hüdil - Hacettepe Üniversitesi
Transkript
hüdil - Hacettepe Üniversitesi
HÜDİL Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Edebiyat Fakültesi D Kapısı 06530 Beytepe/Ankara Tel: (312) 297 83 50 - 51 Belgeç: (312) 297 83 51 E-Posta: [email protected] www.hudil.hacettepe.edu.tr HÜDİL At Başlı Keman Sayfa: 4 Nazlı Eray ile Söyleşi Sayfa: 6 Dil Suçları Sayfa: 13 Irk Bitig Sayfa: 16 Yaratıcı Yazarlarımız Sayfa: 31 Bahar 2010 2 HÜDİL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi Adına Prof. Dr. Ülkü ÇELİK ŞAVK Yayın Kurulu Dr. Elif AYAN Asuman BAYRAM Dr. Hiclâl DEMİR Faik Utkan DENİZER Hafize ŞAHİN Canan ÖKTEMGİL TURGUT Dergi ve Kapak Tasarımı Emre ALKAÇ www.emrealkac.com HÜDİL üç ayda bir yayımlanan yerel süreli dergidir. Basım Evi ÖNCÜ BASIMEVİ Kazım Karabekir Cad. 85/2 İskitler / ANKARA Tel. 0312 384 31 20 Basım Tarihi 5 Mayıs 2010 Yazışma Adresi Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) 06800 Beytepe/ANKARA Genel Ağ Sayfası www.hudil.hacettepe.edu.tr E-Posta [email protected] HÜDİL’de hareketli günler devam ediyor. Bir taraftan yapılanma çalışmalarını tamamlamaya çalışırken, diğer taraftan heyecanla dergimizin 2. sayısını hazırladık. Bu sayıda Merkez elemanlarının sizlerle birçok şeyi paylaşma arzularını hissedeceksiniz; çünkü farklı amaçlarla ve farklı konularda hazırlanmış yazılar, sizin her birinize ilginiz ve beklentiniz doğrultusunda ulaşabilme isteğiyle biçimlendi. Kısa zamanda öyle güzel çalışmalar gerçekleştirildi ki, bunların bazılarına derginin sayfa sınırlaması nedeni ile yer verilemedi. Ancak bu durum onların değerlendirilmediği biçiminde anlaşılmamalı. Dergiye alamadığımız veya daha kısa sürede sizlere ulaştırmak istediğimiz çalışmalarımız, Merkezimizin genel ağ sayfasında yer almakta. Bunlara, dilediğiniz zaman ulaşabilirsiniz. HÜDİL dergisi üç ayda bir, www.hudil.hacettepe.edu.tr sayfası her an hizmetinizde. Ülkü Çelik Şavk İçindekiler Basında HÜDİL Etkinlikler 6. Türkçe Konuşma Yarışması Nazlı Eray ile Söyleşi Haberler Türkçenin Gücü’nün Ardından Projelerimiz Edebiyat Dünyamızdan Dil Suçları Türkçenin Tarihinden Irk Bitig Deyimler Şarkılara Söz Veren Şiirler Kıyafetnameler 2 3 4 6 8 10 13 16 18 19 23 Önerdiklerimiz 25 26 28 30 Dergide kullanılan görsellerin bir kısmı genel erişime açık web sitelerinden alınmıştır, yaratıcılarına teşekkür ederiz. Diğer görsel ve içeriklerin izinsiz kullanımı yasaktır. Dil Kâfirleri - Konuşturan Sözlük DİL Deneme Dilde Kirliliğin Kaynakları HÜDİL Yabancılar İçin Türkçe Öğrencilerimizden 1 Basında HÜDİL 2 Orhon Vadisi Anıtlarını Yeniden Yorumlamak Temalı Taş Heykel Çalıştayı (10-27 Mayıs 2010) Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü ve Türk Dil Kurumu işbirliği ile 26-29 Mayıs 2010 tarihleri arasında düzenlenecek 3. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları kapsamında 10-27 Mayıs 2010 tarihleri arasında Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesinde Orhon Vadisi Anıtlarını Yeniden Yorumlamak temalı bir Heykel Çalıştayı düzenlenecektir. Bu Çalıştay’da çeşitli Türk Cumhuriyetlerinden gelecek 8 heykeltıraş ile Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümünden katılacak 2 heykeltıraş Orhon Vadisinde yer alan anıt, heykel, balbal vb. eserleri çağdaş bir yorumla yeniden oluşturacaklardır. Ortaya çıkan yapıtlar Hacettepe Üniversitesi Beytepe Yerleşkesinde kalıcı olarak sergilenecektir. Çalıştay ile ilgili tüm ayrıntılar www.orhondan21yuzyila.hacettepe.edu.tr ağ erişim adresinde yer almaktadır. At Başlı Keman 2009 yılının ilk aylarında Moğolistan’da kazı yapan bir Alman arkeoloji heyetinin at başlı bir keman bulduğu duyuruldu. Söz konusu kemanın önemi, üzerinde eski Türk runik yazısı ile yazılmış kısa bir metin bulunmasıdır. Orhon Türklerinden kalan bu müzik aleti eski Türk kültür hayatı ile ilgili somut bir örnek olması bakımından son derece önemlidir. Hacettepe Üniversitesi Türklük Araştırmaları Enstitüsünün 12 Mart 2009 tarihinde düzenlediği konferansa konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Semih Tezcan, at başlı keman ile ilgili haberi dinleyicilerle paylaşmıştır.* Fotoğrafta görülen at başlı keman ise yeni bir Moğol kemanıdır. * Prof. Dr. Semih Tezcan, “8. yy’da Kuzey Afganistan’da Halaç Prensesleri - Günümüzde Orta İran’da Halaçlar ve Dilleri”, 12 Mart 2009, Yer: Edebiyat Fakültesi Tiyatro ve Konferans Salonu. 4 TRT ile anlaşmaya varan Euronews 2010`un Ocak ayından itibaren Türkçe yayına başlıyor. Euronews 121 ülkeden izleniyor. TRT ile anlaşmaya varan Euronews 2010’un Ocak ayından itibaren Türkçe yayına başlıyor. Euronews 121 ülkeden izleniyor. TÜRKÇE yayına başlıyor! sibinde tüm ülkelerde aynı görüntüler kullanılırken bölgelere göre yayın dili değişiyor. TRT, Türkiye sınırlarında Türkçe yayını üstlenirken Euronews bu yayınları uydu Aralarında İngilizce, Fransızca, aracılığıyla tüm dünyaya ulaştıracak. Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rusça ve Arapçanın 2008’de 50 milyon Euro cirosu olan bulunduğu 8 farklı dilde yayın yapan kanalın finansmanı yüzde 40 devlet Euronews’e Türkçenin de eklenmesi yardımları, yüzde 60 reklam geliriçin Türkiye uzun süredir uğraş veri- leriyle sağlanıyor. Anlaşma sayeyordu. sinde TRT, Euronews’in hissedarları arasına katılıyor. Türkiye’nin Avrupa açılımı yönünde önemli bir sinyal olan Euronews-TRT anlaşmasının, müzakere sürecine de artı değer katması bekleniyor. Euronews’in yayın pren- 121 ÜLKEDE İZLENİYOR Euronews, dünya haberlerini Avrupa perspektifinden yansıtarak 121 ülkede ortalama 190 milyon kişiye ulaştırıyor. 1992`den bu yana yayında olan kanalın merkezi Lyon’da bulunuyor. Kablolu TV ve internet üzerinden izlenebilecek Türkçe kanalda haber, ekonomi, finans, kültür ve özel bülten programlarına yer verilecek. Yurtdışında yaşayan gurbetçi Türkler Euronews’i 2010’dan itibaren Türkçe takip edebilecek. Kaynak: HaberX TÜBA’DAN TÜRKÇEYE BÜYÜK HİZMET Türkiye Bilimler Akademisi, uluslararası standartlarda Türkçe üniversite ders kitapları yazılmasını ya da yabancı bir dilde yazılmış ders kitaplarının en iyi örneklerinin düzgün, anlaşılır ve güzel Türkçe kullanılarak dilimize kazandırılmasını özendirmek amacıyla 2008 yılında bir ödül programı başlatmıştır. “TÜBA Telif ve Çeviri Eser Ödülleri”, üniversitelerde okutulan lisans düzeyinde Türkçe ders kitabı yazan ya da bu düzeydeki ders kitaplarını Türkçeye çeviren yazarlara verilmektedir. zamanda, uzun zamandır ihmal edilmiş olan bilim dilimizin Türkçeleşmesine de büyük katkıda bulunacaktır. TÜBA yetkililerini bu çalışmalarından dolayı kutluyor ve bir dilin anlatım olanaklarını artıran en büyük etkenin edebiyat olduğu gerçeğinden yola çıkarak TÜBA’nın dilimize ve eğitimimize yaptığı hizmetlerin devamı niteliğinde olacağını düşündüğümüz “TÜBA Edebiyat Ödülleri”nin de önümüzdeki yıllarda verilmesini umut ediyoruz. TÜBA, 2002 yılında başlattığı “Üniversite Ders Kitapları Pogramı” çerçevesinde yabancı dillerde yazılmış ve yurtdışındaki saygın üniversitelerde okutulan ders kitaplarının Türkçeye çevrilmesi ve böylece özellikle eğitimin Türkçe yapıldığı üniversitelerin nitelikli ders kitabı ihtiyacının karşılanması amacıyla “Yabancı Ders Kitaplarının Türkçeye Çevirisi Projesi”ni hayata geçirmişti. Bu proje çerçevesinde önemli eserler dilimize çevrilmişti. 2009 yılında Doğa, Mühendislik, Sağlık Bilimleri ve Sosyal Bilimler alanında “TÜBA Üniversite Ders Kitapları Telif ve Çeviri Eser Ödülleri”ni kazananların listesine http://www.tuba.gov.tr adresinden ulaşılabilr. Hem bu proje hem de bu projeyi canlandıran “TÜBA Telif ve Çeviri Eser Ödülleri” programı, sadece üniversitelerin nitelikli ders kitabı ihtiyacını karşılamayacak; aynı Canan ÖKTEMGİL TURGUT [email protected] 5 “BÜYÜLÜ GERÇEKÇİLİĞİN TÜLLERİ VE TILSIMI…” Hacettepe Üniversitesi Hidrojeoloji Mühendisliği 1. sınıf öğrencisi Yasemin Taşçı, 30 Aralık 2009 tarihinde Türk öykücülüğünün önemli isimlerinden Nazlı Eray ile bir söyleşi yaptı. Yazarın edebî yaşamı, eserleri ve Türkçe hakkındaki görüşlerinin yer aldığı bu söyleşiyi, tüm okurlarımızın ilgisini çekeceğini düşünerek yayımlıyoruz. 1. İlk eserinizi yazarken özellikle örnek aldığınız bir 2. Eserlerinizi yazmadan önce nasıl araştırmalar yazar veya etkilendiğiniz bir eser var mı? yaparsınız? İlk eserimi yazarken örnek aldığım bir yazar veya etkilendiğim eser olduğunu sanmıyorum, çünkü beni çok meşhur eden öyküm “Monte Kristo”yu 16 yaşında yazdım. O zaman ortaokul öğrencisiydim; ama çok okuyan, hayal gücü çok geniş bir öğrenciydim. Fransız klasiklerini, Rus klasiklerini okuyordum; ama benim hikâyem “Monte Kristo” bunların hiçbirine benzemiyordu. Başka yazarlardan ve eserlerden beslendiğimi söyleyebilirim belki. Eserlerimi yazmadan önce bazen çok derin araştırmalar yaparım. Eğer yazdığım roman bir kişinin yaşam öyküsüyle örtüşüyorsa, bir hayatsa… Mesela Stalin’in, Eva Peron’un hayatını yazdım. Bunları yazarken okura verdiğim gerçeklerin birebir doğru olması lazım. Onun için yurtdışından bile kitaplar getirtip uzun süre onları okudum. Âdeta çalışıyorum. Ondan sonra onların hepsini bırakıyorum, unutuyorum ve kendi yazma stilimde, bir roman şeklinde esere başlıyorum; fakat tabiî eserde anlattıklarım birebir gerçeğe uygun ama büyülü gerçekçiliğin tülleri ve tılsımı içinde. NAZLI ERAY 3. Sizin de severek okuduğunuz yazarlar var mı? Olmaz olur mu, pek çok var. Gabriel Garcie Marquez’i ve bütün Amerikalı oyun yazarlarını severim. Sait Faik’i, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Sevim Burak’ı da çok severim. Sevim Burak çok tanınmıyor, 1982’de onu kaybettik. Belki Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi oyun yazarlarından biridir, fantastik gerçekçiliğin anasıdır, diyebiliriz. Şairleri de severim. 4. Türkçe Sözlük’ü kullanıyor musunuz? Hiç kullanmam. Hayatımda hiç Türkçe Sözlük’üm olmadı. Romanı yazarken kelimeler zaten yuvarlanır, benim içimden kâğıda akar. Eğer durup da Türkçe Sözlük kullanacak yavaşlıkta yazarsam zaten ben o hızı yakalayamam. 5. Eserlerinizde dili kullanırken nelere dikkat ediyorsunuz? Dilin çok arı, pürüzsüz, temiz, çok anlaşılır olmasına dikkat ederim. Yani bir çocuk da yetişkin de benim kitabımı aldığı zaman okuyabilmeli, belirli bir kültürdeki insan da onu okuyabilmeli. Onu çevirmek isteyecek olan bir Amerikalı veya Fransız da onu anlayabilmeli. Bunlara çok dikkat ederim. Aslında bu benim kullandığım her zamanki dildir. Konuşma diline çok yakındır. Yani artık 35 kitapta alışageldik bir durumdur bu. Dilin iyi olması çok önemlidir. Kötü bir dil, kötü bir anlatım, bütün romanı bozabilir. Dildeki bir pürüz, çok şık bir bayanın tırnak ojesinin bozuk olması gibi hemen göze çarpar. O romanın bütün havasını, bütün profesyonelliğini küçücük bir kıymık bile bozabilir. 