62.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
62.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK CMYK www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 Hikmet Kıvılcımlı’nın idealleri, mücadelesi Halkın Kurtuluş Partisi’nde yaşıyor!.. YIL: 7 • SAYI: 62 27 ARALIK 2012 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Kr Kurtuluş Partisi, Önderi Hikmet Kıvılcımlı Usta’yı bedence aramızdan ayrılışının 41’inci Yıldönümünde coşkuyla andı. vılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde, 02 Aralık’ta, İstanbul’da Maltepe Belediyesinin Küçükyalı Kültür Merkezinde, coşkulu ve inançlı bir şekilde anıldı. İşçilerden üniversite öğrencilerine, lise öğrencilerine, kamu emekçilerinden köylülere, işsizlere, aydınlara varıncaya kadar halk denizinin her bir parçasının katıldığı etkinliğimiz, HKP Merkez Komite Üyesi İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak Yoldaş’ın açış konuşmasının ardından Enternasyonal marşı eşliğinde devrim şehitlerine saygı duruşuyla başladı. Partimiz Bursa İl Başkanı Halil Ağırgöl Yoldaş’ın, Usta’mızın mücadelesini ayrıntılarıyla anlatan sunumunun ardından, İşçi Sınıfı mücadelesi önderlerinden DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve akliyat-iş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu, İşçi Sınıfının, emperyalist talan ve yağma projelerine dur diyeceğini belirten; salonun büyük coşkuyla karşıladığı bir konuşma yaptı. Parababalarının sömürü cehenneminde Kitap okuyor mahkûm Halil. Çevirirken dizinde duran kitabın yapraklarını çok rahat bir ustalıkla kullanıyor bileklerinden demirli parmaklarını. Kitap ve kelepçelerle On üç senedir bu beşinci yolculuğudur. Gözlerinin altında çizgiler Şakaklarında beyaz. Halil belki ihtiyarladı biraz. Fakat kitap, kelepçe ve yürek eskimedi. Ve şimdi Yürek her zamankinden umutlu. B ta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı. öyle anlatıyor Şair Nazım Hikmet, Us- Evet şimdi yürek her zamankinden umutlu. Umutlar, düşünceler, idealler, davranışlar bugün Kurtuluş Partililerin davranışlarında ve yüreklerinde yaşıyor. O yüzden Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı ve devrim şehidi yoldaşlarımız sadece bedence aramızdan ayrıldılar. O yüzden Kurtluş Partililer mücadale ediyor İşçi Sınıfı içerisinde, gençlik içerisinde, halk denizinde… Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kı- Devrim Şehidi Kubilay’ı coşkuyla andık yanıp kavrulmakta olan işçi kardeşlerimizden Konya Sürat Ambarı İşyeri Temsilcisi Adem Polat ve Borusan Direnişçisi Ali Teymur’un, Proletarya Sosyalistleriyle karşılaştıktan sonra hayatlarında, düşüncelerinde ve kişiliklerinde olan değişiklikleri somutça anlattığı konuşmaları, İşçi Sınıfına olan inancımızı bir kez daha pekiştirirken, Proletarya Sosyalizminin doğruluğunu da bir kez daha tüm gözlere, yüreklere batırmış oldu. Kurtuluş Partisi Gençliği adına genç bir yoldaşımız, gençliğin kararlı mücadelesinin nasıl devam ettiğini coşkulu anlatımıyla dile getirdi. Genel Başkan’ımız urullah Ankutun, CIA Sosyalizmi PDA-İP üzerine değerlendirmeleri ile başlayan ve Türkiye Devrimci Hareketinin geçmişiyle olan bağlarımızdan ve Sevrci Soytarı Sahte Sol’un bu geçmişe olan ihanetlerinden bahsederek devam eden konuşması, devrimci mücadelenin nasıl ve ne şekilde yürütülmesi ve gerçek devrimcinin nasıl düşünüp davranması gerektiği üzerine yaptığı bilimsel tespitlerle, insanlığın özlemini çektiği günlerin adeta bir ön gösterimiydi. Devamı sayfa 7’de CHE ölmez yapıtlar bırakarak ölümsüzlüğe ulaştı Haberi sayfa 22’de Haberi sayfa 27’de Maraş Katliamını lanetliyoruz Haberi sayfa 27’de HKP’den, ülkemiz topraklarına yerleştirilmek istenen Patriot Füzelerine ve NATO’ya hayır eylemi Haberi sayfa 27’dee Başyazı Yılan gibisin Kılıçdaroğlu! İ ki yıl önce, bir kaset operasyonuyla hiç kimseden görmedim. Türk Halkı biseni CHP’nin tepesine taşıyan, efen- zim kardeşimizdir”, diyor. Bugün diyor din ABD’ye hitaben yaptığın bir ko- bunu. Utku Çakırözer, Suriye’de Esad’ı nuşmada; “Biz Beşşar Esad yönetimine ziyaret edip onunla söyleşi yapmıştı, haAKP’den daha karşıyız, onun gitmesi- tırlayacağımız gibi birkaç ay önce. Ona ni daha çok istemekteyiz”, demiştin. söylemişti bu sözleri. Aradan geçen sürede, sen ve milletveŞimdi, böyle bir adamla niye uğraşıkillerin Beşşar Esad yönetimine ve yorsun? Esad’ın kişiliğine defalarca saldırdınız. Niye düşmanlık güdüyorsun? Başkan yardımcıların birkaç kez Ha, şundan; sen de aynen Tayyip gibi“Esad’ın canı cehennesin de ondan… Aslında me”, diye ünlemli sözler senin adının başına sarf etti. “Tayyip” getirerek En son sen geçen 30 “Tayyip Kemal” demek Ekim’de güya Tayyip’i lazım sana. Hatırlarsan, eleştirme bahanesiyle yiTayyip, efendisi Obama ne sinsice, iblisçe, Esad’a onu Esad’a karşı oskissaldırdın. Şöyle dedin: lemeden önce Esad için, “Esad’ın Suriye’de “kardeşten de öte”, dikendi halkına yaptığı yordu. Yani dostluğunun zulümle, Tayyip Erdobu derece derin olduğuğan’ın Türkiye’de halnu belirtiyordu. Ama ka yaptığı zulüm araObama komutunu verinsında ne fark var? Asce, bir anda fırıldak gibi lında Tayyip döndü. Malum ya bu Erdoğan’ın adının başıişin ustasıdır o. Artık na Esad’ı da ekleyip, beş vakit ezan okur giGençkolik’ten Esad Tayyip Erdoğan bi, her gün Esad’a hakademek lazım.” retler, sövgüler yağdırÖnce şunu soralım: Esad’ın size ve maya başladı. Esad’ın adını bile kendisiTürkiye’ye ne zararı var? ne çok görerek değiştirmeye yeltendi. Bugüne kadar bir düşmanlığı olmuş Bütün kapıkulları kraldan çok kralcıdır, mu bize karşı? bilindiği gibi. Hayır. Tam tersine; adam “Ben Türk Devamı sayfa 18’de Halkından gördüğüm dostluğu hayatımda 2 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Kurtuluş Partisi’nden İnsan sevgisi yok, emeğe saygıları yok, utanma-arlanma, vicdan yok; açlık, yokluk, yoksulluk bilmezler komisyonlarda bir araya gelirler; asgari ücreti tespit ederler A sgari Ücret Tespit Komisyonu AR)’ın Kasım ayı için açıkladığı raporun önerdikleri artış oranı 3+3. Ve bu artış tespit edecek 2013 yılında sonuçlarına göre, 4 kişilik bir aile için gerçekleşecektir. Çünkü Asgari Ücret açlık sınırı 1.061 TL, yoksulluk sınırı ise Tespit Komisyonu, IMF ve Dünya uygulanacak Asgari Ücreti. Bankası’nın Tayyipgiller hükümetine 3.354 TL olarak gerçekleşti. Kimlerden oluşuyor bu