cöbid güz sayısı, 2012 (cilt 5, sayı 6)
Transkript
cöbid güz sayısı, 2012 (cilt 5, sayı 6)
İÇİNDEKİLER Güz Sayısı; Cilt 5, Sayı 6, 2012 Sahibi Prof. Dr. Özgün Enver Editörler Prof. Dr. H. Oktay Seymen Dr. İdil Hancı Yayın Sorumluları Ahmed Serkan Emekli Bengi Gül Alpaslan Danışma Kurulu Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyeleri Yayın Kurulu Dr. Eren Arslan Dr. Erman Aytaç Dr. Hüseyin Biçeroğlu Dr. Feray Bölükbaşı Dr. Fehim Esen Dr. Seha K. Saygılı Dr. Fulya Üstünkan Dr. Odhan Yüksel Dr. Yasin Yılmaz Kapak & Grafik Tasarımı Yasin Güçtekin Mizanpaj Mehmet Köstek ÖBAK Başkanı Mert Tanal Yayın Türü Yerel Süreli Yazışma Adresi Prof. Dr. Hakkı Oktay Seymen İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Temel Bilimler Binası Fizyoloji ABD, 34098 - İstanbul www.ctfobakdergi.org Dizgi-Baskı Editörlerden ÖBAK ETKİNLİKLERİ CTF Bilim Günleri 3-4 Mart 2012 Burak Mergen 4 TIP DÜNYASINDAN Sakız Çiğneyerek Kilo Vermek 7 Kültürdeki Beyin Hücreleri de Uykuya İhtiyaç Duyar mı? 8 Primer korteks hücreleri kültüründe uyku ve uyanıklığın elektrofizyolojik, moleküler ve metabolik özellikleri ortaya kondu 9 Dövme Mürekkebiyle İlişkili Mycobacterium chelonae Salgını 10 ARAŞTIRMA Uyku Bozukluğu ve Diyabet Hastalarının Stresle Başa Çıkma Yöntemleri Yasin Yılmaz, İpek Özönder, Yunus Taylan 12 OLGU SUNUMU GAPO Sendromu: Literatür İncelemesi ve Bir Olgu Mehmet Köstek 16 DERLEME Depresyon Ayşe Yasemin Özgan 19 ÇEVİRİ MAKALE Belleğin Biyolojisi: 40 Yıllık Perspektif Ahmed Serkan Emekli 22 Kansere Karşı Edinilmiş İmmunoterapi Yöntemi: T Hücrelerinin Yanıtının Kullanılması İmmünoloji Çalışma Grubu, CTF-ÖBAK 33 ROPÖRTAJ: Prof. Dr. Asım Cenani Fırat Tevetoğlu, Bengi Gül Alpaslan, Ahmed Serkan Emekli 53 KİTAP KÖŞESİ Freud’un Otoanalizi ve Psikanalizin Keşfi – Didier Anzieu Merve Hazal Yılmaz 59 MÜZİK KÖŞESİ Flea, Chad, Anthony, Josh – Red, Hot, Chili Peppers Mehmet Köstek 61 REHBERLİK Amerika’da Staj Tecrübesi Çimen Elias 64 SİZDEN SEÇTİKLERİMİZ Bir Dilek İpek Betül Özçivit 66 Bu Sayıda Katkıda Bulunanlar Büşranur Ağaç, Burak İsal, İpek Betül Özçivit İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğrnci Bilimsel Araştırma Kulübünün Yayın Organıdır. Yayın Hakları Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne aittir. Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Dergi Hakkında DERGİ HAKKINDA 1. Dergi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin süreli bilimsel yayınıdır ve yılda 2 sayı yayınlanır. 2. Derginin amacı, tıp fakültesi öğrencilerinin özellikle tıp alanında olmak üzere hemen her konuda iletmek istediklerini okuyucularla paylaşmalarıdır. Bu amaçla tıbbi orijinal araştırmalar, deneme yazıları, tartışmalı konularda karşıt ve yandaş yazılar, ilginç olgu sunumları, klinik ve pratik uygulamaya ilişkin yazılar, editöre mektuplar, editör yorumları, biyografi, röportajlar, tıp alanından haberler, etkinlik raporları dergide yer alabilir. 3. Yazıların düzeni: A4 kâğıdın tek yüzüne, tek aralıklı “Word for Windows” programında, “Calibri” fontu ve 11 punto ile yazılmalı, tablolar da aynı formatta hazırlanmalıdır. Sayfa düzeni iki sütundan oluşacak şekilde olmalıdır. Yazıcı çıkışı ile elektronik kaydın aynı olduğundan emin olunmalıdır. 4. Derginin yayın dili Türkçedir. Yazıların Türk Dil Kurumu Sözlüğüne ve Yeni Yazım Kılavuzuna uygun olması gerekmektedir. Yazarın kullandığı Latince veya İngilizce tıp teriminin Türkçede yaygın olarak kullanılan bir karşılığı varsa onun kullanılması önerilmektedir. 5. Dergi editörlüğü, yayın kurallarına uymayan yazıları yayımlamamak, düzeltmek üzere yazara geri göndermek ve biçim olarak yeniden düzeltmek yetkisine sahiptir. Gönderilen yazılar danışman öğretim görevlisi, editörler tarafından değerlendirildikten sonra Yayın Kurulu kararı ile yayımlanır. Yayımlanmak üzere gönderilen yazılar, başka yerde yayımlanmamış ve yayımlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır. Dergiye gönderilen yazılara telif hakkı ödenmez ve yazar tüm haklarının Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ne ait olduğunu kabul eder. 6. Yazının başlığı, yazarların açık ad ve soyadları, unvanları yer almalıdır. Aynı sayfada yazışmanın yapılacağı ad ve soyadı, e-mail adresi yer almalıdır. 7. Referanslar: Dergi: Yüksel H, Güzelsoy D, Yazıcıoğlu N, Şenocak M, Öztürk M, Demiroğlu C. Long-term prognosis after a first myocardial infaction in Turkey: determinants of mortality and reinfarction. Cardiology 1994;84: 345-55. Kitap Örneği : Gökçe-Kutsal Y (Ed): Temel Geriatri. Güneş Tıp Kitabevi, Ankara 2007. Kitaptan Bölüm Örneği : Aslan D. Uluslararası sağlık bakış açısı ile yaşlılık. In: Gökçe-Kutsal Y (Ed): Temel Geriatri. Güneş Tıp Kitabevi, Ankara, 2007, pp 111-116 Elektronik yayınlardan makale örneği : Milan AM, Sugars RV, Embery G, Waddington RJ. Modulation of collagen fibrillogenesis by dentinal proteoglycans. Calcif Tissue Int, DOI: 10. 1007/s00223-004-0033-0, November 4, 2004. Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Editörlerden Editörlerden, Dergimizin bu sayısında kulübümüzün iki senede bir düzenlediği etkinliklerimizden olan ve 3-4 Mart 2012 tarihlerinde gerçekleştirilen Cerrahpaşa Bilim Günleri’nde gündeme gelen konular ve tartışmalar detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Tıp dünyasından seçtiğimiz ilginç haberleri paylaştığımız makalelerin her birinin ayrı ayrı özellikleri bulunmaktadır. Sakız çiğneyerek kilo vermek, hücre kültüründe uyku uyanıklık döngüsünün elektrofizyolojik, moleküler ve metabolik özellikleri ile genç kuşaklarda oldukça yaygın olarak kullanılan dövmenin sağlık açısından zararlarının da tartışıldığı makalelerden süzülen bilgiler sizlere sunulmuştur. Uyku bozukluğu ve diyabet hastalarının stresle başa çıkma yöntemleri hakkındaki araştırma yazısını özellikle değerlendirmenizi tavsiye ederiz. GAPO Sendromu olgu sunumu, Depresyon derlemesi, belleğin biyolojisi ve kanser tedavisinde immunoterapi ile ilgili çeviri makaleler, hem bugünün hem de geleceğin tıbbına ışık tutması açısından oldukça önemli bilimsel makalelerdir. Tam bir bilgi ve tecrübe deryası Prof. Dr. Asım Cenani ile yapılan röportajı çok keyif alarak okuyacağınızdan eminiz. “Freud’un Otoanalizi ve Psikanalizin Keşfi” isimli kitap Merve Hazal Yılmaz arkadaşımız tarafından incelenmiş ve sizlere sunulmuştur. Müzik köşesinde, Mehmet Köstek arkadaşımız sizleri sonsuz müzik dünyasının içinde bir yolculuğa çıkarmaktadır. Her öğrencinin okuyup faydalanabileceği Amerika’dan bir staj tecrübesi sizlere çok değerli bilgiler sunmakta, bu konuda yolunuza ışık tutmaktadır. “Bir Dilek” isimli şiirin ise tinselliğini derinden hissedeceksiniz. Güzel hazırlanmış bir derginin okunması tüm Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğrenci Bilimsel Araştırma Kulübü ailesinin en büyük mutluluğu olacaktır. Saygılarımızla… 3 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Öbak Etkinlikleri CTF Bilim Günleri / 3-4 Mart 2012, Cem’i Demiroğlu Oditoryumu Burak Mergen, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi İngilizce Tıp Bölümü, 4. Sınıf 3-4 Mart 2012 tarihleri arasında Öğrenci Bilimsel Araştırma Kulübümüz olarak ulusal kongremiz olan CTF – Bilim Günleri’ni fakültemiz Cem’i Demiroğlu Oditoryumunda gerçekleştirdik. Türkiye’nin dört bir yanından yaklaşık 380 öğrenci arkadaşımızın katılımıyla gerçekleşen kongremize ilgi çok büyüktü. Kongremiz toplamda 11 oturumdan oluşmaktaydı. Oturumlarımızda tıpta güncel gelişmeler, kök hücre gibi güncel konuların yanı sıra vaka tartışmalarının ve öğrenci araştırmalarının da dahil olduğu 14 adet öğrenci sunumu yer aldı. Jürimizin değerlendirmeleri sonucunda ödül alan arkadaşlarımızın isimleri aşağıdaki gibi oldu: 1. Barış Boyraz – Hacettepe Tıp Fakültesi 2. Gökhan Tazegül – Marmara Tıp Fakültesi 3. Hazal Haytural – İstanbul Üniversitesi DETAE Sinirbilim Anabilim Dalı Sözlü sunumların yanında öğrenci poster sunumlarına da yer verdik. Sözlü sunum 1.mizin ödülü 1000 TL ve poster sunum 1.sinin ödülü 500 TL idi. Bilim günlerinde öğrenci sunumlarının yanı sıra çok sayıda değerli bilim adamı ve doktorun konuşmalarına da yer verdik. Öncelikle Marmara Tıp Fakültesi’nde Göz Hastalıkları asistanı ve aynı zamanda eski bir CTFÖBAK’lı olan Dr. Fehim Esen’e 2009 Eczacıbaşı Tıp Öğrencileri Bilimsel Araştırma Ödülü’nü getiren çalışmasını dinleme şansımız oldu. Ardından Türk Bilimi’ne ve Türkiye’de genetiğin gelişimine katkılarının anlatmakla bitirilemeyeceği büyük araştırmacı Prof. Dr. Asım Cenani’nin hayatını anlattığı güzide konuşma hepimiz için birer ilham kaynağı oldu. Kendisiyle gerçekleştirilen röportaj yazısını dergimizin bu sayısında da inceleyebilirsiniz. Kanal D’de yayınlanmakta olan “Doktorum” programından da hepimizin tanıdığı Op. Dr. Aytuğ Kolankaya’nın “Gelecek ve Bilim” adlı konuşması kongremizin ilk gününde büyük beğeniyle dinlendi. Kendisi öğrencilerin bu ilgisinden çok memnun olduğunu dile getirerek kulübümüz ile birlikte daha farklı etkinliklere de imza atmak istediğini söyledi. Kongrenin 2. gününde İstanbul İl Sağlık Müdür Yardımcısı Dr. Şuayip Birinci “Sağlık’ta Bilişim Çözümleri”, fakültemiz Anatomi Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Kaya Özkuş ise “Akupunktur” isimli konuşmalarını gerçekleştirdiler. Çalıştaylardan önceki en son oturumda ise sürpriz konuklarımızı ağırladık. Dünya’nın en iyi 8. Üniversitesi olan Imperial College’ın Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Dr. Naim Kadoglou ve yine aynı fakülteden aktif olarak bilimsel aktivitelerde yer alan 3 öğrenci gelerek kendi okullarını ve yaptıkları çalışmaları bizlerle paylaştılar. Bu sayede iki okul arasında bir köprü kurmuş olmamızın yanı sıra güzel bir bilgi alışverişinde bulunmuş olduk. Gerçekleşen tüm değerli sunumların ardından kongremizin iki gününde de birbirinden değerli çalıştaylara yer verdik. “Cerrahi Dikiş Kursu”ndan “İlaç Sektöründe Kariyer”e kadar geniş yelpazede gerçekleştirilen çalıştaylara katılımcı arkadaşlarımız büyük ilgi gösterdi. Tabii ki tüm bilimsel sunumların ardından 3 Mart 2012 akşamı özenle organize edilmiş güzel bir sosyal program da bizleri beklemekteydi. Öncelikle fakültemizden hareketle Ziya Şark Sofrası’na giderek güzel bir akşam yemeğiyle yorgunluğumuzu attıktan sonra hep birlikte İstanbul’un popüler gece kulüplerinden birisi olan 360’ta unutulmaz bir gece yaşadık. 4 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Öbak Etkinlikleri Kongremizin ardından aldığımız olumlu geri bildirimler önümüzdeki senelerde organizasyon ekibi olarak daha da güzel işler başarmamız konusunda bize büyük bir motivasyon oldu. 3-5 Mayıs 2013 tarihlerinde gerçekleştireceğimiz uluslar arası kongremizde de ilgili tüm arkadaşlarımızı aramızda görmekten büyük memnuniyet duyacağız. Ayrıntılı bilgi için; www.ctfobak.com 5 6 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Tıp Dünyasından Sakız Çiğneyerek Kilo Vermek? Hepimizin bildiği gibi kilo vermek için öncelikle yeme alışkanlıklarımızı değiştirmemiz sonra da günlük hareket miktarımızı artırmamız gerekir. Oysaki Syracuse Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, artık sakız çiğneyerek kilo vermek mümkün olabilir. PYY hormonu iştah ve enerjiyi ayarlayan bir hormondur. Bu hormon insanlar yemek yediklerinde ve egzersiz yaptıklarında kan dolaşımına salgılanır. Aldığımız kaloriyle orantılı olarak da salgılanan PYY miktarı artar. Daha önce yapılan deneylerde, bu hormonun obezite görülen insanların kanlarında daha az seviyelerde olduğu ispatlanmıştır. Bu araştırmadan sorumlu SU kimya profesörü Robert Doyle ise “PYY iştah kesici bir hormondur. Ama ağız yoluyla alındığı zaman mide tarafından parçalanmaktadır. Bu nedenle de ince bağırsak tarafından emilip kan dolaşımına geçmekte zorluklar yaşamaktadır.” diyerek PYY eksikliğini gidermenin başka bir yolu olması gerektiğini vurgulamıştır. Bu hormonu vucüda ağız yoluyla verebilmek için ise gerekli olan şey sadece PYY’nin sindirim sistemi tarafından algılanmasını engellemektir. Doyle daha önceki çalışmalarında B12 vitamini araç olarak kullanarak insülinin ağız yoluyla sindirilmeden kan dolaşımına aktarılması başarılı olmuştu. Aynı şekilde SU araştırma grubu, PYY hormonuna B12 vitaminini bağladı ve böylece yeterli oranda PYY, kan dolaşımına ulaşabildi. Deneyin son aşamasını ise, sakız ya da ağız tableti gibi yiyeceklere B12-PYY sistemini ekleyip kilo vermek isteyen insanlara vermek oluşturuyor. Bölyece kilo vermek isteyen insanların, aynı sigarayı bırakmak isteyenlerin nikotin sakızı çiğnemeleri gibi bu şekilde kilolarından kurtulabilmeleri hedefleniyor. Eğer deney başarıya ulaşırsa, bu yol kilo vermek isteyen bir insan için son derece natürel bir yol olacak. Dengeli beslendikleri bir öğünden sonra bir sakız çiğnemeleri sayesinde 3-4 saat içinde PYYleri artacak ve bir sonraki öğünde iştahları azalmış olacak. Böylece de rahatlıkla kilo verebilecekler. Web. 25 Nov. 2011. Vit B12 (sol aşağı köşede) iştah kesici PYY hormonuna(sağdaki helix yapı) bağlı Syracuse University. "Chew gum, lose weight? Hormone that helps people feel 'full' after eating can be delivered into bloodstream orally." ScienceDaily, 21 Nov. 2011. İpek Betül Özçivit - İ.Ü. Cerrahpaşa İngilizce Tıp Fakültesi, 2. Sınıf 7 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Tıp Dünyasından Kültürdeki Beyin Hücreleri de Uykuya İhtiyaç Duyar mı? Tüm hayvansal organizmalar uykuya ihtiyaç duyar, ancak yıllardır yapılan araştırmalara karşın nörobilimciler bunun nedenini hala kesin olarak açıklayabilmiş değil. Yapılan son bir araştırmanın çarpıcı bir şekilde gösterdiği sonuç şu ki; uyku, kültürde gelişmekte olan beyin hücrelerinin dahi ihtiyaç duyduğu temel bir gereksinim olabilir. İsviçreli bilim adamı Valerie Hinard ve ekip arkadaşları, fare korteksinden alınan nöronları bir dizi elektrot yerleştirilmiş kültür kaplarına ektiler. Bu sayede yeni gelişen “beyin”in elektriksel faaliyetlerini ölçebildiler. Bunun yanı sıra nöronlardaki farklı gen ekspresyonlarını inceleyerek bunları gerçek fare beynindeki gen ekspresyonuyla karşılaştırdılar. Kültür kaplarındaki hücreler gelişmeye başladıktan yaklaşık 10 gün sonra, tüm kaplardaki hücrelerin tamamının eş zamanlı olarak yavaş aktivite evresine girdiğini ve bu evrenin 5-15 saniyede bir tekrarladığını gözlemlediler. Bu sıklığın hayvanlardaki uyku evresinin “yavaş dalga” özelliğine kıyasla yaklaşık 30 kat daha yavaş olmasına karşın, araştırmada bu tarz ultra-yavaş dalgaların uyuyan hayvanlarda da görüldüğü yazıyor. Bununla birlikte kaplardaki hücrelerin, bu evreyi sonlandıran bir nörotransmitter karışımı eklenerek “uyandırılabildiği” gösterildi. 24 saat sonra bu evre tekrar görüldü. Hücrelerin “uyku” ve “uyanıklık” hali arasındaki gen ekspresyonu değişimi, uykudan uyandırılan gerçek faredeki gen ekspresyonu değişimiyle önemli ölçüde benzerlik gösterdi. Son olarak araştırmanın belki de en can alıcı noktası şu ki; araştırmacılar “uykudan uyandırılan” hücrelerin biyokimyasıyla “iyi dinlenmiş” olanlarınkini karşılaştırdı ve lizolipid seviyesinde önemli ölçüde artış tespit ettiler. Lizolipidler, tüm canlı organizmalarda hücre zarının yapısında bulunan fosfolipidlerin yıkılmasıyla oluşan ürünlerdir. Lizolipidler, deterjan özelliği göstererek hücre zarına zarar verebilirler. Bu sonuçlar, uykunun lizolipid oluşumunu engelleyebileceğini gösteriyor. Eğer bu hipotez kesinleşirse, bu demektir ki uykunun oldukça primitif bir işlevi var. Yani uyku, türü ve sayısı ne olursa olsun bağlantılı her türlü sinir ağı için gerekli temel biyolojik bir ihtiyaçtır. Bu çalışmada fare nöronu kültürü kullanıldı, ancak insan beyin hücrelerini de kültürde üretmek mümkün. Bundan sonraki adımın, insan nöronlarının da aynı uyku/uyanıklık hali özelliklerini gösterip göstermediğini ve çok yavaş olan eşzamanlı uyku evresinin insan uykusu gibi olup olmadığını araştırmak olacağı aşikar. Eğer sonuç benzer çıkarsa bu insomniayı (uyuyamama hastalığı) açıklamaya yardımcı olur mu? Veya narkolepsiyi? Hatta belki jetlagi? Bu çalışmanın diğer tüm beyin kültürü araştırmalarına da yol gösterecek bir yönü var. Gelecekteki araştırmalarda bilim adamlarının hücrelerinin yeteri kadar uyuduğundan emin olmaları gerekebilir. Tüm bunlar oldukça heyecan verici. Kendi araştırmam uyku üzerine değil, ancak ilginç bulduğum için literatürü takip etmeye çalışıyorum. Daha önce uyku nörobilimini birçok açıdan inceledim. Bu konuda uzman olmadığım için bu bana nörobilim dünyasını sarsacak bir gelişme gibi görünüyor. Hinard V, Mikhail C, Pradervand S, Curie T, Houtkooper RH, Auwerx J, Franken P, and Tafti M (2012). Key electrophysiological, molecular, and metabolic signatures of sleep and wakefulness revealed in primary cortical cultures. The Journal of neuroscience: the official journal of the Society for Neuroscience, 32 (36), 12506-17 PMID: 22956841 13 Eylül 2012 / http://neuroskeptic.blogspot.ca/2012/09/brains-in-dish-need-sleep-too.html 8 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Tıp Dünyasından Primer korteks hücreleri kültüründe uyku ve uyanıklığın elektrofizyolojik, moleküler ve metabolik özellikleri ortaya kondu Uyku davranışsal bi durum olarak tanımlansa da, kortikal düzeyde bölgesel ve kullanıma bağlı özellikleri uykunun, nöron kümelerinin uyanıklık halindeki aktivitasyon sonucu oluşan bir gereksinimi olduğunu gösteriyor. Bu çalışmada, kültüre ekilmiş olgun korteks hücrelerinin eşzamanlı (burst-pause firing) aktivitesiyle karakterize olan uyku benzeri durgun bir evreye girdiklerini gösteriyoruz. Kültürdeki hücreler uyandırıcı nörotransmitter karışımıyla uyarıldıklarında bu uyku benzeri durgun evreden uyanıklık benzeri tonik firinge geçebiliyor ve uyku benzeri hale kendiliğinden geri dönüyorlar. Elektrofizyolojik benzerliklerin yanı sıra, uyarılmış kültür hücreleri ile uyandırılmış farelerin korteksindeki transkriptom yani RNA dizileri de büyük ölçüde benzerlik gösterdi. Ayrıca AMPA reseptörleri fosforilasyonunun gösterdiği plastik değişiklikler de oldukça benzerdi. Uyandırmanın aktive ettiği metabolik yolakların haritasını çıkarmak için in vitro modelimizi ve uyandırılmış hayvanlarımızı kullandık. Glikoliz, aminoasit ve lipidlerin de dahil olduğu çok az sayıda metabolik yolak tanımlandı. Beklenmedik bir biçimde uyarma sonrası in vivo ortamda ve uyandırma sonrası in vitro ortamda lizolipid seviyesinde çok büyük bir artış tespit edildi. Bu sonuç uykunun nöronal hücre zarı homeostazının yeniden sağlanmasında önemli rol oynayabileceğini gösteriyor. İn vitro modelimizle birlikte kültür kabında uyku ve uyanıklığın hücresel ve moleküler sonuçları araştırılabilir. http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/22956841 5 Eylül 2012 Hinard V, Mikhail C, Pradervand S, Curie T, Houtkooper RH, Auwerx J, Franken P, Tafti M.Center for Integrative Genomics and The Genomic Technology Facility, University of Lausanne, and Laboratory for Integrative and Systems Physiology, Ecole Polytechnique Fédérale de Lausanne, CH-1015 Lausanne, Switzerland. Büşranur Ağaç - İ.Ü. Cerrahpaşa İngilizce Tıp Fakültesi, 2. Sınıf 9 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Tıp Dünyasından Dövme Mürekkebiyle İlişkili Mycobacterium chelonae Salgını Byron S. Kennedy, M.D., Ph.D., M.P.H., Brenden Bedard, M.P.H., Mary Younge, R.N., Deborah Tuttle, R.N., M.P.S., Eric Ammerman, B.S., John Ricci, M.S., Andrew S. Doniger, M.D., M.P.H., Vincent E. Escuyer, Ph.D., Kara Mitchell, Ph.D., Judith A. Noble-Wang, Ph.D., Heather A. O'Connell, Ph.D., William A. Lanier, D.V.M., M.P.H., Linda M. Katz, M.D., M.P.H., Robert F. Betts, M.D., Mary Gail Mercurio, M.D., Glynis A. Scott, M.D., Matthew A. Lewis, M.D., and Mark H. Goldgeier, M.D. N Engl J Med 2012; 367:1020-1024 13 Eylül, 2012 Arka Plan 2012 Ocak ayında bir dermatoloğun ön raporu temelinde, dövme mürekkebiyle ilişkili deri ve yumuşak dokuda Mycobacterium chelonae enfeksiyonunu Rochester, New York’ta araştırmaya başladık. Esas hedefler, salgın bulaşmasının yapısını, sebebini ve kapsamını belirlemek ve yeni vakaları önlemekti. Yöntemler Hastalarla yapılan yapılandırılmış görüşmelerden gelen bilgileri, deri biyopsi örneklerinin histopatolojik testleri, aside dirençli basil örnekleri, mikrobiyal kültürleri ve antimikrobiyal duyarlılık testlerini inceledik. Ayrıca, DNA dizileme, titreşimli alan jel elektroforezi (PFGE), mürekkep kültürleri ve mürekkep hazırlanıp paketlenmesinde kullanılan bileşen kültürleri, dövme salonlarındaki kaynak suların ve mürekkep musluklarının değerlendirilmesi ve mürekkep üreticilerinin araştırması da yapıldı. Sonuçlar 2011 ekim ve aralık ayları arasında, önceden karıştırılmış gri mürekkep kullanan bir dövme sanatçısına dövme yaptıran 19 kişide (13 erkek,6 kadın), 3 hafta içinde, dövme bölgelerinde, kalıcı, yüksek, eritemli kaşıntı gelişti. En yüksek dövme yaptırma ve kaşıntı oluşumu kasım ayı içerisindeydi(sırasıyla 15 ve 12 hasta). Hastaların ortalama yaşı 35’ti (18 ile 48 yaş aralığında). 17 hastadan alınan deri biyopsi örneklerinin tamamında anormallikler gözlendi. Bu örneklerin on dördünde DNA dizilemeyle kanıtlanan M.Chelonae izole edildi. 11 klinik izolelerinin ve 3 açılmamış mürekkep şişesinden birinin PFGE(titreşimli alan jel elektroforezi) analizlerinde birbirinden farksız örnekler gözlendi. 19 hastanın on sekizi uygun antibiyotiklerle tedavi edildi ve durumları düzeldi. Kanılar Önceden karıştırılmış mürekkep, bu salgındaki genel kaynaktı. Bu bulgular üretici tarafından mürekkeplerin geri çekilmesine yol açtı. Rapordaki bulgular ve kanılar, yazarlara aittir ve kesinlikle Hastalık Koruma ve Kontrol Merkezleri’nin, Toksik Maddeler Ajansının ve Hastalık Kayıt Merkezinin resmi durumunu göstermez. Burak İsal - İ.Ü. Cerrahpaşa İngilizce Tıp Fakültesi, 2. Sınıf 10 11 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Araştırma UYKU BOZUKLUĞU VE DİYABET HASTALARININ STRESLE BAŞA ÇIKMA YÖNTEMLERİ SLEEP DISORDER AND COPING STYLE OF PATIENTS WITH DIABETES Yasin Yılmaz1, İpek Özönder2, Yunus Taylan2 1 İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD 2 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi ÖZET Amaç: Uyku bozukluğunun diyabetik hastalarda stresle başa çıkma yöntemleri üzerine etkisini araştırmak Yöntem: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi diyabet kliniğine ayaktan takibe gelen 105 diyabet hastası (40 erkek, 65 kadın) 2011 Şubat ayında çalışmamıza katılmayı kabul etmiştir. Tüm hastalardan sosyodemografik anketi, Epworth uykululuk testi ve Stresle Başa Çıkma Tarzları ölçeğini doldurması istenmiştir. Bulgular: Tüm diyabet hastaları genellikle, kendine güvenli yaklaşım, iyimser yaklaşım ve sosyal destek arama yaklaşımını kapsayan probleme dayalı stresle başa çıkma yöntemini kullanmıştır. Uyku bozukluğu yaşayan diyabet hastaları anlamlı şekilde duyguya dayalı stresle başa çıkma yöntemi olan boyun eğici yaklaşımı (p:0.040) kullanmıştır ve çaresiz yaklaşımı (p:0.081) kullanma yönünde eğilim göstermiştir. Sonuç: Uyku bozukluğu diyabetik hastaların stresle başa çıkma yöntemlerini etkileyebilmektedir. Uyku bozukluğu olan hastalar, probleme dayalı çözümü kullanmaktan ziyade duyguya dayalı çözümü kullanmıştır. Anahtar kelimeler: Uyku bozukluğu, Stresle Başa Çıkma Yöntemleri, Diyabetes Mellitus ABSTRACT Objective: To examine the effect of sleep impairment on coping style of patients with diabetes Research Design and Methods: A total of 105 patients (40 male, 65 female) with diabetes mellitus were recruited from outpatient diabetic clinics in Cerrahpasa School of Medicine in 2011 February. All patients were asked to fill the sociodemographic inquiry, Epworth Sleepiness Scale and Coping Style Inventory. Results: All diabetic patients had generally used problem-oriented coping style like self confident, optimistic and seeking social support. Patients with sleep impairment had significantly used emotion-oriented coping style like submissive style (p=0.040) and had a trend to use more helpless style (p=0.081). Conclusions: Sleep impairment can influence the coping style of patients with diabetes. The patients with sleep impairment are more prone to use emotion-oriented coping style rather than problem-oriented coping style. Keywords: Sleep Disorder, Coping Style, Diabetes Mellitus Giriş Diyabetes mellitus gibi kronik hastalıkların hastalara duygusal stres yüklediği iyi bilinmektedir. Diyabet hastalığının prognozu, psikolojik distres ve semptomlardan etkilenebilmektedir. Son zamanlarda gösterilmiştir ki, psiklojik distres (1) ve stresle başa çıkma tarzı (2) glisemik kontrolü de 12 etkileyebilmektedir. Psikolojik distres ve glisemik kontrol arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğu hipotezi de ortaya atılmıştır (3). Stresle başa çıkma tarzı önemlidir, çünkü probleme dayalı stresle başa çıkma yönteminde (aktif yöntem) diyabetin klinik seyirinde daha yavaş kötüleşme gösterilmiştir (4) ve duyguya dayalı stresle başa çıkma yöntemi (pasif yöntem) kötü metabolik kontrol ile ilişkilidir (5). Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Uykunun niteliği ve niceliği diyabetin gelişme riskini öngörebilir (6) ve diyabetin metabolik kontrolü uykunun kalitesi ve süresinden etkilenebilir (7). Gün içindeki uykululuk hali motivasyonda genel düşmeye sebep olur ve sonuç olarak diyabet hastalarının psikolojik iyi hallerini olumsuz yönde değiştirebilir (8). Bundan dolayı düzenli bir uyku, psikolojik distreslerle başa çıkmak için gereken gücü sağlamada önemli bir faktördür. Çalışmamızda, uyku bozukluğunun diyabet hastalarında stresle başa çıkma tarzına olan etkisini araştırmayı hedefledik. İkinci olarak, uyku bozukluğunun, glisemik kontrol üzerine olan muhtemel etkisini incelemeyi amaçladık. Yöntem Bu kesitsel çalışma, 2011 Şubat ayında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Diyabet ve Metabolizma kliniğinde gerçekleşmiştir. Klinikten takipli hastalara sunulan davette, yüz beş hasta çalışmaya katılmayı kabul etmiştir. Hastalara çalışma hakkında bilgi verildikten sonra, hastalardan sosyodemografik anketi, Epworth Uykululuk Testini ve Stresle Başa Çıkma Tarzları Ölçeğini doldurmaları istendi. Epworth Uykululuk Testi, Johns (1991) tarafından oluşturulmuştur ve gündüz uykulu olma halini değerlendirme amacıyla kullanılmıştır (9). Test, gün içinde sekiz farklı durumda uyuklama ihtimalini değerlendiren kısa bir anketten oluşmaktadır ve her soru 0 ile 3 puan arasında değerlendirilmektedir. On puan ve üzeri durumlar aşırı gündüz uykululuğunu yansıtmaktadır. Stresle başa çıkma tarzları ölçeği, Lazarus ve Folkman tarafından oluşturulan Stresle Başa Çıkma Anketi’nden (10) faydanılarak Şahin ve Durak tarafından (11) 50 sorudan 30 soruya azaltılarak geliştirilen bir ölçektir. Ölçek, bireylerin genel ve gündelik hayatlarında stresle baş etme yollarını belirlemeye yöneliktir. Ölçek, beş alt birimden oluşmaktadır; iyimser yaklaşım, kendine güvenli yaklaşım, çaresiz yaklaşım, boyun eğici yaklaşım ve sosyal destek arama yaklaşımı. Yüksek puanlar, o tarzın daha fazla kullanıldığını belirtmektedir. Araştırma İstatistiki analiz SPSS 16 kullanılarak yapılmıştır. Stresle başa çıkma tarzı ile uykululuk arasındaki ilişki “t” testi ve “tek yönlü varyans analizi-one way anova testi” ile incelenmiştir. Çalışmamız, Diyabet Bölümü başkanlığının izni ve bilgisi dahilinde gerçekleşmiştir. Bulgular Çalışmamızda 40 erkek ve 60 kadın hasta vardı. Hastalardan 17’si (%16.2) tip 1 DM, 82’si (%78.1) tip 2 DM ve 6’sı (%5.7) gestasyonel DM hastasıydı. Katılanların ortalama yaşı 54.3 ±1.48’di. Katılanların %21.9’u (n=23) normal ağırlıkta (BMI<25), %36.2’si (n=38) fazla kilolu (BMI 25-30), %34.3’ü (n=36) obez (BMI 30-40) ve %7.6’sı (n=8) morbid obez idi. Ortalama BMI skoru 30.14±6.72 idi. Ortalama HbA1c seviyesi 8.00±1.75 idi. Epworth Uykululuk testine göre katılanların %15.2’sinin (n=16) gündüz uykululuğu vardı ve erkek ile kadınlar arasında anlamlı fark yoktu (p=0.613). Ortalama Epworth skoru 4.78±4.57 idi. Uyku bozukluğu olan hastaların çoğu diyabetik komplikasyonlarından (diyabetik nöropati, nefropati ve retinopati) birisine sahipti (p=0.004). Diyabetin tipine, süresine, HbA1c seviyesine, hipoglisemik krize ve vücud kitle indeksine göre uyku bozukluğu açısından anlamlı fark bulunamadı (p=0.637; p=0.307; p=0.477, p=0.580 ve p=0.403; sırasıyla). Sigara içme, alkol kullanma ve düzenli fiziksel egzersiz ile uyku bozukluğu arasında anlamlı fark bulunamadı (p=0.623; p=0.587 ve p=0.348; sırasıyla). Stresle başa çıkma tarzları ölçeğine göre, diyabet hastaları stresle başa çıkma tarzı olarak kendine güvenli (%66), iyimser (%61), sosyal destek arama (%54), çaresiz (%49) ve boyun eğici (%47) yaklaşımı sıklık sırasına göre kullanmıştır. Uyku bozukluğu olan hastalar boyun eğici yaklaşımı anlamlı şekilde daha fazla kullanmıştır (p=0.040, F=4.32) ve çaresiz yaklaşımı kullanma yönünde eğilimleri olmuştur (p=0.081, F=3.10). Yeterli uyku uyuyan hastalar (günde 6-8 saat) kendine güvenli yaklaşımı anlamlı şekilde daha fazla kullanırken (p<0.001, F=9.84), yetersiz uyku uyuyan hastalar boyun eğici yaklaşımı anlamlı şekilde fazla kullanmıştır (p<0.001, F=11.34). 