi Dönemde Sorumluluk Bilinci Kazandırma • Öğr.Gör. Gamze KAĞAN / Semra Sezer YAĞCI olgunlaşması için düzenlenir. Eğitim anlayışımız insana bakış açımıza, onu nasıl tanımladığımıza göre şekillenir (Aksoy, 2013: 26). Eğitim bu kadar önemli iken eğitimin yaygınlaşmasına rağmen eğitimin merkezi olan insanın manasının ihmal edilmesi, korkunç ihlallere neden olmuştur. Okulda, ailede ve toplumda şiddet, zorbalık, uyuşturucu bağımlılığı, cinsel istismar ve sapkınlık, sabırsızlık, yoğunlaşamama, yetinememe, marka tutkunluğu, tüketim çılgınlığı, hırsızlık, yalan, adaletsizlik, ötekileştirme, tahammülsüzlük, başarısızlık, uyumsuzluk, boş gurur ve kibir bu ihlallerden en çok görülenlerdir. Buna karşılık olgunluk, bilgelik, onur, saygı, sevgi, yardımseverlik, dürüstlük, nezaket, dostluk ve diğer erdemler ile yerli, millî ve manevi değerlerimiz yaşamın dışına itilmektedir (Aksoy,2013: 117). Bu sebeplerden ötürü yaşamın dışına itilen değerlerimizi tekrar kazandırabilmek için önce çocuklarımıza değerlerimize göre eğitim vermemiz gerekmektedir. Değerler eğitiminde önemli bir yeri olan sorumluluk duygusu pek çok değerleri içinde barındıran bir kavramdır. Sorumluluk duygusu daha küçük yaşlarda insanların yetişmesi ile gelişen bir duygudur. Bu nedenle “Ağaç yaşken eğilir” deyimi misali değerlerimizin, sorumluluk duygusu ile ilgili eğitimler en iyi küçük yaşlarda verilir. Biz de bu çalışmamızda okul öncesi dönemde çocuklarımızın değerlerimizi kazandırılmasında büyük katkısını olduğunu düşündüğümüz sorumluluk bilinci kazandırılması için aile ve okul işbirliği ile bu bilinci nasıl yerleştirilebileceğinden çeşitli çalışmalardan derlediğimiz bilgiler ile anlatmaya çalıştık. Son olarak İslam dininde erken yaşta eğitimin ve değerlerin ehemmiyetini Kur’an-ı Kerim’den ve İslam âlimlerimizin görüşleri ile açıklarsak, Kur’an’da, “Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmezler olarak çıkardı” buyurulmaktadır. Böylece insanın öğrenmeye ve terbiyeye olan ihtiyacı dile getirilir. Mesela hayvanlar dünyaya gelmelerinden kısa bir süre sonra hayat şartlarına uyum gösterirken, insan bir-iki senede ancak ayağa kalkabilir. Kendini idare edebilecek bir seviyeye ancak on beş yaşından sonra gelir. Hayatı boyunca da öğrenmeye muhtaçtır. Büyük İslam âlimlerinden Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “İnsanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekellümdür”. Bu esasa dayanarak, İslami kaynakların pek çoğunda şu ortak görüşe yer verilir: “Çocuk anne ve babasını yanında bir emanettir. Tertemiz kalbi, her çeşit nakış ve şekilden uzak, saf, kıymetli bir cevherdir. Her türlü şeye kabiliyetli olduğu gibi, kendisine verilen her şeyi almaya da yatkındır. Eğer çocuk iyiliğe alıştırılır, güzel şeyler öğretilirse iyilik üzere büyür. Dünya ve ahirette mesut olur” (Kur, 2006). Geleneğimizin bilim adamları ve bilgelerin insana ve insanın eğitimine dair görüş ve önerileri, inanıyoruz ki bireyi, aileyi, toplumu ve tüm insanlığı modernleşmenin olumsuz etkilerinden koruyabilecek reçetelere sahiptir. Bunlardan yararlanırken, insanlık tarihi boyunca tüm medeniyetlerin bu güne kadar ortaya koyduğu, ürettiği, elde ettiği birikim ve kazanımlardan da olabildiğince yararlanılmaya çalışılacaktır (Aksoy, 2013: 118). 408 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Aksoy, R. (2013). Değer ve Değerler Eğitimi. İstanbul: Mostar Basın Yayın Dağıtım. Balat G. U. ve Dağal A.B. (2009). Okul Öncesi Dönemde Değerler Eğitimi Etkinlikleri, Ankara: Kök Yayıncılık. Can, Ö. (2008). Dördüncü ve Beşinci Sınıf Öğretmenlerinin Sosyal Bilgiler Dersinde Değerler Eğitimi Uygulamalarına İlişkin Görüşleri. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Cüceloğlu, D. (2002). Anlamlı ve Coşkulu Bir Yaşam İçin Savaşçı. İstanbul. Remzi Kitabevi A. Ş. Fichter, J. (2006). Sosyoloji Nedir? (Çev. Nilgün Çelebi). Ankara: Anı Yayıncılık. Glasser, W. (1990). Reality Therapy. U.S.A. Harper & Row, Publishers, Inc. (1999). Başarısızlığın Olmadığı Okul. (Çev. Teksoz, K.) Ankara, Beyaz Yayınları. Kızılçelik, S. ve Erjem, Y. (1996). Açıklamalı Sosyoloji Terimler Sözlüğü. İzmir: Saray Yayıncılık. Kur H. (2006). “Çocuk ve Gençlerde Din ve Ahlâk Eğitimi”. Köprü Dergisi, 95 (Yaz). Oktay, A. (1999). Yaşamın Sihirli Yılları: Okul Öncesi Dönem. İstanbul: Epsilon Yayıncılık. Tarhan, N. (2013). Güzel İnsan Modeli. İstanbul: Timaş Yayınları. Veugelers, W. ve Vedder P. (2003). Values in Teaching. Teachers and Teaching: Theory and Practice, 9(4), 377-389. Yazar T. ve Erkuş S. (2013). “Okul Öncesi Öğretmenlerinin Okul Öncesi Eğitim Programındaki Değerler Eğitimine İlişkin Görüşlerin Değerlendirilmesi.” Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi, 20 (198), 196-211. Yurtal F. ve Yontar A. (2006). “Sınıf Öğretmenlerinin Öğrencilerinden Bekledikleri Sorumluluklar ve Sorumluluk Kazandırmada Kullandıkları Yöntemler.” Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2, (15) 411424. http://www.ipekbocegi.com.tr/Makaleler/5-Sayfa/Okul-Oncesi-DonemdeSorumluluk.html, Erişim: 14 Haziran 2014 409 İÇİNDEKİLER Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği Ahmed AKKAYA (415-437) Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi İlhan GÜLER (439-451) 24 Altın Değer Müfredatı (Öğretim Programı) Prof.Dr. Nevzat TARHAN - Dr. Nadir ÇOMAK Yrd.Doç.Dr. Nadire Gülçin YILDIZ - Yrd.Doç.Dr. Rabia SOYUCAK Öğrt.Gör. Nilgün GÜLER (453-460) Değerler Eğitiminde Alternatif Bir Model: Organik Okul Doç.Dr. Mehmet TURAN (461-464) Değerler Eğitimi Kapsamında İyi Örnek Uygulamaları Dr. Perihan TUNÇ (465-472) Değerlerimizin Eğitim Öğretimde Aktif Uygulanması Halide KAZAN (473-486) Değerlerin Öyküleme Yöntemiyle Eğitimde Kullanılması: Küçük Sözler Örneği Ali IRMAK (487-494) Küçükçekmece Bilgievlerinde Öğrenci Koçluğu Uygulamaları Emin YAPICI (495-497) Drama ile Değerler Eğitimi İlknur ARSLAN (499-514) “Milli ve İnsani Değerlerimiz” Konulu Yarışmalar Aynur GÜLGÖNÜL (515-518) Bir Değerler Eğitimi Uygulaması Örnekliği: Selçuklu Değerler Eğitimi Projesi (SEDEP) Mustafa ÖZŞAHİN (519-527) Nilüfer Değerler Eğitimi Projesi Ekrem SELÇUK (529-534) “Sevgi ve Erdem Toplumu İçin Her Anne Bir Okul” Projesi: İstanbul Uygulaması Necla KOYTAK (535-558) Her Sınıfın Bir Yetim Kardeşi Var Semanur KELEŞ (559-569) İnsani Değerlerin Yeniden İnşası İçin “Satranc-ı Urefa” Oyununun Modern Bir Uyarlaması Yusuf SÖYLEMEZ - Doç.Dr. A. Halim ULAŞ Prof.Dr. Ahmet KIRKKILIÇ (571-593) Satranc-ı Urefa’nın Değerler Eğitiminde Eğitsel Bir Oyun Olarak Uyarlanması Okt. Zülal ŞENOL EBREN - Uzm. Serap MUTLU AYDIN Doç.Dr. A. Halim ULAŞ - Esra METİN (595-604) Satranc-ı Urefa Oyununun Okul Öncesi Dönemde Değerler Eğitiminde Kullanımına Yönelik Örnek Bir Çalışma Esengül HATUN - Yusuf SÖYLEMEZ - Bayram ARICI (605-619) Satranc-ı Urefa Oyununun Günümüz Değerler Eğitimi Uygulamalarına Kazandırılması: Özel Güneş Ortaokulu Uygulama Örneği Zülal Şenol EBREN - Yasemin KURTLU - Yrd.Doç.Dr. Oğuzhan SEVİM (621-630) Değerler Eğitiminde Bulmacalar Havva CEYLAN (631-633) Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği Ahmed AKKAYA Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Giriş Dünyada sanayileşmeyle birlikte değerler üzerinde ciddi bir yıkım olmuştur. Bilimsel ve teknolojik alandaki gelişmeler insanları sahip olduğu değerlerden uzaklaştırmıştır (Balcı, 2008). Değerlerinden uzaklaşan insanlar yaşadıkları toplumu ve küresel iletişim araçlarıyla diğer toplumları da etkilemektedirler. Ülkelerin sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel etkileşimi artmış ve bu etkileşimle birlikte modern dünyada katı şeyler kırılganlaşırken değişim hızla açığa çıkmıştır (Demircioğlu ve Tokdemir, 2008). Hızlı değişimler bireylerin hayatlarında olduğu gibi toplumların hayatlarında da önemli kırılmalara, değişimlere ve adaptasyon sorunlarına neden olmaktadır. Bu şekilde hızlı değişmelerin ve farklılaşmaların yaşandığı ülkelerde teknolojinin ilerlemesi, köyden kente göç ve küreselleşme gibi olgular nedeniyle toplumsal değerlerin değişmeden kalması veya aktarılması neredeyse imkânsızdır (Canatan, 2008). Modern dünyadaki bu kültürel dönüşüm, toplumsal bağları ve sorumluluk duygusunu zayıflatmıştır (Hökelekli, 2002). Toplumların zayıflayan değer mekanizmaları aynı şekilde toplumdaki bireyleri de etkilemekte, yetişen yeni neslin değer kazanımında da olumsuzluklara neden olacaktır. Toplumsal bağları zayıflayan ülkelerdeki yalnızlaşan toplum üyelerinin birbirlerine olan destekleri azalmakta, mevcut değerleri değişmeye ve dejenere olmaya açık hâle gelmektedir (Güngör, 1993). Toplumların kültürel değerlerini ve miraslarını korumalarına karşı en büyük tehdit olan modernizm, varlıklarını korumak ve sürdürmek isteyen toplumların ekonomik, siyasi, dinî ve millî yapılarına yönelik değişimleri gündeme getirmekte ve sahip olunan değerleri, inançları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir. Özellikle küreselleşme adı altında, ülkelerin mevcut değerlerinin bazılarını dışlamış, bazılarını öne çıkarmış ve bazılarının da içlerini boşaltıp onlara yeni anlamlar yükleyerek yeniden yapılandırmıştır (Kılıç, 2005). Varlıklarını ve birliklerini korumak isteyen toplumlar, küreselleşmenin olumsuz etkilerine karşı önlem olarak kendi kültür ve inanışlarına uygun olan yöntemler geliştirmişlerdir. Özellikle geleceğini karakterli vatandaşlarıyla koruyacağına inanan Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA ülke yöneticileri vatandaşlık eğitimi, karakter eğitimi, değer eğitimi gibi başlıklarda planlı ve programlı çalışmalar başlatmışlardır. Çünkü karakter, ancak değerlerle inşa edilebilir (Akbaş, 2008). Özellikle ABD ve Avrupa başta olmak üzere tüm ülkelerde değer eğitimi ile ahlak eğitiminin gündemlerinde yoğun olarak bulunduğu görülmektedir. Değerlerin bu denli vurgulanması, değerlere verilen önemin artması değil, değerlere duyulan ihtiyacın artması şeklinde yorumlanmalıdır (Arslan ve Yaşar, 2007). Bu ihtiyacın en çok hissedildiği grup olan gençlerin cinsel düşkünlükleri, madde bağımlılıkları, erken hamilelik, intiharlar, boşanma oranlarının yükselmesi gibi durumlar sosyal anlamda çöküşü işaret eden gelişmelerdir (Demircioğlu ve Tokdemir, 2008). Ülkemizde de gittikçe artan ve toplumsal huzuru bozan birçok olay görülmekte ve bu olayları gerçekleştiren kişilerin değerler konusunda yeterince eğitilemedikleri anlaşılmaktadır (Yazıcı, 2006). İşlev bakımından sosyal yapıyı bu derece etkileyebilen değerlerin yapısı bozulmadan yeni nesillere programlı bir şekilde aktarılması önem arz etmektedir. İyi karakterin kendiliğinden biçimlenemeyeceği, öğretim sürecine destek verilerek ve örnek öğrenme uygulamalarıyla uzun sürede gelişebileceği düşünüldüğünde değer eğitiminin önemi ve kapsamı daha net ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, gerekliliği ve dolayısıyla önemi her geçen gün artan değerlerin, ülkenin kültürel yapısını, eğitim sistemini ve sosyal refahını etkilediği araştırmalarla ortaya konulmuştur (Akbaş, 2008). Değer Nedir? Değerin, toplumların kültürel farklılıkları ve inanışlarından kaynaklanan çeşitli tanımlamaları, anlamlandırmaları mevcuttur. Genel anlamda yapılan tanımlamalara bakıldığında değerlerin psikolojik, sosyolojik ve felsefi temelleri olduğu görülmektedir (Sarı, 2005). Psikolojide değerin önemi, insan davranışlarının yol göstericisi olarak oynadığı roldedir. Bu nedenle psikologlar değeri inanç olarak ele alırlar (Güngör, 1993). Felsefi bakış açısıyla bakıldığında değer, neyin iyi neyin kötü olduğuna ilişkin inanışların bütünüdür (Canatan, 2008). Sosyolojik olarak değerlendirildiğinde; bir toplumun, bir inancın veya bir ideolojinin içinde olan insanlar arasında kabul edilmiş, benimsenmiş ve yaşatılmakta olan toplumsal, insani, ideolojik veya ilahi kaynaklı her türlü duyuş, düşünüş, davranış, kural ya da kıymetler olarak tanımlanmıştır (Yazıcı, 2006). Kısa ve net bir ifadeyle Soykan (2007)’a göre değer: “Yapılıp edileni önemli, anlamlı kılan şeydir.” Yani, değerler tutumlarımızın, kabullerimizin ve davranışlarımızın arkasındaki gerçek etkenlerdir (Avcı, 2007). Bu nedenledir ki insanlar değerleri uğruna fedakârlıkta bulunup, mücadele etmekte ve hatta o uğurda ölümü bile göze almaktadırlar. (Tahiroğlu, Tahsin ve Çetin, 2010). 