Dergimizin yeni sayısı. - Hacettepe Üniversitesi
Transkript
Dergimizin yeni sayısı. - Hacettepe Üniversitesi
HÜDİL Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile Söyleşi s. 9 Türkçenin Gücü II s. 2 Nevruz s. 6 Yetersem Projesi s. 20 6-7 Bahar - Yaz 2011 HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi C Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç: (312) 297 83 51 E-posta: [email protected] www.hudil.hacettepe.edu.tr Merhaba, HÜDİL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK Yayın Kurulu Asuman BAYRAM Dr. Hiclâl DEMİR Faik Utkan DENİZER Hafize ŞAHİN Dergi ve Kapak Tasarımı Emre ALKAÇ www.emrealkac.com HÜDİL üç ayda bir yayımlanan yerel süreli dergidir. Basım Evi Dersler, etkinlikler, projelerle dolu bir eğitim yılını daha geride bıraktık. Bu yıl, ilk MEB grubu öğrencilerimizin mezuniyetlerini yaşadık. Öğrencilerimiz, hep birlikte bazen gülüp eğlenerek bazen üzülüp ağlayarak geçirdikleri uzun bir öğrenim sürecini başarıyla tamamladılar ve hoş anılarla ülkemizden ayrıldılar. Önümüzdeki eğitim döneminden itibaren başlayacakları lisans eğitimlerinde kendilerine başarılar dileriz. Biz onlarla haberleşmeyi sürdüreceğiz. İçindekiler Türkçenin Gücü II Dilimizin İstiklâli Hüseyin Rahmi GÜRPINAR Ortak Kültürel Değerimiz Nevruz Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile Söyleşi Kitap Tanıtımları İçlerinde Türkçenin Gücü Forumu, Nevruz Şöleni, Türkçe Konuşma Yarışmasının da bulunduğu çok önemli etkinlikler ile YETERSEM kısa adıyla bilinen yardım ve dayanışma projesini de yine bu dönemde düzenledik. Bütün bunlar, HÜDİL ve Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü elemanları ile Eğitim Fakültesi, İlköğretim Bölümü Okul Öncesi Eğitimi, Matematik Eğitimi ve Fen Bilgisi Eğitimi Anabilim Dalı öğrencileri ve öğretim elemanlarının ortak çalışmaları sonucu gerçekleştirildi. Buradan katkısı bulunan herkese ayrı ayrı teşekkür ederim. Siz dergimizin bu sayısını incelerken büyük ihtimalle biz, sonraki sayının çalışmalarına çoktan başlamış, yine destek ve katılımınızla önümüzdeki eğitim döneminde gerçekleştireceğimiz etkinliklerimizin planlarını tamamlamış olacağız. Gelecek sayılarda tekrar görüşmek dileği ile, bize istediğiniz an 297 83 51 numaralı telefon, [email protected] ve www.hudil.hacettepe.edu.tr adreslerinden ulaşabileceğinizi tekrar hatırlatmak isterim. Saygılarımla, Türkçe Bakış Açısı Deyimler VI HÜDİL Japonca Kursu Yetersem Projesi Etkinliklerimiz 2 5 6 9 13 16 17 18 20 21 Türkçe Hazırlık Eğitimi Gören Öğrencilerin Etkinliklerinden 23 Yaratıcı Yazarlık 27 Ülkü Çelik Şavk Basım Tarihi Yazışma Adresi Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) 06800 Beytepe/ANKARA Genel Ağ Sayfası www.hudil.hacettepe.edu.tr E-posta [email protected] Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer görsel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır. 1 kazanılan bir beceri olduğunu, bunun adresinin de aile, okul ve çevre olduğunu vurguladı. Dr. Hiclâl DEMİR [email protected] Türk Dil Kurumu ve Hacettepe Üniversitesi Türkçe Topluluğunun desteğiyle HÜDİL (Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi) tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen Türkçenin Gücü adlı forum, 15 Mart 2011 günü Mehmet Akif Ersoy Salonunda gerçekleştirildi. Geçen yıl olduğu gibi, alanında uzman katılımcıların Türkçenin gücünü farklı bakış açılarıyla değerlendirdikleri forumun açış konuşmalarını HÜDİL Müdürü Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Musa Yaşar Sağlam ve Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın yaptılar. Bütün dillerin gücünü kullanıcılarından aldığını belirten Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, kullanıcıları dile ne kadar gönül verir ve onu ne kadar yetkin kullanırlarsa dilin o oranda güçleneceğini söyledi ve forumda konuşmacıların çeşitli alanlarda Türkçenin gücünü dinleyicilerle paylaşacaklarını belirtti. Dil Devriminden bu yana Türkçenin geçirdiği değişimi açıklayarak konuşmasına başlayan Prof. Dr. Musa Yaşar Sağlam, 1927’de basılan Raif Necdet Kestelli’nin Resimli Türkçe Kamus adlı sözlüğündeki sözcüklerin % 70’inin yabancı olduğunu ancak 2005 yılında yayımlanan TDK Türkçe Sözlük’te bu oranın % 22’lere gerilediğini belirtti. Yine bu baskıda yer alan terimlerin kökeni incelendiğinde 2300 terimle Fransızca terimlerin birinci sırada olduğunu, bunu Arapça, İtalyanca Farsça, Yunanca ve İngilizce terimlerin izlediğini ifade etti. 2 geliştirip pekiştirdiğini ifade etti. 80 yıllık birikimiyle oluşturduğu sözlüklerin tabanını sürekli geliştiren TDK’nin Türkçe Sözlük’ün 11. baskısını yayımlamak üzere olduğunu belirten Akalın, bu baskı hakkında da bilgi verdi. İlk kez bilgisayar destekli hazırlanan bu baskıda, şair ve yazarların eserlerinin taranmasıyla söz varlığına katkılar sağlandığını, sözlüğün sonuna “Ek Bilgiler” adıyla yeni bir bölümün ilave edildiğini, burada Türkçenin tarihî dönemleri, söz varlığı ve özelliklerinin yanı sıra, ülke adları, başkentler, para birimleri, resmî e-posta yazımı vb. bilgilere de yer verildiğini açıkladı. Açış konuşmalarının ardından forumun ilk oturumuna geçildi. Bu oturumun konuşmacıları Rıdvan Çongur, Aylin Özmenek ve Prof. Dr. Zafer Gençaydın idi. “Konuşma Açısından Türkçenin Gücü” başlıklı konuşmasında Rıdvan Çongur, spikerlerin sofrasında söz olduğunu, söz yeyip söz içtiklerini ve Türkçenin konuşma açısından nasıl bir güce sahip olduğunu gösterdiklerini belirtti. Bir metni yazan kişinin dilin bütün hünerlerini kullandığını ancak bunun bir de doğru seslendirilme boyutunun olduğunu söyleyen Çongur, bu dili tanımayan ve sevmeyen insanın Türkçenin gücünden söz edemeyeceğini belirtti. Dilin incelikleri olduğuna da değinen Çongur, cümleyi kurarken her şeyi yerli yerinde kullanmak gerektiğini fakat bunun yetmeyeceğini, Türkçeye mühür gibi damgasını vuranın konuşma olduğunu vurguladı. Yabancı sözcüklere Türkçe karşılık bulmanın uzun soluklu ve kurumsal çalışmalara dayalı bir faaliyet olduğunu belirten Sağlam, TDK’nin bu alandaki çalışmalarının önemli olduğunu ancak bir kurumun tek başına bunun üstesinden gelmesinin mümkün olamayacağını, bu bağlamda Türk aydınına düşen görevin Türkçe karşılıkları varken yabancı sözcükleri kullanmamak ve bu konuda çevresini bilinçlendirmek olduğunu vurguladı. Sabah oturumunun ikinci konuşmacısı Aylin Özmenek, TRT spikeri olarak “Ana dilin yanlış kullanılması çok ayıptır.” felsefesiyle yetiştirildiklerini vurgulayarak sözlerine başladı. “Esenli Günlerde Güzel Konuşmak İçin” başlığını taşıyan konuşmasında küreselleşmenin, dilimize birçok yabancı kelimeyi boca ettiğini belirten Özmenek, yabancı kelime kullanmanın yanında; eski Türkçe kelimeleri yanlış kullanmak, az kelime kullanmak, ağız kapalı konuşmak gibi durumların da dili çirkinleştiren unsurlar olduğunu ifade etti. Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, Türkçenin gücünün, öncelikle köklü ve yaygın bir dil olmasından kaynaklandığını belirtti. Bugün dünyada bütün lehçeleriyle birlikte yaklaşık 220 milyon Türkçe konuşuru olduğunu ve televizyon yayıncılığının Türkçenin yaygınlık alanını ve gücünü Özmenek, ana dili güzel konuşulmuyorsa yeni öğrenilecek yabancı dilin de aynı ölçüde güzel konuşulamayacağı tespitini yaptı. “Dilimizi kötü ve bozuk konuşmanın engellenmesinin en kestirme yolu, okulların ilk sınıflarından geçer.” diyen Özmenek, konuşmanın eğitim ve öğretimle Prof. Dr. Zafer Gençaydın “Dil, Kültür, Sanat” başlıklı konuşmasına, dilde her sözcüğün bir şeyi işaret ettiğini, her sözcüğün de işaret ettiği şeyin bilgisi olduğunu ifade ederek başladı. İnsanın bildiği sözcük kadar kavram tanıdığını, kaç kavram tanıyorsa o kadar kavramla düşündüğünü belirten Gençaydın, kısır veya yoksul bir sözcük dağarcığıyla bir şeyler yaratmanın mümkün olamayacağını söyledi. “Kişinin kendini ifade etme araçlarından en güçlüsü sözdür.” diyen Gençaydın, söylenmemiş sözün düşünülmemiş olduğunu, düşünce ve sanat insanlarının sözleri ve yazıları ile hayata değer kattıklarını belirtti. Her kültürün kendi dilini, her dilin de kendi kültürünü yarattığını söyleyen Gençaydın, Türkçede 120 civarında renk adı olduğunu, renklerin sadece görsel dünyamızı zenginleştirmediğini, metafor yoluyla sanatta yaratıcılığın da bir aracı olduğunu vurguladı ve sözel dil ile görsel dili, dünyamızı yavanlıktan kurtaran unsurlar olarak tanımladı. II. oturumun ilk konuşmacısı Doğan Hızlan’ın konuşma başlığı “Günlük Dili Edebiyata Taşımak” idi. Bazı yazarlar için “Günlük konuşma dilini aldı.”, “Konuşur gibi yazıyor.” dendiğini hatırlatan Hızlan, bu durumun anlaşılmayı kolaylaştırdığını ancak yazının hakkının yendiğini, edebî metnin daha dikkatle ve yoğunlaşarak okunması gerektiğini söyledi. Hızlan, sözlüklere bakmadığımız için günlük konuşmalarımızın belli sözcüklerle sınırlı kaldığını, ana dilini doğduğumuz andan itibaren bildiğimizi sandığımızı, hâlbuki kulaktan dolma bir dil öğrendiğimizi ifade etti. Toplum olarak konuşmayı ve dinlemeyi sevdiğimizi ama aynı oranda okumayı sevmediğimizi söyleyen Hızlan, konuşma dilinin edebiyata geçmesi için konuşma dilinde de epey bir kelime olması gerektiğini, kitaptan çıkan birikimin söze, sözün tekrar metne dönüşmesi gerektiğini vurgulayarak konuşmasını tamamladı. Bu oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Dr. Hamza Zülfikar, “Sözlük Düzenlemede Uygulanan Bazı İlkeler” başlıklı konuşmasında, öncelikle Türkçenin gücünü ekler ve köklerden aldığını, önemli olanın bu kökleri ve ekleri işletebilmek olduğunu belirtti. “Türkçenin imkânlarını ortaya koyup yabancı kelime ve terimlere karşılık bulmak ve bunları topluma mal etmek durumundayız.” diyen Zülfikar, Türkçenin gizil gücünün işletilmesi gerektiğini vurguladı. Zülfikar, “lügat” karşılığı olarak Cumhuriyet döneminde “sözlük”ün türetildiğini, TDK’nin 1945 yılında yayımladığı ilk sözlüğünün adının Türkçe Sözlük olduğunu belirtti. “Sözlük düzenleme işi Türklerin tarih boyunca uğraştığı bilim alanlarından biri olmuştur.” diyen Zülfikar, Avrupalılar sözlüğün ne olduğunu bilmezken Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lugati’t-Türk’ü yazdığını söyledi. Sözlüklerle ilgili bazı düzenlemelere de değinen Zülfikar, kimi eksikliklerine rağmen TDK’nin sözlüğünün Türkçe kelimeleri öne çıkarması ve yabancı sözcükleri Türkçe karşılığına yönlendirmesi bakımından önemli olduğunu ifade etti. Terim sözlüklerinde her yazarın kendi yöntemini uyguladığını belirten Zülfikar, terimin Türkçe olmasının ana dile duyulan saygıyı gösterdiğini vurguladı. Türkçe terim kullanma konusunda öğretmenler, bilim adamları ve sanatçılar bilinçlendirilemediği takdirde bilim ve sanat dilinin Türkçe olmasının sağlanamayacağını da sözlerine ekledi. “Dil Yarası” başlıklı konuşmasında Özlem Ersönmez, dilin bir toplum için önemine belirtti ve ana dili eğitimi sürecinin ilkokulda başlaması gerektiğini söyledi. Basında ve televizyonlarda çokça karşılaşılan dil yanlışlarına da değinen Ersönmez, iyi konuşan insanları giderek daha az duydukları için yeni kuşağın işinin zorlaştığını ve gençlerin dil konusunda ancak merakla kendilerini geliştirebileceklerini vurguladı. Konuşmasına, bir düşünürün “İnsan yaşadığı toplumun dilini konuşabildiği kadar vardır.” sözünü hatırlatarak başlayan Derya Kaya, dile sahip çıkmanın ülkeye ve bayrağa sahip çıkmak anlamına geldiğini söyledi. Bir insanın anlaşılmasının iletişim becerisine bağlı olduğunu belirten Kaya, bunun içine diğer unsurların yanında konuşma becerisinin de girdiğini, bu nedenle dilin görsel gücünü kullanmak gerektiğini ifade etti. Kaya, Türkçenin “görünen bir dil” olduğunu vurguladı ve “Türkçenin mimarlarından” Yunus Emre ve Nazım Hikmet’ten birer şiir okuyarak konuşmasını tamamladı. Forum, dinleyicilerin soru ve önerileriyle sona erdi. 3 ŞİİR DİLİNİN KAPILARINI BİRER BİRER ARALADILAR… Hafize ŞAHİN [email protected] HÜDİL tarafından hazırlanan “Şarkılara Söz Veren Şiirler” adlı etkinlik, 5 Nisan 2011’de Mehmet Akif Ersoy Salonunda yapıldı. Hacettepe Üniversitesinin farklı fakültelerinde okuyan öğrencilerin şiir okuyarak, şarkı söyleyerek ve enstrüman çalarak katıldığı etkinlikte; Kemalettin Kamu’dan Lâle Müldür’e, Bekir Sıtkı Erdoğan’dan Kemal Burkay’a, Attilâ İlhan’dan Özdemir Âsaf’a, İlhan Berk’ten Cemal Sâfi’ye Türk edebiyatının farklı dönemlerinde eser vermiş 20 şairden şiirler okundu. Bazı şiirlerin bestelenmiş şekilleri canlı seslendirildi, bir kısmı da play-back olarak çalındı. Çalışmanın ortaya çıkmasında, popüler kültür ortamında üretilen şarkıların sözlerinin özensiz ve tüketim kültürüne uygun bir anlayışla kaleme alınması etkili olmuştur. DİLİMİZİN İSTİKLÂLİ* Dilimiz şimdiye kadar bünyesini kemirerek istiklâline mâni olan ve ağırlıkları dimağımızı tembelleştiren yabancı kelimelerden ayıklanmalıdır. Bunların en tehlikelileri harsımıza arap ve acem tohumları saçanlardır. Türk dili asırlardan beri bünyesini istilâ eden bu bir türlü kaynaşamayarak asaletini muhafazada sebat göstermiş ve saffetini İstanbul halk dilinde ve Anadolu lehçelerinde yaşatmıştır. Sarık, cüppe, çakşır, çedik, pabuç gibi şeyler içinde vücut nasıl ağırlaşırsa bu ihtiyar dillerin kisvesi altında fikir de çevikliğini kaybetmektedir. Ve gene asırlardan beri Osmanlı İmparatorluğunun resmî dili olan Türkçe niçin kendi köklerinden dal budak sürerek hasıllanamamıştır. Biz bütün tercihimizi ecnebi kelimelerine vererek kendimizinkileri körletmeye uğraşmışız. Bir kelime lisandan lisana geçerken phonetiquement, morphologiquement yani savten, şeklen uğradığı değişiklikler de bazı kanunlara tâbidir. Biz yazı lisanımıza aldığımız Arabî, Farisî kelimelerde bu kanunlara riayet etmemişiz. Bu kelimeleri asıllarındaki imlâ ve telâffuzlar ile almaya çalışmışız. Onları imlâ ve telâffuzca asılları hilâfında kullananları cehaletle itham etmişiz. Ve hâlâ da bu iddiadayız. Fakat halk kendi şivesine uymayan ağırlıklarını gidermeden bu yabancı kelimeleri ağızlarına almamış meselâ arabın sahihini sahiye çevirmiş. (Hızırilyası) hıdırellez yapmış bunlar gibi birçok kelime ve terkipleri kendi fonetiğine uydurarak kullanmakta ısrar etmiş. (…) Frenklerin edebiyatımız hakkındaki muahazeleri şudur: DESTİNA’dan sen öyle umarsız uyusan da bir köşede işte bu yüzden sırf bu yüzden işte yaşamdan çok ölüme yakın olduğun için seni bu denli yıktıkları için yaşamımın gizini vereceğim sana Lâle Müldür Gurbet’ten Gurbet o kadar acı Ki ne varsa içimde Hepsi bana yabancı, Hepsi başka biçimde! Kemalettin Kâmi Kamu Dinletide öğrencilerimiz, şiir dünyasının ve şiir dilinin kapılarını birer birer araladılar. Konuklarımız ise dilin yetkin örnekleriyle karşılaşmanın mutluluğunu yaşadılar. Kaynakça Kenan Akyüz (?), Batı Tesirinde Türk Şiiri Antolojisi, Ankara: İnkılâp Kitabevi, s. 918. Lâle Müldür (2005), Anemon, İstanbul: YKY, s. 85. 