6 Söyleşi 6. Hangi eserinizin sinemaya ya da tiyatroya uyarlanmasını isterdiniz? Siz hangi karakteri bu filmde ya da tiyatroda canlandırmak isterdiniz? Aşk Artık Burada Oturmuyor adlı romanımın uyarlanmasını isterdim ki nitekim uyarlandı. Londra’da genç bir sinema öğrencisi Covent Garden’da uyarlamış. O yıllarda o bana ulaştı. Bir de TRT için dizi yapılmıştı. O da enteresandı, fakat yeniden çevrilmesini isterim. Aşk Artık Burada Oturmuyor ve İmparator Çay Bahçesi olabilir. Görselliğe çok yatkın romanlarım var, ayıramıyorum; hepsi olabilir. Arzu Sapağında İnecek Var ve Aşk Artık Burada Oturmuyor romanlarımdaki anlatıcı kızı da oynamak isterdim. 7. Gençlerin edebiyata ilgisi nasıl sizce? Gençlerin edebiyata ilgisi hiç de fena değil. Bu, okuluna ve öğretmenine göre değişiyor. Okullara imza gününe gittiğimden biliyorum. Eğer bir öğretmen ilgileniyorsa ve gençlere doğru yolu gösteriyorsa gençler mutlaka okuyorlar. Ama gençleri okumaktan alıkoyan pek çok renkli şey var dünyamızda. Onun için de onları yönlendirmek gerekiyor. 8. Yabancı dillerden Türkçeye giren sözcüklere nasıl bakıyorsunuz? Yabancı dillerden Türkçeye giren sözcükleri hiç kullanmamaya özen gösteririm. Bazen sokakta veya bir kasabada, şehirde dolaşırken “Hello Pastanesi”, “Bonjour Kırtasiye” gibi isimler görünce canım sıkılır. Niye onlar Türkçe değil diye. Olmaması gerekir. 9. Yeni çocuk kitaplarınız da çıktı. Bunlar hangileri? Ne zaman yazdınız? Evet, son bir yıl içinde yazdım bu çocuk kitaplarını. Sana isimlerini de söyleyeyim. Gece Çiçeği İstanbul, Freş Apartmanının Esrarı, Naz ve Köşkteki Vampir, Naz ve Büyülü Bahçe. Bir tane daha çıkacak, yani beş tane çocuk ve gençlik kitabım olmuş olacak. Bu hayatımın en güzel serüveni. Sanki içimde bir vana buldum, o vanayı açtım ve dışarı böyle bir şey fışkırdı. Bu kitaplar benim çocukluğum, mutluluğum, çok çocukluğu ve ilk gençliği yeniden sevdiğim yıllar… yaşamak olayı oluyor ki bu çok Bu çocuk ve gençlik kitaplarını zevkli. yayımlanan haftalık bir televizyon programında ben de yer alıyorum. Şimdilik gayet iyi gidiyor. İzleyicilerden çok olumlu tepkiler alıyoruz ve biz on kadın aramızda dost olduk, öyle bir dayanışma da var. On değişik meslekten on kadın bir konuyu tartışıyoruz. yazarken o yıllara dönüyorum. Çocuk kitabında da erişkin 10. Televizyon programınız nasıl kitabında da benim için aynı, ya- gidiyor? zarken yaşıyorum. Bu da On Kadın isimli NTV’de her cuma 7 TÜRKÇENİN GÜCÜ’NÜN ARDINDAN Dr. Hiclâl DEMİR [email protected] Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezinin (HÜDİL) ilk etkinliği, Hacettepe Üniversitesi Türkçe Topluluğunun da katkılarıyla 3 Aralık 2009 Perşembe günü Mehmet Akif Ersoy Salonunda gerçekleştirildi. İki oturumdan oluşan forumun açış konuşmalarını HÜDİL Müdürü Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk, Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın ve Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Uğur Erdener yaptılar. Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk konuşmasında HÜDİL’i tanıtarak Merkezin iki temel amacı olduğunu belirtti: Ana dili Türkçe olan öğrencilere Türkçeyi etkin kullanma becerisi kazandırmak ve üniversitedeki yabancı öğrencilere Türkçeyi öğretmek. Bu temel amaçların yanında Merkezin, projeler üretmek, dergi yayımlamak, verilen dersler için kitap hazırlamak gibi çalışmaları olduğunu da ifade etti. Daha sonra kürsüye gelen Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halûk Akalın, tarihin derinliklerine kadar inen Türkçenin bugün 35 ülkede, 220 milyon konuşuruyla sınır aşan bir dil olduğunu söyledi. Eklemeli bir dil olmasının Türkçenin en önemli güç kaynağı olduğuna değinen Akalın, Türkçenin dünya dillerine katkıda bulunmuş ender dillerden olduğunu da sözlerine ekledi. Hacettepe Üniversitesi Rektörü Uğur Erdener ise gençlerin, özellikle akademik yolda ilerleyenlerin en az bir yabancı dil bildiğini ancak Türkçeyi etkin bir şekilde kullanamadıklarını, bu nedenle Merkezin Hacettepe Üniversite için çok önemli olduğunu belirtti. Forumun I. oturumunun konuşmacıları Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, Prof. Dr. Aydın Köksal ve Prof. Dr. Alemdar Yalçın’dı. İlk konuşmacı olan Prof. Dr. Zeynep Korkmaz, “Türkçe Nasıl Bir Dildir?” başlıklı konuşmasında, böyle bir soruyu yanıtlayabilmek için üç temel noktaya bakmak gerektiğini söyledi: Türk dilinin yayılma alanları, derinliği ve sistem yapısı. Türkçenin 5 kıtaya yayılarak 20’den fazla lehçe ve yazı dili oluşturduğunu söyleyen Korkmaz, Türk dilinin derinliğinin MÖ 3000 yılına kadar götürülebildiğini vurguladı. Daha sonra Türkçenin ses yapısı, vurgu ve tonlama, şekil bilgisi, türetme ve anlam özelliklerini örneklerle açıkladı. Sabah oturumunun ikinci konuşmacısı Prof. Dr. Aydın Köksal, “Bilim Dili Olarak Türkçenin Gücü” başlıklı konuşmasında, Türkçenin yetkin bir bilim dili olduğunu ve Türkçedeki kelimelerin matematiksel olarak çözümlenebildiğini belirtti. 45 yıllık meslek yaşamının bilişim terimlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla geçtiğini, türettiği “veri, iletişim, donanım, yazılım” gibi 2500 sözcüğün hepsinin benimsendiğini söyleyen Köksal, Türkçenin ne denli yetkin bir bilim dili olduğunu yaşayarak gördüğünü ifade etti. Bugün, dünyanın önde gelen bilişim sistemleri üretme teknolojilerinden birine sahip olduğumuzu belirten Köksal, “Eğer Türkçeye yaslanmasaydık ve ana dilimiz bu kadar güçlü olmasaydı başarılı olamazdık.” dedi. Bilim dili olarak Türkçenin yükseleceğini sözlerine ekleyen Köksal, “Böyle saydam bir dili olan ulusun Türkçeyi uygarlık 8 yolunda bilim dili olarak kullanmayacağını düşünmek mümkün değildir.” sözleriyle konuşmasını tamamladı. Sabah oturumunun son konuşmacısı olan Prof. Dr. Alemdar Yalçın’ın konuşma başlığı “Türkülerde ve Pop Müzik Sözlerinde Türkçenin Kullanımı” idi. Türküler ile pop müziğin yapısı arasındaki benzerlik ve farklılıklardan yola çıkıp Türkçenin gücünün hangisinde daha belirgin olduğunu örneklerle açıkladı. İlk olarak türkülerden örnekler veren Yalçın, türkülerin ortak özellikleri olan yoğunlaştırma, bağdaşıklık, tutarlık, eksilti, bütünsellik ve anlamca derinliğin, türkülerde verilen mesajın beyinde olumlu etki yaratmasını sağladığını söyledi. Daha sonra pop müzikten bazı örnekler vererek bu eserlerde anlamca tutarlık, dörtlükler arasında bağlantı ve zıtlıkta tutarlık olmadığını belirtti. Bu pop müzik parçalarının, dil bilincinin ve müzik zevkinin hızla geliştiği 12-18 yaş arası gençler tarafından dinlendiğini ve bilimsel olarak bakıldığında müziğin, beynin sağ alt yarısına, sözün ise sol ön yarısına yerleştiğini belirten Yalçın, bu şarkıların dili beynin sol yarısında bulunan mantık, ilgi, tutarlık ve bağdaşıklığın oluşmasını engellediğini söyledi. Sonuçta, bir beyin rahatsızlığı olan afazinin, toplumsal afazik bir duruma dönüştüğünü, bu nedenle türkülerle nitelikli popun gündemde tutulması gerektiğini vurguladı. Forumun II. oturumuna konuşmacı olarak Prof. Dr. Erendiz Atasü, Prof. Dr. Perihan Çağlar, Dr. Mustafa Şerif Onaran ve Şener Mete katıldılar. Bu oturumun ilk konuşmacısı Prof. Dr. Erendiz Atasü “Türkçenin Saklı Olanakları” başlıklı konuşmasında, Türkçenin macerasının hem ilginç hem de hazin olduğunu söyledi. Saltanat yıllarında Karamanoğlu Mehmet Bey dışında Türkçeye sahip çıkan olmadığını belirten Atasü, buna rağmen Türkçenin saz şairleri sayesinde bu topraklara kök saldığını vurguladı. Türkçenin iki gücü olduğunu belirten Atasü’ye göre bu güçlerden ilki, onun şiirsel olması, benzetme kurmaya uygun olması, diğeri ise sözcük sırası değiştirilerek cümlede anlam farkı yaratılabilmesidir. Atasü, bir dili edebiyatın yaşatacağını ancak bilim ve felsefenin geliştireceğini söyledi. Yabancı dilde eğitime de değinerek kişinin kendi dilinde cümle kurmaktan vazgeçince kendi dilinde düşünmekten de vazgeçeceğini vurguladı. Dilin yanlış ve eksik kullanılmasının, insan yaşamını birebir etkileyeceğini belirten Atasü, gençlerden televizyon ve radyolardaki bozuk konuşmaları dinlememelerini istedi. Öğleden sonraki oturumun ikinci konuşmacısı Prof. Dr. Perihan Çağlar, “Türkçe Makalelerde Türkçenin Gücü” başlıklı konuşmasında, ülkemizde yayımlanan bilimsel makaleler, bu makalelerin dil özellikleri, Türkçe yayınlara ilginin arttırılması ve çözüm önerileri üzerinde durdu. Ülkemizde ULAKBİM’in desteğiyle uluslararası kabul gören süreli yayın grubuna giren 72 yayın olduğunu, bunların sadece 26’sının dilinin Türkçe, diğerlerinin İngilizce olduğunu belirten Çağlar, bu durumun dilimize güvensizliğin bir göstergesi olduğunu söyledi. Fen bilimleri, sosyal bilimler ve tıp alanlarında yazılmış makalelere bakıldığında en iç karartıcı durumun tıp makalelerinde olduğunu vurgulayan Çağlar, makalelerin özet kısımlarında bile çok sayıda yabancı terim olduğunu, bunların bir kısmının Türkçe karşılığı olduğu halde (materyal-gereç, metot-yöntem gibi) yabancılarının tercih edildiğini belirtti. Yabancı dilde eğitim ve yayın dili olarak Türkçeyi kullanmamanın; zayıflayan ulus bilinci, toplumun kendine ve diline güveninin azalması, Türkçenin zayıflaması ve önemini yitirmesi, zor anlaşılan yayınlar gibi toplumsal sakıncalara yol açabileceğini belirten Çağlar, çözüm önerileri üzerinde de durdu. Bu önerilerden bazıları şunlardı: Kullanılan Türkçe terimlerin yaygınlaşması için farklı bilimlere ait terim sözlükleri hazırlanmalı ve bunlara kolaylıkla ulaşılmalı; bilim dalları arasında eş güdüm sağlanmalı, aynı terim farklı bilim dallarında farklı kavramla karşılanmamalı; bilgisayarlarda kullanılan yazım denetimi sözlükleri dikkatli hazırlanmalı ve bunların TDK Yazım Kılavuzu’na uygunluğu denetlenmeli. Oturumun üçüncü konuşmacısı Dr. Mustafa Şerif Onaran “Türkçenin Gücünü Şiirde Sınamak” başlıklı konuşmasında, Yunus Emre, Nazım Hikmet, Cahit Külebi ve özellikle Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Türkçe duyarlılıklarına değinerek şiirlerinde Türkçenin gücünün yarattığı etkiyi vurguladı. 