416 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Değer Eğitimi Bireysel ve toplumsal olarak değerlendirildiğinde değerlerin bu denli öneme sahip olması, bu değerlerin günümüze ve gelecek nesillere kazandırılmasını da önemli kılmaktadır. Bu konuda yapılan planların ve programların içinde bulunulan kültür ile uyumlu olması başarıyı pozitif yönde etkilemektedir. Zira “Eğitimde verilmesi gereken değerler, kültürlere bağlı olmalıdır çünkü müfredatın hiçbir yönü kültürel bir boşlukta öğretilemez. Bu yüzden okullarda öğretilmesi gereken değerler bir ülkeden diğerine farklılıklar gösterebilir.” Bu bağlamda yeni nesle değer eğitiminin etkili bir biçimde verilebilmesinde toplumun kültürel öğelerinden faydalanılması en doğru yol olarak görülmektedir. (Tahiroğlu, Kayabaşı O. ve Kayabaşı R., 2013). Unutulmamalıdır ki değer eğitimi bir sosyal öğrenmedir, sosyal yaşamın içinde barınan tüm değerleri ve olguları kapsamalıdır. Değer Eğitiminin Amacı Değer eğitiminin iki amacı vardır. Birinci amacı; bütün insanların, özellikle gençlerin daha karakterli bir hayat sürmesi ve hayatından memnun kalmasını sağlamaktır. İkinci amacı ise, toplumun iyiliğine katkı sağlamaktır (Akbaş, 2008). Değer eğitimi, bireylerin değerleri içselleştirilmesi sağlamaktadır (Özen Y., Güleryüz ve Özen H., 2012). İnsanlar içselleştirdikleri ve kabul ettikleri değerleri davranış olarak sergilemekte, olayları ve durumları bu değerler ile yorumlayıp karar vermektedirler. Görüldüğü gibi değer eğitiminin birey üzerinde psikolojik/sosyolojik veya bireysel/toplumsal katkıları vardır. Kısaca değer eğitimindeki amaç, toplumsal ve evrensel değerleri kazanmış, kazandığı değerleri davranışlarına yansıtan bireyler yetiştirmektir (Özen, Er ve Girgil, 2012). Değer Eğitimine ve Kazanımına Dair Yaklaşımlar Değer eğitimi çeşitli şekillerle yapılabilir. Bütün bunların içinde iki husus gerçekten çok önemlidir, İlki taklitle, benimsemeyle başlayan safhadır. Yetişmekte olan nesil, çocukluk çağından itibaren anne ve babalarını taklit ederek, benimseyerek yetişir (Tozlu ve Topsakal, 2004). Bu bakış açısıyla oluşturulan Durkheim’in yönteminin merkezinde kolektif sosyalleşme veya kültürel aktarım bulunmaktadır. Birey yaşadığı topluma ait değerleri, beklentileri, nasıl hissettiğimizi, herhangi bir konuda nasıl hareket ettiğimizi, diğerlerinin talimatları, açıklamaları ve gösterdikleri rol modelliği sayesinde ya da grup teşviki sayesinde öğrenir (Altan, 2011). Değerlerin temeli, çocukluk ve ergenlik dönemlerinde atılır ki bu da sosyalleşme sürecinin en önemli özelliğidir (Canatan, 2008). Bu nedenle ülkemizde örgün eğitimde olan çocuklarımıza başta eğitim kurumları olmak üzere kurumlar vasıtasıyla değerlerin aktarılması, kazandırılması ve öğretilmesinin sağlanacağı ortamlar ve planlar oluşturulmalıdır. 417 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA İkinci husus ise, değerin sistemdeki yeridir. Sosyal sistemimiz hangi değer üzerinde kurulmuş ve neleri benimseyip yüceltmişse, öğretilenler onlardır ve istenileni de onlar oluşturur. Durkheim bu hususu sosyal olarak empoze edildiği için değil, bireylerin kendi istekleriyle içselleştirdikleri için ve içlerinde yaşadıkları toplumda işlev gördükleri için iyi birer kontrol yöntemi olduklarını vurgular. Piaget ise bu konu da aynı fikri paylaşmamaktadır. Piaget, eğitimcilerin bilginin arayışı sırasında çocuklarla eşit katılımcılar olarak konuşarak, onların olgun ahlâkî değerlendirme gelişimlerine katkı sağlayabileceklerine inanmaktadır. Uzun yıllar değerler öğreniminin taklitçi ve aktarımcı veya muhakemeci ve analizci olarak daha iyi öğrenilebileceği tartışılmıştır. Taklit ve aktarımcı öğrenimin sağlıklı olduğu düşünenler, “günümüz ekonomi ve ticaret ortamında deneyimler çok değerli olduğundan deneyimi fazla olanlar, yeni başlayanlara deneyimlerini aktarmaktadırlar ve hatta pazarlamaktadırlar. Şirketler buna çok önem verirler. O hâlde neden aileden başlayarak toplumun üyeleri deneyimlerini yeni kuşaklara aktarmasınlar ve değerlerin sürdürülmesini sağlamasınlar?” (Doğanay, Seggie ve Caner, 2012) diye savunurken, muhakeme ve analizci öğrenmenin daha sağlıklı olacağını düşünenler, “demokratik bir toplumda değer eğitiminin itaati temele alma yerine, eleştirel bakış açısına odaklanarak; bireylerin önce kendi değerler sistemini anlaması, daha sonra ise diğerlerinin değerlerini anlayarak, ikisi arasında bir uyum sağlamayı hedeflemesi gerekir.” diye savunmaktadırlar (Canatan, 2008). Bu düşüncelerin gelişiminde savunulan son yıllardaki popüler düşünce ise, değerlerin öğretilmekten ziyade anlaşılması üzerinedir ve doğru olan şey de hem anlaşılması hem de öğretilmesidir (Tahiroğlu, Tahsin ve Çetin, 2010). Değerlere temel yaklaşımlar ise değer aktarma, değer açıklama, değer analizi, ahlaki ikilem (muhakeme) yaklaşımlarıdır. Değer Aktarma Bu yaklaşımın temelinde, yetişkinlerin çocuklara ahlaki değerleri doğrudan öğreterek, onların davranışlarını şekillendirme ve iyi alışkanlıklar kazandırma görev ve sorumluluğu olduğu inancı yatmaktadır (Doğanay, 2007). Değer Açıklama Bu yaklaşımda; değer aktarımının tersine, birey başkalarının belirlediği değerleri değil de kendi istediği değerleri inceledikten sonra özgür bir şekilde seçme hakkına sahiptir (Tahiroğlu, Tahsin ve Çetin, 2010). Değer Analizi Bu yaklaşımın başlıca hedefi, insanların ahlaki kararları verebilmesi için mantıklı ve adım adım ilerleyen bir süreci öğrenmelerine yardım etmektir. (Tahiroğlu, Tahsin ve Çetin, 2010). 418 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ahlaki İkilem (Muhakeme) Bu yaklaşımda öğretmenin rolü, ahlaki ikilemlerin bulunduğu örnekler vererek öğrencilerin kendi çıkmazlarını çözmelerine yardım etmektir. Öğretmen bunu yaparken her öğrenciyi ahlaki ikilemle karşılaştırır ve diğer öğrencilerin verilen örnek olayla ilgili söylediklerini duyma fırsatı verir. Alanyazında değer açıklama yaklaşımı duyuşsal alanı çok vurgulaması yönüyle, ahlaki ikilem yaklaşımı ise bilişsel alanı ön plana çıkarması yönüyle eleştirilmiştir (Demircioğlu ve Tokdemir, 2008). Anlaşılacağı üzere değer eğitiminde en iyi yaklaşım; tüm yaklaşım tarzlarının uygun oranlarda kullanılması ve programlanmasıyla mümkün olacaktır. Ailede ve Okulda Değer Eğitimi Bireyler, değerleri “gelişimlerinin erken dönemlerinde” toplumsal bir kurum olan ailede kazanmaya başlamaktadır (Baloğlu ve Balgamış, 2005). Davranışlarının onaylanma durumuna göre doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü ailede öğrenirler. Aile tarafından bilinçli bir şekilde ya da herhangi bir plan program olmadan çocuğa kazandırılan değerler ailenin kültürel, sosyal ve ekonomik özelliklerine göre aileden aileye, yöreden yöreye değişebilmektedir (Ersoy ve Şahin, 2012). Bu anlamda kültürün ve değerlerin yaşatılmasında ilk görev aileye düşmektedir. Aile, bireylerin değerlerinin şekillenmesinde, karakterlerinin oluşumunda etkiye ve katkıya sahiptir. Okul ise aileden sonra ikinci büyük etkiye sahip olan toplumsal kurumlardır (Özen, Y., Güleryüz ve Özen, H., 2012). Okullar sorumlulukları ve görevleri açısından bakıldığında ailede kazanılan değerlerin daha da pekiştirileceği ve yeni bazı değerlerin kazanılacağı ortamlardır (Tahiroğlu, Tahsin ve Çetin, 2010). Yani değerler üzerine kurulmuş bir yaşama ve öğrenme alanıdır (Turan ve Aktan, 2008). Çocukların sosyalleşmesi ve toplumsal kuralları öğrenmesi için önemli olan okulun milli ve manevi değerlerin üzerine özellikle değinmesi gerekmektedir. Çünkü okul, değer eğitiminin sistemli olarak öğrenim hayatına yayılmış bir şekilde kademe kademe öğrencilere kazandırılması için en uygun mekan ve en uygun zamanları kapsayan ortamdır. Bu planlılık ise okullarda değer öğretiminin yapılmasını önemli kılmakta ve diğer kurumlara oranla önemli bir avantaj sağlamaktadır (Demirtaş, 2009). Okul hayatı, çocuklar ve gençler için yaşamlarının en çok aktif sosyalleşmenin yaşandığı zamanlardır. Bu nedenle akademisyenler ve eğitimciler bu dönemin üzerine çalışmalar yapmış, daha iyi nasıl bir eğitim verilebilir sorusunun cevabını aramışlardır. Bulunan cevaplar arasında sosyal çevre olarak en geniş ve çeşitliliği olan ortamı sağlayan okullarda değer eğitiminin en uygun yolunun ailede olduğu gibi okulda da değerlerin yaşantıların bir parçası hâline getirilerek verilmesi olduğu öngörülmüştür. 419 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Aile ve okul ortamı ile birlikte çocuklar değeri aynı zamanda medyadan, akranlarından, oyun gruplarından, yaşamış olduğu topluluktan da yaşamlarının oldukça başlarında öğrenmeye başlarlar (Öztürk, 2009). Fiziksel ve bilişsel gelişimlerinin ilerlemesi ile bireysel/sosyal istek ve beklentileri, onları farklı düşünce, grup vb. etkenlerle etkileşime girmeye yönlendirmektedir. Bireylerin farklı kültür, düşünce vb. etkileşimleri kişilik gelişimleri açısından önemlidir. Zira çocuklar ve gençler hayatlarında oluşturdukları değerleri; kişiler arası etkileşimden, aileden ve diğer toplumsal etkilerden deneyerek ve gözlemleyerek öğrenirler (Yazıcı, 2006). Özellikle ergenlik döneminde olan çocukların ailesi ile yaşadığı iletişim hataları ailedeki değer eğitimine engel olmaktadır. Farklı düşünce ve davranış sergilemeye başlayan genç ile aile arasında kuşak çatışması nedeniyle sorunlar yaşanmaktadır. Kuşak çatışması sonucunda iletişimsizlik yaşayan aile fertlerine yönelik rehberlik destek hizmeti verilmesi değer eğitimi sürecinin devamı ve sağlığı açısından gereklidir. Çünkü kuşaklar arası dayanışma ve destek oluşumunda iki tarafın da bağımsızlığını engelleyecek davranışlardan kaçınılması için rehberlik ve danışmanlık hizmetinin verilmesi önemi yapılan araştırmalar sonucunda tespit edilmiştir (Öztop ve Telsiz, 2001). Ailede ve toplumsal yaşamın devam ettiği kırsal kültürde verilen Değer eğitimi uygulamalı değer aktarımı olarak gerçekleşmektedir. Aile büyükleri çok sayıdaki deneyimlerinin sonuçlarını gençlere aktarmakla kültürel değerler ve bilginin devam etmesini sağlamaktadırlar. Okul ortamında ve modern yaşamın getirdiği kentsel kültürde ise değer açıklama, değer analizi ve ahlaki muhakeme daha çok kullanılmaktadır. Örneğin; geleneksel kırsal yaşamda bu aktarımlar kuşaklar arasındaki yüz yüze ilişkilerle sözlü olarak gerçekleşirken kentsel yaşamda bu çok zordur. Köylerde insanlar yemek yapmayı yemek kitabına bakarak öğrenmezler, yemek yapma anne kız ilişkisi içinde öğrenilir. Önceleri izleyerek sonra katılarak gerçekleşir. Fakat kentlerde günün çoğunu okulda ve etüt merkezinde geçiren çocuklar evde yapılan işleri gözlemleyemez, deneyemez ve katkı sağlayamazlar. Anneleri yemek yaparken onu izleyemezler ve yemek yapmayı kitaplardan öğrenirler (Canatan, 2008). Bu farklılıklar değerlerin kazanımında ailelerin yaklaşımının daha duyuşsal ve sosyal, okulda verilen Değer eğitiminin ise çoğunlukla bilişsel ve nesnel olduğu söylenebilir. Değer eğitiminde karşılaşılan diğer bir farklılık ise ailede ve okulda verilen değerlerin teorikte veya pratikte birbirleriyle çatışmasıdır. Okulun verdiği değerler ile sosyal değerler arasındaki çelişki, öğrencilerin kişilik bütünlüğü üzerinde etkilidir (Turan ve Aktan, 2008). Çocuklar okul dışından edindikleri değerler ile okulda öğrendikleri değerler arasında ihtilafa düşmektedirler (Yazıcı, 2006). Simon ve arkadaşları özellikle de bu çağın çocuk ve gençlerinin geçmişe nazaran daha çok seçimle karşı karşıya kaldıklarını, alternatiflerin çok olmasının onların daha çok karmaşaya, anlaşmazlığa ve değer çatışması yaşmasına neden olduğunu ifade etmişlerdir (Akbaş, 2008). 