4 “Türk edebiyatı şark edebiyatından biri olmakla beraber Avrupaca en az tanınan binaenaleyh en az takdir görendir. En büyük kusuru orijinaliteden mahrum bulunmasıdır. Türk edipleri, şairleri asırlardan beri sazlarını arap ve acem nağmeleri üzerine akort etmişlerdir. Son nesiller Avrupa asrîliğine dönmek istemişlerse de bir İspanyol, bir Rus, bir Macar edebiyatı olduğu gibi bir Türk literatürü meydana gelememiştir. Türkün öz unsur hayatından doğmuş ve o unsurun ruhunu terennüm eden kuvvetli edebî bir şahsiyet işte ben de varım diye kendini cihana takdim edememiştir.” Avrupalıların bize buldukları kabahat işte bu… Türk dili bugün (niçin söylemekten çekineyim) anarşi halindedir. Kaide şirazeleriyle kendini derleyip toplama ihtiyacındadır. Grameri yok, bu nâmâ müstahak bir lûgat kitabı yok. Zaten asırlarca doğru telâffuzunu veremeyen arap harfleri rejimi altında kurallaşmıştı. Lâtin harfleri imdada yetişti. Lâkin şimdi dilimiz yeni kirizme ve gars yapılan bir bahçe halindedir. Dikilecekleri ihtiyaca tevafuk eder surette seçerek dikmek ve kökleşmelerine itina göstermek lâzımdır. Türk dilinin şeceresini meydana çıkarmalı akrabalığı bulunan lisanlardan lûgat ve kaidece istifade olunmalıdır. Evvelâ tahlilî ve sonra terkibî surette hareket olunur. Türkçemiz Ural-Altanique yani Finois, Japon, Hongrois * Metnin alındığı kaynaktaki yazıma bağlı kalınmıştır. Hüseyin Rahmi GÜRPINAR (Macar), Samoyede, Mongole Moğol, Kalmuk, Mandchu ilâh… dilleri ailesindendir. Bunların arasında müterakkilerden bulunan Macarca’nın ıslah ve garplılaşma usulünü tetkikten müstefit olabiliriz. Dilimize kabul olunacak her kelime tesbit edilecek kaidelere ve en dürüst şivemize tevfikan şeklen ve lâfzen Türkçeleştirilmelidir. İngiliz, Alman, Fransız lisanları arasında pek çok müşterek kelimeler bulunduğu malûmdur. İlim, fen ıstılahlarınca bu dillerden çok uzaklaşmamak fikrindeyim. Meselâ, müvellid-ül humuza demektense oksijen, hidrojen demeyi tercih ederim. Bizden sonra gelecek nesiller belki bu kelimeleri su doğuran, ateş doğuran suretine çevirmekte bir garabet görmeyeceklerdir. Afakî, enfüsî gibi saçmalara dilimizde yer vermektense doğruca objektif, subjektif diyerek sesimizi bütün medenî cihanla birleştirmeyi muvafık bulurum. Mikroplar mukavemetten âciz zayıf vücutlara hücum ederler. Kontenjan, döviz, kabotaj ve ilâh… birçok kelimeler dilimize ellerini kollarını sallayarak resmî kapılardan girmektedirler. Bunlardan fazlalara karşı kapı önüne, bir “Yasaktır” nöbetçisi koyacak mıyız? Dilimizin ilim, fen, felsefe, siyaset ve ilâh… bütün şubelerdeki bugünkü fakrı münasebetiyle bu akımın önüne durmayı çok müşkül buluyorum. Bu istilâdan dilimiz kazanacak mı? Bozulacak mı? Bugün spor, atlet, boks, maç, rekor ve daha sayısız kelimeler bize artık munis geliyor. Bunların hangisi hangi dile mensuptur düşünmüyoruz… Yalnız delâlet ettikleri manaları biliyoruz. Bunlar şimdiki medenî dünyanın geçer akçe kelimeleridir. Bütün dillerde mevki tutarak umumîleşmişlerdir. Türkçede bunlara karşılık kelime icadına kalkışmak abestir. Fakat bu dalgalar coşkun geldikçe dil kapımızın önünde bir Çanakkale mukavemeti yapabilecek miyiz? İstikbâl bu yasağımızı dinlemeyecek gibi geliyor bana… Köklerinden sürdüreceğimiz filizlerden yapılacak uygun terkiplerle asrî tekâmülüne kavuşturacağımız dilimizin ihtiyaçlarına karşı bir hazine hazırlamış olacağız. Kaynak Hüseyin Tuncer (1994), Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı, İzmir: Akademi Kitabevi. 5 Gülnaz ÇETİNKAYA [email protected] ORTAK KÜLTÜREL DEĞERİMİZ NEVRUZ “Sultan”, “Nevruz-ı Şerif”, “Nevruz-ı Muhterem” gibi sıfatlarla anılan, bolluğun, bereketin ve canlılığın sembolü olarak nitelendirilen Nevruz; Farsça “nev: yeni” ve “ruz: gün” kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Pek çok devlet ve topluluklarda bugün, bayram olarak kabul edilmekte ve kutlanmaktadır. Azerbaycan’da “Novruz”, Kazakistan’da “Navrız Meyrami”, Kırgızistan’da “Nooruz”, KKTC’de “Mart Dokuzu”, Kırım Türklerinde “Navrez”, Batı Trakya Türklerinde ise “Mevris” adları ile anılan bu bayram “yeni yılın” başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir. 21 Mart, gün ve gece eşitliğinin olduğu ve bu tarihten sonra gündüzlerin uzamaya başladığı, baharın geldiği gündür. Bazı topluluklarda “Mart Dokuzu” olarak anılmasının nedeni ise miladi ve hicri takvim arasındaki on üç günlük farktır. Martın dokuzu, miladi takvimde 21-22 Mart tarihine denk gelmektedir. Kışın sıkıntılı geçen günleri 21 Mart’ta yerini sevince bırakır. “Sadık yâr” olan kara toprak sözüne bağlı kalmış; cefa yerini vefaya ve mutluluğa bırakmıştır. Bolluğun, bereketin ve umudun tohumlarının toprağa düştüğü ve yeşermeye başladığı bugün, toprağı geçiminin ve yaşamının ayrılmaz bir parçası olarak gören topluluklarda “yeni yıl” başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Çünkü yenilik; başlamaktır, üretmektir, paylaşmaktır. Doğayı bir döngü, devinim içinde düşünen topluluklarda “dönmek” fiili “değişmek” anlamında kullanılır. “Gün döner”, “mevsim döner” ifadeleri bu değişimi vurgular. Dönüş; başlangıç noktasından ayrılmayı, hareketi ve başlanılan yere varmayı ifade eder. Süreklilik ise başlangıç ve bitiş arasında uzanan çizgidir. Yani doğada her bitiş aslında yeni bir başlangıcın habercisidir. Bu anlamda “Ne de olsa kışın sonu bahardır” felsefesine sahip topluluklarda Nevruz; umuttur, sabırdır, bekleyiştir. Nevruz; aynı düşünce ve duyguları paylaşan insanları bir araya getiren, yüzyıllara dayanan ortak bir kültürel birikimin aktarılmasına, paylaşılmasına vesile olan gündür. Geçmişin bugünde harmanlandığı ve geleceğe taşındığı, yeni kültürel unsurların oluştuğu, eskilerin hatırlatıldığı zaman ve mekânları sunar insanlara. Geçmişin sıkıntılarından uzaklaşmak için yakılan Nevruz ateşinin sağaltıcılığından yararlanmak, ortaklaşa pişirilen “Nevruz aşı”nı birlikte yemek, ortak bir gururun verdiği hazzı paylaşmaktır. Nevruz, tabiatın canlılığının insan hayatına yansıması, doğanın karşılık beklemeden verdiği hediyeye gönülden kopan bir minnettir. Ortak bir kültürel miras olan Nevruzu anlatmak, yaşamak, kutlamak ve geleceğe taşımak dileğiyle nice Nevruzlara… Nevruz; dinî, coğrafi ve tarihî temelleri olan bir gündür. Tarihi Sümerliler, Persler ve Akadlara kadar dayanan Nevruz, Selçuklu ve Osmanlılar döneminde millî bayram olarak kabul edilmiş ve bugün için “Nevruziyye” adı verilen şiirler yazılmıştır. Nevruz, Hz. Âdem’in çamurunun yoğrulduğu, Hz. Yusuf’un kuyudan kurtulduğu, Hz. Ali’nin doğduğu, Türklerin demir dağı eriterek Ergenekon’dan çıktığı kutlu gün olarak nitelendirilmektedir. Doğadaki canlılık ve diriliş ile dinsel anlatı ve sembollerin birleştiği Nevruz, Türk toplulukları arasında ortak anlamsal ve kültürel çerçeveyi oluşturan kutlu bir gündür. 6 Kaynakça “Türk Kültüründe Nevruz Yeni Gün”, Türksoy, 2007/1, Sayı: 22. Türk Dünyası Nevruz Ansiklopedisi, Atatürk Kültür Merkezi Yayınları. 7 DİL SÜZGECİ I Kemal GÜLER [email protected]. “Merve ben.” mi, yoksa “Ben Merve.” mi? Dilin canlı bir varlık olduğu düşüncesi genelde dille uğraşanların çoğunluğu tarafından kabul edilen bir husustur. Her canlı gibi dil de varlığını devam ettirebilmek için sürekli bir değişim ve gelişim içerisindedir. Bu değişim, dilin kuralları çerçevesinde gerçekleştiği; yani dilin yapısına ters düşmediği sürece sağlıklıdır, dili zenginleştirir ve ifade gücünü artırır. Dilin bünyesine ve işleyiş mekanizmasına ters düşen, pek çoğu başlangıçta bir moda olarak kullanılmaya başlayan yapılar ise, ne kadar söz konusu dilin kıyafetine büründürülmüş olursa olsun, bir yama gibi sırıtırlar ve dili yozlaştırıcı bir rol oynarlar. “Dil Süzgeci” adını verdiğimiz bu bölümde HÜDİL’in bu sayısından başlayarak sık karşılaşılan, hatta kimisi çok yaygın kullanım neticesinde yarı norm halini alan bu dil yanlışlarına okuyucularımızın dikkatlerini çekmek istiyoruz. Tabii ki bu yanlışlarla mücadelede ancak Türk Dil Kurumu, Milli Eğitim Bakanlığı gibi kurumlarla başta televizyon kanalları olmak üzere medya kuruluşları etkin bir rol oynayabilirler. Bu yazımızda, 1990’lardan önce hiç kullanılmayan, ancak son 20 yılda büyük bir yaygınlık kazanan, yalnızca genç kuşakların değil, orta yaş kuşaklarının da diline bulaşmış bir yapı üzerinde duracağız. Bu yapı, 1. şahsın kendisini telefonda ve yüz yüze görüşmelerde tanıtırken kullandığı bir takdim formudur. Nereden geldiğini kesin olarak tespit edemediğimiz, ama kaynağının mutlaka araştırılması gereken, başlangıcı belki genç kuşaklar üzerinde etkili bir şöhret sahibinin kullanımına, belki de yabancı bir dilden yapılan tercümeye dayanan, bu yeni türeme formda kendisini takdim eden önce adını arkasından da şahıs zamiri olan ben’i söylemektedir: Merve ben / Eyüp ben gibi. Bu takdim cümlesinin yapısına bakıldığında iki ögeden hangisinin özne hangisinin yüklem olduğunu ayırt etmekte zorlanabilirsiniz. Ama asıl sorun şurada: Türkçe kurallı bir cümlede yüklem sonda bulunur. Cümlenin başında ise cümlenin konusu, yani cümledeki bildirimin odağı olan öge bulunmak zorundadır. Bu özne olabilir, nesne olabilir, zarf tümleci veya yer tamlayıcısı da olabilir. Örneğin Yuvayı dişi kuş yapar cümlesinde nesne olan yuva cümlenin konusu (Thema), diğer bir ifadeyle cümlenin odağıdır, bu yüzden de başta bulunur ve yuva’ya dair verilen yuvanın dişi kuş tarafından yapıldığı bilgisi, hükmü, haberi (Rhema) onu takip eder.1 Bu Türkçe söz diziminin en temel kurallarından biridir. Söz konusu takdim formunu bu kural açısından Dil Süzgecimiz’den geçirelim: Diyelim ki telefonda veya yüz yüze bir görüşmede henüz tanımadığınız birine kendinizi takdim edeceksiniz. Bu durumda cümlenin konusu (Thema) adınız değil, 1. tekil kişi olarak sizsiniz, yani ben’dir; adınız ise şahsınıza, yani ben’e dair karşınızdakine vereceğiniz bilgi (Rhema)’dir. Diğer bir ifadeyle, kendinizi takdim ettiğiniz kişi için önemli olan bilgi o adın kime ait olduğu değil, muhatabı olan sizin adınızın ne olduğudur. Yani siz cümlenin konususunuz. O halde kendinizi doğru olarak ancak Ben Merve/ Ben Eyüp formuyla takdim edebilirsiniz. Eğer görüşeceğiniz şahsa bir başkası (belki bir müşterek tanıdık) tarafından sizden söz edilmişse, sizin adınızın bilgisi onda mevcuttur. Bu durumda malum adın sizinle ilişkili olduğunu, size ait olduğunu ifade etmek için adınızı cümlenin konusu (Thema) yaparak Hani o size sözü edilmiş olan Merve var ya, o benim anlamında kendinizi Merve benim diye takdim edebilirsiniz. Her ikisinde de verilen bilgi aynı gibi görünse de konu değişmektedir: İlk cümledeki bildirimin odağı ben iken ikinci cümledekinin odağını Merve teşkil etmektedir. Güzel olan ifade moda olan değil; meramı, bilgiyi en doğru aktarandır. O halde “Galat-ı meşhur lügat-i fasihten evladır.”2 diye yanlışta ısrar edip moda olanı kullanmak sizi seçkinleştirmez, ama dilinizi çirkinleştirir. 1 Thema ve Rhema terimleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Hadumod Bussmann (1990), Lexikon der Sprachwissenschaft, 2.Auflage, Stuttgart: Alfred Kröner Verlag. 2 “Yaygın yanlış doğru sözden daha iyidir, yeğdir.” 8 “KÂŞGARLI MAHMÛD TIPKI BENİM GİBİ BİR İNSANDIR!” Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Luġâti’t -Türk Adlı Önemli Eseri Üzerine Bir Söyleşi Ömrünü Türk diline adayan ve Türk kültürü üzerine pek çok yayını bulunan Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu uzun yıllardır Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Luġâti’t -Türk adlı eseri üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Hocamızla hem bu önemli eser üzerine hem de yayımlanacak eserleri üzerine bir söyleşi yaptık... Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Luġâti’t-Türk kitabının adına ilk defa siz itiraz etmiştiniz. Bunun nedenini bir kez de bizim için açıklar mısınız? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Arapçada harekeler yazıda gelişigüzel konmaz, “muzaf”, “muzafun ileyhi” denen ifadeler birer isim tamlamasıdır. Böyle olunca Arapça isim tamlamalarında, ilk kelime ötre, ondan sonrakilerin hepsi esre harekesi alırlar. Bu Arapçada değişmez bir kuraldır. Bu tür tamlamalar, Latin harflerle yazılırken bunlara gelişigüzel “kesme”, “tire” ve “uzatma” işaretleri konulamayacağı malumdur. Bu nedenle eserin adının doğru şekli Kitâbu Dîvâni Luġâti’t-Türk’tür. Kitap kelimesini kaldıracak olursak da Dîvânu Luġâti’t-Türk şeklinde okunur. Eserin ne zaman yazıldığı konusunda da farklı görüşler var. Hocam, siz eserin ne zaman yazıldığını ve bitirildiğini düşünüyorsunuz? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Eserin yazılış tarihi için Dîvân’ın 174, 513 ve 638. sayfalarında farklı tarihlere rastlıyoruz. Eserde hicri ve miladi yıl ile ilgili bir karışıklık söz konusu. Buna bir de müstensih hatası eklenince iş biraz daha karışıyor. Hangisi yanlış, hangisi doğru, derseniz aslında hiçbiri yanlış değil, hepsi aynı hicri yıla denk geliyor. Bu karışıklık Kâşgarlı’nın 174. sayfada “Bu kitabı yazdığımızda Muharrem ayı 466 idi ve Yılan yılına girilmişti; bu yıl geçip 70. yıla girdiğimizde Yund yılına girmiş oluruz.” demesinden kaynaklanmıştır. Burada 466’dan sonra 470 gelemeyeceğine göre bu tarih 467 olmalıdır. 513. sayfadaki tarih ise müstensihin sehven 466 yerine, 469 yazmasından kaynaklanmıştır. 469 Yılan yılı değildir ve eserin ithaf edildiği Abbasî Halifesi “El-Kâ’im”in iktidarı da bundan iki yıl önce, hicri 467 yılında sona ermiştir. Kâşgarlı, kitabın son sayfası olan 638. sayfaya da “466 yılının Cemâzî’l-Âher’inin 10’u Pazartesi günüdür.” şeklinde, eserin bitiş tarihini düşmüştür. Bu tarih, miladi takvime göre 10 Şubat 1074 yılı, Pazartesi gününe tekabül eder. Aslında Eylül-Ekim 1073’te eser bitmiş ancak, temize çekilmektedir. 10 Şubat 1074 Hafize ŞAHİN [email protected] tarihinde ise eserin temize çekilme işlemi de tamamlanmış ve eser tamamen bitmiş, ortaya çıkmıştır. Fakat Kâşgarlı, kitabı beş ay sonra tamamen bitirdiğinde 174. sayfaya dönüp oradaki tarihi düzeltme gereği duymamıştır. Çünkü bu tarihlerin hepsi de hicri takvime göre 466 yılıdır. Hafize, kızım, burada önemli bir noktaya dikkatini çekmek istiyorum. Dîvân’ın yazılış tarihi hep tartışma konusu olmuştur. Bu konu, yaklaşık yüz yıldır tartışılıyor. Yaptığımız bu tespitle artık tartışmaya son noktayı koyduğumuzu zannediyorum. Kâşgarlı eserini kime ithaf etmiştir? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Bu eserin kime ithaf edildiği sorusunun cevabı, kitabın üçüncü sayfasında bahsi geçen Abbasî Halifesi’nin adında saklıdır. Kime yazıldığı konusundaki yanlışlıklar müstensih hatasından kaynaklanıyor. Müstensih, “Ben Kâşgarlı’nın kendi nüshasından istinsah ediyorum.” diyor ancak eseri Dîvân’ın yazılışından tahminen 200 sene sonra istinsah ediyor. Yani eserde tahribatlar söz konusu. Eserin kime ithaf edildiği kısmı da tahrip olmuş ve silikleşmiştir. Müstensih “fâil” kalıbında olan “Kâsım” diye tahmin ederek “Kâ’im” yerine “Kâsım” adını veriyor. Tarihî kaynaklara bakıldığında, kitabın yazıldığı dönemde bu künyeyi taşıyan bir halife yok, ancak o dönemde künyesi “Ebi’l-Kâ’im” olan Abbasî Halifesi Abdu’l-lah (1031-1075) var. Bundan da ithafta bir istinsah hatasının olduğu anlaşılmaktadır. Müstensihin tarih bilgisi yetersiz. Abbasî Halifeleri arasında “Kâsım” diye birisi yok, 1075’te ölen “Kâ’im” adlı bir halife var. Eser, Abbasî Halifesi olan “Kâ’im”e ithaf edilmiştir. İthafta dikkat edilmesi gereken başka bir husus da istinsah sırasında baba anlamına gelen “ebî” kelimesinin yerine, oğul anlamına gelen “bin” kelimesinin sehven yazılmasından kaynaklanan hatadır. Bu yanlışlık sebebiyle El-Kâ’im, El-Muktedî’nin oğlu olarak gösteriliyor. Hâlbuki durum bunun tam tersidir. Bu yanlışları düzelttiğimizde ithafın doğru şekli ortaya çıkacaktır: “Ebi’lKâ’im Abdu’l-lah Ebî Muhammed El-Muktedî bi’Emri’l-lah”; yani, Muhammed El- Muktedî bi-Emri’l-lah’ın babası Ebi’lKâ’im Abdu’l-lah. Bu eser niçin yazılmıştır Hocam? Niçin böyle bir esere ihtiyaç duyuluyor? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı’nın eserini yazdığı dönemde Abbasîler hüküm sürüyordu. O dönemde pek çok farklı kitap yazılmış olabilir. Niçin ihtiyaç duyuluyor? Bugünkü Irak’ın durumu o günlerde de aynı. Her ne kadar bugün Irak’ta bir Arap hükümeti var ise de Irak’taki yönetim Amerikalıların elinde. Dolayısıyla yüksek mevkide bir yere gelmek isteyen Iraklı, İngilizce bilmek zorunda. Aksi takdirde idareyi elinde bulunduranlarla anlaşamaz. O dönemde de bir Abbasî Hilafeti var. Bu hilafet sembolik olarak var. Çünkü bölgeye her yönüyle 9 hâkim olan Türklerdir. Araplar da işlerini yürütebilmek için Türkçe bilmek zorundalar. Hilafet zayıf olduğu için İran’dan gelen Buveyhîler, Abbasî hilafetine hâkim oluyorlar. Halifenin yardım isteği üzerine Tuğrul Bey, Buveyhîler’i bölgeden uzaklaştırıyor, ancak İslamiyet’e olan saygısından dolayı halifeye dokunmuyor ve hilafet sembolik olarak devam ediyor. Ancak bölgenin hâkimiyeti Türklerin elindedir. Bu sebeple halife, Tuğrul Bey’e Es-Sultânu’l-Muazzam lakabını veriyor, Bağdat’taki kapılardan birinin ismi olan Bâbu’l-Muazzam da buradan gelmektedir. Çünkü Tuğrul Bey o kapıdan Bağdat’a girmiştir. Kâşgarlı’nın kitabı Dîvânu Luġâti’t-Türk efsaneleşmiş bir sözlük hayatımızda. Dîvân’ı çalışmaya nasıl karar verdiniz? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı Mahmûd tıpkı benim gibi bir insandır. Benim gibi Araplar arasında yaşamış ve Arapçayı benim gibi bilir. Bundan kastım şu: Eserinde Arapçanın fasih şeklini kullanırken bazen mahallî ağızlarda anlatmaya çalışıyor. O mahallî ağızları da ancak orada yaşayan anlayabilir. Eseri incelerken ve Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’la tercümesini yaparken hemen hemen her okuduğumda yeni yeni konular karşıma çıktı. Bunları inceleyip çözmek bana müthiş haz vermeye başladı. Bu konular arasında bugün sadece Kerkük’te yaşayan bazı Türkçe kelimelere rastladım. Mesela “kendük” kelimesi gibi. Kerkük’te “kendi” şekliyle yaşıyor. Yarım küpe benzer pişmiş çamurdan yapılan bir kaptır, içinde un, bulgur, mercimek gibi şeyleri saklamak için kullanılır. Kerkük’te bazı yerlerde, zahire saklamak için hâlâ kullanılır. Hatta Kerkük’te ne idüğü belirsiz veya lüzumsuz insanlar için “ipten kaçan kendiye sıçan” tabiri kullanılır. Dîvân’da çok konuşan, dinleyenin başını ağrıtan anlamında geçen “yaŋşag” kelimesi, Kerkük ağzında da vardır. Çok konuşan kişiye “Yaŋşag başuva kurt düşsün.” denir. Keçeden veya kumaştan yapılmış bebek anlamına gelen “kođurçuk” kelimesi de Kerkük’te “kavurçağ” şekliyle kullanılır. Oyuncak deyince aklıma oyunlar geldi. Mesela “karageldi” oyunu… Çocukken bu oyunu oynardık. Gün batımında oynanan saklambaç oyunudur. Dîvân’da “karagunı” şeklinde geçmektedir bu oyun. Türk dünyasının muhtelif bölgelerinde Dîvân’da bulunan pek çok unsur yaşamaktadır tabiatıyla. Mesela “çögen”, onunla at üzerinde topa vuruyorlar. Farsçadaki “çevgan” aslında buradan gelmektedir. Zira Dîvân’ın pek çok yerinde geçen bu kelimenin harekeleri, bunu “çögen” olarak okutmaktadır. Bunu “çevgen” olarak okumak mümkün değildir. Bu ucu kıvrılmış asa, hâlâ Kerkük’te “çögen” olarak adlandırılmaktadır. Dîvân’da başka oyunlar da vardır. Ok atma yarışı, at yarışı, tepük, ötüş, müŋüz müŋüz, köçürme, tüwek, yelnü gibi… “Tepük”, sert bir cisme keçi kılı sarılarak yapılan bir topa, çocukların ayaklarıyla vurarak oynadıkları bir oyundur. 10 “Müŋüz müŋüz” oyununda çocuklar, ırmak kıyısında diz çökerek otururlar ve bacaklarının arasını ıslak kumla doldururlar. Birisi kuma elleriyle vurarak “müŋüz müŋüz” (boynuz boynuz) der. Diğerleri de “Ne müŋüz?” (hangi boynuz?) diye sorarlar. Çocuklar, sırayla boynuzlu hayvanları sayarlar. İçlerinden biri boynuzu olmayan bir hayvanın adını sayarsa onu suya atarlar. Bundan başka ortaya at, para, cariye sürülerek oynanan kumar oyunları da var. Dîvânu Luġâti’t-Türk’te çok değişik konuların işlendiği hep dile getirilir. Ancak bizler sadece bu bilgiyi ezberliyoruz. Eserde işlenen değişik konulardan bize bahseder misiniz? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı, Türk kültürüne ait her unsuru, Türk lehçelerinin kurallarını, kelimelerini, atasözlerini, şiirlerini, deyimlerini, efsanelerini, oyun, töre, gelenek ve göreneklerini eserine almıştır; Türk boylarının yerleşim bölgelerini bir haritada göstermiştir. Aslında anlatılacak o kadar çok şey var ki neden söz edeyim bilemiyorum. Mesela özel taşlarla kehanette bulunulduğundan söz ediliyor. Değerli taşlar var; “yat” taşı, “kaş” taşı gibi. “Yat” taşıyla yağmur, rüzgâr getirilirmiş. Kâşgarlı, kendisinin de tanık olduğu bir olayı şöyle anlatır: “Bir yangın oldu. Yağmalar yat taşıyla dua ettiler, Yüce Allah’ın izniyle yazın kar yağdı ve benim huzurumda yangını söndürdü.” “Kaş” ise beyaz, berrak, pütürsüz bir taş. Yıldırım, susuzluk ve şimşek çakmasından korunmak için yüzüğe takılırmış. Hatta bir atasözünde “Kimiŋ bile kaş bolsa yaşın yakmas.” denir. (Kimin yanında kaş olsa onu şimşek yakmaz.) Taşın böyle bir özelliği varmış. Bu taş, kumaşa sarılıp ateşe atılsa taş da kumaş da yanmazmış. Adam susayınca onu ağzına koyarsa susaması kırılırmış. Ayın etrafında hâle oluşması, bulutların kızarması da Türkler arasında uğurlu sayılır. “Tünle bulıt örtense ewlük orı keldürmişçe bolur taŋda bulıt örtense ewke yagı kirmişçe bolur.” (Geceleyin bulutlar kızarırsa kadın, erkek çocuk doğurmuş gibi olur. Sabahleyin bulutlar kızarırsa eve düşman girmiş gibi olur.) Bunun yanında, olağanüstü olaylar var. Bir kuş yağından bahsediliyor. Avucun içine koyduğunuz zaman bu yağ nüfuz edip aşağıdan akmaya başlıyor. Bunun yanında eserde, destanlar, efsanelerle ve şiir türleri ile ilgili bilgiler de mevcut. Mesela, Afrasiyab’ın (Alper Tuŋa) kızının adıyla ilgili efsane bunlardan biridir. İran’da Kazvin Gölü var ve İranlılar hâlen o göle Kazvin derler. Biz Hazar demişiz. Kazvin Gölü, adını Alper Tuŋa’ın kızı “Kaz”dan almıştır. Tuŋa, kaplan demektir. Fili bile öldürebilen “bebr” denilen bir kaplan. Afrasiyab, kızı için bu gölün kenarında oyun oynasın diye bir saray yaptırmış. Kazvin’in aslı “kaz oyun”dur; anlamı “Kaz’ın oyun yeri”dir. Çünkü Kaz orada oturur ve oynarmış. İşte kazoyun>kazvin olmuştur zamanla. Ila nehrine dökülen büyük bir akarsuyun adının “Kaz Suwı” olmasının sebebi de Kaz’ın bu nehrin kenarındaki zirveye bir kale yaptırmasıdır. Buna Kaz’a istinaden bu adın verildiği belirtilir. Olağanüstülüklere bir örnek de “çıwı”dır. Çıwı, bir cin grubunun adı. Türkler, iki grup savaştığı zaman, onların ülkelerindeki cinlerin de karşı tarafın cinleriyle savaştığına inanırlarmış. Cinlerden hangi taraf galip gelirse beraber oldukları insanlar da galip gelirmiş. Bu sebeple Türk orduları, cinlerin oklarından korunmak için savaş gecesi, çadırlarına girerek saklanırlarmış. Kâşgarlı’nın kitabında insanoğlunu var olduğundan beri yakından ilgilendiren yiyecek ve içecek tarifleri de vardır. “Tutmaç” yemeği var mesela. Kâşgarlı’nın en sevdiği yemek olsa gerek ki her vesileyle bu yemekten bahsediyor. Bazen “çowlı” gibi tutmacı süzmek için kullanılan bir nesneyi açıklarken bazen tutmaç yemeğini renklendirmek için kullanılan “yawa” denilen dikenli bir ağacın meyvesinden bahsederken. Hatta “tutmaç” kelimesinin nasıl adlandırıldığından da bahseder. Büyük İskender’in bir grup Türk’le karşılaştığında Türklerin ona “Bizni tutman aç (Bizi tutma aç)”, “Bizi doyur” dediklerinde; İskender, bu yemeği yapmalarını söylemiş maiyetine. Yemeğin önce taneleri yenir, sonra suyu içilirmiş. “Tutmaç” yemeğinin insan bedenini güçlendirdiğinden ve çabuk sindirilmediğinden bile bahseder. Kelimenin aslının “tutma aç” olduğunu, “hafifletmek için bir elif kaldırılmıştır” diyerek kelimedeki ses olaylarına da değinir. Yemek konusunda ilginç bir şey de zehiri kontrol için kullanılan “çatuk ” denilen bir nesne. “Çatuk” deniz balığı boynuzu veya ağaç kökünden yapılan, bıçak sapı olarak da kullanılan bir şey. Çin’den getiriliyor. Yemek bununla karıştırılınca ateşe konmadan da kaynamaya başlarmış, bir kaba konunca kap kendi kendine terlermiş. Eserde doğumla ilgili âdetlerden de bahsedilmektedir. Doğum sırasında içeriye seslenenler “Tilkü mü togdı azu böri mü?” diye sorarlar. “Tilki mi doğdu, kurt mu?” demektir. Tilkü kız, böri erkek çocuk demektir. Tilki, kinaye olarak kız çocuklar için kullanılır. Bin sene geçse de çoğu şey aynı kalıyor galiba... Arap’ın dediği gibi “Lâ cedîde tahte’ş-şems.” (Güneşin altında yeni bir şey yok.) Mesela misafir ağırlama bin yıl önce de vardı, şimdi de var. tatlıg aşıg ađınka tutgıl konuk agırlıg yađsun çawıŋ bođunka (Lezzetli yemeği misafire yedir; misafiri ağırla, yaysın ününü insanlar arasında) gibi misafire hizmet, hürmet telkin eden sözler de aynı; bardı eren konuk körüp kutka sakar kaldı yawuz oyuk körüp ewni yıkar (Misafir bulunca onu uğur sayan kişiler gitti, çölde bir işareti görünce misafir sanıp evlerini yıkanlar kaldı.) gibi yakınmalar da aynı. Kâşgarlı, örnekleri seçerken iyi kötü diye ayırt etmeden verir. Erdemi de erdemsizliği de örnekleyebilir. “Yalŋuk oglı yoka đur, eđgü atı kalır.” (İnsanoğlu ölerek yok olur, iyi adı kalır.) “Atası anası açıg alımla yise oglı kızı tışı kamar.” (Babası anası ekşi elma yese oğlun kızın dişi kamaşır.) Bunlarda iyilik, doğruluk öğütlenirken rüşveti marifetmiş gibi gösteren deyim ve atasözlerine de yer verilir: “Tamu kapugın açar tawar. (Mal -rüşvet kastediliyorcehennemin kapısını açar.) “Kara bulıtıg yil açar urunç bile il açar.” (Kara bulutu rüzgâr açar, rüşvetle devlet kapısını açılır.) İşini yürütmek için parayı esirgememek anlamındadır. Kâşgarlı Mahmûd’un bir dilci olarak ilginç yönleri var mı? Anlatır mısınız? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Çoğu yerde Türkçedeki kelimeleri Arapçaya yaklaştırma gayreti göstermiştir. Bunun en bariz örneği de bir şiirde geçen, “Iwrık başı kazlayu” (İbriğin başı kaz boynu gibi) mısraında “ıvrık” kelimesinin Arapçadaki “ibrîk” kelimesine benzediğini söylemesidir. Ancak orada, Türkler, Arapçadaki “ibrîk” kelimesinin “b” harfini kendi dillerindeki “üç noktalı f” yani “v” ye çevirmiş diyor. Hâlbuki olay bunun tam tersidir. Kâşgarlı, Türkçedeki kelimeleri, Arapçaya yaklaştırma gayreti yüzünden bazen yanılgıya düşebiliyor. “Ivrık” kelimesinin aslı “evirik”tir. “Evirme”den “evrik” oluyor. Evirilmediği takdirde işlevsel olmaz. Arapçada “ibrîk” kelimesinin türevi yok. Bu kelime üzerindeki çalışmayı bitirdikten sonra eski bir Arapça sözlük olan Muhtâru’ssihâh’ta da bu kelimenin Arapça olmadığının, yabancı bir kelime olduğunun belirtildiğini gördüm. 11 Dr. Canan ÖKTEMGİL TURGUT [email protected] ŞEMSETTİN SAMİ Agâh Sırrı Levend’in Şemsettin Sami adlı monografisinin yeni baskısı uzunca bir aradan sonra Can Yayınları tarafından yapıldı. Faruk Duman’ın yayıma hazırladığı bu yeni ve özenli baskı sayesinde okurlar, ilk baskısı 1969’da yapılan bu incelemeyi kütüphanelerde arama zahmetinden artık kurtuluyorlar. “Anlayıver, anla artık!” Kâşgarlı Mahmûd’un Dîvânu Luġâti’t-Türk adlı bu büyük eserini üslup bakımından değerlendirir misiniz? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Kâşgarlı eserini yazarken karşısında bir Arap oturuyormuş gibi anlatmaktadır. Kimi yerde de “İşte bu kural böyledir.” diyor, arkasından azarlıyormuş gibi “Anlayıver, anla artık!” , “Bunu böyle bil!” diyor. Bazen de kendisinden üçüncü kişi gibi “Mahmûd” diye söz ediyor. Bir kuraldan bahsederken “Oğuzlar bunu bilmezler, Oğuz ve Kıpçaklar bunu bilmezler.” gibi tespitlerde bulunuyor. Eserin çok önemli bir tarafı da Dîvân’ın yazıldığı dönemde dünyaya hâkim olan kitap yazma şeklidir. O dönemde değişik eserler yazılmış, özellikle Araplar kitap yazarken kitapta geçen olayları kuvvetlendirmek ve pekiştirmek maksadıyla şiir parçaları, atasözleri, deyimler serpiştiriyorlar. Kâşgarlı da Araplara Türkçe öğretmek için yazdığından, eserde onların bildiği bir üslup kullanmıştır. İşte bu bizim için eserin en faydalı yönü, bin sene önceki hatta daha önceki devirlere ait bu büyük hazine, bu vesileyle günümüze kadar gelmiştir. Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun’la Dîvânu Luġâti’t-Türk üzerine ne zamandan beri çalışıyorsunuz? Çalışmanız hangi yayınevinden çıkacak? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Uzun süredir çalışıyoruz, fakat bir takvime bağlı kalarak çalışmıyoruz. Fasılalarla yirmi seneyi buldu galiba… Tercümesi bitti, şu anda inceleme üzerinde çalışıyoruz. Hangi yayınevinden çıkacağı konusuna gelince, çalışmamız bittikten sonra ona karar veririz. Doktora teziniz de hayli ilginç: “Binbir Gece Masalları’nın Türk Masallarına Tesiri” Tezinizi yayımlayacak mısınız? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Doktora tezimi olduğu gibi değil yeni bir düzenlemeyle yayımlamak istiyorum. Üzerinde çalışıyorum, bitmek üzere. Bunun dışında “Türk mutfağından kaybolan yemekler” konulu bir kitap hazırlıyorum. O da çok önemli. Kerkük yemekleri üzerinde çalışmıştım, onları düzenliyorum. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Son olarak söylemek istediğimi, Kâşgarlı eserinin üçüncü sayfasında en iyi şekilde ifade etmektedir: “Allahın yardımına sığınarak bu kitabımı ortaya koydum ve ona Dîvânu Luġâti’t-Türk adı verdim ki ölümsüz bir hatıra ve ebedî bir zahire olarak kalsın.” diyor. Aradan bin yıl geçmesine rağmen hâlâ eser üzerinde çalışmalar yapılıyor olması, bugün bile seninle bu konuda sohbet ediyor olmamız Kâşgarlı’nın ne kadar uzak görüşlü olduğunu gösteriyor; öyle değil mi Hafize. Nur içinde yatsın Mahmûd Amca. Yazar, Şemsettin Sami’nin yetiştiği dönemi değerlendirdikten sonra onun hayatı, kişiliği ve eserlerini ayrı başlıklar altında incelemiş; ayrıca, dil hakkındaki önemli yazılarından bir seçmeye de yer vermiş. “Şemsettin Sami Bibliyografyası” ve bir albümün de bulunduğu bu eserle Şemsettin Sami hakkında kapsamlı bir bilgiye ulaşmak mümkün. Agâh Sırrı Levend “Önsöz”de bu eseri bitirdiği sıralarda Ömer Faruk Akün’ün, İslam Ansiklopedisi’nde “Şemseddin Sami” maddesinin yayımlandığını, ama bu çalışmayı kitabında değerlendiremediğini belirtmiş. Her iki inceleme karşılaştırmalı olarak okunduğunda dilimizin Osmanlıca değil Türkçe olduğunu ilk kez ortaya koyan ve yayımladığı sözlüklerle ve araştırmalarıyla Türk diline büyük hizmet eden Şemsettin Sami’nin ayrıntılı biyografisi ortaya çıkıyor. Şemsettin Sami Can Yayınları, Mart 2010, 172 sayfa. SORULARLA EVLİYA ÇELEBİ İnsanlık Tarihine Yön Veren 20 Kişiden Biri Sorularla Evliya Çelebi, Ülkü Çelik Şavk tarafından 2011 Evliya Çelebi Yılı etkinlikleri kapsamında üniversite gençliğine yönelik hazırlanmış, ticari amacı olmayan bir kitapçık. Evliya Çelebi’nin yaşamına ve Seyahatname’sine dair çok sayıda soru ve cevabının yer aldığı popüler nitelikteki bu eser, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır. Seyahatname’den yapılan alıntıların zengin görsel malzemeyle desteklendiği bu eser sayesinde Evliya Çelebi’nin özellikle gençlerimiz tarafından biraz daha yakından tanınacağını umut ediyoruz. Kitapçığa http://www.turkiyat.hacettepe.edu.tr/Evliya_Celebi.pdf adresinden ulaşabilirsiniz. Bize zaman ayırarak bu kıymetli bilgileri verdiğiniz için teşekkür ederim Hocam. Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu: Benim için zevkti, ben teşekkür ederim. 12 13 Canan AKKOYUNLU [email protected] KAŞGARLI MAHMUD, BÜYÜK ESERİ DÎVÂNÜ LÜGÂTİ’T-TÜRK İÇİN DER Kİ [Ş]imdi, bundan sonra Muhammed oğlu Hüsey[i]n, Hüsey[i]n oğlu Mahmud der ki: Tanrının devlet güneşini Türk burçlarından doğdurmuş olduğunu ve onların milkleri [mülkleri, ülkeleri] üzerinde göklerin bütün teğrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay [idareci] kıldı. Zamanımızın Hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri -ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey bu adamların [Türklerin] tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur. Bir kimse kendi takımından ayrılıp da onlara sığınacak olursa, o takımın korkusundan kurtulur; bu adamla birlikte başkaları da sığınabilir. Ant içerek söylüyorum, ben, Buharanın -sözüne güvenilirimamlarından birinden ve başkaca Nişaburlu imamdan işittim ikisi de senetleriyle bildiriyorlar ki Yalavacımız [Peygamberimiz] kıyamet belgelerini, âhir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada “Türk dilini öğreniniz; çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır.” buyurmuştur. Bu söz (hadis) doğru ise -sorgusu kendilerinin üzerine olsunTürk dilini öğrenmek çok gerekli (vacip) bir iş olur; yok bu söz doğru değilse, akıl da bunu emreder. Ben onların, en uz dillisi [dilde en doğruyu bileni], en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde ben onların şarlarını [şehirlerini] çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çigil, Yağma ve Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belliyerek faydalandım; öyle ki, bende onlardan her boyun dili en iyi yolda yerleşmiştir. Ben onları en iyi surette sıralamış, en iyi bir düzenle düzenlemişimdir. Bana sonsuz bir ün [Türk Dili için], bitmez tükenmez bir azık olsun diye şu kitabımı - Tanrıya sığınarak- Divanü Lûgatittürki “Türk Dilleri [Lehçeleri] Kamusu” adını vererek yazdım. Hâşim soyundan, Abbas oğullarından imam bulunan ulumuz, efendimiz Ebu’l- Kasım Abdullah katına armağan ettim. Ben bu kitabı hikmet, seci, atalar sözü, şiir, recez, nesir gibi şeylerle süsleyerek hece harfleri sırasınca tertip 14 ettim. İrdemen [kelimeleri arayanlar] onları yerinde bulsun, arayan sırasında arasın diye her kelimeyi yerli yerine koydum; derinliklerini alana çıkardım; katılıklarını yumuşattım. Yıllarca birçok güçlüklere göğüs gerdim. Bu lûgat kitabını baştan sonuna dek sekiz ayrımda [kitapta] topladım. her boyun bulunduğu yeri de bildirdim. Bizans -Rumülkesine en yakın olan boy “Beçenek”tir; sonra “ Kıfçak”, “Oguz=Uğuz”, “Yemek”, “Başgırt”, “Basmıl”, “Kay”, “Yabaku” , “Tatar”, “Kırkız=Kırgız” gelir. Kırgızlar Çin ülkesine yakındırlar. Bu boyların hepsi Rum ülkesi yanından doğuya doğru şöylece uzanır gider: “Çigil =Çiyil”, “Toxsı”, “Yağma”, “Ugrak”, “Çaruk - Çarık”, “Çomul”, “Uygur”, “Tanğut”, “Xıtay = Kıtay”. Kıtay ülkesi “Çin’dir”. Bundan sonra “Tawgaç” gelir. Orası Mâçin’dir. Bu boylar güneyle kuzey arasında bulunurlar. Bunların hepsini şu değrede [dairede - haritada] birer birer gösterdim. Her kitabı isimler ve fiiller olmak üzere ikiye ayırdım. İsimleri fiillerden önce yazdım; arkasından fiilleri getirdim. Her birini kendi sırasına göre ayırımlara ayırdım. Öne hangisi gelmek gerekse onu öne, ikinci derecede gelmesi gerekeni sona koydum. Herkesin bilmesi kolay olsun için [diye] kitapta ve bölümlerde -ad olarak Arap dilince olanıstılahları [terimleri] aldım. Türk dili ile Arap dilinin at başı beraber yürüdükleri bilinsin diye Halil’in Kitâbü’l ayn’ında yaptığı gibi kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış bulunan kelimeleri bu kitapta birlikte yazmak, ara sıra yüreğime doğar dururdu. Çünkü böyle yapmak daha derli toplu bir iş olurdu. Lâkin benim tuttuğum yol daha doğrudur; çünkü bu yolda, kelimeleri bulmak daha kolaydır ve herkes bu yolu daha çok sever. Bunun içindir ki, sözü kısa tutmak dileğiyle, kullanılmayan kelimeleri bıraktım. Hüseyin oğlu Mahmûd der ki: Türk dilinin [lehçelerinin] kelimelerini toplamak, kurallarını ve usullerini bildirmek, ölçülerini açıklamak, ayrımlarını, bölümlerini sıralamak yolunda kitabın başında şart koşmuştuk (söz vermiştik). Bu sözümüz yerine geldi; dilek elde edildi. Kitaptan, artık olanları, yersiz olanları, boş olanları attım. Kitap sona kadar yayılsın, ebedî bir azık olarak kalsın. Artık kitabımız burada bitsin. Kitaba 464 senesinin Cemaziyel evvel başlarında (gurresinde), başlandı ve dört kere yazıldıktan ve düzenlendikten sonra 466 senesinin Cemaziyel âhirinin 12. günü bitmiştir. Türklerin her boyu dilinden [lehçelerinden] -kendisinden kelimeler çıkan- kökler aldım. Kitapta Türklerin görgülerini, bilgilerini göstermek için söyledikleri şiir tanıklarını serpiştirdim. Kaygılı ve sevinçli günlerinde yüksek düşüncelerle söylenmiş olan savları da aldım. Bunlarla beraber kitapta birçok önemli kelimeler topladım; böylelikle kitap, arılıkta son kerteyi, güzellikte son yüksekliği buldu. Yazdığım dağlar, çöller, dereler, sular, göller İslâm Türklerin elinde bulunanlardır. Çünkü dillerde [Türk lehçelerinde] dolaşan bunlardır. Bunları tanınmış oldukları için yazdım; tanınmamış olanların birçoklarını bıraktım. Müslüman olmayan Türk illerinden birtakımını dahi yazdım; gerisini yazmadım; çünkü onları yazmakta bir fayda yoktu. Türk diline sonradan girmiş olan kelimeleri yazmadım; erkek ve kadın adları da yazılmadı. Bunlardan -ancak doğru bilinmesi için- çok kullanılan, herkes tarafından tanınan adlar yazıldı. Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi, Nuh peygamberin oğlu Yafes oğlu Türk’e dek uzanır. Ben bunlardan ana boyları saydım; oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını ve hayvanlarına vurulan belgelerini yazdım. Bundan başka * Metinde yay ayraç içindeki açıklamalar Besim Atalay’a, köşeli ayraç içindeki açıklamalar bize aittir. Kaynak Kâşgarlı Mahmud, Divanü Lûgati it-Türk, (Çev. Besim Atalay), Ankara: TDK Yayınları, I.Cilt (1985) s. 3, 4, 5, 6, 7, 8, 27, 28; III. Cilt (1986) s. 451, 452. 