13. yy’da Yunus Emre’nin dili işlenebilseydi Türkçenin gelişmesinin daha kolay olacağını belirten Onaran, eski sözcüklerin anı yükünden, çağrışım gücünden yararlanarak şiirinin etkili olacağına inanan şairlerin olduğunu söyledi ve Fazıl Hüsnü’nün “Ozan sözcüklerle görür.” sözünü hatırlattı. Hiçbir dilin gökten inmediğini, dili oluşturanın insanın yaratıcı gücü olduğunu söyleyen Onaran, sözlüklerde yer alan yeni bir sözcüğün çıplak sayıldığını; onu şiirde, öyküde, romanda kullanarak anlam kazandırmanın edebiyatçının işi olduğunu vurguladı. Dr. Mustafa Şerif Onaran, Fazıl Hüsnü’nün kendi şiir dili hakkında söylediği şu sözleri de hatırlattı: “Eskiden yayımlanmış yapıtlarımda bile olabildiğince sözcük değiştirmesi yapıyorsam, 1959’dan, ‘Türkçe Katında Yaşamak’ şiirinden beri yalnızca Türkçe sözcüklerle yazıyorsam, Türkçenin suç bağışlamaz egemenliğindendir. Biz ayrımına varmasak bile Türkçedir egemen olan.” Nice genç ozanın eski sözcüklere sığındığı dönemde Dağlarca’nın Türkçenin gücüne inanan öncü bir şair olduğunu belirten Onaran, onun uslanmaz bir sabırla 50 yıl Türkçenin gücünü şiirde sınamayı sürdürdüğünü ve çağdaş Türk şiirinde yeni bir şiir dili oluşmuşsa bunda Dağlarca’nın etkisinin unutulmaması gerektiğini vurguladı. Türkçenin gücünü edebiyatta, özellikle şiirde sınamak gerektiğini belirten Onaran, yeryüzünün en eski dillerinden olan Türkçenin o zaman ölümsüz bir güç kazanacağını belirterek konuşmasını tamamladı. II. oturumun son konuşmacısı Şener Mete’nin konuşma başlığı “Türkçenin Sesleri” idi. Sunuculuk ve spikerliğin uzun süreli bir eğitim ve yılların tecrübesiyle elde edilen bir söz sanatçılığı olduğunu belirten Mete, bunun için düzgün bir diksiyona sahip olmak gerektiğini vurguladı. Güzel konuşmanın temelinin sesleri bilmekten geçtiğini, Türkçenin genellikle -her zaman değil- yazıldığı gibi okunduğunu belirtti. Daha sonra, Türkçedeki sesleri örneklerle açıklayan Mete, bazı konularda önemli açıklamalar yaptı. Örneğin “ğ”nin okunmayacağına dair kimsenin kesin görüşler ileri sürmemesi gerektiğini, bazı kelimelerde “ğ”nin çıktığını belirtti. Bu sesin “ağ”, “yağ”, “sağ” gibi tek heceli kelimelerde ve çok heceli kelimelerin sonlarında “debbağ” gibi usulüne uygun bir şekilde söylenmesi gerektiğini vurguladı. Yine, yıllar önce öğretilen açık ve kapalı “e” dışında Türkçede 5 ayrı “e” sesi olduğunu söyleyen Mete, “doğal e”, “açığa yatkın e”, “kapalıya yatkın e” seslerinin de dilimizde var olduğunu belirtti. Tüm bu özelliklerin, dilimiz kadar seslerimizin de yaşadığının göstergesi olduğun vurguladı. Şener Mete konuşmasının sonunda, Türkçenin grameri konusunda önemli çalışmalar yapan bilim adamları ve üniversitelerin dilimizin ses ve konuşmaya yönelik kapısını yani diksiyonu da aralamaları gerektiğini, çünkü Türkçenin seslerinin çok yavaş da olsa kaybolmaya yüz tuttuğunu belirtti. Forumun sonunda değerlendirme konuşması yapacak olan Prof. Dr. Doğan Aksan geçirdiği ameliyat nedeniyle bu etkinliğe katılamadı. Forum, dinleyicilerin katkıları, soruları ve bunlara verilen yanıtların ardından Hacettepe Üniversitesi Dil Öğretimi Uygulama ve Araştırma Merkezi (HÜDİL) Müdürü Prof. Dr. Ülkü Çelik Şavk tarafından konuşmacılara katılım belgesi verilmesiyle sona erdi. 9 HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ ONKOLOJİ HASTANESİ PROJESİ Hüzün, sevinç, acı, neşe, üzüntü, mutluluk, istek- jemizin başarılı olmaya başladığını keşfetmiştik. sizlik, cesaret, kaybolan çocukluk, yeşeren yep- yeni duygular... Bir çocuğun yüzüne baktığınızda bu 20 Ocak Çarşamba günü Fen Bilgisi Öğretmenliği 2. duygulardan kaç tanesini görebilirsiniz? Birkaç tanesi şubeden Gizem Yavuz, Ece Karatez, Özlem Karagöz mi? Peki ya hepsi varsa… ve Kumru Keskinsoy arkadaşlarımız çocukları ziyaret ettiler. Hastanede herhangi bir sorunla Bir yıl önce gönüllü sınıf projesi olarak karşılaşmadıklarını ve bazı çocukların çok neşeli oluşturduğumuz projemizi bu yıl daha geniş kapsam- olduğunu söylediler. da devam ettiriyoruz. Farklı bölümlerden farklı gruplarla her hafta hastanedeki çocukları ziyarete 27 Ocak 2010 tarihinde Fen Bilgisi Öğretmenliği 1. gidiyoruz. Bu projeye ilk başladığımızda amacımız şubeden Gülsüm Güler, Elif Sida Çarboğa, Fazilet çocuklara ve ailelerine destek olmak, onlarla iyi Baysal ve Yeşim Bayram arkadaşlarımızla birlikte hasvakit geçirmek ve onların hayatına renk getirecek taneye gittik. Hastanede Başhemşire Deniz Hanım’la değişik aktiviteler yapmaktı. Fakat asıl “değişim”in konuştuk ve bize her şeyin yolunda olduğunu söyledi. bizlerden başlayacağını bilmiyorduk. Hastaneye ilk ziyaretimizde hepimiz çok etkilenmiştik. Çocukların hareketleri, bakışları, sağlık durumları hepimizi çok şaşırtmıştı. Adı üstünde “çocuk” diyorduk biz. Fakat onlar bir çocuktan farklı olarak bazı gerçeklerle çok erken tanışmışlardı. Gözlerindeki ışıltıyı, yüreklerindeki heyecanı alıp götürecek gerçekler… İşte, biz bu durumu fark ettiğimizde öncelikle kendimizi toparlamaya sonra da onları yüreklendirmek ve neşelendirmek için yeni bir şeyler yapmaya karar verdik. 30 Aralık 2009 tarihinde ben, Sevtap Yılmaz, Gülden Çanakcı ve Esra Kır arkadaşımız çocukların yeni yıllarını kutlamak amacıyla hastaneye gittik, Artık projemizin hedefine ulaştığından emindik. onlara kendi ürettiğimiz hediyeleri götürdük. Bir Hastaneye periyodik ziyaretlerimizden çocuklar da çocuğa hediye verildiğinde o çocuk heyecanla pake- hoşlanmaya başlamışlardı. Arkadaşlarımız da hastini açar, içindekini merak eder. Ama bu çocuklarda taneden memnun ayrıldılar. o heyecan ne yazık ki yoktu. Kimisi hediyesini açmak için yardım istedi, kimisi ise hiç açmadı… On- 3 Şubat 2010 tarihinde Okul Öncesi Öğretmenliği lardan çok aileleri seviniyordu ziyaretimize. Bu du- Bölümünden Büşra Elmas, Şerife Mak ve Pakize rum bizi biraz üzmüştü fakat onlara moral vermeyi Akkaya arkadaşlarımız çocukları ziyarete gittiler. Bu bırakmayacaktık... haftayı “kitap haftası” olarak belirlemiştik ve okul çağındaki tüm çocuklara hikâye kitapları hediye ettik. 6 Ocak 2010 tarihinde Okul Öncesi Öğretmenliği Yaşları daha küçük olanlar için de ufak hediyelerimiz Bölümünden Merve Güni, Rukiye Çetin, Gülsüm vardı. Ayaz ve Esra Aydın arkadaşlarımız hastaneye gittiler. Çocuklarla vakit geçirip fotoğraf çektirdiler. Bizler onlar için elimizden geleni yapıyoruz. Küçük Hasta sayısının bir önceki haftaya oranla arttığını ve yaştaki o çocukların yüzündeki hüznü bir parça sileçocukların hediyelere sevindiklerini söylediler. bilmek, biz yetişkinlerin görevi olmalıdır. Biz bu amaç için her yeni fikre açık olacağız. Bizlere yardım 15 Ocak 2010 tarihinde Fransız Dili Öğretmenliği etmek isteyen herkesi aramızda görmek istiyoruz. O Bölümünden İsmail Ünlü, İfakat Şahin, Gözde çocukların yükünü azaltmak, sıkıntılarını paylaşmak Yıldırım ve Emine Sürücü arkadaşlarımız hasta- ve belki de sadece yaşlarının verdiği duyguları neye ziyarete gittiler. Çocukların durumlarından et- yaşamalarını sağlamak için bir araya gelmeliyiz, ne kilendiklerini söylediler fakat herhangi bir sorun dersiniz? çıkmadığını ve çocukların hediyelere sevindiklerini Ezgi BAŞÇOBAN söylediler. Hastaneye bu 3. ziyaret haftamızda pro10 Onkoloji Projesi Sorumlusu Fransız Dili Öğretmenliği II. Sınıf Öğrencisi Dr. Yasemin Dinç KURT [email protected] Türk Dili Dersleri Birimi tarafından verilen derslerde yapılan öğrenci etkinlikleri ve projelerinden: ÖĞRENCİ ETKİNLİKLERİNDEN 1. Ankara Gezileri Eğitim Fakültesinin OKL, FBÖ, İMÖ, ADÖ, FDÖ bölümlerinde okuyan öğrencilerimiz daha önce Anıtkabir, Anadolu Medeniyetleri Müzesi, Kurtuluş Savaşı Müzesi, Cumhuriyet Müzesini ziyaret etmişler ve bu gezilerindeki duygularını yazıya dökmüşlerdi. Bu dönem de Etnografya Müzesi, Resim Heykel Müzesi, Ankara Kalesi ve civarı, Ankara Rahmi Koç Müzesi – Çengelhan, Mehmet Akif Ersoy Müzesi, Tren Garı Direksiyon Binası Atatürk Müzesi, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi, Gazi Üniversitesi Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi öğrencilerimizin büyük bir zevkle ziyaret ettikleri yerler arasında idi. Her hafta düzenli olarak gerçekleştirilen bu geziler, öğrencilerimizin kültürel mirasımızla ilgili duygularını ifade etmelerinin yanı sıra farklı bakış açıları kazanmalarında da bir hayli etkili oldu. 3. Öğrenci Yazıları Öğrencilerimize “Yazılı Anlatım” derslerinde gezdikleri yerlerle ilgili duygularını ve düşüncelerini paylaşmak üzere yazılar yazdırılmıştır. Bazı öğrencilerimiz “Foto Gezgin Gezi Yazısı Yarışması”na katılmışlardır. 4. Fotoğraf Çalışması Daha önce Türkçeye karşı duyarlılıklarını fotoğraflarla belgeleyen öğrencilerimizin bu dönemki fotoğraf çekme çalışmaları Türkiye’nin değişik yerlerindeki “Doğal Güzelliklerimiz” ve “Somut Olmayan Kültürel Miras” üzerine. Her öğrencimiz bu konuda künyesiyle birlikte en az beş fotoğraf hazırlamakta. Bu konularda yeni ve sağlıklı bakış açıları geliştirebilmeleri, ülkemizin zenginliklerinin farkına vararak paylaşabilmeleri için bu çalışmayı büyük bir zevkle sürdürmektedirler. 2. Konser, Tiyatro, Sinema, Sergi, Fuar Birimimizde her hafta ders dışında bir kültürel etkinlik planı uygulanmaktadır. Öğrencilerimiz, ilk olarak HÜ Senfoni Orkestrası konserine gitmiş, ardından Sunay Akın söyleşisine katılmışlardır. Bu dönem içerisinde Türk Sanat Müziği, Türk Halk Müziği konserlerine, Türk Dünyası Topluluğu müzik dinletilerine, halk oyunları gösterilerine gidilecektir. Her sınıfın bir tiyatro ve sinema sorumlusu vardır. Bu etkinliği zaman zaman kendi aralarında gerçekleştiren öğrencilerimizle birlikte bir tiyatro ve bir sinemaya gidilecektir. Daha önce de olduğu gibi çeşitli sergiler görülmeye devam edilecektir. Zaman zaman ülkemizden ve dünyadan farklı ürünlerin, şehirlerin tanıtıldığı fuarlar ve bunların yanı sıra kitap fuarı ziyaret edilecektir. 5. Gazete ve Dergi Tarama Derslerimizde Türkçe ile ilgili konular, kitaplar, yayınlar üzerine gazete ve dergilerde çıkan haberler de sınıfa getirilerek zaman yettiği ölçüde öğrencilerimizle paylaşılmaktadır. Böylece güncel haberlerden, yayınlardan ve etkinliklerden haberdar olma fırsatı sunulmaktadır. 11 ÖĞRENCİ PROJELERİNDEN 1. Öğrencilerimiz, bu kez Onkoloji Hastanesindeki ve köy okullarındaki çocuklar için çeşitli malzemeler ürettiler. Ürettiklerini kendi aralarında sergilediler. Üretme konusunda farklı düşünen bir grup arkadaşımız hastanedeki çocuklar için “Umut” adını verdikleri bir kuş aldılar. Hasta çocukların her geçen gün umutla bakacaklarını düşündükleri “Umut” ne yazık ki hastaneye gidip çocuklara umut olamadı; ancak öğrencilerimizin bakış açıları bizim için kayda değer bir umuttu. Öğrencilerimiz üretimin ve üretilenleri paylaşmanın önemini ve bu yolla da iletişimin gücünü kavradılar. 2. Üniversitemiz Onkoloji Hastanesinde tedavi görmekte olan çocuklarla ilgili proje, Üniversitemiz Onkoloji Hastanesi Başhekimliğine yazdığımız yazının cevabının gelmesi üzerine resmi bir nitelik kazanmış ve bu doğrultuda devam ettirilmiştir. Bu etkinlik çerçevesinde [email protected] adresi ile birleşen, haberleşen gönüllülerimiz; ara tatil dönemi de dahil olmak üzere bu projeyi yürüttüler ve haftalık çalışmalarını raporlarıyla bildirdiler. Her geçen gün ilginin ve duyarlılığın arttığı projemizi destekleyen Onkoloji Hastanesi Başhekimliği başta olmak üzere, HÜDİL Müdürlüğüne, Ezgi Başçoban’a, varlığıyla ve yüreğiyle bize destek olan sevgili öğrencilerimize teşekkür ederiz. 