komisyon? DİSK tarafından açıklanan 1.061 TL, kabul ettirdiği zulüm politikalarının Parababaları örgütlerini temsilen 5 kişi. İşçilerin alınterini sömüren, bu ülkede dört kişilik bir ailenin sadece sağlıklı bir uygulayıcısı olan bir piyondur... O nedenle emekçilerin alınteriyle yaratılan bütün biçimde alması gereken kalori miktarı kaç toplantı yaparsa yapsın, kime görev değerlerin üzerine konan, bu değerleri üzerinden hesaplanmıştır. Yani işçinin ve verirse versin kendisine söylenenin dışına yabancı Parababalarına aktaran, kanser ailesinin sadece boğazına yetecek olan çıkmamıştır, çıkamaz… Ki zaten, Mecliste görüşülmekte olan 2013 yılı bütçesinde de düzenini yaratan, egemenliklerinin devam ücrettir. Milyonlarca emekçinin sadece sağlıklı Asgari Ücret rakamları belirlenmiş etmesi için satmayacağı değeri olmayan, soysuz, tabansız, ahlâksız, acımasız beslenmesine yetecek ücret bile çok durumdadır. Dolayısıyla 2013 yılında da milyonlarca emekçi, sefalet Parababalarının direk ücretine talim edecektir. temsilcisi 5 kişi Asgari Asgari Ücretle çalışan bir işçi Ücretin belirleyicilerinden. kardeşimiz, ev kirası mı versin? Diğer beş kişi ise Elektrik-su, ulaşım-beslenme Parababalarının devletini Baştarafı sayfa 32’de temsilen belirlenen 5 kişi. Bu Yüzde 3+3. Asgari Ücret Tespit Komisyonu, Emekçi Halkımızı harcamalarını mı karşılasın? beş kişiyi de yerli-yabancı uyutmak, beklentiye sokmak için toplanıyor. Tamamen Okula giden çocuğuna harçlık mı versin? Hasta eşine ilaç parası mı Parababaları tarafından göstermelik yani. Dostlar alışverişte görsün... iktidara getirilen hükümetler Halkın Kurtuluş Partisi olarak bu ortaoyununu protesto etmek versin?.. Bu komik rakamlarla, belirliyor. Bugünlerde bu için 20 Aralık günü Türkiye İşverenler Sendikası (TİSK) utanmadan İşçi Sınıfımızla alay hizmetle görevlendirilenler önündeydik. Ortaçağcı Tayyipgiller’dir. Oynanan oyunu sergilemek, halkımıza bu oyunu göstermek, ediyorlar. İşçi kardeşlerimizi bir Yani vatansız, gelmiş geçmiş IMF’nin, Dünya Bankası’nın emirlerini yerine getiren bir ay yaşamaya mahkûm ettikleri bu parayı kendilerine versek bir Parababaları iktidarları komisyon olduğunu vurgulamak için TİSK’in önündeydik. içerisindeki en satılığı, en Aras Kargo İşgalcilerinden Çankaya İlçe Başkanı’mız gün bile geçinemezler. Partimizin bu konudaki (2005 haini, en halk düşmanı bu Bayram Karkın’ın okudu basın açıklamamızı. güruhtan 5 kişi de Asgari İşçi düşmanlarının, insan sevgisi olmayanların belirleyeceği yılındaki rakamlarla) görüşleri Ücreti belirleyenler arasında. asgari ücretin sefalet ücreti olmaktan öteye gidemeyeceğini ise şöyledir: “Asgari ücret normal geçim Parababalarının İşçi Sınıfı haykırdık. Mücadelemizin yükselerek devam edeceğini, eninde (şu andaki içerisindeki dost sendikası, sonunda Halk İktidarının kurulacağını vurguladık. endeksinden rakamla günlük net 50 CIA tarafında kurdurulan Sloganlarımızı haykırdık. YTL’den) aşağı düşmeyecek. Truva Atı, “takdir sizindir Günümüzde uygulanmakta efendim”ci TÜRK-İŞ’i Ankara’dan Halkın olan asgari ücretin böylece 4 temsilen de 5 kişi yer alıyor Kurtuluş Partililer mislinden fazla bir artış komisyonda. Yıllardır Asgari sağlanmış olacak. ormal Ücret adı altında belirlenen görülüyor İşçi Sınıfımıza. Hainliği, geçim endeksi de üretimimizin sefalet ücretlerine sesini çıkartmayan, saygısızlığı, ihaneti bundan güzel ifade verimindeki artışa paralel olarak hatta onaylayan, bazen İşçi Sınıfının eden başka bir şey bulunamaz. Barınma, yükseltilecek. Kişi emeğinin, sağlığının şiddetinin korkusuyla tespit edilen rakama ısınma, kültürel faaliyetler, tespit edilen ve ulusal verimliliğin zararına olan ayıp olmasın diyerek şerh koyan, işçi asgari ücretin içerisinde yer almıyor bile. prim usulü kaldırılacak. Ücretler, her aidatlarıyla İşçi Sınıfının malı olması gereken sendikalarda, baronluk tesis eden, İşçi Sınıfımız sade suya tiritle açlıktan hafta başı muntazam ödenecek. Genel kesinlikle işçiyi değil ama sarı ölmeyebilir, ama soğuktan donabilir, tatil günleri tam ücretli olacak. Zorunlu sendikacılığı temsilen 5 kişi sefalet baraka gibi evlerde, gecekondularda haller ve işin niteliğinden dolayı o barınabilir. Kitap, sinema, tiyatro, eğlence günler çalışana çift gündelik verilecek. ücretine olur mührünü basanlar arasında. Kısacası, açın halinden de neymiş. Bunlar işçiyi bozar. Allah Kadın, çocuk, din, ırk, farklarına anlamayanların, işçi gibi yaşayıp işçi gibi göstermesin işçi bilinçlenir, üstelik bir de bakmaksızın: AYI İŞİ görene AYI düşünmeyenlerin, emeğe saygısı örgütlenirse al başına belayı. İzin ÜCRET verilecek.” (Halkın Kurtuluş olmayanların, bir aylık asgari ücreti bir vermemek gerek bunlara. O yüzden geçim Partisi Tüzüğü) başka bir şey Ne zaman son bulacak Parababalarının günde hatta bir öğünde harcayabilenlerin derdinden bu dünyada bu ekonomik ve siyasi zulmü? oluşturduğu komisyonun tespit edeceği düşündürtmeyeceksin, Ne zaman sona erecek Parababalarının Asgari Ücret elbetteki sefalet ücreti sürünmenin mükâfatının öbür dünyada cennete girmek için verilecek bonuslar yarattığı bu kanser düzeni? olacaktır. Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Asgari Ücret halen bekar bir işçi için olacağını beyinlere işleteceksin, ondan sonra koyun gibi güdecek, bu dünyanın Parababalarının yarattığı bu kanser Asgari Geçim İndirimi hariç 673,30 TL. sefasını süreceksin… düzenini ortadan kaldırmak için mücadele Asgari Geçim İndirimiyle beraber bekâr Artan işsizlik ile korkutacaksın işçinin ediyoruz 1920’lerden bu yana. Her sözüne bir işçinin almış olduğu asgari ücret 739.07 TL. Evli, eşi çalışmayan bir işçinin gözünü. Yani işsizlik vebasını gösterip başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere diye asgari ücret sıtmasına razı edeceksin! başlayan Hikmet Kıvılcımlı’nın asgari ücreti ise 773 TL’dir. 2013 yılının asgari ücreti için öğrencileriyiz. İşçi Sınıfının ideolojisiyle DİSK Araştırma Enstitüsü (DİSKdonandık. Vatan aşkını her ortamda dile getirmekten sakınmadık, o aşk uğruna mücadeleyi bir an bile bırakmadık. Şimdi bu mücadeleyi çok daha yükseklere taşımakla görevliyiz. AB-D Emperyalizmi ve Yerli Satılmışlar Cephesinin hayâsızca saldırılarına karşı, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçi halklarımızla birlikte Halk Kurtuluş Cephesini öreceğiz. Demokratik Halk İktidarını kurup, Parababalarının, ekonomik ve siyasi Yol ver ölüm zulüm düzenine son vereceğiz. Çök yıkıl ey mezar O günler gelecek. İşte o zaman İşçi Bak Devrim dev gibi dimdik Sınıfımız ve Emekçi Halklarımızı İşsizlik ve Pahalılık Cehenneminde yakanlardan İnsan ateştir, yanarken yakar da hesabını soracağız! 