15 TÜRKÇE BAKIŞ AÇISI Dr. Hüseyin YENİÇERİ Asuman BAYRAM [email protected] [email protected] Türk aydınının bakış açısı Türkçe olmadığı için Türk aydını, okurken ve yazarken Türkçeye aykırı tavırlar sergiliyor. Hâlbuki kalıcı olmak, gelecek kuşaklara uzanmak yazarlığın başlıca amacıdır. Kalıcı olmanın, yarınlara ulaşmanın anahtarı dilin içindedir. Kendi dilinin doğrularından uzaklaşarak dili kullananların, günümüze ulaşamadıkları gerçeği yüzlerce örnekle ortadadır. Öyleyse kendisinin yazar olduğunu sanan bir aydının, bir gazetecinin öz dilinin kurallarından saparak konuşmasını, yazmasını nasıl açıklarız? Bana öyle geliyor ki bunlar gerçekte yazar değil, yazıcı; gazeteci değil, gazete yazıcısıdırlar. “Ulusal” ve “özgün” olmak, kültürün özelliklerindendir. Ulusallıkla, kültürlerin milletlerin ürünü olduğu açıklanır. Özgünlükle, kültürlerin kaynağının ulusal değerler olduğu vurgulanmaya çalışılır. Öyleyse Türkçeye aykırı tavır sergilemek, hem ulusallıktan hem de özgünlükten uzaklaşmak sonucunu doğurmaktadır. İşte tam bu noktada yüzyıllar önce oluşturulan yazılı örneklerin günümüze tam olarak ulaşamamasının sebebini anlayabiliyoruz. Demek oluyor ki bugün Türkçe bakış açısından sapanlar yarına da ulaşamayacaklar… Türkçe bakış açısından sapmaya değişik ve tipik örnekler verebiliriz: Bunlardan biri, yeni Türk alfabesinde bulunmayan harflerin ısrarla ve inatla kullanılmasıdır. Bir boşluğu doldursa, bir eksikliği giderse üzülmeyiz belki! “Ş” yerine “SH” kullanmak, “V” yerine “W” kullanmak, kalın K(a) yerine “Q” kullanmak, “KS” yerine “X” kullanmak… Aslında 1353 sayılı yasayla benimsenen alfabe kanununa aykırı bu uygulamaları durduracak yargı kurumlarının dikkatini bu durum nasıl çekmez, anlaşılır gibi değil. Yeni alfabeye son şeklini veren Mustafa Kemal bu harfleri bilmiyor muydu? O zaman Atatürk bu harfleri niye alfabeye almamış dersiniz? Cevap basit: Atatürk, Türkçe bakış açısına sahipti. Türkçe bakış açısına sahip olmayanlar, harflerin okunması sırasında da yabancı bakış açısını öne çıkarıyorlar. Türkçenin değil İngilizcenin okunuş ilkesini benimsiyorlar. Özellikle kısaltmaların okunuşu sırasında bu durum görülüyor. Türkçe bakış açısına sahip olanlar; NTV’yi “Neteve”, CNN’yi “Cenene”, TV’yi “Teve” diye okumalılar. Bu kısaltmalara gelen ekler de harflerin okunuşuna uymalıdır: CBS’in değil CBS’nin, IMF’te değil IMF’de, ISBN’i değil ISBN’yi demeli, yazmalıdır. Türkçe bakış açısına sahip olunmadığı için adı Türkçe konmuş birçok kuruluş ve işyeri adları, Türkçenin sözcük sıralanışı ilkesine aykırıdır. Türkçede önemli öge sona, Batı dillerinde ise başa gelir. Bakış açısı Batı’dan etkilendiği için bu adlar görünüşte Türkçedir ama sözcük sıralanışı Batı dillerine göredir: Kanal D, TV 8, Cine 5, Radyo Tatlıses, Radyo Hacettepe, Radyo 5, Hotel Etap Altınel, Hotel Mola gibi. Kuruluş ve işyeri adlarında bir eğilim de belirtisiz tamlama ile kurulması gereken adların takısız ad tamlaması biçiminde kurulmasıdır. Burada, Türkçe olduktan sonra ha takısız tamlama olmuş, ha belirtisiz tamlama olmuş ne fark eder, denilebilir. Ancak durum böyle değildir. Takısız tamlama -sıfat tamlaması diyenler de var- iki tiptir: Birinci tipte tamlayan, tamlananın neden yapıldığını belirtir: Altın yüzük, tahta köprü, yün kazak gibi. İkinci tipte tamlayan, tamlananın neye benzediğini ifade eder: Altın kalp, tahta kafa, çelik bilek gibi. Şimdi takısız tamlama tipindeki işyeri adlarına bakalım: Kızkumu Motel, İkizler Otel, Avşa Pansiyon, Arlık Motel vs. Bunlardan hangisi yukarıdaki açıklamaya uyuyor? Doğrusu şudur: Bu adlandırmalar, bizim belirtisiz tamlamaların Batı dilleri kurallarına uydurulmasıyla elde edilmiştir. Oysa Batı dillerinin aksine Türkçe eklemeli bir dildir. Yarına kalacak yazarlar, ulusal ve özgün olanlardır. Kalıcılığı belirleyen ilke, yazarların ne yazdıkları değil, nasıl yazdıklarıdır. Nasıl yazıldığı araştırılırken kullanılan malzemeye de bakılacaktır. Çok güzel olsa da bir dilin içinde başka bir dilin malzemeleri, mantığı, kuralları aykırı durmaktadır. VWKQKSXĞÜÇİ ŞWEÖÇİÜĞZVBÖ 16 1. MÜREKKEP YALAMAK Dilimizde, tahsil görmüş, eğitimli, kültürlü kişiler için kullandığımız bir deyimdir “mürekkep yalamak”. Bu deyimin öyküsü, matbaanın Osmanlı topraklarında kullanılmasından önceki döneme dayanır. Matbaa, Osmanlı coğrafyasına XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde gelmiştir ve geç diye nitelenebilecek bu döneme kadar Osmanlı halkının ve aydınının kitap gereksinimi “müstensih” adı verilen kimselerin ellerinde çoğaltılan kitaplarla karşılanmıştır. Müstensih, eline diviti alıp mürekkeple yazma işine geçmeden önce kâğıdı yazı için hazır hâle getirmelidir. Bu hazırlığın en önemli kısmını aharlama işlemi oluşturur. Nişasta ve yumurta karışımı ile hazırlanan ahar, hem kâğıdın zeminindeki pürüzleri gidererek bir çeşit cila görevi görür hem de kâğıdı kurtçukların kemirmesine engel olmak için kullanılan doğal bir koruma yöntemidir. Aharlama işleminin ardından kâğıt, yazma işi için artık hazırdır. Aharın bir özelliği de asla suyla temas etmemesi gereken bir madde oluşudur. Çünkü suyla temas eden ahar, dağılır ve çatlar. Müstensihin kimi zaman yanlış yazdığı durumlar olur ve bu yanlışlar serçe parmak ağza götürülüp hafifçe ıslandıktan sonra yanlışın üzerinin silinmesiyle giderilir. Binlerce sayfalık bir eseri çoğaltan müstensihin onlarca hata yapması da son derece doğaldır. Yaptığı her yanlışta bir önceki yanlışını sildiği serçe parmağını yeniden diline dokunduran müstensih, eserini bitirene kadar epey mürekkep yalamış olur. Yine kimi zaman divitin ucundaki mürekkep kurur ve bu durumda müstensih, diviti hemen hokkaya batırıp yeniden mürekkeplemek yerine divitin ucunu diline hafifçe değdirir ve böylece divitin ucundaki kurumuş mürekkep, bir süre daha kullanılabilir hâle gelir. Görüldüğü gibi, geçmişte yazma işiyle uğraşan hattatlar ve müstensihler yanlışlarını silmek için zorunlu olarak mürekkep yalamışlar. Bugünün kitap ve yazı severleri yüzyıllar önce yaşamış selefleri gibi somut olarak mürekkep yalamak zorunda olmasalar da “mürekkep yalamış” tabirini günümüz okuryazarları için de kullanmaya devam ediyoruz. 2. ÖLÜR MÜSÜN, ÖLDÜRÜR MÜSÜN? Sonucuna şaşırdığımız; ama neticeyi değiştirebilmek için elimizden bir şey gelmediği durumlarda öfkemizi yansıtmak için kullandığımız bir deyim. Hikâyesiyse şöyle: Zamanın birinde yaşlı bir köylü hacca gider. Hac sırasında, döndükten sonra âdet olduğu üzere eşe dosta verilmek üzere ufak tefek hediyeler alır. Köyün ağası pek sevilen bir kişi olmadığı hâlde onu da diğerlerinden ayırmaz ve uzun tereddütlerin sonunda ona da kefenlik iki metre bez ile bir bidon zemzem suyu getirir. Köyüne dönen adam, tüm köyün hediyesini verir, sıra ağanınkine gelir. Ağanın kapısını çalar. Kapıyı kâhya açar, gariban köylüyü gören kâhya, onu içeri almak istemez; ama adam ağaya hediye aldığını söyleyip elindeki zemzem suyu bidonu ile kefenlik bezi gösterir. Kâhya “ Münasebetsiz herif! Böyle hediye mi olur?” diye bağırıp getirdiklerini adamın suratına fırlatır; ama adam hâlâ, “Sen benim hediyelerimi Ağa’ya ver yeter, bunları ta Hicaz’dan getirdim.” diyerek ısrar etmektedir. Adama söz geçiremeyen kâhya hediyelerle Ağa’nın huzuruna çıkar ve şunları söyler : “Ağam, dışarıda bekleyen bir köylü sana hediye olarak iki metre kefen bezi ile mezar toprağına dökülmek üzere bir bidon zemzem getirmiş. Şimdi Ağam; ölür müsünüz, öldürür müsünüz?” 3. PÜF NOKTASI Ustalık gerektiren zanaatlarda usta-çırak ilişkisi önemlidir. Küçük yaşlarda ailesi tarafından bir zanaat öğrenmek için ustanın yanına verilen çırak, zaman içinde zanaatı öğrenir ve çıraklıktan kalfalığa geçer. Ustası icâzet verdikten sonra da kendi işyerini açar ve ustalığa yükselmiş olur. Eskinin çok önemli bir zanaat kolu da çanak çömlek imalatıymış. Deyimimizin öyküsü de bir çömlek ustası ile çırağı arasında geçiyor. Çömlekçiliği öğrenmek isteyen bir genç, bu işte ehil bir ustanın yanında çalışmaya başlar. Uzun yıllar içinde çıraklıktan kalfalığa geçen genç, artık kendi dükkânını açmak için sabırsızlanmaktadır; ama her defasında da ustasından, “İşin püf noktasını daha öğrenmedin, püf noktasını öğrenmezsen zanaatında başarısız olursun.” cevabını alır. Ustasına ayrı bir imalathane açma arzusunu her gün dile getiren, ustasından her defasında aynı cevabı alan genç, artık sabredemez; ustasının icâzet vermesini beklemeden işyerini açar; fakat yaptığı bütün çanak ve çömlekler çatlamakta, ertesi güne bir tane dahi sağlam çanak kalmamaktadır. Bu durum günlerce böyle devam eder. İşin içinden çıkamayan genç, biraz mahçup ustasının elini öper, durumunu anlatır, yardım diler. Usta, genci tezgâhın başına geçirir, merdaneyi döndürür. Kalfa, çanağa şekil vermeye başladığı sırada kendisi de çanağın üzerindeki hava kabarcıklarına üfleyerek zamanla testiyi çatlatacak olan kabarcıkları giderir. İşte o günden beri bir işin ustalık gerektiren, ince noktalarını belirtmek için kullanılan bir deyim hâline gelmiştir “püf noktası”. Kaynak İskender Pala (2008), İki Dirhem Bir Çekirdek, İstanbul: Kapı Yayınları. 17 HÜDİL JAPONCA KURSU 「フディルのにほんごのクラス (HÜDİL Japonca Kursu)」, “JAPONCA ZOR MU…?” DEMEYİN LÜTFEEEN!!! sloganı ile Japonca öğretmeye ve Japon kültürünü tanıtmaya devam ediyor. HÜDİL’de şu anda, Japonca 1 ve Japonca 3 olarak iki kurs verilmektedir. Dersler, az kişi ile disiplinli, yoğun ve eğlenceli çalışma ortamında, son derece pozitif bir şekilde devam ediyor. Öğrenciler, derste işlenen konuları, Facebook’taki HÜDİL Japonca kursu sitesinde uyguluyor ve Japonca konuşmanın zevkine varıyorlar. Ders dışında origami (kâğıt katlama sanatı), hat sanatı gibi Japon kültürü ile ilgili çalışmalar da var. Ayrıca, öğrenciler, 11 Mart 2011 tarihinde Japonya’yı sarsan olağanüstü deprem ve tsunamiden zarar gören Japonlara yardım etmek amacı ile “Ayraçlardan alarak Japonya’yı yardım edelim!” kampanyasını başlattılar. Böylece Japonya, Japonca ve Japon kültürü onların hayatının bir parçası oldu. Bu kursa gelen öğrenciler, hiç korkmadan seve seve Japonca öğreniyorlar. Japonca konuşmaktan zevk alıyorlar. Aynı anda Japon kültürünü de öğrenme fırsatına sahipler. İnsanlar, “Japonca” deyince hemen “Japonca zor mu?” diye soruyorlar. Zor diyorsanız, zordur; kolay diyorsanız, kolaydır. Japonca öğrenmenin iki şartı var: Sevgi ve saygı. Japoncayı, Japon halkını ve Japon kültürünü sevmeniz ve onlara saygı göstermeniz yeterlidir. İşte HÜDİL Japonca Kursu, Japoncayı ve Japon halkını seven öğrencilerle dolu. Siz de böyle bir ortamında Japonca öğrenmek istemez misiniz? フディルの にほんごの クラス ( (HÜDİL Japonca Kursu) http://www.facebook.com/pages/fudiru-no-nihongo-no-kurasuHUDIL-Japonca-Kursu/116323758405417#!/pages/fudiru-nonihongo-no-kurasu-HUDIL-Japonca-Kursu/116323758405417 Neden HÜDİL Japonca Kursundayım? Merhaba, Ben Gamze. Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğrencisiyim. Yaklaşık 3 ay önce “JAPONCA ZOR MU…?” DEMEYİN LÜTFEEEN!!! sloganıyla HÜDİL’in afişini gördüm. Tam da o dönemde Japonca kursu araştırıyordum. Bu sene bir kursa gidemeyeceğimi anlamış, en azından kendim bir temel oluşturmaya karar vermiştim. Bilgi almak için Beytepe’de bulunan HÜDİL ofisine gittim. Dersi veren hocanın Japon olması beni çok heyecanlandırdı. İkinci ziyaretimde yardımlarını hiç esirgemeyen hatta benden daha büyük bir heyecanla beni karşılayan Ryoko Hoca ile tanıştım. Sadece, Japonca öğrenmek için nereden başlamam gerektiğini sormak ve bana bir kaynak önermesini istemek için gitmiştim. Daha sonra kendimi keyifli ve bir o kadar da eğitici Japonca Kursu içinde buldum. İyi ki de buldum! Zorlandığım zamanlarda beni motive eden, pes ettiğimde beni tekrar canlandıran Ryoko Hoca’ya müteşekkirim. Bu dile ve kültüre ilgi duyan, zor olduğunu düşünerek başlamadan pes eden herkese HÜDİL ve Ryoko Hoca ile tanışmalarını öneriyorum. Gamze DURDU (Japoncası) カルくん Öğrencilerin Japonca Çalışmaları (Türkçesi) Kar kun オズレム・メテ こどものとき、うちに しろねこが いました。ねこの なまえは カル「ゆき」でした。ワンねこでした。たまご の きみと チョコレートの ケーキが すきでした。ひ るから よるまで うちの いちばん きれいな ところ で ねました。カルくんの ちいさい おもちゃの ねこ が ありました。たぶん、「これは 私のこねこです」と おもいましたから その おもちゃを だれにも あげ ませんでした。ときどき むしを つかまえました。で も、たべませんでした。 あそんだだけでした。 ひとり で ドアを あけました。とてもきようなねこでした。 ざんねんながら、母と父は カルくんを ほかなひとに あげました。そのひとの うちに おおきい にわが あ りました。母と父は「カルくんは このにわで たくさん あそびます。ですから、とても よろこびます。」と いいました。 むずかしかったですが、ついに みとめま した。 そして うちへ かえりました。でも、つぎのひ カルくんは そのうちから にげました。私は カルく 18 んを にどと みませんでした。 Özlem METE Çocukken, evde beyaz bir kedimiz vardı. Kedinin adı Kar’dı. Van kedisiydi. Yumurta sarısını ve çikolatalı keki severdi. Öğleden akşama kadar evin en güzel yerinde uyurdu. Kar’ın küçük bir oyuncak kedisi vardı. Galiba “Bu kedi benim yavrum” diye düşündüğü için o oyuncağı hiç kimseye vermezdi. Bazen böcek avlar ama yemez, sadece oyun oynardı. Kapıyı tek başına açardı. Çok becerikli bir kediydi. Maalesef, annemle babam Kar’ı başka birine verdi. Bu kişinin evinin büyük bir bahçesi vardı. “Kar bu bahçede bol bol oyun oynayacak, bu yüzden çok mutlu olacak.” dediler. Zor oldu ama sonunda kabullendik ve eve döndük. Fakat ertesi gün Kar o evden kaçtı. Onu bir daha hiç görmedim. TÜRKLERİN SÖYLEMEK İSTEDİĞİ JAPONCA BİR CÜMLE (2) おげんきですか。 -- OGENKİ DESU KA? -İlk önce, bu sayfayı okuyan herkese şöyle söyleyeyim: Merhaba! Nasılsınız? Ne olursa olsun, “Merhaba!”dan sonra “Nasılsınız?” demeden hiçbir konuya geçemiyorsunuz… İçiniz hiç rahat olmuyor, öyle değil mi? Karşınızda birden fazla kişi olursa, herkese tek tek “Nasılsınız?” diyorsunuz. Bazen defalarca soruyorsunuz: “Daha nasılsınız?”, “Daha daha nasılsınız?” diye... Nasıl cevap vereceğimi bilemiyorum… Japonya’dan görevli olarak gelen Japon bir mühendis, bir sabah iş yerindeki bir Türk mühendisi aramış. “Günaydın” demiş ve hemen konuya girmiş. Türk mühendis ise bir şey mi oldu, diye çok korkmuş. Hâlbuki Japon mühendisin bahsettiği sadece sıradan bir konuymuş. Aslında Japon mühendis, “Günaydın” dedikten sonra “Nasılsınız?” diye hatırını sormalıydı. Ama onu yapmadığı için Türk mühendis de önemli bir şey oldu sanmış. Japon mühendis “Nasılsınız?” diye sorsaydı korkutmazdı… Neden sormadı? Çünkü Japonların böyle bir alışkanlığı yok. Dolayısıyla “Nasılsınız?” demek aklına gelmemiştir. Aslında yukarıdaki diyalog Japonya’da çok normaldir. Dizi ve/veya çizgi filmlerine bakarsanız, “Merhaba!” (Konnichiwa.) “Merhaba! Nasılsınız?” (Konnichiwa. Ogenki desu ka?) “İyiyim, siz nasılsınız?” (Genki desu. Anata wa ogenki desu ka?) “Ben de iyiyim, teşekkürler.” (Watashi mo genki desu. Arigato gozaimasu.) gibi bir diyaloğun hiç olmadığını fark edersiniz. Ama tabiî ki bu “Japonlar karşısındaki kişinin nasıl olduğunu merak etmiyor” anlamına gelmez. Japonlar böyle kişisel soruları ilk başta sormuyorlar. Onun yerine, önce hava durumu vb. başka şeylerden bahsederler. İş yerinde ise “Her zaman destek verdiğiniz için teşekkür ederim.” gibi şeyler söyler ve asıl konuya geçerler. Bana “Nasılsınız cümlesinin Japoncası ne?” diye soran çok. Ben de hemen cevap veremiyorum, her sorulduğunda kara kara düşünüyorum. Aslında kitaplarda “Nasılsınız?” cümlesinin Japoncası 「おげんきですか。(Ogenki desu ka?)」olarak verilir. Acaba bu doğru mu, yanlış mı? İlk önce kim, nerede söylemeye başladı? Hiçbir fikrim yok. 「おげんきですか。(Ogenki desu ka?)」mektupta yazılabilir ama konuşma dilinde pek kullanılmıyor. Çok uzun zaman görüşmediğiniz kişiyle görüştüğünüz zaman Ryoko ASANO [email protected] söyleyebilirsiniz. Ama bu da tam olarak doğru olmaz. 「 おげんきですか。(Ogenki desu ka?)」dan ziyade başka bir ifade tercih edilir. Ayrıca “Nasılsınız?” ifadesi her gün ya da sık sık görüştüğünüz kişiye asla sorulmaz. Sorulduğu zaman çok garip karşılanır. Her dil, onun kullanıldığı topluma uygun bir şekilde değişir. Onun için 「おげんきですか。(Ogenki desu ka?)」Türkiye’de standart Japonca olmuştur. Tabiî ki bunu Japonlara da söyleyebilirsiniz.「おげんきです か。(Ogenki desu ka?)」demek yanlış değil. Çünkü içinizden gelerek söylüyorsunuz. Karşınızdaki kişiye karşı sevgi ve saygıyı gösteriyor. Fakat Japonya’da öyle sorulmadığı için karşınızdaki Japon “Neden bana Ogenki desu ka? diyor” diye düşünebilir. Bazen cevap alamayabilirsiniz ya da geç alabilirsiniz. O zaman da lütfen üzülmeyin… Sizi sevmediklerinden değil, öyle bir alışkanlıkları olmadığı içindir. Ben de ilk günlerde bu soruya hiç alışamamıştım. Biri bana “Konnichiwa. Ogenki desu ka?” dediği için “Hai, genki desu (Evet, iyiyim).” diyordum. Ama aklımda hep “Acaba neden soruyor? Hâlimde bir şey mi var? Kötü mü görünüyorum?” soruları oluyordu. Japonca dersinde öğrenciler “Nasılsınız?” cümlesinin Japoncasını sorduğunda “Öyle durumda Nasılsınız? demiyoruz” diyorum. “Nasılsınız?” demek istediğim zaman Japonca yerine Türkçesini yani “Nasılsınız?” demeyi tercih ediyorum. Çünkü ifadenin ne Japoncası ne de Japonların böyle bir alışkanlığı var. Fakat öğrencilerim bir şekilde “Nasılsınız?” cümlesinin Japoncasını öğrenip yanıma geliyor ve “Ogenki desu ka?” diye soruyorlar. Onlara kıyamıyorum ve “Hayır” diyemiyorum. Japon kültürüne uymuyor ama ayıp bir şey de değil. Onun için ben de cevap olarak “Genki desu.” diyorum ve sıcak bir ortam oluşuyor. Aslında çok hoş ve mutluluk verici bir şey… Böylece ben de alıştım, daha doğrusu alıştırıldım. Ve artık “Ogenki desu ka?” demeden konuya geçemez oldum. Bazen de ilk ben soruyorum “Ogenki desu ka?” diye… Aslında Japonca öğretmeni olarak öyle söylememeliyim, uyarmalıyım. Ama yukarıda dediğim gibi, her toplumun kendi dili vardır. Onun için bunu da Türkiye’nin standart Japoncası olarak kabul ediyorum. Tabiî ki Japonya’da böyle bir diyaloğun olmadığını söylemeyi de unutmuyorum. 19 ÖĞRENCİ ETKİNLİKLERİ VE PROJELERİNDEN 7BÖLGE7OKULDA YETERSEM “Yetersem” HÜDİL çatısı altında faaliyetlerini sürdüren gönüllü bir öğrenci grubudur. Bizler “Yetersem” üyeleri olarak 2009 yılından beri çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Geçen sene Mardin Midyat’ta beş ilköğretim okuluna, Ankara’da ise bir ilköğretim okuluna hediyeler gönderdik. 2010-2011 öğretim yılında “7 Bölge 7 Okulda HÜDİL” projesi kapsamında ülkemizin her bölgesinden en az bir okula hediyeler göndermeyi hedefliyoruz. Gönderdiğimiz hediyelerin büyük bir kısmını kendi ürettiğimiz el ürünü oyuncaklar, atkılar, bereler, ayraçlar ve kendi harçlıklarımızla satın aldığımız hikâye kitapları ve kırtasiye malzemeleri oluşturuyor. Ayrıca üniversite çevresine astığımız afişleri ve basında çıkan haberleri gören çok sayıda kişi projemize kitap, kırtasiye malzemesi, kıyafet ve oyuncakla katkı sağladı. Projemize yüzlerce kişi, emeği veya getirdiği eşyalarla sahip çıktı. Biz üretiyor Türk Dili Dersleri Birimi tarafından verilen dersler, ders dışı etkinliklerle zenginleşerek daha anlamlı, kalıcı hâle gelmektedir. Muhsin ŞEKER İşletme Bölümü 3. Sınıf 22 Nisan’da farklı bölümlerden arkadaşlarla birlikte Şanlıurfa’ya doğru yola çıktık. Şanlıurfa Anaokulunun kapısından girince küçük çocuklar bizi meraklı gözlerle karşıladılar. Arkadaşlarımız harika bir tiyatro gösterisi sundular. Özellikle Okul Öncesi Öğretmenliği bölümünde okuyan arkadaşlarımızın çocuklara ilgisi görülmeye değerdi. Öğrencilerimiz ders saatleri haricinde Türk dili dersleri sınırları içerisinde yer alan her şeyi hayata taşımak, hayatı Türk dilinin varlığından aldıkları güçle algılayabilmek için birçok etkinlik ve proje gerçekleştirmektedirler. Yazılı Anlatım ve Sözlü Anlatım dersleri sınırları içerisinde yapılan bu etkinlikler ve projeler; öğrencilerimizin birey olma, birlikte olma, üniversite öğrencisi olma ve vatandaş olma bilincinde önemli birer süreçtir. Etkinliklerden bazıları şunlardır: Projemiz hakkında başta Milliyet, Zaman, Star, Türkiye gazeteleri olmak üzere yerel ve ulusal basında onlarca haber yapıldı. TRT Ankara Radyosunda TRT Gündem programının konuğu olduk. Projemizin amacı, çevremizdeki arkadaşlarımızın da desteğini alarak elimizdeki kısıtlı imkânlarla mümkün olduğu kadar çok çocuğa ulaşıp onlara sevilip önemsendiklerini hissettirmektir. “YETERSEM!” GRUBU Dr. Yasemin DİNÇ KURT [email protected] için Merkezimiz, kitap toplama kampanyası düzenlemiştir. Kampanya için toplanan kitaplar, Mart ve Nisan aylarında iki kez Brüksel’e gönderilmiştir. ŞEHİR GEZİLERİ: HÜDİL ÖĞRENCİLERİNİN BİR KLASİĞİ Öğrencilerimiz her yıl, yaşadıkları şehri tanımak, bu şehrin havasını aidiyet duygusu hissederek teneffüs edebilmek için haftalık Ankara gezileri düzenlemektedirler. Anıtkabir, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Kurtuluş Savaşı Müzesi, Cumhuriyet Müzesi, Etnografya Müzesi, Resim Heykel Müzesi, Ankara Kalesi, Rahmi Koç Müzesi, Mehmet Akif Ersoy Müzesi, Tren Garı Direksiyon Binası Atatürk Müzesi, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi, Gazi Üniversitesi Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi, Türk Dil Kurumu, TÜBİTAK, Yapı Kredi Yayınevi, Türkiye İş Bankası Yayınevi gezileri ile yaşadıkları mekânlara daha bilinçli ve bütüncül bakabilmeyi öğrenmektedirler. Şehir gezilerinin yanı sıra Beytepe Yerleşkesindeki Orhon Vadisini ziyaret etmeyi de ihmal etmeyen öğrencilerimiz, her hafta gerçekleştirilen bu gezilerle, duygularını yazılı olarak ifade etme becerisi yanında farklı bakış açıları kazanmışlardır. HÜDİL SOSYAL SORUMLULUK Sosyal sorumluluk anlayışı ile büyük bir ilgi ve özverinin sonucu HÜDİL bünyesinde toplanan öğrencilerimiz, gerçekleştirdikleri birçok projeyi “Yetersem!” adını verdikleri bir grup kurarak devam ettirmektedirler. Basından ve vatandaşlardan da yoğun ilgi gören “7 Bölge 7 Okulda HÜDİL” kampanyası, hem ülkemize hem de çocuklarımıza açılan kucağın “Yetersem!” grubuyla somutlaşmış hâlidir. ve sevgiyle paylaşıyoruz. Projemiz kapsamında Polatlı Hikmet Uluğbay Yatılı İlköğretim Bölge Okulunu ziyaret ettik. Palanga Organizasyonun katkılarıyla çocuklar için kukla gösterisi düzenledik, oyunlar oynadık. Çocuklar çok mutlu oldular. Gözlerindeki o mutluluk pırıltılarını görünce bir kere daha anladık ki çocukların ekmek ve su kadar sevgiye ve ilgiye de ihtiyaçları var. 20 Hacettepe Üniversitesi İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesindeki “Çocuklara Kitap Okuma” projesi, Brüksel’deki “Anne Çocuk El Ele Haydi Kütüphaneye” projesi de “Yetersem!” grubunun diğer etkinlikleri arasında yer almaktadır. “ANNE ÇOCUK EL ELE HAYDİ KÜTÜPHANEYE!..” T.C. Brüksel Büyükelçiliği Eğitim Müşavirliğinin Belçika’da yaşayan ve Türkçe yayımlanmış kitap bulamama sıkıntısı yaşayan öğrencilere hem okuma alışkanlığı kazandırmak ve kütüphanelere alıştırmak hem de ana dillerini koruyabilmelerine yardımcı olmak için başlatmış olduğu “Anne Çocuk El Ele Haydi Kütüphaneye” projesi SERGİ, FUAR, TİYATRO, SİNEMA VE KONSERLERE DAİR İZLENİMLER Ankara’da sık sık gerçekleşen fuarlara giden öğrencilerimiz, ülkemizin pek çok yöresine ait kültürel mirası ve güzellikleri fark ettikten sonra birikimlerini Türkçenin imkânlarını kullanmaya çalışarak yazılı ve sözlü olarak paylaşmaktadırlar. Bu çalışmalarda bireyselliğin yanı sıra ekip ruhunu oluşturabilmek hedeflenmiş ve hedefe ulaşılmıştır. 21 F. Utkan DENİZER HÜDİL’DE [email protected] TÜRKÇE HAZIRLIK EĞİTİMİ GÖREN ÖĞRENCİLERİN ETKİNLİKLERİNDEN… EVLİYA ÇELEBİ’YE SAYGI Öğrenci Sunumları 2011 yılının “Evliya Çelebi Yılı” olması dolayısıyla Evliya Çelebi’nin anısına birer gezi kitabı okuyan Okul Öncesi Öğretmenliği ve İlköğretim Matematik Öğretmenliği gruplarındaki öğrencilerimiz, Türk edebiyatında gezi türünün diğer türler kadar etkileyici, eğitici ve öğretici olduğunun farkına varmışlardır. Gürcistan, Tataristan ve Abhazya’dan gelen öğrenciler, ders kapsamında gerçekleştirilen ülke tanıtımı etkinliklerinde, hazırladıkları sunumlarla ülkelerini tanıttılar. Diğer HÜDİL öğrencilerine, ülkelerinin tarihini kısaca anlatan öğrenciler ana dillerinden, ülkelerinin genel özelliklerinden, gelenek ve göreneklerinden slaytlar eşliğinde söz ettiler. Öğrencilerin bir kısmının müzik ve dans tanıtımında yerel kıyafetler giymeleri ve ülkelerinin geleneksel yiyecek ve içeceklerini tanıtmaları bu sunumların en etkileyici yönlerinden biri oldu. ÇEVREMİZDEKİ DOĞAL GÜZELLİKLERİ VE TARİHÎ BİNALARI ÖNCE FARK ETMEK SONRA DA TANIMAK İÇİN… Türkiye’nin değişik yerlerindeki doğal güzelliklere ve tarihî yapılara öğrencilerimizin objektifinden bakmaya çalıştık. Bu bakış, öğrencilerimizin, ülkemizin zenginliklerinin farkına vararak paylaşabilmeleri noktasıyla sınırlıdır. Değerleri fark eden öğrencilerimiz, kültürel mirasımız karşısında daha dikkatli ve titiz davranma eğilimi geliştirmişlerdir. TÜRKÇENİN YANLIŞ YAZIMINA DİKKAT! Yabancı kelime kullanımı ile ilgili çalışmaların çok olduğunu fark eden öğrencilerimiz; bu kez Türkçe yazıldığı düşünülen; ancak Türkçenin yapısına ve yazım kurallarına aykırı olan yazımları fotoğraflarla belgeleyerek fark edilmelerini sağlamışlardır. DERS DIŞINDA YÖRESEL TATLARA DA BAKMAK… Her biri farklı şehirlerden gelen ve yine farklı şehirlere gitmek için hazırlanan öğrencilerimiz, birbirlerine sundukları yiyecekler sayesinde ülkemizin değişik tatlarıyla tanışma fırsatı bulmuşlardır. Kapadokya Gezisi 22 18 Mayıs günü düzenlediğimiz Kapadokya gezisi ile öğrencilerimiz ülkemizin bu dünyaca meşhur yerini tanıma fırsatı yakaladılar. 23 HIZLI OKUMA SEMİNERİ Elinize aldığınız bir metni ilkokul öğretmeninizin öğrettiği gibi kelime kelime, içinizden seslendirerek okuyorsanız dünyanın hızını yakalamanız pek mümkün değil artık. Modern insan bir bilgi sağanağına maruz kalıyor, ama bu bilgiyi içeren metinleri okumaya yeterince vakit bulamıyor. Alışılmış okuma yöntemleri ise bu bilgi yığınıyla başa çıkmada işe yaramayabiliyor. Bir günü 24 saatin üzerine çıkarmak mümkün olmadığına göre, tek çözüm zamanı daha iyi kullanmak... HÜDİL tarafından düzenlenen Hızlı Okuma Semineri, kısa sürede daha fazla metin okumak isteyenlere eşsiz bir fırsat sunuyor. Bu seminer sonunda hem hızlı hem de anlayarak okumayı öğrenmiş olacaksınız. Böylece e-posta, rapor, ödev gibi okunması zaman alan metinleri daha hızlı ve dikkatli okuyacak; aynı zamanda zor bir metni dönüp yeniden, yeniden okumak gibi dikkati ve konsantrasyonu azaltan kısır döngüden de kurtulacaksınız. Sınavlarınızda soruları cevaplamaya daha fazla zaman ayırabileceksiniz. Zorunlu okumalarınızı kısa sürede ve dikkatle gerçekleştirebildiğiniz için artık okumaktan zevk almaya başlayacak ve zevk için okumaya daha fazla zaman bulacaksınız. RUSÇA Rusya’nın dünyadaki rolünün değişmesiyle birlikte Rusça yabancı dil olarak ülkemizde de önemini ve ağırlığını artırmıştır. Rusçaya yeni başlayanlar için düzenlenen bu kursta öncelikle alfabe, temel telaffuz ve dil bilgisi öğretilecek ve bunu takip edecek olan kurslarda daha ileri düzeyde Rusça kullanma becerisi kazandırılacaktır. Mezuniyet Eğlencesi Öğrencilerimiz için düzenlediğimiz mezuniyet eğlencesinde, öğrenciler seçtikleri müzikler ve küçük ikramlar eşliğinde eğlenerek bütün bir senenin yorgunluğunu üzerlerinden attılar. 