3. On yılı aşkın bir süredir öğrencilerimiz okudukları kitapları somut malzemelerle de tamamlayarak arkadaşlarıyla paylaşmaktadırlar. Bu çalışma çok farklı bakış açılarıyla birlikte yeni dikkatleri de beraberinde getirmiş, aynı zamanda öğrencilerimizin zihinlerden silinmeyen çalışmalar yapılmıştır. “Somuta baktığımız zaman hangi kitap olduğunu anlamalıyız.” cümlesi ilk yıllarda bazı yazarların da çok hoşuna gitmişti. Hatta birçok öğrencimiz bizzat yazarlara ulaşmak için uğraştı ve başardı. Resim, heykel, seramik, grafik, maket, el işleri ve yine öğrencilerimizin üretkenliği ile çeşitli şekillerde somut malzemeler ortaya konuldu. Derslerde hem araştırma hem de üretme eşliğinde öğrenmenin nasıl zevk hâline geldiğinin farkına varan örencilerimiz, mezun olurken dahi hâlâ bu projelerinden söz etmektedirler. Kendine güven, özveri, araştırma, bilgiye ulaşma, tasnif, değerlendirme ve sonunda -çoğu kez- başarı, öğrencilerimizin üniversite öğrencisi olduğunu ilk kez bu derslerde hissettiklerini ifade etmelerine neden olmaktadır. 12 DİL SUÇLARI Peyami Safa sonunda soru işareti kullanmak yasaktır. Hilâfına hareket... Ah şu Türkçemiz için de bir ceza kanunu olsa! Evvelâ 6. Bir yazarın kitabından veya makalesinden aynen noktalama suçlarını cezalandırmalıydı. iktibas edilmeyen parçaları giyme içine almak İşte bir tasarı: yasaktır. Hilâfına... 1. Kısa cümlelerde fâilden (özneden) sonra virgül koymak yasaktır. Hilâfına hareket edenler bir haftadan üç Böyle bir kanun çıksaydı, öyle sanıyorum ki, cezaya uğrayanların başında Edebiyat Fakültesi Ordinaryüs aya kadar hapis cezasiyle... Profesörleri, mâruf muharrirler, gazete sekreterleri 2. Tamamlayıcı bir cümlenin tâkib ettiği bir cümle bulunurdu. Ben de yakayı kurtarabileceğimden emin sona ermeden noktalı virgül koymak yasaktır. Hilâfına değilim. hareket edenler üç günden bir aya kadar... Hele dil, gramer, sentaks kusur ve suçları için bir ceza 3. Bir cümledeki fikrin zihinde devamını talep et- kanunu çıksaydı, okuma yazma bilenlerimizin hepsi meyen ibârelerde fâsıla noktaları kullanmak yasaktır. içeri girerdi. Dilimize karşı işlenen cinayetlerde hepimiz suç ortağıyız, arkadaşlar. Hilâfına hareket edenler bir haftadan... 4. Mektuplardaki hitap kelimelerinin sonunda virgül- (Milliyet, 1 Haziran 1955) den başka noktalama işareti, nidâ, noktalı virgül kul- Kaynak: lanmak yasaktır. Hilâfına hareket edenler... Peyami Safa (1999), Objektif: 1 Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca, 5. Cevabını zımnen ihtivâ eden soru cümlelerinin İstanbul: Ötüken, s. 171-172. NOKTALAMA BAHSİNDE İHMALLERİMİZ Muharrirlerimiz arasında noktalama yanlışı yapmaktan kurtulan birini görmedim. Kendimi istisna etmiyorum. Birçok yazılarımda, mânâ üstünde koyulaşan dikkatimin şekil üstünde azalması yüzünden noktalama ihmallerine düştüğümü sonradan görürüm. Bazen gazetelerdeki arkadaşlar, mürettipler ve musahhihler, unuttuğuma hükmederek yazımın içine lüzumsuz bulduğum virgüller atarlar, sorguları nidalara çevirirler veya bunun aksini yaparlar. Hepimiz yanlış noktalıyoruz. Kimimizde affolunmaz noktalama dalâletleri ve (manileri) var: “Ki” edatından evvel, lüzum olmadığı yerlerde de virgül yahut bu edattan sonra noktalı virgül koyanlar, sık sık ve rastgele fasıla noktalar atanlar, her “fakat” kelimesinden evvel biten bir kelimenin sonuna virgül koymaktan hoşlananlar, her failden şahıs ve işaret zamirinden sonra virgülün şart olduğunu sananlar ilh… pek çoktur. Noktalamanın da üslûp gibi, tavır ve eda gibi şahsiyet farikaları sezdiren hususiyetleri olabileceğini kabul etmeliyiz. Fakat bu serbestlik, noktalama disiplinini ortadan kaldıran bir serkeşliğe vardığı gün, lisan ve gramer ve imlâ anarşisi içinde bocalarız. Misal: Bugünkü halimiz. (…) (Tasvir-i Efkâr, 9 Şubat 1941) Kaynak: Peyami Safa (1999), Objektif: 1 Osmanlıca, Türkçe, Uydurmaca, İstanbul: Ötüken, s. 69. 13 14 ? 15 IRK BİTİG Canan AKKOYUNLU [email protected] Irk Bitig, Doğu Türkistan’da Uygurların hakim olduğu ve Uygur edebiyatının parlak devirlerini geçirdiği döneme aittir. 9. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilen bu eser Göktürk alfabesiyle yazılmış ve iyi korunmuş ender kitaplardan biridir. Irk Bitig, günümüz Türkçesi ile ‘Fal Kitabı ‘demektir. Eski Türklerin fal yöntemi üzerine bilgiler içeren bu yazma eser, Doğu Türkistan’daki Bin Buda Mağaraları’ndan getirilmiş olup şu an Londra’da British Museum Doğu Yazmaları Bölümünde 8212 numarada saklanmaktadır. Bu yazma eser ciltli olmayıp alt tarafından zamkla yapıştırılmıştır. 13.6 x 8 cm boyutunda 57 (114 sayfa) yapraktan ibarettir. Yaprakların her iki yüzü de yazılı olup her sayfada 6 ila 10 arasında değisen satır bulunmaktadır. Eser toplam 65 paragraftan ibarettir. Kitabın adı 101. sayfada açıkça Irk Bitig olarak kaydedilmiştir. Eserin yazıldığı tarih için,“Bars yıl ekinti ay biş yigirmike taygüntan manıstandakı kiçig dı[n]tar burua guruşd içimiz isig sañun itaçuk üçün bitidim.” “Kaplan yılının ikinci ayının on beşinde, Tayguntan manastırından (ben) hakir dindar Murwa Hurşid (bunu) ağabeylerim İsig Sañun (ve) İt Açuk için yazdım.” kaydı bulunmaktadır. Fal AçmaYöntemi Irk Bitig’de 65 tane fal vardır. Her falda önce üç tane şans sayısı, ardından fal metni, en son olarak da falın iyi veya kötü olduğunu belirten sonuç bulunmaktadır. Irk Bitig’de mevcut 65 falın 39 tanesinin sonucu olumlu, 19 tanesinin olumsuzdur; 7 tanesine ise herhangi bir yorum getirilmemiştir. Paragrafların sonunda yer alan edgü ol (iyidir), yablak ol (kötüdür), yabız ol (kötüdür) vb. sözcüklerle yargı belirtilmektedir. Her falın başında siyah mürekkeple yazılmış küçük daireler vardır ve bunlar üç dizi halindedir. Her dizide dairelerin sayısı 1-4 arasındadır. Bu sayıların en küçüğü 1, en büyüğü ise 4 olabilmektedir. Şans sayıları, anlaşıldığına göre, şans zarının veya kemiğinin art arda üç defa atılmasıyla elde edilmektedir. Asıl fal metni, falın iyi ya da kötü olduğunu belirten sonuç kısmından önce yer alan küçük bir metindir. Eser, dil ve üslup bakımından da son derece ilgi çekicidir. Cümleler arasında kelimeler birbirleriyle ilişkilendirilerek anlam bütünlüğü sağlanmak suretiyle metne şiirsel bir ifade katılmıştır. Genellikle günlük dilin kullanıldığı bu eserde çeşitli adetler, inanışlar ve masal unsurları da yer almaktadır. Irk Bitig üzerine birçok araştırma yazısı vardır. Eser, V. Thomsen, H. N.Orkun, S.Y. Malov, T. İkeda, T. Tekin tarafından yayımlanmış; W. Bang, G. Clauson, T. Tekin, J. Hamilton, M. Erdal, E. Esin, S. Klyastornıy, A.Molnar, P. Zieme vd. tarafından da çeşitli açılardan ele alınmıştır. 16 Birkaç Fal oo oo oo “Tensi men. Yarın kiçe altun örgin üze olurupan mengileyür men. Ança bilingler: Edgü ol.” “Göğün oğluyum (= Çin İmparatoruyum). Sabah akşam altın taht üzerinde oturarak mutlu oluyorum. Öylece biliniz: (Bu fal) iyidir.” ooo oooo oo “Esnegen bars men. Kamuş âra başım. Antag alp men, erdemlig men. Ança bilingler.” “Esneyip duran kaplanım. Kamışlar arasında başım. Onca cesur (ve) onca erdemliyim. Öylece biliniz: (Bu fal) iyidir.” oooo oooo o “Bars kiyik engke mengke barmiş. Engin mengin bulmış. Bulupan uyasıngaru ögire sebinü kelir tir. Ança biling: Edgü ol.” “(Bir) kaplan avlanmaya gitmiş. Avını bulmuş. (Avını) bulup yuvasına neşe ve sevinç içinde geliyor, der. Öylece bilin: (Bu fal) iyidir.” o oooo ooo “Bars kiyik engleyü mengleyü barmış. Ortu yirde amgaka sokuşmiş. Esri amga yalım kayaka ünüp barmiş, ölümte ozmiş. Ölümte ozupan ögire sebinü yorıyur tir. Ança biling: Edgü ol.” “(Bir) kaplan avlanmaya gitmiş. Orta yerde bir yaban keçisine rastlamış. Benekli yaban keçisi gidip yalçın bir kayaya çıkmış, ölümden kurtulmuş.Ölümden kurtulup sevinç ve neşe içinde yürüyüp gidiyor, der. Öylece bilin: (Bu fal) iyidir.” oo ooo o “Kiyik oglı men. Otsuz subsuz kaltı uyın? Neçük yorıyın? tir. Ança bilingler: Yabız ol.” “Geyik yavrusuyum. Otsuz ve susuz nasıl yapabilirim? Nasıl hayatta kalırım? der. Öylece biliniz: (Bu fal) kötüdür.” oo o o “Uzun tonlug közüngüsin kölke ıçgınmiş. Yarın yangrayur, kiçe kengrenür, tir. bilingler: Munglug ol; anyıg yablak ol.” “(Bir) kadın aynasını göle düşürmüş. (Bu yüzden) sabah(ları) söyleniyor, akşam(ları) sızlanıyor, der. Öylece biliniz: (Bu fal) üzücüdür, çok kötüdür.” Hatime (Sonuç) Bölümü “Amtı amrak oglanım, ança bilingler: Bu ırk bitig edgü ol. Ançıp alku kentü ülügi erklig ol.” “Şimdi, sevgili çocuğum, şöylece biliniz: Bu fal kitabı iyidir. Fakat, (yine de) herkes kendi kaderi üzerinde güç sahibidir.” Bu çalışmada şu eserlerden yararlanılmıştır: • Ceval Kaya, “Irk Bitig’de Falcılık”, Kültür Tarihimizde Gizli Diller ve Şifreler, Ed. Emine Gürsoy-Naskali – Erdal Şahin, İstanbul: Picus Yayınları, 2008, s. 359-368. • Talat Tekin, Irk Bitig: Eski Uygurca Fal Kitabı, Ankara: Öncü Kitap, 2004, • T.C. Kültür Bakanlığı sitesinin Uygur Edebiyatı sayfasında yer alan Manici Edebiyatta Nesir bölümü: www.kultur.gov.tr/TR/Genel/dg.ashx?DIL=1&BELGEANAH=109858&DOSYAISIM=maniciedebiyattanesir.pdf Irk Bitig Tiyatroya Uyarlandı Makedonya’nın Ustrumca kentinde gerçekleşen 17. Uluslararası Oda Tiyatrosu Festivali’nin “Yuvarlak Masa Festival Jürisi” festivalin “En İyi Oyunu” olarak, konsepti ve rejisi Emre Koyuncuoğlu’na ait, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın prodüksiyonu olan Irk Bitig oyununu seçti. 