20.12.2012 Sefalet ücretini protesto ettik Selam Olsun Bizden Önce Geçene! Selam Olsun Savaşırken Düşene! Bomba patlarsa açılır gedik Doğan Terlemez 1956/16.12.1976 Orhan Melek Demiröz 1946/06.11.1987 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi C Cumhuriyet düşmanı Tayyipgiller’e inat Kurtuluş Partililer Türkiye’nin dört bir tarafında 29 Ekim’i kutladı umhuriyet’e olan düşmanlıklarını her fırsatta pervasızca gösteren Tayyipgiller’in tüm engellemelerine, tehditlerine, saldırılarına rağmen biz Kurtuluş Partililer, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın kazanımı olan Cumhuriyet’in ilan edildiği 29 Ekim’in yıldönümünü Türkiye’nin dört bir tarafında yaptığımız basın açıklamalarıyla kutladık. İstanbul İstanbul’daki basın açıklamamızı saat 13.00’da Taksim Meydanı’nda gerçekleştirdik. Açıklamamızı İstanbul İl Başkanı’mız Av. Pınar Akbina okudu. Halkımızın yoğun ilgi gösterdiği açıklamamızda Akbina, AB-D Emperyalistlerinin taşeronluğunu yapan Tayyipgiller’in, halklarımızı 89 yıl önceki koşullardan daha da geriye götürdüğünü belirterek; tıpkı Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi, AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçilerin İkinci Kurtuluş Savaşçıları öncülüğünde halklarımız tarafından tarihin çöplüğüne gönderileceklerini ifade etti. Eylem sırasında sık sık “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “ E m p e r y a l i s t l e r, İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi Gidecekler” sloganlarımızı aramıza katılan halkımızla birlikte gür biçimde haykırdık. Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal ve onun en büyük müttefiki olan Lenin’li pankartlarımız başta olmak üzere pankartlarımız ve bayraklarımızla Bursa Halkına seslendik. Bursa Halkı da sesimize kulak vererek bizleri ilgi ve coşku ile izledi ve alkışladı. Basın açıklamamızı İl Sekreterimiz Gülistan Çelik Yoldaş’ımız okudu. Basın açıklamasında sık sık “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Katil ABD Ortadoğudan Defol”, “Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” ve “Halkız Haklıyız Kazanacağız” sloganları atıldı. *** İzmir 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı HKP İzmir İl Örgütü tarafından yapılan bir yürüyüş ve basın açıklamasıyla kutladık. 29 Ekim’de saat 14.00’da Karşıyaka İZBAN istasyonunda toplanarak pankart ve dövizlerimizle yürüyüşe geçtik. Yürüyüş boyun- İstanbul *** Ankara Biz Halkın Kurtuluş Partisi olarak mazlum halklarımızın emperyalist işgalcilere karşı verdiği Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın kazanımlarına her zaman olduğu gibi sahip çıkıyoruz. Ulusal Kurtuluşu Toplumsal Kurtuluşla taçlandırmanın mücadelesini yürütüyoruz yıllardır. Cumhuriyetin 89’uncu yılını HKP olarak bir basın açıklamasıyla kutladık. Partimizin önünden başlattık yürüyüşümüzü. Basın açıklamasının yapılacağı Sakarya Meydanı’na kadar pankartlarımızla, bayraklarımızla, sloganlar eşliğinde yürüdük. “Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal ve onun En Büyük Müttefiki Lenin” ve “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” pankartlarımız ellerimizde, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halklara Hesap Verecek”, “ K a h r o l s u n Emperyalizm Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları dillerimizde gerçekleştirdik basın açıklamasını. Basın açıklamasıyla andık Birinci Kuvayimilliyecileri. Basın açıklamasının ardından yine kortej oluşturarak Partimize kadar sloganlar eşliğinde yürüdük. Ankara Bursa İzmir *** Bursa Tayyipgiller’in gemiyi azıya aldığı son yıllarda, Birinci Kuvayimilliye’ye ve onun yadigârı kurum ve kuruluşlara sahip çıkmak biz Halkın Kurtuluş Partililer için daha bir anlamlı olmaya başladı. Bu kurumlara ve değerlere sahip çıkma görevi biz İkinci Kurtuluş Savaşçılarının önünde durmaktadır. İşte bu sorumluluk ve görevimiz gereği saat 14.00’da Kent Meydanı’nda buluştuk. Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 ca Cumhuriyetin anlamı üzerine konuşmalar yaptık, coşkulu sloganlar attık. İzmir Halkının ilgiyle ve beğeniyle izlediği yürüyüşümüz Karşıyaka Çarşı’nın iskele tarafındaki girişine kadar sloganlarla devam etti. Burada İzmir İl Başkanı’mız Av. Tacettin Çolak tarafından Cumhuriyetin anlamı ve kuruluş amacı ile ilgili bir açıklama yapıldı. Eylem sırasında sık sık “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Yaşasın Tam Bağımsız Demokratik Türkiye”, “Halkız Haklıyız Kazanacağız”, “Şeriat Ortaçağdır” sloganlarını haykırdık. internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] 3 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Dünkü Kırşehir-Bugünkü Kırşehir Bu yazılar, “Yeni İstanbul” Gazetesi’nin 05-06 Kasım 1951 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Hikmet Kıvılcımlı bu yazılarında, Himmet Kırşehirli ve Fatma Kırşehirli müstear (takma) adlarını kullanmıştır. Bildiğimiz gibi Hikmet Kıvılcımlı, “Donanma Davası”nda aldığı 15 yıllık cezanın büyük bir kısmını (1942-1950) Kırşehir Cezaevinde yatmıştır. B Dünkü Kırşehir ebeğinden sakallısına kadar hangi Kırşehirli ile konuşsanız hemen şunu öğrenirsiniz: “Evvel zaman içinde, Aşık Beşe (Paşa) ile Ahi Evran “Seher”de oturuyorlardı. Bir gün erenlerin gönüllerinden doğdu, Suluca Köy’den Hacı Bekteşi (Bektaş) sohbete çağırdılar. Hacı Bekteş, çalışan köylülüğün piriydi. Ata, eşeğe tenezzül eder mi? Kuru duvarın üstüne bindi: “dah!” edip Kırşehir’e geldi”. Bu birinci keramet. Üç aziz evliya, kasabayı kuzeyden güneye yarıp geçen küçük akarsuyun kenarına halvet oldular. Lakin, ırmaktaki kurbağa tayfasının vakvakasından birbirlerini işitmek ne mümkün? Ahi Evran şehir çalışkanlarının piriydi. Desturla kalktı. Irmağa kadar gitti. Kurbağalara: “Ey mübarekler! dedi. Ya siz susun biz konuşalım, ya biz susalım siz konuşun!” Hikmeti Huda, o saat ortalık tıs kesildi. Bugün hâlâ, Kırşehir ırmağının Ahi Evran semtine düşen kısmında kurbağa ötmez. Bu ikinci keramet. Şu dillere destan