13 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Kadın hastalar boyun eğici yaklaşımı anlamlı şekilde daha fazla kullanmıştır (p=0.037, F=2.33). Çalışmamızsa stresle başa çıkma tarzı ile vücud kitle indeksi arasında morbid obezite hariç anlamlı fark bulunamamıştır (bkz. Tablo 1). Sonuç Çalışmamızda uyku bozukluğunun diyabet hastalarında stresle başa çıkma tarzını etkileyebildiği gösterdik. Uyu bozukluğu yaşayan hastalar boyun eğici gibi duyguya dayalı yaklaşımı anlamlı şekilde daha fazla kullanmıştır ve çaresiz yaklaşımı kullanma yönünde eğilimleri olmuştur. Stresle başa çıkma iki kategoriye ayrılabilir; probleme dayalı stresle başa çıkma ve duyguya dayalı stresle başa çıkma. Diyabet hastalarında stresle başa çıkma yöntemi çalışmaları göstermiştir ki aktif veya probleme dayalı yöntem diyabetin klinik seyrinde daha yavaş kötüleşme ile ilişkiliyken (4) duyguya dayalı yöntem kötü metabolik kontrol ile ilişkilidir (5). Uykunun, hormonlar üzerinden diyabetin glisemik kontrolü üzerinde modülatör etkisi olabilir. Uyku bozukluğu kan glukozunu ve psikolojik savunma mekanizmalarını değiştirebilen bir stres faktörüdür (12).Cuellar ve ark. (13) geçenlerde yüksek HbA1c seviyelerinin uykusuzlukla ilişkili olduğunu göstermiştir. Fakat bizim çalışmamızda HbA1c seviyesi ile gündüz uykululuğu arasında anlamlı fark bulunamadı. Bu bulgular uyku bozukluğu yaşayan grubun sayıca azlığından kayanaklanabilir (n=16). Çalışmamızın bazı sınırlamaları bulunmaktadır. Öncelikle, küçük örnek kümesi ve kesitsel çalışma tarzı bulguları yorumlamayı zayıflatabilmektedir. İkinci olarak, uyku bozukluğu yaşayan diğer kronik hastaların kontrol grubu olarak kullanılması daha anlamlı olacaktır ve böylece diyabet hastalarının uyku bozukluğu ve stresle başa çıkma tarzları arasındaki ilişki daha açıklayıcı tartışılabilecektir. Sonuç olarak, bu çalışma uyku bozukluğunun diyabet hastalarının stresle başa çıkma tarzını etkileyebildiğini göstermektedir. Uyku bozukluğu olan hastalar probleme dayalı yöntemden ziyade duyguya dayalı 14 Araştırma yöntemi kullanmıştır. Bu ilişkinin muhtemel mekanizmasın yönelik detaylı çalışmalara da ihtiyaç duyulacaktır. Teşekkür Çalışmamızın gerçekleşmesine izin veren İç Hastalıkları Anabilim Dalı’na ve Diyabet Bölümü başkanı Sayın Prof.Dr. Volkan Yumuk Hocamıza, çalışmamızın yazımında ve istatistiğinde emeği geçen Psikiyatri Anabilim Dalın’dan Doç.Dr. Murat Emül hocamıza ve diyabet kliniğinde görev yapan Alev, Binnaz ve Sevilay hemşirelere çalışmamızda geçen emeklerinden dolayı ayrı ayrı teşekkürlerimizi sunarız. Referanslar 1. Sultan S, Epel E, Sachon C, Vailant G, HartemannHeurtier A. A longitudinal study of coping, anxiety and glycaemic control in adults with type 1 diabetes. Psychol Health 2008;23:73–89 2. Yi JP, Yi JC, Vitalioano PP, Weinger K. How does anger control affect glycaemic control in diabetes patients? International J Behav Med 2008;15:167–172 3. Luyckx K, Seiffge-Krenke I, Hampson SE. Glycemic control, coping, and internalizing and externalizing symptoms in adolescents with type 1 diabetes: a cross-lagged longitudinal approach. Diabetes Care 2010;33(7):1424-1429 4. Graue M, Wentzel-Larsen T, Bru E, Hanestad BR, Søvik O: The coping styles of adolescents with type 1 diabetes are associated with degree of metabolic control. Diabetes Care 2004;27:1313–1317 5. Skocić M, Rudan V, Brajković L, Marcinko D. Relationship among psychopathological dimensions, coping mechanisms, and glycemic control in a Croatian sample of adolescents with diabetes mellitus type 1. Eur Child Adolesc Psychiatry 2010;19(6):525533 6. Cappuccio FP, D'Elia L, Strazzullo P, Miller MA. Quantity and quality of sleep and incidence of type 2 diabetes: a systematic review and meta-analysis. Diabetes Care 2010;33(2):414-420 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Araştırma 7. Trento M, Broglio F, Riganti F, Basile M, Borgo E, Kucich C, Passera P, Tibaldi P, Tomelini M, Cavallo F, Ghigo E, Porta M. Sleep abnormalities in type2 diabetes maybe associated with glycemic control. Acta Diabetol 2008;45:225–229 8. Chasens ER, Olshansky E. Daytime sleepiness, diabetes, and psychological well-being. Issues Ment Health Nurs 2008;29(10):1134-1150 9. Johns MW. A new method for measuring daytime sleepiness: the Epworth sleepiness scale. Sleep 1991;14(6):540–545 10. Folkman S, Lazarus RS. If it changes it must be a process: Study of emotion and coping during three stages of a college examination. Journal of Personality and Social Psycholog 1985;48:150-170 11. Sahin NH, Durak A. (Ways of coping with stress: Adaptation for university students). Türk Psikoloji Dergisi 1995;10:56-73 (in Turkish) 12. Barone MT, Menna-Barreto L. Diabetes and sleep: A complex cause-and-effect relationship. Diabetes Res Clin Pract 2011;91(2):129-137 13. Cuellar NG, Ratcliffe SJ. A comparison of glycemic control, sleep, fatigue, and depression in type 2 diabetes with and without restless legs syndrome. J Clin Sleep Med 2008;4(1):50-56 15 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Olgu Sunumu GAPO SENDROMU: LİTERATÜR İNCELEMESİ VE BİR OLGU GAPO SYNDROME: LITERATURE REVIEW AND A CASE REPORT Mehmet Köstek, İstanbul Üniversitesi, Cerrapaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 4. Sınıf ÖZET GAPO (Growth retardation, Alopecia, Pseudoanodontia, Optic atrophy) sendromu literatürde bildirilen 30 vakayla oldukça nadir görülen bir klinik tablodur. Klasik olarak gelişim geriliği, kellik, dişlerin çıkmaması ve optik atrofiyle seyreden bir hastalıktır. 2 yaşından itibaren belirtileri başlamış olan 36 yaşındaki GAPO tanılı erkek hasta,kafa tabanı osteomyeliti tanısıyla servisimizde yatmakta ve tedavi altındadır. Anahtar Kelimeler: gelişim geriliği, kellik, dişlerin çıkmaması, optik atrofi ABSTRACT: GAPO (Growth retardation, Alopecia, Pseudoanodontia, Optic atrophy) syndrome is a very rare clinical condition with only 30 cases reported in literature. Classically the disease goes with the mental retardation, alopecia, pseudoanodontia and optic atrophy as its name indicates. 36 year-old male patient, whose symptoms has started at about 2 years old, is hospitalized and under treatment with the complication of skull-base osteomyelitis. Keywords: Growth retardation, Alopecia, Pseudoanodontia, Optic atrophy GAPO (Growth retardation, Alopecia, Pseudoanodontia, Optic atrophy) sendromu gelişim geriliği kellik, dişlerin çıkamaması ve optik atrofiyle seyreden bir hastalıktır (OMIM*230740). Bu durum ilk olarak 1947 yılında Anderson ve Pinborg (1) tarafından özel bir sendrom olarak tanımlanmış olsada GAPO ismi ilk defa 1984 yılında Tripton ve Gorlin tarafından kullanılmıştır (2). Nadir görülen bu sendrom hakkında şimdiye kadar yaklaşık olarak 30 hasta bildirilmiştir (3). Bazı yayınlarda hastalığın otozomal resesif olarak kalıtıldığı öne sürülmüştür. GAPO sendromlu hastalar kendilerine özgü bir yüz görünümü edindiklerinden yaşamlarının ilk 6 aylık döneminde bile tanınabilirler (3). Frontal çıkıntı, çökük burun kemeri, kaşların, kirpiklerin ve saçların olmaması önemli dış görünüş özellikleridir (4). GAPO sendromunun patogenezi tam olarak belli olmamakla beraber bazı olgularda yapılan biyopsilerin sonuçlarına bakıldığında GAPO sendromunda oluşan belirtilerin hücrelerarası bağ doku artışı sonucu ortaya çıktığı ve bu durumun doku ve organların fonksiyonlarını bozduğu öne sürülmüştür. Özellikle hücrelerarası bağ dokunun yıkımından sorumlu bir enzim defekti sonucu 16 bağ doku artışı nedeniyle bu sendromun ortaya çıktığı düşünülmektedir (5). GAPO sendromlu hastaların yaşam sürelerinin düştüğü ve birçoğunun ömürlerinin 3. veya 4. on yıllık döneminde vefat ettikleri belirtilmiştir. Bu durumun özellikle interstisyal fibrozis ve ateroskleroz ile ilişkili olduğu ifade edilmiştir (5). OLGU SUNUMU 36 yaşında Samsunlu, çiftçilikle uğraşan GAPO sendromlu hastamızın anne ve babası akraba olup hastamızın amcasının oğlu ve kızı da GAPO sendromu tanılıdır. 2,5 yaşına kadar normal bir gelişim gösteren hastanın bu yaştan sonra gelişme geriliği ve saçlarında dökülmeler başlamış, süt dişleri döküldükten sonra kalıcı dişlerinin damak içinde kaldığı saptanmıştır (pseudoanodontia). 10 yaşında ise detayları görmede zorluk, 11 yaşında çift görme ve göz ağrısı, sol gözde total vizyon kaybı gelişmiş ve sağ gözden opere edilmiş. 13 yaşında her 2 gözden opere olmuş ve sağ gözde görme kaybı devam etmiş. 19 yaşında tekrar sağ gözden opere olmuş. GAPO sendromlu birçok hastada bazı durumlarda optik atrofi yerine oküler Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi bulgular da tanı kriteri olarak kullanılabilmektedir (4). Daha sonra 2009 yılında sağ kulağında iltihap ve işitme kaybı saptanan hastamızın Ocak 2011 de şiddetli baş ve kulak ağrısı gelişmiş. Yapılan ileri incelemelerde bu ağrıların sebebi olarak sağ kulakta iltihabın arttığı saptanmış ve hasta opere edilmiş, iltihabın bir kısmı boşaltılmış ancak işitme kaybı devam etmiş. Haziran 2011 de sol kulakta da işitme kaybı başlamış; orada da iltihap saptanmış. Haziran 2011’ den bu yana yürürken sendeleme, dengesizlik ve düşme öyküsü bulunan hasta Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı servisine yatırıldı. Olgu Sunumu büyüğünden biyopsi yapıldı. Patolojik inceleme sonucunda epidermoid kist içeriği, tenofasyal kollajenize bağ doku, dev hücre oluşturan fokal ksantomoz saptandı. Şekil 2: Frontal çıkıntı ve kafa derisindeki yumuşak doku kalsifikasyonları TARTIŞMA Şekil 1 : Kellik ve karakteristik yüz şekli Yapılan kranial BT incelemesinde maksiller, temporal, oksipital kemiklerde ve kafa tabanında yaygın olmak üzere diploe mesafesi genişlemeleri ve heterojen dansiteler izlenmiş; konveksitede solda belirginleşmiş ve her iki serebral hemisferde hipodens alanlar saptanmıştır. Enfeksiyon hastalıklarına danışılan hastaya kafa tabanı osteomiyeliti ön tanısı konuldu. Ayrıca daha sonra yapılan hücre kültürü ve alınan kulak sürüntüsünde metisiline duyarlı koagülaz negatif Staphylococcus aureus saptandı. Hastaya antibiyotik tedavisi verildi. Hastamızın kafa derisinde yumuşak doku kalsifikasyonları saptandı ve bunların en GAPO sendromu ilk olarak 1947 yılında tanımlanmış olsada, hala tam olarak etiyolojisi belirlenmiş değildir. Genellikle akraba evliliklerinde ortaya çıkıyor olması akraba evliliklerinin bir risk faktörü olarak düşünülmesine sebep olmuştur. Ayrıca otozomal resesif geçişli bir kalıtsal hastalık olduğuna yönelik çalışmalarda mevcuttur (3). Cilt ve dişeti biyopsileri yapılan çalışmalarda kollajen fibrillerin anormal birikimi kollajen fibrillerin üretiminde bir bozukluk olduğunu göstermektedir (3). Bunun yanında elastik liflerin sayısında düşüş olduğu da belirtilmektedir (4). Sonuç olarak, bizim vakamızda da olduğu gibi, bilinen diğer vakaların birçoğunun da akraba evliliği sonucu doğan bireylerde ortaya çıkması ve birçok vakada benzer cilt patolojilerinin bulunması hastalığın bağ dokuyu etkileyen genetik bir altyapısının olduğunu göstermektedir. 17 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi REFERANSLAR 1. Anderson TH, Pindborg JJ. Et tilfaelde at total ‘‘pseudoanodonti’’ I forbindelse med kranie deformitet, dvaergvaekst og ektodermal dysplasi. Odontol Tilster 1947; 55:484–493. 2. Tipton RE, Gorlin RJ. Growth retardation, alopecia, pseudoanodontia, and optic atrophy–the GAPO syndrome. Am J Med Genet 1984; 19:209–216. 3. Nanda A, Al-Ateeqi WA, Al-Khawari MA, Alsaleh QA, Anim JT. GAPO syndrome: a report of two siblings 18 Olgu Sunumu and a review of literature. Pediatr Dermatol. 2010;27(2):156-61. 4. Demirgüneş EF, Ersoy-Evans S, Karaduman A. 2009. GAPO syndrome with the novel features of pulmonary hypertension, ankyloglossia, and prognathism. Am J Med Genet Part A 149A:802–805. 5. Wajntal A, Koiffmann CP, Mendonc¸a BB et al. GAPO syndrome(McKusick *23074) – a connective tissue disease: report of two affected sibs and on the pathologic findings in the older. Am J Med Genet 1990; 37:213–223. Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Derleme DEPRESYON DEPRESSION Ayşe Yasemin ÖZGAN, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 6.Sınıf ÖZET Depresyon hikayesi insanlık tarihiyle başlamış, ilk hekim Hipokrat’tan bu yana bilinen bir duygudurum bozukluğudur. Bu kadar uzun süredir bilinen bu hastalık adına, 20.yüzyılın başlarına kadar tanı ve tedavi açısından birçok yöntem denenmekle birlikte altta yatan neden ve tedaviye yönelik çok somut başarılar elde edilememişti. Ancak 1900’lerin başlarında Freud’un psikanalizi bir tedavi seçeneği olarak sunması ve ardından gelen medikal tedavideki büyük yenilikler (Lityum, MAOI, SSRI gibi ilaçların kullanıma girmesi) depresyon tedavisinde bir anda büyük bir ilerleme kaydetmemize olanak sağlamıştır. Medikal tedavinin yanı sıra günümüzde elektrot implantasyonları gibi yeni tedavi seçenekleri de denenmekte ve bu alanda ilerleme kaydetmek için çalışmalar devam etmektedir. Anahtar Kelimeler: depresyon, psikanaliz, geri alım inhibitörleri, elektrot implantasyonu The history of depression started with the first human on earth, is an affective mood disorder which is known since the times of the first physician Hippocrates. Despite this long time, unfortunately we didn’t know so much about the underlying etiology and treatment of the disease until the beginning of the 20th century. However; with the introduction of psycoanalysis as a treatment option by Freud at the begining of 1900’s and then with the great inventions in medical treatment (the usage of Litium, MAOI, SSRI…) a huge progress in the depression treatment has been achieved. Besides the medical treatment, nowadays new techniques are studied such as the electrode implantations and the studies in this field are kept going. Keywords: depression, psycoanalysis, reuptake inhibitors, electrode implantation “ AKIL KENDİ BAŞINA CENNETİ CEHENNEM, CEHENNEMİ CENNET YAPABİLİR.” J.Milton Depresyonun hikayesi insanlık tarihi ile başlar. Eski uygarlıkların kitaplarında bu hastalığa sahip insanların şeytanlar tarafından ziyaret edildiğine inanılırken daha sonraki dönemlerde eski İngiliz yazılarında yer alan ‘’melankoli’’ sözcüğü yüzyıllardır duygudurum bozukluklarının karşılığı olarak kullanılmıştır. İngiliz yazar Chaucer ve Shakespeare ‘’melankoli’’ konusuna yapıtlarında yer vermişlerdir. Depresyonun en eski tanımları M.Ö 4. yy’de yaşamış olan ‘’tıbbın babası’’ olarak bilinen Hippocrates’e kadar dayanmaktadır. Hippocrates, mental hastalıkların, olağanüstü güçler nedeniyle değil, doğal nedenlerle oluştuğuna inanmıştır. Melankoliyi tanımlarken de nedenin dalaktan fazla üretilen siyah safra olduğunu ileri sürmüştür. ’’Melan’’ siyah,’’koli’’ ise safra karşılığı olup melankoliyi bu şekilde adlandırmıştır. Depresyonla baş edebilmek için ise günümüzde de kısmen kullanılmakta olan gevşeme teknikleri ve sağlıklı yaşam stratejileri geliştirerek organizmanın dengesini yeniden kurmasını önermiştir. Tıbbi bir deyim olarak depresyon, bilişsel ve işlevsel duygudurum bozulmalarının eşlik ettiği, fiziksel ve davranışsal değişikliklerinin ortaya çıktığı ciddi bir hastalıktır. Kötü hissetme halinden ya da stresli olmaktan öte bir durumdur. En bilinen şekliyle depresif bozukluk, aşağıdaki özellikleriyle karakterizedir: 19 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Derleme -Genellikle daha uzun sürse de en az 2 hafta sürer. -Duygudurum, davranış, düşünme ve görünümle ilişkili spesifik durumlarla kendini gösterir. -Gündelik yaşamdaki aktiviteleri bozar. -Tıbbi ve psikolojik bir tedavi gerektirir. bozmaz ve arada uzun olmayan iyilik halleri vardır. İş ve sosyal yaşantıda sorunlara yol açabilir. Distimi en az 2 yıl, bazen de 5 yıldan fazla sürer. Eğer majör depresyon distimi ile beraber olursa buna ‘’ikili depresyon’’ denir. Depresyon pesimist olma ya da hüzünlü olmanın tersine çok daha uzun zaman devam eden bir durumdur. Keder, üzüntü gibi durumlar bir yıl içinde sonlansa da çok ağır durumlarda veya uzun sürdüğünde depresyonla karışabilir. Ana farkı ortaya koymaya yönelik çalışmalar “kendini suçlama durumu’’nun ayırt edici olduğuna işaret etmektedir. Depresifler değersizlik hissi içerisindeyken kederli kişide bu yoktur. Diğer yandan depresif kişilerde kendine ve diğer bireylere karşı negatif duyguların kognitif kontrolü azalmıştır. Bu durumun, majör depresyon hastalarının fonksiyonel dinlenme hali (resting-state) manyetik rezonans görüntüleme çalışmalarına dayanarak, superior frontal girus, insula ve putameni kapsayan ‘nefret devresi’ndeki (hatecircuit) değişikliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. 3.Minör Depresyon: 2 hafta ya da daha fazla süren majör depresyonun kriterlerini tamamlamayan semptomlardır ki tedavi görmemiş kişiler majör depresyon risk grubundadırlar. Epidemiyolojik olarak bakıldığında kadınlar erkeklere göre anlamlı bir şekilde depresyona daha yatkındırlar. Depresyonun yaşam boyu yaygınlığı kadınlar için %1025, erkekler için %5-12 ‘dir. Bu farkı açıklamaya yönelik çeşitli görüşlerden biri hormonal faktörlerin ve stres etkenlerinin kadınları daha yatkın hale getirdikleri şeklindedir. Bazılarına göre ise yaygınlık oranı her iki cins için de eşit fakat mevcut tanı ölçütlerinin erkeklerde tanı koyma konusunda yeterli olmayışıdır. İlk depresif atak, tipik olarak yaşamın en verimli dönemlerinden olan 25 ile 44 yaşları arasında görülmektedir. Tedavi sürecinde en iyi yöntemi belirlemek amacıyla depresyon 4 temel gruba ayrılır: 1.Majör Depresyon: Depresyonun en sık rastlanan şeklidir.2 haftadan fazla süren depresif duygudurum ya da sevilen etkinliklere karşı ilgisizliğin yanı sıra kilo kaybı, uyku problemleri, psikomotor ajitasyon ya da retardasyon, yorgunluk, impotans, yineleyen intihar ya da ölüm düşünceleri gibi semptomlar da beraberinde görülebilir. 2.Distimi: Uzun süren hafif depresyondur. Kelime yunanca ‘’thymus’’ bezinden gelmektedir. Thymus eskiden tüm duyguların merkezi olarak düşünülmüştür. Distimi genelde işlevselliği tamamen 20 a.Psikotik Depresyon: Ağır depresyonun yanı sıra bazı psikotik durumların da (delüzyon, halüsinasyon) görüldüğü durumdur. b.Postpartum Depresyon: ’’Bebek hüznü’’ (Baby Blues) olarak bilinen durumdan çok daha ağır bir durumdur. Doğum yapmış kadınların %10-15’inde görülmektedir. c.Depresif Uyum Bozukluğu: Stres oluşturabilecek bir durumla karşı karşıya kalınması sonrası depresif belirtilerin ortaya çıkmasıdır ki en tipik örneği güneş ışığının azlığından dolayı kış aylarında görülen depresif duygudurum değişiklikleridir. 4.Bipolar Bozukluk: Tekrarlayan depresyon atakları ve mani atakları içeren daha önce manik-depresif bozukluk olarak da bilinen bir hastalıktır. Maninin belirtileri ise; benlik saygısında aşırı artış, artmış enerji, azalmış uyku ihtiyacı, irritabilite, libido artışı, sosyal davranışlarda agresyon, alkol veya madde kullanımı olarak sınıflandırılabilir. Depresyonun tedavisi için uzun yıllar içinde farklı yöntemler geliştirilmiştir. 1900’lerde Sigmund Freud’un ‘’Yas ve Melankoli’’ adlı çalışması ile depresyonun psikoanaliz ile tedavi edilebilceği düşünülmüş, sonrasında 1930’larda elektrokonvulsif tedavi (Epilepsi hastalarının daha az ruhsal problemlere sahip olduklarının fark edilmesiyle bulununan yöntem sağlıklı kişilere epilepsi oluşturacak ilaçlar enjekte etme fikri üzerine kurulmuştur. Sonrasında ise kimyasal maddelerin yerini elektrik akımı almıştır) kullanılmaya başlanmıştır. 1950’lerin başlarında ilk kuşak antidepresanlar [imipramin (tofranil)] depresyon tedavisinde yeni bir alternatif olarak kullanıma girmiştir. Bu yıllardaki ikinci buluş ise tüberküloz tedavisinde gerçekleşmiştir. Depresif tüberkülozlu hastalarda iproniazidin de duygulanımda iyileşmeye yol açtığı doktorlarca gözlenmiştir. İproniazid, monoamin inhibitörleri(MAOI’leri) sınıfında ilk ilaç olmuştur. MAOI’leriyle ilgili en önemli sorun tiramin aminoasidini yüksek derecede içeren Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi yiyecek(peynir, çikolata, fasülye gibi) ve ilaçlar ile MAOI’leri arasında etkileşim olması ve bunun da hipertansiyona ve miyokard infarktüsüne yol açmasıdır. 1950’lerin sonunda psikoterapi de depresyonun tedavi yöntemleri arasında yerini almıştır ki o yıllarda bugün de kullanılan bilişseldavranış terapileri ve kişiler arası terapi yöntemleri geliştirilmiştir. 1970’lerde ise lityum dugyudurum stabilizörü olarak hem mani hem depresyonun tedavisinde kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim mani tedavisinde daha etkili olduğu belirlenmiştir. Lityumdan önce bipolar depresyonda antidepresan ilaçlar tek alternatifti ancak maniyi tetikleyebilmekteydi. Lityum ile antidepresanları kombine etmek bu yan etkinin azalmasına neden olmuştur. 1980’lerin başında mevsimsel döngülü depresyon (yukarı enlemlerde yaşayan insanlarda gün ışığı azlığından kaynaklanır) ilk olarak tanımlanmış ve gün ışığı veren kaynakların kullanımı başlamıştır. 1980’lerin sonunda ikinci kuşak antidepresanlar olan Selektif Seratonin Geri-alım İnhibitörlerinin (SSRIs) bulunması depresyon tedavisinde devrim etkisi yaratmıştır. Bu ilaçların bugün en çok kullanılanları fluoxetine, sertraline, escitalopram, paroxetine ve citalopram‘dır. SSRI kullananlarda barsak problemleri görülebilir veya bu ilaçlar cinsel fonksiyon bozukluklarına yol açabilir. Çok nadir görülmeyen ama yaşamı tehdit eden yan etkilerinden bir tanesi de “Serotonin Sendromu”dur. Bu durum genellikle SSRI’ların serotonini etkileyen başka bir ilaçla veya başka bir antidepresanla beraber kullanılması sonucu ortaya çıkar. Bu nedenle “St. John’s Wort” gibi bitkisel nitelikli reçeteye girmeyen bir ilaçla SSRI’lar beraber kullanılmamalıdır. ”St. John’s Wort” Hiperikum Perforatum adlı bitkiden elde edilen bir preparattır ve günümüzde Avrupa’da anksiyete, depresyon ve uyku bozukluklarının tedavisinde kullanılan bir maddedir. Serotonin yanı sıra başka nörotransmitterlerin de geri alnımı engelleyen Serotonin-Norepinferin Geri-alım İnhibitörleri (Venflaksin) ve ya Norepinefrin-Dopamin Geri-alım İnhibitörleri (Bupropion) gibi karışık gerialım inhibitörleri de kullanılmaktadır. 1990’larda ilaç ve psikoterapi kombinasyonları kullanılmaya başlanmıştır. Tedavi konusunda alternatif yöntemler de bulunmaya başlanmıştır. Bu alternatif yöntemlerden en önemlisi, plasebo kontrollü elektrot implantasyonun uzun dönem majör depresif hastaları tedavi ettiği ya da semptomları çok hafife indirgediğini gösteren çalışmadır. Subcallosal bölgenin ve cingulate girusun beyaz cevherine elektrot implante edilmesi Derleme fikrine dayanan bu yöntemin dezavantajı ise cevabın iki yıl kadar uzun bir sürede alınıyor olmasıdır. Yine de majör depresyonun antidepresanlara ya da terapilere olan yanıtının az olduğu ya da belli bir süre sonra azaldığı göz önünde bulundurulduğunda bu gelişme neredeyse ‘’mucizevi’’ olarak nitelendirilmiştir. Bunların dışında henüz yaygın olarak kullanılmayan fakat araştırlamalarda olumlu sonuçların bildirildiği N.Vagus stimulasyonu (VNS) ve Tekrarlayıcı Transkraniyal Manyetik Stimülasyon (rTMS) gibi yeni yöntemler de bulunmaktadır. Depresyonu olan birçok insan için yardım söz konusudur. Yüzyıl önce depresyonun ne kadar kötü tedavi edildiğini düşünürsek, araştırmacıların hastalığı kontrol etmekte belirgin bir ilerleme kaydettikleri yadsınamaz bir gerçektir. Bu alanda yapılan birçok çalışmanın ışığında, depresyon tanı ve tedavisinde gelecekte daha fazla gelişmelerin olacağını da söyleyebiliriz. Referanslar 1. Keith G. Kramlinger-Mayo Clinic on Depression (Mayo Clinic on Health)- Mason Crest Publishers (2002) 2. Öztürk O., Uluşahin A. Ruh Sağlığı ve Bozuklukları. Ankara: Tuna Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. 2008; 337-427 3. Tsuang MT, Faraone SV. The genetics of mood disorders. Baltimore, MD: Johns Hopkins University Press, 1990. 4 4. H Tao, S Guo, T Ge, K M Kendrick , Z Xue, Z Liu and J Feng Depression uncouples brain hate circuit Molecular Psychiatry advance online publication 2011; doi: 10.1038/mp.2011. 5. Holtzheimer, P. E. et al. Arch. Gen.Psychiatry http://dx.doi.org/10.1001/archgenpsychiatr y.2011.1456 6. Sadock VJ, Sadock VA. Kaplan and Sadock's Concise Textbook of Clinical Psychiatry, (Çev. Edi: Aydın H, Bozkurt A) Güneş Kitapevi Ltd Şti, Lippincott Williams and Wilkins. 2005; 173-210 7. Yazıcı O., Oral E.T., Vahip S. Türkiye Psikiyatri Derneği Duygudurum Bozuklukları Çalışma Birimi. Depresyon Sağaltım Kılavuzu Kaynak Kitabı. Ankara: Tuna Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. 2008 21 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale BELLEĞİN BİYOLOJİSİ: 40 YILLIK PERSPEKTİF THE BIOLOGY OF MEMORY: A FORTY-YEAR PERSPECTIVE Eric R. Kandel Ahmed Serkan Emekli, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 4. Sınıf Nörobilim Topluluğu (Society for Neuroscience) kurulduğundan beri geçen 40 yılda bellek biyolojisi hakkında anlayışımız önemli ölçüde ilerleme kaydetmiştir. Tarihsel bir bakış açısıyla, bu zaman sürecinde nörobiyolojik araştırmadaki büyüme dört ayrı periyod olarak ele alınabilir. Burada, kişiselleştirilmiş ve selektif bir yol planlamak için bellek depolama biyolojisi anlayışımızdaki kırk yıllık olağanüstü gelişmeler ışığında bir kronoloji kullanıyorum. Bellek ilişkili sinaptik plastisite biyolojisinin ortaya çıkışı 1969’da, Brenda Miller’ın öncülük eden çalışmasından belleğin hipokampüs ve medial temporal lobda depolandığını öğrenmiştik. Buna ek olarak, Larru Squire’ın çalışması beyinde 2 majör bellek sistemi olduğunu ortaya çıkarmıştır: dekleratif(explicit) ve prosedürel(dekleratif olmayan veya implicit). Dekleratif bellek, gerçekler ve olaylar –insanlar, mekanlar ve objeler- için olan bellek, medial temporal lob ve hipokampüse ihtiyaç duymaktadır (Scoville ve Milner, 1957; Squire, 1992; Schacter ve Tulving, 1994). Bunun tersine, birden çok beyin sistemlerinin (serebellum, striatum, amigdala ve en temel durumlarda basit refleks yollarının kendileri) işin içine girdiği kanıtlanmış, algısal ve motor yetenekler için olan prosedürel bellek ve non-dekleratif belleğin diğer formları hakkında daha az bilgiye sahiptik. Herhangi bellek türünün depolanma mekanizması hakkında da daha az bilgiye sahiptik. Depolama mekanizmalarının sinaptik veya nonsinaptik olup olmadığını bile bilmiyorduk. 1968’de Alden Spencer ve ben Physiological Reviews için “Öğrenme Çalışmalarında Hücresel Nörofizyolojik Yaklaşımlar” (“Cellular Neurophysiological Approaches in the Study of Learning”) adını verdiğimiz bir perspektif yazmaya davet edildik. Bu yazıda, bellek çalışılmasında referans çerçevesi olmadığına dikkat çektik. Çünkü bellek biyolojisinin ulaştığı iki çelişkili yaklaşım olan, 1950’lerde Karl Lashley tarafından 1960’larda Ross Adey tarafından savunulan ve bilginin birçok nöronun toplam aktivitesiyle ortaya çıkan 22 bioelektrik alanda depolandığını varsayan toplam alan yaklaşımı ve Santiago Ramon y Cajal’ın öğrenmenin, sinapsın kuvvetindeki değişim sonucu olduğu fikrinden (1894) kaynak alan hücresel konneksiyonist yaklaşım arasındaki ayrımı halen yapamadık. Bu fikir daha sonra Kornorski tarafından sinaptik plastisite olarak yeniden adlandırılmış ve Hebb tarafından öğrenmenin daha arıtılmış modelleriyle birleştirilmiştir. Yazımızı, bu alternatifler arasındaki ayrımı bir davranışın nöronal bileşenlerindeki spesifik değişimler ile öğrenme ve bellek depolanması sırasındaki o davranışın modifikasyonunu ilişkilendirerek rahat bir şekilde ayırabilen davranışsal sistemler geliştirilmesi gerekliliğine vurgu yaparak sonuca ulaştırdık (Kandel ve Spencer, 1968). Prosedürel bellek Bu şekilde analiz edilen ilk davranışsal sistemler, prosedürel bellek bağlamındaki öğrenmenin basit formları olmuştur. 1969’dan 1979’a kadar, birçok işe yarar model sistemleri ortaya çıkmıştır: tavşanların fleksiyon refleksi, tavşanların göz kırpma cevabı, ve çeşitli omurgasız sistemleri: Aplysia‘nın solungaç geri çekme refleksi, sineklerde koku öğrenme, Tritonia’nın kaçış refleksi, ve Hermissenda, Pleurobranchaea, Limax, kerevit ve balarılarındaki çeşitli davranışsal modifikasyonlar. Çalışmalar, nöral devredeki öğrenme ve bellek depolanmasıyla modifiye edilen bölgelerin saptanması ve bu değişimlerin hücresel tabanının belirtilmesini amaçlamıştır (Spencer ve ark., 1966; Krasne, 1969; Alkon, 1974; Quinn ve ark., 1974; Dudai ve ark., 1976; Menzel ve Erber, 1978; Thompson ve ark., 1983). Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Bu basit sistem yaklaşımlarından birçok anlayış hızlıca ortaya çıkmıştır. İlki tamamen davranışsal olup, sınırlı sayıda nörona sahip hayvanların -Aplysia merkezi sinir sisteminde ~20,000 ve Drosophilia’da ~300,000- bile kayda değer öğrenme kapasitesinin olduğunu ortaya çıkarmıştır. Aslında, Aplysia’nın belki de en basit davranışsal refleksi olan solungaç geri çekme refleksi bile beş farklı öğrenme formuyla modifiye edilebilir: habituasyon, dishabituasyon, sensitizasyon, klasik şartlanma ve edimsel şartlanma. Bu basit sistemlerin uygunluğu bellek mekanizmasının, başlangıç olarak birkaç dakikadan bir saate kadar son bulan kısa dönemli değişikliklere odaklanan ilk analizlerini ortaya çıkarmıştır. Bu çalışmalar, Aplysia’nın solungaç geri çekme refleksi ve kerevitin kuyruk dokunma cevabının her ikisinde de belirgin olan öğrenme ve kısa dönemli bellek mekanizmasının, transmiter salınımının modüle edilmesinin getirdiği sinaptik kuvvetteki değişim olduğunu göstermiştir. Transmiter salınımındaki azalma kısa dönemli habituasyonla ilişkilidir, oysa kısa süreli dishabituasyon ve sensitizasyonda transmiter salınımında artış yaşanmaktadır (Castellucci ve ark., 1970; Zucker ve ark., 1971; Castellucci ve Kandel, 1974, 1976) (daha eski derlemeler için, bkz. Kandel, 1976; Carew ve Sahley, 1986). Aplysia‘nın solungaç geri çekme refleksinin motor ve duysal nöron bağlantılarının hücre biyolojisi çalışmaları, sensitizasyonun ürettiği transmiter salınımındaki kısa süreli artışın biyokimyasal mekanizmasını ortaya çıkarmıştır (Brunelli ve ark., 1976). Kuyruğa yapılan tek zararlı (duyarlılaştıran) uyarı bilinen üç düzenleyici nöron sınıfının aktifleşmesine yol açmaktadır. En önemlileri serotonin salgılamaktadır. Serotonin, duysal nöronlarda cAMP düzeyinin artmasını sağlamaktadır. Bu da, sinaptik iletimi artıran cAMP’ye bağlı protein kinaz(PKA)’ı aktifleştirmektedir. Direk olarak duysal nöronun içine cAMP veya PKA’nın katalitik alt ünitesinin enjekte edilmesi de transmiter salınımının artırılması için yeterlidir (Brunelli ve ark., 1976; Castellucci ve ark., 1980). Çeviri Makale Solungaç geri çekme refleksi çalışmaları aynı zamanda, öğrenmenin temel formlarının bile ayrı kısa ve uzun dönemli bellek depolama aşamalarına sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bir eğitim denemesi dakikalar içinde son bulan kısa dönemli hafızaya sebep olurken, aralıklarla tekrar edilen eğitim günler veya haftalar içinde son bulan uzun dönemli hafızaya sebep olmaktadır (Carew ve ark., 1972; Pinsker ve ark., 1973). Bu davranışsal aşamalar, altında yatan sinaptik plastisite –dakikalar ve saatler içinde son bulan kısa dönem ve günler-haftalar içinde son bulan uzun dönem- aşamalarına paraleldir (Carew ve ark., 1972; Castellucci ve ark., 1978). Uzun dönemli belleğin erken çalışmalarındaki en şaşırtıcı ve dramatik bulgulardan birinde, Craig Bailey ve Mary Chen (1988) , solungaç geri çekme refleksinde, derin yapısal değişikliklerin habituasyon ve sensitizasyondaki uzun dönem bellek depolanmasına eşlik ettiğini bulmuşlardır. Alıştırılmış (habituated) hayvanların duysal nöronları bazı presinaptik terminallerini geri çekmiştir. Böylece motor nöronlar ve ara nöronlarla, kontrol hayvanlarının duysal nöronlarından 35 daha az bağlantı yapmıştır. Buna zıt olarak, uzun dönem sensitizasyonu takiben, duysal nöronların presinaptik terminal sayısı iki katından daha fazla artmıştır. Bu öğrenmeye bağlı sinaptik gelişme duysal nöronlarla sınırlı değildir. Postsinaptik motor nöronların dendritleri de ek duysal girdilere yer sağlamak için büyüyüp, yeniden modellenmektedir. Bu sonuçlar presinaptik ve postsinaptik hücrelerdeki net yapısal değişikliklerin, öğrenmenin temel formlarına bile ve Aplysia belleğine eşlik edebileceğini ve davranışsal modifikasyonda kritik olan fonksiyonel sinaptik bağlantıların toplam sayısının artmasına veya azalmasına hizmet ettiğini göstermektedir (Bailey ve Chen, 1988). Bu basit davranışlarla ilgili erken hücresel çalışmalar, Ramon y Cajal’ın nöronlar arasındaki sinaptik bağlantıların değişmez olmadığı, öğrenme ile modifiye edilebileceği ve bu anatomik modifikasyonların bellek depolanmasında temel bileşenler olarak hizmet edeceği görüşüne direk kanıt sağlamaktadır. Solungaç geri çekme refleksinde, sinaptik kuvvetteki değişim, 23 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi sadece duysal nöronlar ile onların motor nöronları arasındaki bağlantıda değil aynı zamanda duysal nöronlarla ara nöronlar arasındaki bağlantılarda da gerçekleşmektedir. Sonuç olarak, bellek depolanması, temel prosedürel bellek için bile birçok bölge arasında yayılmıştır. Bu çalışmalar tek sinaptik bağlantının, öğrenmenin farklı formları tarafından zıt yollarla ve farklı bellek aşamaları için dakikalardan haftalara kadar değişen farklı zaman aralıkları için modifiye edilebilme kapasitesinin olduğunu göstermiştir. Omurgasızlardaki bellek çalışmaları, ilk olarak klasik davranışçılar (Pavlov ve Thorndike) ve onların modern karşılıkları (Kamin, Rescorla ve Wagner) tarafından omurgalılarda tanımlanan bir takım fizyolojik konseptleri de tarif etmektedir. Dahası, tamamen davranışsal çalışmalar sonucu çıkan fizyolojik konseptler, artık altta yatan hücresel ve moleküler mekanizmalar açısından açıklanabilmektedir. Örneğin, solungaç geri çekme refleksine aracılık eden aynı duysal nöron-motor nöron sinapslarının öğrenme ve belleğin substratları olduğu bulgusu, prosedürel bellek depolanmasının, görevi sadece bilgiyi işlemek yerine depolamak olarak özelleşmiş, üst üste gelmiş bellek nöronlarına bağlı olmadığını göstermiştir. Aksine, basit nondekleratif belleğin depolanabilmesi yeteneği refleks yolaklarının nöral mimarisi içinde inşa edilmiştir. Dekleratif Bellek Geçmiş şeylerin hatırlanması medial temporal lob ve hipokampüsü içeren özel bir sisteme ihtiyaç duymaktadır. 1971’de John O’Keefe sıçanın hipokampüsündeki nöronların sadece tek duysal modaliteden -görme, ses, dokunma veya ağrı- değil aynı zamanda hayvanın çevresi hakkında birden çok duyuya bağlı bilgileri kaydettiğini keşfetmesi araştırmada yeni bir çağ açmıştır (O’Keefe ve Dostrovsky, 1971). O’Keefe’nin “yer hücreleri”(place cells) olarak adlandırdığı bu hücreler, hayvan çevredeki özel bir alana girdiğinde selektif olarak ateşlenmektedir. Bu bulgulara dayanarak, O’Keefe ve Nadel (1978), hipokampüsün hayvanın dış çevrede gezinmek için kullandığı bir kognitif haritayı içerdiğini öne sürmüşlerdir. 24 Çeviri Makale O’Keefe’den bağımsız olarak, Pen Andersen’in Oslo’daki laboratuarında çalışan Timothy Bliss ve Terje Lømo da hipokampüsü araştırmaktaydı ve hipokampüsün perforan yolağındaki sinapsların bellek depolanmasını sağlayabilecek kayda değer plastik yeteneklerinin olduğunu keşfetmişlerdi (Bliss ve Lømo, 1973). Hemen sonrasında ise kısa, yüksek frekanslı aksiyon potansiyeller dizisinin üç ana hipokampal yolağın herhangi birinde sinaptik iletiyi güçlendirdiği açığa çıkmıştır. Bu uzun dönem potensiyelizasyon (UDP) birkaç formu bulunmaktadır. Perforan ve Schaffer kollateral yolaklarında, UDP asosyatiftir ve postsinaptik aktivite tarafından takip edilen bir presinaptik aktiviteye ihtiyaç duymaktadır. Yosunsu lifler yolağında, UDP nonasosyatiftir ve çakışan başka bir aktiviteye ihtiyaç duymamaktadır (Bliss ve Collingridge, 1993). UDP’nin çeşitli formlarına ait anahtar anlayış Jeffrey Watkins’in, 1960larda glutamatın beyindeki ana eksitatör transmiter olduğu ve NMDA ile NMDA olmayan (AMPA, kainite ve metabotropik) olarak iki ana gruba ayırdığı birçok farklı reseptör üzerinden etkisini gösterdiğini ortaya çıkaran keşfinden kaynak almıştır. Bunların her birine spesifik antagonistlerin bulunması sırasında, Watkins, Mg+2’nin NMDA reseptörlerini bloke ettiğini keşfetmiştir (Watkins ve Jane, 2006). Philippe Ascher ve Gary Westbrook daha sonra Mg+2’nin blokunun voltaj bağımlı olduğunu bulmuşlardır (Nowak ve ark., 1984; Mayer ve ark., 1984). Bu önemliydi çünkü Schaffer kollateral yolağındaki UDP NMDA reseptörüne ihtiyaç duymakta ve reseptör postsinaptik hücre depolarize olduğunda bloklanmamış olmaktadır. Bu durum normalde sadece presinaptik aksiyon potansiyeli patlaması sonucunda olulmaktadır. Sonuç olarak, NMDA reseptörü Hebbian asosyatif özelliklerine sahiptir. Mg+2 blokajını kaldırmak için, presinaptik nöron glutamat sağlamak için postsinaptik hücre aksiyon potansiyelini ateşlemeden hemen önce aktive olmak zorundadır (Bliss ve Collingridge, 1993). Gary Lynch ve Roger Nicoll, sonrasında Schaffer kollateral yolağındaki UDP’nin indüksiyonu için postsinaptik hücre içine Ca+2’nin akışına ihtiyaç duyduğunu bulmuşlardır (Lynch ve ark. 1983; Malenka Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale ve ark., 1988). Ca+2 direk veya indirek olarak en az üç protein kinazı aktifleştirmektedir: (1) kalsiyum/kalmodulin protein kinaz II (Malenka ve ark., 1989; Malinow ve ark., 1989), (2) protein kinaz C (Routtenberg, 1986; Malinow ve ark., 1988) ve (3) tirozin kinaz fyn (O’Dell ve ark., 1991; Grant ve ark., 1992). 1980lerin başında, sinir sistemi üzerine getirilen moleküler biyoloji anlayış ve metotları, kısa dönem belleğin nasıl çalıştığını ve uzun dönem belleğe nasıl dönüştürüldüğünü araştırmayı mümkün hale getirmiştir. Kalan ana soru UDP’nin presinaptik veya postsinaptik olarak eksprese edilip edilmediği kalmıştır. Nicoll’un, Schaffer kollateral yolağındaki UDP’nin, NMDA-tip reseptör bileşenindeki ufak değişim ile EPSP’nin AMPA-tip reseptör bileşenindeki selektif artışla ilişkili olduğu bulgusu, bu sinapstaki UDP’nin postsinaptik olarak başlatıldığı ve eksprese edildiğini gösteren ilk kanıtı sağlamaktadır (Kauer ve ark. 1988). Roberto Malinow, sonrasında AMPA-tip reseptörlerin yanıtındaki artışın, postsinaptik membrana geri dönüşüm endozomlarında depo edilen intraselüler AMPA-tip reseptörleri havuzundan yeni reseptör kümelerinin hızlıca eklenmesinden kaynaklanmakta olduğunu keşfetmiştir (Shi ve ark., 1999; ayrıca bkz. Carroll ve ark., 1999 ve Nicoll ve ark., 2006). Ancak diğer çalışmalar, postsinaptik hücreden bir veya daha fazla retrograd haberciye ihtiyaç duyan ek presinaptik değişiklikleri işin içine sokmaktadır (Bolshakov ve Siegelbaum, 1994; Emptage ve ark., 2003). Bu farklılıklar kullanılan stimulasyonun frekans veya paternine veya Alan Fine’ın ortaya attığı gibi hipokampüsün gelişimsel evresine bağlı olabilmektedir (Reid ve ark. 2001, 2004). Moleküler biyoloji aynı zamanda farklı hayvanlar arasındaki, kısa dönem belleğin moleküler mekanizmasının ortaklıklarını da görmeyi mümkün kılmıştır. 1974’te, Seymour Benzer ve öğrencileri, Drosophilia’nın korkuyu öğrenebileceğini ve o tek gendeki mutasyonların kısa dönem belleğe müdahele edeceğini keşfetmişlerdir. Bu tür mutasyonlara sahip sineklerin korkuya klasik şartlanma ve sensitizasyona cevap vermemesi bu iki tür öğrenmenin ortak genlere sahip olduğunu göstermektedir (Quinn ve ark., 1974; Dudai ve ark., 1976). 1981’de, Duncan Byers, Ron Davis ve Benzer mutant sineklerin çoğunda, cAMP yolağının sunulan veya diğer bileşeninde tanımlanan genleri bulmuşlardır ki aynı yolak Aplysia’nın sensitizasyonunun altında yatmaktadır (Byers ve ark., 1981). 1986’da Richard Morris, uzaysal öğrenme için NMDA reseptörlerinin aktive olmak zorunda olduğunu göstererek, UDP ile uzaysal bellek arasındaki ilk bağlantıyı kurmuştur. NMDA reseptörleri farmakolojik olarak bloke edildiğinde UDP de bloke olmaktadır: hayvan halen su labirentini öğrenmek için görsel ipuçlarını kullanabilmekte fakat uzaysal bellek oluşturamamaktadır (Morris ve ark., 1982). Bu korelasyon için daha direk kanıt bir dekad sonra yapılan genetik deneylerden gelmiştir. Öğrenme ilişkili sinaptik biyolojisinin ortaya çıkışı plastisite moleküler Prosedürel Bellek Kısa dönem belleğin uzun döneme nasıl dönüştürüldüğü hakkındaki ilk ipucu Louis Flexner’dan gelmiştir. Takiben Bernard Agranoff ve meslektaşları ve Samuel Barondes ve Larry Squire, uzun dönem belleğin oluşturulmasının yeni protein sentezlenmesine ihtiyaç duyduğunu gözlemlemişlerdir. Aplysia, Drosophilia ve bal arısında yapılan sonraki çalışmalar, tekrar edilen eğitimle, PKA’nın sinapstan, CREB-1 (cAMP yanıt elemanı bağlayıcı protein) transkripsiyon faktörünü etkinleştirdiği yer olan nükleusa doğru hareket ettiğini göstermiştir. CREB-1 protein sentezini aktive etmek ve yeni sinaptik bağlantıların gelişmesini sağlamak için “downstream” genleri üzerinden çalışmaktadır (Glanzman ve ark., 1989; Dash ve ark., 1990; Bailey ve ark., 1992; Bacskai ve ark., 1993; Alberini ve ark., 1994; Martin ve ark., 1997; Hegde ve ark., 1997). Aplysia ve Drosophilia’daki kısa dönem ile uzun dönem bellek arasındaki moleküler geçiş ile ilgili ilk çalışmalar CREB-1 gibi bellek depolanmasına önayak 25 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi olan düzenleyiciler üzerine odaklanmıştır. Ancak, sonrasındaki Aplysia ve sinek çalışmaları, uzun dönem sinaptik değişime geçiş ve yeni sinaptik bağlantıların gelişmesinin bellek baskılayıcı genler tarafından sınırlandırıldığı sürpriz bulgusunu ortaya çıkarmıştır (bkz. Abel ve ark., 1998). Yeni sinaptik bağlantıların gelişmesindeki bir önemli sınırlayıcı aşırı eksprese edildiğinde Aplysia’daki uzun dönem sinaptik fasilitasyonu bloke eden CREB-2’dir. CREB-2 kaldırıldığında, normalde birkaç dakika süren bir sinaptik kuvvetlenme oluşturan tek sefer serotonine maruz kalma, sinaptik kuvveti günlerce artırmakta ve yeni sinaptik bağlantıların gelişmesini indüklemektedir. Dekleratif bellek Hipokampüsdeki uzun dönem potensiyelizasyonun, uzun dönem sinaptik fasilitasyonun Aplysia’da yaptığı kadar, erken ve geç fazlarının olduğu kanıtlanmıştır. Bir uyarı eğitimi protein sentezine ihtiyaç duymayan ve 1-3 saat içinde son bulan erken fazı oluşturmaktadır (E-UDP). Dört veya daha fazla eğitim ise en az 24 saat süren, protein sentezine ihtiyaç duyan ve PKA tarafından aktive olan geç fazı (G-UDP) indüklemektedir (Frey ve ark., 1993; Abel ve ark. 1997). Ayrı presinaptik veya postsinaptik değişiklikleri içeren erken fazın aksine, geç faz hem presinaptik hem postsinaptik hücrenin, sinapsın her iki bileşeninin düzenli ve koordineli yeniden modellenmesini sağlayan bir veya daha fazla orthograd ve retrograd habercilerin aktivitesi sayesinde yapısal değişikliklerinin koordineli olmasına bağlıdır. Prosedürel ve dekleratif bellek arasındaki moleküler benzerlikler Prosedürel ve dekleratif bellek dramatik bir şekilde ayrılmaktadır. Farklı mantıkları (bilinçsiz geri çağırmaya karşı bilinçli geri çağırma) kullanmakta ve beynin farklı yerlerinde depolanmaktadırlar. Yine de, moleküler biyoloji bir kez daha birbirinden tamamen farklı iki bellek işlemi arasındaki homolog ilişkiyi ortaya çıkarmıştır. Bu da bizim, ikisinin de bir takım moleküler adımları ve genel moleküler mantığı ortak 26 Çeviri Makale olarak paylaştığını kavramamızı sağlamaktadır. Her ikisi de en az iki evreden oluşturulmuştur: yeni bir protein sentezine ihtiyaç duyan ve duymayan. İkisinde de kısa dönem bellek, hazırda bulunan proteinlerin kovalent modifikasyonunu ve varolan sinaptik bağlantıların kuvvetindeki değişimi içermektedir. Uzun dönem bellek ise, yeni protein sentezini ve yeni bağlantıların gelişmesine ihtiyaç duymaktadır. Dahası, en azından her iki bellek formunun da bazı örnekleri, kısa dönem belleği uzun döneme dönüştürmek için PKA, MAP kinaz, CREB-1 ve CREB-2 sinyal yolaklarını kullanmaktadırlar. Son olarak, her iki form da uzun dönem belleği stabilize edebilmek için sinapslardaki morfolojik değişiklikleri kullanıyor gözükmektedirler (Bailey ve ark., 2008). Memelilerde öğrenme ilişkili sinaptik plastisite genetiğinin ortaya çıkışı Deklaratif bellek 1980 ve 1990’larda, Seymour Benzer tarafından Drosophilia ile öncülük edilen davranışın genetik analizleri, Ralph Brinster, Richard Palmiter, Mario Capecci ve John Smythies tarafından fareler için başlatılmıştır. Yakın zaman sonra, sağlam hayvanda tek bir geni selektif bir şekilde manipule ederek bu manipulasyonların hipokampal tabanlı uzun dönemli bellek ve izole hipokampal kesitlerdeki UDP’nin farklı formları üzerindeki etkilerini karşılaştırmak mümkün hale gelmiştir. Bu teknikler, bellek üzerinde çalışmak için ilk önce Susumu Tonegawa’nın laboratuarındaki Alcino Silva (Silva ve ark. 1992a,b) ve benim laboratuarımdaki Seth Grant (Grant ve ark., 1992) tarafından kullanılmıştır. Bu çalışmalar, spesifik kinazların (CaMKII, fyn) nakavt edilerek UDP’ye müdahele edilmesinin, aynı zamanda uzaysal belleğe de müdahele etmekte olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ancak, bu ilk gen değişiklikleri uzaysal olarak kısıtlandırılmamıştı. Onun yerine gen beynin tüm kısımlarından elimine edilmişti ve gen değişiklikleri geçiçi(temporal) olarak kısıtlandırılmamıştı. Gen ürünleri bütün gelişimden elimine edilmişti ve hipokampüsün temel bağlantı şemasının oluşmasına müdahele edebilirdi. Bu, yetişkinlikle ortaya çıkan Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi ifadeden kaynaklanan fenotiple normal gelişime müdahelenin sonucu ortaya çıkan fenotip arasındaki ayrımı yapmayı zorlaştırmaktaydı. Bu iki kısıtlamayı aşabilmek için Mark Mayford (Mayford ve ark., 1996), uzaysal kısıtlama ve geçiçi regulasyon problemlerinin çözümüne yönelik, ikinci nesil genetik olarak modifiye edilmiş fareleri geliştirmiştir. Uzaysal kısıtlamaya ulaşmak için, Mayfor önbeyine spesifik (CaM kinaz II) promotörünü kullanmıştır. Daha sonra bu promotörün kontrolü altındaki CRE rekombinaz eksprese eden birçok farklı fare nesli üreten Joe Tsien’le işbirliği yapmıştır. Bu fare nesillerinden bazıları önbeyinde gen nakavtını kısıtlamayı başarabilmişlerdir. Dikkat çekici olarak, bir nesilde CRE aracılı gen delesyonu sadece CA1 piramidal nöronlarıyla kısıtlandırılmıştır (Tsien ve ark., 1996a). Tsien ve Susumu Tonegawa bu nesli CA1 piramidal nöronlarından NMDA reseptörünü nakavt etmek için kullanmışlar ve bunun sayesinde Schaffer kollateral yolağında lokalize olan NMDA reseptör aracılı UDP’nin uzaysal bellek için önemini göstermişlerdir (Tsien ve ark., 1996b). Geçiçi(temporal) kısıtlamayı elde etmek için, Mayford CaM kinaz pormotörü ile Hermann Bujard tarafından geliştirilen tetrasiklin-off sistemini kombine etmiştir. Bu ilave düzeltme ona, gen ekspresyonunu açıp kapatma üzerindeki geçiçi kontrolü vermiştir (Mayford ve ark., 1996). Böylece artık, genlerin beynin gelişimindeki rolüyle yetişkindeki öğrenme ile indüklenen değişikliklerdeki spesifik rolü arasındaki ayrım yapılabilinecekti. Genetik olarak modifiye edilmiş fareler ayrıca, UDP’nin geç fazındaki selektif defektlerin sonuçlarını belirlemede de kullanılmıştır. Ted Abel PKA’nın katalitik alt ünitesini bloke eden mutant geni eksprese eden transjenik fareyi geliştirmiştir. Böylece UDP’nin geç fazını elimine etmiştir ama erken fazını elimine edememiştir (Abel ve ark., 1997, 1998). Silva ve Rusiko Bourtchuladze, CREB-1 mutasyonuna sahip fareler üzerinde çalışmışlardır. Her iki fare nesli de uzun dönem uzaysal belleğinde ciddi bir defekte ve kabaca UDP’de benzer defektlere sahiptirler. Erken faz normal fakat geç faz bloke edilmiştir. Bu bilgi UDP fazlarını bellek depolama fazlarıyla ilişkilendiren kuvvetli kanıtları sağlamaktadır (Silva ve ark., 1992a,b; Çeviri Makale Bourtchuladze ve ark., 1994; Huang ve ark., 1995; Abel ve ark., 1997). Prosedürel Bellek Memelilerde korku için yapılan önemli moleküler prosedürel bellek çalışmaları içgüdüsel ve öğrenilmiş korku için gerekli olan amigdala üzerine odaklanmıştır (Davis ve ark., 1994; LeDoux, 1995, 1996). Şuanda Joseph Le-Doux, Michael Davis, Michael Fanselow ve James McGaugh’un çalışmaları sayesinde öğrenilmiş korku ve korku belleğinde sinaptik plastisitenin rolünün altında yatan nöral devre hakkında iyi bir bilgiye sahibiz. Hem sinaptik değişiklikler he de öğrenilmiş korku belleğinin kalıcılığı için PKA, MAP kinaz ve CREB aktivasyonuna ihtiyaç duyulmaktadır (McDonald ve White, 1993). UDP’ye zıt bir mekanizma, uzun dönem depresyon (UDD), 1982’de Masao Ito tarafından keşfedilmiştir. Richard Thompson tarafından öncülük edilen göz kırpma şartlanması çalışmasında önemli kanıtlar sunmaktadır. Göz kırpma şartlanması interpozit nukleus (serebellumun derin çekirdeklerinden bir tanesi) hücrelerinin serebellar Purkinje hücreleri tarafından inhibisyonundaki modifikasyonu içermektedir. Şartlanmayla, Purkinje hücrelerinin inhibisyonu ve interpozit nukleus nöronlarının disinhibisyonu sonucunda şartlı uyarıya karşı göz kırpma frekansında artış bulunmaktadır. Purkinje hücresi inhibisyonu, UDD aracılığıyla olmakta ve Purkinje nöronları üzerinde paralel lif sinaptik girdilerindeki kuvvetin azalması sonucu oluşmaktadır. Paralel liflerin kuvvetindeki bu azalma, tırmanıcı liflerin serebelluma olan girdilerinin uygun zamansal yakınlık (temporal proximity) ve düşük frekansta aktifleşmesiyle gerçekleşmektedir. Roger Tsien sonra, paralel lif uyarılmasının, Purkinje hücrelerindeki cGMP ve cAMP bağımlı protein kinazları artıran gaz formundaki haberci nitrik oksiti oluşturarak UDD’ye sebep olduğunu bulmuştur. Sonuç olarak, Purkinje hücreleri büyük ihtimalle NMDA olmayan glutamat reseptörlerinin hassasiyetinin düşmesiyle girdilere daha az duyarlı hale gelmektedir (Thompson ve ark., 1983; Malinow and Tsien, 1990). 27 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Sinaptik plastisite ve memeli beynindeki hipokampüs ve amigdalada ve sensitizasyon ve klasik şartlandırma yoluyla Drosophilia ve Aplysia omurgasızlarının beynindeki öğrenmedeki paralel artış, sinaptik kuvvetteki artışın belleğin oluşturulmasındaki tek genel araç olduğu görüşünü desteklemektedir. Göz kırpma şartlandırma ve vestibuler-oküler refleks modifikasyon çalışmaları ile Aplysia ve kerevitteki habituasyon, bellek depolanmasında paralel mekanizma olarak sinaptik depresyonun rolü olduğuna destek sağlamaktadır (Lisberger ve ark., 1987; Boyden ve ark., 2006). Sinaps spesifik lokal protein sentezi ve öğrenme ağı Uzun dönemli bellek ve sinaptik plastisitede, gen ekspresyonunun ve dolayısıyla hücre nükleusunun (nöronun tüm sinapsları tarafından paylaşılan organeli) işin içine girdiği bulgusu, başta uzun dönemli anıların, kısa dönemli anılar gibi sinaps spesifik ve oluştukları sinapsta depolandıkları varsayımı üzerine şüphe düşürmektedir. Memelilerin hipokampüsünde uzun dönem potensiyelizasyon üzerine çalışan Uwe Frey (Frey ve ark., 1993) ve Richard Morris (Morris ve ark., 1982), ve Aplysia’da uzun dönem fasilitasyon çalışan Kelsey Martin bu şüpheyi silmişlerdir (Kelsey ve ark., 1997). Uzun dönem belleğin gerçekten sinapsspesifik ve sadece işaretlenmiş (aktive edilmiş) sinapslarda gerçekleşebileceği ve tüm sinapslara giden gen ürünlerini yakalayıp verimli bir şekilde kullanabildiğini bulmuşlardır. Bir sinaps nasıl işaretlenir? Martin, Aplysia’da işaretlemenin iki farklı bileşenini bulmuştur. Bunlardan bir tanesi PKA’ya ihtiyaç duymakta ve uzun dönemli sinaptik plastisite ve gelişmeyi başlatabilmektedir. Diğeri ise sinapstaki uzun dönemli fonksiyonel ve yapısal değişiklikleri stabilize etmekte ve sinapsta lokal protein sentezine (hücre gövdesinde üretilene ek olarak) ihtiyaç duymaktadır. mRNA’lar hücre gövdesinde yapıldığından, bazı mRNA’ların lokal translasyonuna duyulan ihtiyaç, bu mRNA’ların aktive sinapsa ulaşana kadar uyku halinde kaldıklarını düşündürmektedir. Eğer bu doğru olsaydı, sinapsta protein sentezini aktive etmenin bir yolu, aktive 28 Çeviri Makale sinapsa uyku halindeki mRNA’yı çağırabilme kapasitesine sahip translasyon regulatörünün toplanması olurdu. Kausik Si, bu tarzda bir protein sentezi regülatörü aramaya başlamıştı. Xenopus oositlerinde, Joel Richter, maternal RNA’nın sitoplazmik poliadenilasyon eleman bağlayıcı protein (CPEB) tarafından aktifleştirilene kadar sessiz kaldığını bulmuştur (Richter, 1999). Si Aplysia’da bunun homologunu aramış ve yeni özellikleriyle birlikte CPEB’in yeni bir izoformunu bulmuştur. İşaretlenmiş (aktif) sinapsta bu izoformun bloke edilmesi, uzun dönem sinaptik fasilitasyonun korunmasını engellemekte fakat başlamasını engellememektedir (Si ve ark., 2003a,b). Gerçekten de ApCPEB’in bloke edilmesi, oluşturulduktan günler sonra belleği bloke etmektedir. Aplysia CPEB izoformunun ilginç bir özelliği olarak N terminali maya prion proteinlerinin prion alanına benzemekte ve Aplysia CPEB’ine benzer şekilde kendi kendini idame ettirebilme özelliğini vermektedir. Fakat diğer patojenik prionların aksine, ApCPEB fonksiyonel bir prion gibi gözükmektedir. Aktif, kendi kendinin devamını sağlayan protein formu hücreleri öldürmemekte, onun yerine önemli fizyolojik bir fonksiyona sahip olmaktadır. Si ve Barry Dickson laboratuarları, bağımsız olarak Drosophilia’da uzun dönem belleğin CPEB’le ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Dickson, cevap alamadığı dişilerden sonra kur yapmalarını bastırmaya şartlananan erkeklerdeki öğrenilmiş kur yapma davranışını bulmuştur. Drosophilia CPEB’inin prion alanı silindiğinde, uzun dönem kur yapma belleğinde kayıp olmuştur (Keleman ve ark., 2007). CPEB’in homologu olan CPEB-3 farelerde bulunmuş olması, CPEB’in omurgalılarda da benzer fonksiyonları yerine getirdiği ihtimalini artırmaktadır (Theis ve ark., 2003). Paralel, PKC-ζ aracılı, kendi kendine yetebilen mekanizma, Todd Sacktor tarafından bağımsız olarak memeli beyninde keşfedilmiştir. PKC-ζ ‘nın bloke edilmesi bellek oluştuktan günler veya haftalar sonra bile belleğe müdahele edebilmektedir (Serrano ve ark., 2008). Bu memelilerde ve aynı zamanda Aplysia ve sineklerde, belleğin uzun zamanlar boyunca aktif Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi bir şekilde devam göstermektedir. ettirilmesi Çeviri Makale zorunluluğunu Belleğin aktif olarak korunması zorunluluğunun bulunması, belleğin yeniden birleştirilmesiyle geri çağrılması ve modifikasyonu ile ilgili sorular ortaya çıkarmaktadır. Bu yeniden birleştirmeyle, öğrenilmiş bir deneyimin geri alınması belleği değişken bir duruma dönüştürmekte, ancak tekrar stabilize hale gelmesi zamanla olmaktadır. Uzun dönem belleğin yeniden birleştirilmesi ve depolanması işleminin mekanizmaları nelerdir? PKC-ζ ve CPEB’in hem omurgalılarda hem de omurgasızlarda olduğunun bulunması ve bellek depolanmasının kalıcılığıyla ilişkili olması bir soru ortaya çıkarmaktadır: CPEB ve PKC-ζ birbiriyle ilişkili mi yoksa tamamen bağımsız bellek ajanları mıdır? Eğer gerçekten bağımsız çalışabilme kapasiteleri olsaydı, farklı zaman alanlarına etki edebiliyor olurlardı. Bu, sinapsta, aktivitenin birçok stabil durumları kaskadını oluşturmak için güçlü bir mekanizma sağlardı. Bellek depolanmasına yaklaşımda sistemleri ortaya çıkışı Hipokampüs: grid hücrelerive uzaysal harita John O’Keefe, yer hücreleri üzerine yaptığı önceki çalışmalarında sadece CA1 Bölgesini keşfetmişti. Hipokampüsün değişik alt ünitelerinin temsil edilen alanda ne yaptığı bilinmiyordu. Kabul edilen görüş, duysal bilgi entorinal korteksten trisinaptik yolak ile uzaysal harita olarak bir araya getirildiği CA3 ve CA1 bölgelerine iletildiğiydi. 2004’te Edvard ve May-Britt Moser, uzaysal haritanın, grid hücreleri olarak bilinen yeni bir sınıf hücre tarafından oluşturulan öncülünü bulduklarında bu fikri tamamen revize etmişlerdir. Bu uzay-kodlayan hücreler ızgara şeklinde, hekzagonal alıcı alanlara sahip ve hipokampüse pozisyon, yön ve uzaklık bilgilerini iletmektedirler (Fyhn ve ark., 2004; Hafting ve ark., 2005). Entorinal korteksten trisinaptik yolak tarafından aktive edilmesinin yanında, hipokapüsün CA1 bölgesi entorinal korteksten direk girdi de almaktadır. Bu yolla korteksten direk gelen bilgiyle hipokampüs tarafından trisinaptik yolak yoluyla işlemden geçirilen bilgiyi karşılaştırabilmektedir. Bu önemli çünkü dekleratif belleğin depolanması patern ayrımına yani iki çok yakın ilişkili epizod veya uzaysal konumu birbiri arasında ayırabilme yeteneğine bağlıdır. Dahası, dekleratif bellek patern tamamlama yoluyla yani daha önceden varolan bilginin tamamlanmamış paterni doldurmada kullanılmasıyla da geri alabilir. Birçok hücresel-fizyolojik ve sayısal çalışmalar, David Marr’ın 1971’deki teorik çalışmalarından başlayarak, patern ayrımının entorinal korteksten dentat girusa direk projeksiyona ve patern tamamlamanın ise CA3 piramidal hücreleri arasındaki tekrarlayan bağlantılara bağlı olduğunu ortaya çıkarmaktadır (Marr, 1971). Şimdi, Tonegawa ve meslektaşlarının genetik deneyleri bu fikirleri savunmaktadır (McHugh ve ark., 2007). Öğrenmede rol alan nöral sistemleri analiz etmenin yeni yolları İntakt davranan hayvanda öğrenme ilişkili nöral devrenin analiz edilebilmesindeki en büyük gelişme, ışık ışınlarıyla veya bu hücrelerde endojen olmayan reseptörlerin eksprese edilmesiyle veya rodopsin, halorodopsin, opto-XR gibi ışık kapılı kanallar tarafından, hayvandaki öğrenme devresinde spesifik nöronların selektif olarak aktive edilmesi veya susturulmasını sağlayan invaziv olmayan yollara girilmesiyle gelmiştir (Zhang ve ark., 2007a,b; Zhao ve ark. 2008; Airan ve ark., 2009). Aynı zamanda nöronları kapatıp açmak için özelleştirilmiş bağlanma bölgeleriyle ligand kapılı çeşitleri, Drosophilia’daki allostatin reseptörü ve G1 protein bağlı tasarımcı reseptör için de etkilidir. (Alexander ve ark., 2009), Bellekte konsolidasyon ve rekabet Nöronlar arası rekabet nöral devre sisteminin rafine edilmesinde gereklidir, ama yetişkin beyninde bellek kodlanmasında bir rol oynamakta mıdır? Amigdala çalışmalarında, Sheena Josselyn ve Silva CREB değişimi yüksek miktarlarda olan ve uzun dönem bellek için gerekli olan nöronlar korku belleği için selektif olarak toplanmış olduğunu bulmuşlardır. Gerçekten, öğrenme zamanında CREB’in rölatif aktivitesi nöronun 29 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi seçilip seçilmediğini belirlemektedir (Han ve ark., 2007). Tersine, bu nöronlar öğrenmeden sonra silinirse, korku belleği de bloklanmaktadır (Han ve ark., 2009). Bellek bozukluklarında hayvan modelleri Bellek depolanmasındaki bilgimiz, değişik nörolojik ve psikiyatrik durumlarla ilişkili bellek bozukluklarını araştırmaya başlayabileceğimiz bir noktaya ulaşmıştır. Araştırmacılar şu anda Alzheimer hastalığının entorinal kortekste nasıl başladığı ve β amiloid birikmesinin hipokampüsün ve neokorteksin diğer bölgelerine yayılıp yayılmadığını anlamak için çalışmaktadırlar. Aynı zamanda yaşla ilişkili hafıza kaybıyla Alzheimer hastalığını ayırmaya da çalışmaktadırlar. Hemen hemen her psikiyatrik bozukluk bellek bozukluklarıyla karakterizedir. Anksiyete, şizofreni ve depresyon, özellikle sıkı çalışılmaktadır. Öğrenilmiş korkunun ortadan kaldırılması çalışmalarında, özellikle öğretici olduğu kanıtlanmıştır. Çünkü korkunun nöral devre sistemi çok iyi kurulmuş ve post-travmatik stres bozukluğunu anlamada önemli olduğu kanıtlanmıştır. Ressler ve meslektaşları D-sikloserinin – amigdaladaki NMDA glutamat reseptörünün parsiyel agonisti – farelerde korkunun ortadan kaldırılmasını artırmakta ve fobileri olan insanlarda psikoterapi için etkili bir yardımcı olarak kullanışlı olduğunu bulmuşlardır (Ressler ve ark., 2004). 30 Çeviri Makale Referanslar 1. Abel T, Nguyen PV, Barad M, Deuel TA, Kandel ER, Bourtchouladze R (1997) Genetic demonstration of a role for PKA in the late phase of LTP and in hippocampus-based long-term memory. Cell 88:615– 626. 2. Abel T, Martin KC, Bartsch D, Kandel ER (1998) Memory suppressor genes: Inhibitory constraints on the storage of long-term memory. Science 279:338 –341. 3. Airan RD, Thompson KR, Fenno LE, Bernstein H, Deisseroth K (2009) Temporally precise in vivo control of intracellular signaling. Nature 458:1025–1029. 4. Alberini CM, Ghirardi M, Metz R, Kandel ER (1994) C/EBP is an immediate-early gene required for the consolidation of long-term facilitation in Aplysia. Cell 76:1099 –1114. 