17 Kocaelispor Resmi Dergisi’nden alınmıştır. DEYİMLER VE ÖYKÜLERİ - II Her biri birer dil mirası olan deyimlerimizin öykülerini anlattığımız “Deyimler ve Öyküleri” isimli köşemize bu sayıda da seçtiğimiz üç deyim ve öyküsüyle devam ediyoruz. Geçmişe doğru keyifli bir dil yolculuğuna hazır mısınız? PABUCU DAMA ATILMAK: Ahilik Teşkilatı, esnaf, zanaatkâr, çiftçi gibi serbest meslek sahiplerini içine alan bir ocak olup sözü edilen meslek sahiplerinin hem kendi aralarındaki ilişkilerini düzenler, dayanışma ve kardeşliğin temel ilke olarak benimsenmesini prensip edinir hem de üretimin ve satışın meslek ahlak ve ilkelerine uygun yapılıp yapılmadığını kontrol eder. Ahilik Teşkilatı, üretim yapan sınıf ve tüketiciler arasında bir köprü olma işlevini yüzyıllar boyu hakkıyla sürdürmüş örnek bir yapılanmadır. Ahilik çatısı altında üretim ve satış yapan her meslek sahibinin meslek ahlakına uygun davranması, üretimde ve satışta asla hileye başvurmaması temel ilke olduğu halde bazen bu esaslara uymayan zanaatkârlara da rastlanırdı. Kendisine bozuk ve hileli mal satıldığını iddia eden tüketici, şikâyetini “yiğitbaşı” denilen esnaf temsilcisine, o da “kethüda” adı verilen esnaf denetçisine iletirdi. Ürettikleri mal gereği şikâyetle en çok karşılaşan esnafın başında “çarıkçıbaşılar” gelirdi. Tüketicinin bir-iki gün içinde eskidiğini ya da hatalı üretildiğini iddia ettiği çarıklar, şikâyet sahibinden alınır ve yiğitbaşı kanalıyla bilirkişi konumundaki kethüdaya teslim edilirdi. Kethüdanın yaptığı soruşturma sonunda üretim yapan esnafın haksız olduğu ve meslek ahlakına uymayan mal ürettiği anlaşılırsa üretimi yapan usta çağırılır; yiğitbaşı, kethüda ve diğer meslek temsilcileri huzurunda sert bir dille uyarılır, ücretin tüketiciye iadesi sağlanır ve şikâyet konusu ayakkabı da bir daha kullanılmamak üzere dama atılırdı. Ürettiği pabucun dama atılması, ustayı meslek sahipleri arasında gözden düşürdüğü gibi onun meslekteki saygınlığını da yok ederdi. Zamanla deyimleşen ve diğer meslek sahiplerinin de meslek ahlakına uymadıklarının anlaşılması durumunda kullanılan “pabucu dama atılmak” ifadesi, ustanın meslekteki yerini kaybettiğine ve artık o meslek ile geçinmesinin mümkün olmadığına işaret ederdi. İPSİZ SAPSIZ: Bugün olduğu gibi eski devirlerde de çalışmak için Anadolu’dan İstanbul’a çok sayıda insan gelirmiş. Ekmek parası için İstanbul’a gelen bu kişiler, 18 Asuman BAYRAM [email protected] çalışmaya ya hamallıkla ya da inşaat işleriyle başlarmış. Bu nedenle yanlarında, hamallık için üç beş metre ip ya da inşaat ameleliği için bir kazma veya kürek taşırlarmış. Gelenler içinde bazıları varmış ki ellerinde ne ip ne de kazmakürek bulunurmuş. İşte halk, böylelerinin çalışmaya gönlü olmadığına ve bunların hiçbir işe yaramayacak adamlar olduğuna hükmedip onları ayıplayıp aşağılamak için “ipsiz sapsız” deyimini kullanırmış. Biz de bugün bu deyimi hiçbir işe yaramayan, çalışmaya gönlü olmayan, aylak kimseler için kullanmaya devam ediyoruz. KIRK YILLIK KANİ, OLUR MU YANİ: Klasik edebiyatımızın latifeleri ile meşhur şairi Ebubekir Kani Efendi (ö.1792), eserlerinde mizah ve hicvi, bayağılığa düşmeden başarılı bir şekilde kullanmış renkli bir simadır. Devlet görevlisi olarak Silistre’de bulunan ve burada Voyvoda Alexander’ın özel sekreterliğini de yapan Kani Efendi, bir aralık Voyvoda’nın evine gelip giden bir Rum güzeline gönlünü kaptırır. Aşkı günden güne alevlenen Kani Efendi, kıza evlilik teklifinde bulunur; fakat kızın babası papazdır ve Kani Efendi, din değiştirip Hristiyan olursa bu evliliğe onay verebileceğini bildirir. Kani Efendi durumu yanında çalıştığı Voyvoda ile görüşür. Voyvoda, Papaz’ı eve davet eder; ama Papaz Efendi düşüncesinde ısrar etmektedir. Kani Efendi’ye: — Kani Efendi, din değiştirip Hristiyan olursan kızım senindir. Hemen evlenmenize müsaade ederim. Gel Hristiyan ol, der. Hazırcevap Kani Efendi o yörelerde çok sık kullanılan bir Hristiyan adı olan “Yanni”yi hatırlayarak Papaz’ın teklifine şu nükteli cevabı yapıştırır: —Yapmayınız Papaz Efendi! Kırk yıllık Kani, hiç olur mu Yanni? “Yanni” sözcüğü zaman içinde “Yani” şeklini almış ve Kani Efendi’nin yaşadığı gönül macerası sonucu bu deyim dilimize yerleşmiştir. Hafize ŞAHİN [email protected] ŞARKILARA SÖZ VEREN ŞİİRLER Bestelenmiş şiirlerden daha önceki sayımızda bahsetmiş ve şarkılardaki dilin farkında olmadan günlük hayatta dili etkilediğini belirtmiştik. Şarkılardaki dilde, kelimelerin yerli yerinde kullanılması, kelimeler arasında bir bütünlük olması gibi özelliklerin önemine kısaca değinmiştik. Bu sayımızda ise Orhan Veli’nin bestelenmiş bir şiirine bakmak istiyoruz. Modern Türk şiirinin önemli dönemeçlerinden biri de 1940 kuşağının şiirde yaptığı yeniliktir. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın şiirde o güne kadar alışılmamış kelimeleri kullanmaları garipsenmiştir. Orhan Veli öncülüğündeki bu edebî hareketin adı da böylelikle “Garip” olarak adlandırılmıştır. Pekiyi, o dönem için garip olan nedir? Garip olan, o güne kadar alışılmamış kelimelerin şiirde kullanılmaya başlanmasıdır. “Nasır” kelimesi gibi… Kuşkusuz Orhan Veli ve arkadaşları da bizler gibi dili bir anlaşma aracı olarak görüyorlardı, ancak şiirlerinde kullandıkları kelimelerle dilin olanaklarını olabildiğince genişletmek, şiiri de şairanelikten kurtarmak istiyorlardı. Dil bir ağaç, şiir dili onun dallarından biriyse kelimeler de bu dalların yapraklarıdır. Şiirde kelimelerin yan yana gelişi, günlük yaşamda onu sadece bir iletişim aracı olarak kullanmamızdan farklı olabilir. Şiir, görüntüler çizerken olanaksızı da düşündürür bize. Oktay Rifat, dili kurcalamanın bizi görüntülere ve gerçekliğe götürdüğünü söyler ki Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” şiirinde farkında olmaksızın gözlerimizi kapar, kelimelerin bizi alıp götürdüğünü hissederiz. Rüzgâr yüzümüzü bıçak gibi kesmez de şöyle tatlı tatlı tenimizi okşar… Bu görüntüleri şairlerin kelimeleriyle daha da çoğaltabiliriz. Orhan Veli’nin “İstanbul’u Dinliyorum” şiiri Zülfü Livaneli tarafından bestelenmiştir. Şiirin bütünü değil yalnızca bir bölümü şarkıda yer almaktadır. Bu şiirin tamamı aşağıdadır: İSTANBUL’U DİNLİYORUM İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgâr esiyor, Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; Uzaklarda, çok uzaklarda, Sucuların hiç durmıyan çıngırakları; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Kuşlar geçiyor, derken; Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık. Ağlar çekiliyor dalyanlarda; Bir kadının suya değiyor ayakları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı; Serin serin Kapalı Çarşı; Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa; Güvercin dolu avlular. Çekiç sesleri geliyor doklardan. Güzelim bahar rüzgârında, ter kokuları; İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başında eski âlemlerin sarhoşluğu, Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; Dinmiş lodosların uğultusu içinde İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir yosma geçiyor kaldırımdan; Küfürler, şarkılar, türküler, lâf atmalar. Bir şey düşüyor elinden yere; Bir gül olmalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum. (1947) Orhan Veli Kanık 19 Şiirin bestelenmiş mısraları ise şöyledir: İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Önce hafiften bir rüzgâr esiyor, Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar, ağaçlarda; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu, Loş kayıkhaneleriyle bir yalı; İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde; Alnın sıcak mı değil mi, biliyorum; Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum; … Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul'u dinliyorum. 20 Şiirdeki bazı bölümlerin şarkıya alınmadığını görüyoruz. Orhan Veli’nin bestelenmiş başka şiirleri de vardır. Dil bilinci her alanda önemli olduğu gibi şarkılarda da önemlidir. Şarkıların dili toplumun dilini de etkiler. Şarkı dilinin tüketim kültüründen uzak, daha bilinçli işlenmesi umuduyla… dok: 1. Gemilerin yükünün boşaltıldığı veya onarıldığı, üstü örtülü havuz. 2. Ticaret mallarını saklamak için rıhtımda yapılan büyük depo. Kaynakça KANIK Orhan Veli (2002), Bütün Şiirleri, İstanbul: Adam Yayınları. RİFAT Oktay (2007), Bütün Şiirleri I, II, İstanbul: YKY. http://tr.wikipedia.org/wiki/Livaneli_%C5%9Eark%C4%B1lar%C4%B1_%28a lb%C3%BCm%29 http://img7.imageshack.us/img7/3228/yazarvesairlerinmahlasl.jpg http://tdkterim.gov.tr/bts/?kategori=verilst&kelime=dok&ayn=tam Azerice GÖZEL HAVALAR Meni bu gözel havalar mehv etdi Bele gözel havalarda iste’fa verdim, Övgafdaki memuriyyetimden Tütüne böle gözel havalarda alışdım, Eve duz ve çörek götürmeyi, Böle havalarda unutdum. Şe’r yazmag hesteliyine Bu gözel havalarda tutuldum Bu gözel havalar mehv etdi meni… (Orhan Veli Kanık) (Dünya 3/1988, Bakı, 1988, s. 264-266.) Özbekçe İSTANBUL KOŞİĞİ İstambul’da Boğaziçi’de Bir fakir Orhan Velimen Velining oğlimen Ta’rifsiz elemler içide Rumelihisarı’ge tıkılganmen Tıkılganda bir koşik tokıganmen “İstambul’ning mermer taşlari Başimga konar aman – aman çağalay kuşlari Közlerimden akar hicran yaşlari Aycemalim Sening yüzingden bu halim” “İstambul’ning ortasida kino bar Ğaribligim anamga bildirmeng zinhar Menge nime gap-söz kılsa dost-u-yar Âşiğ-i bîkararim Günahga batgan zalim” İstambul’da Boğaziçi’demen Bir ğarib Orhan Veli Velining oğli Ta’rifsiz elemler içidemen (Hazirgi Zaman Türk Şi’riyati, Taşkent, 1980, s. 17.) (Özbekçeye aktaran: Miraziz A’zam) *Buradaki şiirler şu kaynaktan alınmıştır: Bilge Ercilasun (2004), Orhan Veli Kanık (Hayatı, Sanatı ve Eserlerinden Seçmeler), İstanbul: MEB Yay. 21 NİNNİLER: “ANNE ŞEFKATİYLE YOĞRULAN YÜREK SEDASI” Emine UĞURLU [email protected] Uyusun da büyüsün ninni Tıpış tıpış yürüsün ninni “İnsanlar uyuya uyuya büyür, uyuya uyuya ölür” der büyüklerimiz. Acaba bu nedenle mi birçok ninnimiz “uyusun da büyüsün ninni” diye başlar? Ninniler, bebeğin uykuya geçişini kolaylaştırmak amacıyla anne, nine, teyze, hala, baba veya diğer yakınlardan birinin özel bir ahenkle söylediği anonim türkülerdir. Bu ahenk, Özbeklerin “anne şefkatiyle yoğrulan yürek sedası” 1olarak nitelendirdiği bir tarzdadır ve bebeğin uykuya geçmesine yardım eder. Ninniler, şekil ve icra yönüyle hem edebiyatın hem de müziğin içinde değerlendirilir. Bizim yazılı kaynaklarımızda ninni ilk defa Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügati’t-Türk adlı eserinde “balu balu: Kadınlar beşikte çocuğu uyutmak için böyle söylerler.” şeklinde geçer. Günümüzde çok geniş bir coğrafyada yaşayan Türk boylarında ninni çeşitli şekillerde telaffuz edilir. Türkiye Türkleri “ninni, nennen veya nen”, Azeriler “layla”, Özbekler “alla, elle”, Kazaklar “Beşik jırı”, Türkmenler “hüvdü ”, Uygurlar “elley”, Kırgızlar “aldey” Kırım ve Kumuk Türkleri “beşik yırı” derler. Aşağıda, çeşitli coğrafyalarda yaşayan Türklere ait, söylenişleri ve konuları itibariyle benzerlikleri olan ninni örnekleri verilmiştir.2 1 Hayya hayya hayyası, Ne zaman değecek faydası. Yaz değmese kış değer, Benim oğlumun faydası. (Tekirdağ) 6 Alla balam yatarsiz, Yastuglara batarsiz. Bu yastugin kotarsam, Guldan toza yatarsiz.(Özbek) 2 Ayya ayya ayyası, Kaşan tiyer faydası. Yaz tiymese küz tiyer, Yarlıkasın Mevlâsı. (Dobruca) 7 Laylay tınlap yatarsan, Qızıl gülge batarsan. Qızıl günlü içinde, Tatli yuxu tabarsan! (Kumuk) 3 Ayya ayya ayyası, ayneni, Ne zaman tiyer faydası, ayneni. Yaz tiymese qış tiyer, ayneni, Aşıqmasın anası, ayneni. (Kırım) 8 Elleli belleli iter bu, Medresege kiter bu. Turşub sebak okugaç, Âlim bolup citer bu. (Kırım) 4 Leylev edim yatasan, Konca güle batasan. Konca gül payıv osun, Kölgesinde yatasın. (Kerkük) 9 Evve derim uçtan uca, Ulu mekteplerde hoca. Okuyup muallim olunca, Ninni yavrum ninni. (Konya) 5 Lay lay dedim yatasın, Kızıl güle batasın, Kızıl gül tahtın olsun, Gölgesinde yatasın. (Kars) 1 10 Qaqaq balamnı qaqaq, Qara, balam, zamanga. Oxup, bilim, ilmu al, Alim bolgun hamanga. (Kumuk) Naciye YILDIZ (2003), “Ninniler”, Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, Ankara, 3. cilt, s. 319. Çelebioğlu (1982), Türk Ninniler Hazinesi, İstanbul. (1, 4, 5, 8 ve 9. ninniler) 3 Enver Mahmut-Nedret Mahmut (1997), Dobruca Türk Halk Edebiyatı Metinleri, Ankara. 