olmuş üç koca Türkmen, Kırşehir’de ne aradılar? Orta Anadolu haritasının Kızıl ve Yeşil ırmaklar kısmını kesip çıkarsanız, elinize yamrı yumru bir hilâl geçer. Atalarımız olan Horasan erleri için, hilâl biçimindeki bu ülke, Bizans haçına karşı savaş açan bir ocaktı. Hilâlin Yeşilırmak girintisinin ortasında Amasya, Kızılırmak çıkıntısının ortasında Kırşehir bulunur. Amasya’da, Baba İlyas’ın has halifesi Baba İshak, alevlendirdiği büyük köylü ayaklanmasıyla Selçuk saltanatının canına okudu. Tarihte her köylü hareketinin çabuk bozulması neviinden burada da Babailerin kılıç artıkları Kırşehir’e sığınmak zorunda kaldılar. O zaman, Baba İshak’ın has halifesi Hacı Bektaş, Âşık Beşe (paşa) ve Ahi Evran berekatiyle Osmanlı saltanatının manevi temelleri atıldı. Hilâl Ülke, Horasan erliğinin kuşandığı cenk kemeri Kırşehir, o kemerin batıya doğru sivrilmiş ilk milletleşme cevheriyle parlayan mızrağı sayılabilir. Ol zamanlar Kırşehir ulu idi Ortasından hem akan nehir idi On sekiz bin dirler evi var idi Burcu bârû çevresi hisar idi Kasabanın adı da Kırşehir değil, Gülşehirdi. Acem kültürüyle bunalan Selçuklu kabuğu Amasya’da çatladı. Türk kültürüne sıçrayacak olan Osmanlılığın mayası, Gülşehir bağlarında adı geçen veliler üçüzünün kehanet ve kerametleriyle yuğruldu. Osmanlı heykelinin balçığı her yerden ve her ırktan toplandı. Heykele: Ülkü, Ordu, Demokrasi, Birlik, Dil Ruhunu Kırşehir evliyaları nefes ettiler. 1-Ülkü Ruhu: Osmanlılığı kuran Alp Osman’a Amasya hükümdarının kılıcını ve ilmini “Mesut Gülşehri” ismindeki Gülşehirli Mesut götürdü. Osman Gazi’nin, eflâke ser çekmiş [çok yükseklere uzanmış] yüce ağaç rüyasını cihangirliğe yorumlayan da Kırşehirli İmadettin oldu. 2- Ordu Ruhu: Alp Orhan, ilk erlerinden birkaçı ile tâ Bursa’dan yola çıktı, Kırşehir’in Suluca Karahöyüğü’ne kadar geldi. Yanındaki erlere, güzel Türkçesiyle “Yeniçeri” adını koyan Hacı Bekteş oldu. Askerlerin başlarını sıvazlarken cübbesinin yeni, enselerinden aşağıya sarkmıştı. Yeniçeri kıyafetinde bu manzara kutsileşti. Bekteş’in yeni biçiminde bir ek, yeniçeri serpuşunda [başlığında] taziz [sevgi ile anma] alâmeti olarak kaldı. Ve Karacehennemin palalarıyla havaya uçtuğu güne değin, yeniçerilik, her sabah yoklamasında, “pirimiz üstadımız Hacı Bektaşi Veli aşkına” gülbank [hep bir ağızdan ve makamla yapılan dua veya ant] çekti. 3- Demokrasi Ruhu: Ceceli aşiretinden Cace Bey, Kırşehir’de Selçuk Valisi idi. Selçuk saltanatına isyan etmiş olan “Gaziyan, Ahiyan, Abdalan, Baciyan” adlı dört bölük “Babai”yi Kırşehir’e konuk edip ağırlayan aynı Selçuk veziri oldu. Mevlâna Celâleddini Rumî, Konya’dan oğlunu Kırşehir’e, Cace Bey’in yanına gönderdi. Oğlunun yetiştirilmesini ondan bekledi. Kırşehirli Şehabeddin, Kıbrıs’ta, Gazan Han kubbesinde vezirlik etmiş adamdı. Bir gün Mevlâna’nın oğlu ile Kayseri’ye gidiyorlardı. Oğlan seyisi kötü sözlerle payladı. Şehabeddin, Mevlânazadeye şöyle çattı: “Bir Türk’e böyle hareket ve hakaret yakış olmaz. Bu ancak yad [yabancı] terbiyesidir.” Hacı Bekteş “meczup bir budala azizdi”. Baciyanı Rumi ihtiyar etti, kim o hatun anadır. Anı kız edindi. Keşfü kerametini ana gösterdi, teslim etti. Kendi Allah’ın rahmetine vardı.” Yani, tarikata “Kadıncık ana” ismindeki kadını şef yaptı. Tarikat deyince softalık zannetmeyin. Hacı Bektaş, Süleyman-ı Türkî gibi, aba giyer az söylerdi. Ramazanda oruç tutmaz ve namaz kılmazdı. Horasan’dan Ruma geldikleri vakit, Bektaş, inanç eri, kardeşi Menteş Kılıçeri olarak yeryüzünde yalanı öldürmeye çıkmışlardı: Elsiziz dilsiziz, belsiziz ama, Gezeriz dünyada erkekçesine diyorlardı. Bu ülkü Türk köylülüğünü kendine çekti. Onları zulme karşı birleştiren bir düstur [genel kural] oldu. 4- Birlik Ruhu: Doğuda Moğol baskınları, batıda Bizans kumkumaları, Anadolu Türklüğünü darmadağın ediyorlardı. İşte o zaman, Gülşehir bağlarında üç veli toplandı: 1- Köy çalışkanlarını karşılıklı yardım içinde Osmanlılığın sinesinde toplamak isteyen Hacı Bektaş; 2- Orta Anadolu’dan Oral Altaylar’a kadar şehirli esnaf teşkilatının piri olan Ahi Evran; 3- Birlik ve dirlik fikriyatına gönüllere zikretmiş olan ve: Cümle işüñ yigregi birlik-durur Birlige bitmek bütün erlik-durur Birlige bitenler irdi menzile İkilikle kimse gelmez hâsıla Kanda kim iki göñül birlikdedür Göresin bunlar ganî dirlikdedür Birlik ehli hôş geçürür vaktını Birikenler dutdı dünyâ tahtını diyen Aşık Beşe fikriyatı ile Bektaş ve Ahi teşkilatları kaynaşarak, Şeyh Edabali’nin “Dünya tahtı” rüyasını gerçekleştirdiler. Böylece Osmanlılığı doğuran ana oldular. 5- Türkçe Dil ruhu: Demokratik birliğin mayası Türk dili olabilirdi. Hâlbuki Selçuk saltanatında, Âşık Beşe’nin dediği gibi: Türk diline kimsene bakmaz-ıdı Türklere hergiz gönül akmaz-ıdı Türk dahı bilmez-idi ol dilleri İnce yolı ol ulu menzilleri Alp Osman’a kılıç götüren Gülşehirli Mesut, 14’ücü Yüzyıl ortasında “sehil ve nevbahar” tercümesini yaparak, Şeyh Sâdi’nin ahlâk ve memleket idaresine dair olan “Ferahnameyi Sâdi”sini adapte ederek, Türkçenin Acemce ve Arapça kadar medeni bir dil olabileceğini gösterdi. Elli sene Ahi Evran’a kâtiplik etmiş olan ve: e derviş isteriz, sahip, ne sultan e dert işümüze gelür, ne derman diyen Ahmet Gülşehri, 4284 beyitle Türkçenin zafer şaheserini başarırken “Farsçanın saltanatı uçtu, yaşasın Türkçe” diyordu. Osmanlılığın mayasını sinesinden koparıp veren Kırşehir, her sahici kıymet gibi alçakgönüllü durdu, politika gösterilerine katılmadı. Tarihin “meçhul asker”i kaldı. Osmanlılığa gebe iken ismi “Gülşehir”di. Osmanlılık doğunca unutulan Türkmen şehrinin gülleri soldu. Çocuğunun dünyayı tut- Hikmet Kıvılcımlı tuğunu gören bir ana feragatiyle çöle dönüp “Kırşehir” oldu. 1866 (Hicrî 1283)’de nahiye yapılacak kadar horlandı. Eski hisarlarının, kervansaraylarının tozu bile kalmadı. Evleri çamur izbeler kılıfına girdi. Roma devrinden kalma “Terme” kaplıcası, mağara içine kazılmış mezar kurnacığından bir avuç su fışkırtmasa, senede altı ay kazanı tamirde olan Belediye Hamamı, halkı kirden öldürebilir. Cace Bey, mercan rengindeki “cağcağlı minare”siyle Türkmen palaları gibi yol yol, sarı kırmızı dokunmuş cephesiyle göçebe otağı ve çadırını iplerine kadar taklit ederek, tarihi taştan abide haline getirmiş olan bir medrese kurmuş. Belki dünyanın en orijinal olan bu eseri, şimdi karanlık bir