5. Alexander GM, Rogan SC, Abbas AI, Armbruster BN, Pei Y, Allen JA, Nonneman RJ, Hartmann J, Moy SS, Nicolelis MA, McNamara JO, Roth BL (2009) Remote control of neuronal activity in transgenic mice expressing evolved G protein-coupled receptors, Neuron 63:27–39. 6. Alkon DL (1974) Associative training of Hermissenda. J Gen Physiol 64: 70–84. 7. Arenkiel BR, Peca J, Davison IG, Feliciano C, Deisseroth K, Augustine GJ, Ehlers MD, Feng G (2007) In vivo light-induced activation of neural circuitry in transgenic mice expressing channelrhodopsin-2. Neuron 54:205–218. 8. Bacskai BJ, Hochner B, Mahaut-Smith M, Adams SR, Kaang BK, Kandel ER, Tsien RY (1993) Spatially resolved dynamics of cAMP and protein kinase A subunits in Aplysia sensory neurons. Science 260:222–226. 9. Bailey CH, Chen M (1988) Long-term memory in Aplysia modulates the total number of varicosities of single identified sensory neurons. Proc Natl Acad Sci U S A 85:2373–2377. 10. Bailey CH, Chen M, Keller F, Kandel ER (1992) Serotonin-mediated endocytosis of apCAM: an early step of learning-related synaptic growth in Aplysia. Science 256:645– 649. 11. Bailey CH, Barco A, Hawkins RD, Kandel ER (2008) Molecular studies of learning and memory in Aplysia and the hippocampus: a comparative analysis of implicit and explicit memory storage. In: Learning and memory: a comprehensive reference (Byrne JH, ed), pp 11–29. Oxford, UK: Elsevier. 12. Bartsch D, Ghirardi M, Skehel PA, Karl KA, Herder SP, Chen M, Bailey CH, Kandel ER (1995) Aplysia CREB2 represses long-term facilitation: Relief of repression converts transient facilitation into long-term functional and structural change. Cell 83:979 –992. 13. Bliss TV, Collingridge GL (1993) A synaptic model of memory: Longterm potentiation in the hippocampus. Nature 361:31–39. 14. Bliss TV, Lømo T (1973) Long-lasting potentiation of synaptic transmission in the dentate area of the anaesthetized rabbit following stimulation of the perforant path. J Physiol 232:331–356. 15. Bolshakov VY, Siegelbaum SA (1994) Postsynaptic induction and presynaptic expression of hippocampal long-term depression. Science 264:1148–1152. 16. Bourtchuladze R, Frenguelli B, Blendy J, Cioffi D, Schutz G, Silva AJ (1994) Deficient long-term memory in mice with a targeted mutation of the cAMP-responsive element-binding protein. Cell 79:59–68. 17. Boyden ES, Katoh A, Pyle JL, Chatila TA, Tsien RW, Raymond JL (2006) Selective engagement of plasticity mechanisms for motor memory storage. Neuron 51:823– 834. 18. Brunelli M, Castellucci V, Kandel ER (1976) Synaptic facilitation and behavioral sensitization in Aplysia: possible role of serotonin and cyclic AMP. Science 194:1178 –1181. 19. Byers D, Davis RL, Kiger JA Jr (1981) Defect in cyclic AMP phosphodiesterase due to the dunce mutation of learning in Drosophila melanogaster. Nature 289:79–81. 20. Cajal SR (1894) La fine structure des centres nerveux. Proc R Soc Lond 55:444–468. 21. Carew TJ, Sahley CL (1986) Invertebrate learning and memory: From behavior to molecules. Annu Rev Neurosci 9:435– 487. 22. Carew TJ, Pinsker HM, Kandel ER (1972) Long-term habituation of a defensive withdrawal reflex in Aplysia. Science 175:451– 454. 23. Carroll RC, Beattie EC, Xia H, Lu¨scher C, Altschuler Y, Nicholl RA, Malenka RC, von Zastrow M (1999) Dynamin-dependent endocytosis of ionotropic glutamate receptors. Proc Natl Acad Sci U S A 96:14112–14117. 24. Castellucci V, Kandel ER (1976) Presynaptic facilitation as a mechanism for behavioral sensitization in Aplysia. Science 194:1176 –1178. Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi 25. Castellucci V, Pinsker H, Kupfermann I, Kandel ER (1970) Neuronal mechanisms of habituation and dishabituation of the gill-withdrawal reflex in Aplysia. Science 167:1745–1748. 26. Castellucci VF, Kandel ER (1974) A quantal analysis of the synaptic depression underlying habituation of the gill-withdrawal reflex in Aplysia. Proc Natl Acad Sci U S A 71:5004 –5008. 27. Castellucci VF, Carew TJ, Kandel ER (1978) Cellular analysis of longterm habituation of the gill-withdrawal reflex of Aplysia californica. Science 202:1306 –1308. 28. Castellucci VF, Kandel ER, Schwartz JH, Wilson FD, Nairn AC, Greengard P (1980) Intracellular injection of the catalytic subunit of cyclic AMPdependent protein kinase simulates facilitation of transmitter release underlying behavioral sensitization in Aplysia. Proc Natl Acad Sci U S A 77:7492–7496. 29. Dash PK, Hochner B, Kandel ER (1990) Injection of cAMP-responsive element into the nucleus of Aplysia sensory neurons blocks long-term facilitation. Nature 345:718 –721. 30. Davis M, Hitchcock JM, Bowers MB, Berridge CW, Melia KR, Roth RH (1994) Stress-induced activation of prefrontal cortex dopamine turnover: blockade by lesions of the amygdala. Brain Res 664:207–210. 31. Dudai Y, Jan YN, Byers D, Quinn WG, Benzer S (1976) dunce, a mutant of Drosophila deficient in learning. Proc Natl Acad Sci U S A 73:1684 –1688. 32. Emptage NJ, Reid CA, Fine A, Bliss TV (2003) Optical quantal analysis reveals a presynaptic component of LTP at hippocampal Schaffer associational synapses. Neuron 38:797– 804. 33. Frey U, Huang YY, Kandel ER (1993) Effects of cAMP simulate a late stage of LTP in hippocampal CA1 neurons. Science 260:1661–1664. 34. Fusi S, Drew PJ, Abbott LF (2005) Cascade models of synaptically stored memories. Neuron 45:599–611. 35. Fyhn M, Molden S, Witter MP, Moser EI, Moser MB (2004) Spatial representation in the entorhinal cortex. Science 305:1258 –1264. 36. Ghirardi M, Abel T, Alberini C, Huang Y, Nguyen P, Kandel ER (1995) Steps toward a molecular definition of memory consolidation. In: 12754 • J. Neurosci., October 14, 2009 • 29(41):12748 –12756 Kandel • The Biology of Memory: A Forty-Year Perspective 37. Memory distortion (Schacter DL, ed), pp 298 –325. Cambridge, MA: Harvard UP. 38. Glanzman DL, Mackey SL, Hawkins RD, Dyke AM, Lloyd PE, Kandel ER (1989) Depletion of serotonin in the nervous system of Aplysia reduces the behavioral enhancement of gill withdrawal as well as the heterosynaptic facilitation produced by tail shock. J Neurosci 9:4200–4213. 39. Grant SG, O’Dell TJ, Karl KA, Stein PL, Soriano P, Kandel ER (1992) Impaired long-term potentiation, spatial learning, and hippocampal development in fyn mutant mice. Science 258:1903–1910. 40. Hafting T, Fyhn M, Molden S, Moser MB, Moser EI (2005) Microstructure of a spatial map in the entorhinal cortex. Nature 436:801– 806. 41. Han JH, Kushner SA, Yiu AP, Cole CJ, Matynia A, Brown RA, Neve RL, Guzowski JF, Silva AJ, Josselyn SA (2007) Neuronal competition and selection during memory formation. Science 316:457– 460. 42. Han JH, Kushner SA, Yiu AP, Hsiang HL, Buch T, Waisman A, Bontempi B, Neve RL, Frankland PW, Josselyn SA (2009) Selective erasure of a fear memory. Science 323:1492–1496. 43. Hegde AN, Inokuchi K, Pei W, Casadio A, Ghirardi M, Chain DG, Martin KC, Kandel ER, Schwartz JH (1997) Ubiquitin C-terminal hydrolase is an immediate-early gene essential for long-term facilitation in Aplysia. Cell 89:115–126. 44. Huang YY, Kandel ER, Varshavsky L, Brandon EP, Qi M, Idzerda RL, McKnight GS, Bourtchouladze R (1995) A genetic test of the effects of mutations in PKA on mossy fiber LTP and its relation to spatial and contextual learning. Cell 83:1211–1222. 45. Huber D, Petreanu L, Ghitani N, Ranade S, Hroma´dka T, Mainen Z, Svoboda K (2008) Sparse optical microstimulation in barrel cortex drives learned behaviour in freely moving mice. Nature 451:61– 64. 46. Kandel ER (1976) Cellular basis of behavior: an introduction to behavioral neurobiology. San Francisco: W.H. Freeman. 47. Kandel ER, Spencer WA (1968) Cellular neurophysiological approaches in the study of learning. Physiol Rev 48:65–134. 48. Kauer JA, Malenka RC, Nicoll RA (1988) A persistent postsynaptic modification mediates long-term potentiation in the hippocampus. Neuron 1:911–917. Çeviri Makale 49. Keleman K, Krüttner S, Alenius M, Dickson BJ (2007) Function of the Drosophila CPEB protein Orb2 in long-term courtship memory. Nat Neurosci 10:1587–1593. 50. Krasne FB (1969) Excitation and habituation of the crayfish escape reflex: the depolarizing response in lateral giant fibres of the isolated abdomen. J Exp Biol 50:29–46. 51. LeDoux JE (1995) Emotion: clues from the brain. Annu Rev Psychol 46:209 –235. 52. LeDoux JE (1996) The emotional brain: the mysterious underpinnings of emotional life. New York: Simon and Schuster. 53. Lisberger SG, Morris EJ, Tychsen L (1987) Visual motion processing and sensory motor integration for smooth pursuit eye movements. Annu Rev Neurosci 10:97–129. 54. Lynch G, Larson J, Kelso S, Barrionuevo G, Schottler F (1983) Intracellular injections of EGTA block induction of hippocampal long-term potentiation. Nature 305:719 –721. 55. Malenka RC, Kauer JA, Zucker RS, NicollRA (1988) Postsynaptic calcium is sufficient for potentiation of hippocampal synaptic transmission. Science 242:81– 84. 56. Malenka RC, Kauer JA, Perkel DJ, Mauk MD, Kelly PT, Nicoll RA, Waxham MN (1989) An essential role for postsynaptic calmodulin and protein kinase activity in long-term potentiation. Nature 340:554 –557. 57. Malinow R, Tsien RW (1990) Presynaptic enhancement shown by wholecell recordings and long-term potentiation in hippocampal slices. Nature 346:177–180. 58. Malinow R, Madison DV, Tsien RW (1988) Persistent protein kinase activity underlying long-term potentiation. Nature 335:820–824. 59. Malinow R, Schulman H, Tsien RW (1989) Inhibition of postsynaptic PKC or CaMKII blocks induction but not expression of LTP. Science 245:862– 866. 60. Markram H, Lu¨bke J, Frotscher M, Sakmann B (1997) Regulation of synaptic efficacy by coincidence of postsynaptic APs and EPSPs. Science 275:213–215. 61. MarrD (1971) Simple memory: a theory for archicortex. Philos Trans R Soc Lond B Biol Sci 262:23– 81. 62. Martin KC, Casadio A, Zhu H, Yaping E, Rose JC, Chen M, Bailey CH, Kandel ER (1997) Synapse-specific, long-term facilitation of Aplysia sensory to motor synapses: a function for local protein synthesis in memory storage. Cell 91:927–938. 63. Mayer ML, Westbrook GL, Guthrie PB (1984) Voltage-dependent block by Mg2ofNMDAresponses in spinal cord neurones. Nature 309:261–263. 64. Mayford M, Bach ME, Huang YY, Wang L, Hawkins RD, Kandel ER (1996) Control of memory formation through regulated expression of a CaMKII transgene. Science 274:1678 –1683. 65. McDonald RJ, White NM (1993) A triple dissociation of memory systems: Hippocampus, amygdala, and dorsal striatum. Behav Neurosci 107:3–22. 66. McHugh TJ, Jones MW, Quinn JJ, Balthasar N, Coppari R, Elmquist JK, Lowell BB, Fanselow MS, Wilson MA, Tonegawa S (2007) Dentate gyrus NMDA receptors mediate rapid pattern separation in the hippocampal network. Science 317:94 –99. 67. Menzel R, Erber J (1978) Learning and memory in bees. Sci Am 239:80– 87. 68. Morris RG, Garrud P, Rawlins JN, O’Keefe J (1982) Place navigation impaired in rats with hippocampal lesions. Nature 297:681– 683. 69. Nicoll RA, Tomita S, Bredt D (2006) Auxiliary subunits assist AMPA-type glutamate receptors. Science 311:1253–1256. 70. Nowak L, Bregestovski P, Ascher P, Herbet A, Prochiantz A (1984) Magnesium gates glutamate-activated channels in mouse central neurones. Nature 307:462– 465. 71. O’Dell TJ, Kandel ER, Grant SG (1991) Long-term potentiation in the hippocampus is blocked by tyrosine kinase inhibitors. Nature 353:558 – 560. 72. O’Keefe J, Dostrovsky J (1971) The hippocampus as a spatial map. Preliminary evidence from unit activity in the freely-moving rat. Brain Res 34:171–175. 73. O’Keefe J, Nadel L (1978) The hippocampus as a cognitive map. Oxford, UK: Clarendon. 74. Pinsker HM, Hening WA, Carew TJ, Kandel ER (1973) Long-term sensitization of a defensive withdrawal reflex in Aplysia. Science 182:1039 –1042. 31 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi 75. Quinn WG, Harris WA, Benzer S (1974) Conditioned behavior in Drosophila melanogaster. Proc Natl Acad Sci U S A 71:708–712. 76. Reid CA, Fabian-Fine R, Fine A (2001) Postsynaptic calcium transients evoked by activation of individual hippocampal mossy fiber synapses. J Neurosci 21:2206 –2214. 77. Reid CA, Dixon DB, Takahashi M, Bliss TV, Fine A (2004) Optical quantal analysis indicates that long-term potentiation at single hippocampal mossy fiber synapses is expressed through increased release probability, recruitment of new release sites, and activation of silent synapses. J Neurosci 24:3618 –3626. 78. Reijmers LG, Perkins BL, Matsuo N, Mayford M (2007) Localization of a stable neural correlate of associative memory. Science 317:1230 –1233. 79. Rescorla RA, Wagner AR (1972) A theory of Pavlovian conditioning: variations in the effectiveness of reinforcement and nonreinforcement. In: Classical conditioning II: current research and theory (Black AH, Prokasy WF, eds), pp 64–99. New York: Appleton-Century-Crofts. 80. Ressler KJ, Rothbaum BO, Tannenbaum L, Anderson P, Graap K, Zimand E, Hodges L, Davis M (2004) Cognitive enhancers as adjuncts to psychotherapy: use of D-cycloserine in phobic individuals to facilitate extinction of fear. Arch Gen Psychiatry 61:1136 –1144. 81. Richter JD (1999) Cytoplasmic polyadenylation in development and beyond. Microbiol Mol Biol Rev 63:446–456. 82. Routtenberg A (1986) Synaptic plasticity and protein kinase C. Prog Brain Res 69:211–234. 83. Schacter DL, Tulving E (1994) What are the memory systems of 1994? In: Memory systems (Schacter DL, Tulving E, eds), pp 1–38. Cambridge, MA: MIT. 84. Scoville WB, Milner B (1957) Loss of recent memory after bilateral hippocampal lesions. J Neurol Neurosurg Psychiatry 20:11–21. 85. Serrano P, Friedman EL, Kenney J, Taubenfeld SM, Zimmerman JM, Hanna J, Alberini C, Kelley AE, Maren S, Rudy JW, Yin JC, Sacktor TC, Fenton AA (2008) PKMzeta maintains spatial, instrumental, and classically conditioned long-term memories. PloS Biol 6:2698 –2706. 86. Shi SH, Hayashi Y, Petralia RS, Zaman SH, Wenthold RJ, Svoboda K, Malinow R (1999) Rapid spine delivery and redistribution ofAMPAreceptors after synaptic NMDA receptor activation. Science 284:1811–1816. 87. Si K, Lindquist S, Kandel ER (2003a) A neuronal isoform of the Aplysia CPEB has prion-like properties. Cell 115:879–891. 88. Si K, Giustetto M, Etkin A, Hsu R, Janisiewicz AM, Miniaci MC, Kim JH, Zhu H, Kandel ER (2003b)Aneuronal isoform of CPEB regulates local protein synthesis and stabilizes synapse-specific long-term facilitation in Aplysia. Cell 115:893–904. 89. Kandel • The Biology of Memory: A Forty-Year Perspective J. Neurosci., October 14, 2009 • 29(41):12748 –12756 • 12755 32 Çeviri Makale 90. Silva AJ, Stevens CF, Tonegawa S, Wang Y (1992a) Deficient hippocampal long-term potentiation in alpha-calcium-calmodulin kinase II mutant mice. Science 257:201–206. 91. Silva AJ, Paylor R, Wehner JM, Tonegawa S (1992b) Impaired spatial learning in alpha-calcium-calmodulin kinase II mutant mice. Science 257:206 –211. 92. Spencer WA, Thompson RF, Nielson DR Jr (1966) Decrement of ventral root electrotonus and intracellularly recorded PSPs produced by iterated cutaneous afferent volleys. J Neurophysiol 29:253–274. 93. Squire LR (1992) Memory and the hippocampus: a synthesis from findings with rats, monkeys, and humans. Psychol Rev 99:195–231. 94. Sutton MA, Carew TJ (2000) Parallel molecular pathways mediate expression of distinct forms of intermediate-term facilitation at tail sensorymotor synapses in Aplysia. Neuron 26:219 –231. 95. Theis M, Si K, Kandel ER (2003) Two previously undescribed members of the mouse CPEB family of genes and their inducible expression in the principle cell layers of the hippocampus. Proc Natl Acad Sci U S A 100:9602–9607. 96. Thompson RF, McCormick DA, Lavond DG, Clark GA, Kettner RE, Mauk MD (1983) Initial localization of the memory trace for a basic form of associative learning. Prog Psychobiol Physiol Psychol 10:167–196. 97. Tsien JZ, Chen DF, Gerber D, Tom C, Mercer EH, Anderson DJ, Mayford M, Kandel ER, Tonegawa S (1996a) Subregion and cell type-restricted gene knockout in mouse brain. Cell 87:1317–1326. 98. Tsien JZ, Huerta PT, Tonegawa S (1996b) The essential role of hippocampal CA1 NMDA receptor-dependent synaptic plasticity in spatial memory. Cell 87:1327–1338. 99. Watkins JC, JaneDE (2006) The glutamate story. Br J Pharmacol 147:S100–108. 100. Winder DG, Mansuy IM, Osman M, Moallem TM, Kandel ER (1998) Genetic and pharmacological evidence for a novel, intermediate phase of long-term potentiation suppressed by calcineurin. Cell 92:25–37. 101. Yin JC, Wallach JS, Del Vecchio M, Wilder EL, Zhou H, Quinn WG, Tully T (1994) Induction of a dominant negative CREB transgene specifically blocks long-term memory in Drosophila. Cell 79:49 –58. 102. Zhang F, Wang LP, Brauner M, Liewald JF, Kay K, Watzke N, Wood PG, Bamberg E, Nagel G, Gottschalk A, Deisseroth K (2007a) Multimodal fast optical interrogation of neural circuitry. Nature 446: 633– 639. 103. Zhang F, Aravanis AM, Adamantidis A, de Lecea L, Deisseroth K (2007b) Circuit-breakers: optical technologies for probing neural signals and systems. Nat Rev Neurosci 8:577–581. 104. Zhao S, Cunha C, Zhang F, Liu Q, Gloss B, Deisseroth K, Augustine GJ, Feng G (2008) Improved expression of halorhodopsin for light-induced silencing of neuronal activity. Brain Cell 36,:141–154. 105. Zucker RS, Kennedy D, Selverston AI (1971) Neuronal circuit mediating escape responses in crayfish. Science 173:645– 650 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale KANSERE KARŞI EDİNİLMİŞ İMMUNOTERAPİ YÖNTEMİ: T HÜCRELERİNİN YANITININ KULLANILMASI ADOPTIVE IMMUNOTHERAPY FOR CANCER: HARNESSING THE T CELL RESPONSE Nicholas P. Restifo, Mark E. Dudley and Steven A. Rosenberg İmmunoloji Çalışma Grubu, CTF - ÖBAK – 2012 ÖZET Vücutta doğal olarak bulunan veya genetiği değiştirilmiş T hücrelerinin dışarıdan transferine dayalı immunoterapi, metastatik kanserli hastalarda tümör regresyonuna aracılık edebilmektedir. Burada, T hücrelerinin tümör hücresi eradikasyonuna nasıl aracılık edebildikleri konusunu temel alarak sonradan nakledilmiş T hücrelerinin kullanımındaki ilerlemeyi tartışacağız. Son yıllardaki gelişmeler sayesinde, tümörler ve ilişkili damar sistemi tarafından eksprese edilen antijenler daha doğru bir şekilde hedef alınabilir duruma gelmiş, hastaya naklinden önce T hücrelerinin hedeflerinin yeniden belirlenmesinde gen mühendisliği başarılı bir şekilde kullanılır olmuştur. Bununla birlikte, bu yeni araştırmanın T hücrelerinin tümör eradikasyonunda en etkili unsur olan özelleşmiş alt gruplarının tanımlanmasına nasıl yardımcı olduğunu anlatacağız. Anahtar Kelimeler: T hücresi, immunoterapi, kanser immunolojisi ABSTRACT: Immunotherapy based on the adoptive transfer of naturally occurring or gene-engineered T cells can mediate tumour regression in patients with metastatic cancer. Here, we discuss progress in the use of adoptively transferred T cells, focusing on how they can mediate tumour cell eradication. Recent advances include more accurate targeting of antigens expressed by tumours and the associated vasculature, and the successful use of gene engineering to re-target T cells before their transfer into the patient. We also describe how new research has helped to identify the particular T cell subsets that can most effectively promote tumour eradication. Keywords: T cell, immunotherapy, cancer immunology T hücreleri, T hücresi reseptörlerine (TCR) spesifik olup onları aktive eden MHC-peptid komplekslerini tarayarak dokular arasında gezinir. T hücreleri aynı zamanda potansiyel tehlike arz eden patojenlere ve kansere karşı kendilerini alarm durumuna geçirebilen çeşitli sinyalleri algılama özelliğine de sahiptir. Tümöre spesifik T hücreleri büyük olasılıkla, dendritik hücrelerin (DC) de içinde bulunduğu özelleşmiş antijen sunan hücrelerce (APC) eksprese edilen tümör ilişkili antijenlerle karşılaşmaları sonucu aktive olurlar. Bunun yanında, aktive olmuş T hücreleri tümör hücre yüzeyinde sunulan antijenleri direkt tanıma yeteneğine sahiptir. Organizma içi (intravital) görüntüleme yöntemine dayanarak tümöre spesifik T hücrelerinin aynı kökene sahip antijenleriyle karşılaştıklarında göçünün hızlı bir şekilde durduğunu gösteren kanıt giderek geçerlik kazanmaktadır (1). T hücrelerinin göçünün durdurulmasına yol açan bu antijenlerin temel alındığı gözlemler göstermiştir ki; melanomalı hastalarda tümöre infiltre olan lenfosit (TIL) populasyonu, basit bir şekilde tümör kitlesini kesip çıkarıldıktan sonra, hücreleri tek hücreli süspansiyonlara veya tümör fragmanlarına ayırıp T hücresi büyüme faktörü interleukin-2 (IL-2) eklenerek tümör hücrelerinden izole edilebilir ve çoğaltılabilir (Şekil-1). Çeşitli tümör histolojilerinin tedavisinde genetiği değiştirilmiş T hücreleri de kullanılabilir (Şekil-2). 33 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Bu makale, vücutta doğal olarak bulunan veya genetiği değiştirilmiş tümöre spesifik T hücrelerinin dışarıdan transferine dayalı immunoterapi yöntemini konu almıştır. T hücrelerinin tümör kitlesinde ne ‘gördüğü’, tümör hücrelerinin ölmesi için T hücrelerinin ne ‘yapması’ gerektiği, T hücrelerinin olgunlaşma sürecinde fenotiplerini ve işlevlerini çok önemli ölçüde etkileyen değişiklikleri nasıl geçirdiği hakkında bilinenleri özetleyeceğiz. Son olarak, tümöre spesifik T hücrelerinin kanserli hastalarda kullanılan diğer tedavi yöntemleriyle nasıl en iyi şekilde birleştirilebileceği sorusuna yanıt arayacağız. Tümöre infiltre olan lenfositler tümör hücrelerini öldürebilir mi? Organizma dışı (ex vivo) çoğaltılmış hücre populasyonlarıyla tedavi yöntemi, edinilmiş (adoptif) hücre transferi (ACT-Adoptive Cell Transfer) olarak adlandırılır. Organizma dışında (ex vivo) çoğaltılarak hastaya tekrar aşılanan hücreler tümöre giderek onun yok edilmesini sağlayabilir. ‘Hazırlanmış lenfotükenim’ (preparative lymphodepletion) -kanserli hastalarda immun sistemin geçici olarak fonksiyon dışı bırakılması- kemoterapinin tek başına kullanılması veya tüm vücuda uygulanan ışın tedavisiyle kombine halde uygulanmasıyla sağlanabilir ve bu basamak, transfer edilmiş T hücrelerinin kalıcılığının artırılmasıyla ilişkilidir. Öte yandan, lenfotükenimi hazırlayıcı bir uygulamanın ACT ile kombinasyonu ve T hücresi büyüme faktörü IL-2’nin verilmesi metastatik melanomalı veya diğer tedavi seçeneklerine cevapsız kalmış bazı tümör histolojisine sahip hastalarda (lösemi ve sinoviyal hücre sarkomu dahil) uzamış tümör eradikasyonuna sebep olabilir (2-7). Tümör hücrelerince eksprese olunan antijenlere spesifik T hücre sayısının artmasına karşın tümörün varlığını koruması oldukça kafa karıştırıcı görünmektedir. Bu belki de tümörde bulunan tümöre spesifik T hücrelerinin kronik aktivasyona maruz kalması ve immun baskılayıcı faktörlerce çevrilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. TIL’ler organizma içinde (in vivo) T hücresi immunoglobulini, müsin alt birimi (mucin domain) içeren protein 3 (TIM3), lenfosit aktivasyonu gen 3 proteini (LAG3), programlanmış hücre ölümü proteini 1 (PD1) ve sitotoksik T lenfositi 34 Çeviri Makale antijeni 4 (CTL4) gibi bağışıklık baskılayıcı moleküllerce engellenir (8,9). Ancak, T hücrelerinin büyük olasılıkla bağışıklık baskılayıcı olan tümör çevresinden uzaklaştırılması bu hücrelerin aktivasyon ve klonal çoğalmasına olanak tanır. TIL populasyonlarının hücre kültüründe çoğaltılması sırasında tümör hücreleri ölür ya da aktive olmuş doğal öldürücü (NK) hücreler veya yeni çoğalan T hücre populasyonları tarafından öldürülür. TIL’ler, myeloid kökenli baskılayıcı hücreler (MDSC’ler) gibi bağışıklık baskılayıcı hücre populasyonlarından ayrılır ve kültürün bu erken evresinde daha düşük miktarlarda bağışıklık baskılayıcı sitokinlere maruz kalır. TIL populasyonlarının organizma dışı (ex vivo) daha uygun sayılara ulaşana kadar çoğaltılmasının ardından bu hücrelerin konakçıya yeniden nakledilmesi, yerleşmiş kanserlerde dayanıklı ve tam remisyonu sağlayarak tümörün tamamen yok edilmesine ve hatta ‘iyileşmesine’ (cure) olanak tanıyabilir (4). T hücreleri tümörü nasıl hedefler? Kanser immünoterapisi üzerinde çalışanların karşılaştıkları belki de en büyük zorluk uygun tümör antijenlerinin saptanmasıdır (10). Antijenler, büyük çoğunlukla bir tümör türüne özgü olan mutasyona uğramış genler tarafından kodlanmıştır. Acaba tümör hücreleri ve vazgeçilebilir normal doku hücrelerinde ortak bulunan antijenler de var mıdır? T hücrelerinin tümör hücrelerini tanıdığı ancak normal hücreleri tanımadığı bir ‘pencere’ var mıdır? Tümördeki malign hücrelerin ne kadarı aday antijenleri stabil olarak açığa çıkarır ve bu durum hangi seviyede olur? Tüm kanser hücrelerini hedeflemek kesinlikle gerekli midir, yoksa malign olmayan ve tümör hücrelerini besleyen çevredeki stromal hücreleri öldürmek tümör sterilizasyonuyla sonuçlanacak mıdır? Aday bir antijenik molekül, bir kısmı CD8+ T hücrelerini uyarırken diğerleri CD4+ T hücrelerini uyaran değişik antijenik epitoplar sağlayabilir mi? Tümörlere özgü olan MHC Sınıf 1-sınırlı T hücreleri (ya doğal olarak ya da genetik mühendisliğinin bir sonucu olarak) teorikte birçok tümör hücre tipini tanıma yeteneğine sahiptir, çünkü fiilen vücuttaki her çekirdekli hücre MHC Sınıf-1’i oluşturur. Ancak, herkesin bildiği gibi neoplastik hücreler stabil olmayan Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale Şekil.1 – Tümör-infiltre lenfositlerin izolasyonu ve tümöre spesifik T hücre popülasyonun ekspansiyonu Tümörler genellikle farklı hücre tipleri içeren kompleks hücre yığınlarıdır. Bu kitleler cerrahi olarak rezekte edilir ve parçalara ayrılır; ardından da IL-2 gibi T hücresi büyüme faktörü içeren kuyucuklara yerleştirilir. İstenen T hücre reseptörü (TCR) spesifitesine sahip T hücre populasyonları seçilir ve çoğaltılır, ardından kanserli hastaya nakledilir. Bu nakil öncesinde, taşıyıcı immünitesi kemoterapiyle veya total vücut radyoterapiyle kombine kemoterapiyle tüketilir. Lenfoid seri tüketimi hazırlayıcı rejimle kombine adaptif hücre transferi ve IL-2 gibi T hücre büyüme faktörü ilavesi metastatik melanomlu hastalarda tümör eredikasyonunun sürdürülmesini sağlar. MDSC, myeloid ilişkili baskılayıcı hücre; NK, doğal katil hücresi; TReg, regülatuar T hücresi. hedeflerdir, genellikle MHC Sınıf- 1 ekspresyonlarını baskılayarak düzenlerler (11-13). Profesyonel APC’ler ekzojen antijenleri işleyip MHC Sınıf-2’ler ile veya “cross-priming” olarak bilinen bir mekanizmayla MHC Sınıf-1 moleküllerini kullanarak T hücrelerine sunarlar. MHC ekspresyonu kaybolmuş tümör kitleleriyle ilişkili antijenlerin T hücrelerine böyle bir dolaylı yol izlenerek tanıtılması doğal bağışıklığı ve vasküler yıkımı tetikleyerek bu kitleleri hedeflememizi sağlayabilir. İmmün denetleme, birçok mikroskobik tümörü belirgin hale gelmeden önce yok ediyor olabilir. Farelerle yapılan deneylere dayanarak birçok araştırmacı tümörlerin ‘immuneditleme (immunoediting)’ mekanizmasından geçtiğini öne sürmüşlerdir (13,14,163). Ancak, kontrolsüz büyüyen ve konaklarını eninde sonunda öldüren tümör kitleleri immünolojik hedef antijenleri açık bir şekilde eksprese ederler. Bu nedenle tümör kitleleri tanınmaktan; sadece kendi ürettikleri antijenik hedefleri yok ederek değil, konağın adaptif immün sistemini yetersiz gördüğünde ya da yetersiz hale getirerek ‘kaçarlar’ (164). İnsanda ilk tanımlanan tümör-ilişkili antijen geni, dizi seviyesinde tanımlanan MZ2E genini kodlayan Melanoma-İlişkili Antijen Geni 1 (MAGEA1) idi (15). O zamandan beri tümör hücre yüzeyinde doğal olarak oluşan ve sunulan yüzlerce antijen bulunmuştur. Burada bahsetmek için çok fazla olmalarına rağmen, T hücreleri tarafından tanınan yüzlerce epitoptan birkaçı “Cancer Immunity Peptide Database” de (http://cancerimmunity.org/peptide/) listelenmiştir. Aslında, tümör immünologları T hücrelerinin hangi tümör-ilişkili antijenleri tanıyabildiği hakkında daha derin bilgiye sahipler. Hedeflenebilir moleküler yapılar aşağıda listelendiği gibi beş ana kategoriye ayrılmıştır. T hücreleri tümör üzerindeki değişmemiş dokufarklılaşma antijenlerini tanıyabilir. Tümör hücreleri farklılaştıktan sonra da genellikle kökenleri olan dokuya özgü antijenleri üretmeye devam ederler. Doku-farklılaşma antijenleri ACT’ye dayalı terapi için mükemmel hedefler olabilir, ama bu yalnızca hayati önemi olmayan dokular için geçerlidir. Örneğin, CD19 hedefli immünoterapiye başarılı cevaplar veren B hücreli lenfoma hastalarında aynı zamanda, normal poliklonal CD19+ B hücrelerinin uzun süreli baskılandığı gösterildi (5,7). Aynı şekilde, 35 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale Şekil.2 – Tümör ilişkili antijenlere spesifite göstermelerini sağlamaları için T hücrelerini işlemenin üç yolu T hücrelerini, günümüz klinik çalışmalarında, tümör-ilişkili antijenleri tanıyabilecek biçimde işlemenin çeşitli yolları bulunmaktadır. Eğer bir hasta hali hazırda var olan reseptör yapılarıyla tanınabilecek bir tümör-ilişkili antijen eksprese ediyorsa, hastanın otolog T hücreleri bu reseptörleri eksprese edecek şekilde genetik olarak işlenebilir. Bu yeni reseptörleri oluşturmanın çeşitli yolları vardır: A) Göreceli olarak iyi antitümör cevabı veren T hücreleri hastada saptanır ve bunlar klonlanır. Bu hücrelerin reseptörleri (TCRs); tedavi edilecek hastanın otolog T hücrelerini enfekte edecek olan retrovirüslere veya lentivirüslere klonlanır ve yerleştirilir. B) Kimerik antijen reseptörleri (CARs) de çeşitli yollarla oluşturulabilir. En sık olarak yapılanı; antikorların değişken bölgelerini kodlayan sekansların, T hücrelerini