420 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ayrıca çocukluk ve ergenlik dönemi sürekli değişim ve gelişimin bulunduğu bir dönemdir. Bu dönemde karşılaşılabilecek değerler ile ilgili sorunlar dönemin özellikleri göz önünde bulundurularak değerlendirilmeli ve çözüm yolları bu özelliklere uygun olarak hazırlanmalıdır. Zira değer yargıları ergenlik döneminin biyolojik, psikolojik ve sosyolojik özellikleri nedeniyle aniden değişebilmektedir (Ersoy ve Şahin, 2012). Gençler, bu dönemdeki karmaşık duygulanım ve düşünceleri nedeniyle bocalamalar yaşamakta, popüler kültürün etkisinde bu karmaşalarına toplumsal bir çözüm bulunmadığı takdirde kendi başına çözümler oluşturmaktadırlar. Popüler kültürün batı etkisinde olduğu, gençleri bu kültüre özendikleri yaşamımız içinde görülmektedir. Bilimsel olarak yapılan bir araştırma sonucuna göre de bireyci değerlerden hazcılığın gençlerin hissettiği mutlulukla anlamlı ilişkili olduğunu göstermiştir. Bu sonuç Türk toplumunun toplulukçu geleneksel özelliğinin gençler üzerinde azaldığını, batının kültürel değerlerinden, benlik tasarımlarından, tutumlarından ve davranışlarından giderek daha fazla etkilendiğini göstermektedir (Özdemir ve Koruklu, 2011). Bu nedenle uygulanacak eğitim ve öğretim metodları gençlerin özelliklerine uygun ve ilgi çekici olmalıdır. Son yıllarda yapılan çalışma sonuçları geleneksel yöntemlerin etkililiğini yetersiz bulmakta, yeni yöntem ve tekniklerin geliştirilmesi, uygulanması gerektiğini savunmaktadır (Özen, Er ve Girgil, 2012). Eğitimde Müfredat Çalışmaları Okulda verilecek Değer eğitimi müfredatının nasıl yapılması ile ilgili görüşler incelediğinde; alanyazında Ryan ve Bohlin’dan (1999) yapılan aktarımda, karakter veya Değer eğitiminin tek bir ders değil okul yaşamının tümünde bulunmasını ve okulların sorumluluk, çok çalışma, onur ve dürüstlük için bir erdemler toplumu ve modeli hâline getirilmesi gerektiğini belirtmiştir (Akbaş, 2008). Diğer bir görüş ise; okullarda çoğunlukla kişisel, sosyal, dinî, ahlaki ve demokratik değerler öğretilmekte bunun yanı sıra estetik, akademik, ekonomik değerler gibi diğer değer grupları ihmal edilmektedir. Unutulmamalıdır ki değer grupları arasında güçlü bağlar vardır ve bu bağların eğitimsel açıdan zayıflatılması Değer eğitiminin zaafı olacağını değerlendirmektedir (Yazıcı, 2006). Küreselleşmenin getirdiği medeniyetler arası etkileşimde farklı toplumların birbirlerini anlamasının ve birlikte huzurlu bir şeklide yaşamalarını sağlamalarının temelinde kültürel farklılıklardan kaynaklanan fikir, sanat ve değerlerin hoşgörüyle anlaşılması bulunmaktadır. Bu nedenle hazırlanan programlarda öğrencilerin sadece kendilerini veya içinde yaşadıkları toplumun temel taşlarını oluşturan değerleri anlamaları değil, aynı zamanda gittikçe küreselleşmekte olan dünyamızdaki diğer toplumlarda var olan değerleri de anlamaları hedeflenmelidir (Yazıcı, 2006). 421 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Değer Eğitiminde Karşılaşılan Sorunlar Değer eğitiminin en önemli sorunları, etkinliğinin ve sonuçlarının tutarlı olarak değerlendirilememesi ve başlangıçta öğrencilerde mevcut olan değerlerin ölçülememesi oluşturmaktadır. Bu konudaki toplumsal ve bireysel değerlerdeki algı farklılıkları, ölçeklerin değerleri doğru ve tutarlı sonuçlandırmasına, yordamasına engel olmaktadır. Bununla beraber değer kazanımlarına ait göstergeler çoğunlukla sınıf içinde ortaya çıkmamaktadır. Bu yüzden değer kazandırmaya yönelik geliştirilen ve uygulanan etkinliklerin etkililiğini tam anlamıyla ölçmek oldukça zor görünmektedir (Tahiroğlu, Kayabaşı O. ve Kayabaşı R., 2013). Öğretmenler konusunda karşılaşılan en önemli sorun kaynakları, öğretmenlerin değer eğitimi konusunda yeterli donanıma sahip olmaması (Akbaş, 2004) ve bu konuda yeterli derecede dertli, istekli olmamalarıdır. Bu konudaki isteksizliklerinin nedenini yeterli donanıma sahip olmadıkları ve eğitim almadıklarından kaynaklandığını ifade etmektedirler. Değer eğitimi veren kurumların bu konuya dikkat etmeleri gerekmektedir. Değer eğitimi faaliyetlerinde görevlendirilecek öğretmenin, kendisinde öğretim faaliyetlerinde uygulanması istenilen değerler yoksa ya da bu değerlerin öğrencilere nasıl kazandırılacağını bilmiyorsa; öğretmen değer eğitimi alanında, öğrencilere iyi bir model değil, tam aksine öğrencilerde bulunan mevcut değerlerin bile körelmesine ve hatta ortadan kalkmasına sebep olabilecek kötü bir model olabilir (Yazıcı, 2006). Bu bilgiler ışığında geleceğin öğretmenlerinin iki şeye ihtiyacı olacaktır: Bunlardan ilki, öncelikle kendi ahlaki ve etik değerlerini oluşturarak birer örnek olmak; ikincisi de değer eğitimini öğretebilmek için gerekli pedagojik eğitimi almaktır (Altan, 2011). Aile kaynaklı olumsuz etmenlerde bulunmaktadır. Özellikle en başta gelen sorun, ailenin değerler konusunda farkındalığının olmayışı ve çocuklarına gerekli eğitimi vermek konusunda istekli olmamalarıdır. Yıldırım’ın (2009) araştırmasında da değer eğitimi sürecinde ailenin ve çevrenin yetersizliğinden kaynaklanan birçok problemle karşılaştıkları şeklinde öğretmenlerin görüş belirtikleri ifade edilmiştir. Kısaca karşılaşılan sorun kaynakları öğretmen, öğrenci, okuldaki uygulamalar, aile özellikleri ve kitle iletişimi gibi daha geniş toplumsal etkilere kadar değişen bir çeşitlilik göstermektedir (Balcı ve Yelken, 2013). Amaç “Geleceğimizin Şimdiki Adresi” sloganıyla sosyal bir proje olarak Kocaeli Büyükşehir Belediyesi tarafından ilkokul ve ortaokul öğrencilerine, okul zamanları dışında sosyal bir ortam sağlayarak düzenli ve planlı olarak toplumsal ve evrensel değerlerin kazandırılması amaçlanmıştır. Kültürel yozlaşma ve küreselleşmenin olumsuz etkilerini azaltmak amacıyla programlanan ülkesel bazda değerlendirilebilecek il bazlı bir pilot uygulamadır. Beş yıldır hizmet veren bilgi evlerinde öğrenci merkezli 422 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI uygulanan değer eğitimi projesinde tecrübe edilen çocuk aile ilişkisi, değer kazanımında çevresel faktörler vb. nedenlerle Ailede Değer Eğitimi Projesini geliştirilmiştir. Bu proje kapsamında aşağıdaki sorulara yanıt aranmıştır. Ailelere yönelik planlı ve programlı değer eğitimi çalışmalarının ailedeki değer eğitimine katkısı var mıdır? Aile bireylerinin değer tutumlarına yönelik değişim nasıl olmuştur? Ailelerin evde uygulayacakları etkinliklerin ev ortamı ve aile kültürüne faydası nelerdir? Hedef Değer eğitimine yönelik gelişen süreçleri ve durumları analiz ederek öğrencilerimize ve ailelerimize, kültürümüzle uyumlu değer eğitimi çalışma modelinin geliştirilerek uygulanabilirliğinin sağlanmasıdır. 2013-2014 öğretim yılında uygulanan proje, uygulamada yaşanan aksaklıklar, alandaki gelişmeler, etkinliklerdeki yenilikler ve araştırma verilerinin sonuçlarına göre yeniden yapılandırılarak programlanacaktır. Yöntem Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri’nden hizmet alan bireylerden özellikle bilgi destek programına takip eden öğrencilerimize ve velilerimize yönelik düzenlenen değer eğitimi programında aylık belirlenen değerin öğrenci ve velilerimize ders, toplantı ve etkinliklerle kazandırılması amaçlanmıştır. Evren ve Örneklem Kocaeli ili kapsamında 7 ilçede bulunan 12 adet Bilgievi’nden hizmet alan 19.738 öğrenci bulunmaktadır. Özellikle Bilgi Destek Programı’na devam eden yaklaşık 5.000 öğrenci ve velilerine yönelik toplantı ve seminerlerimize katılanlardan anketle geri dönüşü alınan velilerimiz, değerlendirmedeki verilerimizi oluşturmuştur. Veri Toplam Aracı Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Rehberlik ve Danışma Hizmetleri Birimince hazırlanan “Veli Etkinlik Değerlendirme Formu” ile ay sonunda etkinliği uygulayan velilerimizin etkinlik süreci, uygulanabilirliği ve ailelerini değerlendirmeleri hakkında görüşleri alınmaktadır. 4 maddeden oluşan anket, likert tipi ve açık uçlu sorulardan oluşmaktadır. İlk iki soru seçmeli diğer iki soru ise açık uçlu sorulmuştur. 1. madde etkinliğin uygulanması, 2. madde öğrencinin etkinliğe katılımını, 3. madde velinin etkinliğe ait görüşleri, 4. madde velinin etkinliğin faydasına ait görüşleri içermektedir. 423 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Araştırma Süreci Ay içerisinde öğrenci ve aileye verilen değer etkinliğinde ailenin katılımı, öğrenci katılımı, etkinliğin uygulanması ve genel başarı değerlendirmesi yapılmaktadır. Değerin kazanımında aile tutumunun ve öğrenci tutumunun etkisi incelenmek istenmiştir. Aylık belirlenen değer toplantısı yapıldıktan sonra verilen değerler etkinliği aile tarafından bir ay boyunca yapılmaktadır. Bir sonraki ayın değerler toplantısına gelen velilerimize geçen ayki uygulamalarını değerlendirmesi istenmektedir. Her ay aynı velilerin gelmemesi nedeniyle etkinliği uygulamayan yeni veli katılımları istatistiksel anlamda değerlendirmeye alınmamıştır. Araştırma süreci olarak Kasım, Aralık, Ocak ve Mart ayında yapılan toplantılar değerlendirmeye alınmıştır. Verilerin Çözümlenmesi Toplam katılımcılardan etkinliği uygulayan velilerin anketleri her madde için değerlendirilmektedir. Ailelerin her madde için başarı yüzdeleri değer eğitiminin yapıldığı bilgievinin değer etkinliğine ait yüzdelik puanını/başarısını oluşturmaktadır. Yüzdelik hesaplanan değerlendirmeler aylık olarak grafiklendirilmektedir. Bulunan yüzdelik ifadelerde istenen sonuç ve başarı, yüksek yüzdelik puandan düşük yüzdelik puana göre sıralanmaktadır. Yüksek yüzdelik ifadeler değerlendirmede başarıyı göstermektedir. Değer eğitimi aile toplantılarına katılım sayısı Her ay bilgi evlerimizde düzenlenen Ailede Değer Eğitimi Projesi kapsamındaki seminer, toplantı vb. organizasyonlarımıza katılan aylık toplam veli sayımızı ifade etmektedir. Etkinliği uygulayan sayısı Katıldığı toplantı sonunda kendisine verilen ailede değer etkinliğini ev ortamında ailesi ile uygulamış ve bir sonraki toplantıda verilen etkinlik değerlendirme formuna “Etkinliği tamamen uyguladık” ve “Kısmen uyguladık” cevaplarını veren aile sayılarını göstermektedir. Etkinlik uygulama yüzdesi Aylık toplantılara düzenli olarak katılmış olan fakat o ayki etkinliği uygulamamış veliler değerlendirme formunda “Etkinliği uygulayamadık” seçeneğine cevap vermektedir. Düzenli olarak iki toplantıya katılmış olan velilerden etkinliği uygulayanların uygulamayanlara oranı etkinliğin uygulanma yüzdesini oluşturmaktadır. 