camidir. Sellerin taşıdığı molozlara gömüle gömüle her gün biraz daha yerin altına batmaktadır. Taş kubbesinin altındaki rasathane kuyusunu bulmak için, bir ecnebinin [yabancının] Kırşehir’de senelerce sürgün kalması ve merak edip kazı yaptırması icap ediyor. Âşık Beşe (paşa) türbesi, doğunun mor dağları önünde, kızıl kubbeli tepeciklerin en tatlı sathı mailine tünemiştir. İyi ki, orada. Yoksa onun da Melekşah Türbesi gibi etrafı çöplüğe döner ve kafası tamir betonuyla sıvanırdı. Ne olsa Beşem âşık! Yerini şairane seçmiş. Türbesi, özenerek yontulmuş pırlanta taş gibi yağmurla yıkanıp güneşle yanıyor. Hakiki, birlikçi Âşık Beşe, torunlarına oradan bakıyor. Biz torunları, onun sandukasındaki eski çuhadan, başındaki tozlu kavuğuna kadar nesi varsa hepsini çalmışız. Bekçi yahut saygı yokluğundan mı, kaygı çokluğundan mı?.. İçeride hazret dımdızlak yatıyor. Ama ona bu hal daha çok yaraşıyor. Nasıl olsa, boz renkli, keskin köşeli, güneş mihraplı mermerlerini de tırnaklarımızla sökemeyiz ya! Bekçiye ne lüzum var? O çevresine yıkık mezar taşlı yarenlerini toplamış, Kırşehir’in ölmez bekçisi gibi dimdik duruyor. Aşağıda ve tam karşısındaki Ahi Evran’ın, Cace Bey’in ve Kıble ötelerindeki Hacı Bekteş’in ruhlarıyla, gelmiş geçmiş erenler omuz omuza vermişler, canlı tarihin ebem kuşaklı kubbesi altında kâinata rindce [dünyayı umursamazca, kalenderce] gülümseyerek dem çekiyorlar: Elsiziz, dilsiziz, belsiziz ama Gezeriz dünyada erkekçesine! Himmet Kırşehirli Bugünkü Kırşehir Her mahallesinde ayrı bir sıcak su kaynar Kırşehir’in. Şehir içindeki demirli “Terme” Kaplıcası insan hararetindedir. Bir buçuk saat batısındaki “Karakurt” Kaplıcası ise çok sıcaktır. Küçük bir himmet, Kırşehir’i Ankara için İstanbul’un Bursa’sı haline getirebilir. Kırşehir’in ortasından geçen üç dört bel kalınlığını aşmayan suyun yarattığı ağaçlıklar, Kıbleye, Kızılırmak’a doğru dalga dalga akan bir yeşil ırmağa benzer. En züğürt şehirlinin bile yazın göçeceği, ağaçlıklı, yarım dönümlük bir bağı vardır. Amma bu bağ, onun sadece elini ayağını bağlar. Çünkü Kırşehir’in cam gibi kırılabilir sert havasına hiç güven olmaz. Rize’de metre karesine 4444 mm düşen yağmur, burada ancak 400 mm’yi bulur. Bakarsınız en beklenmedik zamanda bahar yapıverir. Meyve fidanları bu şakaya aldanıp hevesli yayla kızları gibi çabucak donanır, gelinleşir, bir de bakarsınız nereden gelindiği bilinmeyen kısır bulutlar hafif çiselemeye başlar, gece yarım saat ayaz kesti mi veyl bütün kış özlenen ağaç nimetlerine... Çiçekler tomurcuklarından dökülüp gider. Fakat Kırşehirli, Allahına şükrederek eliyle ve beliyle sebzeciliğe girişir. Fakat yaylada yaz, tavşandan ürkektir. Adana hıyarları, Toroslar aşırı Ankara piyasasında satılmaz hale gelirken, Kırşehir’dekiler yeni mahsul dökmeye başlar. Yaz, bir anda bahar olup uçar. Bir seher vakti Ankara geldiğin- den zehirli güz poyrazı esiverir, ertesi gün sebze yaprakları yangından çıkmışçasına alazlanır. Sonra da, güneş Kırşehirli ile alay eder gibi daha aylarca ortalığı sıcağa gömer. Kırşehirlinin biricik kara gün dostu söğütle kavaktır. 20 liraya döktürülen 500 kalıp kerpici çamurla istif et, üzerlerine on, on beş kavak gövdesi sırala, işte sana bir gündüzkondu damcağız. Altına bir değil üst üste iki, üç “avrat” ile beş, altı “bebe” sığdırabilirsin. Pencere deliğine çare mi? Gazete kâğıdını bezirle yağla, yarım şeffaf buzlu cam olur, hem de perde yerini tutar. Kâğıdı ikide bir delip hırsızlığa gelen arsız kedilerden korkun yoksa bütün kış içerde bey gibi yaşarsın. Onun için Kırşehir’de keresteden ulu velinimet bulunamaz. Onu yakmak ha! Nevzübillah. Böyle bir lüks küfür derecesinde israftır. Tarlanın otu, dikeni tırmıklanır, güz gazelleri süpürülür; davarın, malın mayısı çürek çürek kurutulur. Aş tandırı, kış ocağı bunlarla tütecektir. Yanı başındaki Yerköy linyitlerinin satışını idare yasak edince, felek, intikam almak ister gibi onları yangına verir yahut su basar. Gelsin “Kuyruklu dağın odunu”. Beşiğin kenarları gibi vadiyi çevreleyen ihtiyar dağlar, baştan başa çıplak saydır (çakıllı kaya). Doğu dağlarının ötesinde, vaktiyle, ucuz yük getiren Kürtlerin hayvanları barınırmış. Oraya “Çöl” derlermiş. Harp yıllarında, ka binaların sifonu o çölü de emip Devlet kasasına akıtmış. Hayvanların çöpleneceği bir karış otlak bırakmamış. Yükün batmanı harpten [savaştan] önce 3 liraya iken, şimdi 20 lira olmuş. Cefakeş eşeği bile kışın beslemeyen şehirli, onu iki buçuk liraya satmayı daha iktisatlı [ekonomik] buluyor. Şehrin Kuzeybatısında kubbe üstüne kubbe üç oyuk bulunur. Oradan aşağı, cetvelle çizilmiş gibi dümdüz Şalgösteren Sövkesi (sathı maili)ne Şalgösteren’in ötesinde Bozulu, Sarıkaya, Hobekli sıradağları “Emir Burnu”nda şahlanır. Sonra dalga halinde kıvrıla kıvrıla Karakurt Hamamı’ndan Kızılırmak’a dökülür gider. Güneybatı ufku, süt mavi gökte höyüklü memecikler yapan beyaz ve düz bir hatla çizgilenir. Bu, “Ağbayır”dır. Şehre dökülürken dona kalmış, dev cüsseli çağlayanı andırır. Kırşehir’in iş hayatı sıfırın altında buz tutmuştur. Adım başına pusu kurmuş olan kahvelerde aslan bıyıklı erkekler sabahlara kadar zar atar, dedikodu gevşerler. Başlıca işleri sebzeciliktir. Amma, domates bile yaz ortası dışarıdan getirtilir. Piyasaların en ucuz zamanında Kırşehir’in sebzesi olgunlaşır. Kısır rekabetle birbirini yiyen esnaflar, fiyatları balon gibi şişirerek günlerini gün etmeye bakarlar. Ali’nin külahını Veli’ye giydirebilen sinek avcısı kahramandır. Nerece o Ahi Evran çağının Kırşehir’i? İçleri kardeşlikle dolup taşan yaratıcı esnaflık nerede? Kırşehir ırmağı sepiciler (dericiler) cenneti olduğu zaman Ahi Evran debbağ [derici] çırağı da imiş. O kadar hilesiz çalışır, sağlam çıkartırmış ki, tüccar yalnız onun bağladığı denge itibar edermiş. Bir gün Evren’in bağladığı denk açılınca ne görülsün? Rakipleri dengin içine kötü deriler sokmuşlar. Bu ihaneti pek canı sıkılan Ahi Evran “Dibağınız tutmasın!” demiş, kendisi de kahrından bir yılan olup ırmağa akıvermiş. O gün bugün şehrin sepiciliği boğulup sönmüş. Şimdi, hayvanların tırnakları arasında ve dilleri üstünde yaralar çıktı mı, Ahi Evran’ın aktığı sudan sürülürse birebir gelirmiş; efsanesi kalmış. Yazık ki, o beddualı günden beri Kırşehir’in açılan yarasına, sanatsızlık, işsizlik gangerenine Karakurt ve Terme Kaplıcalarının suyu şifa getirmiyor. Sebep? Osmanlı İmparatorluğu, kestane gibi, çıktığı kabuğu beğenmemiş. Timurlenk gelmiş taş taş üstüne koymamış, üstelik de Kırşehirlileri ordu bozanlıkla töhmetlendirip gitmiş. İltizamcı, mütegalibe derebey, yerini tefeci sarrafa bırakmış. Hâlâ, şimendifer yapılır, Yerköy’den geçer, Kırşehir’e 12 saat; Fabrika kurulur, Kırıkkale’de işler, Kırşehir’e 17 saat. Doğru, yalan; derler ki: Ağalar, deve kervanları batmasın diye mühendise rüşvet, meclise şikâyet yağdırıp demiryolunu şehirden uzattırmışlar! Peki amma Kırşehirli buna ne yapsın? 