24 25 SOKAK Esra AYDIN Okul Öncesi Öğretmenliği 2. Sınıf YETERSEM! Yeryüzündeki tüm güzellikleri sana veremesem de En içten sevgimi paylaşabilirim seninle. Tüm kalbim senin olsun ki Ereceğin mutluluğa ortak olayım ben de Rüzgârlarda savrulsun hüzünler, Sen gülümsemeleri kucakla Ertesi günler YETERSEM Mutluluklar hep seni bekler. YETERSEM yüreğindeki hüznün küçülür belki… Ellerim dokunur ruhunun derinliklerine, Titrer içim seninkiyle beraber, Elbet son bulur üzüntüler. Rüyalar gerçek olur sonunda Sevgiler çoğalırken HÜDİL’le Etraf şenlensin sevgi ile Mutlu ol ve daima gülümse! Yettiğim kadar uzatırım ellerimi yüreğine, Ruhuna dokunuşum olur bir gülümsemen… Bakışlarına umut dolduğu bir anda YETERSEM vardır yanı başında. Yetişir her doğan, hayatın hızına Serpildikçe fidanlar, umut açar yürekleri. YETERSEM sular serperim ben de yüreğine, YETERSEM güneş olurum cansız bedenine. Kurumuş ellerini uzat! YETERSEM tutuşalım el ele… Güneşte kararan tenin gibidir yüreğim sen mutsuzken. Oralarda terk edilmişliğe düşerse hislerin, Umutsuzluğa düşmen için çok erken. YETERSEM, kucaklarım ülkemi ben. Yeşertirim çocuk yüreğini daha vakit varken. 26 Yaratıcı Yazarlık Soğuğun insanların nefeslerinden taşarak havada asılı kaldığı bir akşamüstü şehir merkezine sıkışmış, taşıt trafiğine kapalı ve hepi topu elli adım uzunluğundaki sokaklar her zamanki gibi kalabalıktı. Kalabalığın içinde kırmızı beresiyle göze çarpan güzelce kız, sağdaki pastanenin önünde sevgilisini beklemeye ara verip bir kez daha saatine baktıktan sonra suratındaki son tebessümü de sıyırıp attı. Pastanenin turuncu tabelası donmuş suratlarıyla otobüs duraklarına koşturan memurları tavlayamasa da öğrencileri ve sevgilileri bir bir enseliyor gibiydi. İçeri son giren çift boş masa bulamayınca yorgun ve kızgın bir soğuk hava buğusu poflayarak dışarı çıkıp kırmızı bereli kızı solladı, yolun aşağısına doğru hızlıca indi ve köşedeki büfeyi döndükten sonra gözden kayboldu. Bu kısacık sokağı dik kesen daha uzun boylu sokağın iki yanı, içinde her şeyi satan ama aslında hiçbir işe yaramayan dükkânlar ve ucuz kafelerle doluydu. Köşede memleketi en derin bira bardaklarından çıkarmaya çalışan ekâbir takımının takıldığı lokal ve hemen karşısında memleket kurtarılırken lazım olacak bilgilerin depolandığı iki katlı bir kitabevi nöbet tutuyordu. Arnavut kaldırımı boyunca sıralanmış banklardaki oturan insan heykelleri “Böyle çılgın bir soğukta bankta oturursanız siz de bizim gibi taş kesersiniz” dercesine bakıyordu gelip geçenlere. Kestaneci söz konusu tehlikeli durumdan faydalanıp “Sıcaaak kestaneeee!..” diye bağırırken hayatından son derece memnundu. Ankara’nın meşhur ayazında o akşamüstü de her şey soğuktan kaçmak ve donan uzuvları ısıtmak prensibine göre işliyordu. O Odaya girip etrafa bakındı. Minicik bir an süren şaşkınlığı, o güzel balık ağzını biraz aralatmış, hüzünlü gözlerine istemeden şuh bir anlam yerleşmişti. Mahcubiyetle meydan okuma karışımı eşsiz bakışları odayı hızlıca taradı ve başını, yeniden güç toplamak ister gibi önüne eğdi. Beni arıyordu, görememişti. Ses etmedim. Onun tarafından aranmanın ayrıcalığını yaşamak için, hınzırca görmezden geldim onu. Kadın erkek çalışma arkadaşlarımın hiçbiri gözlerini ondan alamıyordu. Upuzun boyu, giyimi kuşamı, edasıyla çok alımlıydı yine. Kişiliksiz bir kahve tonunun hakim olduğu iç karartıcı ofisimiz bir anda çiçeklenmişti... Sesinden kelebekler uçuşarak beni sordu girişteki masaya. Kadınsılığın hakim olduğu, karşısındakini kışkırtan yürüyüşüyle masaların arasından geçti. Yürüdükçe insanı içine çekiveren kokusunu miras bırakarak, saçlarını savurarak, salınarak bana doğru geldi. Herkes önündeki işle uğraşır gibi görünüyor ama kimse nefes bile almıyordu. Koridordan, yan ofislerden sızan telefon, yazıcı cızırtıları, koşuşturan ayak sesleri ve insan homurtularının bir hükmü yoktu şimdi... Ben… Uğrayacağını dünden beri bilen ben, tanışıklığımızın boyutları hakkında hiçbir ipucu taşımayan bir mimiksizliğe tutunarak onu karşımdaki sandalyeye buyur ettim. Ela gözleri, kemikli yüzü, hafifçe önde yer bulmuş çenesiyle gerçekten çok güzeldi. Ölçülü biçili bilindik bir güzellik değildi onunki… Başka dünyalara ait keskin bir güzellik… Karşısındakini esir alan, şaşırtan, sarsan bir güzellik… Utanmasam burnumu A. Esra ÖZKAN ÇELİK gömmek istediğim uzun boynundan yayılan; ne olduğunu anlayamadığım kokusunu içime doldurdum. Umursamaz görünmeye, her şey normalmiş gibi yapmaya çalışarak bir şey içip içmeyeceğini sordum. Üçüncü görüşmemizdi bu. Etrafımdaki meraklı ve hayran bakışların sahiplerinin yaşadığı şoku, ben bundan on beş gün önce yaşamıştım. Akşam dersi vereceğim sınıfı ararken, aralık kapıdan görmüştüm onu... Yalnızdı. Etrafa saçılmış kitap, kalem, cep telefonu ve buruşturulup atılmış kâğıt yığınının ortasında, kolçaklı bir sırada oturmuş, tapınır gibi ağlıyordu. Uzun bacakları, zarif omuzları sarsılıyor; ince bedeni titriyordu. Yüzü ellerinin arasındaydı. İlk bakışta görünmüyordu. Geçip gidemedim sınıfın önünden. Girdim. Onu bu korunaksız, çaresiz anında tüm çıplaklığıyla gördüm. Başını kaldırıp gözlerime baktı. Güzelliğinden utandım. Böyle bir periyi ağlatan dünya gerçeklerinden utandım. Bakışından günahsız olduğunu, birilerinin ona kıydığını anlamıştım. Yaralıydı. Onu susturabilme, omzuma yaslama, sarıp sarmalama, derin uykulara yolculama isteği kapladı içimi. Öylece kalakalan bedenim refleksle bir mendil uzattı. Beyaz bir güle benzeyen elini uzatıp aldı. Gidip kapıyı kapattım. Onu sahiplenmeme izin verdiği için şükrederek sessizce oturdum yanına. Ben yokmuşum gibi toparlanmaya çalışmadan ağladı ağladı. Neden sonra “Benim suçum değil… Elimde değil... Biliyordu... Kabullenmişti… Sensiz olamam demişti…” dedi yutkunarak. “Bunu taşıyabileceğini sanmıştım... 27 Güvenmiştim..” diye mırıldandı. “Olur böyle şeyler hayatta” diye gevelediğimi hatırlıyorum. Sonra bir çırpıda tüm hayatını nasıl eteğime döktü; neden itimat etti bana, nasıl yakınlaştık hiç bilemiyorum... Okuldan sonra, benim oturduğum semte çok da uzak olmadığına şaşırdığım evine bıraktım onu gece. Orta yaşlı, endişeli olduğu belli olan güzel bir kadın açtı kapıyı. Sarıldılar… Bir köpek dolandı ayaklarına... Fazlalık olduğumu duyumsadım ve veda etmeden arabamla uzaklaştım oradan. Günlerce çıkmadı aklımdan... Dersime daha bir hafta vardı. Soruşturmak için sabırsızlanıyordum… Rüyalarımda gördüm. Melek kılığındaydı; biçimli vücudu, anlamlı gözleri nereye baksam yansıyordu. Dersime geliverdiği geçen hafta, ikinci kez karşılaştık. Öğrencilerim, tüm kızlar ve erkekler biraz kıkırdayarak, çok yaklaşmayarak, uzak fısıldamalarla geçti yanımızdan. Yine bir çırpıda, dinleyip dinlemediğime aldırmadan anlattı. Hepsiyle tanışıyormuş. Ayrıldığı erkek arkadaşıyla aynı okuldan olanlar varmış içlerinde. Liseden, daha o bir erkekken biliyorlarmış onu. “Bilmeselerdi, saklasaydım belki de bu kadar sorun yaşamazdım ama ben olmazdım o zaman” demişti. “Kimse bilmese belki o da terk etmezdi beni. İyi ki böyle oldu... Sevdiğimi yitirdim ama kendime saygımı değil…” dedi. Güzelliğinden çok cesaretine hayran olmuştum… Düşünüş şekline, sağlamlığına, karakterine, bilgeliğine...“Bir sene olmadı ya, ben de dahil kimse alışamadı daha yeni bana” diye UYKU Siz en güzel uykunuzu nerede uyudunuz? Bembeyaz saten çarşaflarla bezenmiş kuştüyü yastıklarla bir otel odasında mı? Yoksa evinizde kendi odanızın güvenli tanıdıklığında mı? Ben en berrak, en güzel uykumu yıllar önce 10 metrelik bir teknenin üçgen şeklindeki uç kamarasında çektim. Tekneye binenler bilir, uç kamarada yatanın ayakları üçgenin sivri ucunda birleşir ve sevgilinizle temasınız aralıksız sürer. Kamaranın yarısı yataktır. Rahatsız, kasvetli ve sıkışık bir yerdir. Kamarayı havalandıran pencere, yatağın tam baş kısmına gelecek şekilde yukarı açılır. Eğer yıldızları görerek uykuya dalmak, hayal kurmak istiyorsanız uçta birleşen ayaklarınız gibi, kafalarınız da aynı yastıkta olmalıdır. Hava biraz esintiliyse gece boyu ıslık çalan rüzgâra, denizin üstünde salınan teknenin halatları gıcırdayarak cevap verir. Zor geçen ilk geceden sonra, bu sesler doğanın senfonisi gibi algılanır; sabah odanıza dolan yakıcı gün ışığıyla birlikte cırcır böcekleri de en yüksek tonda yerini alır. Yeni güne başlamanın bundan daha hoş bir şekli var mıdır?.. Denizin ortasındaysanız, geceleri saf sessizlikte doğanın sesleriyle uyuyor, gündüzleri açtığınız bembeyaz yelkenlerle teknenin hareketli bir mekanizmasına dönüşüyorsanız, rüzgârı da dalgayı da içinizde hissediyorsanız, bedeninize yeşil mavinin en taze kokusu sinmişse, ister istemez kendinizi Pose- 28 gerekçelendirdi gördüğü muameleyi, pek önemsiz bir şeyden bahsedermiş gibi yapmaya çalışarak... Üzüntüsü gözlerinden akıyordu oysa. Başına neler gelebileceğine dair korkularımı gizleyerek “Alışırlar... Merak etme” demiştim o gün... Umuda aç güzelim yüzüne bakarak… Bütün gözler bizi izlerken, herkesin önünden geçip kapıya kadar çıkarıp yolcu etmiştim onu. “Kantinde otursak rahatsız olurdu” diye kendimi teselli edip kapatmaya çalışmıştım konuyu. Sırrını bilmeseler ona âşık kaç erkek peşinden sürüklenirdi, kaç kız hasete düşerdi. Ama biz ikiyüzlüler ordusu tüm dürüstlüğünün, açıklığının vebalini ödemek zorunda bırakıyorduk. Ben bile... Neşem kaçmıştı ve o gece de evime erken döndüm. Onun yaşadıkları ve yaşayacakları yanında benim neşemin ne önemi olabilirdi. Onu ben aradım, davet ettim işyerime... İşte şimdi tanınmadığı bu ofiste; diğerlerinin gözünde; sadece güzel bir kadın olmanın kabulünün yarattığı sükûnetle karşımda oturuyor. Kuğu gibi duruşuyla sandalyenin ucuna ilişmiş, onu dinliyor olduğum sanısıyla mutlu gülümsüyor, bir şeyler anlatıyor. “Sağolun… Bana sıradanmışım gibi davranabildiğiniz için sağ olun” kelimeleri çalınıyor kulağıma. Zarif bir hareketle çantasından çıkarıverdiği minicik paketi masama bırakıyor. Minnet, sevecenlik dolu yeni bakışlarını gözlerimde gezdirip tepkimi ölçmeye çalışıyor. Onun karşısındaki tek gücüm olan kayıtsızlığıma sarılıp, tarafsız gözlerle bakmaya çalışıyorum ona… Bilgi Şafak DUGAN idon gibi görürsünüz. Küçük dağları yaratamasanız bile pekala kendi sınırlarınızı aşabilirsiniz. İşte bu duygu kozası içinde karar veriyoruz yanımızda tecrübeli bir kaptan olmaksızın ilk gece yolculuğumuzu yapmaya. Telaşlıyız, heyecanlıyız, gün boyu hazırlanıyoruz. İzleyeceğimiz rotayı defalarca irdeliyoruz, gece içeceğimiz kahveye varana kadar hiçbir ayrıntıyı atlamadığımızı görüp birbirimizi kutluyor, cesaretlendiriyoruz. Birinci kaptan kocam, ikinci kaptan ben! Miçolar, oğlum Mert ve kendisi gibi 13 yaşındaki arkadaşı… Tatilimizin ikinci günü, ağustos ayının ikinci yarısında bir akşamüstü maceramıza heyecanla başlıyoruz. Rüzgâr bizden yana. Gün batımına apas seyrinde Bob Marley dinleyerek gittikçe koyulaşan laciverte, geceye süzülüyoruz. Pırpırlanan deniz, tekneyi yalpalatıyor. Aysız gecede tekneye çarpıp kırılan dalgaların oluşturduğu yakamoz gösterisi, denizin içinde binlerce yıldızın oluşup kaybolması büyülü bir ortam yaratıyor. Teknenin havuzluğundaki tik ağacından sert oturma bölümü bu gece bize yatak olacak. Karanlıkta algılarımız mı bizi yanıltıyor yaksa dalgalar mı şiddetlendi anlamıyoruz. Değişik yönlerden gelen dalgalar artık teknenin üstüne çıkıyor. Sırılsıklam ıslandık, rüzgâr uğulduyor. Gözlerim, sağlı sollu gelen dalgaların şiddetinden ve tuzdan yanıyor. Şişe suyuyla yüzümü yıkayıp, bu zifiri karanlıkta komik görünmeye aldırmadan siyah güneş gözlüklerimi takıyorum. Diğerleri de beni taklit ediyor. Hava çok sertleşti. Çocukların midesi allak bullak; teknenin havuzluğuna akşam yediklerini çıkarıyorlar. Hiçbirimiz kıpırdayacak durumda değiliz. Üstümüzden aşan dalga, ortalığı temizliyor. Yolculuğun başındaki merak endişeye, romantizm yorgunluğa çoktan dönüştü. Doğa, gece, gittikçe sertleşen rüzgâr, iki buçuküç metreyi bulan dalgalar planlarımızı alt üst ediyor. Bu şekilde devam edemeyeceğiz. Sığınacak bir yer bulmak umuduyla kaptan masasına iniyoruz. Orası teknenin üstünden daha da berbat durumda. Henüz su almaya başlamış çamaşır makinesindeyiz adeta. Sağa sola çarpmamak için kendimizi bir yerlere sabitleyip, birimiz haritaya diğerimiz yol göstericinin başına gidiyoruz. Korunaklı gibi görünen küçücük doğal bir limanda uzlaşıp, rotamızı yeniliyoruz. Haritada yakın ve kolay görünen limana ulaşmak, hava koşulları, gece karanlığı ve tükenmişliğimizle bizi çok zorluyor. Deniz, hiçbir