424 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Öğrencinin katılım isteği yüzdesi Etkinliğin uygulandığını “Tamamen isteyerek katıldı” ve “Kısmen istekliydi” olarak cevaplanması öğrencilerimizin etkiliğe katılımlarını olumlu yönünü, “Hiç istemeyerek katıldı” olarak cevaplanması ise etkinliğe katılımın olumsuz yönünü gösterdiği şeklinde ele alınmıştır. Öğrencilerimizin etkinliğe katılım istekleri katılım isteği olumlu olan öğrencilerin diğer öğrencilere oranı alınarak hesaplanmıştır. Örnek: Veli etkinlik katılım yüzdesi Anketimizin açık uçlu sorularından olan bu maddemizde ebeveynlerin etkinlikleri uygularken yaşadıklarını öğrenmek, bu konuda olumlu veya olumsuz yönlerin daha iyi anlaşılması hedeflenmiştir. Velilerin yorumları okunarak ifadelerinden “birlikte etkinlik yapmaktan zevk aldık, başarılıydı, istediğim sonuçları görmeye başladım, mutlu olduk” vb. ifadeler olumlu veli görüşleri olarak etkinliğe olumlu yönde katılım olarak değerlendirilmiştir. “Etkinliğe yeteri kadar zaman ayıramadım, nasıl uygulayacağımı bilemedim, etkinliği uygulatmada zorlandım” vb. ifadeler ise etkinliğe veli katılımının olumsuz yönde olduğu şeklinde değerlendirildi. Başarı yüzdesi, katılımın olumlu olduğu velilerin olumsuz olanlara oranı ile bulunmuştur. Örnek: 425 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Velinin etkinliğin faydasına ait görüşlerinin yüzdelik hesaplaması Etkinliği uygulayan velilerimizin sonuçları değerlendirirken; “olumlu sonuçlar aldık, devamını istiyoruz, faydalı olduğunu düşünüyorum, kesinlikle yararlı, artarak devam etmesini istiyoruz” vb. ifadeleri ebeveynlerin değer etkinliğinin faydasına dair olumlu tutumlarını göstermektedir. Etkinliklerin sonuçlarından yeterli beklentileri karşılanmayan velilerimizin “etkinliğin faydalı olduğuna inanmıyorum, yararlıdır fakat bizim sonuç alacağımıza inanmıyorum” vb. yorumları etkinliğin faydasına dair olumsuz yönde tutumları göstermektedir. Etkinliğin faydasının başarı yüzdesi, olumlu tutumları olan velilerin olumsuz tutumdakilere oranı ile hesaplanmıştır. Örnek 1: Örnek 2: 426 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Bulgular ve Yorumlar Tablo 1. Tüm maddeleri içeren genel tablodaki sayılar ve istatistikler Ailede Değer Eğitimi Projesi çerçevesinde ele alınan 4 aylık çalışmada toplamda 3584 adet ebeveyn programlarımıza katılmıştır. 4 aylık programın hepsine katılan veli sayısı göreceli olarak üçte bir oranındadır. Bu çalışmada isim ve imza alımı yapılmadığı için bu konuda niceliksel bir sonuca ulaşılamamıştır. Toplam katılımcı sayısı ile etkinliği uygulayanların yüzdesi %41,71 olarak bulunmuştur. Düzenli toplantı takibi olmayan katılımcıların değerlendirme kapsamında geri dönüşlerinin alınamaması nedeniyle yüzdelik oranda olumsuz yönde etkisinin olduğu göz ardı edilmemelidir. Daha önce bu tür değerler etkinliği vb. aile içi etkinlikleri az olan ailelerde yaklaşık %50 oranında uygulama başarısı dikkat çekmektedir. Fakat diğer %50’lik oranda bulunan değerler farkındalığı istenen düzeyde kazanılmamış, uygulamaya geçememiş, etkinliklerin uygulamasında sorunlar yaşamış ailelerimizin problemleri ve bu konuya verdikleri önem düzeyleri üzerinde durulması gereken bir husustur. Alanyazındaki aile desteğinin düzensizliği ve azlığı ile uyumlu bir sonuç elde edilmiştir. 427 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Tablo 2. Etkinliğin Uygulanma Yüzde Hesaplaması (%) Değeler eğitimi konusunda dertli olan ailelerin takipleri ve ilgileriyle bu alanda %85 ile %100 oranında başarı sağlandığı görülmektedir. Çocuklarımızın ve ailelerimizin kendilerine önerilen etkinlikleri uyguladığı, bu konuda gayret gösterdikleri gözükmektedir. Ailelerin bu konuda desteğe, uzman eğitimciler tarafından farkındalık çalışmalarına ve düzenli bir program içerisinde sosyal etmenlerle de etkileşim içinde yeni ve değişik faaliyetlerde bulunmaya ihtiyacı olduğu gözükmektedir. Özen, Er ve Girgil’in (2012) yaptıkları araştırma sonucundaki geleneksel yöntemin etkinliğinin azaldığı ve yeni yöntem ve tekniklerin geliştirilmesi, uygulanması kanaatini içeren görüşleri ile uyumlu bir sonuç elde edilmiştir. Okul, aile, öğrenci ve diğer veliler ile birlikte yürütülen bir değer eğitimi çalışmasının başarısının kaçınılmaz bir gerçek olduğu çalışma sonucundan anlaşılmaktadır. Tablo 3. Öğrenci Katılım İsteği Yüzde Hesaplaması Aile ortamında uygulanan değer eğitimi etkinliklerine öğrencilerimizin katılım isteği yüzdesinin %79,8 ile %100 arasında olduğu saptanmıştır. 1. sınıf ve 8. sınıf arasında olan tüm yaş düzeyindeki aile uygulamalarından alınan geri dönüşlere göre değer eğitiminde bu yaş gruplarının aileleri ile etkinlik yapmaktan zevk duydukları, 428 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI istekli olarak katılım sağladıkları görülmektedir. Zira alanyazındaki değer eğitiminin uygulamalı bir biçimde verildiği takdirde öğrencilerde ilgili değerlere yönelik olumlu tutum veya davranış geliştirmede daha etkili olduğunu ortaya koyduğunu gösteren araştırma sonucuyla uyumlu sonuç elde edilmiştir (Tahiroğlu, Kayabaşı O. ve Kayabaşı R., 2013). Ayrıca ergenlik dönemi öncesinde çatışmalar artmadan, çocukların aile büyükleri ile daha iyi iletişim kurması sağlanarak gelişimsel nedenlerle kaynaklanan ailevi problemlerin önlenmesinde ailede değer eğitimi etkinliklerinin faydalı olacağı öngörülmektedir. Tablo 4. Velinin Etkinliğe Katılımı Yüzde Hesaplaması Bilgi evlerinde değer eğitimi toplantılarına ve etkinliklerine katılan ebeveynlerimizin evlerinde değer eğitimi çalışması yapmaktaki istekleri ve katılımlarının çocuklarından daha düşük yüzdelik değere sahip olduğu tespit edilmiştir. Bu veri, alanyazında sadece eğitimcilere değil, ailelere ve daha geniş toplumsal birlikteliklere ihtiyaç duyulduğunu ifade eden görüş (Yazıcı, 2006) ve değer eğitimi sürecinde ailenin ve çevrenin yetersizliğinden kaynaklanan birçok problemle karşılaştıkları şeklinde öğretmenlerin görüşleri ile tespit edilen görüş ile uyumludur (Yıldırım, 2009). Yüzdelik değer %50 ile %83,2 arasında hesaplanmıştır. Ebeveynlerin aile ortamında etkinliklerin uygulanmasında en önemli engelleyici faktörün günlük hayatın ve iş hayatının yoruculuğunun aileler tarafından anketlerde ifade edildiği görülmüştür. Özellikle anne ve babanın ikisinin de çalıştığı aileler, ailevi ilişki ve iletişimlerin azaldığını, aile fertleri tarafından birbirlerine yeterli zamanın ayrılamamasından yakınmalarını ifade etmişlerdir. 429 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Tablo 5. Velinin Etkinliğin Faydasına Ait Görüşlerinin Yüzde Hesaplaması Ailelerin farklı kültürel yapıları, sosyoekonomik yapıları ve sahip oldukları ailesel değerlerine göre değer eğitimine dair görüşlerinin değiştiği gözlemlenmiştir. Muhafazakar yapının daha yoğun olduğu Yuvacık bölgesinde aileler bu değerleri bildiklerini ve çocuklarına kazandırdıklarını düşündükleri için ek bir faaliyetin fazla yararı olmayacağını yorumlarken, Kocaeli ilinin merkezinde bulunan Akçakoca Bilgi Evi velilerinin çoğunlukla anne baba çalıştıkları için etkinlikleri uygulayamamaktan ve mesai saatleri içinde düzenlenen programlara katılamamaktan dolayı değer eğitimi çalışmalarının faydasının olacağını fakat kendilerinin bu konuda dezavantajlı olduğunu ifade etmişlerdir. Ailelerin etkinliklerin faydalarına ait ortalama faydalı bulma yüzdesi %85,2 olarak bulunmuştur. Bu oran ailelerin çocuklarını ahlaki, millî ve manevi değerler ile eğitmek, yetiştirmek istediğini ifade eden alanyazındaki ifadelere ve sonuçlara uyum göstermektedir. Tartışma Gelişen ve değişen dünya şartlarına göre toplumların, en kısa zamanda kendi kültürel ve inançsal değerleri perspektifinde yeni değerler üretmesi, mevcut değerlerini kendine uygun şekilde yeniden yapılandırılması kaçınılmaz bir gereklilik olarak değerlendirilmelidir. Zira gelişime ayak uyduramayan kültürel yapıdaki değerler değişen, gelişen ve hatta küreselleşen değerlerin baskısı altına girmekte ve toplumun dinamiklerine uymayan bir değişim yaşayarak dejenere olmaktadır. Küreselleşmenin olumlu ve olumsuz etkileri olduğu aşikardır. Olumsuz etkilerinin bertaraf edilmesi üretilen küresel/evrensel değerin, toplumların kendi millî ve inançsal bakış açısına uygun formunu üretmesi ile engellenebileceğini veyahut en az zararla etkilenilebileceği düşünülmüştür. Bu nedenle toplumun en küçük birimi olan ailede, çocukların ve gençlerin ebeveynleri ile yaşadıkları zamanı, ihtiyaçlarını ve beklentilerini paylaşmaları, ebeveynlerinin yaş itibariyle gelişen ve değişen çocuklarına uygun ve doğru davranışlarının sağlanması en temel ve köklü değişimin başlangıcı olacaktır. Araştırmamız sonucunda eğitimleri düzenli takip eden velilerimizin ve çocuklarının 430 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI değerler kazanımında ve aile içi iletişim konusunda daha sağlıklı yapılara kavuştukları gözlemlenmiştir. Küreselleşmenin gençler üzerindeki olumsuz etkilerinin yanında ailelere de olumsuz etkileri olmuştur. Aileler kapitalist yaşam şartları içinde ailevi sorumluklarını unutmuş veya aksatarak eksik yerine getirmektedirler. Toplumsal değerlerin tekrar yaşanması, sahip çıkılması ve yeni nesle kazandırılması amaçlanıyorsa uygulanacak olan tüm etkinlik ve planlar topyekün bir birlikteliği gerektirmektedir. Bu birlikteliklerin merkezine en küçük toplum çekirdeği olan aile alınmalıdır. Araştırmamız sonucunda da ev ortamında değer eğitimi etkinliklerini düzenli ve isteyerek uygulayan velilerimizde ve öğrencilerimizde başarı oranı yüksek bulunmuştur. Elde edilen bilgi evleri ortalama puanlarından, etkinliği uygulayan (%86,29) ve genel başarı (%85,13) oranlarının yakın olması planlı, programlı ve birliktelik stratejisinin nesnel sonucunu göstermektedir. Küreselleşmenin en önemli ayağı olan iletişim aletlerinin kısa ve hızlı etkileri toplumsal reflekslerin yavaşlığı nedeniyle engellenememektedir. Ülkesel bazda özellikle medya kuruluşlarının denetimi, görsel medyanın değerler konusunda olumlu yayınlarının artmasının sağlanması ve olumsuz yayınların daha net kararlarla millî ve manevi değerlere ters düşmesi durumunda yasaklanması gerekmektedir. İnsan psikolojisinde görülen olay, durum veya kurgu ilk olarak normalleşme, kabullenme ve daha sonra davranışa dönüştürme yoluyla ilerleyen bir kazanım oluşturmaktadır. Özellikle gençlerin cinsel düşkünlükleri, madde kötüye kullanımları gibi bağımlılıkları, hazcı yapılarının gittikçe arttığını göstermekte, alanyazındaki araştırmalarda niteliksel ve niceliksel olarak bu olumsuz gidişi işaret ve ispat etmektedir. Olumsuz yönde etki eden medyanın etkisini kabul etmeli, yasaklamak ve kaldırmak yerine etkisini olumlu yönde kullanacak projeler