19’uncu asırda yabancı rekabet, 20’nci asırda yerli rekabet, şehrin son sanat artığını da kurutmuş. Para etse, damı, dükkânı satıp gurbete düşecek. Lakin alan kim? Öte yandan, “Viran olası hanede evladı ayal var”. Bırakması dile kolay. Kırşehirli eliyle diktiği ağacın yaprağına kurbandır, toprağı ise kendini cezbeder durur. Son çeyrek asrın inşaatı abideler üçüzüne şöyle tenazur gösterir: Şarap fabrikası, okul, cezaevi. Şarap fabrikası, inci değerindeki Cacebey Cami’yle burun buranadır. Yıktırılan çarşı camiinin renkli taşlarından yapılıp üzeri çiğ badana ile sıvanmıştır. Kasabanın buğday pazarını tıkamakla kalmaz, Kırşehirlinin damarlarına akacak olan pekmezi şaraba çevirerek sarhoşluğu arttırır. Kalebayırı’nın tepesindeki “Mektebi idadi” yıktırılıp yerine beton bir kutu yapıldı, buna okul denildi. Görülen tahsil [öğrenim] yerli sanatları öldürmeye yarıyor. Yani, kızlara halıcılığı, oğlanlara sebzeciliği hor gösteriyor. Hükümet konağında kocasız daktilo kız ile tel kâtiplikten cezaevinde ayda bir değişen gardiyanlığa kadar hiçbir baltaya sap olamayan, fuzulî yarı münevveri [aydını] çoğaltıyor. Cezaevi, Aşıkpaşa türbesinin eteklerinde betondan yapılmış bir teyyaredir. Toplumsal zelzeleye tutulmuş köylülerle şaraphane öğrencisi esnafları ve okul sarhoşu işsiz şehirlileri barındıran bir ölü nüfus mahzenidir. Bu girdaba düşenler sırt üstü yattıkları halde, günde 750 gr. somunu yarım af niyetine ele geçirmenin sadediyle imtiyazlıdırlar. Bazı bedhahlar Kırşehirliye “menfi [olumsuz] ruhlu” derler. Sen gel de, hayatın ve kâinatın bütün çarkları gerisin geri dönerken “müspet [olumlu] ol” bakalım, nasıl olabilirsin? Sanatları söken Kırşehir’de yalnız kınalı parmaklarla düğüm düğüm tırmıklanan bir zanaat vardır: Halıcılık. O da can vermek üzere. Sabah namazından gece yarısına kadar bir düzine çocukla evi, bağı ve keyif sahibi erkeği kotarmaktan vakit çalabilen kadın, halı ile uğraşır. Yorgunluğu bitkinliğe varan Kırşehir kadını, hastalıkların en onmazından boşa gezen kocanın kahrına ve geçim üzüntüsüne varıncaya kadar, her türlü işkence ile ölmezse sinirleriyle pençe pençe boğuşur. Tam böyle bir anında, halının üstüne ilmik ilmik göz nuru nakışları dökerken başucuna Hızır Aleyhisselüm dikilir: “Bacım ne örüyon?” der. Malûm ya, O mübarek evliyanın da işi gücü, fena duruma düşmüş olan iyilere yardım etmektir. Yalnız, vaktini seçmekte hayli sakardır. Nitekim, ısdarın (halı tezgahının) başındaki hatun telaş içindedir. Erkeğini sıkıştıran alacaklı hacıağaya halı yetiştirmek için kırılıyor. Canı burnuna gelmiş. Onu, her hangi bir çapkın sakallı zannederek cevabı yapıştırıyor: “Cehennemin zıbının örüyon, sana ne?” Hızır Alevhisselam bu, şakaya gelir mi? Hemen gazaba gelerek: “Altı ay koltuğuna alma!” deyip kayboluyor. O zamandan beri, erkekten maada bütün ev halkı halı emrinde seferber olur, Hikmeti Hüda, bir çift seccade altı aydan evvel kesilip “herif”in koltuğuna sıkıştırılamaz. Çünkü beddualıdır. Böyle sanatla geçim mi olur? Zaten halıcılık yalnız gelenekle yaşamakta, daha doğrusu sürünmektedir. Isdara çıkmamış kız, koca bulamaz. Bu gelenek de sanatıyla birlikte sönüyor. Simdi, ısdara giren kız, alt tabakadan diye hor görülüyor, yanlış da değil: Ev halıcılığı, gündeliği 3 kuruşa indiriyor ve sadece bu işe tırnağını takmış olan tefeci örümceğini beslemeye yarıyor. Karanlık izbelerde bele kadar toprağa gömülüp, yağ yerine ayranla pişmiş bulgur aşına yatan ve günde 24 saat çalışan kadınlar, kızları halı işi sadece soldurup “ince ağrı”ya uğratıyor. Hele, kırpıldıkça havayı dolduran yün kılları, birer zağlı ok gibi saplandıkları taze ciğerlerde ne yaralar açmıyor! İnsan tersini gübre, hayvan tersini yakacak diye kullanan, sabun yerine kille saç ve çamaşır yıkayan, sokak çamuruyla kap temizleyen yoksul köşelerimizde verem, pervasız dolaşan eli tırpanlı bir afet olmaz da ne olur? Kırşehir erkeği daima yarı işsizdir. Kadın eline bakmaktan başka yapacak işi yoktur. Kırşehir’in kadını ise yalnız eline değil, yüzüne de bakılacak güzellerdendir. Tanrı, karınca çalışkanlığı ile arı balı tadını Kırşehir kadınına cömertçe bağışlamıştır. Köyde doğmuş, köyde ölmüş olan Âşık Sait onu dilinden düşürmez: Biter Kırşehir’in gülleri biter. Çırpınır dallarında bülbüller öter Çok olur güzeli hep yeni yeter Kasının üstünde keman görünür. Tanrı hemen bu şipşirin kızlara iş sahibi kocalar nasip etsin. Fatma Kırşehirli 4 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 CIA’nın oğlanlarından Hilmi Özkök halklarımıza hesap verecek! ABD’nin oğlanlarından, Tayyipgiller’in askerlerinden, gelmiş geçmiş en çapsız Genelkurmay Başkanlarından Hilmi Özkök hakkında, Partimiz Genel Merkezi tarafından 19 Ekim günü, suç duyurusunda bulunuldu. Paul Henze’nin oğlanlarının özel kalem müdürlüğünü yapan, 12 Eylül Faşist Darbesinin organizatörlerinden, faşist darbeyi halklarımıza yedirebilmek için kurulan “Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu”’nun Başkanı olan, yakın silah arkadaşlarını satan, ABD’nin kucağında dincilik yapan İblis’in has adamı Hilmi Özkök’ün “demokrasi kahramanı” bir paşa olarak anılamayacağını gösterdi bu ANKARA CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞINA SUÇ DUYURUSUDA BULUA ……………….: Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı Karanfil Sokak No: 24/15 Kızılay/ANKARA V E K İ L L E R İ ……….: Av. Orhan ÖZER, Av. Metin Bayyar, Av. Ayhan ERKAN, Av. Ali Serdar ÇINGI, Av. Tacettin ÇOLAK, Av. Sait KIRAN, Av. Ayça ALPEL, Av. Halil AĞIRGÖL, Av. Pınar AKBİNA, Av. Doğan ERKAN Ortak adres: Necatibey Cad. Sezenler Sokak. No: 4/15 Sıhhıye/ANKARA Ş Ü P H E L İ ……......