aktive edecek olan TCRların hücre içi domainlerine yerleştirilecek olan tek bir zincir haline dönüştürülecek biçimde işlenmesidir. Bu CARların hedef hücrelerin üzerindeki yapıların MHC’ye bağımlı olmadan tanıyabilmelerini sağlayan antikor benzeri spesifiteleri vardır. C) Tümör antijenlerini tanıyabilecek biçimde humanize edilmiş farelerden de TCRlar elde edilebilir. Bu fareler insan MHC I ve II moleküllerini eksprese edebilir ve ilgilenilen tümör antijenine karşı immünize edilebilir. İlgilenilen MHC kısıtlı epitoplara spesifik fare T hücreleri izole edilir ve TCR genleri rekombinant vektörlere aktarılır ki bu vektörler hastanın otolog T hücrelerinin genetik olarak işlenmesinde kullanılır. karsinoemriyojenik antijen (CEA)’e özgü T hücreleri kolon kanseri hastalarında ve farelerde kullanıldığında kanser yıkımını sağlamasıyla birlikte geçici olarak normal kolon mukozasının yıkımına da yol açmıştır (16,17). Melanosit Farklılaşma Antijenleri (MDAs) – PMEL (gp100 olarak da bilinir) gibi, T hücreleri tarafından tanınan melanoma antijenleri-1 (MART1), tirozinaz, 36 tirozinaz bağımlı protein 1 (TYRP1) ve TYRP2 – birçok melanoma tümörü tarafından üretilir ancak, aynı zamanda melanin üretimiyle bağlantılı olan derinin stratum bazale’sindeki normal melanositlerde, gözdeki retinal pigmentli epitelde ve iç kulakta da üretimi olur (18,19). Önceki antijen klonlama çalışmalarına göre, mutasyona uğramamış bireysel MDA’lar, TIL bağlantılı immünoterepide hedefleme Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi için güçlü adaylar olarak önerilmiştir (20). Ancak, PMEL ya da MART1’e özgü gen mühendisliğiyle üretilmiş TCR’lü T hücreleri, tedavi edilen hastaların deri, göz ve kulaklarındaki normal melanosit yıkımını meydana getirmiştir. Ve bu zararlı etkiler bazen kortikosteroit tedavisiyle müdahale gerektirebilir (21). Oküler toksisite, bir fare modelinde PMEL’e özgü T hücreleri kullanıldığında da gözlenmiştir (22). Tarafsız klinik verilerine göre 36 hastadan 9’u (%25) bu denemelerde tedavi oldu, ancak yalnızca bir hasta tedaviye komple cevap vermiştir (21). Tam tersine, bazı durumlarda mutasyona uğramamış bireysel antijene yönelik TCR’lere sahip olmalarına rağmen, TIL toplulukları göz ve kulak toksisitesine sebep olmamaktadırlar (4,23). Tümör hücrelerinin tamamını öldürebilen uzun süre dayanıklı immün cevaplar; T hücrelerine bağlı olan toksisiteye sebep olmadan başarmaktadırlar. Bu durum bizlere doğal olarak oluşan TIL’lerin melanomadaki mutasyona uğramamış bireysel antijenler dışındaki antijenlere yanıt oluşturduğunu düşündürmektedir. Tümör-spesifik T hücreleri mutant gen ürünlerini tanıyabiliyor. İnsan melanomunun ekzomik sekanslamasını da içeren son çalışmalar göstermiştir ki çok sayıda mutasyonel olayların varlığı kanser immünolojistlerinin eş anlamlı olmayan birçok mutasyonu hedeflemesine olanak sağlamaktadır (24). Bu da yeni epitopların oluşumuyla sonuçlanır. Tümörlerin doğasında olan genetik dengesizlik bir çok potansiyel tümör-ilişkili antijenlerin oluşumuna neden olmaktadır. Bu antijenler, gen kodlama bölgelerinde somatik tek-baz mutasyonları, açık okuma gövdeleri oluşturan stop kodon mutasyonları, füzyon proteinlerini oluşturan genlerin yeniden düzenlenmesi, çerçeve kayması mutasyonları sonucunda gelişmektedir. Özellikle ekzomik sekanslamadan elde edilmiş bilgilere göre melanomlardaki mutasyon sayısı diğer kanserlere nazaran daha fazladır (25). Melanomların içerdiği çok sayıda mutasyon özellikle ultraviyole ışınlarıyla oluşan hasarların sonucudur. Ultraviyole ışınlarına en hassas olan pirimidinler (sitozin ve timin) karakteristik olarak C’den T’ye ve CC’den TT’ye geçişleri oluştururlar. Daha uzun dalga boyları DNA üzerinde oksidatif hasara yol Çeviri Makale açar. Ultraviyole ışınları aynı zamanda mitojenik özelliklere sahiptir. Bu etkisini melanositlerdeki melanotropin ekspresyonunu tetiklemekle ortaya çıkarır ve bu mutajenlerde potansiyel bir şiddetlenme oluşturur (26). Neo antijenleri tanıyan potansiyel T hücreleri timusta tolere edilmezler. Ayrıca T hücreleri tarafından hedeflenen bu mutasyonlardan bazıları kanser fenotipini belirlemek için gereklidir. Belirli nokta motasyonlarının sonucunda ortaya çıkan tumorspesifik antijenleri regulator T hücreleri tarafından tanındığı gösterilmiştir (27). Viral antijenlerin tanınması. Transforme virüslerle birliktelik gösteren bazı kanserler viral ürünler eksprese edebilirler. Bu ürünler normal dokuda bulunmadıklarından, çekici hedefler olarak algılanırlar. Belirli bir kanser histolojisinin alt tipine uygulanabilir olmasına rağmen, EBV ve HPV gibi kanser ilişkili virüslerden üretilmiş onkojenik proteinleri hedeflemek mümkündür (28,29). Farelerde yapılan çalışmalar gösteriyor ki özellikle transforme onkojenlerden veya driver mutasyonlardan türemiş tümor ilişkili mutant epitopların başarılı hedeflenmesi tümörlerin tam destrüksiyonuna neden olabilir (30). Tümör hücreleri tarafından eksprese edilmiş virüslerde kodlanmış transforme proteinlerin hedeflenmesi de tümör eliminasyonunu destekleyebilir. Tümör-spesifik T hücreleri, epigenetik değişiklerle üretilmiş antijenleri tanıyabilir. Kanıtlara göre kanser hücrelerindeki epigenetik değişimler bazı tümör histolojilerinin primer oluşturucusu olabilir (31). Epigenetik dönüşümler, non-mutant proteinler kategorisinden kanser germline antijeni veya kansertestis antijenleri olarak adlandırılan antijenlerin ekspresyonunu tetikleyebilir (32). Kanser-testis antijenleri normalde testisler ve fetal overlerdeki germinal hücrelerden sentezlenir, ama aynı zamanda birçok tümör tarafından da üretilebilirler. Kansertestis antijenleri normal hücrelerde az oldukları ve birçok tümör tipi tarafından üretildikleri için en çekici immünoterapötik hedefler arasında yer alırlar. Kanser-testis antijenleri normal non-germinal dokuda (plasenta istisnası hariç) inaktif olan genlerin 37 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi ürünleridirler. T hücreleri bu antijenleri erkek germinal hücreler üzerinde tanımazlar çünkü bu hücreler MHC I veya MHC II molekülleri eksprese etmezler (33). Kanser-testis antijenlerini kodlayan genomik DNA genelde tümörlerde dimetiledirler (33) ve disregule kanser epigenomu germinal hücre epigenomuyla bazı özel karakteristikleri paylaşabilir (34). Bu özelliğe dayanarak epigenomu modüle eden ve kanser-testis antijenini hedef alan immunterapilerin kombine tedavi yaklaşımları önerilmiş, fare modeli ve insanın in-vitro sistemi üzerinde denenmiştir (35,36). Tümörtestis antijenlerini yaygın bir şekilde eksprese eden tümörler şunlardır: melanom, akciğer karsinomu, baş boyun, özefagus ve mesane kanserleri (37). Regülatör veya genetik mühendislikle değiştirilmiş T hücreleri tarafından hedeflenebilen 110 kadar kansertestis antijeni mevcuttur. Genlerin birçoğu gen duplikasyonundan türetilmiş multigen ailelerin bir kısmıdır. Bu genlerin fonksiyonları tam olarak bilinmemektedir. Kanser-testis antijenlerinin yaklaşık otuzu X kromozomu tarafından kodlanır. Bu antijenler özellikle, kanser immünologlarının arasında büyük ilgi uyandırmıştır. Bu antijenlerin çoğu –örn. Kanser-testis antijen 1 (CTAG1; aynı zamanda NY-ESO1 olarakda bilinir), MAGEA3 [REF. 38] ve sinovyal sarkoma X breakpoint 2 (SSX2) – klinik çalışmaların güncel odağı olmuştur. Genetik mühendislikle değiştirilmiş T hücre reseptörleriyle otolog T hücrelerini kullanarak hedeflenmiş CTAG1 çalışmasında 17 metastatik melanom hastasından 7 si (%47) ve 10 metastatik sinovyal sarkom hastasından 8 inde (%80) objektif klinik yanıt gözlenmiştir bu hastaların tamamı standard ön tedaviye tabii tutulmuşlardır. Normal dokuya karşı hiçbir toksisite görülmemiştir (6). Bu çalışma epigenomdaki kanser ilişkili dönüşümlerden türemiş neo-antijenlerin T hücre aracılıklı terapötik yaklaşımı onaylamaktadır. Farklılaşmamış tümör damar ağı ve stroması üzerindeki antijenlerin tanınması. Birçok çalışma T hücrelerinin tümör kitlesindeki değişmiş hücreleri nasıl öldürdüğü üzerine odaklanmış durumdadır. Ancak, tümörler büyük miktarlarda stroma hücreleri ve NK hücreleri, myeloid diziden farklılaşmış hücreler, B hücreleri ve tabi ki değişik T hücre popülasyonları 38 Çeviri Makale gibi lökositler barındırırlar (39). Yakın zamandaki bulgular gösteriyor ki bu hücreleri hedef almak, tümörün ortadan kaldırılmasını destekleyebilir (40). Örneğin araştırmalardan biri, fibroblast aktive edici protein salgılayan tümör filtre eden mezenşimal hücrelerin ameliyatla çıkarılmasının tümör nekrozunu sağladığını göstermiştir (41). Bu da bu hücreleri tanımak için ayarlanmış T hücrelerinin tümörü direkt hedef almadan tümör karşıtı bağışıklığı sağlayabileceği anlamına gelmektedir. Son olarak, tümör hücreleri besin elde etmek için düzenli olarak canlının şu anki damarlarından veya kemik iliğindeki endotelyal hücrelerden köken alan yeni damar ağına ihtiyacı vardır. Yeni damar ağı var olan damar ağına göre vasküler endotel büyüme faktörü 2(VEGFR2) gibi belirli moleküleri daha fazla salgılamasından ötürü bağışıklık saldırısının asıl konusu haline gelmektedir (42-44). Ayrıca buradaki önemli bir nokta da şu ki fare tümörlerindeki damar ağı normal dokudan ayırt edilebilir olmasına rağmen çoğu çalışmada genellikle bir aydan daha yeni. Bu yeni damarlar, tanıdan yıllar önce oluşmuş insan tümörlerinde bulunanlardan farklı olabilir. T hücrelerinin tümör karşıtı işlevi. Klinik ve klinik öncesi verilere dayanarak fark edilen şaşırtıcı bir gerçek var ki o da literatürde tümörün reddedilmesini oluşturan karışık hücresel mekanizmalara dair hiç bir genel kanı yok. T hücreleri antijenlerinin salgılandığı ve sitokin, kemokin ve anti-anjiyojenik faktörleri salgılayabilecekleri bölgelere doğru yönelirler. Etkili tümör karşıtı cevabı oluşturan T hücreleri, apoptoz uyarıcı molekül ya da sitotoksik granül salgısıyla tümör hücrelerine karşı direkt sitotoksik cevabı oluşturabilir. Farklılaşmış olgun CD8+T hücreleri ve bazı tip CD4+T hücreleri, interferon-y(IFNy)yı ve hem tümör hücrelerinde hem de tümörde bulunan antijen sunucu hücrelerde sınıf I ve II MHC molekülerinin salınımını upregule ederek bağışık cevabı arttıran tümör nekroz faktörünü salgılar. CD4+T hücreleri, sitotoksik CD4+T hücrelerinin işleyişi de dahil olmak üzere, doğumdan gelen ve adaptif bağışıklığın aktivasyonu ve düzenlenmesini kontrol edebilir. Ayrıca sonucunda yeni T hücrelerini olgunlaştırmakta ve doğuştan gelen Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi bağışıklığı aktive edecek şekilde APClerle birleşip onları “lisans”layabilmektedir (165). ACT immunoterapisi tümörleri yok edebilir Tümöre özel lenfositlerin transferine dayanan bağışıklık tedavisinin birkaç on yıl öncesine dayanan zengin bir geçmişi vardır (45-47). ACT temelli tedavilerin bağışıklığı güçlendiren kanser aşıları gibi diğer bağışıklık tedavilerinden farkını ayırt etmek önemlidir. Tedavi amaçlı aşılar kullanımı kolay olduğundan ve Birleşik Devletler Ulusal Kanser Enstitüsü gibi yerlerdeki klinik ve klinik öncesi denemelerde düşük toksisite gösterdiği için daha çekici gelmektedir (48-56). Aşılar prime-boost rejimleri, çapa MHC düzenlemeleri, sitokinler ve yan uyarımlarla geliştirilebilir (57-62). Ancak aşıların klinik denemelerinin geri dönüşleri gösterdi ki aşılar hastaların ancak %4’ünde objektif kanser gerilemesini başlatabilmektedir (63-64). Tedavi amaçlı kanser aşılarından US FDAnın da testislerin alınmasına dayanıklı prostat kanserine yönelik tedavisini onayladığı sipuleucel-T, hayatta kalımı 4.1 ay kadar uzatmış olsa da aşının, hastalığın ilerlemesinde önemli bir fark oluşturduğu gözlenmedi ve hastalarda hiç bir kanser gerilemesi ve ya uzun zamanlı bir etki deneyimlenmedi (65). Önemli olan bir nokta da şu ki, yüzlerce klinik denemesinden hiç biri metastatik kanserlerde istenen tedavi kavramına ulaşabilmiş değil ve eğer ölçülebilir bir tedavi avantajı varsa bu ortalama bir değerde ve yıllarla değil aylarla ölçülebilecek bir seviyededir. TIL esas alınarak yapılan güncel terapiler. Metastaz yapmış melanomlu hastalar için TIL’lerin edinilmiş hücre transferiyle yapılan immünoterapi en iyi tedavi yöntemidir. Ancak, bu terapilerin de limitleri var. Her hasta bu denemelere giremiyor; hastaların şu anda kullanılan IL-2 ve lenfotükenim tedavilerinin yoğunluğuna dayanacak kapasitede olması gerektiğinden, bu tedavi yöntemi ancak iyi performans gösteren hastalara uygulanabiliyor. 4. evre melanomu olan 93 hastayla yapılan yeni bir çalışma üç sıralı denemeyi tanımlıyor, bu denemelerde hastalara otolog TILlerin edinilmiş hücre transferi, IL-2 ile birlikte verilmekte ve bunu takiben hazırlama Çeviri Makale rejimleri de uygulanmaktadır. Tarafsız klinik yanıt dereceleri, solid tümorlerde yanıt değerlendirme kriterleri (RECIST) kullanarak değerlendirildiğinde 49% ila 72% arasında değiştiği bulundu (4). Bazı hastalar kısmi yanıtlardan büyük ölçüde fayda sağlasalar da, her hastanın asıl amacı kanserden tamamen kurtulmaktır. Kısmi yanıtın hastalığın ilerlemesinin geçici olarak ertelemesi ise melanomlu hastalar için kabullenmesi zor bir gerçektir. Önemli olan, 93 hastanın 20sinde (%22) tümor tamamen gerilemiştir ve bu 20 kişinin 19unda (%93) en az 57 aylık takip altında devam eden gerileme sağlanmıştır. Hatta bu hastaların bazıları 8 yıldan fazladır hayatta ve hastalıksız yaşamakta ve muhtemelen metastatik melanomu “tamamen” tedavi edilmiştir. Tamamen yanıt alınma olasılığı önceden yapılan terapinin önemi olmaksızın benzerdir. Bu sebeple, otolog TILlerle yapılan ACT terapisi metastatik melanomu olan hastalarda uzun ömürlü tam bir yanıt sağlayabilir ve önceden yapılmış tedaviye bakmaksızın benzer bir fayda sağlamaktadır (4). Yeni raporlara göre bazı diğer gruplar %48 tarafsız yanıt oranı elde etmişlerdir (66,67). Başarıya rağmen, neden bazı hastaların bu tedaviye iyi yanıt verip diğerlerinin vermediği halen bilinmemektedir. Başarılı ACT-immünoterapisinin etkenler fareler üzerinde çalışılmıştır (68) ve T hücre farklılaşmasının iç yüzü hakkındaki yeni bilgiler insan çalışmalarından elde edilmiştir (4), bu konu daha ayrıntılı anlatılacaktır. Tümorlerin birçok değişik mekanizma kullanarak, bazı durumlarda T hücre terapisinden kaçabildiği gösterilmiştir (11,12,69). Ek olarak, fare ve insanlarda yapılan çalışmalar transfer edilmiş T hücrelerinin hedef spesifikliğini, mikroçevrenin doğasını ve nasıl hedeflendirildiğini (arttırılmış-yoğunluklu lenfotükenim kullanılımı dahil olmak üzere) ve kullanılan hücrelerin farklılaşma durumlarını araştırmıştır. Aşağıda tarif edildiği üzere, genetik olarak değiştirilmiş T hücreleri değişik histolojik yapıdaki kanserleri yok etmede kullanılabilir. Ancak, tamamen anlaşılamayan sebeplerle, doğal oluşan TILlerin faydası sadece melanom ile sınırlıdır. Diğer tümörler, kolon ve meme kaynaklı olanlar gibi, T hücresi içeriyorlar (39,70), ama 39 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi bu T hücrelerinin özgünlüğü ve işlevi belirsizliğini korumaktadır. Terapötik TILlerin melanomlar için daha verimli olmasının bir açıklaması da melanomların diğer hemen her tür kansere göre daha fazla mutasyon içermesidir (25). Bazı tümörler –özellikle çocukluk çağında ortaya çıkan, testiküler germ hücreli tümörler ve lösemiler- çok az mutasyon içermektediler. Bunların kanserli fenotipleri büyük ölçüde epigenetik bozuklukların sonucu olarak gözükmektedir (31,71). İlginç olarak, melanomlar yüksek mutasyonlu genom içermekte yalnız değillerdir, bazı primer akciğer tümörleri de onlara katılmaktadır (71), ışıktan ziyade tütün dumanıyla uyarılmış aşırı çevresel mutasyona uğrayabilirler. Bu gözlem, akciğer kanserindeki çok sayıdaki mutasyonun da T-hücreli ACT tedavisinin hedefi olabileceği görüşüne yöneltmektedir. Şimdilerde, doğal olarak oluşup tümörlere infiltre olan T hücre populasyonu sadece melanomlardan izole edilip geliştirilmesine rağmen, hemen hemen tüm tümör hücre türleri tümör hücre yüzeyini tanımak üzere geliştirilmiş T hücreleri (5, 6, 16, 72, 73) tarafından lizise uğratılabilir ve bu T hücrelerinden sitokin ve kemokin salınımını uyarabilirler. Bu da, T hücrelerinin, tümörleri hedef alan özgül reseptör eksprese etmesi için genetik olarak değiştirilmesini içeren yaklaşımın gelişmesine neden olmuştur. ACT için T hücrelerinin genetiğinin değiştirilmesi. T hücrelerinin genetikleri, hedef antijenler için yüksek özgüllük ve afiniteli T hücre reseptörü üretmek üzere çeşitli teknikler kullanılıp değişikliğe uğratılabilir (7476). En son olarak, araştırmacılar hedef antijene özgül reseptör antijen kodlayan retrovirus ve lentivirus kullanmaktadır. Gen mühendisliği bu tedaviye duyarlı tümör histolojilerinin çeşitliliğini büyük ölçüde arttırabilir; yeni literatürdeki birkaç örneği vermek gerekirse, bu çeşitlilik şimdilerde nörüblastom (77), sinovial hücre sarkomu (6), lösemi ve lenfoma (3, 5, 7) içermektedir. Güncel çabalar burada özetlemek için çok sayıda: sadece Amerika’daki 1119 gen-terapi protokollerinin 765’i Rekombinant DNA Danışma Komitesi tarafından, kanser tedavisine yoğunlaştığı kabul edilmektedir (78). Gen mühendisliği, hemen hemen tüm kanser histolojilerini hedef alabilecek kapasitededir, çünkü T hücreleri, tümör kitlesinin içindeki transforme olmuş ve olmamış hücrelerden 40 Çeviri Makale eksprese edilen hedef antijenleri hedef alması için farklılaştırılabilir. Bu tanıma yönelik ayrıntılar aşağıda daha ayrıntılı anlatılmıştır. Güncel klinik denemelerde kullanılan T hücre reseptörlerinin birkaç kaynağı olabilir (Şekil-2). Eğer yüksek afiniteli T hücre reseptörleri hastadan izole edilebilirse, özellikle ACT’ye mükemmel yanıt veren bir hastadan, bu T hücre reseptörü kodlayan genler retrovirus ya da lentiviruse klonlanabilir, ve daha sonra bunlar da HLA kısıtlayan elementleri uyan diğer hastalardan alınan otolog T hücrelerinin transdüksiyonu için kullanılabilirler (21). Değiştirilmiş reseptörlerin afinitesi tamamlayıcı-belirleyici bölgeler ya da yönlenmiş evrim yoluyla arttırılabilir, ancak bu değişimler özgüllüğü azaltabilir (79). Fareden izole edilmiş T hücre reseptörleri kullanmak da mümkündür. Fare T hücre reseptörü eksprese etmesi için değiştirilmiş insan T hücreleri, insan klinik denemelerinde CEA ve PMEL’yi hedef almak için kullanılmaktadırlar ve bunları alan hastalarda, “hedefte” zehirlenme yaratabilme olasılığı olmasına rağmen, tarafsız klinik yanıt sağlanmaktadır. Kimerik antijen reseptörleri (CAR) transdüklenmiş T hücrelerine özgüllük sağlamak için başka bir yöntemdir ve antikorlardan kaynak alabilir (Şekil-2). Antikor genlerinin değişken bölümleri, T hücrelerini aktive edebilen T hücre reseptörü intraselüler alana kaynaştırılmış tek-zincir yapıları kodlayabilecek şekilde değiştirilebilir. Daha sonra rekombinant retrovirusler T hücrelerini antikor benzeri özgüllüğe sahip olan CAR ile birlikte transdüklemek için kullanılabilir. Bu sebeple CARler, hedef hücrelerin yüzeyindeki MHCkısıtlanmamış yapıları tanıyabilir, öte yandan TCRler genel olarak, peptid kompleksi olarak hazırlanıp MHC moleküllerine sunulan intraselüler antijenleri tanıyabilirler (80,81). Son olarak söylemeye değer bir diğer yaklaşım da, T hücrelerinin kendisini değiştirmek yerine, bispesifik antikorları değiştirip tümörlerin T hücre tarafından tanınmasını arttırmaktır (82,83). Bunların bir alt grubu, bispesifik T hücre bağlayanlar (BITE) olarak bilinen, aynı kökenli TCR-MHC etkileşimi olmasa da T hücrelerini tümöre bağlayıp tümör eliminasyonunu sağlayabilir. Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Geni Düzenlenmiş T hücrelerinin Avantajları ve Dezavantajları. Geni düzenlenmiş T hücrelerinin birkaç avantajı vardır. Bunlar kullanılan reseptörün biyofiziksel özelliklerinin ve kullanılan hücre popülâsyonlarının (84)(mesela diferensiyasyonun erken evrelerinde bulunan hücreler)(85) immünoterapist tarafından seçilebilmesidir. ACT için yapılan T hücrelerinin genetik modifikasyonu alıcı T hücrelerine yeni antijen reaktivitesi sunmakla kalmaz, iletimi yapılan T hücrelerine verimlerini arttırmak adına genler de eklenebilir. Bu genler; kostimulasyon (86), apoptozun önlenmesi (87), inflamasyonun başlatılması (88-90) ya da homeostatik proliferasyon ile T hücresi dönüşünü (91) başlatan kemokin reseptörlerini kodlayan genleri kapsamaktadır. Son olarak, T hücrelerinin diferansiyasyonunu ve kaderini kontrol eden transkripsiyon faktörlerini ekspres edebilen T hücrelerini düzenlemenin mümkün olduğu söylemeye değer. Tabii, bu manipulasyonların her biri doğal olarak meydana gelen tümör spesifik T hücrelerinde yapılabilir veya reaktivite kazandıran gen düzenlemeleriyle birlikte uyum içerisinde yapılabilir. Geni düzenlenmiş T hücrelerini kullanmanın bir de dezavantajları var. Güncel yaklaşım sadece monoklonal spesifikliğe sahiptir ve bu da tümöre karşı dar bir saldırı gibi görülebilir, bu da antijenden yoksun varyantların gelişmesini kolaylaştırmaktadır. Ek olarak, TCR α- ve β zincirlerinin yanlış eşleşmesi meydana gelebilir (92), bunların insan hücrelerindeki verimliliği sorgulanmaktadır (93). Hematopoetik kök hücrelerin (HSCs) transdüksiyonu, rekombinasyon-aktivasyon genlerinin ekspresyonunu allelik dışlaması ile (94,95) kapatarak yanlış eşleşmeyi bastırabilmektedir. Alternatif olarak, fare reseptörlerinden alınan transmembran domainleri kullanmak veya insan γδ hücrelerini iletmek yanlış eşleşmeyi (96) sınırlayabilir. Düzenlenmiş genli T hücrelerinin kullanımındaki bir başka sorun, beklenmeyen toksisitenin oluşmasıdır. “Hedef dışı” toksisite, antijenik mimikri veya çapraz reaktivite (hem de TCR yanlış eşleşmesi (92)) yüzünden istenmeyen yapının tanınmasından doğmaktadır, hedefli toksisite ise T hücreleri istenilen moleküler hedefi tanımaktadır. Her iki tanıma da doku zararına sonuç verebilir ve sekonder etkileri, mesela Çeviri Makale sitokin fırtınasını (81,97) tetikleyebilir. Fakat ACT terapilerinin güvenliği, ters toksisite durumunda T hücrelerinin çabuk tahribini sağlayan yeni teknolojilerle geliştirilebilir. Örnek vermek gerekirse, T hücreleri, aksi halde bioinert küçük molekül ilaçlar (98) ile aktive edilince hızlı hücre ölümüne neden olan kaspaz 9’un indüklenebilir formunu eksprese edebilecek şekilde modifiye edilebilir. Gen terapisinin halledilecek en büyük engeli olarak normal dokularda istenmeyen toksisiteyi yaratmadan kanseri yok edebilmek için hedef alınacak antijenlerin belirlenmesi kalmaktadır. Bozulmuş host mikroçevresini tüketmek Kanserli hastaların küresel olarak immünsüprese olduğu konusundaki erken iddialara karşı, çoğu kanserli hastada anlamlı immünsüpresyon geç evrelere kadar görülmemiştir. Fakat tümör mikroçevresindeki immünsüpresif hücresel elementler uzun olarak gözlemlenmiştir (99-101). İmmünsüpresyonu kaldırmak amacına yönelik olarak, araştırmacılar tedavi öncesi, lenfoid hücreleri yok edebilecek tüm vücut ışınlanması veya kemoterapisi rejimleri geliştirmiştir. ACT bazlı tümör immünterapinin host immün sistemi ortadan kaldırarak etkisinin arttırılacağı düşünülene aykırı gibi görünmesine rağmen, farelerde ACTden önce lenfotükenim rejimlerinin kullanılmasını destekleyen data açık ve güçlüdür (102,103). Bu yaklaşımların insan klinik deneylerinde kullanılan ACT bazlı immünterapileri geliştirebileceği yönünde kanıtlar da vardır (2,104,105). Lenfopenik çevrede tümör-reaktif T hücrelerinin artan etkisinin altında birkaç mekanizma yatıyor olabilir. Bu faktörler immünosüpresif myeloid kökenli baskılayıcı hücrelerin(MDSC) elenmesini veya yeniden programlanmasını da içermektedir, bunlar odak konumuzda başka bir yerde tartışılmıştır (106). Kısaca, MDSC’ler kronik infeksiyonlarda (101,107) ve tümörlerde artmış sıklıkta bulunan CD11b+GR1+hücrelerin heterojen bir popülasyonudur. Yaklaşık iki dekat önce yapılan klasik bir deneyde, MDSClerin GR1-spesifik antikorların kullanılarak yok edilmesi tümör saldırısından korunma ile sonuçlanabilir (108). Daha güncel olarak, IL-12 41 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale Şekil.3 – Progresif T hücre farklılaşması bu hücrelerin çoğalma ve antitümör kapasitesinin düşmesine sebep olur. Antijenik uyarımı takiben T hücreleri progresif fenotipik değişimlere maruz kalır. Uyarının şiddetine ve süresine bağlı olarak; çoğalma ve farklılaşma sürecine girerler. T hücreleri, antitümör etki gösterebilmeleri için farklılaşma sürecini tamamlamak zorundadırlar. Ancak adoptif transfer hakkında yapılan deneyler gösteriyor ki transfer edilecek hücrenin farklılaşması ile antitümör kapasitesi ters orantılıdır. T hücre farklılaşma süreci, çoğalma ve kendini yenileme yetilerindeki azalmayla sonuçlanmaktadır. Mesela CD8+ T hücrelerini ele alırsak; tümörlere karşı T hafıza kök(TSCM) hücreleri merkezi hafıza T (TCM) hücrelerinden daha etkiliyken, TCM hücreleri de efektör hafıza T (TEM) hücrelerinden daha etkilidir. APC, antijen-sunan hücre; CCR7, CC-kemokin reseptörü 7; IL-2Rβ, IL-2 reseptörünün β zinciri; TCR, T hücre reseptörü. (Şekil, (117) © (2011) Macmillan Publishers Ltd.’ın izniyle değiştirilmiştir. Tüm hakları saklıdır.) (89,90) kullanarak kemik iliği kaynaklı myeloid hücrelerin immünsüpresif özelliklerini kaybetmek üzere yeniden programlanabildiği gösterilmiştir. Böylece, MDSClerin baskılayıcı aktivitelerin modülasyonu ACT sonrası görülen antitümör T hücre cevaplarının artışına katkı sağlayabilir. regülatör T hücreleri arasındaki, IL-2 ile yönetilen, bu “yin ve yang” ilişkisi literatürde tartışılmıştır (113,114). Bir araya getirildiklerinde, kanserli hastalarda bulunan fazlaca disregüle olan immün mikroçevresini yenme amaçlı stratejilerin T hücre bazlı immünoterapileri çarpıcı biçimde geliştirdiği çok açıktır. Ek olarak, aktive eden sitokinler (109) için yarışan endojen hücrelerin tüketilmesi, HSC transplantasyonu (102) yolu ile adoptif olarak transfer edilmiş T hücrelerinin artışı ve tüm vücut ışınlanmasına (110) eşlik eden bakteriyal translokasyona aracı olarak fonksiyonu artan APCler ile ACT güçlendirilmiştir. Son olarak, farelerdeki ACT bazlı immünoterapiyi efektör T hücreleri arttırmasına rağmen, muhtemelen direkt hücresel inhibisyon ile ve ayrıca IL-2(112)’nin mevcudiyetini azaltarak regülatör T hücreleri bu terapilerin (111) etkisini azaltmaktadır. Efektör ve T hücre farklılaşma evresi ve ACT 42 Lenfotükenimi, ACT bazlı immünoterapilerle olan tedavilerde dikkat çekici etkiye sahip olabilir, fakat klinik cevapları etkileyen tek faktör değildir. Hem fare çalışmalarından hem de klinik deneylerden elde edilen gelişmekte olan bulgular, edinilmiş olarak transfer edilen T hücre popülasyonlarının farklılaşma evresine bağlı olan intrinsik özelliklerin ACT bazlı yaklaşımların başarısında önemli olduğunu göstermektedir (4,115,116). Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale Şekil.4- Yüksek derecede bireyselleştirilmiş tıp Ucuz ve hızlı uygulanabilen DNA sekans analizi teknolojilerinin gelişmesi; yeni tümör-ilişkili antijenlerin saptanmasında yüksek derecede bireyselleştirilmiş bir yaklaşımı mümkün kılmıştır. Aday mutant T hücre epitoplarını saptamak amacıyla bir hastanın tümörünün eksprese ettiği genlerin sekans analizi yapılabilir. Hastanın MHC moleküllerine bağlanabilecek ilgili epitoplar peptit tahmin algoritmaları yardımıyla öngörülebilir (bkz. HLA Peptide Binding Predictions websitesi). Eğer mutant proteinlerden elde edilen peptitler yeni MHC-kısıtlı hedef molekül olabilme kapasitesi gösteriyorlarsa bu aday peptitleri kullanmak için en az üç yoldan biri seçilir. Bu yolların birincisi, tetramersi ayıraçlar yardımıyla ilgili antijenleri (driver onkogenlerden türetilenler gibi) eksprese eden hücreler saptanır veya sınıflandırılır. İkinci olarak, aday peptitler hastanın tümör içinde veya periferik kanında hali hazırda var olan T hücrelerini stimule etmek amacıyla kullanılabilir. Üçüncü olaraksa; tümör antijenleri, insan MHC molekülleri için transgenik olan humanize farelerin tümörspesifik T hücrelerini başlatmak için kullanılabilir. Eğer oluşturulan T hücre popülasyonları hastanın tümörüne spesifite gösteriyorsa bunlar çoğaltılabilir ve insan orijinlilerse edinilmiş olarak transfer edilebilirler. Alternatif olarak, fare T hücreleri genetik mühendisliği uygulamaları için uygun TCRların tespitinde kullanılabilir. TIL, tümörinfiltre lenfosit. CD8+ T Hücre Farklılaşması. CD8+ T hücreleri, hem farelerde hem insanda tümör reddini tetikler ve farklılaşma durumlarına göre farklı hafıza alttiplerine sınıflandırılırlar (85,117). Mevcut bilgiler göre, CD8+ T hücreleri, merkezi hafıza T hücrelerine(=central memory T cells=TCM cells) ve efektör hafıza T hücreleri(=effector memory T cells =TEM cells)ne doğru progresif bir farklılaşma geçirmektedirler (85,116,118)(Şekil-3). Farklılaşmanın derecesi, T hücresinin antijen spesifik aktivasyonu sırasında karşılaştığı TCR (T hücre reseptör) sinyalinin kuvvetine ve sitokin ortamına bağlıdır. TCR transgenik farelerin kullanıldığı deneyler, kendi spesifik antijeni ve IL-2 ile birden fazla sayıda stimule edilen CD8+ hücrelerin hayatta kalma ve proliferasyon oranının yalnızca bir kez uyarılmış veya hiç uyarılmamış hücrelere göre daha düşük olduğunu göstermiştir. Bu CD8+ T hücreleri, hedef hücreleri sindirme ve IFNγ üretme gibi antitümöral etkinliklerinde(22) önemli olduğu düşünülen özellikleri kazanmalarına rağmen; edinilmiş transfer nedeniyle asıl antitümoral aktivitelerinde düşüş olmuştur (115). Tumor-spesifik T hücrelerin fonksiyonundaki bu düşüş, hücre içi kontradüzenleme (cell intrinsic counterregulation) de dahil bir takım faktörlere bağlanmıştır (119). T hücre farklılaşması, granzim ve 43 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi aktif oksijen ürünlerinin artmış üretimine, bunun yanında da IL-2 üretim yeteneklerini kaybetmelerine (bu da lenf nodlarına yerleşmelerini ve apoptozla ölmelerini engeller) bağlıdır. Bu bulgular şu hipotezi ortaya koyuyor ki; CD8+ hücrelerin farklılaşma dereceleri, bu hücrelerin çoğalması ve devamlılığıyla ters orantılıdır (116)(Şekil-3). Kansere karşı ACT tedavisinin etkililiği söz konusu olduğunda, naif T hücrelerinin hafıza T hücrelerinden daha verimli olduğu gösterilmiştir (115,120,121). Farelerde(122,123), insan olmayan primatlarda(124), hümanize edilmiş fare modellerinde(125) hafıza havuzunun içinde (memory pool) TCM hücreleri, TEM hücreleriyle karşılaştırıldığında artmış antitümör aktivite göstermiştir. Yeni bulgular, TCM hücrelerinden kaynak alan hücrelerinin insanda devamlılığının sağlanması ve fonksiyon göstermesinin CD62L’nin tekrar kazanılmasına bağlı olduğuna işaret etmektedir (126). Klinik çalışmalarda daha genç T hücrelerinde daha yüksek verimlilikle olarak çalışılmasına rağmen(85); bu T hücrelerinin yüksek verimliliğinin edinilmiş transferden önce tamamen farklılaşmış efektör hücrelerden ayrılmasına bağlı olup olmadığı henüz açıklanamamıştır. Son zamanlarda, ilk kez Emerson ve arkadaşları tarafından transplantasyon modellerinde karakterize edilmiş farklı bir CD8+ T hücre hafıza kök hücreleri(TSCM) üzerinde ilgi artmıştır (127). Bu hücreler yüksek miktarda kök hücre antijen-1(SCA1), B Hücre lenfoma 2 (BCL-2) ve IL-2 reseptörünün β zincirini eksprese etmekte ve diğer hafıza T hücre çeşitleriyle karşılaştırıldığında farelerde daha üstün antitümoral özellik göstermektedir (128). İnsanlarda TSCM hücreleri, CD45RA+ CD45ROfenotip göstermeleri bakımından naif T hücrelerine benzerlik göstermektedirler. Bu hücreler, IL-7 reseptörünün α zincirini sentezlemeleri bu hücrelerin hayatta kalma şanslarını artırmaktadır (127). Bunun yanında da lenf nodlarına yerleşmelerini sağlayacak CD62L ve CCkemokin reseptörü – 7 (CCR7) yi sentezleyebilmektedirler. Ek olarak, insan TSCM hücreleri proliferatif kapasitelerini artıracak eş uyaranları (CD27 ve CD28 dahil) ve yüksek miktarda 44 Çeviri Makale CD95 ile IL-2Rβ (130,85,117). eksprese edebilmektedirler TSCM hücrelerinin büyük ölçüde prolifere olabilmelerini sağlayan bir genetik programı vardır ve TCM ile TEM hücrelerine de farklılaşabilirler (Şekil-3). Başka bir önemli nokta da insan TSCM hücrelerinin TCM ve TEM hücreleriyle karşılaştırıldığında artmış antitümör aktivitesi göstermesidir ki bu da bu hücrelerin kanserli hastaların ACT tedavisinde daha verimli olabileceğini düşündürmektedir (85,117,128,131). T hücreleri CD62L ekspresyonunu tekrar kazanabilmesine rağmen, farklılaşmanın esas aşamaları sadece tek yönde etkili olarak yürümektedir (124). Bu nedenle ACT ile kanser tedavisinde bazı durumlarda T hücre farklılaşmasını durdurmak veya ters çevirmek istenebilir. Geleceğin ACT temelli immünoterapilerinde hangi hücrelerin transfer edileceği seçilirken daha çok fenotip, telomer uzunluğu, IL-2 üretim kapasitesi ve T hücrelerinin TCR affinitesi etkili olması beklenmektedir. Terapinin etkisinin artırılması amacıyla T hücre farklılaşmasının modülasyonu. Yukarıda da tartışıldığı gibi, efektör CD8+ hücrelerinin farklılaşma durumu antitümoral etkinliklerini belirler. Bununla beraber, hastalardan izole edilmiş TIL popülasyonunda bulunan CD8+ T hücrelerinin farklılaşma derecesi henüz bilinmemektedir. Bazı hastalarda, mevcut tümörspesifik T hücrelerinin son aşamaya kadar TEM hücrelerine farklılaşmış olması da mümkündür. Ek olarak ACT için TIL hazırlanmasında kullanılan kültür koşulları (2 hafta veya daha uzun süren kültür, yüksek dozda IL-2,CD3-spesifik antikor ve bazı durumlarda ışınlanmış allogenik uyarıcı hücreler) de izole edilmiş TIL hücrelerinin ek farklılaşmasına yol açabilir. Bu kuvvetli farklılaşma faktörlerinin kısıtlanmasının TIL hücrelerinin etkinliğini artırıp artırmayacağı ise bilinmemektedir. Üstelik T hücrelerinin antitümoral aktivitelerindeki bu artışın-eğer gerçekleşirse- bu faktörlerin kısıtlanmasının yol açtığı TIL hücrelerinin sayıca azalışını kompanse edip edemeyeceği bilinmiyor. Bununla beraber, IL-2 efektör T hücrelerinin farklılaşmasını sağladığından ve apoptoza hassasiyetini artırdığından, kültürde IL-2 konsantrasyonunu düşürmenin ACT için yarar sağlayıp Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Çeviri Makale Şekil.5 – Hedeflenmiş terapilerin edinilmiş hücre transferi tabanlı immünoterapilerle kombine edilmesinin gerekçesi A) Bir hedeflenmiş terapi (vemurafenib gibi) tümör hücrelerinde apoptozisi tetiklemek için kullanılabilir. B) Ölmekte olan tümör hücrelerinden salınan antijenler; lokal drene edici lenf nodlarında veya dokunun içinde bulunan APCler tarafından gittikçe artan hızda edinilir. Bu APCler; tümör antijenlerini işler ve elde ettikleri tümör kökenli peptitleri T hücrelerine sunarlar. Bu; adoptif olarak trasnfer edilen tümör-spesifik T hücrelerinin uyarımına yol açabileceği gibi, diğer endojen T hücre popülasyonlarını da uyarabilir. İşte bu noktada, tümör-spesifik T hücrelerinin aktivasyonunun etkinliğinin artırılması immünstimüle edici sitokin ve kemokinlerle tedavi sayesinde mümkündür. C) Tümör mikroçevresi içinde var olan immünbaskılayıcı etkili faktör ve hücreleri hedefleyen terapiler de (regülatuar T(TReg) hücreleri ve myeloid kökenli baskılayıcı hücreler (MDSCs) gibi) artan tümör spesifik T hücre aktivasyonunun tetikleyicisi olabilir. sağlamayacağı keşfedilmesi gereken önemli bir noktadır. Araştırılmaya değer diğer sitokinler ise TCM farklılaşmasını sağlayan IL-15 ve T hücre farklılaşmasını durdurarak daha ‘genç’ hücrelerin elde edilmesini sağlayan IL-21 dir (132,133). Ek olarak, WNT sinyal yolunun farmakolojik modülatörleri de yararlı etki gösterebilirler (85,131,134,135). Tümöre özgü CD4+ T hücrelerinin farklılaşması. Var olan birçok kanser immünoterapisi çalışmaları CD4+ T hücrelerine yoğunlaşmış bulunmaktadır. Buna karşın, CD4+ T hücreleri tümör reddini, kısmen IL-2 (111) salgılama ve tümöre özgü CD8+ T hücrelerini (136) destekleme ve kuvvetlendirme özelliği sayesinde, etkili bir şekilde desteklemektedir. Ayrıca CD4+ T hücreleri antijen sunan hücrelerin (özellikle dendritik hücreler) ve doğal bağışıklık hücrelerinin görevlerini değiştirebilirler (165). Üstelik CD4+ T hücrelerin, CD8+ T hücrelerinin görevlerini arttırmanın yanında tümör eliminasyonunda da daha doğrudan bir rolü vardır (137,138). Bazı klinik öncesi çalışmalar tümöre özgü CD4+ T hücrelerinin kanser immünoterapisi için potansiyel kullanımını örneklerle tanımlamaktadır (95,139–144) ve yakın zamanda metastatik melanomaya sahip dokuz hastanın tümöre özgü CD4+ T hücre klonlarıyla tedavi edildiği bir klinik çalışmada 45 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi (145) bir hastanın tam bir cevap gösterdiği vurgulanmıştır (146). CD4+ T hücrelerinin antitümör bağışıklık cevaplarındaki rolü onların kutuplaşmasına kritik olarak bağlıdır, bu kutuplaşma anahtar transkripsiyon faktörlerin ifadesi tarafından belirlenir ve başka yerlerde de yeniden gözden geçirilmiştir (147). Önceden bahsedildiği gibi T regülatör hücreler kuvvetli immünoinhibitör görevlere sahiptir ve immunosüpresif tümör mikro çevresine katkıda bulunabilirler. Antitümör immün cevapta, Th2 hücrelerinin (T helper 2 hücreleri) rolü hala kesin olarak bilinmemektedir fakat Th1 hücreleri IFNγ üretmeleri sayesinde (148) fare modelleri üzerinde antitümör cevap oluşturabilmektedirler. Yeni bulgular göstermektedir ki uygun transfer edilmiş Th17 hücreleri uzun ömürlü antitümör bağışıklığı destekleyebilirler (143,149). Buna karşılık IL-17 kendisi karsinogenezle birbirine bağlanmıştır (150,151), Th17tip polarizasyon koşulları ayrıca CD8+ T hücrelerinin antitümör fonksiyonlarını arttırdığı kesindir (152,153). Th17 hücreleri etkili tümör reddini oluşturma kapasitesine sahiptirler (141,142), ama sadece Th1 benzeri özelliklerle birlikte efektör T hücrelerine farklılaşma kapasiteleri varsa (143). İlginç biçimde, Th17 hücreleri gen ekspresyonu profili, apoptosise karşı direnç, kendini yenileme kapasitesi ve multi potent olma özellikleriyle kök hücrelerle benzerlik göstermektedirler (143,166). Özetle, CD4+ T hücreleri birçok farklı efektör bağışıklık cevabı oluşmasında önemlidir ve bu hücrelerden yararlanmak daha iyi kanser terapilerinin gelişmesini sağlayabilirler. Gelecek istikametler Lymphotükenim sonrası ACT, kanser immünoterapisinde umut verici bir gelişme ortaya çıkardı. Preklinik ve klinik çalışmalar sonucu ortaya çıkan veriler başarılı immünoterapinin altında yatan mekanizmayı anlamamızda ve en etkili T hücreleri popülasyonlarını tanımlamamızda bize yardımcı oldu. Buna ek olarak gen mühendisliği ACT dayalı immünoterapiden yararlanabilecek potensiyel hedef popülasyonu genişletti. 46 Çeviri Makale Önemli olan bir nokta: ACT dayalı immünoterapi FDA onaylı değildir ve dünyada sadece limitli sayıda ülkede bulunmaktadır. Bu terapinin en önemli kısıtlaması masrafıdır ve tedavi özelleşmiş hücre üretme imkanları ve yüksek düzeyde yetiştirilmiş laboratuar ve medikal personel gerektirmektedir. Buna rağmen, tüm kısıtlamalara karşı şahsa özel hücre terapilerini kliniğe taşımada gelişmeler olmuştur(hücre izolasyonu ve kültür teknikleri dahil), bu da yeni deneysel terapilerin artmasını sağlamıştır. Kan bankalarının klinik kullanım için tümöre özgü T hücreleri büyütmesi ya da otolog (aynı canlıdan alınan)ya da allojeneik( başka canlıdan alınan) hücreler merkezi bir tesiste ya da ticari bir kuruluşta seri olarak üretilmesi akla yatkındır (154,155). Gelecekte, immün ablasyon oluşturma metodlarını keşfetmek önem kazanacaktır. Buna rağmen öncü denemeler göstermiştir ki tüm vücudun radyasyona tabi tutulması ACT dayalı terapinin daha etkili olmasını sağlayabilir, yüksek şiddetli lenfotükenim rejimlerini kıyaslamak için rastgele denemelere bugünlerde başlanmıştır (bakınız, ClinicalTrials.gov; çalışma tanımlayıcı NCT01319565). Ucuz ve rutin DNA sekansı teknikleri yakında hastaya özgü tümör antijenleri tanımlamalarına olanak vererek kanser immünoterapilerinde köklü değişiklikler yapabilir (Şekil-4). Sonuç olarak, ACT dayalı terapilerin (156) diğer kanser terapileriyle kombinasyonunu kullanmak için güçlü bir gerekçe vardır (Şekil-5). Fareler üzerindeki çalışmalar göstermiştir ki T hücrelerinin akut aktivasyonu antitümör başarısını arttırmaktadır (157). Bunun aynısı transfer edilmiş hücrelerle bir aşı uygulamasıyla in vivo olarakta yerine getirilebilir (158). ‘Onkojen çekilmesi’ sonrası tümör hücre ölümü T hücrelerinin oluşturacağı antijenik uyarımı sağlayabilir (159,160). Onkojen çekilmesi ayrıca tümör hücrelerinin immünosüpresif sitokin üretmesini de azaltabilir (161). Hedeflendirilmiş ajanların kullanımı tümör hücrelerinin pro ve antiapoptotik moleküllerinin dengesini bozup onları tümöre özgü T hücreleri veya onların toksik metabolitleriyle karşılaşınca ölüme doğru meylettirir. Buna ek olarak, vemurafenib( RAFMEK-ERK sinyal yolunda küçük moleküllü bir inhibitör) Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi uygulanması melanomada tümörle birleşmiş antijenlerin upregülasyonuna öncülük edip bu sayede T hücrelerinin tümörü tanımasını sağladığı gösterilmiştir (162). Sonuçlar 1950 yılında Dr William Castle tarafından lösemi açıklamasını yorumlamak: her ne kadar onkologların günlük görevi kanseri hafifletmek olsa da kanserin komple tedavisi hala içimizde yanan umudumuzdur. Şurası açıktır ki ilaç tabanlı tedaviler yalnız başına tüm kanser hücrelerini ortadan kaldıramamaktadır, germ hücresi tümörleri ve bazı hematolojik maligniteleri bundan tenzih etmek gereklidir. Ayrıca ilaç terapisinin getirdikleri eninde sonunda ölümcül sonuçları olan hastalıklara ilerleyecektir. Ama immün sistem, kendini sönümleyebilen ve muhtemelen küratif olan uzun dönemli, sağlam yanıtlar oluşturma yetisine sahiptir. Bu manada adaptif T hücre tabanlı tedavilerin kanser eradikasyonunda kullanımı, temel immünoloji ve kliniksel manada tedavi arasındaki nadir bağlardan birini oluşturmaktadır. SÖZLÜK Tümöre Infiltre Lenfosit (TIL) Çeviri Makale Lenfotükenim (Lymphodepletion) Hastanın lenfoid bölümlerin azaltılmasında tüm vücut ışın tedavisi veya sitotoksik ilaçlar kullanımı. Myeloid-türevi Süpresör Hücreler(MDSCs) Çeşitli tümör türevi sitokinlere karşı cevap olarak üretilen bir grup olgunlaşmamış CD11b +GR1+ hücreleridir(makrofaj, granülosit, dendritik ve myeloid hücrelerinin prekürsörlerini kapsarlar). Bu hücreler tümörle ilişkili CD8+ T hücrelerinde tolerans indükleyici olarak gösterilmiştir. Çapraz Ateşleme (Cross-priming) Antijen içeren hücrelerin ekzojen antijenlerden elde edilmiş peptidleri MHC sınıf 1 moleküllerine yüklemesini sağlayan yetenek. Bu özellik atipiktir, çünkü çoğu hücre MHC sınıf 1 moleküllerinde yalnızca endojen proteinlerinden peptidler taşır. İmmuneditleme (Immunoediting) Konağın immün sisteminin gelişmekte olan bir tümörün gen ekspresyonunu değiştirebilmesi olayıdır, böylece immünojenik epitoplar silinmiş veya değişmiş olur, bu sayede tümörün immün sistemden kaçması kolaylaşır. Tümörde bulunan heterojen T hücresi popülasyonunun bir üyesidir. TIL’ler fenotip çeşitliliği, antijen spesifikliği, avidite ve fonksiyonel özellikleri ile karakterizedirler. TIL popülasyonu organizma dışı (ex vivo) aktive edilip çoğaltılarak tümör taşıyan konağa tekrar nüfuz edilebilir. Karsinoembriyonik Antijen Interlökin-2(IL-2) Solid tümörlerde yanıt tahmin kriterlerine (RECIST=The response evaluation criteria in solid tumours) göre objektif bir cevap, ölçülebilir tümör lezyonlarının tedavi sonrasında tedavi öncesine göre en uzun çaplarının toplamındaki %30 düşüştür. WHO kriterlerine göre ise objektif cevap, ölçülebilir lezyonların dikey çaplarının ürünlerinin toplamındaki %50 düşüştür. İki kriter setinde de yeni lezyon görülemez. Sadece kontrollü hasta kohortlarıyla tespit edilebilecek olsa da en önemli klinik son nokta belki de artan hayatta kalma oranı baz alınarak belirlenen tedaviden sağlanan yarardır. Hem efektör T hücre hem de regülatör T hücre popülasyonlarının çoğalmasını tetikleyen kapasiteye sahip bir T hücresi büyüme faktörüdür. IL-2, melanomlu hastaların tedavisinde kullanılmıştır ve ACT-temelli tedavi rejimlerinin bir parçasıdır. Adaptif Hücre Transferi(ACT) Tümör-spesifik lenfositlerin (hastadan(otolog) veya donörden(allojenik) elde edilen) uygulanması lenfoid seriyi tüketici bir hazırlık rejimini takip eder. Fetal gastrointestinal dokuda bulunan, gastrointestinal kanserlerde artan ve tümör markeri sayılan bir proteindir. Objektif Klinik Cevaplar (Objective clinical responses) 47 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Kanser Yapıcı Mutasyonlar (Driver Mutations) Kanser hücresinin hayatta kalmasına ve büyüme avantajlarına sahip olmasına sebep olan bir nonsense mutasyondur. Kanser-Testis Antijenleri (Ayrıca kanser germline antijenleri olarak bilinir) Testis ve fetal overler haricinde normal adult dokulardan üretilmeyen fakat pek çok insan kanserinde üretilen bir >100 protein sınıfıdır. Bu antijenler CTAG1, MAGEA3 ve SSX1’i kapsar. Tamamlayıcı-Belirleyici Bölgeler Antijen reseptör proteinlerinin değişken bölgelerinde bulunan kısa aminoasit dizisidir. Bunlar reseptöre antijene göre spesifiklik sağlarlar. Yönlenmiş Evrim Genelde in vitro koşullarda yapılan; doğada olup olmaması fark etmese de, araştırmacılar tarafından istenen özellikleri gösteren protein veya nükleik asitleri geliştirmek için uygulanan modifikasyon, seleksiyon ve amplifikasyonu içeren siklik adım dizisi. Kimerik Antijen Reseptörleri(CARs) Birden fazla kaynaktan dizilimler içeren antijen reseptörü, örneğin bir antikor molekülü, bir T hücresi reseptör sinyalizasyon zinciri ve bir aktivasyon motifidir. Homeostatik Çoğalma Lökositlerin lenfopenik çevrede aktivasyon ve çoğalması işlemi. T hücresi homeostatik çoğalması, T hücresinin reseptörlerinin kendi peptid-MHC komplexleriyle etkileşimi ve T hücresinin interlökin7(IL-7), IL-15 ve IL-21 e yanıt vermesiyle sürdürülür. Çeviri Makale Bir lenfositin hücre yüzeyinde tek bir spesifikliğe sahip antijen reseptörü üretmesini sağlayan mekanizma. Bu lenfosit kökeninde klonal bağlantı sağlayan bir basamaktır. Sitokin Fırtınası Inflamasyon öncesi dolaşımdaki sitokin seviyesinin ani dalgalanması durumu( IL-1, IL-6, tümör nekroz faktörü ve interferon-γ). Klinik olarak, bu olay hipotansiyon, akut renal yetmezlik, yetersiz akciğer fonksiyonu ve hatta ölümle sonuçlanabilir. Merkezi T Hafıza Hücreleri (Central Memory T cell (TCM cell)) Anında cevap verme fonksiyonu olmasa da hızlı hafıza reaksyonlarına aracılık edebilecek olan antijenle karşılaşmış CD8+ T hücresidir. Bu hücreler aynı zamanda antijenle yeniden karşılaşmadan sonra hızla hafıza T hücresi fenotip ve fonksiyonu gösterebilme yetisine de sahiptir. TCM hücreleri naif T hücrelerinin migrasyon özelliğini de gösterebildikleri için ikincil lenfoid organlar arasında dolaşım halindedirler. Efektör Hafıza T hücresi (Effector Memory T Cell (TEM cell)) Lenf nodu hedefleyici reseptörleri olmasa da enflamasyonlu dokuları hedefleyici reseptörleri olan tam farklılaşmış T hücreleridir. TEM hücreleri daha fazla farklılaşmaya ihtiyaç duymaksızın anında efektör fonksiyon gösterebilme yetisine sahiptir. Telomer Kromozom kollarının ucundaki bölme, hücre bölünmesinde kromozom replikasyonunu kontrol eden tekrarlı DNA dizileri (TTAGGG tüm omurgalılarda var) içeriyor. Rekombinasyon-Aktivasyon Genleri Allojenik Bu genler(Rag1 ve Rag2) lenfositlerin gelişimiyle eksprese edilir. Bu RAG proteinlerinden yoksun olan fareler antijen reseptör ekspresyonu için gerekli olacak gen düzenlemelerinde oluşan gelişimsel engel nedeniyle B ve T hücrelerini oluşturamazlar. MHC lokuslarındaki bireyler arası farklılıklar. Mesela komple cross-match göstermeyen bireyler arasındaki transplantasyonlarda bazı MHC molekülleri ortak olsa da bazıları donör ve alıcı arasında farklılık gösterir. Allelik Dışlama (Allelic exclusion) CD4+ T hücrelerinin hümoral immünite ve alerjik reaksyonlarda önemli yeri olan alt grubu. GATA3 ve 48 TH2 Hücreleri (T yardımcı 2 hücreleri) Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi STAT6 transkripsiyon faktörlerini eksprese eder ve IL4, IL-5, IL-9 ve IL13 gibi sırasıyla IgE sentezini, eozinofil artışını, mast hücresi artışı ve havayolu aşırıduyarlılığını regüle eden sitokinleri üretirler. IgE üretimi ve eozinofili ile alakalı olan alerjik ve parazitik reaksiyonlarda TH2 hücresi sitokin ekspresyon modeli gözlenmiştir. TH1 hücreleri (T Yardımcı 1 hücreleri ) CD4+ T hücrelerinin T-bet transkripsiyon faktörü eksprese eden ve hücresel bağışıklıkla alakalı olan alt grubu. Yüksek konsantrasyonda interferon- γ, IL-2 ve TNF salgılayarak sitotoksik T hücrelerine destek olur. Ayrıca RA ve MS gibi bazı otoimmün hastalıkların immünopatolojisinin temelini oluştururlar. TH17 hücreleri (T yardımcı 17 hücreleri) CD4+ T hücrelerinin IL-17 salgılayan ve antibakteriyel, antifungal immünite için öenmli olduğu ve otoimmün hastalıklarda da rolü olabileceği düşünülen alt grubu. Bunların üretimi, IL-23 ve IL-21, hem de transkripsiyon faktörleri RORγt ve STAT3 içerir. Referanslar 1. Deguine, J., Breart, B., Lemaitre, F., Di Santo, J. P. & Bousso, P. Intravital imaging reveals distinct Dynamics for natural killer and CD8+ T cells during tumor regression. Immunity 33, 632–644 (2010). 2. Kochenderfer, J. N. et al. Eradication of B-lineage cells and regression of lymphoma in a patient treated with autologous T cells genetically engineered to recognize CD19. Blood 116, 4099–4102 (2010). 3. Brentjens, R. J. et al. Safety and persistence of adoptively transferred autologous CD19-targeted T cells in patients with relapsed or chemotherapy refractory B-cell leukemias. Blood 118, 4817–4828 (2011). 4. Rosenberg, S. A. et al. Durable complete responses in heavily pretreated patients with metastatic melanom using T-cell transfer immunotherapy. Clin. Cancer Res. 17, 4550–4557 (2011). 5. Porter, D. L., Levine, B. L., Kalos, M., Bagg, A. & June, C. H. Chimeric antigen receptor-modified T cells in chronic lymphoid leukemia. N. Engl. J. Med. 365, 725–733 (2011). 6. Robbins, P. F. et al. Tumor regression in patients with metastatic synovial cell sarcoma and melanoma using genetically engineered lymphocytes reactive with NY-ESO-1. J. Clin. Oncol. 29, 917–924 (2011). 7. Kochenderfer, J. N. et al. B‑cell depletion and remissions of malignancy along with cytokine associated toxicity in a clinical trial of anti-CD19 chimeric-antigen-receptor-transduced T cells. Blood 8 Dec 2011 (doi:10.1182/blood-2011-10-384388). 8. Baitsch, L. et al. Exhaustion of tumor-specific CD8 T cells in metastases from melanoma patients. J. Clin. Invest. 121, 2350–2360 (2011). 9. Ahmadzadeh, M. et al. Tumor antigen-specific CD8 T cells infiltrating the tumor express high levels of PD-1 and are functionally impaired. Blood 114, 1537–1544 (2009). 10. Offringa, R. Antigen choice in adoptive T-cell therapy of cancer. Curr. Opin. Immunol. 21, 190–199 (2009). Çeviri Makale 11. Restifo, N. P. et al. Identification of human cancers deficient in antigen processing. J. Exp. Med. 177, 265–272 (1993). 12. Restifo, N. P. et al. Loss of functional β2-microglobulin in metastatic melanomas from five patients receiving immunotherapy. J. Natl Cancer Inst. 88, 100–108 (1996). 13. Schreiber, R. D., Old, L. J. & Smyth, M. J. Cancer immunoediting: integrating immunity’s roles in cancer suppression and promotion. Science 331, 1565–1570 (2011). 14. Matsushita, H. et al. Cancer exome analysis reveals a T-cell dependent mechanism of cancer immunoediting. Nature 482, 400–404 (2012). 15. van der Bruggen, P. et al. A gene encoding an antigen recognized by cytolytic T lymphocytes on a human melanoma. Science 254, 1643–1647 (1991). 16. Parkhurst, M. R. et al. T cells targeting carcinoembryonic antigen can mediate regression of metastatic colorectal cancer but induce severe transient colitis. Mol. Ther. 19, 620–626 (2011). 17. Bos, R. et al. Balancing between antitumor efficacy and autoimmune pathology in T-cell-mediated targeting of carcinoembryonic antigen. Cancer Res. 68, 8446–8455 (2008). 18. Overwijk, W. W. & Restifo, N. P. Autoimmunity and the immunotherapy of cancer: targeting the “self” to destroy the “other”. Crit. Rev. Immunol. 20, 433–450 (2000). 19. Overwijk, W. W. et al. gp100/pmel 17 is a murine tumor rejection antigen: induction of “self”-reactive, tumoricidal T cells using high-affinity, altered peptide ligand. J. Exp. Med. 188, 277–286 (1998). 20. Kawakami, Y. et al. Cloning of the gene coding for a shared human melanoma antigen recognized by autologous T cells infiltrating into tumor. Proc. Natl Acad. Sci. USA 91, 3515–3519 (1994). 21. Johnson, L. A. et al. Gene therapy with human and mouse T‑cell receptors mediates cancer regression and targets normal tissues expressing cognate antigen. Blood 114, 535–546 (2009). 22. Palmer, D. C. et al. Effective tumor treatment targeting a melanoma/melanocyte-associated antigen triggers severe ocular autoimmunity. Proc. Natl Acad. Sci. USA 105, 8061–8066 (2008). 23. Yeh, S. et al. Ocular and systemic autoimmunity after successful tumorinfiltrating lymphocyte immunotherapy for recurrent, metastatic melanoma. Ophthalmology 116, 981–989 (2009). 24. Davies, M. A. & Samuels, Y. Analysis of the genome to personalize therapy for melanoma. Oncogene 29, 5545–5555 (2010). 25. Walia, V., Mu, E. W., Lin, J. C. & Samuels, Y. Delving into somatic variation in sporadic melanoma. Pigment Cell Melanoma Res. 25, 155–170 (2012). 26. Gilchrest, B. A. Molecular aspects of tanning. J. Invest. Dermatol. 131, e14–e17 (2011). 27. Robbins, P. F. et al. A mutated β-catenin gene encodes a melanomaspecific antigen recognized by tumor infiltrating lymphocytes. J. Exp. Med. 183, 1185–1192 (1996). 28. Brenner, M. K. & Heslop, H. E. Adoptive T cell therapy of cancer. Curr. Opin. Immunol. 22, 251–257 (2010). 29. Kenter, G. G. et al. Vaccination against HPV-16 oncoproteins for vulvar intraepithelial neoplasia. N. Engl. J. Med. 361, 1838–1847 (2009). 30. Anders, K. et al. Oncogene-targeting T cells reject large tumors while oncogene inactivation selects escape variants in mouse models of cancer. Cancer Cell 20, 755–767 (2011). 31. Zhang, J. et al. A novel retinoblastoma therapy from genomic and epigenetic analyses. Nature 481, 329–334 (2012). 32. Hofmann, O. et al. Genome-wide analysis of cancer/testis gene expression. Proc. Natl Acad. Sci. USA 105, 20422–20427 (2008). 33. Almeida, L. G. et al. CTdatabase: a knowledge-base of high-throughput and curated data on cancer-testis antigens. Nucleic Acids Res. 37, D816– D819 (2009). 49 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi 34. Baylin, S. B. & Jones, P. A. A decade of exploring the cancer epigenome — biological and translational implications. Nature Rev. Cancer 11, 726– 734 (2011). 35. Guo, Z. S. et al. De novo induction of a cancer/testis antigen by 5‑aza‑2ʹ-deoxycytidine augments adoptive immunotherapy in a murine tumor model. Cancer Res.66, 1105–1113 (2006). 36. Wargo, J. A. et al. Recognition of NY-ESO-1+ tumor cells by engineered lymphocytes is enhanced by improved vector design and epigenetic modulation of tumor antigen expression. Cancer Immunol. Immunother. 58, 383–394 (2009). 37. Simpson, A. J., Caballero, O. L., Jungbluth, A., Chen, Y. T. & Old, L. J. Cancer/testis antigens, gametogenesis and cancer. Nature Rev. Cancer 5, 615–625 (2005). 38. Chinnasamy, N. et al. A TCR targeting the HLA-A*0201-restricted epitope of MAGE-A3 recognizes multiple epitopes of the MAGE-A antigen superfamily in several types of cancer. J. Immunol. 186, 685–696 (2011). 39. Ruffell, B. et al. Leukocyte composition of human breast cancer. Proc. Natl Acad. Sci. USA 8 Aug 2011 (doi:10.1073/pnas.1104303108). 40. Engels, B., Rowley, D. A. & Schreiber, H. Targeting stroma to treat cancers. Semin. Cancer Biol. 22, 41–49 (2012). 41. Kraman, M. et al. Suppression of antitumor immunity by stromal cells expressing fibroblast activation protein-α. Science 330, 827–830 (2010). 42. Chinnasamy, D. et al. Gene therapy using genetically modified lymphocytes targeting VEGFR‑2 inhibits the growth of vascularized syngenic tumors in mice. J. Clin. Invest. 120, 3953–3968 (2010). 43. Shrimali, R. K. et al. Antiangiogenic agents can increase lymphocyte infiltration into tumor and enhance the effectiveness of adoptive immunotherapy of cancer. Cancer Res. 70, 6171–6180 (2010). 44. Chung, A. S., Lee, J. & Ferrara, N. Targeting the tumour vasculature: insights from physiological angiogenesis. Nature Rev. Cancer 10, 505–514 (2010). 45. Fefer, A. Immunotherapy and chemotherapy of Moloney sarcoma virus-induced tumors in mice. Cancer Res. 29, 2177–2183 (1969). 46. Greenberg, P. D., Cheever, M. A. & Fefer, A. Eradication of disseminated murine leukemia by chemoimmunotherapy with cyclophosphamide and adoptively transferred immune syngeneic Lyt-1+2– lymphocytes. J. Exp. Med. 154, 952–963 (1981). 47. Rosenberg, S. A. & Terry, W. D. Passive immunotherapy of cancer in animals and man. Adv. Cancer Res. 25, 323–388 (1977). 48. Wang, M. et al. Active immunotherapy of cancer with a nonreplicating recombinant fowlpox virus encoding a model tumor-associated antigen. J. Immunol. 154, 4685–4692 (1995). 49. Palmer, D. C. et al. Vaccine-stimulated, adoptively transferred CD8+ T cells traffic indiscriminately and ubiquitously while mediating specific tumor destruction. J. Immunol. 173, 7209–7216 (2004). 50. Chen, P. W. et al. Therapeutic antitumor response after immunization with a recombinant adenovirus encoding a model tumor-associated antigen. J. Immunol. 156, 224–231 (1996). 51. Bronte, V. et al. IL-2 enhances the function of recombinant poxvirusbased vaccines in the treatment of established pulmonary metastases. J. Immunol. 154, 5282–5292 (1995). 52. Cormier, J. N. et al. Enhancement of cellular immunity in melanoma patients immunized with a peptide from MART-1/Melan A. Cancer J. Sci. Am. 3, 37–44 (1997). 53. Leitner, W. W. et al. Alphavirus-based DNA vaccine breaks immunological tolerance by activating innate antiviral pathways. Nature Med. 9, 33–39 (2003). 54. Ying, H. et al. Cancer therapy using a self-replicating RNA vaccine. Nature Med. 5, 823–827 (1999). 55. Overwijk, W. W. et al. Vaccination with a recombinant vaccinia virus encoding a “self” antigen induces autoimmune vitiligo and tumor cell 50 Çeviri Makale destruction in mice: requirement for CD4+ T lymphocytes. Proc. Natl Acad. Sci. USA 96, 2982–2987 (1999). 56. Rosenberg, S. A. et al. Tumor progression can ocur despite the induction of very high levels of self/tumor antigen-specific CD8+ T cells in patients with melanoma. J. Immunol. 175, 6169–6176 (2005). 57. Irvine, K. R. et al. Enhancing efficacy of recombinant anticancer vaccines with prime/boost regimens that use two different vectors. J. Natl Cancer Inst. 89, 1595–1601 (1997). 58. Rao, J. B. et al. IL-12 is an effective adjuvant to recombinant vaccinia virus-based tumor vaccines: enhancement by simultaneous B7–1 expression. J. Immunol. 156, 3357–3365 (1996). 59. Irvine, K. R. et al. Recombinant virus vaccination against “self” antigens using anchor-fixed immunogens. Cancer Res. 59, 2536–2540 (1999). 60. Irvine, K. R., Rao, J. B., Rosenberg, S. A. & Restifo, N. P. Cytokine enhancement of DNA immunization leads to effective treatment of established pulmonary metastases. J. Immunol. 156, 238–245 (1996). 61. Carroll, M. W. et al. Construction and characterization of a triplerecombinant vaccinia virus encoding B7–1, interleukin 12, and a model tumor antigen. J. Natl Cancer Inst. 90, 1881–1887 (1998). 62. Schlom, J. Recent advances in therapeutic cancer vaccines. Cancer Biother. Radiopharm. 27, 2–5 (2012). 63. Rosenberg, S. A., Yang, J. C. & Restifo, N. P. Cancer immunotherapy: moving beyond current vaccines. Nature Med. 10, 909–915 (2004). 