geliştirmeliyiz. Bu kapsamda okul öncesi eğitimden başlamak üzere Milî Eğitimi Bakanlığı bünyesinde tüm öğrencilerimize daha planlı ve uygulanabilir etkinliklerle her branşın kendi alanındaki değerleri yoğun olarak kazandırmayı hedefleyen müfredat oluşturulmalıdır. Özellikle kendi kültürel ve manevi değerlerin öncelikli olarak hedeflemelidir. Toplumlarda değerler kadar değerleri üreten, yaşatan insanlarında önemi azımsanmayacak kadar değerlidir. Bu tür kişilerin, örneklerin genel kapsamlı değil de detaylı ve yaşantısal özelliklerine kadar incelenmesi, anlatılması değerin kazanımı, uygulanması ve korunması konusunda bütünlük sağlayacaktır. Örneğin; Mevlana’nın yalnızca bir mesnevi yazarı ve filozof, Yunus Emre’nin yalnızca bir halk şairi olmadığını, yaşamlarındaki kırılma anlarını, hocalarını, başlarından geçen olayların anlatılması ya da örnek aldığımız insanların bu olayları nasıl değerlendirdiği, yorumladığı ve benzeri durumlarda nasıl davrandığını gösterecektir. Günümüzdeki en önemli sorunlardan olan bu tür durumlarda nasıl davranmam gerektiğini bilmiyorum problemini ortadan kaldıracak bir önlem olacaktır. İnsan hayatındaki en önemli kavramlardan olan değer, yüksek öğrenimdeki tüm meslek gruplarına ait eğitimlerde öğretilmeli, özellikle ayrı bir ders olarak müfredattaki 431 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA önemli derslerden olması sağlanmalıdır. Değer eğitimini verecek olan öğretmenlik bölümleri için ise vazgeçilemez bir gerekliliktir. Etkin ve kaliteli bir değer eğitimi içim tüm açılardan hazırlanmış, kendini hazır hisseden eğitmenlere ihtiyaç vardır. Ülkemizde değer eğitimi konusunda kapsamlı planlanmış, kamusal birlikteliği ve kurumlar nezdinde toplu organize olmuş projeler eksikliği hissedilmektedir. Bu konuda devlet kurumları, sivil toplum kuruluşları, ekonomi dünyası, medya grupları ve özel kuruluşların ortak payda da buluşarak ortak hareket etmeleri gerekmektedir. Projemizin tüm kurumlarda çalışanlara aylık bir saatlik toplantılarla farkındalık kazandırılması ve etkinlikler ile ay içerisine yayılarak geniş toplumsal bir hareketin oluşmasını sağlayacağı düşünülmektedir. Araştırma sonucunda elde edilen veriler ve alanyazın taramalarında tespit edilen görüşlere göre düzenlenmiş öneriler şunlardır. Öneriler Mesnevi vb. tasavvufi nitelikli eserler gençlerin okumalarını sağlayacak niteliklerde yeniden farklı formlarda hazırlanabilir. Gazeteler ve dergiler gibi yazısal yayımlarda değerler köşesinin oluşturulması ve konu da ortak konu farklı yazarların görüşleri, fikirleri ve deneyimleri yazılarla topluma aktarılarak değer zenginliği sağlanabilir. Millî Eğitim Bakanlığınca her bir dersin konularının içinde olan veya olabilecek olan değerler o dersin içinde verilmelidir. Değerler çok kapsamlı ve geniş bir çerçevede olduğu unutulmamalıdır. Bu nedenle değerlerin alakalı konularla ilişkilendirilmesi değerin kazanımında başarıyı getirecektir. Değeri tam olarak kapsamayan ilişkilendirmeler negatif öğrenmeye neden olacaktır. Türkçe dersi kendi alanını, sosyal bilgiler kendi alanını, matematik kendi alanını, fen kendi alanındaki değerleri ağırlıklı olarak vurgularsa ve planını bu şekilde oluşturursa değerler daha kolay ve kalıcı olarak öğrenilecektir. Görevlerinde olan veya yeni mezun olmuş öğretmenler ciddi ve planlı bir sertifika programı ile değer eğitimi, sosyolojik ve psikolojik süreçleri konusunda eğitilmelidir. Hâlen okumakta olan öğretmenler ve genel olarak tüm meslek gruplarında olacak şekilde Değerler Dersi konulmalıdır. Özellikle öğretmenlik bölümlerinde okuyan öğrencilerin bu konuda proje ödevleri ve 3-6 aylık staj programları oluşturulmalıdır. Değer eğitimi nasıl teorik bir eğitim değilse bu eğitimi verecek olan eğitmenlerinde pratik yapmaları ve konu da nitelikleri denetlenmelidir. Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri akademisyenlerimizin değer eğitimi konusunda yapılabilecek tüm araştırmalar konusunda zengin veri ve çeşitliliğine sahiptir. Belediyemiz ve bizim gibi projelerde akademik çalışmalar artırılmalıdır. 432 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Tüm devlet kurumları bünyesinde çalışan personeli aylık bir saat olmak üzere Ailede Değer Eğitimi Projesi’nin uygulaması şekliyle katılımı zorunlu eğitim çalışmaları planlanmalıdır. Ailelerin farkındalığını artırmak ve aynı zamanda toplumumuzda yaşayan fertler olarak büyük bir kısmının topyekün bir eğitim ve faaliyetlerle hedefe doğru organize edilebilir. RTÜK ve Kültür Bakanlığı televizyon, radyo, internet, tiyatro ve sinema konusunda daha özenli olması, millî ve manevi değerlerimize zarar veren, uymayan yayınları engellemelidir. Örnek: Ülkemizde vizyona giren bir filmde iki erkek arkadaş birbirlerinin annelerine aşık olmakta ve sonra ilişki yaşamaktadırlar. Bu konu ile ilgili yapılan yayın uygusuzluğuna dair başvuruda +18 yaş sınırının getirildiği, bundan daha fazla bir şey yapılamayacağı, yayın özgürlüğü ifade edilmiştir. Bizler toplum olarak +18 yaş gençlerimizin değerlerinden sorumlu değil miyiz? Onlar bu yaşlarda değerleri kendileri mi bulup, üretmeliler? Toplumsal ve inançsal değerler o yaşlarda geçerliliğini yitirmekte midir? Zaten değer eğitimi gençlerin değerlerinden uzaklaştığı için ülkeler çapında gündeme getirilmesinin nedeni değil midir? Ülke politikaları kapsamında değer üretmek için eğitimler planlarken değer yıkımı olan bu tür yayınlar tezat oluşturmamakta mıdır? Bu soruların cevaplarının en uygun ve doğru şekilde verilmesi önerilerin önceliğinde olduğu kanaatindeyim. Bu nedenlerle değer eğitimin parçalı olarak bakanlıklar, kurumlar veya sivil toplum kuruluşlarında yapılmasının olumsuzluklarını bertaraf edecek değer eğitimi bakanlığı veya başkanlığının kurulması önerilebilir. Okullarda Ailede Değer Eğitimi Projesi Bilgi Evleri’ndeki uygulama şekliyle programlanarak uygulanabilir. Yüksek lisans ve doktora programlarına değer eğitimi üzerine çalışacak psikoloji, sosyoloji, ilahiyat, sosyal hizmet, siyaset ve ekonomi lisans mezunlarından özel alımlarla değerler konusunda bilgili ve becerilerini geliştirmiş akademisyen yetiştirme programları kurulabilir. Değer eğitimi çalışmaları sürdüren dernek, vakıf ve sivil toplum kuruluşlarına mekan, bilgi, hizmet gücü ve maddi olarak yardımlar sağlanabilir. Değer eğitimi kapsamında oluşturulacak olan toplumsal, evrensel, dinsel vb kategorilerdeki değer başlıklarının her biri için değer ölçeklerinin hazırlanması ve geçerlilik ve güvenirliğinin sağlanarak bu konuda çalışmak isteyenlere destek ve yardım sağlanabilir. Değer eğitimi çalışmaları ilkokul, ortaokul gibi sınırlandırılmamalı ve kapsayıcı olarak okul öncesi dönemden başlayarak tüm eğitim hayatında öğrencileri yaş ve gelişimlerine uygun olarak planlı ve programlı olarak devam edilmelidir. 433 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Kullanıma açık, etkinliği ve kazanımları uzman kişilerce denetiminde programlanmış etkinlik ve uygulama örneklerinden oluşan Değerler Etkinlik Havuzu oluşturulabilir. Kurumsal bağlantılarla herkese açık olması sağlanabilir. Çoklu zeka kuramına göre değer eğitimi ve etkinlikleri planlanarak bu konudaki çeşitliliğin artması sağlanabilir. Özellikle ahlaki zekâ üzerine çalışmalar yapılabilir. Değerleri konu başlıklarına ayırarak çocuklar için oluşturulan çizgi filmler, yine çocuklar için çocuk filmleri ve gençler için gençlik filmlerinin yapılması sağlanabilir. Teknolojiyi yasaklamak, internet veya televizyonu yasaklamak çözüm değildir. Zira bu iletişim aletlerinin faydaları aşikardır. İletişim aletleri ile ilgili kötüye kullanımı engelleyip faydalarından yararlanılabilir. Toplumun yapısı ve kültürel gelişmeler dönemler arasında değer eğitimine yaklaşım açılarını değiştirmiştir. Bizim ülke olarak değer aktarma, açıklama, analiz etme veya muhakeme etme gibi temel yaklaşımlardan birini veya birkaçına odaklanmak yerine her biri üzerine akademik çalışmalar yaparak pratikteki faydalarını geliştirmeyi hedeflemeliyiz. Birini diğerleri üstün tutmak yerine bütüncül olarak her biri için hazırlık yapılabilir. Özellikle cezaevlerinde bulunan gençler ve tüm bireyler için programlı bir müfredat ile eğitim çalışması yapılabilir. Popülerliğin etkisi bilinmektedir. Bu nedenle medya vb. yerlerde gençlerimize modernlik kapsamında olumsuz örnek olan şahısların değerler konusunda etkinliklere katılımı sağlanarak olumsuz etkileri azaltılabilir ve bu popülerliklerinden fayda sağlanabilir. Evrensel değerler, toplumsal değerler, dinî değerler gibi insanların kafasını karıştıracak kavram kargaşalarının engellenmesi amacıyla her biri için ayrı açıklama ve yapılandırma yapılabilir. Millî ve manevi değerlerimize ait alanyazının artırılması gerekmektedir ve alayazında yabancı kaynaklı çalışmaların fazlalığı dikkat çekmektedir. Bu çalışmalar dini değerler ile evresel değerleri, batı değerleri ile doğu değerlerini kıyaslamakta, elde edilen sonuçlar kültürel yapımıza uymadığı için yanlış yorum ve proje üretmeye sebep olmaktadır. Değer eğitimi bilinçli ve kasıtlı bir eğitim olmasıyla birlikte en büyük destekçisi toplumsal vb. etkenlerle meydana gelen örtük öğrenmedir. Bu konuda oldukça geride olduğumuz kanaatindeyim. Roman, hikaye, masal, dizi, sinema gibi unsurların aktif olarak kullanıldığı kapsamlı ve ciddi bir gizil öğrenme teorik ve pratik çalışmaları yapılabilir. 434 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Toplumsal farkındalık çalışmaları ve genel bütünlük sağlaması açışından her bir yıla bir değerin ismi verilebilir. Örnek: Mevlana Hoşgörü Yılı, Yunus Emre Muhabbet Yılı vb. Toplumsal şuur ve ilgi çekme kapsamında bakanlıkların görevi ve niteliklerini yansıtan en ağırlıklı değeri o bakanlıkla reklam, yayım vb. faaliyetlerle devlet kurumlarının tanınması, milli bağlılığa fayda sağlayacaktır. Örnek: Adalet Bakanlığı: Adalet, Sağlık Bakanlığı: Sağlıklı olmak, Diyanet İşleri Başkanlığı: Merhamet vb. Gençlerin ve çocukların sosyalleşmesinde ve sağlıklı bir kişilik kazanmasında sporun önemi çok büyüktür. İlgili bakanlığın tüm sporcuları ve antrenörleriyle değerler etkinliği yapması ve dikkat çekmesi etkili olacaktır. Ailelerin ve gençlerin günün en aktif tv, internet vb. kullanım saatlerinde değerlerimizden biri ile ilgili reklam, parodi, mizansen yayınlanarak değerlerimizi sürekli olarak hatırda tutabiliriz. Örnek: Trafik- emniyet kemeri, Tema -ağaç dikimi çalışmaları nasıl başarılı sonuçlar vermişse bu uygulamadan da başarı elde edilebileceğini düşünüyorum. Burada önemli olan ailelerin, gençlerin ve çocukların ilgisini çekecek güzel, kısa ve net olan eğlenceli yapımlar olmasıdır. Teknolojik aletlerdeki Türkçe kullanımının eksikliğin düzenlenmesi Dil yapısındaki bozulmanın önüne geçecektir. Gençler gün geçtikçe daha kısaltılmış ve Türkçe kurallarına uymayan kelimler kullanmakta ve yazmaktadır. Bu genel yayılım normalde kullanılması gereken kelimelerin anlaşılamamasına, kelime dağarcığının azalmasına neden olmaktadır. Yazı dilindeki batılılaşma (Türkçe karakterinin kullanılamaması nedeniyle) kelimenin anlamının da batılılaşmasına, farklılaşmasına neden olmaktadır. Türkçe karakterleri kullanabileceğimiz teknolojik girişimler ve gelişmeler desteklenmelidir. Bir milletin dili kültürünü, kültürü değerlerini, değerleri de kültürel geleceğini ve asaletini belirler. KAYNAKÇA Akbaş, O. (2004). Türk Milli Eğitim Sisteminin Duyuşsal Amaçlarının (Değerlerinin) İlköğretim II. Kademedeki Gerçekleşme Derecesinin Değerlendirilmesi. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Akbaş, O. (2008). “Değer Eğitimi Akımlarına Genel Bir Bakış”. Değerler eğitimi Dergisi, 6 (16), 9-27 Altan, M. Z. (2011). “Çoklu Zeka Kuramı ve Değer Eğitimi”. Pegem Eğitim ve Öğretim Dergisi, 1(4), 54-57 435 Ailede Değer Eğitimi Projesi: Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Bilgi Evleri Örneği • Ahmed AKKAYA Aslan, R. (2007). Öğretmen Görüşlerine Göre İlköğretim Birinci Basamaktaki Öğrencilerin Temel Bilgi, Beceri ve Değerleri Kazanma Düzeyleri. (Yüksek Lisans Tezi). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. Avcı, N. (2007). “Üniversite Gençliğinin Bireysel ve Toplumsal Değerlere İlgi ve Bakışı: Süleyman Demirel Üniversitesi Örneği”. Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu, DEM Yayınları, 819-851. Balcı, N. (2008), İlköğretim 6. Sınıf Sosyal Bilgiler Dersinde Değer Eğitiminin Etkililiği. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul: Marmara Üniversitesi. Baloğlu, M. ve Balgalmış, E. (2005). “İlköğretim ve Ortaöğretim Yöneticilerinin Öz Değerlerinin Betimlenmesi: Tokat İli Örneği”. Değerler Eğitimi Dergisi, 3 (10), 19-31. Canatan, A. (2008). “Toplumsal Değerler ve Yaşlılar”. Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisi, 1, 62-71. Demircioğlu İ. H. ve Tokdemir M. A. (2008). “Değerlerin Oluşturulma Sürecinde Tarih Eğitimi: Amaç, İşlev ve İçerik”. Değerler Eğitimi Dergisi, 6 (15), 69-88 Demirtaş, S. (2009). Çocuk Yuvasında Kalan Korunmaya Muhtaç Çocukların Değer Eğitiminde Yaratıcı Dramanın Etkililiği. (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Ankara: Hacettepe Üniversitesi. Doğanay A., Seggie, F. N. ve Caner, H. A. (2012). “Değerler Eğitiminde Örnek Bir Proje: Avrupa Değerler Eğitimi Projesi”. Uluslararası Eğitim Programları ve Öğretim Çalışmaları Dergisi, 2(3), 74-86 Doğanay, A. (2007). Değer Eğitimi. (Ed. C. Öztürk). Hayat Bilgisi ve Sosyal Bilgiler Öğretimi Yapılandırmacı Bir Yaklaşım (3.basım). Ankara: Pegem-A Yayıncılık, 255-286. Ekşi, H. (2003). “Temel İnsanî Değerlerin Kazandırılmasında Bir Yaklaşım: Karakter Eğitimi Programları.” Değer eğitimi Dergisi, 1 (1), 79-96. Ersoy F. ve Şahin T. (2012) “Sosyal Bilgiler Ders Kitaplarının Değer eğitimi Yaklaşımları Açısından İncelenmesi”. Kuramsal Eğitimbilim Dergisi Ek Özel Sayı Bahar, 12 (2), 1535-1558. Güngör, E. (1993). Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar. İstanbul: Ötüken Yayınevi. Hökelekli, H. (2002). Gençlik Din ve Değerler Psikolojisi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Kılıç, R. (2005). “Küreselleşme ve Değer İlişkisinde Dinin Yeri”. Felsefe Dünyası Küreselleşme Karsısında Değerlerimiz Sempozyum Bildirileri, 41. 436 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Özdemir, Y. ve Koruklu, N. (2011). “Üniversite Öğrencilerinde Değerler ve Mutluluk Arasındaki İlişkinin İncelenmesi”. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. 8(1), 190-210 Özen Y., Güleryüz, K. ve Özen H. B. (2012). “İlköğretim 1–3 Sınıf Hayat Bilgisi, 4–5 Sınıf Sosyal Bilgiler Dersindeki Değerler ve Değer Eğitiminin İncelenmesi”. Eğitim ve Öğretim Araştırmaları Dergisi, 1(4), 277-289. Özen, C., Er, H. ve Gürgil F. (2012). “İlköğretim Branş Öğretmenlerinin Değer Eğitimine İlişkin Görüşleri Üzerine Bir Araştırma”. Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(17), 297- 3 11. Öztop, H. ve Telsiz, M. (2001). “Yaşlı ana-babaların yetişkin çocuklarıyla ilişkileri ve bu konudaki beklentileri: Kuşaklararası bir değerlendirme”. I.Ulusal Yaşlılık Kongresi, Ankara. Öztürk, E. (2009). Hayat Bilgisi Dersinde Değer Eğitimi ve Uygulama Örnekler, İlköğretim Hayat Bilgisi Öğretimi ve Öğretmen El Kitabı. (Ed. Selahattin Öğülmüş). Ankara: Pegem Akademi Yayınları. Sarı, E. (2005). “Öğretmen Adaylarının Değer Tercihleri”. Değerler eğitimi dergisi, 3(10), 73-87. Soykan, Ö.N. (2007). “Genel Geçer Bir Ahlak Olanaklı mıdır?”. Değerler ve Eğitimi Uluslararası Sempozyumu, İstanbul: DEM Yayınları. Tahiroğlu, M, Tahsin, Y. ve Çetin H. (2010). “Değer Eğitimi Yöntemlerine Uygun Geliştirilen Çevre Eğitimi Etkinliğinin, İlköğretim 7. Sınıf Öğrencilerinin Çevreye İlişkin Tutumlarına Etkisi”. Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Dergisi, 30, 231248. Tahiroğlu, M., Kayabaşı, O., A. ve Kayabaşı, R. G. (2013). “Türk Halk Masallarının Öğrencilerin İnsani Değerlere Yönelik Tutumlarına Etkisi”. Kuramsal Eğitimbilim Dergisi, 6(4), 477-495. Tozlu, N. ve Topsakal, C. (2004). “Avrupa Birliğine Uyum Çerçevesinde Değer Eğitimi”. Değerler ve Eğitimi Uluslar Arası Sempozyumu 26-28 Kasım, İstanbul: Değer Eğitimi Merkezi Yayınları. Turan, S. ve Aktan D. (2008). “Okul hayatında Var Olan ve Olması Düşünülen Sosyal Değerler”, Türk Eğitim Bilimleri Dergisi, 6(2), 227-259. Yazıcı, K. (2006). “Değer Eğitimine Genel Bir Bakış”. Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi, 19, 499-522. Yıldırım, K. (2009). “Values Education Experiences of Turkish Class Teachers. A Phenomological Approach”. Eğitim Araştırmaları-Eurasian Journal of Educational Research, 35, 165- 184. 437 Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi İlhan GÜLER Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Giriş Bir toplumun ya da grubun yaşamında her şey, değerlere göre algılanır ve kavranır. Kişiler, içinde yaşadıkları toplumların veya grupların değerlerini benimseyerek, bunları düşünce tutum ve davranışlarında birer ölçüt olarak kullanırlar. Böylece daha iyi, daha doğru, daha uygun, daha güzel, daha önemli ve daha adil gibi genel yargılara ulaşma imkânı bulurlar (Yüksel, 2002:181-182). Dolayısıyla değerlerin büyük oranda gözlem ve sosyal etkileşim sonucunda öğrenildiği, aynı zamanda hayatı anlama ve yorumlamaya katkıda bulunduğu söylenebilir. Değişen ekonomik ve sosyokültürel etkenler, görsel medya ve telekomünikasyon alanlarındaki gelişim beraberinde değer yargılarını da değiştirmektedir. Değer yargılarında yaşanan değişim kimi zaman olumlu neticeler verirken, çoğunlukla toplumsal ilişkilerde mutluluk ve huzurun teminatı olan saygı, sevgi, dürüstlük, yardımlaşma, hoşgörü, sorumluluk gibi kavramları erozyona uğramaktadır. Modernite her ne kadar refah, özgüven, bireysel mutluluk gibi kavramları öne çıkarmış ve güçlendirmiş ise de medeni bir toplumun temellerini oluşturan evrensel ve kültürel değerler ihmal edilmiştir. Değer yargılarındaki değişim, dünya genelinde geleneksel kültürel değerlerine önem veren toplumlarda nesiller arası çatışmalara sebebiyet vermiştir. Bu sürecin günümüzdeki yansımaları huzursuz ve güvensiz toplumlar, mutsuz aileler, suça sürüklenmiş çocuklar ve insanlarla dolu cezaevleri olmuştur. Çeşitli nedenlerle sosyal-ahlaki kurallar ve hukuk sistemi ile çatışma yaşayan ve sonucunda ceza infaz kurumlarına alınan bu insanların yaşadığı çatışmanın temelinde; görünen/bilinen delil olarak nitelendirilip dosyalara konulan bulgularla birlikte, yazılı metinlerde değer yargıları ile ilgili yaşanan çatışmalardan hiç bahsedilememektedir (Şentürk, 2014). Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi • İlhan GÜLER Suçun psikolojik ve sosyolojik sebeplerini göz önünde bulundurduğumuzda, suçluların genelde sosyalleşmelerini tamamlayamamış, toplumsal kurumlar ve değerler ile çatışma yaşayan, kişilik problemi olan bireyler olduğu görülmektedir (Sokullu ve Akıncı,1994). Yine suç araştırmaları, suçların düşük eğitim düzeyine sahip olan bireyler tarafından işlendiğini göstermektedir (Kızmaz, 2004: 300). Dönmezer, suçluluk ile okuma yazma bilmeme veya düşük öğrenim düzeyi arasındaki ilişkiye değinerek, eğitimin veya okuma yazma bilmenin suçu önleyici veya suça yöneltici bir etkisi olduğunu açıklamanın imkânsız olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, öğrenim görmenin veya okula gitmenin dolaylı olarak suçu engelleyici bir işlevi yerine getirdiğini ifade etmiştir. O, okula düzenli olarak giden çocuğun sapkın ve suçlu çevreden uzaklaştığını, bu durumun bireyde bir kontrol duygusunun oluşumunda etkili olduğunu dile getirmektedir. Bu sebeple, suçlu çocukların genelde eğitimine devam etmeyerek okuldan kaçanlar arasından çıktığını belirtmiştir (Dönmezer, 1994: 226). Yavuzer, ev ya da okuldan yeterli bir neden olmaksızın sık sık kaçma, gece geç saatlere dek dışarıda kalma, gezme gibi durumların suçlulukla yakından alâkalı olduğunu belirterek, suçlu deneklerden %36.6’sının öğrenim yaşamları boyunca okuldan kaçtıklarını tespit etmiştir (Yavuzer, 2011:172). Dolayısıyla düşük eğitim düzeyine sahip olma ile suçluluk arasındaki doğru orantının bir neticesi olarak okuldan uzaklaşma suçlulukta önemli bir yere sahiptir. Suçlu davranışın en büyük nedenleri arasında mahkûmların, toplumun değerlerinden uzak bir profile sahip olmaları sonucunda toplumsal değerlerle yaşadıkları çatışmalar gelmektedir. Örneğin adam öldürmenin, hırsızlık yapmanın ve tembelliğin yanlış ve kötü; insan hayatına değer vermenin, dürüstlüğün ve çalışkanlığın doğru ve iyi olduğuna inanmamızı sağlayan etken, sosyalleşme sürecinde edindiğimiz değerlerdir. Ceza infaz kurumlarında uygulanan değerler eğitiminin, eksik sosyalleşmenin neticesinde suç işleyerek ceza infaz kurumuna giren bireylerin yeniden sosyalleşmelerinin sağlanması amacıyla davranış geliştirme, değiştirme ve buna bağlı olarak sosyalleşme sürecinde edinilemeyen değerlerin öğrenilmesi konusunda etkili olacağı muhakkaktır. Dolayısıyla ceza infaz kurumlarında verilecek değerler eğitimi ile mahkûmların yaşadıkları olumsuz tecrübelerden dersler çıkarmaları, pişmanlık duymaları ve yeniden sosyalleşmeleri için toplumsal değerler hakkında farkındalık ve bu değerlere karşı duyarlılık oluşturulmuş olacaktır (Çimen, 2014:14). İnfaz personelinin iletişim becerisi de değerlerin öğretilmesinde önemli bir yere sahiptir. Mahkûmların işlediği suç nedeniyle tutuklanarak ceza infaz kurumuna geldikleri ilk günlerde içinde bulundukları ruh hâli bazen değerler eğitimi için uygun bir iletişim kanalı olabilmektedir. Bu durumda böyle kişilere doğru yaklaşabilmek, bu 440 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI kişilerle sağlıklı iletişim kurabilmek, ikna ve motivasyon süreçlerini doğru yönetebilmek önemlidir. Bu noktada infaz personelinin iletişim becerisi ve iletişim değerleri önemli bir işleve sahip olmaktadır. Bu proje kapsamında 2014 yılı içerisinde 370 ceza infaz kurumu öğretmeni ve 190 sorumlu infaz koruma baş memuruna eğitim verilmiştir. Yine 2014 yılı içerisinde 100 ceza infaz kurumu müdürü ve 200 infaz koruma memuruna eğitim verilmesi planlanmıştır. Bu çalışmalarla gerçekleştirilmek istenen somut hedefler şunlardır: • Hedef kitlede, evrensel değerlerle ilgili farkındalık oluşturmak • Değerlerde kullanılan materyallerin yardımı ile kurumlarımızda belirlenen değer çerçevesinde duygu oluşumu sağlamak • Hedef kitlenin empati ve sorumluluk duygularını geliştirmek • Kurumdaki sosyal yaşamı etik değerlere uygun olarak şekillenmesine katkı sağlamak • Kişiler üzerinde “ahlak temelli disiplin” oluşmasına katkı sağlamak • Eğitime etkin katılım yoluyla işlenen değerlerin içselleştirilmesini ve davranışa dönüşmesini sağlamak. Değerler Eğitimine Yönelik Ceza İnfaz Kurumlarında Yürütülen Eğitim İyileştirme Faaliyetleri Ceza infaz kurumlarında eğitim iyileştirme faaliyetleri arasında, eğitim servislerimizce hükümlü ve tutuklulara örgün ve yaygın eğitim, mesleki eğitim faaliyetleri ve takibi, psikososyal servislerimizce bireysel görüşmeler ve grup çalışmaları ile desteklenmeleri, sosyokültürel ve sportif faaliyetler sayılabilir. Değerler eğitimi, ceza infaz kurumlarına yeni giren bir kavram gibi görünse de yürütülmekte olan tüm eğitim-iyileştirme faaliyetleri bu kapsamda değerlendirilebilir. Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitiminin Yasal Dayanakları • Anayasa 42. Maddesi • 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunu (3 ve 75. Maddeleri) • Ceza İnfaz Kurumlarının Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük (104 ve 110. Maddeleri) • 46/1 Sayılı Genç ve Yetişkin Hükümlü ve Tutukluların Eğitim ve İyileştirme İşlemleri ve Diğer Hükümler Genelgesi. Değerler Eğitiminde Rol Alanların Görev Tanımları Değerler eğitimi, bütüncül bir eğitim olup, Genel Müdürlüğümüz dâhil tüm personelimiz sürecin içinde yer almaktadır. Kurum müdürleri, eğitimden sorumlu 441 Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi • İlhan GÜLER ikinci müdürler ile eğitimden sorumlu birimler bu çalışmaların içinde aktif olarak faaliyetlerini yürütmektedirler. Değerler eğitiminde görev alanların görev tanımlarını aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz. 1. Genel Müdürlüğün Görevleri: - Ülke genelinde Ceza infaz kurumlarında yürütülecek değerler eğitimi ile ilgili strateji ve politikaları belirlemek, planlamak, koordine etmek - Değerler eğitimi ile ilgili uygulayıcılara ihtiyaç duyulan eğitimleri vermek - Değerler eğitimi faaliyetlerinde kullanılacak yazılı ve görsel materyal konusunda destek vermek - Kurumlarda eğitimlerde ihtiyaç duyulan donanımları karşılamak - Kurumlarda yürütülen çalışmaları izlemek ve değerlendirmek - Değerler eğitimi ile ilgili ceza infaz kurumlarında iyi örnekleri tespit ederek, başarılı görülen uygulamaları diğer kurumlarda yaygınlaştırılması için teşvik etmek. 2. Ceza İnfaz Kurumu Müdürü’nün Görev ve Sorumlulukları - Değerler eğitimi faaliyetlerinin amaçlanan hedef doğrultusunda yürütülmesinden Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğüne karşı sorumludur. - Değerler eğitimi uygulamalarının kurumda etkin ve verimli bir şekilde yürütülebilmesi için gerekli tedbirleri almak - Değerler eğitimi uygulamalarının aksamadan yürütülebilmesi için birimler arası koordinasyonu sağlamak - Değerler eğitimi uygulamalarının yapılacağı mekân ve donanım eksikliklerini gidermek - Değerler eğitimini yürütecek birim olan eğitim biriminde yeteri kadar personel bulunmasını sağlamak - Değerler eğitiminde konferans, konser vb. faaliyetlerde görev almak üzere kurum dışından gelenler için araç temini, mekan oluşturulması gibi ihtiyaçlarını karşılamak - Her ay en az 1 kez eğitim kurulunu toplantıya çağırarak, ilgili ayda yürütülen faaliyetleri değerlendirmek, takip eden ayın faaliyetlerini organize etme konularını gündeme almak - Her ay en az 1 kez idare ve gözlem kurulunu toplantıya çağırarak, ilgili ayda yürütülen değerler eğitimi faaliyetlerine aktif katılımda bulunan ve olumlu katkı sağlayan hükümlü ve tutukluların ödüllendirilmesi hususunu gündeme almak. 442 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI - Değerler Eğitimi Kılavuz Kitabı doğrultusunda ve eğitim kurulunca hazırlanan diğer etkinliklerde görevli birimlerin motivasyonun yükseltilmesi için gerekli tedbirleri almak 3. Eğitimden Sorumlu İkinci Müdürün Görev ve Sorumlulukları - Değerler eğitimi faaliyetlerinin amaçlanan hedef yürütülmesinden ceza infaz kurumu müdürüne karşı sorumludur. doğrultusunda - Kurumun değerler eğitimi yıllık planında yer alan faaliyetlerin kurumda hayata geçirilmesi için planlama yapmak, uygulamaları takip etmek ve değerler eğitimi uygulayıcıları ile düzenli toplantılar yaparak aksayan yönleri tespit ederek gerekli tedbirleri almak - Değerler eğitimi faaliyetlerinde aktif katılımı ile olumlu katkılar sağlayan hükümlü ve tutukluları belirleyerek ödüllerden faydalandırılabilmeleri için idare gözlem kuruluna sunmak - Uygulamada karşılaşılacak güçlüklerle ilgili kurum ve kişilere yardımcı olmak - Değerler eğitimi faaliyetlerinde görev alacak olan kurum dışı paydaşların tespiti, temini ve faaliyetle ilgili ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli işlemleri yapmak - Kurum personelinin de değerlerle ilgili olarak bilinçlendirilmesine yönelik faaliyetler organize etmek - Ayın teması ile ilgili hazırlanan afiş, broşür, temalı resim, özlü söz gibi materyallerin kurumda uygun yerlere asılmasını sağlamak - Değerler dergisinin ve afişlerin tüm ünitelere yeteri kadar ulaştırılmasını sağlamak. Dergiden tüm personelin de istifade edebilmesi için gerekli tedbirleri almak. - İhtiyaç halinde vaizlerin değerler eğitimi faaliyetlerinde görev alabilmeleri için gerekli işlemleri yapmak - Uygulanmasında yarar görülen, yeni doküman ya da materyalleri eğitim kuruluna sunmak - Değerler Eğitimi ile ilgili verilen diğer görevleri yapmak 4. Eğitim Biriminin Görev ve Sorumlulukları - Değerler eğitimi faaliyetlerinin amaçlanan hedef doğrultusunda yürütülmesinden ceza infaz kurumu yönetimine karşı sorumludur. - Değerler eğitiminin uygulayıcısı olarak görev yapmak. - Değerler eğitimi konferanslarında görev alabilecek kişi ve kurumları tespit ederek ve bunlarla irtibata geçerek, faaliyetlerde görev alabilmelerine ilişkin prosedürün tamamlanması için kurum ikinci müdürü ile koordineli bir şekilde çalışmak 443 Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi • İlhan GÜLER - Sinema gösterimlerine konu filmlerin temini için gerekli çalışmaları yapmak, önceden izleyip filmin ayın değerine uygun mesajlarını tespit ederek, film sonunda hükümlü ve tutuklularla paylaşmak - Bilgi yarışmaları ile ilgili organizasyonları yapmak, sınav kağıtlarını okuyarak, puanlama yapmak - Ayın değeri ile ilgili belirlenen konuda münazara faaliyeti ile ilgili çalışmaları yapmak - Konferans, münazara, bilgi yarışmalarında kullanılacak olan slayt, kısa film gibi materyalleri tespit ederek uygulanması için gerekli çalışmaları yapmak - Değerler eğitimi kapsamında yapılacak faaliyetlerin planlanması, yürütülmesi ve değerlendirilmesi konusunda Eğitim Kuruluna önerilerde bulunmak - Değerlere yönelik, gerektiğinde diğer birimlerin de desteğini alarak özgün materyal geliştirmek ve kurum etkinliklerinde de kullanılmasını sağlamak - Kitap tanıtımı, tiyatro, anma günü gibi diğer sosyal kültürel faaliyetlerde ayın değerine uygun seçim yapmak, ayın değerini gündeme getirmek, bu etkinliklerde slayt, kısa film gibi materyalleri kullanmak - Kurum salonlarını ve sınıfları değerler eğitiminin felsefesine uygun olarak yeniden isimlendirmek (Hoşgörü Sınıfı, Mevlana Salonu gibi.) - Değerler eğitimiyle ilgili her tür evrak ve dokümanın arşivlenmesini sağlamak - Değerler eğitimi ile ilgili verilen diğer görevleri yapmak Değerler Eğitiminde Kurum Dışı Paydaşlar 1. Sivil Toplum Kuruluşları Dünyanın birçok ülkesinde, ceza infaz kurumlarında yürütülen eğitim, iyileştirme ve manevi kalkınma hizmetlerinde STK’ları görmek mümkündür. Ülkemizde de Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 77’inci maddesinde “Hükümlülerin iyileştirilme çabalarında başarıya ulaşılması için dernekler, vakıflar ve gönüllü kişi ve kuruluşlar ile iş birliği yapılabilir. Kamu kurum ve kuruluşları bu maksatla olanakları ölçüsünde, gerekli yardımları yapmakla yükümlüdürler.” hükmü ile STK’ların ceza infaz kurumlarında eğitim ve iyileştirme faaliyet göstermesine olanak tanınmıştır. Hâlihazırda ülkemizde birçok ceza infaz kurumunda STK’lar bu faaliyetlere katkı sağlamaktadır. Hükümlü ve tutukluların bu faaliyetlerde dışarıdan, kurumsal yıpranmışlığı olmayan, kamu görevi gereği değil, gönüllülük usulü ile eğitim iyileştirme faaliyetlerine katılan birileri ile muhatap olması faaliyetlerin verimini artırmaktadır. Hükümlü ve tutukluların kamu görevlilerine karşı olan ön yargısı kurum dışından gelen kişilere karşı olmamaktadır. 444 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ülkemizde STK’ların daha etkin bir şekilde ceza infaz kurumlarındaki eğitim iyileştirme faaliyetlerine katılması gerektiği gerçeği karşısında, değerler eğitimi bir açılım sağlamaktadır. STK’lardan değerler eğitiminde belirlenen etkinliklerde, belirlenen konu dahilinde görev almaları istenecektir. Bu kapsamda STK’lardan öncelikle konferanslarda faydalanılmaktadır. 2. Tanınmış Kişiler Toplumun genelince tanınmış kanaat önderi, akademisyen, sanatçı, yazar, şair, tiyatro oyuncusu gibi kişilerin imkânlar dâhilinde değerler eğitimi faaliyetlerimizde aktif rol alması sağlanmalıdır. Böylelikle bir yandan katılımcıdan istifade edilirken, öte yandan kamuoyunda farkındalık oluşturularak, hükümlü ve tutuklularımızın konuya olan ilgisini artırmaktadır. 3. Üniversiteler Ceza infaz kurumlarımızda yürütülen birçok eğitim-iyileştirme faaliyetlerinde üniversiteler rol almaktadır. Üniversitelerin değerler eğitimine dikkatlerinin çekilmesi ve faaliyetlerde rol almaları ve aktivitelerin zenginleştirilmesinde katkıları alınmalıdır. Mevcut protokoller bu hususlarda çalışmalar yapılmasına imkân vermekte olup gerek görülmesi halinde yeni protokoller de yapılmaktadır. 4. Cezaevi Vaizleri Cezaevi vaizleri, kurumlarımızda yürütülmekte olan manevi kalkınma faaliyetlerinin en önemli aktörleridir. Vaizler mevcut müfredatları çerçevesinde çalışmalarını yürütürken, mümkün olduğu kadar değerler eğitimi faaliyetlerine de katkı sağlamaktadırlar. STK’lar, üniversiteler ve tanınmış kişilerden destek alınmasının yanında konferans ve diğer etkinliklerde vaizlerden destek alınmaktadır. Değerler Eğitimi ve Ödül Sistemi Ceza infaz kurumlarında yürütülmekte olan eğitim iyileştirme faaliyetlerine önemli bir katkı sağlayan ödül mevzuatından değerler eğitiminin verimliliğini artırmada da faydalanmak hedeflenmektedir. Bu kapsamda değerler eğitimi faaliyetlerine katılan, faaliyetlere olumlu katkı sağlayan, geri dönüşlerle bu alanda ilerleme kaydettiğini ortaya koyan hükümlü ve tutuklular tespit edilerek ödüllendirilmeleri büyük önem taşımaktadır. Verilen ödüller hem değerler eğitimine olan katılımı artırmakta hem de eğitimlerden alınan verimin yükselmesini sağlamaktadır. Değerler eğitimi uygulamaları ile ödül mevzuatı uygulamalarında idare ve gözlem kurulunun vereceği kararlara esas teşkil etmek üzere somut veriler sunulmaktadır. 