4 Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi, (Proje Yöneticisi Nevzat Kösoğlu), Kültür Bakanlığı, Ankara 2000. (3. ninni C. 13, s. 215; 6. ninni C. 14, s. 120; 7. ninni, C. 20, s. 83; 10. ninni C. 20, s. 84.) 2 Âmil 22 KIYAFETNAMELER Araplara ait bir bilim olan ilm-i kıyafet -kıyafet ilmiOsmanlı coğrafyasında da ilgi ve kabul görmüş ve bu il-min verilerini okurlarıyla paylaşmak isteyen pek çok klasik şair Kıyafetnâme adını verdikleri eserler yazmışlardır. Kıyafetnâmeler, dış görünüşe ait özellikleri karakter özellikleri açısından yorumlayan eserlerdir. Bu eserlere göre görünüş, karakterin aynasıdır ve siz o aynaya bakarak kişilik özelliklerine ait pek çok bilgi elde edebilirsiniz. Sözü uzatmadan Klasik Türk Edebiyatı içinde kıyafetname türünde eser vermiş iki ünlü şaire ve esere, XVI. yy şairi Hamdullah Hamdi’nin Kıyafetnâme’sine ve XVIII. yy şairi Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetnâme’sine kulak verelim ve bakalım bize kişilikleri tanımamız yolunda hangi ipuçlarını veriyorlar. Ten rengi, boy uzunluğu, gözün şekli ve rengi, kulağın ve burnun şekli, saç rengi yukarıda sözünü ettiğimiz iki eserde de ele alınan konulardan birkaçı. Hamdullah Hamdi’ye göre kırmızı ya da kızıl yüz ve esmer ten rengi; doğruluk, edep ve utanmanın çokluğuna işaretken; sarı beniz ise kalp kötülüğü, hainlik ve ahlakın bozuk olduğuna sağlam bir delil oluşturuyor: Rengi ol âdemin ki safrettür Kalbi kalb ü işi hiyanettür Boy uzunluğu konusunda her iki şairin de aynı yorumlara yer verdiği anlaşılıyor: Uzun boy, kalp temizliği; orta boy, zekâ ve iyi huy işareti; kısa boy ise kibir, hile ve kindarlık göstergesi olarak düşünülüyor: Kim ki vasat boyludur Âkil ü hoş huyludur Kim ki boyudur kasîr Hîlesi vardır kesîr Kıyafet ilminin Arap kaynaklı olması sebebiyle bu eserlerde, esmerlere son derece olumlu yargılarla yer verilirken sarışın ve mavi gözlülere yönelik olumsuz tavır gözden kaçmamaktadır. Asuman BAYRAM [email protected] müyor hatta sahibinin edepten yoksun olduğunu gösteren bir işaret olarak algılanıyor: Göz karası zekâ alâmetidir Sürh olursa şecaat âyetidür Gözleri gök olanda olmaz edeb Gözü çakır bahâdır olsa aceb Büyük kulak, cahillik alameti olarak görülürken küçük kulaklılarınsa hırsızlıkta fareleri bile geride bıraktıkları yorumuna yer veriliyor: Küçük olsa kedi gibi gûşu Uğrulukta unuttura mûşu Uzun ve ince burunluları hoppa ve az akıllı, burnunun ucu ağzına yakın olanları belanın ta kendisi olarak yorumlayan Kıyafetnâme şairi, okurunu bu tür insanlardan uzak durmaları konusunda uyarırken geniş burun delikleri olanların kıskançlık, kibir ve kini kendilerinde topladıkları bilgisini eklemeyi de unutmuyor: Ağzına burnu ucu olsa yakin Şer odur ana karşı durma hemin Hazır güzellik konusuna girmişken Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetnâme’sinde XVIII. asırda kadın güzelliğinin ölçüleri ile ilgili fikir vereceğini düşündüğümüz bazı bilgilerle yazımızı noktalayalım. Kadın güzelliğinin otuz iki işareti vardır. Öncelikle saç, kaş, kirpik ve göz siyah; ten, diş, göz akı ve gerdan beyaz; yanak, dudak, çehre ve dil kızıl; kaş, göz, gerdan ve göbek geniş; burun, ağız, el ve ayak küçük olmalıdır. Kıyafetnâmeler asırlar önce iyi ve kötü insanı kaşına gözüne bakarak tanıma, güzellerle çirkinleri ayırma yolunda ipuçları verirken tabii “doğuştan getirilen” fiziksel özellikleri konu ediyorlardı; ancak bugün estetik operasyonların ya da makyaj hilelerinin pek çok insanda doğuştan gelen bir özellik bırakmadığı düşünülürse Kıyafetnâme şairlerinin verdikleri hükümlerin günümüz için geçerliğini neredeyse tamamen yitirdiğini söylemek hiç de zor değil. Öyle değil mi? *Kaynak: Agah Sırrı LEVEND, Divan Edebiyatı, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1984, s.230-235. KIYAFETNAMELERKIYAFETNAMEL Siyah göz, zekâ; göz akının kırmızılığı, yiğitlik işareti olarak görülürken koyu mavi göz pek de makbul görül- 23 TÜRK KÜLTÜRÜNDE ÜÇ VE KIRK SAYISI Masalların büyülü dünyasında anlatana, dinleyene ve kahramana gökten üç elma düşer. Padişahın üç kızı veya üç oğlu olur, masal kahramanları sihirli varlıktan genellikle üç dilekte bulunurlar, dileklerin gerçekleşmesi üç vakte kadar olur (üç saat, üç ay, üç yıl vb.). Destan kahramanları amaçlarına ulaşmak için üç gün üç gece yol giderler. Herhangi bir şeyin yaklaşık olarak gerçekleşeceğini ifade etmek için “üç aşağı beş yukarı” deyimini kullanır, “üç günlük dünya” sözüyle hayatın gelip geçiciliğini, kısalığını anlatırız. ortadan kaybolmak anlamında “kırklara karışmak”; bir işi yapmamak için nedenler bulan kişiler için “kırk dereden su getirdi”; uzun süren dostluklar için “kırk yıllık dost”; uzun süren zor bir işi başarmak için de “kırk fırın ekmek yemek” ifadelerini kullanılırız. Masalların sonunda iyiler gökten düşen “üç elmayla” ödüllendirilirken kötüler ise “kırk katır mı yoksa kırk satır mı?” sorusuyla karşılaşır. Dede Korkut Hikâyeleri’nde kahramanların ve eşlerinin yardımcısı “kırk ince belli kız” ve “kırk yiğit” bulunur, masallarda “kırk gün kırk gece” düğün yapılır, anne ve bebekler Divan şiirinde aşk; sevgili, âşık ve için doğumdan sonraki kırk gün de rakip üçlemesi arasındaki mücadele- önemlidir ve “kırkı çıkmak” dedir aslında. Kutadgu Bilig adlı e- yimiyle adlandırılır. Doğumdaki serde hükümdarın üç türlü insana kırk gün gibi ölümden sonraki kırk değer vermesi söylenir. Bunlardan gün de önemlidir. Manevi yetkinliğe ilki kılıcı ile memlekete faydalı olan ulaşmak için çekilen çilenin süresi cesur insan; ikincisi memleket işini de kırktır. tanzim edecek olan hâkim, âlim devlet adamı; üçüncüsü ise devleSözlü ve yazılı kültin gelir ve giderini hesaplayan zeki tür ürünlerinin pek kâtiptir. çoğunda neden üç ve kırk sayısı yer almaktadır ve bu sayılara yüklenen anlam nedir, soruları uzun yıllar boyunca bu alanda çalışan kişilerin ilgisini çekmiştir. Kimi araştırmacılar, bu sayıların Türk kültüründe ve diğer kültürlerdeki dinsel anlamına değinirken kimileri de sayıları anlatının oluşumunda bir formül olarak nitelendirmiştir. 3 Üç sayısı bazen yeraltı, yeryüzü ve gökyüzünü bir bütün olarak gören Şaman inancını, bazen de yaşamı “oluş”, “varoluş” ve “bitiş” olarak değerlendiren realist anlayışı vurgulamaktadır. Bu Yapılan iyiliğin unutulmayacağını i- sayı; sözlü, yazılı, elektronik kültür fade etmek için “bir acı kahvenin kırk ortamlarının yaratılarında elindeyıl hatırı vardır”; bir işteki titizliği ki fırsatları iyi değerlendirmenin, vurgulamak için “kılı kırk yarmak”; akılcı seçimler yapmanın göstergesi 24 Gülnaz ÇETİNKAYA [email protected] olarak kullanılabildiği gibi yapılan mücadelenin değerini, gücünü ortaya çıkaracak bir engel olarak da görülebilmektedir. Üç, bazen karşıtlıklardan doğan bir bütün, bazen de akılda kalıcılığı ve olayın akışını sağlayan formülistik bir sayıdır. 40 Kırk sayısı ise manevi ve fiziksel anlamda olgunluğa, sağlığa erişmek, arınmak için kullanılan bir süreyi ifade eder ve genellikle hazırlık sürecinden sonra oluşan tamamlanmayı anlatmak amacıyla kullanılır. 40 gün sabrın, dayanma gücünün simgesi olarak kullanılabildiği gibi belirli bir aşamaya ulaşmak için verilen sınavın süresi olarak da görülmektedir. Bu sayı kimi zaman gücün, desteğin, kimi zaman da kahramanın dünyevi gücünün dinsel kaynağını vurgulamak amacıyla sembolik anlamlar kazanmaktadır. Geçmişin bilinenlerinin günümüzün merak edilenleri haline geldiği çağımızda sayılar, kendilerine yüklenen sembolik anlamlarla gizemlerini koruyacak; geçmişin ve günümüzün sözlü, yazılı yaratılarının içinde kimileri başına uğurlu ya da uğursuz sıfatlarını alarak bazen dinsel bazen de simgesel anlamlarıyla kullanılmaya devam edecektir. Canan ÖKTEMGİL TURGUT [email protected] DİL KÂFİRLERİ Dil Kâfirleri, Türk Dil Kurumu tarafından “Türkçeyi En İyi Kullanan Haber Sunucusu” seçilmiş Ayşenur Yazıcı’nın on iki yıllık emeğinin ürünü. Kitabının önsözünde, “Sıklıkla yapılan dil hataları, görsel ve yazılı basında kısırlaşarak yol alan Türkçe ve gitgide eksilen ifade şekillerimizle iletişim kuramaz yanlış anlaşılır olduk.” diyen Yazıcı, diksiyon kurslarına devam edenlerin danışacağı derli toplu bir kitap bulunmadığından bu eksikliği gidermek amacıyla Dil Kâfirleri’ni yazdığını belirtiyor. Her ne kadar diksiyon kurslarına gidenlere, özellikle de spikerlere yardımcı bir kitap olarak yazılmışsa da Dil Kâfirleri, doğru ve güzel konuşmayla ilgilenen herkes için yararlı olacak bir yapıt. Dil Kâfirleri Nemesis Kitap Kasım 2009 140 sayfa KONUŞTURAN SÖZLÜK VURGULU TELAFFUZ SÖZLÜĞÜ Düzgün ve etkili konuşma teknikleri elbette öğrenilebilir. Ancak bu teknikleri öğrenmek için gidilen kurslar veya okunan kitaplar genel kuralları öğretebilir; Türkçedeki her sözcüğün nasıl telaffuz edileceğini, nasıl vurgulanacağını öğretemez. TRT’nin başspikeri Şener Mete’nin hazırladığı Konuşturan Sözlük Türkçede kullanılan sözcükleri doğru seslendirmek iste-yenler için ideal bir kaynak. Bu sözlük Mete’nin 2007 yılında yayımlanan Telaffuz Sözlüğü’nün daha geliştirilmiş bir hali. Yazar, ilk sözlükte yer alan, ancak kullanımdan kalkmış sözcüklere yeni sözlüğünde yer vermemiş; bunların yerine güncel sözcükler eklemiş. Ayrıca, ilk sözlükten farklı olarak Vurgulu Telaffuz Sözlüğü’nde yaklaşık 15.000 sözcüğün vurguları da gösterilmiş. Türk Dil Kurumunun ağ sayfasında yer alan Sesli Sözlük’te bulunmayan Osmanlıca sözcüklere ve terkiplere de yer veren bu sözlük, doğru ve güzel konuşmak isteyenler için vazgeçilmez bir rehber olacaktır. Konuşturan Sözlük TRT 2009 610 sayfa 25 Dr. Hüseyin YENİÇERİ [email protected] DİLDE KİRLİLİĞİN KAYNAKLARI Bir televizyon kanalında “Türkçedeki Yozlaşma ve Yabancılaşma” üzerine yaptığım konuşma sırasında sunucu, bana “Dilde kirliliği doğuran etkenler nelerdir?” sorusunu yöneltmişti. Bize ayrılan sürenin dolması nedeniyle bu sorunun karşılığını bir başka programda vereceğimi söylemiştim. Ancak program devam etmedi, bu nedenle çok önemli bulduğum bu sorunun karşılığını burada vermenin yararlı olacağını düşünüyorum. Dış kaynaklardan en önemlisinin, küreselleşmenin dile yansıması olduğunu hemen söyleyelim. Giddens küreselleşmenin, “Toplumların zamansal ve mekânsal boyutta birbirlerine yakınlaşmaları ve ilişkilerinin yoğunlaşmasının sonucu” (Sadoğlu, 2009: 785) olduğunu ifade