…: Hilmi ÖZKÖK (emekli general) S U Ç ……………………..: Devletin Birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma (TCK’nin 302. Maddesi), Temel millî yararlara karşı hareket (TCK’nin 305. Maddesi), Anayasayı ihlâl TCK’nin 309. Maddesi), Yasama Organına karşı suç (TCK’nin 311. Maddesi) ŞİKAYETLERİMİZ ………: 12 Eylül 1980 Faşist Darbesi, bugün geniş kesimlerce lanetle anılan, insanlık dışı bir darbedir. Yüz binlerce insanın işkencelerden geçtiği ve işkence sonucunda sakat bırakıldığı, gözaltında yüzlerce cinayetin işlendiği, 52 kişinin idam edildiği, ülkemiz gençlerinin, aydınlarının imha edilmesine dayalı, TCK’nin 77. maddesi bağlamında bir insanlık suçudur 12 Eylül. AB-D Emperyalistlerinin 1000 devletçikten oluşan “Yeni Dünya Düzeni” projelerinin gereği olarak, Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ve başta Cumhuriyet Devrimi olmak üzere bu savaşın kazanımlarının; Bağımsızlığın, Laikliğin ortadan kaldırılması amacıyla gerçekleştirilen bu faşist darbe sonrası önemli ölçüde de yol almıştır, ne yazık ki Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri. Aynı zamanda hukuk düzenin de ortadan kaldırıldığı, yasama meclisinin lağvedildiği, 1961 Anayasası’nın (ki hukuk tarihimizin En Demokratik Anayasasıdır) ilga edildiği, partilerin, sendikaların, kooperatiflerin, derneklerin velhasıl tüm Halk Örgütlerinin kapatıldığı; tüm eylemleri ve sonuçları itibariyle ceza yargılamasına konu olması gereken bir süreçtir 12 Eylül, öncesi ve sonrasıyla… Bilindiği üzere bu konuda süren bir yargılama da mevcuttur. Bu yargılamanın ne kadar doğru bir eksende gittiği (daha doğrusu gitmediği) yönünde kuvvetli şüphelerimiz olmakla beraber, bu davadan bağımsız olarak, 12 Eylül’ün asli faillerinden biriyle ilgili yeni bulgular ortaya çıktığından, işbu suç duyurusunu yapmayı tarihsel bir görev addetmiş bulunuyoruz. 16 Ekim 2012 tarihinde, “http://sozcu.com.tr/aci-bir-oyku-aci-birsoru.html” uzantısında bulunan Necati Doğru imzalı haberde, Aydın Özdalga’nın bir yazısından alıntı yapılarak, bugünkü iktidar partisi ve onun yandaşlarınca, “darbeleri önleyen”, “demokrasi kahramanı” olarak ilan edilen şüpheli Hilmi Özkök’ün, 12 Eylül Faşist Darbesinin asli faillerinden olduğu anlaşılmaktaydı. Haberin ilgili kısmı şöyledir: “Aydın Özdalga’yı tanır mısınız? Gazetecidir… “Haber 3. com.” adlı haber sitesinde “Darbeci bir albayın, demokrasi kahramanı bir general diye topluma ezberletilmesinin acı öyküsünü” 29 Eylül günü yazmış… Yazının arşiv değeri var. Bugün köşeme alacağım. “Balyoz davası sürecinde dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök yargılanmak şöyle dursun, adeta “Demokrasi suç duyurusuyla Halkın Kurtuluş Partisi. Suç duyurusundan önce yapılan basın açıklamasını Ankara İl Sekreteri Av. Doğan Erkan gerçekleştirdi. Av. Doğan Erkan yaptığı basın açıklamasında savcılığa verilen suç duyurusu ile Hilmi Özkök’ün “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma”, “Anayasayı ihlal” ve “yasama Organına karşı suç”tan cezalandırılmasının istendiğini belirtti. Yaptığımız suç duyurusu metni aşağıdadır. Kahramanı” oldu. Dava sonunda dönemin tüm üst düzey komutanları “Darbe Planlamaktan” 20’şer yıl ağır hapse mahkûm edildiler. Dönemin 1 numarası Hilmi Özkök, kamuoyuna “Darbeyi Önleyen Kahraman ve Demokrat Komutan” olarak lanse edildi. “Şimdi arkanıza yaslanın. “32 yıl öncesine gidiyoruz. “Tarih 12 Eylül 1980. Türk Silahlı Kuvvetleri, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in önderliğinde yönetime el koydu. Meclis kapatıldı, siyasi liderler gözaltına alındı. Darbeyi yapan Kenan Evren ve diğer 4 kuvvet komutanı, “Milli Güvenlik Konseyi”ni (MGK) oluşturarak, ülke yönetimini tam yetki ile üstlendiler. “Tüm yetki MGK’da idi. “TBMM’ye yerleşen Evren ve arkadaşları MGK Genel Sekreterliğini oluşturdu. Bu göreve de 12 Eylül darbesinin tüm planlarını ayrıntılı olarak hazırlayan Orgeneral Haydar Saltık getirildi. Meclise yerleşen darbenin gölge lideri Orgeneral Haydar Saltık da, kendisine bağlı olarak çalışan “12 İhtisas Komisyonu” oluşturdu. Bu ihtisas komisyonlarının hepsi adeta bir bakanlık gibi çalışmaya başladı. Yani gerçek Başbakan Haydar Saltık, gerçek bakanlar da İhtisas Komisyonları Başkanlarıydı. Rütbeleri, albay ile tümgeneral arasında değişiyordu. Komisyonların en önemlilerinden biri de “Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu” idi. Bu komisyonun iki temel görevi vardı. Birincisi medyayı kontrol etmek, ikincisi de medya kanalı ile halka 12 Eylül darbesini ve alınan kararları benimsetmekti. Bu komisyonun başkanı o dönem rütbesi albay olan Hilmi Özkök’tü ve 12 Eylül darbesinin planı olan “Bayrak Harekât Planı”nı hazırlayan kurmay subaylardan biri olduğu için bu göreve getirilmişti. Hilmi Albay, görevinde o kadar başarılı oldu ki, ilerleyen zaman içinde bu kez Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral Haydar Saltık’ın Özel Kalem Müdürü oldu. Özetle, bugünün “Darbeyi önlemiş demokrasi kahramanı Hilmi Paşa”, 12 Eylül döneminin en güçlü ve yetkili ihtilalcilerinden biriydi. “Belki bana inanmayacaksınız? “Bakın, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren, Hilmi Özkök’ü nasıl takdirle anlatıyor: “Hilmi Özkök çok sevdiğim bir arkadaşım. 12 Eylül’de bizim (Milli Güvenlik Konseyi’nin) Genel Sekreterlik’te, Haydar Paşa’nın (Saltık) yanındaydı. Her görevinde yakından takip ettim. Her yönüyle başarılı olmuştur. Başarılı olmasaydı o makama gelemezdi.” “Kenan Evren bu açıklamayı bana yapmadı. Evren Paşa bu açıklamayı, 19 Ağustos 2006 tarihinde Sabah gazetesi yazarı Yavuz Donat’a yaptı! “İşte o yazının linki: http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/donat/2006/08/19/Hilmi_ozkok “Hilmi Paşa’dan bir demokrasi kahramanı yaratmak isteyenlerin ezberini bozduğum için özür dilerim. Aydın Özdalga Kaynak: http://www.haber3.com *** “Benim sorum ise şu: “Evren darbeden yargılanıyor. “Hilmi Özkök niçin ayrıcalıklı?” Bu sorunun cevabını vermek avukatıyla, savcısıyla, hâkimiyle biz hukukçulara düşmektedir. Bilindiği üzere Kenan Evren, ABD eski Büyükelçisi Paul Henze’nin, 12 Eylül Faşist Darbesi gerçekleştirildiğinde “bizim oğlanlar başardı” derken kastettiği “oğlan”ların başında gelmektedir. Bu zat, aynı zamanda 12 Eylül Davası’nın bir numaralı sanığı konumundadır. Şimdi, bu zat’ın bu kadar methiye düzdüğü, faşist suçlulardan oluşan manüplasyonla görevli “Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu”nun başına koyduğu, “Bayrak Planı” denilen suçu organize etme planının mimarlarından, yani fa- Ankara’dan Kurtuluş Partililer şist darbe suçunun organizatörlerinden Hilmi Özkök, neden 12 Eylül darbesi sebebiyle yargılanmasın? Bu kadar suça ortak ve hatta asli faillerden olan bu kişinin yargılanması gerektiği açıktır. İşte bizim mevcut davaya ilişkin şüphelerimizden biri de, Hilmi Özkök gibi suç ortaklarının, başkaca suçluların ve faşist katillerin yargılanmaması, davanın yalnızca Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya ile sınırlı tutulmasıdır. Bu davada inandırıcı ve adaletli olunmak iddiası var ise, Hilmi Özkök ve tespit edilecek benzerleri de yargılanmalıdır. 