aksaklığı ve ihmali affetmiyor. Her TOZ Toz… Çocukluğunu düşündüğünde ilk aklına gelen şey… Komodinin üstünde, çamaşırlıktaki yorgan kılıfının köşesinde, yerde, avizede her yerde bir karış toz… İşe yaramaz plastik fırçayla kovuldukça parça parça tavana doğru yükselen, gelip burnuna giren, yer değiştiren ama sanki her temizlenişinde artarak geri gelip bir çarşaf gibi tüm evi kaplayan toz... Tozun kaynağı, evin bir iskele gibi kenarında durduğu toprak yol. Sabiha Hanım, artık toprak yolun yerinde olan rengârenk bahçeye baktıkça daha da büyük bir hırsla alıyor aile tablosunun tozunu. En çok da tahta sandalyeye büyük bir vakarla kurulmuş annesinin yüzünü ovalıyor. Elinde olsa kazıyacak tablodan. Çocukluğunu kaplayan bu hastalık verici hayalete bir saniye bile tahammülü yok artık. Sabiha Hanım’ın annesi Sefile: Bir beceriksiz nüfus memuru ve aklı havada baba kurbanı daha. Sebile olup Allah yolunda hayırlı kadın olacakken, Sefile olup yıllarca toz almaya mahkûm edilmiş bir zavallıcık olmuş. Sefile, küçük kafalı, koca kulaklı bebeğine güzel ve şirin olsun diye mi Sabiha adını koymuş bilinmez ama Sabiha Hanım, ne iç dünyasında ne de dış dünyasında adının kimsenin pek de bilmediği bu anlamlardan hiçbir zaman nasibini alamamış. Çevresindeki toprak yol, eski eciş bücüş evler, fakir insanlar değişse de bu evin içi kırk yıl önce Sabiha Hanım’ın çocukluğunda nasılsa şimdi de öyle. İki şey hariç: Toz ve Sefile. Tozun evden ayrılışı yani toprak yolun yerine layık görülen bahçenin renklenişi, Sefile’nin ölümüyle aynı yıla denk geldi. Sefile gitti, toz gitti. Sabiha Hanım yıllarca tutucu bir kedi gibi hiçbir eşyanın yerini değiştirmedi, onları atmayı çok istedi ama hiçbir zaman yapamadı. Çocukluğunda koyu kahverengi olan ahşap kitaplık, kitaplığın yanında aile tablosunun tam karşısında duran rahatsız tahta sandalye, sandalyeyi rahatlaştırmaktan çok kayganlaştıran naylon kılıflı mavi minder, renkleri solmuş, özleri bozulmuş olsa da tüm varlıklarıyla yıllardır her saniye Sabiha Hanımın yanındalardı. Her gün silinerek hırpalanmaktan erken yaşta yaşlanan ahşap pencere ve sanki evin içi daha da parlak olsun diye tam pencerenin karşısına konulmuş kakmalı oymalı boy aynası da ölene kadar Sabiha Hanıma tahammül etmek zorundaydı. İnsan aynada gördüğü yansımanın kendisi olduğunu ilk ne zaman fark eder? İşte Sabiha Hanım o ayrıntıyı ince ince çalışan biz, hava raporunu almadan seyahati planladığımız için, bu uğul uğul geceyi, olanca tecrübesizliğimizle, sığınacak yer arayarak korkuyla çaresizce paylaşıyoruz. Sabah üç civarında doğal bir limana demir atıp alargada duruyoruz. Çok uzakta bir köyün ışıltısı içimizi ısıtıyor. Açık denizde ortalığı birbirine katan fırtınaların bu korunaklı limana sadece gürültüsü ve hafifçe esintisi geliyor. Elimiz yüzümüz tuzdan gerilmiş ve beyaz. Yorgunuz, sırılsıklamız. Herkes kamarasına çekiliyor. Tek ihtiyacım olan biraz uyku... Üçgen odama gidiyorum. Ömrümde uyuduğum en güzel uykunun bu sıkışık yerde olacağının farkına varmadan yatağıma tırmanıyorum. Kulağımda kaptanın yorgun uyku mırıltısı, dışarıda rüzgârın uğultusu, içimde bunu da başarmış olmanın kıvancı, açık tavan penceresinden üstüme dökülen yıldızlar, beşik gibi sallanan tekne… Uykuya teslim oluyorum... Oya ERGENECİ zamandan itibaren toz onu hasta edene kadar çocukluğunun her gününü saatlerce o boy aynasının karşısında geçirerek harcamıştı. Aynadaki aksinden görünenler izbe evleri değil Sabiha’nın bulutlar ülkesiydi. Önde Sabiha, fonda ahşap pencereyle mavi gökyüzü ve arada aynadan yansıyan ışıkla iyice görünür olan toz bulutları. Tabii ya toz, bir onların evinde bir de mavi gökyüzünde bu kadar çok vardı. Annesi öyle demişti, bulutlar bir milyon hatta belki katrilyon tane tozdan yapılmıştı. Arada tozlar sakinleşip yerdeki eski kilimin püsküllerinin arasına saklanınca, Sabiha aynadan hiç gözünü ayırmadan örme kilimin üstünde tepinir, tepinmesi işe yaramayınca mahzunca başını eğer, gidip tahta sandalyeye oturur, başını kitaplığın yanına yaslayıp uyku saatinin gelmesini beklerdi. Bir gün suya hasret bu kurak kasabaya yağmur yağmaya başladı. İlk gün kasabalı sevindi, beşinci gün endişelenmeye başladı, onuncu gün alt katları su basmış, içindekileri sel götürmüş, yollar sokaklar çamura ve balçığa bulanmıştı. Artık pencereden ışık vurmuyor, dışarıdan içeri tozlar gelmiyor, Sabiha bulutlar ülkesine gidemiyordu. Sabiha üç ay evin değişik yerlerinde bulutlar ülkesine tekrar gitmeye çalıştı. Kitaplık, sandalye, pencere, ayna, evin neresinden bakarsa baksın yine hep aynıydı. Işık yoktu, bulutlar yoktu. Aynanın yanındaki plastik kırmızı saat inadına yavaş çalışıyordu ama yine de çalışıyordu. Sonunda kasaba yine eski haline döndü. Toprak yol kurudu, camlar açıldı, güneş açtı, arabalar gittikçe, çocuklar koştukça evin içi yine toz doldu. Sabiha mutlulukla aynanın önüne geçti. Tozdan bulutlar oluştukça Sabiha kızarıyor, aynadaki yüzü şişiyor, ateşler içinde yanıyordu. Sabiha üç ay uyudu, her gece tozdan canavarlar gelip yüreğine oturdu. Sabiha onulmaz bir hastalığa tutuldu. Zümra KAVAFOĞLU 29 MUSTAFA’YLA ÇOCUKLUK Mozolede edilen dualar ve paylaşılan hüzün, başımı sağa çevirdiğimde gözümün içinde parlayan güneşle sadece bir an yok oluyor. O güneş sanki Ata’nın gülümseyişi kadar sıcak ve güçlü. Batmaya yakın haliyle bile bize umut veriyor ve sanki Ata’ya dua ediyor ölümünün 72. yılında. Ne kadar büyülü bir enerji ki güneşin yaydığı, iliklerine kadar yaşıyor ve her nefesinde umut doluyor insan. Bir insanı güçlü kılabilecek tüm duyguları hissedebiliyorsunuz burada. Öyle bir duygu ki bu, mücadelesini sadece vatan toprağı için vermiş, canını ortaya koymuş ruhların şükür ve minnet dualarının seslerini duyabiliyor, Ata’nın halka verdiği sonsuz cesareti hissedebiliyorsunuz. Ve öyle bir duygu ki, ölümsüzlüğün ne demek olduğunu derinden anlatıyor. Onu yaşatmak kadar, ondan güç alıp, onun zekâsına imrenip, olanakları ne olursa olsun insanın yapabileceklerinin sınırsızlığını gösteren bir ilham kaynağı olan bu yeri tekrar hissedebilmek ziyaretimin amacı. Bana nerede olmak istediğimi hatırlatıyor ve çocukluğumda ilkokul yıllarında Atatürk’ten bahsedildiğinde dalıp gittiğim hayallere dönüyorum: Mustafa Kemal’in mahalle arkadaşı; devrin şartlarında okumak için mücadele eden küçük kız… Onunla bir ömür; okulda, sokakta, cephede, siyasette yol arkadaşı... Bütün engellere rağmen başaramayacağını asla düşünmeyen, yollarının azim ve cesaretle her yerde birleştiği iki dost… Küçük bir kasabadayız. Küçük ama zamanına göre gelişmiş kasabalardan. Osmanlı’nın yorgun dönemi. Yok olmaya mahkûm ellerini uzatmış, sanki kelepçeleri takın der gibi. İmkânlar kısıtlı, insanlar kuşkulu… Bütün ırk, din ve mezheplerin birlikte birbirlerine muhtaç bir şekilde bu hayatı paylaşıp kendi kendine yoğrulduğu; Hristiyan terzisinden Müslüman kasabına herkesin bir arada olduğu bir yer burası. Buna rağmen çıkan isyanları ve yönlendirmeleri algılayamayacak kadar cahil ve tedirgin bir yer. Fakir bu kasaba, zenginliğin o gün eve götürülen biraz daha fazla yiyecekle ölçüldüğü kadar hem de. Soğuğu acı, sıcağı yakıcı. Ama en acısı cahil beyinlerin uğultusu. İşte buradayız Mustafa Kemal’le. O kasabada, o sokak arasında, çocuk sesleri arasındayız. Arnavut kaldırımları, dar sokaklarıyla ve her biri görücüye çıkmış edasında bakımlı iki katlı mütevazı evleriyle kendine özgü havasını hissedersiniz Selanik’in. Kışın soğuk bozkır iklimi baharın güzelliğini unutturmaya çalışsa da, yeşillikleri, dereleri, ağaçları, kuş sesleri bütün canlılığıyla baharda yeniden kendini gösterir, çocuk sesleri de bunun en güzel göstergesidir. Biz de ilk kez orada, o çocuk sesleri arasında, o Arnavut kaldırımlı sokakta karşılaşıyoruz onunla. Bir oyun keşfetmiş ve öyle akıllı ki çocukluğunda bulduğu oyunlarda bile zekâsına hayran kalmamak imkânsız. Beni ilk bu etkiliyor o yıllarda. Aynı mahallede büyümenin, onunla çocukluğu paylaşmanın gururu ve onurunu ileride ne kadar yoğun yaşayacağımı bilmiyorum o zamanlar. Onun doğduğu evin, büyüdüğümüz sokakların bir müze havasında korunacağını bilmeden yaşanılan bir çocukluk bu. O kasaba, yaşanılanları unutturmamak için hâlâ yaşattığı o evle veriyor mücadelesini belki de. Mustafa’yla oynanan zekice oyunlar yerini okul sonrası sohbetlere bırakıyor zamanla. Kendi sokağımızda kendimize bulduğumuz bir sığınak bir kurgu var orada. Çoğu insan tarafından fark edilmeyen incelikler konuşuluyor en çok. O bana okulda öğrendiklerinden bahsediyor, ben ona halkın cahilliğinden yakınıyorum ve bu şekilde hararet buluyor konuşmalarımız. Küçük bir evin küçücük arka bahçesindeki bu sakin sığınak, aslında büyük ve sarsıcı düşüncelerin temeli oluyor, belki de cumhuriyet fikrinin ilk ışıkları burada canlanıyor. 30 Zaman geçiyor ve yollarımız her mücadelede bizi birleştiriyor. Yılların anıları bizi en çok cephedeki mücadelede koruyor. Ayakta kalmalısınız der gibi her tür zorluktan bunun gücüyle sıyrılıyoruz sanki. Onun aklının yolundan gitmek bana her mücadelede bir kez daha haz veriyor. Keşfediyorum o zaman içimdeki kıvılcımın nereye gittiğini. Bundan sonraki mücadelem halkı bilinçlendirmek için olmalı, diyorum. Bütün imkânsızlıklar içinde mucizeler bile önünde eğiliyor Mustafa Kemal’in. Bir tarih kapatılıyor aslında onun cesaretiyle. En büyük kurtuluş mücadelesi, yoksulluk içinde veriliyor. O toprakların kokusu, denizin rüzgârı, dağların esintisi ve güneşin enerjisi halkın içinde yeniden can buluyor ve o cesaretle güçleniyor halk mücadelesi. Arkasından Mustafa Kemal’in aklıyla kazanılıyor tüm siyasi zaferler ve yerini Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bırakıyor. Milli mücadelede verilen kayıplar sonrası yeniden toparlanma süreci biraz zaman alacak gibi ama Mustafa o kadar akıllı ki… Taşı bile değerlendirip vatanın her köşesinden bir kaynak yaratıp üretkenliği aşılıyor halka. Devrimler ülkeyi yeniden yaratıyor. Bütün Anadolu’yu geziyoruz, devrimleri yaşatarak ama en önemlisi halkın ne yaşadığını anlayarak. Bunun için yaratıldığımı düşünüyor ve ülkemin her bir köşesinde tanıdığım her insan ve tanık olduğum her olay için şükrediyorum, çünkü onlar için yapabileceğim bir şeyler var diyorum. En yakın dostunun bir kadın olması, onda ayrı bir övünç duygusu yaratıyor; bunu hissetmek beni de gururlandırıyor. Her zaman yanında olmak Mustafa Kemal’in, ona çocukluğundan beri hayran olmak, attığı her adımı anlamaya çalışmak ve onunla birlikte, onun izinden gitmekle geçiyor hayatım. Ömrümü sadece buna adıyorum ve gururluyum. Son nefesine kadar yanında onunla ileriye bakabiliyor olmanın onurunu yaşıyorum. Hasta yatağında bile fikir üretmeye çalışması gerçekten yaptığı her şeyin sadece ülkesi için olduğu inancını destekliyor. Cumhuriyet Devrimi kadını olmak, Mustafa’yla bir ömrü adım adım yaşamak bana nasip oluyor. Evet, son nefesini de yanımda veriyor. Yaşadığım en muazzam hüzün bu oluyor. Onunla geçirdiğim her an sayfalarca kaleme dökülüyor ama yetmiyor, doyamıyorum onu anlatmaya. Onu yaşatmak bu değil, biliyorum. Onu ölümsüz kılan anıları değil, düşünceleri; bunu da biliyorum... Düşüncelerinin sonsuza dek yaşaması için dua ediyorum ve sadece buna adıyorum hayatımın geri kalanını... Ömrümün son döneminin yaklaştığını hissettiğimde Mustafa’yla çocukluğumuzu geçirdiğimiz yere Selanik’e dönüyorum. Sokaklar, kaldırımlar da yaşlanmış ve hüzünlü, ağaçlar narin bir uğultuyla ağıt yakıyor, Ata’nın yokluğunu derinden hissettiklerini anlatmaya çabalarcasına. Çocukluğumuzun geçtiği güzel evler dimdik ayakta; içlerinde Mustafa Kemal’in anılarını taşıdıkları için ayrı bir güçle direniyorlar sanki yıllara. Ölümünden sonraki 72. yılda bir başkent Ata’sına ancak bu kadar sahip çıkabilirdi herhalde. O’nu tüm Anıtkabir’de her taşın yanında, her çiçeğin yaprağında hissedebiliyorsunuz. Kitap kenarlarına aldığı notlarda bile bir kere daha anlayıp yaşatıyorsunuz onu. Ve görüyorsunuz ölümsüzlük kelimesinin nasıl anlam bulduğunu orada. “İşte bunun içindi onun tüm hayatı” diyor ve tekrar gülümsüyorum mozoleden dönerken güneşe doğru. Ve biliyorum, güneş değil benim gülümsediğim aslında, bizi bugüne getiren ve varlığını her zaman hissettiren Ata’mın gülümseyişi o. Pelin ŞENAY BASINDA HÜDİL 7 Bölge 7 Okulda HÜDİL Sosyal sorumluluk bilinci yüksek, çevresindeki ihtiyaçlara duyarlı, sorunların farkında olan ve bunların çözümüne yönelik fikir üreten HÜDİL ve Hacettepe Üniversitesi öğrencileri “7 Bölge 7 Okulda HÜDİL” Projesi ile yurdumuzun her bölgesinde bulunan çocuklara destek vermeyi amaçlamaktadır. Yerel ve ulusal gazetelerle pek çok haber sitesinde konuyla ilgili haberler yayımlanmıştır. 31 32
Benzer belgeler
hüdil - Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Ziyat Akkoyunlu ile Söyleşi s. 9
Türkçenin Gücü II s. 2
Nevruz s. 6
ilkSAYIMIZ - Hacettepe Üniversitesi
Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, kullanıcıları dile ne kadar gönül
verir ve onu ne kadar yetkin kullanırlarsa dilin o oranda
güçleneceğini söyledi ve forumda konuşmacıların çeşitli
alanlarda Türkçenin gü...