445 Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi • İlhan GÜLER Değerler eğitimine katılanlara verilen ödülün belirlenmesinde ise mahkûmun faaliyetlere olan yaklaşımı büyük önem arz etmektedir. Bu kapsamda münazaralarda aktif görev almak, bilgi yarışmalarında dereceye girmek ile sadece konferansa katılmak eşdeğer tutulmamakta, yine sadece bir kez konferansa katılan ile konferanslara düzenli olarak katılan eşit değerlendirilmemektedir. Değerler Eğitimi Faaliyetleri ve Kullanılan Materyaller 1- “Değer” Dergisi Dergimiz değerler eğitimi faaliyetlerimizin en önemli parçalarından birisi olup, kurum öğretmenlerimiz tarafından ciddi emek ve mesai harcanarak hazırlanmaktadır. Değer haritasına uygun olarak hazırlanıp her ay 20.000 adet basılarak kurumlara gönderilmektedir. Dergimizin tüm hükümlü ve tutukluların odalarına ulaştırılması hedeflenmektedir. “Değer” Dergisi, değerler eğitimine bakış açımızı, kurumsal duruşumuzu hedef kitlemize ulaştırmada en önemli araçlarımızdandır. Dergimiz yaşam, aile, edebiyat, tarih, din gibi değerler eğitimine konu alınabilecek bölümleri içermektedir. Dergimiz değerler eğitimini organize eden mesai arkadaşlarımıza doküman sağlamada büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Dergimiz diğer sosyal aktivitelerimiz içinde kaynak oluşturmaktadır. Bu kapsamda ceza infaz kurumlarında yapılan konferansa davet edilen kişilerin dergimizi incelemesi ve kurum gündemimizden önceden haberdar edilmesi sağlanmaktadır. Ayrıca dergimizin içeriğinden hazırlanan sorularla her ay tüm ceza infaz kurumlarında ödüllü bilgi yarışması yapılmaktadır. 2- Konferanslar Değerler eğitiminde, hükümlü ve tutuklulara belirlenen değerlerle ilgili doğrudan temas sağlanması bu konferanslar vasıtasıyla sağlanmaktadır. Konferansları verecek kişiler, kurum dışından tanınmış kişilerden ve STK temsilcilerinden tercih edilmektedir. Yine konferansların konusuna göre alanında uzman kamu görevlileri tarafından verilmektedir. Konferanslarda, program akışına göre konferansın öncesinde, sonrasında veya verilen aralarda önerilen kısa filmler ve slaytlardan faydalanılarak belirlenen gündeme uygun duygu oluşumuna katkı sağlanması hedeflenmektedir. 3- Münazaralar Münazaralar, ceza infaz kurumlarında halihazırda yürütülmekte olan faaliyetlerdendir. Münazaralar belli kavramların tartışılmasında, tüm incelikleri ile anlaşılmasında 446 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI ve içselleştirilmesinde büyük önem arz etmektedir. Münazaralar değer haritasında belirlenen konular üzerinden yapılmaktadır. Münazaraların akışına göre, programın öncesinde, sonrasında veya verilen aralarda önerilen kısa filmler ve slaytlardan faydalanılarak belirlenen gündeme uygun olarak duygu oluşumuna katkı sağlanması hedeflenmektedir. 4- Bilgi Yarışmaları Bilgi yarışmaları da ceza infaz kurumlarında yürütülen faaliyetlerdendir. Değerler haritasına göre her ceza infaz kurumunda aylık iki bilgi yarışması yapılması öngörülmüş olup mümkün olduğu kadar çok hükümlü ve tutukluya ulaşılması hedeflenmektedir. Bilgi yarışmaları “Değer” dergimizde yer alan konulara göre yapılmaktadır. Bilgi yarışmaları, merkezden gönderilen çoktan seçmeli soruların sınav formatında yapılması şeklinde olmaktadır. Sınav kağıtları okunarak net sayısına göre puanlama yapılmaktadır. Başarı listesi ödül sistemi kapsamında değerlendirilmek üzere idare ve gözlem kuruluna arz edilmekte ve ödül yönetmeliği kapsamında ödüller verilmektedir. 5- Sinema Gösterimleri Sinema gösterimleri kurumlarımızda yürütülen faaliyetlerdendir. Değerler eğitiminde, değer haritamızda her ay ilgili değerle alakalı olarak hükümlü-tutukluya izlettirilmek üzere birçok film tavsiye edilmiştir. Değerler eğitim kapsamında yapılan film gösterimleri hem ceza infaz kurumlarındaki odalara sağlanan ortak yayınla hem de sosyal aktivite olarak yapılmaktadır. İlgi ayın değerine uygun olarak tavsiye edilen filmler programın uygulayıcısı olan kurum öğretmenleri tarafından önceden izlenerek ve filmle ilgili kısa notlar alınmaktadır. Filmlerin sonunda yaklaşık 15 dakikalık bir zaman dilimi oluşturularak bu zaman diliminde filmin değere uygun mesajlarına dikkat çekilmektedir. Bu yolla sinema gösterimleri, rutin sosyal aktiviteden eğitim verenlerin amacına hizmet eden bir faaliyete dönüşmüş olmaktadır. 6- Kısa filmler - Slaytlar Kısa filmler ve slaytlar değerler eğitimi faaliyetlerimizin her aşamasında, kolaylıkla kullanılabilecek materyallerimizdendir. Yine bu materyallerde her ayın değerin konusuna uygun olarak seçilmiş ve programda kullanılmak üzere geliştirilmiştir. Kısa film ve slaytlar konferanslarda, bilgi yarışmalarında, münazaralarda, ders aralarında, atölye etkinliklerinde kısacası her türlü faaliyetlerde uygun mekân ve donanım sağlandığı sürece faydalanılan materyallerdir. Kısa filmler mutlaka daha önceden izlenmiş kısa notlar alınarak ilgili değer üzerinden farkındalık oluşturması amacı ile uygun mesajlar verilmektedir. Slaytlara daha önce çalışılmış, varsa tespit edilen hatalar düzeltilmiş, gerekiyorsa yeni eklemeler yapılmış olmalıdır. 447 Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi • İlhan GÜLER 7- Afişler, Özlü Sözler Ceza infaz kurumlarımızda belirlenen değere uygun görselliğin sağlanması, kurum gündeminin oluşturulması, hedef kitlenin algısının amaca uygun bir şekilde yönlendirilebilmesi amacıyla afiş ve özlü sözler hazırlanmıştır. Afiş ve özlü sözler öncelikle ceza infaz kurumlarında bulunan bütün üniteler ve ortak kullanım alanlarına asılmaktadır. Afişler merkezden hazırlanarak Değer dergisi ile birlikte gönderilmektedir. 8- Diğer Etkinlikler Bu başlık altında kurumlarımızda yeknesak bir şekilde uygulanması mümkün olmayan, tiyatro, kitap tanıtımı, folklor etkinlikleri, kapalı mekân spor etkinlikleri, konserler, şiir-resim-kompozisyon yarışmaları, şiir dinletileri sayılabilir. Bu faaliyetlerde de diğer etkinliklerde olduğu gibi faaliyetin yapıldığı ayın değerine uygun bir etkinliğin yapılmasına gayret edilmektedir. İzleme, Ölçme ve Değerlendirme Ceza infaz kurumlarımızda yürütülmekte olan tüm eğitim iyileştirme faaliyetleri belli bir program dahilinde “standartlar sistemi’’ adı verilen bir sistem kapsamında takip edilmekte idi. Değerler eğitimi de bu faaliyetlerin belli bir amaca göre şekillendirilmesi özelliği taşıdığından 3 aylık eğitim çizelgelerine değerler eğitimi çerçevesinde yürütülen faaliyetler işlenmektedir. Bu 3 aylık çizelgeler düzenli olarak Genel Müdürlüğümüzce takip edilmektedir. İzleme çalışmaları ilk aşamada bu şekilde yürütülmektedir. Ayrıca ceza infaz kurumlarında yapılan değerler eğitiminin etkinliği ve verimliliği bazı üniversitelerin uzmanları tarafından ölçülmeye başlanmıştır. Her ay tüm ceza infaz kurumlarında ortalama 25.000 hükümlü ve tutuklu bilgi yarışmasına katılmaktadır. Yıllık Takvim Her ay bir değer uygulaması kapsamında, ceza infaz kurumlarında her ay planda belirlenmiş olan değer öne çıkartılarak, o değerle ilgili olarak yoğun etkinlikler yapılmaktadır. Değer takvimimizde yer alan değerlerin tercihinde Birleşmiş Milletler, Millî Eğitim Bakanlığı ve özel eğitim kurumlarında yürütülmekte olan değerler eğitimi çalışmalarında öne çıkan değerler esas alınmıştır. Her değere ilişkin faaliyetler bir aya tekabül edecek şekilde planlanmıştır. Değerlerin aylarla eşleştirilmesinde isabet eden ayda hâlihazırda uygulanan etkinliklerle uyumlu olmasına dikkat edilmiştir. Bu kapsamda yıllık takvim ve saygı değerinin aylık planı aşağıdaki şekilde oluşturulmuştur: 448 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI Ocak Ayı Şubat Ayı Mart Ayı Nisan Ayı Mayıs Ayı Haziran Ayı Temmuz Ayı Ağustos Ayı Eylül Ayı Ekim Ayı Kasım Ayı Aralık Ayı : : : : : : : : : : : : Saygı Sevgi Vatanseverlik Sağlıklı Yaşam Aile Sorumluluk Yardımlaşma Sabır Adalet Dürüstlük Dostluk-Vefa Hoşgörü 12 değerden biri olan Saygı (Ocak) değerine ait aylık program olup içeriği şöyledir: 449 Ceza İnfaz Kurumlarında Değerler Eğitimi • İlhan GÜLER Sonuç ve Öneriler Kirschenbaum’a (1994:14) göre değer eğitimi, değer geliştirmeye yardımcı olur. Kişinin tatmin edici hayat kurmasına hizmet eder. Değer eğitiminin doğasında başkalarına yardımcı olma vardır. Daha geniş anlamıyla, eğitim kurumlarında oluşturulan bilgi, beceri, tutum ve değerlerin aktarılması aracılığıyla diğer bireylere yardım etmeye çalışılır. Değer eğitiminin; genç bireylerin ve bütün insanların daha karakterli bir yaşam sürmesi ve hayatından memnun kalmasını sağlamak, toplumun iyiliğine katkı sağlamak üzere iki hedefi vardır (Dilmaç ve Ulusoy, 2012: 59-60). Bu bağlamda ceza infaz kurumlarında bulunan hükümlü ve tutuklular için değerler eğitimine ciddi derecede ihtiyaç vardır. Ceza infaz kurumlarında bu amaca hizmet edecek bir değerler eğitiminin verilmesi hem hükümlü ve tutuklulara hem de tahliye sonrası içinde yaşayacakları topluma olumlu yönde katkısı olacaktır. Değerler eğitimi programına düzenli katılan hükümlü-tutuklularda saldırganlık düzeylerinin azaldığı ve olumlu davranış değişiklikleri gözlemlenmiş, kurumlarımızın asayiş ve güvenliğine (dinamik güvenlik) ciddi katkılar sunmuştur. Yapılan anketlerde de hükümlü-tutuklulardan da olumlu dönütler alınmıştır. Bu hususta daha sağlıklı sonuçlar elde edebilmek için ölçme değerlendirme etkinliklerinin artırılması gerekmektedir. Ceza infaz kurumlarında değerler eğitimi konusu ülkemizde ve dünyada yeni yeni uygulanmaktadır bu yüzden bu konudaki araştırma ve çalışmalar artırılmalı ve desteklenmelidir. Sivil toplum kuruluşları ve üniversitelerin bu konudaki farkındalıkları artırılmalı ve daha fazla katkıları alınmalıdır. Ceza infaz kurumlarının türüne özel yeni programlar geliştirilmelidir (kapalı, açık, terör, çocuk, kadın vs). Değerler eğitimine yönelik şuana kadar 12 farklı üniversite 25 sivil toplum kuruluşu ile protokoller imzalanmış, 2014 yılı içerisinde ilk 6 aylık zaman diliminde 370 ceza infaz kurumu öğretmeni ve 190 sorumlu infaz koruma baş memuruna eğitim verilmiştir. Bu yılsonuna kadar 100 kurum müdürü ile 200 infaz koruma memuruna eğitim verilmesi planlanmıştır. Son olarak UNESCO ile yapılan görüşmelerde değerler eğitimi projesinin geliştirilmesi hususunda; suç türleri ile değer eşleştirmesi yapılarak yapılandırılmış müdahale programına dönüştürülmesi planlanmaktadır. 450 ULUSLARARASI SEMPOZYUM • İNSANİ DEĞERLERİN YENİDEN İNŞASI KAYNAKÇA Çimen, A. (2014). Değerler Eğitimi Ders Notları. Denizli. Dönmezer, S. (1994). Kriminoloji. İstanbul: Beta Yayınları. Kirman, M. (2004). Din Sosyolojisi Terimler Sözlüğü. İstanbul:Rağbet Yayınları. Kızmaz, Z. (2004). “Öğrenim Düzeyi ve Suç: Suç-Okul İlişkisi Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma”. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 14(2), 291-319, Sokullu-Akıncı, R.F. (1994). Kriminoloji. İstanbul. Şentürk, H. (2014). “Suç ve Suçluya Dair Psikolojik Analiz”. Çağın Polisi Dergisi, Sayı: 150, Ankara. Ulusoy, K. ve Dilmaç, B. (2012). Değerler Eğitimi. Ankara: Pegem Akademi. Yavuzer, H. (2001). Çocuk ve Suç. İstanbul: Remzi Kitabevi. Yılmaz, M. (2012). Değerler Eğitimi ve Okul Etkinlikleri. İstanbul: İgeder Yayınları. Yüksel, M. (2002). “Modernleşme Bağlamında Hukuk ve Etik İlişkisine Sosyolojik Bir Bakış”. Ankara Ünv. SBF Dergisi, sayı: 57-1, ss. 177-195. 451 24 Altın Değer Müfredatı (Öğretim Programı) Prof.Dr. Nevzat TARHAN Üsküdar Üniversitesi Rektörü Dr. Nadir ÇOMAK Küçükçekmece Belediyesi, Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Yrd.Doç.Dr. Nadire Gülçin YILDIZ YILDIZ-Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bil
Benzer belgeler
Ergenlerin Başarı Amaç Yönelimlerini Yordayan Değişkenlerden Biri
1902:318 vd.) Hatta Kant ilginç bir şekilde yasa koyucu güce karşı itaati “pratik aklın
temel ilkelerinden” biri olarak kabul eder.