64. Klebanoff, C. A., Acquavella, N., Yu, Z. & Restifo, N. P. Therapeutic cancer vaccines: are we there yet? Immunol. Rev. 239, 27–44 (2011). 65. Kantoff, P. W. et al. Sipuleucel-T immunotherapy for castrationresistant prostate cancer. N. Engl. J. Med. 363, 411–422 (2010). 66. Itzhaki, O. et al. Establishment and large-scale expansion of minimally cultured “young” tumor infiltrating lymphocytes for adoptive transfer therapy. J. Immunother. 34, 212–220 (2011). 67. Besser, M. J. et al. Clinical responses in a phase II study using adoptive transfer of short-term cultured tumor infiltration lymphocytes in metastatic melanoma patients. Clin. Cancer Res. 16, 2646–2655 (2010). 68. Klebanoff, C. A. et al. Determinants of successful CD8+ T-cell adoptive immunotherapy for large established tumors in mice. Clin. Cancer Res. 17, 5343–5352 (2011). 69. Khong, H. T. & Restifo, N. P. Natural selection of tumor variants in the generation of “tumor escape” phenotypes. Nature Immunol. 3, 999–1005 (2002). 70. Ogino, S., Galon, J., Fuchs, C. S. & Dranoff, G. Cancer immunologyanalysis of host and tumor factors for personalized medicine. Nature Rev. Clin. Oncol. 8, 711–719 (2011). 71. Stratton, M. R. Exploring the genomes of cancer cells: progress and promise. Science 331, 1553–1558 (2011). 72. Louis, C. U. et al. Antitumor activity and long-term fate of chimeric antigen receptor-positive T cells in patients with neuroblastoma. Blood 118, 6050–6056 (2011). 73. Kochenderfer, J. N., Yu, Z., Frasheri, D., Restifo, N. P. & Rosenberg, S. A. Adoptive transfer of syngeneic T cells transduced with a chimeric antigen receptor that recognizes murine CD19 can eradicate lymphoma and normal B cells. Blood 116, 3875–3886 (2010). 74. Kerkar, S. P. et al. Genetic engineering of murine CD8+ and CD4+ T cells for preclinical adoptive immunotherapy studies. J. Immunother. 34, 343– 352 (2011). 75. Abad, J. D. et al. T-cell receptor gene therapy of established tumors in a murine melanoma model. J. Immunother. 31, 1–6 (2008). 76. Morgan, R. A. et al. Cancer regression in patients after transfer of genetically engineered lymphocytes. Science 314, 126–129 (2006). 77. Pule, M. A. et al. Virus-specific T cells engineered to coexpress tumorspecific receptors: persistence and antitumor activity in individuals with neuroblastoma. Nature Med. 14, 1264–1270 (2008). Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi 78. Recombinant DNA Advisory Committee. Human gene transfer protocols. National Institutes of Health [online], http://oba.od.nih.gov/oba/rac/protocol.pdf (2011). 79. Varela-Rohena, A. et al. Control of HIV-1 immune escape by CD8 T cells expressing enhanced T-cell receptor. Nature Med. 14, 1390–1395 (2008). 80. Sadelain, M., Brentjens, R. & Riviere, I. The promise and potential pitfalls of chimeric antigen receptors. Curr. Opin. Immunol. 21, 215–223 (2009). 81. Morgan, R. A. et al. Case report of a serious adverse event following the administration of T cells transduced with a chimeric antigen receptor recognizing ERBB2. Mol. Ther. 18, 843–851 (2010). 82. Baeuerle, P. A. & Itin, C. Clinical experience with gene therapy and bispecific antibodies for T cell-based therapy of cancer. Curr. Pharm. Biotechnol. 14 Feb 2012 [epub ahead of print]. 83. Choi, B. D. et al. Bispecific antibodies engage T cells for antitumor immunotherapy. Expert Opin. Biol. Ther. 11, 843–853 (2011). 84. Merhavi-Shoham, E., Haga-Friedman, A. & Cohen, C. J. Genetically modulating T‑cell function to target cancer. Semin. Cancer Biol. 22, 14–22 (2011). 85. Gattinoni, L. et al. A human memory T cell subset with stem cell-like properties. Nature Med. 17, 1290–1297 (2011). 86. Stephan, M. T. et al. T cell-encoded CD80 and 4–1BBL induce auto- and transcostimulation, resulting in potent tumor rejection. Nature Med. 13, 1440–1449 (2007). 87. Charo, J. et al. Bcl2 overexpression enhances tumorspecific T-cell survival. Cancer Res. 65, 2001–2008 (2005). 88. Pegram, H. J. et al. Tumor-targeted T cells modified to secrete IL12 eradicate systemic tumors without need for prior conditioning. Blood 21 Feb 2012 (doi:10.1182/blood-2011-12-400044). 89. Kerkar, S. P. et al. IL‑12 triggers a programmatic change in dysfunctional myeloid-derived cells within mouse tumors. J. Clin. Invest. 121, 4746–4757 (2011). 90. Kerkar, S. P. et al. Tumor-specific CD8+ T cells expressing interleukin12 eradicate established cancers in lymphodepleted hosts. Cancer Res. 70, 6725–6734 (2010). 91. Peng, W. et al. Transduction of tumor-specific T cells with CXCR2 chemokine receptor improves migration to tumor and antitumor immune responses. Clin. Cancer Res. 16, 5458–5468 (2010). 92. Bendle, G. M. et al. Lethal graft-versus-host disease in mouse models of T cell receptor gene therapy. Nature Med. 16, 565–570 (2010). 93. Rosenberg, S. A. Of mice, not men: no evidence for graft-versus-host disease in humans receiving T-cell receptor-transduced autologous T cells. Mol. Ther. 18, 1744–1745 (2010). 94. Vatakis, D. N. et al. Antitumor activity from antigenspecific CD8 T cells generated in vivo from genetically engineered human hematopoietic stem cells. Proc. Natl Acad. Sci. USA 108, e1408–e1416 (2011). 95. Ha, S. P. et al. Transplantation of mouse HSCs genetically modified to express a CD4-restricted TCR results in long-term immunity that destroys tumors and initiates spontaneous autoimmunity. J. Clin. Invest. 120, 4273– 4288 (2010). 96. Jorritsma, A., Schotte, R., Coccoris, M., de Witte, M. A. & Schumacher, T. N. Prospects and limitations of T cell receptor gene therapy. Curr. Gene Ther. 11, 276–287 (2011). 97. Brentjens, R., Yeh, R., Bernal, Y., Riviere, I. & Sadelain, M. Treatment of chronic lymphocytic leukemia with genetically targeted autologous T cells: case report of an unforeseen adverse event in a phase I clinical trial. Mol. Ther. 18, 666–668 (2010). 98. Di Stasi, A. et al. Inducible apoptosis as a safety switch for adoptive cell therapy. N. Engl. J. Med. 365, 1673–1683 (2011). Çeviri Makale 99. North, R. J. Cyclophosphamide-facilitated adoptive immunotherapy of an established tumor depends on elimination of tumor-induced suppressor T cells. J. Exp. Med. 155, 1063–1074 (1982). 100. Cheever, M. A., Greenberg, P. D. & Fefer, A. Specificity of adoptive chemoimmunotherapy of established syngeneic tumors. J. Immunol. 125, 711–714 (1980). 101. Bronte, V. et al. Identification of a CD11b+/Gr-1+/ CD31+ myeloid progenitor capable of activating or suppressing CD8+T cells. Blood 96, 3838–3846 (2000). 102. Wrzesinski, C. et al. Hematopoietic stem cells promote the expansion and function of adoptively transferred antitumor CD8 T cells. J. Clin. Invest. 117, 492–501 (2007). 103. Wrzesinski, C. et al. Increased intensity lymphodepletion enhances tumor treatment efficacy of adoptively transferred tumor-specific T cells. J. Immunother. 33, 1–7 (2010). 104. Dudley, M. E. et al. Cancer regression and autoimmunity in patients after clonal repopulation with antitumor lymphocytes. Science 298, 850– 854 (2002). 105. Dudley, M. E. et al. Adoptive cell therapy for patients with metastatic melanoma: evaluation of intensive myeloablative chemoradiation preparative regimens. J. Clin. Oncol. 26, 5233–5239 (2008). 106. Gabrilovich, D. I., Ostrand-Rosenberg, S. & Bronte, V. Coordinated regulation of myeloid cells by tumours. Nature Rev. Immunol. 12, 253–268 (2012). 107. Bronte, V. et al. Apoptotic death of CD8+ T lymphocytes after immunization: induction of a suppressive population of Mac-1+/Gr-1+ cells. J. Immunol. 161, 5313–5320 (1998). 108. Seung, L. P., Rowley, D. A., Dubey, P. & Schreiber, H. Synergy between T-cell immunity and inhibition of paracrine stimulation causes tumor rejection. Proc. Natl Acad. Sci. USA 92, 6254–6258 (1995). 109. Gattinoni, L. et al. Removal of homeostatic cytokine sinks by lymphodepletion enhances the efficacy of adoptively transferred tumorspecific CD8+ T cells. J. Exp. Med. 202, 907–912 (2005). 110. Paulos, C. M. et al. Microbial translocation augments the function of adoptively transferred self/tumorspecific CD8+ T cells via TLR4 signaling. J. Clin. Invest. 117, 2197–2204 (2007). 111. Antony, P. A. et al. CD8+ T cell immunity against a tumor/self-antigen is augmented by CD4+ T hepler cells and hindered by naturally occurring T regulatory cells. J. Immunol. 174, 2591–2601 (2005). 112. Kastenmuller, W. et al. Regulatory T cells selectively control CD8+ T cell effector pool size via IL2 restriction. J. Immunol. 187, 3186–3197 (2011). 113. Antony, P. A. & Restifo, N. P. CD4+CD25+ T regulatory cells, immunotherapy of cancer, and interleukin-2. J. Immunother. 28, 120–128 (2005). 114. Bluestone, J. A. The yin and yang of interleukin-2 mediated immunotherapy. N. Engl. J. Med. 365, 2129–2131 (2011). 115. Gattinoni, L. et al. Acquisition of full effector function in vitro paradoxically impairs the in vivo antitumor efficacy of adoptively transferred CD8+ T cells. J. Clin. Invest. 115, 1616–1626 (2005). 116. Gattinoni, L., Powell, D. J. Jr, Rosenberg, S. A. & Restifo, N. P. Adoptive immunotherapy for cancer: building on success. Nature Rev. Immunol. 6, 383–393 (2006). 117. Sallusto, F. & Lanzavecchia, A. Memory in disguise. Nature Med. 17, 1182–1183 (2011). 118. Klebanoff, C. A., Gattinoni, L. & Restifo, N. P. CD8+ T‑cell memory in tumor immunology and immunotherapy. Immunol. Rev. 211, 214–224 (2006). 119. Palmer, D. C. & Restifo, N. P. Suppressors of cytokine signaling (SOCS) in T cell differentiation, maturation, and function. Trends Immunol. 30, 592–602 (2009). 51 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi 120. Hinrichs, C. S. et al. Adoptively transferred effector cells derived from naive rather than central memory CD8+ T cells mediate superior antitumor immunity. Proc. Natl Acad. Sci. USA 106, 17469–17474 (2009). 121. Hinrichs, C. S. et al. Human effector CD8+ T cells derived from naive rather than memory subsets possess superior traits for adoptive immunotherapy. Blood 117, 808–814 (2011). 122. Klebanoff, C. A. et al. Central memory self/tumorreactive CD8+ T cells confer superior antitumor immunity compared with effector memory T cells. Proc. Natl Acad. Sci. USA 102, 9571–9576 (2005). 123. Klebanoff, C. A. et al. IL15 enhances the in vivo antitumor activity of tumor-reactive CD8+ T cells. Proc. Natl Acad. Sci. USA 101, 1969–1974 (2004). 124. Berger, C. et al. Adoptive transfer of effector CD8+ T cells derived from central memory cells establishes persistent T cell memory in primates. J. Clin. Invest. 118, 294–305 (2008). 125. Wang, X. et al. Engraftment of human central memoryderived effector CD8+ T cells in immunodeficient mice. Blood 117, 1888–1898 (2011). 126. Chapuis, A. et al. Transferred melanoma-specific CD8+ T cells persist, mediate tumor regression, and acquire central memory phenotype. 5 Mar 2012 (doi:10.1073/pnas.1113748109). 127. Zhang, Y., Joe, G., Hexner, E., Zhu, J. & Emerson, S. G. Host-reactive CD8+ memory stem cells in graft-versus-host disease. Nature Med. 11, 1299–1305 (2005). 128. Gattinoni, L. et al. Wnt signaling arrests effector T cell differentiation and generates CD8+ memory stem cells. Nature Med. 15, 808–813 (2009). 129. Mackall, C. L., Fry, T. J. & Gress, R. E. Harnessing the biology of IL7 for therapeutic application. Nature Rev. Immunol. 11, 330–342 (2011). 130. June, C. H., Bluestone, J. A., Nadler, L. M. & Thompson, C. B. The B7 and CD28 receptor families. Immunol. Today 15, 321–331 (1994). 131. Ji, Y. et al. Repression of the DNA-binding inhibitor Id3 by Blimp1 limits the formation of memory CD8+ T cells. Nature Immunol. 12, 1230– 1237 (2011). 132. Hinrichs, C. S. et al. IL2 and IL21 confer opposing differentiation programs to CD8+ T cells for adoptive immunotherapy. Blood 111, 5326– 5333 (2008). 133. Singh, H. et al. Reprogramming CD19 specific T cells with IL21 signaling can improve adoptive immunotherapy of B‑lineage malignancies. Cancer Res. 71, 3516–3527 (2011). 134. Gattinoni, L., Ji, Y. & Restifo, N. P. Wnt/β-catenin signaling in T‑cell immunity and cancer immunotherapy. Clin. Cancer Res. 16, 4695–4701 (2010). 135. Gattinoni, L., Klebanoff, C. A. & Restifo, N. P. Pharmacologic induction of CD8+ T cell memory: beter living through chemistry. Sci. Transl. Med. 1, 11ps12 (2009). 136. Pardoll, D. M. & Topalian, S. L. The role of CD4+ T cell responses in antitumor immunity. Curr. Opin. Immunol. 10, 588–594 (1998). 137. Xie, Y. et al. Naive tumor-specific CD4+ T cells differentiated in vivo eradicate established melanoma. J. Exp. Med. 207, 651–667 (2010). 138. Quezada, S. A. et al. Tumor-reactive CD4+ T cells develop cytotoxic activity and eradicate large established melanoma after transfer into lymphopenic hosts. J. Exp. Med. 207, 637–650 (2010). 139. Mumberg, D. et al. CD4+ T cells eliminate MHC class II negative cancer cells in vivo by indirect effects of IFN-γ. Proc. Natl Acad. Sci. USA 96, 8633–8638 (1999). 140. Corthay, A. et al. Primary antitumor immune response mediated by CD4+ T cells. Immunity 22, 371–383 (2005). 141. Martin-Orozco, N. et al. T helper 17 cells promote cytotoxic T cell activation in tumor immunity. Immunity 31, 787–798 (2009). 142. Muranski, P. et al. Tumor-specific Th17-polarized cells eradicate large established melanoma. Blood 112, 362–373 (2008). 52 Çeviri Makale 143. Muranski, P. et al. Th17 cells are long lived and retain a stem cell-like molecular signature. Immunity 35, 972–985 (2011). 144. Frankel, T. L. et al. Both CD4 and CD8 T cells mediate equally effective in vivo tumor treatment when engineered with a highly avid TCR targeting tyrosinase. J. Immunol. 184, 5988–5998 (2010). 145. Yee, C. Adoptive therapy using antigen-specific T-cell clones. Cancer J. 16, 367–373 (2010). 146. Hunder, N. N. et al. Treatment of metastatic melanoma with autologous CD4+ T cells against NY-ESO-1. N. Engl. J. Med. 358, 2698–2703 (2008). 147. Nakayamada, S., Takahashi, H., Kanno, Y. & O’Shea, J. J. Helper T cell diversity and plasticity. Curr. Opin. Immunol. 15 Feb 2012 (doi:10.1016/ j.coi.2012.01.014). 148. Nishimura, T. et al. The critical role of Th1-dominant immunity in tumor immunology. Cancer Chemother. Pharmacol. 46, S52–S61 (2000). 149. Muranski, P. & Restifo, N. P. Adoptive immunotherapy of cancer using CD4+ T cells. Curr. Opin. Immunol. 21, 200–208 (2009). 150. Zou, W. & Restifo, N. P. TH17 cells in tumour immunity and immunotherapy. Nature Rev. Immunol. 10, 248–256 (2010). 151. Muranski, P. & Restifo, N. P. Does IL17 promote tumor growth? Blood 114, 231–232 (2009). 152. Hinrichs, C. S. et al. Type 17 CD8+ T cells display enhanced antitumor immunity. Blood 114, 596–599 (2009). 153. Yen, H. R. et al. Tc17 CD8 T cells: functional plasticity and subset diversity. J. Immunol. 183, 7161–7168 (2009). 154. Boni, A. et al. Adoptive transfer of allogeneic tumorspecific T cells mediates effective regression of large tumors across major histocompatibility barriers. Blood 112, 4746–4754 (2008). 155. Restifo, N. P. & Bachinski, M. Imagining a cure: for cancer patients, close is not good enough. The Scientist April 2011, 28–29 (2011). 156. Blank, C. U., Hooijkaas, A. I., Haanen, J. B. & Schumacher, T. N. Combination of targeted therapy and immunotherapy in melanoma. Cancer Immunol. Immunother. 60, 1359–1371 (2011). 157. Klebanoff, C. A. et al. Programming tumor-reactive effector memory CD8+ T cells in vitro obviates the requirement for in vivo vaccination. Blood 114, 1776–1783 (2009). 158. Overwijk, W. W. et al. Tumor regression and autoimmunity after reversal of a functionally tolerant state of self-reactive CD8+ T cells. J. Exp. Med. 198, 569–580 (2003). 159. Restifo, N. P. Can antitumor immunity help to explain “oncogene addiction”? Cancer Cell 18, 403–405 (2010). 160. Rakhra, K. et al. CD4+ T cells contribute to the remodeling of the microenvironment required for sustained tumor regression upon oncogene inactivation. Cancer Cell 18, 485–498 (2010). 161. Sumimoto, H., Imabayashi, F., Iwata, T. & Kawakami, Y. The BRAF– MAPK signaling pathway is essential for cancer-immune evasion in human melanoma cells. J. Exp. Med. 203, 1651–1656 (2006). 162. Boni, A. et al. Selective BRAFV600E inhibition enhances T‑cell recognition of melanoma without affecting lymphocyte function. Cancer Res. 70, 5213–5219 (2010). 163. DuPage, M., Mazumdar, C., Schmidt, L. M., Cheung, A. F. & Jacks, T. Expression of tumour-specific antigens underlies cancer immunoediting. Nature 482, 405–409 (2012). 164. Staveley-O’Carroll, K. et al. Induction of antigenspecific T cell anergy: an early event in the course of tumor progression. Proc. Natl Acad. Sci. USA 95, 1178–1183 (1998). 165. Hung, K. et al. The central role of CD4+ T cells in the antitumor immune response. J. Exp. Med. 188, 2357–2368 (1998). 166. Kryczek, I. et al. Human TH17 cells are long-lived effector memory cells. Sci. Transl. Med. 3, 104ra100 (2011). Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Ropörtaj Fırat Tevetoğlu, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 4. Sınıf Bengi Gül Alpaslan, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü,6. Sınıf Ahmed Serkan Emekli, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 4. Sınıf Dergimizin bu sayısında Fakültemiz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’ndan emekli, Prof. Dr. Asım Cenani ile her yönüyle hayatı üzerine bir röportaj yaptık. Kendisine bize gösterdiği ilgi için teşekkürlerimizi sunuyoruz. Prof. Dr. Asım Cenani 1931’de Gaziantep’te doğmuştur. Orta öğrenimini 1951 yılında Galatasaray Lisesi'nde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde yüksek öğrenim gördü. İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği sitogenetik laboratuarının kurucusudur. Genel Pediatri, Klinik Genetik, Sitogenetik ve Dismorfoloji üzerine özel çalışmaları ve literature büyük katkıları olmuştur. Nasıl bir çocukluk geçirdiğinizden bahsedebilir misiniz bize biraz? Hayatımın her anı hakikaten çok değişik etaplarda ayrı ayrı bir macera. Ben 1931 yılında Gaziantep’te doğdum ki o yıllar tamamiyle 2. Dünya Savaşı öncesi yıllarıydı ve Türkiye savaşa katılmamış olsa da etkileri burada da hissediliyordu. Öte yandan bir önceki savaştan da daha yeni çıkılmıştı. Dolayısıyla en varlıklı ailelerin çocukları bile bu yoksunluk döneminin etkilerini yaşamaktaydılar. Mesela o dönemde herkesin bir ayakkabısı olurdu yırtıldıkça hem ayakkabının arkası yama yapılır hem de çoraplar yama yapılırdı, yamalar büyüdükçe ayakkabı küçülür, ayaklarımız hep yara içinde kalırdı, çünkü yenisini alamazdınız böyle bir imkan yoktu, bir ayakkabı iki yıl böyle kullanılırdı. İşte böyle bir yokluk döneminde yetiştim. Ama çok iyi bir ilkokulum vardı ve ders dışı yan faaliyetlere de ben o zaman başladım. Hiç unutmam o zaman çok güzel bir Asya fiziki haritası yapmıştık, kabartma, dereden kum toplayarak, onu bugün yapamayız diyorum. O yüzden her türlü eksikliğe rağmen bu yönleriyle çocukluğum çok iyi geçti diyebilirim. Ne gibi oyunlar oynardınız çocukken? Tabi kılıç kalkan yapar oynardık; ama ben bir de kullanılmayan bir çekmece vardı, onu ters çevirir 53 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi önüne bir sandalye koyar ve bir de kırık diye kullanılmayan bir divit vardı onu da masanın üzerine koyar büro yapardım kendime. Yani daha 8-9 yaşlarındayken bir masanın başına oturacağım diye düşünmüşüm. Ropörtaj rağmen ben İstanbul’a severek ve isteyerek geldim. Yatılı okumak sizin için zor oldu mu peki? Başarılı bir öğrenciydim. Ağabeyimle aynı okulda okurduk ben 1. sınıftayken o 5. sınıftaydı. Bir gün ağabeyimin sınıf öğretmeni öğrencilerini gazete okuyamadıkları için azarlamış ağabeyim de benim gazete okuyabileceğimi söyleyince öğretmen beni çağırmış. Gittim ve hakikaten de okudum tabi zor bir şey hepsini anlamadım ama en azından doğru düzgün okudum. Kendimi daha o zamandan bu şekilde yetiştirmeye başlamışım. Yatılı okul tabi ki küçükler için zor bir olay ama orada baktık ki bizden küçükler de var. Ortaköy’de şimdiki Galatasaray Üniversitesi’nin olduğu yerde o zaman ilkokul var, biz artık büyüğüz onların yanında ilkokulu bitirmişiz. İstanbul’da dayım vardı, Kadıköy’de oturuyorlardı hafta sonları onlarda kalıyordum, bu biraz telafi oluyordu. Ama yine de ben yatılı okuldan pek şikayetçi olmadım yatılı okulu sevdim çünkü disipline uyan birisiydim, disipline uymayanlar kolay kolay kaldıramıyorlar, bir de zaten isteyerek gelmiştim, o yüzden problem yaşamadım. İstanbul’a gelişiniz nasıl oldu? Tıp fakültesini seçmeye nasıl karar verdiniz? Ailem başarılı olduğumu görünce İstanbul’da okumamı istedi, o zaman etraftan da duyduk Galatasaray diye bir yer varmış ve böylece ben oraya gitmeye karar verdim. Tabi o zaman yolculuğun çok zor olduğu bir dönem. Önce 35 kilometrelik bir yolu otobüs ile gidiyorsunuz ki onlar da aslında otobüs değil kamyondan bozma otobüsler. Ön tarafta şoför mahali denen bir kısmı var çocuk olduğum için daha rahat olur diye beni oraya oturttular. Kapının yanından da tutmuşum kapı açılmış yolda giderken, dışarıya sarktım neyse ki düşmedim, sonra otobüs durdu herkes alkışlıyor, “Bravo ne cesur çocukmuş hiç bağırmadı bile” diyorlar ama tabi benim korkudan dilim tutulmuş. İstanbul yolculuğum bu şekilde başladı. Daha sonra trene bineceğim ekspres Kurtalan’dan gelir ve her zaman doludur asla yer olmaz, 7-8 yıl boyunca ben bunun zorluğunu çektim zaten. Koridorda yer bulabilirseniz şanslısınız. Bir senelik yatak çarşafları, pijamalar, kıyafetler falan her şeyimi almışım elimde kocaman bir bavul bir de yatak dengi. Tren de o zaman 4 gün sürüyor, tabi koridorda uyumak da ne mümkün. Neyse bir şekilde Derince’ ye kadar geldik ama tren yolunda köprü devrilmiş tren devam edemiyor. İnilecek 1 km ötede vapura binilecek. Biz karıncalar gibi, 5 kişiyiz benden 2 yaş büyükler var bir de benim sınıf arkadaşlarım. Birimiz alıyoruz eşyaları biraz götürüyoruz sonra oradan diğerimiz devralıyor o devam ediyor, bu şekilde hepimizin eşyalarını vapura kadar taşıdık. Ve sonunda İstanbul’a geldik. Bu kadar zorluğa Galatasaray Lisesi sosyal bilimler ağırlıklı bir liseydi ve ben de fen seçmemiştim edebiyat seçmiştim. Siyasal bilimler okuyup elçi, konsolos falan olmayı düşünüyordum. Ama babam amatör hekimlik yapardı, ilaç yapma takımı vardı, hatta onu ben Cerrahpaşa’ya Tıp Tarihi Müzesi’ne hediye ettim, tavuklara ilaç hazırlardı, hekimliğe çok heves etmiş ama olamamış paroksismal taşikardisi var diye, bir de çiftliği bırakıp gidememiş tabi. Baktım ki babam istiyor, ben de neden olmasın dedim. O dönemde her fakülte kendi sınavını yapıyordu, tabi okuyanların sayısı da çok değil, zaten ben İstanbul’a geldiğimde nüfusu 500.000 di onu da belirteyim. Sonuç olarak tıbbiyenin sınavına girdim ve kazandım. Nasıl bir öğrenciydiniz peki? 54 Okul dışında ne gibi sosyal faaliyetlerde yer aldınız? Tıbbiyeye gelmeden önce Galatasaray Dergisi vardı onu çıkarıyorduk bazı arkadaşlarla beraber. Tıbbiyeye gelince de yine sosyal faaliyetlere devam ettim. Galatasaray’dayken benden iki sınıf büyük bir Eşber ağabey vardı o çağırdı beni, ve gazetede çalışmaya genel sekreter olarak başladım daha 1. sınıfta. İlk senenin hemen hemen hepsini Fen-Edebiyat Fakültesi’nde okuduk tıp fakültesinde dersimiz yoktu. O yüzden talebe cemiyeti işlerine ben 2. sınıfta başladım. Öğrenci değişimleri yapıyorduk, o zamanlar Türkiye çok özenilen bir yerdi; Avrupa savaştan yeni çıkmıştı ve buraya gelmek isteyen çok Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi oluyordu. Federasyon iki üç sene üst üste Avrupa Tiyatro Festivalleri düzenledi on beşer günlük ve onun Sahne Kapısı diye bir program gazetesi vardı onun çıkarılmasında da çalıştım matbaalarda geceleyerek. Yani basın yayın işleriyle daha çok ilgileniyordum. O zamanki talebe cemiyeti başkanı eski rektör Ekrem Çelik Egeli’ nin oğluydu, maalesef kendisi boğazda bir araba kazasında hayatını kaybetti, Yaman Mükafatı diye bir ödül koymuştu, hem derslerin fevkalade iyi olması gerekiyordu hem de en az bir sosyal çalışması olacaktı. Ekrem Çelik Hoca, bir profesör daha ve ben ödülün verileceği seçecek kişilerdik. Notları en iyi olan da benmişim ancak tabi ödülü veren olduğum için ben alamadım ama veren kimse olarak ben çok daha gururluydum. Bu şekilde eğitimim gerçekten hep başarılı geçti. Nasıl ders çalışırdınız? Her şeyi bir defa okurdum ondan sonra not çıkarırdım ve not çıkarırken öğrenirdim. Size örnek olmasın ama ben gece yarıları çalışmayı severdim, saat 10 gibi başlar gece 3’e, 4’e kadar çalışırdım. Zaten birkaç arkadaş bir evde oturuyorduk ortam da müsaitti, rahat ederdim. Kitaplarımı verirken onların arasında iki tane kitap gördüm el yazısıyla yazmışım, Galatasaray’ dayken bir felsefe hocamız vardı bize her şeyi dikte ettirirdi. Ben de bu şekilde alışmışım hep yazarak çalışırdım. Ondan sonra da arkadaşlara anlatır ve gayet iyi bir şekilde pekiştirirdim. Bir defa okuyup yazdıktan sonra, bir defa da anlatınca çok iyi oluyordu. İşte bu şekilde biraz çalışarak, biraz eğlenerek, tabi ki o olmadan da olmuyor, bitirdik. Ben eğlendim de onu da söyleyeyim, sadece kapanıp ders çalışmayı doğru bulmuyorum zaten. Biz sınıf çayları yapardık sıkça onları organize ederdik. Yurt dışına gidişiniz nasıl oldu? Tıbbiyeyi bitirmeden evvel bu talebe cemiyetindeki çalışmalarım bana yurt dışında dostluklar edinme imkanı verdi. Almanya’ daki talebe cemiyetinin başkanı bana Mainz Hastanesi’nin çocuk kliniğinde yer buldu, oradan bana mektup geldi. Diyor ki: “ Size 180 mark vereceğiz, ki o zaman savaş sonrası dönem iyi Ropörtaj para aslında, yemek vereceğiz, kalacak yer bulmada da yardımcı olacağız.”. O zaman ben ihtisas için gidiyorum, bu işlerle ilgilenen kurum bana izin vermedi bursun en az 300 mark olması gerektiğini söylediler, amcam da milletvekiliydi ona sordum ne yapabiliriz diye, mektubu tercüme ederken kalacak yer de vereceğiz diye tercüme ederlerse gidebilirsin deyince mektubu yeniden tercüme ettirdik ve bu şekilde ben Almanya’ ya gittim. Her şey macera ya yine macera olacak, bu defa uçak sisten Frankfurt’ a inemiyor, anons yaptılar, yolcular ya Stuttgart’ a indirilecek ya da Londra’ ya, keşke Londra gitseymişim Avrupa’ da her yeri gördüm Londra’ yı hala göremedim, orada otelde dört gün misafir de etmişler gidenleri. Ben tabi Stuttgart’ a indim bir an önce gideyim diye ama benim hiçbir şeyim yok ne eşyam ne param, öyle çulsuz çulsuz beş günde Frankfurt’ a geldim. Bir maceraya da bu şekilde başlamış olduk. Oradaki hayatınızdan, çalışma koşullarınızdan, yaşadıklarınızdan bahsedebilir misiniz? Gittiğim klinik, tabi şimdi çok modern binalar yapıldı, ama o zaman savaş sonrası olduğu için yıkılmış harap olmuş çoğu ahşap barakalar halinde geniş bir arsaya yayılmış durumdaydı. Benim gittiğim çocuk kliniği evimden 500-600 m uzaklıkta 3 tane barakaydı. Prematürelerle birlikte 280 yataklıydı ve bir profesör kürsü başkanı, biri profesör biri doçent iki kişi onun yardımcısı, sekiz asistan ve dört tane de yeni asistan düşünün bütün kürsü bu kadar. Ama o kadro çok işime yaradı benim çünkü az kadroda daha çok çalışıyorsunuz, pişiyorsunuz. Orada bir köyde evde kalıyordum, oradan otobüsle gelinebiliyordu okula. İki kapı var otobüsün yolcu indirdiği bir tanesi kliniğe daha yakın ama biraz daha fazla para veriyorsunuz, öbüründe inerseniz de yürümeniz gerekiyor. Herkes bana diyordu neden o kapıda iniyorsun biraz daha fazla ver yürüme diye ama o dönemde o parayla bir sandviç alınabiliyordu, o yüzden ben yürümeyi tercih ediyordum. Mesafe 6 km idi ve ben o yolu yürürken bir saat boyunca almanca kelime ezberliyordum ve yürümek bu sayede çok iyi oluyordu. Hafta içi mesai 7’ de başlıyordu, 1 ile 4 arası öğlen arası, sonra 4’ e kadar tekrar çalışıyordunuz. Ben 55 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi tabi o yolu tekrar gitmemek için öğlen aralarında da okulda kalıyordum. Hafta sonları da eğer nöbetçi kalıyorsanız cuma sabah başlıyorsunuz pazartesi akşama kadar. Ben bu şartlarda çalıştım ama iyi ki de bu şartlarda çalıştım çünkü piştim. Benim çalıştığım görülünce, ağır da bir servis verilmişti bana, hoca beni ders asistanı yaptım. İki tip asistan vardı biri slayt geçen asistan o sürekli değişiyor zaten, bir de ders hazırlayan asistan. Dersler 45 dakika olurdu onun 30 dakikası konu anlatımı 15 dakikası ise, nadir iki vakanın sunulduğu bir demonstrasyon şeklinde geçerdi, benim görevimde bu demonstrasyonları hazırlamaktı. İşte benim malformasyonlara ilgim de bu dönemde başladı ki bu talidomid embryopatilerinin, ekstremite malformasyonlarının görülmeye başladığı dönemdi. Bunun mutlaka bir epidemiyolojisinin olması gerektiğini düşünüyordum çünkü çok artmıştı vakalar, nitekim daha sonra yanında çalıştığım Dr. Lenz epidemiyolojisini ortaya çıkardı. Klinikte yalnızca benim yanında çalıştığım hocanın özel hasta bakma yetkisi vardı, bir gün o özel hastalarından birinin hastalığının genetik olabileceğini duyduğunu söyledi, ki o zamanın en önde gelen profesörlerinden bir tanesi, benden de nasıl kalıtıldığı konusunda bir araştırma yapmamı istedi. Bu araştırmayı yaptığım kitap genetik üzerine yazılmış ilk kitaptı ve Nazi Almanyası döneminde büyük savaş suçları işlemiş olan Dr. Mengele’ nın bir dönem yanında çalışmış bir doktor tarafından yazılmıştı. O kitabın bir nüshası da Tıbbi Biyoloji anabilim Dalı’ nda benim ismimi taşıyan kütüphanededir benim diğer tıp kitaplarımla birlikte. Hastalığın X’e bağlı resesif olduğunu bu şekilde öğrenmiş olduk. Klinikte iki tane hasta vardı ikiz, bunlar sürekli dehidrate oluyorlar ama su içmiyorlar, büyük kardeşleri de bu sebepten ölmüş, ne olabilir diye araştırırken diabetes insipidusun okült formuna rastladım o zamana kadar literatürde sadece beş kere rapor edilmiş. Bu formda hasta su kaybediyor ama su içme merkezi uyarılmıyor böyle olunca hipernatremi sebebiyle ya zekaları geri oluyor ya da ölüyorlar. Hastalıklarının bu olduğunu bulduktan sonra tabi bu çocukların su içmelerini sağlamak gerekiyor, çünkü bir seferde çok su içemiyorlar sürekli su vermek lazım, ben de plastik şişeleri yatağın kenarına bağladım böylece 56 Ropörtaj sürekli su içebilmelerini sağlayınca gayet sağlıklı bir şekilde geliştiler. Ben de diabetes insipidusun okült formunu yayınladım, aile ağaçlarından takip ederek bunun zannedildiği gibi X kromozomal resesif değil dominant bir hastalık olduğunu bulmuştum. O dönemde literatür taramak da çok zor çünkü kütüphaneler bombalanmış kitaplar dağılmış durumda, siz istediğiniz kitapların listesini veriyorsunuz, onlar arıyorlar nerede varsa getirtiyorlar ama kitapları size vermiyorlar, gidip kütüphanede okumanız gerekiyor tabi fotokopi makinesi de yok o zaman bütün kitapların ilgili bölümlerini el yazısıyla kopyalamaktan başka çare yok. Cenani-Lenz Sendromu’nu ortaya koymadan önce de hep bu şekilde resimleri elimle çizerek, kitapları el yazısıyla kopyalayarak literatürü takip ettim. Türkiye’ye dönüşünüzden bahsedebilir misiniz? Askerlik için çağırıldım, konsolosluktan bir ağabey vardı tanıdığım ona bir sene daha Almanya’da kalmam gerektiğini söyledim o da idare edebileceğini söyledi. Türkiye’ye döndüğümde ben bir yıldır aranıyormuşum meğer asker kaçağı olarak. Ama neyse ki o problem de halledildi ben askerliğimi yapmaya gittim. Kuralar çekildi bana Burdur çıktı ama iki tane Hacettepeli vardı kuraları İstanbul’a çıkmış ama gitmek istemiyorlar çünkü İstanbul pahalı, kuraları değiştirmek istediler başta ben de pek gönüllü değildim ama nihayetinde değiştik, o zamanki Haydarpaşa Askeri Hastanesi’ne, şimdi artık GATA oldu, geldim. Bir çocuk kliniği var 25 yataklı ama boş, kliniği açacak olan doktor mazereti sebebiyle gelemiyormuş. Ben de ne yapacağım burada boş boş oturursan sıkılırım, neyse kliniği açtırdık ve orada çalışmaya başladım. Kabataş’ın üstlerinde bir yerde oturuyordum acil bir durum olunca hemen bir telefon ediyorlar arabalı vapurla gidiyordum, bir buçuk sene böyle geçti. Fakat yine zor zamanlar, terör olaylarının ilk patlak verdiği yıllardı, sürekli teyakkuzdaydık, sürekli telefon gelirdi alarm var diye, evim de yakın olduğu için hep beni çağırırlardı. Askerliğimi bu şekilde yaptım. Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Genetik alanında çalışmaya nasıl başladınız? Askerlik bitince, bir ihtisas yapmak istedim tekrardan, o zaman da Almanca bilen çocuk ihtisası yapmış klinik şefi yardımcısı olacak genç doktor aranıyordu başvurdum sonunda Hamburg’ tan şehre oldukça uzak çok güzel bir hastaneden cevap geldi. Bahçeli, çamlar içinde bir hastane, özellikle kışı çok güzel geçti zaten. Odam da bahçede bir kulübeye bakıyordu, sincaplar gelip gittiği bir yerdi ben de yemeleri için fıstık ezmesi bırakırdım oraya. Neyse yanında çalıştığım şefim Dr. Ostar bir gün bana dedi ki “ Cenani sen buradan kaçıcısın, ben bunu biliyorum, senin bilgin bambaşka, genetiğe ilgin olduğunu da biliyorum, Prof. Lenz benim hocamdı, çok da yakın tanırım seni ona bir söyleyeyim” dedi. Bu şekilde genetiğe Dr. Lenz’ in yanına gittim. Sonradan anlatıyor yirmi kişi içinden seni seçtim diyor. Seçerken şu şekilde ama, herkesi bir defa yemeğe davet ediyorlar, mütevazı bir yemek. Ben yemeğe beş dakika kala elimde bir çiçekle gittim onu hanımefendiye verdim, yemeği de yedik normal bir süre içerisinde, teşekkür ederim dedim, kalktım. Bana dedi ki “Benim babam çiftçiydi, çiftliğe hayvan alırken nasıl yiyor diye bakardı hızlı mı, yavaş mı, az mı, çok mu, sen tamamsın” sonra tabi ekledi şaka diye “Çalışmalarını okudum hakikaten başarılısın” ve bu şekilde onun yanında çalışmaya başladım, bu sefer yirmi kişiden oluşan geniş bir genetik enstitüsü. Fakat o zaman genetiğin lafının bile edilmesi pek hoşa gitmeyen bir durum, çünkü genetik orada gerçekten çok kötüye kullanılmış. Profesör Lenz teratolojiyle uğraşıyor, bir ekibi de daha çok hayvan deneyleri yapıyorlar çeşitli ilaçları vererek, diğer bir ekip Drosofila çalışıyor, bir başkası epidemiyolojik araştırma yapıyor. Sitogenetik laboratuarı da yeni kurulmuş, daha 6 ay falan olmuş, benden önce de bir kişi almışlar, bir de asıl laboratuarı kuran Profesör Patau var Patau Sendromu’nu bulan. Benden önce alınan kişiyle birlikte ikimiz de işi daha yeni öğreniyoruz, çünkü fazla bir şey bilinmiyor zaten. Almanya’ da beş laboratuar var, Avusturya’ da bir, İsviçre’ de bir. Hepimiz beraber çalışıyoruz, kendi aramızda toplantılar, düzenleyip birbirimize bulduklarımızı anlatıyoruz. Kongreler düzenleniyor ama genetik onların içinde ancak bir seksiyon olarak konuşuluyor, kimse ilgilenmiyor çünkü henüz Ropörtaj kliniğe bir yansıması yok. Dolayısıyla kimsenin ne olup bittiğinden haberi yok, kromozom sayısının 48 yerine 46 olduğu bulunmuş ama kimsenin haberi yok, bizim de yok, ancak Down Sendromu tanımlanınca öğrenebildik. Genetiğin kliniğe uygulanması sitogenetikle başlamış oldu. Hoca bir yandan ekstremite malformasyonlarıyla uğraşıyor, bir gün iki kardeş geldi, ikisinde de aynı malformasyon, hoca bunun teratojenik değil genetik olabileceğini düşündüğünü söyledi ve benden araştırmamamı istedi. Bir yandan vakaları inceledim, bir yandan literatürü taradım ve işte bu şekilde Cenani Sendromu’ nu ortaya çıkarıp yayınlamış oldum. Asıl başka bir görevim var. Kırk tane kadına birer defter verilmiş, her gün yedikleri yemeği, içtikleri ilacı falan yazıyorlar. Düşükler de işte o beş sitogenetik laboratuarına geliyor birinde de ben çalışıyorum, sitogenetik olarak bir şey var mı diye bakıyoruz. 200 tane düşük inceledim, yayın olarak çıkarmak istiyorum, plasentaları incelemeye başladık bu sefer. 20 tane de plasenta inceledim. İsveç’ te de Bjork diye biri aynı konu üzerinde çalışıyor o da daha yayınlamamış. Sonuç olarak plasentada bir problem olmadığını bulduk ve yayınladık. Bu çalışmalar sırasında bir yandan da cinsiyet kromozomlarını inceliyoruz ve bu sırada Klinefelter tanısını da koyabilmeye başladık. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki Avrupa’ da sitogenetik alanının öncülerinden biri oldum. Sonra Alexander von Humbolt Vakfı diye bir yer duyduk, Profesör Lenz benim oraya burs için başvurmamı istedi, benim de o zaman daha üç, dört tane yayınım var, çok sayıda yayın istiyorlar aslında ve en büyük mahsur da başvurunun Türkiye’den olması lazım, anlaşma Türkiye ile, bir Türk Almanya’ dan alamaz. Ama referans mektuplarım falan da çok iyi, böyle olunca bana normal bir araştırma bursu veremediler, hoca bursu verdiler, araştırma bursunun iki katı. Şansa bakın, her zaman şanssızlık olmaz ya. Tekrar Türkiye’ye yaptınız? döndükten sonra neler Artık Türkiye’ye döneceğim, Profesör Lenz Almanya’ da bütün çocuk kliniklerinin beni alacağını söylüyor ama ben Türkiye’ye dönmek istiyorum. Gitmeden yine Humbolt Vakfı’ na bir yazı yazdık Türkiye’de bir laboratuar kurabilmem 57 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi için gerekli malzemeleri göndermelerini talep eden. O zaman tabi hiçbir şey hazır değil, her şeyi özel olarak sipariş ediyorsunuz, ebatlarını, özelliklerini falan söylüyorsunuz ona göre hazırlayıp getiriyorlar. Mikroskop, etüv, su banyosu her şeyi gönderdiler ama tabi hiçbiri bana ait değil kliniğe ait, benimle birlikte klinikteki herkes kullanabilecek, şartla verildi. Laboratuara yer olarak da çocuk kliniğindeki kullanılmayan süt mutfağını bulduk. Sonra laboratuarı büyütmek gerekti, oradaki işçilerin çocuklarına baktığım için onlar bana yeni bir bina yaptılar laboratuar için, bu şekilde büyüttük. Fen fakültesinde Emine Hoca vardı, eşi de Cerrahpaşa’da biyokimya anabilim dalı başkanıydı, çocuklarıyla birlikte dört kişi araba kazası geçirdiler sadece kızları kurtuldu. O bana ölmeden evvel, o zaman fen fakültesinde yeni seçmeli ders olarak insan genetiği diye bir ders açılmıştı, beraber o dersi vermeyi teklif etmişti, benim de zaten dersim yoktu kabul ettim. Sekiz sene boyunca önce Süleymaniye’de eski müftülüğün orada sonra da, ben artık gidememeye başladığım için Cerrahpaşa’da bu dersi verdim. Bu sırada YÖK tıp fakültelerinde de tıbbi biyoloji ve genetik dersleri koydu, onları vermeye başladım. Arada Edirne Tıp Fakültesi’nin kuruculuğu da var. YÖK bu dersleri koymadan önce biz zaten bir bölüm kurduk fizyolojik ve biyolojik bilimler diye, amaç laboratuarları birleştirip büyütmek, hep beraber çalışıyoruz. Ondan sonra Türkiye’deki ilk genetik kürsüsünü kurdum, oradan biz iki uzman yetiştirdik. Silivri’de bir sağlık ocağıyla beraber enstitü açılacaktı orda da yer aldım. Marmara’da da bir dönem genetik dersleri verdim. Sonunda emekli olduğumda beş yerin başındaydım. İşte ömrümüz böyle alışmakla geçti. Peki çalışmak dışında neler yapardınız, ne gibi hobileriniz vardır, tuttuğunuz takımı sormaya gerek yok sanırım? Bir kere kitap okumayı çok severim, kütüphanecilikten hoşlanırım, kitaplarımı bağışlayarak üç tane kütüphane kurdum, bir tanesinin de kurulmasına maddi olarak destek oldum babamın köyünde. Müzik dinlemeyi çok severim, çok güzel bir plak koleksiyonum vardı. 58 Ropörtaj Babam da çok iyi bir keman virtüözüydü, amatör tabi ama çok güzel çalardı sonra paroksismal taşikardiden dolayı bırakmak zorunda kaldı. Resim toplamayı severim, iki çekmece dolusu koleksiyonum var, yapmayı değil ama. Artık çoğunu verdim ama çiçek resimlerinden oluşan bir koleksiyonum var onu vermem hala saklıyorum. Çiçekçiliği çok severim, fide yetiştirip götürüp yazlıktaki bahçeme ekiyorum. Tabi, 13 yaşımdan beri Galatasaraylıyım, oğlum da öyle torunum da ama bir tek damadım Fenerbahçeli. Son olarak, okuyucularımıza ne gibi önerileriniz olabilir? Derslerinize iyi çalışın, ezbercilikten çok hangi bilgiye nasıl ulaşacağınızı öğrenmeye çalışın, ders dışında başka şeylerle de mutlaka ilgilenin, sosyal faaliyetlerde yer alın, her türlüsü olabilir. Ben mesela Hasta Çocukları Koruma Derneği’ndeydim, Gönül Yazar’la beraber her sene bir etkinlik düzenlerdik, o hemşire kıyafeti giyerdi ben de derneğe destek için şapkayla para toplardım, kermesler yapardık, herkes kadın bir erkek ben olurdum, bunları da yaptım. Bir dönem Türk Pediatri Kurumu’nun da başkanlığını yaptım. Yani çalışmayı çok severim, beş dakika çok kıymetlidir benim için, sizin için de öyle olmalı. Cerrahpaşa Bilim Günleri 2012 Soldan sağa Burak Mergen, Fırat Tevetoğlu, Prof. Dr. Asım Cenani , Ahmed Serkan Emekli Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Kitap Köşesi FREUD’UN OTOANALİZİ VE PSİKANALİZİN KEŞFİ - DIDIER ANZIEU Merve Hazal Yılmaz, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 5. Sınıf Frued’un geliştirdiği psikanaliz kuramı 20. yy da psikiyatri alanına damgasını vurmuş ve onu, konuyla yakından ilgili olmayan birçok kişinin bile adını bildiği bir ünlülüğe eriştirmiştir. Didier Anzieu psikanalizin gelişimi için ‘’ Birbirini izleyen şanslı durumların meyvesi olan tüm ruhsal süreçlerden beslenen, onları eyleme değil yapıta geçiren ve nihayet yapıtın bizzat kendisinde temsil eden bir iç çalışmanın öyküsüdür.’’ diyor. Hayatındaki pek çok olay Freud’u keşfine hazırlamıştır. Babasının modernist ve bilime meraklı olması, ilerde oedipus kompleksini düşünmesinde rol oynayacak genç bir anne, birçok kültürden, inançtan ve toplumsal sınıftan insanın bir arada yaşadığı bir bölgede yetişmek bunların sadece bir kısmı. İlk başta daha farklı fikirleri de olsa en sonunda tıp fakültesinde karar kılmış ve nörolojiye, ardından da psikiyatriye yönelmiştir. Yazar, 1985 ve 1902 yılları arasını seçiyor anlatmak için. Çünkü bu yıllar Freud’un psikanalizin temellerini attığı ve birçok fikirini geliştirmeye başladığı zamana denk geliyor. Bunun ardında yatan temel sebep ise Freud’un yaşadıklarından ötürü orta yaş bunalımı içine girmiş olasıdır. Artan kalp çarpıntılarının aklına ölüm düşüncesini getirmesi, o sıralar Avrupa’da artan Yahudi düşmanlığının Freud’u yalnızlaştırmış olması ve fikirlerinin Fleiss gibi pek az meslektaşınca kabul görmesi onu ruhsal sıkıntılara ve otoanalizini yapmaya sürüklemiştir. Freud, analize rüyalarının kaydını tutup bunların anlamlarını incelemekle başlar. Kitapta birçok rüyanın metni, Freud tarafından yapılmış yorumları ve daha sonrasında bunlardan yola çıkarak geliştirdiği fikirler yer alıyor. Babasının ölümünden sonra gördüğü rüyadan yola çıkarak ona karşı beslediği hislerin farkına varması ve oedipal dönemde babaya karşı duyulan hisleri açıklaması bunlardan sadece biri. Rüyalarda hangi yaşanmışlıkların ne şekilde vücut bulduğunu ve farkedilmeyen bilinçaltı durumlarının nasıl kendini gösterdiğini okumak cidden keyif verici. Kitapta ayrıca Freud’un tedavisiyle ilgilendiği bir kısım klinik vakalar ve onların durumları da anlatılıyor. Bu sayede kaynaklarının farkına vardığı vardığı histeri ve nevroz vakaları, ardından gözlemlediği bilinç, önbilinç ve bilinçaltı durumlar güzel bir şekilde dile getiriliyor. Ayrıca uyguladığı doğru ve hatalı tedaviler de anlatılmış. Burun bölgesindeki sinirlerle genital bölgesindeki sinirler arasında o gün inanılan bağlantılar sebebiyle başarısız geçen bir burun ameliyatı 59 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi sonucu tedavisi sonuçlanmayan Emma bunların arasında üzücü bir örnek. Yazar, genel olarak bakıldığında Freud’un hayatının sadece bir kesimini anlatıyormuş gibi görünüyor. Ancak fikirlerin adım adım nasıl geliştiğinin ve yaşamdaki sıkıntıların nasıl 60 Kitap Köşesi buluşlara dönüştürüldüğünün anlatıldığı düşünüldüğünde kitap, tüm hayatının bir özeti niteliğinde. Tüm bunların sonucunda psikiyatriden hoşlanalar ve bir otoanaliz sonucunda nasıl genel bir kuramın oluştuğunu merak edenler için ortaya güzel bir yapıt çıkıyor. Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Müzik Köşesi Flea, Chad, Anthony, Josh – Red, Hot, Chili Peppers Mehmet Köstek, İstanbul Üniversitesi, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 4.sınıf Son yıllarda İstanbul dünyanın en ünlü ve en yetenekli müzisyenlerini ağırlıyor. Eric Clapton, Carlos Santana, Rammstein, thrash metal müziğinin big 4’u (Anthrax, Megadeth, Slayer ve Metallica), Scorpions, Leonard Cohen, bunların yanında bi dolu pop yıldızı. Ayrıca 26 Kasım tarihinde de Sting İstanbul’da sahne alacak. Bunların yanında öyle bir grubu ağırladı ki İstanbul, onlar sahne performansları, giyimleri ve şarkılarıyla üzerimizde derin bir etki bıraktılar. Red Hot Chili Peppers’dan bahsediyorum. Konserin 8 Eylül 2012’de santralİstanbul’da düzenleneceğini duyduğum sırada grubun “I’m With You” isimli son albümünün müptelası olarak etrafta dolaşıyordum. Bu albümün verdiği gazla şimdiye kadar hiç yapmadığım bir şey yaptım : 4 ay önceden konser biletini aldım. Ne kadar doğru bir iş yaptığımı ise kısa bir süre sonra benim aldığım kategorideki biletlerin tükenmesi sonucu anladım. Tabii burada daha önemli engeller beni bekliyordu. Öncelikle bileti nereye koyduğumu unutmamam ve odamı sürekli düzenleme çabasında bulunan aile bireylerimden o bileti uzak tutmam gerekecekti. Evin kuytu köşelerine saklanan bilet 4 ay sonra yıllarca toprağın altında sahibini bekleyen değerli bir maden gibi yeryüzüne çıkarıldı. Artık cebimde güzel geçecek bir konserin bileti kalbimde ise bileti aldıktan sonra açıklanan ön grup Athena’yı dinleyecek olmanın verdiği ek bir heyecan vardı. Ekibin diğer üyeleriyle (Serencan, Yusufcan) ile Taksim’de buluşuldu. Santralİstanbul servislerinin önündeki 5-6 sıralık kuyruk görülünce servise binmekten vazgeçildi ve ellerdeki akbillere güvenerek emektar İETT otobüslerine binildi. Otobüste konser alanına yaklaşıldığında kalabalıktan ve trafikten dolayı çok yavaş ilerlemeye başlayınca otobüstende inildi. Diğer yüzlerce konser heyecanlısı insan ile konser alanına ilerlendi. Alana giriş yapana dek zorluklar yaşandı, içeri girilince alandaki kalabalığa şaşırıldı. Alt kategoridekilerin haline acınıldı. O an beklenmeye başlandı… Kim bu biberler? Red Hot Chili Peppers 7 grammy ödülü sahibi ve albümleri 80 milyon kopyadan fazla satmış bir grup. Ayrıca müzikleri funk rock ve psikodelik rock gibi çeşitli ögeleri barındıran ilginç bir tarza sahip. 1983 yılında Los Angeles şehrinde kurulan grup o zamanlar şu anki kadrodan vokalist Anthony Kiedis ve bas gitarist Michael “Flea” Balzary’i barındırıyordu. Zamanla kadrosunda birçok kez baterist ve gitarist değişikliğine giden grup 1989’dan beri baterist Chad Smith ile yoluna 61 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi devam ediyor. Ancak gitarist konusunda çeşitli dönemlerde kadro değişikliğine gittiler. Özellikle grubun Give it Away, Under the Bridge, Californication, By the Way, Can’t Stop gibi hitlerinde imzası bulunan John Frusciante’nin gruptan ayrılması hayran kitlesi üzerinde ciddi bir iz bırakmış olmalı. Ancak şu an kadroda bulunan gitarist Josh Klinghoffer’da gerek son albümdeki performansı gerekse İstanbuldaki konser performansıyla kötü bir görünüm sergilemiyor. Baterist Chad Smith hakkında söylemem gereken bir şey varki o da geçtiğimiz yıllarda içinde Joe Satriani’ninde bulunduğu süpergrup olarak tabir edilen Chickenfoot’ta gösterdiği performans. Konunun yabancısı olanlar için açıklayalım. Süpergrup demek alanında başarılı ve ünlü olan kişilerin işlerini güçlerini bırakıp biz madem bu kadar iyiyiz neden en iyiler olarak birlikte bir şeyler yapmıyoruz sorusuna cevap olarak birlikte müzik yapma çabalarıdır. Chad Smith’in Red Hot Chili Peppers’tan gelen bir baterist olarak bu grup içinde de performansıyla kendini öne çıkarması bu güzide bateristin yeteneklerinin ne seviyede olduğunun iyi bir göstergesi. Konser Anı Athena’nın çıkmasıyla şenlendi konser alanı. Athena zaten yıllardır yaptıkları iyi müzikle kalbimize taht kurmuşken böyle bir konser öncesi onlardan daha iyi bir ön grup olamazdı. Zaten alandakilerin birçoğu enerjilerinin önemli bir kısmını Athena sahnedeyken harcadı. Athena’dan sonra sahnede hummalı bir çalışma başladı. Mikrofonlar yerleştirildi. Enstrümanlar ortaya çıkarıldı. Ayağını kırmış olan gitarist için bir sandalye konuldu. Şarkıların hangi sırayla çalınacağını gösteren setlistler mikrofonların yanına yapıştırıldı. Enstrümanların son testleri yapıldı ve sahnede kimsecikler kalmadı. Ta ki grup elemanları sahneye çıkana kadar. Gitarist Josh Klinghoffer Türk bayraklı tişört ile konsere başladı. Ayağını kırmış olması böyle bir konser için ciddi bir dezavantaj. Bütün konser boyunca oturarak gitar çaldı. Tabii bazen dayanamayıp ayağa kalktı ama sakatlığı nedeniyle daha fazlasını 62 Müzik Köşesi yapamadı. Yeni albümlerinden Monarchy of Roses ile başlayan konser Dani California isimli parçayla devam etti. Ardından çalınan Can’t Stop isimli parça esnasında sahne arkasındaki dev ekrandaki kırmızı arkaplan anı çok özel bir hale getirdi. Daha sonra Scar Tissue, Look Around, If You Have to Ask, Charlie, Hard to Concentrate, özellikle bas gitar melodisiyle yeni albümden olmasına rağmen kısa sürede hit olan The Adventures of Rain Dance Maggie gibi parçalar çalındı. Genellikle konserlerinde çalmamalarına rağmen yeni albümlerinden Did I Let You Know isimli parça, ünlü Türk caz saksafon sanatçılarından İlhan Erşahin’in katılımıyla çalındı. Bir Türk sanatçının konser esnasında sahneye çıkarak onlarla çalması mutluluk verici bir durum. Ayrıca bazı şarkı aralarında grup elemanlarının İstanbul’u ne kadar sevdikleriyle ilgili bazı yorumlar duymakta çok hoştu. İstanbul’a karşı ilgi duyduklarını hatta yerleşmek istediklerini esprili bir dille anlattılar. Ek olarak ezan sesini günde birkaç kez dinlenen olağanüstü bir müzik olarak tanımlamaları en azından kalbimizi çalan bir başka unsur oldu. I Like Dirt, Dosed Tease, Under The Bridge, Higher Ground, Californication, By The Way, Soul To Squeeze ve Give It Away ile konser devam etti. Sahnedeki üstün performansları ve bitmeyen enerjileri ile dinleyicilerini sürekli coşturan bir grup olduğunu bildiğimiz Red Hot Chili Peppers, konser gecesi de bizleri şaşırtmayarak muhteşem bir performans sergiledi. Sahnede böyle bir grup olunca da eğlencenin doruğuna ulaşıyorsunuz. Konserin sonlarına doğru izleyenlere bir jest olarak konser başlamadan önce çektikleri fotoğrafları ekrandan tüm dinleyicilere gösterdiler. Ardından ise kameralar sahne önündeki izleyenlere çevrildi ve görüntüler dev ekranlara yansıtıldı. Kendini dev ekranda gören dinleyiciler iyice coştu. Dinleyicileri mutlu etmek için güzel bir yöntem. Umudumuz Red Hot Chili Peppers’ı daha iyi organize edilmiş bir stadyum konserinde tekrardan görebilmek. Bizi çok iyi eğlendirdiler. Konserden mutlu ama yorgun bir şekilde gönderdiler. 4 ay önce başlayan heyecan konser akşamı müthiş bir Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi coşkuyla sona erdi, etkisi ise günlerce sürdü ve bu yazıyı yazarken hala devam ediyor. Dilerim ki ilerleyen tarihlerde İstanbul’da nice ünlü ve Müzik Köşesi yetenekli sanatçıları hep birlikte dinleyelim. Hoşçakalın… 63 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Rehberlik AMERİKA'DA STAJ TECRÜBESİ Çimen ELİAS, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 6. sınıf Amerika'da staj yapmak hiç de düşündüğümüz kadar zor değil aslında. Birçoğumuz sırf başvuru aşamasını gözümüzde çok büyüttüğümüz için ilk adımı atamıyoruz. Dilerim bu yazı ilk adım ve daha sonrakiler için size yol gösterir, yüreklendirir. Başvurular; Öncelikle Amerika'ya staj başvurusu yapmanız için hiçbir zaman ne çok geç ne de çok erken değildir. Eğer 3. sınıftan daha alt bir sınıftaysanız araştırma yapmak için gitmenizi ve laboratuvar ortamının tadını çıkarmanızı tavsiye ederim. Eğer 4. sınıf ve ya daha üst bir sınıftaysanız; o zaman da klinik deneyimler için uygun bir zamanlama olacaktir. Amerika’daki fakültelere staj için iki şekilde başvurabilirsiniz; ilk olarak bazı okulların “Elective Clerkship Program” dedikleri, her üniversitede olmasa da çoğumuzun adını hali hazırda bildiği üniversitelerde bulabileceğimiz bir seçenek var. Eğer seçmeli staj programına dahil olmayı planlıyorsanız Harvard, Northwestern gibi üniversitelerde bu seçeneği bulabilirsiniz. Bunun için her okulun bir başvuru tarihi vardır. Bazı üniversiteler sadece Amerika vatandaşı olan öğrencileri kabul ederken kimi üniversiteler de uluslararası öğrencilere açıktır. Bunu gitmek istediginiz üniversitenin web sitesine girerek araştırabilirsiniz. Bu stajlar yine birkaç aylık ve istediğiniz herhangi bir bölümde ücret karşılığı yapılabilmektedir ve bu ücret yine her üniversiteye göre değişmektedir. Ayrıca genelde bu seçmeli staj programlarının bazı şartları da olmaktadır. Bazıları 3. sınıftan sonraki öğrencileri kabul ederken bazıları ise İngilizce düzeyinizi gösteren bir belge (ki bu genelde Amerika için TOEFL olmaktadır) şartını koşar. Bu da yine her üniversiteye göre değişmektedir. Örnek olarak Harvard için; http://www.hms.harvard.edu/registrar/fservices/cdex 64 c.html web sitesine bakabilirsiniz. Eminim google size bu konuda yeteri kadar yardımcı olacaktır. Diğer bir seçeneğiniz de üniversitedeki hocalara mail atmaktır ki bu genellikle çoğumuzun tercihidir. Şansınızın daha fazla olması için birçok üniversiteye mail atmali ve önceden hangi bölümde staj yapmak istediğinizi veya eğer araştırma için gidiyorsaniz nasıl bir konuda çaliışmak istediğinizi belirlemelisiniz. Mailinizde ne kadar kararli olduğunuzu, neden o üniversiteye gidip o bölümde çalışmak istediğinizi çok uzun olmamak kaydıyla (bence bu maksimum iki kısa paragraf olmalı) belirtmelisiniz. Ayrıca iyi ve özenle hazırlanmış bir özgeçmiş (CV) de işinizi kolaylaştıracaktır. Daha önce farklı bir okulda staj yapmışsaniz (bu Avrupa ülkelerinden biri veya kendi fakülteniz dahilinde de olabilir) oradan aldığınız referans mektubunu da ekleyebilirsiniz. Ben bunun sizi bir adım öne çıkaracağı kanısındayım. Bu arada hocalara mail atarak başvurulan staj taleplerinde, genelde herhangi bir İngilizce yeterlilik sınavı almanız gerekmez. Mail atarken etkili, güzel bir İngilizceyle kısa ve öz bir mail atmanız en yararlısıdır; kolay okunabilen ve sizin ne yapmak istediğinizi içeren... Peki maili kime atmalıyım? Genelde mail’i kime atacağımız, o kişiyi nasıl bulacağımız kafamızdaki en büyük soru işareti olur. Öncelikle hangi okula ve bölüme gideceğinize karar verin, daha sonra web sitesinde o bölümdeki doktorlara ulaşıp, gideceğiniz bölümün başkanı başta olmak üzere tüm doktorlara mail atabilirsiniz. Mail yollamaya olabildiğince erken bir zamanda başlarsanız beklediğiniz okullardan kabul gelmediği takdirde başka üniversitelere de başvurma şansınız Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi olur. Mailleri yollamaya başlamak için ikinci dönemin başı uygun bir zamandır. Yani yukarıda da bahsettiğim gibi, burada Erasmus Programı’ndaki gibi hazır önünüze sunulmuş bir staj olanağı yok; daha cok sizin çabalamanızı, sabırlı ve kararlı olmanızı gerektiren bi süreç söz konusu ama inanın bu düşündüğünüz kadar da zor değil. Daha sonra karşı taraftan kabul beklemeye koyulursunuz. Bazen mail attığınız kişiden kabul öncesi referans mektubu isteği de gelebilir. Bunun için sizi tanıyan herhangi bir hocadan yardım alabileceğiniz gibi fakültenizin program direktöründen de referans talep edebilirsiniz. Kimi fakülteler özellikle program direktörünüzden referans isteyebilirler. Kabul Sonrası; Eğer stajınızı yaz tatili esnasında yapacaksanız bir problem yok; ama stajınızı dönem esnasında yapıp, stajı tıpkı erasmusta olduğu gibi saydıradabilirsiniz. İşte daha sonra devreye öğrenci işleri girer; kabul geldikten sonra öğrenci işlerine başvurup hangi staji Amerika’da almak istediğinizi bildirirsiniz ve öğrenci işleri aracılığıyla anabilim dalından izin çıkarılır ama bunun için her anabilim dalından izin çıkmaz ve bu kısım en fazla uğraş ve sabır gerektiren kısımdır. Yine de orada yaşayacağınız tecrübeleri göz önünde bulundurursak buna fazlasıyla değer. Kalacak yer ve masraflar; Eğer “elective clerkship program”ı için gidiyorsaniz size kalacak yer konusunda okul yardımcı olabilir ama genelde birçok şeyi kendiniz halledersiniz ve karsi taraf staj icin size hibe vermez (cok nadir de olsa araştırma yapmak için ödenek alabilirsiniz ama bu biraz kişinin şansına kalmış). Yine de benim tavsiyem gitmeden önce sizinle irtibat halinde olan sorumlu kişiye bu konuları danışmanız ve yurt olanağını sorgulamanız ve hatta sizi kabul eden hocaya da bu konu hakkında danışabilirsiniz. Bu şekilde hiç ummadığınız olanaklara bile sahip olabilirsiniz. Rehberlik çıkabilir. Bunun için de 'Google Earth'den yararlanmanızı tavsiye ederim. Buradan kullanacağınız ulaşım aracını, hangi araçla kaç dakika süreceğini ve hatta bisiklet yollarına kadar herşeyi bulabilirsiniz. Vize; Vize için birkaç ay önceden elçilikten randevu almanız gerekebilir. Elective Clerkship için farklı, kendi ayarladığınız staj için gidiyorsanız farklı vize başvurularında bulunursunuz ama bunun için detaylı bilgiyi randevu almak için aradığınızda alabilirsiniz. Okulun size davetiye mektubu gönderdiğinden bahsetmeniz yardımcı olacaktır. Yine Amerika vizesi için Schengen vize başvurularında kullanılanlardan daha farklı çekilmiş vesikalık fotoğraflara ihtiyacınız olacak; o yüzden bunu fotoğrafçıya gittiğinizde belirtmeyi unutmayın(!!) ve okuldan da vize için transcript ve öğrenci belgenizi yanınızda bulundurun. Bir de kalacağınız yerin adresini vermeniz gerekebilir. Staj başvurularınıza başlarken etrafınızda daha önce giden kişilerin tecrübelerinden yararlanmakta büyük fayda var. Her farklı tecrübe işinizi daha da kolaylaştıracaktır. Evet, artık bir tek uçak biletini alıp (ki Genç Tur'dan alırsanız öğrenci indirimi oluyor) Amerika’daki tıp hayatının ve bilgi akışının tadını çıkarmak kalıyor... Dilerim bu yazı biraz olsun aklınızdaki sorulara cevap olmuştur. Bahsetmediğim, aklınıza takılan başka sorular varsa [email protected] dan bana her zaman ulaşabilirsiniz. Yukarda anlattığım her tecrübede ve zorlukta yanımda olan ve yardımlarını, tecrübelerini benden esirgemeyen sevgili arkadaşım Tuğçe Kalaycı'ya çok teşekkür ederim. Hepinize bol şanslar ve başarılarla dolu bir eğitim hayatı diliyorum... Kiralık evler için www.craiglist.com dan gideceğiniz bölgedeki ilanlara bakabilirsiniz. Gittiğiniz eyalete ve şehre göre değişmek üzere kira için en 600 doları gözden çıkarmalısınız. Mail attığınız ev sahiplerine okula ne kadar uzak olduğunu sormayı ihmal etmeyin, bölge adı aynı olsa dahi karşınıza beklediğinizden daha uzak bir mesafe 65 Cerrahpaşa Öğrenci Bilimsel Dergisi Sizden Seçtiklerimiz BİR DİLEK Dün akşam, bir dilek tuttum. Gözlerimde yüzünün en ince hatları Ellerimde bir gün önce dokunduğun şiir defterim Önümde lacivert fonlu bir karanlık Sapsarı bir dolunay gecesi Dün akşam, bir dilek tuttum. Aklımda bir melodi eşliğinde dans adımları Ellerin belimde, her dönüşünde açan Çiçekler içinde bir mutluluk çerçevesi Dün akşam, bir dilek tuttum. Camı açmamla içeri adım atmaya çalışan Mayıs çiçeği kokusunu içime çektim. Gönlüme dolan ferahlığı, geceye hediye ettim. Dün akşam, bir dilek tuttum. Geçmişten gelen bir ezgiyi duyarken kulaklarım Derinliklerde Bülbül Yuvası’nda şakıyan kuş sesleri Tanrı’dan seni diledim. Dün akşam, bir dilek tuttum. Sona eren gecenin, sana uzanan kollarıyla Doğan güneşin sıcaklığından ısınan umutlarımı Camdan içeri, kendime doğru çektim. Ve sabah oldu, Ve sabah oldu, ben seni buldum. İpek Betül Özçivit* *İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İngilizce Tıp Bölümü, 2. Sınıf 66
Benzer belgeler
Kansere Karşı Edinilmiş İmmünoterapi Yöntemi
melanoma tümörü tarafından üretilir ancak, aynı
zamanda melanin üretimiyle bağlantılı olan derinin
stratum bazale’sindeki normal melanositlerde,
gözdeki retinal pigmentli epitelde ve iç kulakta da
...