etmektedir. Küreselleşmede iletişim araçlarının hayatî bir rol oynadığını belirten Giddens, iletişim teknolojilerini ellerinde bulunduran güçlerin öteki kültürler üzerinde etkili olduğunu vurgular. Buna dayanarak küreselleşmenin, dünya toplumlarının eşit şekilde katıldıkları bir kültür alışverişi olmadığını, ekonomik ve askerî gücü üstün olan ülkelerin yönlendirici konumda bulunduğunu ve tek yönlü etkileme süreci olduğunu belirtir. Küreselleşmenin doğurduğu homojenleştirici tüketim kültürü, günümüzde yalnızca maddî tüketimi değil, kitle iletişim araçlarını kullanarak bilgi ve değer tüketimi ve kullanımını da etkilemektedir (Yetim 2002: 131). Bu da ayrı ayrı değer yargılarına sahip olmakla anlam kazanan ulusal kültürleri tehdit eden bir gelişmeyi ortaya çıkarmaktadır. Küreselleşmenin tek tipleştirici özelliğinden en çok ulusal diller zarar görmektedir. Küreselleşme çağında yerel ve ulusal dillerin, hâkim dile karşı dayanma gücü giderek zayıflamaktadır. Dillerin varlığını, sürekli kullanılmalarına borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Dili, hâkim dilin sözcükleriyle doldurmak dilin yabancılaşması, kirlenmesi sonucunu doğurur. Küreselleşme hâkim dilin sözcük, deyim ve kurallarını dayatmaktadır. Küreselleşmenin dayattığı sözcükler, deyimler, sözcük öbekleri ve cümleler Türkçede cirit atmaktadır. İçecek adlarından giyecek adlarına, ev eşyalarından konaklama yeri adlarına kadar gerekli gereksiz binlerce sözcük, deyim, tamlama ve cümle kullanılmaktadır. En kötüsü de kıyafetlerde yabancı dillerle yazılmış deyim ve cümlelerin yabancı dil 26 reklamı yaparcasına kullanılmasıdır. Günümüzde Türkçe daha pek çok ulusal dil ile birlikte küreselleşme olgusunun veya güdümlü retoriğinin yoğun baskısı altında İngilizcenin sözcük ve kavram hazinesi ile söz diziminden yoğun şekilde etkileniyor. Öyle ki kimi aydınlarımız Türkçenin kurgusunu ve iç yapısını İngilizcenin bozduğunu, dilimizin melezleştiğini, ortaya “Türkilizce” diyebileceğimiz bir melez kültür dili çıktığını söylüyorlar (Sinanoğlu 2007: 10-17). Küreselleşmenin yarattığı tahribat konusunda Hüseyin Sadoğlu şunları söylemektedir: Türk Halkı son dönemlerde etkisini kitle iletişim araçlarında, dükkân tabelalarında, afiş ve reklamlarda, yerli-yabancı ürünlerin ambalajlarında ve kullanım kılavuzlarında hatta bazı kamu kurum ve kuruluşlarında İngilizcenin yoğun bir bombardımanı altında bulunmaktadır. Bu dilsel tahakkümün bir sonucu olarak İngilizce sözcükler, kent-köy ayrımı gözetmeksizin sıradan insanın günlük konuşma diline girmiştir. Hatta sözcüklerin de ötesinde yaygın İngilizce de-yimler, kalıp halinde, reklamlar ve televizyon dizileri aracılığıyla Türk halkının gündelik hayatına dâhil oldu. Kaba hatlarıyla bu süreç Türkiye’de ulusal dil bilincine sahip kesimler tarafından dilde bozulma, yozlaşma ve kirlenme tabirleriyle karşılanıyor (Sadoğlu 2009: 801). Dilde kirlenmenin beslediği iç kaynakların ilki kültürel özgüvensizliktir. Türkçedeki bozulmanın temelinde Osmanlı çağında başlayan bir kültürel özgüvensizlik vardır (Hepçilingirler 2005: 43-46). Osmanlı aydını için Arapça ve Farsça konuşup yazmak nasıl yüksek kültüre mensup olmanın bir işareti sayılıyorsa, bugünün aydını için de İngilizcenin işlevi aynıdır. Aydınlardaki özgüvensizliğin nedeninin de bilgisizlikten, daha açık bir ifadeyle Türkçenin özellik ve zenginliklerini bilmemekten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Üniversitelerimizin bir kısmında öğretim dilinin İngilizce olması ikinci bir kirlenme sebebidir. Sömürge ülkelerde görülen bu uygulamanın Türkiye’de uygulanması bilim adamlarımızın akıl almaz bir vurdumduymazlığıdır. ederken kimileri de nerde yeni bir yabancı sözcük görse âdeta “mal bulmuş mağribî” gibi onu alıp dile sokmayı bir marifet sanmaktadır. Yabancı dil tazminatı adı altında yabancı dil bilenlere ayrıca para ödeyen bir yönetim anlayışı da Bu durum yüksek öğretim sistemimizin kalbine han- diğer bir kirlenme sebebidir. Bu uygulama, Türkçeyi çer saplamaktan başka bir şey değildir. Üniversite önemsizleştirmekte, yabancılaşmayı teşvik etmektedir. çevrelerinin dikkatini çekmek, geleceğimiz olan Benzer bir aksaklık da üniversite öğretim üyelerine gençleri bilinçlendirmek amacıyla üniversitelerde paye verilirken yaşanmaktadır. Bilimsel yetenek yerine “Türkçe Toplulukları”nın kuruluşunu gerçekleştir- yabancı dil bilgisi önemsenmektedir. Bunun sonucu miştik. Bugün birçok üniversitemizde çaba gösteren olarak bilimsel yayın sıralamasında üniversitelerimiz bu topluluklar geleceğimizi aydınlatacaktır. Yabancı çok gerilerde kalmaktadır. dille öğretim yalnızca Türkçeye güvensizlik duygusu aşılamıyor, Türk insanın da aşağılık duygusu içine Dil, millî kültürün taşıyıcısıdır. Bizi başkalarından düşmesine neden oluyor. Hâlbuki Ömer Seyfettin ayıran değerlerin en önemlisidir. Düşünce aşağılık duygusunu yenmek için ne büyük bir çaba sarf tarzımızın göstergesidir. Kültürümüzün aynasıdır. etmişti! Ya Atatürk’ün Türkçeyi bilim dili haline ge- Dilimize bakarak nasıl düşündüğümüzü, zihtirmek için TDK’yi kurmasına, öleceği güne kadar bu nimizin nasıl çalıştığını, dünya görüşümüzü ve kurumda terim çalışması yapmasına, servetinin gelirini bütün değer yargılarımızı görebiliriz. O, bize bu kuruma bırakmasına ne demeli? atalarımızın mirası ve emanetidir. Varlığımızı geleceğe taşıyacak tek değerdir. Dilini yaşatamayanlar, başka Dilde kirliliğe sebep olan iç kaynakların üçüncüsü dillerin boyunduruğu altında bırakanlar bağımsızlığını Türkçe üzerinde dilcilerin, dilseverlerin farklı tu- da yitirir. Millî kimliğini ve kişiliğini kaybeder. Oktay tum içinde bulunmalarıdır. Türkçenin Türk milletinin Sinanoğlu’nun ifadesiyle “Türkçe giderse, Türkiye en önemli değeri olduğunu bilenler bile Türkçe için, gider! Öyleyse dilde yaşanan yozlaşmaya, Türkçeyi yabancı dillere karşı korumak ve savunmak yabancılaşmaya ve kirlenmeye karşı birlik içinde için bir birlik, bir bütünlük oluşturamamaktadırlar. bulunalım. Âdeta “Değirmen sele gitmiş, biz şakşak arıyoruz.” Kimi eskiden dilimize girmiş, bugün kullanımdan düşmüş sözcükleri inatla, ısrarla kullanmaya devam KAYNAKLAR: 1. Feyza Hepçilingirler (2005), Türkçe Off, İstanbul: Everest Yay. 2. Hüseyin Sadoğlu (2009), Türk Kimliği, İstanbul: Ötüken Yay. 3. Nalan Yetim (2002), “Küresel Üretim Yapılanmasına Kültürel Yanıtlar: Ulusal-Yerel”, Doğu-Batı, Sayı 18. 4. Oktay Sinanoğlu (2007), Bye Bye Türkçe, İstanbul: Alfa Yay. BUNLARI BİLİYOR MUYDUNUZ? Paşa: “Paşa” kelimesinin Türkçe “Baş ağa”dan geldiğini ve Osmanlı Devletinde vezirlere, asker sınıfına ve mülk sahiplerine unvan olarak verildiğini biliyor muydunuz? Şey: “Şey” kelimesinin Arapçada “nesne, madde” anlamına geldiğini ve “eşya” kelimesinin tekil hali olduğu biliyor muydunuz? 27 Merkezimizde yabancı dil olarak Türkçe öğretimi üç koldan sürdürülmektedir: Üniversitemizde öğrenim görmek üzere yurtdışından gelen öğrencilere hazırlık ve ileri Türkçe kullanma becerileri kazandırmaya yönelik dersler; ERASMUS programı çerçevesinde yine üniversitemizde kısa süre öğrenim gören öğrencilere uyum programını takiben yoğun Türkçe dersleri ve son olarak da Türkçe öğrenmek isteyen herkese açık Türkçe kursları. 28 HÜDİL’de Türkçe öğretimi yalnızca akademik çalışma ile sınırlı olmayıp öğrencilerin içinde yaşadıkları toplumun kültürünü tanımalarına da fırsat verecek biçimde sürdürülmektedir. Bu nedenle zaman zaman geziler düzenlenmekte, öğrencilere sık sık film izlettirilerek tartışma ortamı yaratılmaktadır. Dil öğretmenin en etkili ve hızlı yolunun doğal ortamda öğrenmeye fırsat tanıyan yöntem olduğunu kabul ettiğimiz için öğrencilerimize alışveriş, parti vb. etkinlik imkânları da sunmaktayız. Öğrencilerimizin tamamına yakını ailesinden uzakta olduğu için özel günlerde (yılbaşı, bayram vb.) veya özel günlerinde (doğum günü, nişan vb.) yanlarında olmaya özen gösteriyoruz. 29 İNSAN YAŞAMALI İnsan yaşamalı... İnsan kendi denizini yaratabilmeli bazen. Bazen yeni bir dünya kurup Keşiflere çıkmalı. Kaybolmaları, Terk edilmeleri, Ve hayal kırıklıklarını göze almalı. Her duruma uygun bir çıkar yolu, Ve hayata karşı dik bir duruşu olmalı her şeye rağmen, Zincirleri kırabilmeli tutsakken. Uçurtmasını havalandırabilecek bir rüzgârı olmalı. Bir resmi, Ve resmin içinde bir dünyası olmalı. Tırmanabilmeli dağlara, Ve zirvedeki bayrağın ilk sahibi olmalı. İpi göğüslemeli bir yarışta. İnsanların dediklerine aldırmayacak kadar cesaretli olmalı. Bir ninnisi olmalı söyleyebilecek bir çocuğa. Yarını olmalı, Bakabilmeli ve hayal edebilmeli gelecek günleri. Devrimlerde ismi geçmeli korkmadan. Düşleri olmalı, Ve düşünde sevdiklerine ait anıları, Özlemleri olmalı. Düşünürken bile titreyebileceği bir sevdası, Hiç bir şeye değişemeyeceği bir “AŞK”ı olmalı. İnsan yaşamalı! Yaşamalı her şeye rağmen. Kardelenlerle, Günebakan çiçekleriyle, Öykülerle, şiirlerle, şarkılarla… Umutlar ve geleceğe dair hayallerle yaşamalı. Savaşmalı, Savaşmayı öğrenmeli elde etmek için kendi haklarını. Direnmeli, Direnmeyi öğrenmeli özgürce yaşayabilmek için. İnsan yaşamalı! Yaşamalı her şeye rağmen. Karanfillerle, Titonya çiçekleriyle, Oyunlarla, fıkralarla, türkülerle… İnsan yaşamalı her şeye rağmen… Halit NART FTR/1 İrem ALTUNOK OKL/1 GÖNÜL GÖZÜ Sevmek; gönüldendir. Canından gelir insanın; ta yüreğinden, derinden bir yerden. Peki ya görmek nedir? Yeryüzündeki güzellikleri seyir eylemek, ahu gözlü bir sevgilinin gözünde kendini bulmak, acıya ve mutluluğa şahit olmak mıdır? Öyle bir insan düşünün ki yaratılanlara bahşedilen en güzel nimetlerden birini henüz çocuk yaşta kaybetmiş. Geceye bürünmüş aniden dünyası. Hep siyahmış âlem onun için. Artık ne güneşin aydınlığına, ne gecenin zifiri karanlığına konuşmuş. Veysel imiş bu her daim gece olan dünyanın sahibi. Gönlü tok ama ışığı yok. Gönül bu ya; göz olmuş Veysel’e. Sevmiş de göstermiş ona dünyayı. Aşkı anlatmış, yürek aydınlatmış karanlığı güneş olup… Koklamış toprağı, “âşık” olmuş, dokunmuş da yürek vermiş dünyaya. Bir bağlama elinde, diline yâren ve görmeyen gözüne sözcü… Derdi iz bırakmakmış şu yalan dünyaya Veysel’in. “Dostlar beni hatırlasın.” demiş, yetmiş ona. Göremediğini sevgisiyle dile getirmiş. Doymuş da gitmiş ya aramızdan o fakirlikte; görse de doyamayanlara inat. Bu iki kapılı handan dilinde nağmesini, yüreğinde gözlerini alıp da geçmiş… 30 YARATICI YAZARLIK KIRMIZI ERGUVAN Uykusundan sayıklayarak uyandı. Kalbi deli gibi atıyordu. Gecenin koyu siyahını yırtan loş aydınlıkta, içindeki gümbürtüden başka ses yoktu. “Bu sesi duymuyordur umarım sevgilim” diye geçirdi içinden. Yanında yatan, masum bir güzellikle donatılmış kadına, arzu ve sevecenlikle karışık bir bakış fırlattı. Neydi onu bu denli heyecanlandıran? Görüntü hâlâ gözlerinin önündeydi: Kızıla çalan kahverengi yaprakları rüzgârda savrulan, üç metrelik boyuyla o ağaç… Onun kırmızı erguvanı... Pürüzsüz, güçlü bedeni, vakur duruşuyla oydu evet… Çocukluğundan beri ara ara görürdü onu rüyasında. Aslını görmesi mümkün değildi. Yıllardır ağacıyla ayrı karalarda yaşıyordu ama ne zaman bir işarete gerçekten ihtiyaç duysa, dallarını uzatır, ziyarete gelirdi ağacı onu. Sevgilisi şöyle bir döndü. Yatarken göğsünün hizasına gelen yerdeki bacaklarına dokundu sevecenlikle, adını mırıldandı. Uyku dehlizlerinden çıkamadan devam etti uykusuna… Daha küçücük bir oğlan çocuğuyken keşfetmişti ağacını. Bir teneffüs kovalamacasından sonra önünde soluklandığında mı dikkatini çekmişti ilk, dallarındaki yuvada yem bekleyerek bağrışan yavru kuşları gördüğünde mi, bilmiyordu, o kısım net değildi. Belki ve en akla yakın olanı, âşık olduğu ilk kıza içini bu ağacın altında açtığıydı. Onu özel kılan ve diğer tüm ağaçlardan erkence onu donatan kırmızı yapraklarıyla büyülemişti onu. Ya da yıllarca okul çıkışında, kendisini her şeyiyle kabul eden, karşılıksız seven annesini bu ağacın altında beklediğinden, belleğinde yer etmişti. Bir zaman tüneli, bir tür geçitti o ağacın altı. Tam altında durup kafasını göğe doğru kaldırdığında bir güç gelirdi içine, bir cıvıltı… Yıllar boyunca onu her görüşünde, anlardı ki bildik güvenilir bir yerdeydi; o bir tür destekti arkasında… Çocukluk ve ilk gençliğinin telaşıyla yarıştığı, bazen yetişemeyeceğinden kaygılandığı, hızla akan hayatı yakalayabildiğinin delili... Kırmızı erguvanın önünde kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş akardı hayat; çocuk cıvıltıları, rüzgâr uğultuları, uzak klakson sesleri birbirine karışırdı. O, sakin, kendinden emin, ne yaptığını bilen babacan bir tavırla sadece dururdu. Görünmez gözleriyle her şeyi izler, biriktirirdi. Çiçeklerle bezendiğinde de dalları karlarla kaplandığında da sonbahar tüm yapraklarını savurduğunda da aynı vakur duruşla beklerdi. Her şeyi aşabilecek, atlatabilecek kadar güçlü gelirdi ona kırmızı erguvanı… Baharı, yazı, dönüşümü olduğu kadar tutarlılığı ve değişmezliği de ispatlayan bir sembol! Güvenin ve neşenin işareti! Sevgilisi kımıldandı yatakta... Yarı doğrulmuş bedeni ürperdi. Sevgilisinin bedeni hareketsizleştiğinde düşüncelerine döndü yeniden. Bütün gün kafasını kurcalayan bu değil miydi işte? Onca bağlandığı, âşık olduğu kadına güvenebilir miydi gerçekten? Hayatını ona adayıp dünyanın merkezine onu koyuşunu anlar mıydı? Önemser miydi bu tercihi gerçek anlamda? Bu aşkın kıymetini bilir miydi? Güvenebilir miydi ona, ağacına güvendiği gibi?.. Sorular kafasında uçuşmuştu tüm gün… Sevgilisinin onun için vazgeçilmez bir noktaya geldiğini anladığından beri içi sevinç ve korkuyla ürperiyordu! Sevgilisinin gözlerinden, davranışlarından öte, zaman ve mekân dışı bir gösterge arıyordu! İşte yine beklediği ipucunu vermeye gelmişti kırmızı erguvanı… Yüreğindeki yanıt ağacından yansımış ve rüyasına gelmişti. Beklediği yanıtı almıştı! O, doğru kişiydi. Onunla kök salabilir, onunla meyve vermeye kalkışabilirdi… Hem aşkın özgürleştirici sarhoşluğuna kendini bırakabilir hem de birbirlerini fark edişlerinin güvenli tutarlılığına sarılabilirdi… Sevgilisi gözlerini açtı, kızılımsı saçları dağılmıştı, mırıldandı: - Ne oldu? Niye uyanıksın? İyi misin? - İyiyim… Hem de çok… Ağaç… Benim ağacım… Neyse canım sen uyu… Lütfen uyu… Bilgi Şafak DUGAN KEÇİ Ege denizinde, tam olarak anımsamadığım bir yerde, üzerinde henüz hiçbir insanın yaşamadığı küçücük bir ada var. Adada yaşayan keçilerin çokluğundan ötürü keçi adası olarak bilinir. Haritada ismi dahi olmayan bu ada, el değmemiş doğası, derinliğine rağmen dibini olduğu gibi göstermekten sakınmayan yürekli denizi, denizi kucaklarcasına dallarını ona sarkıtmış ağaçları, demir atmaya elverişli, korunaklı koylarıyla rotası yakınlardan geçen denizcilerin mola yeridir. Adadaki patika yollar, zirveyi hedefleyen keçilerin bıraktığı izlerden ibarettir. Bu adaya yolum ilk düştüğünde, denize kafa tutan sarp kayalarda bir keçi gözüme takıldı. Kendimi alamadan uzunca bir süre onu izledim. Keçi, adanın hareket eden bir sureti gibiydi. Hareketlerinin zarifliği ile mağrurluğu içgüdüseldi ama kendinden eminliği fiziksel gücünden, ürkekliği deneyimlerinden geliyordu. Adıyla özdeşleşmiş inadı, mücadeleyi seven ruhunun itici gücüydü. Kayadan kayaya zıplıyor, korkusuzca tırmanıyordu; durulmaz bir merakı, içine sığmaz bir coşkusu vardı. İzlerken keçi ada oldu, ada ben, ben keçi… Hani insan olmayıp da bir hayvan olsaydım o adadaki keçi olurdum, onun özgürlüğünü, hareketliliğini, kendine güvenini benimsediğimden, yaşadığı coğrafyayla uyumunu kıskandığımdan. Keçi olurdum ancak kuru bir inattan değil, hedefine kilitlenmiş bir canlının risk alma iştahından, merakından, tutkusundan... Ve mutlaka o adadaki keçi olurdum, denizden esen rüzgârın zirvedeki ota bulaştırdığı mavi tadın lezzetini algıladığımdan... Oya ERGENECİ 31 GECE Gece olabilseydim, gökyüzündeki kandiller yanıp da, ay salınınca nazlı nazlı, düşerdim yollara ben de, dünyaya düşen ilk siyah buklelerle... Uyurken üstünü açmış güzeller güzeli kız çocuklarından başlardım işe elbette. İncitmeden onları, yorganlarını örterdim üstlerine, tatlı tatlı söylenmeyi de unutmazdım... Kesici oyuncakları ve hayali kahramanlarıyla savaşırken uykuya yakalanan erkek çocuklarınınsa usulca oyuncaklarını ellerinden alır, zafer dolu rüyalar dilerdim onlara... Bacak ağrılarından bu gece de uyuyamayan Neriman Teyzeye gecenin çabucak geçeceğini, ertesi güne yetiştirilmesi zorunlu ama hâlâ taslak halinde olan projesine hüzünle bakan Ayça’ya ise gecenin çok uzun olduğunu söylerdim. Sevim teyzenin gelinine dair inanılmaz kuruntularını mecburen dinler, ertesi gün gelinin bu duruma açıklık getireceğini fısıldardım kulağına; gelinine sessiz sabırlar dileyerek... (…) Ders çalışan öğrencileri de unutmam mümkün değil, illa ki uykusu gelirmiş ya dersi olanların geceleri ve hep ben suçluyumdur ya sonunda, o zaman masada uyuklayan Mehmet’e annesinin yankılı sesini duyurma vaktidir: Oğlum bari git, yatağında uyu, üşüteceksin… Mehmet birden doğrulur sandalyesinde: Hayır anne, çalışıyorum... Ah işte Ömer yollarda, üstelik kafası bir hoş... Bu gece de belli ki ümitsizce sevdiği kızı düşündükçe içmiş, içtikçe düşünmüş... Ne yapmalı, nasıl anlatmalı Ömer’e eskilerin “Herşeyde vardır bir hayır” sözünde hak payı olduğunu? “Bir süre tamam ama sonra aramaz mı kız kendi yaşadığı lüksü senin evinde Ömer? Annen gibi konuşmak istemem ama bakkalın kızı Aysel tam sana göre gerçekten, hem annene de iş yapacak gelin gerek...” der, söylediklerime kendim de inanmadan ve Ömer henüz ayılmadan hızlıca kaçarım onun geçtiği sokaklardan. (…) Ama sanmayın ki hep mesai yaparım eğer gece olursam, küçük kaçamaklar da yaratırım kendim için bazen. Mesela mis kokulu çiçekleri koklar, yumuşacık bulutların üzerinde dinlenir, ağaç dallarındaki kuş yuvalarına misafir olurum. Bir de tatlı dilli rüzgâr yanıma kuruldu mu, keyfimize diyecek olmaz! Anlatır bana önceki gün gezip gördüklerini ve ertesi günün umutlarını... Ne çare ki, yeni gün de doğmak üzere yine, bilirim. Ben de gitmeden tüm sıcak evlerin sakinlerine, tüm köprüaltı oteli kullanıcılarına, mezarlıklarda uyuyanlara, uzun yol şoförlerine, keşlere, akşam yemeklerini hakkıyla kazanmış vahşi hayvanlara, dertli annelere, geçim kaygısındaki babalara, çocuklara, suçlulara, hümanistlere, herkese sevgilerimi iletirim tek tek… Dinlendirdim ya onları mümkün olduğunca bu gece de, tek gururum bu olacak ertesi geceye dek... Anne sütüne ve anne kokusuna doyamamış bebekler annelerini bu gece bir kez daha uyandırdıklarında sevinirdim içten içe... Çünkü anne durumdan şikâyetçi gibi görünse de, o ikiliden daha mutlu kimse yok günün bu saatinde... Haa mutluluk deyince, tabii eşinin güvenli kollarında uyuyan Ela’ya aşk dolu iyi geceler fısıldamalı, o beni duymasa da... Ama bu hüznüm neden? Neden kayboluyorum günün ilk ışıklarıyla hep ben? Bu döngüden nasıl kurtulmalı? Nasıl ölümsüz olabilmeli? Buldum! Ben de bir düş kurarım o zaman, düşleri hep başkalarına gösterecek değilim ya... Düşümün konusu diyelim ki şu olsun: Günün bir zaman dilimi olsaydım, gündüz olurdum... Küçük Ahmet’in özensiz yastığındaki hiç anne eli değmemiş yumuşacık saçlarını okşar, yumuk ellerini öperdim doyasıya, “Çağırdın, ben de geldim bak yavrum, seni çok özledim” demeyi de unutmazdım bir anne tadında... (…) Böyle sürüp gitsin oyunum, ben hep var olayım... Şeyda ÇOLAK AĞAÇLAR Hiç mi bırakıp gidesi gelmez ağaçların? Güneş doğar ve batar. İnsanlar gelir ve gider. Zaman başlar ve biter. Sıkılmazlar mı hiç? Ağaçlar doğanın prangalı bekçileri midir? Bazı ağaçlar şanslıdır. Mesela Çıralı’dan Likya’ya doğru çıkan yolda, ince çakıllı kumsalın bitiminde ardına denizi, sağına soluna eşsiz yeşillikleri alarak yüzyılları deviren alımlı sedir ağaçları… Sedir olmak başlı başına bir ayrıcalık belki de ağaçlar dünyasında. O sağa sola eğilmiş, güçlü ve uzun gövdelerinin tepesinde biten yeşil yapraklı dallar, sağa sola alabildiğine genişleyip yayılır. Yan yana duruşları, kabarık iri dalgalı saçlarını rüzgâra vermiş hüzünlü ve alımlı kadınlar gibidir. Güçlü kökleriyle sarıldıkları topraktan can alıp yükseklerdeki yapraklarıyla gökleri ve yeri selamlarlar. Rivayete göre zamanında Olimpos’ta tanrılarla yaşamışlar… Yüzlerce yıllık yaşamlarının bu devresinde şaşkın turistlerin bellerine sarılıp hatıra fotoğrafı çektirmelerini belki de bu yüzden sonsuz bir hoşgörüyle karşılarlar. Ya havalı bir plazanın bahçesinde, varlığını peyzaj planlarına borçlu olan mavi çam halinden memnun mudur? O çamın güvenlik görevlisinin beslediği şişman ve tembel kediden daha vahşi bir dostu yoktur. Herhangi bir yapı marketinde biri onu satın alıp uygun yere diksin diye beklerken, dallarında yuva yapacak kuşlar trafik gürültüsü ve hava kirliğine dayanamayıp çoktan başka yerlere göçmüştür. Ama ağaçlar bırakıp gidemezler işte. Çünkü ağaçlar insanlardan daha beter!.. Laf olsun diye değil gerçekten kök salarlar bulundukları yere. Ve ne yazık ki, o yerler bir süredir insanların tekelinde. 32 Esra ÖZKAN ÇELİK HÜDİL GENEL AĞ SAYFASI HÜDİL ve HÜDİL Kursları hakkında genel ağ sayfamızdan detaylı bilgi edinebilir, duyuruları takip edebilir ve internet ortamında kaydınızı yapabilirsiniz: www.hudil.hacettepe.edu.tr
Benzer belgeler
ilkSAYIMIZ - Hacettepe Üniversitesi
Genel Ağ Sayfası
www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-Posta
[email protected]
HÜDİL Kış 2010 5 Doğru kullanıyor muyuz?
Genel Ağ Sayfası
www.hudil.hacettepe.edu.tr
E-Posta
[email protected]