12 Eylül Faşist Darbesi, ABD güdümünde, ABD ajanlarının, CIA’nın emirleri doğrultusunda işlendiğinden, darbe ve sonrasındaki eylemler öncelikle Türk Ceza Kanunu’nun 302. Maddesinde düzenlenen “devletin bağımsızlığını zayıflatmak amacına elverişli fiil” kapsamında değerlendirilmelidir. Diğer yandan 12 Eylül’de ve sonrasında Emperyalistlere yeyim ettirilen ka- B mu malları ile 12 Eylül Faşizminin amaçlarından biri olan 24 Ocak Kararlarının hayata geçirilmesinin (sivil hükümet yapamayınca Milli Güvenlik Konseyi yapmıştı) ekonomik etkisi de göz önüne alındığında, Türk Ceza Kanunu’nun 305. Maddesinde tanımlandığı biçimiyle; “Temel millî yararlara karşı fiillerde bulunmak maksadıyla veya bu nedenle, yabancı kişi veya kuruluşlardan doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kendisi veya başkası için maddi yarar sağlama” suçunun da oluştuğu kanaatindeyiz. Bu darbe ile “Anayasayı ihlâl” (TCK’nin 309. Maddesi) ve “Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya Türkiye Büyük Millet Meclisinin görevlerini kısmen veya tamamen yapmasını engellemeye teşebbüs” (TCK’nin 311. Maddesi) suçlarının tümüyle sübuta erdiği de açıktır. Yukarıda alıntılanan Gazete Yazısında da belirtildiği gibi, 12 Eylül Darbesinden sonra kurulan MGK Genel Sekreterliği’ne bağlı 12 komisyondan “en önemlilerinden biri” olan “Basın ve Halkla İlişkiler Komisyonu”nun Başkanı şüpheli Hilmi Özkök’tür. Bu komisyonun iki temel görevinden “Birincisi medyayı kontrol etmek, ikincisi de medya kanalı ile halka 12 Eylül darbesini ve alınan kararları benimsetmekti.” Yine aynı şüpheli “12 Eylül darbesinin planı olan “Bayrak Harekât Planı”nı hazırlayan kurmay subaylardan biri olduğu için bu göreve getirilmişti.” Bir başka anlatımla, şüpheli H. Özkök’ün ABD tarafından organize edilip, TSK içindeki Amerikancı generallere yaptırılan ve 12 Eylül Faşist Darbesini planlayanların içinde olduğu; darbe sonrası alınan halk düşmanı kararların benimsetilmesi için kurulan komisyonların başında görev yaptığı açıktır. Hal böyle olunca aradan geçen bunca zaman sonra aynı şüphelinin “DARBEYİ ÖNLEYEN DEMOKRASİ KAHRAMANI PAŞA” olarak gösterilmesi büyük bir kandırmacadır. İşbu suç duyurumuzla tarihsel bir görev yaptığımızı düşünüyoruz ve bugün, en ufak eleştirel söz yahut beyanatları sebebiyle “darbe teşebbüsü” isnadından yüzlerce emekli, muvazzaf subay ve general tutuklu iken, teşebbüs aşamasını icrai hareketleriyle taammüden tamamlamış Hilmi ÖZKÖK’ün evveliyetle yargılanması ve cezalandırılması gerektiğine inanıyoruz. Esasında anılan haberi Cumhuriyet Savcılığımız ihbar kabul ederek, resen de harekete geçebilirdi. Velhasıl, işbu suç duyurusu ile savcılığın gerekli soruşturmayı yürütebileceğini düşünüyoruz. SOUÇ ve İSTEM ………: Yukarıda açıklanan nedenlerle; Şüpheli hakkında soruşturma başlatılarak anılan maddelerden yargılanması ve cezalandırılması için kamu davası açılmasını, vekâleten dileriz. 19.10.2012 Suç Duyurusunda Bulunan Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanlığı Vekilleri Av. Metin BAYYAR Av. Sait KIRAN Av. Doğan ERKAN Silivri’deki yargıç, savcı maskeli taşeronlar görevlerinde kusur etmediler: CIA’nın verdiği emri harfiyen yerine getirdiler alyoz, Ergenekon vb. isimle sürdürülen, aktörlerini “F Tipi” sahte savcı ve hakimlerin oluşturduğu, rejisörü Fetullah Gülen örgütü olan, “Nemrut Mustafa Paşa Divanı” sahnesinde sergilenen ve en önemlisi, senaryosunu CIA’sıyla NATO’suyla AB-D Emperyalistlerinin yazdığı bir filmin sonuna gelindi, şimdilik! Hukukçularımızın ya da edebiyatla biraz ilgisi olanların mutlaka okumuş olduğu, Franz Kafka’nın “Dava” isimli bir romanı akla gelmemezlik edemiyor. K. isimli şahıs, ne yaptığını, neyle suçlandığını, nerede yargılandığını bile bilemeden, duruşma salonuna bile nasıl gidileceğini anlayamadan ucube bir yargılamaya maruz kalır bu romanda. Kapitalizmin hukuk sistemi, politik değilse de, psikolojik bir tahlille teşhir edilir kitapta. Romanı okurken insan bunalır, içi sıkılır… Kafka’nın mübalağalı ve biraz da kuru anlatımı bir yana bırakılırsa, bu sıkıntı kitapta aktarılan dava sürecinin trajedisinden, belirsizliklerinden ve yargılananın içine düşürüldüğü çaresizliğin okura yansımasından kaynaklanır. İşte “Balyoz” isimli kurmaca, aldatmaca, yalan dolandan ibaret sözde yargılama, gerçekte Kafka’nın Dava romanından farksız ve yer yer oradaki hukuk seviyesinin daha altında bir ucube niteliğindedir. Onlarca kez söyledik, yazdık, çizdik: AB-D Emperyalistlerinin Türkiye üzerinde günbegün ilerleyen, birbiriyle iç içe geçmiş iki projesi vardır: “Ilımlı İslam” (ya da daha açık adıyla CIA İslamı) ve “Yeni Sevr” projeleri… İkisi de birbirinden hain, gerici ve halk düşmanı olan bu projelerle, halklarımız birbirine düşürülür ve Ortaçağ’ın karanlıklarına sürüklenirken; AB-D Emperyalistleri, hayalini kurdukları piyon, kukla kent devletçiklerinden müteşekkil “Bin Devletli Dünya” hedefine doğru ilerlemenin sevinciyle ellerini ovuşturmaktadırlar. Bölgemizde ve giderek dünyada bu bin devletçikli Yeni Dünya hedefine ulaşıldıkça; özel olarak Ortadoğu’da, genel olarak ise Önasya, Kuzey Afrika, Kafkasya ve Balkanlar’da, insanlığın tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları, kayda değer bir dirençle karşılaşılmadan, yalnızca yerel satılmış işbirlikçi yöneticilerin güdümündeki devletçiklere kırıntı payı bırakılarak Emperyalistlerin kasalarına aktarılacaktır. Bu projelerin Türkiye’de hayata geçirilmesinin ilk ve temel koşulu ise, Türk Ordusunun ve onun Ulusalcı, Laik, Yurtsever, Mustafa Kemalci, Bağımsızlıkçı çizgisinin direncini kırmaktı… Bunu gerçekleştirmenin aracı olarak da Yargı tümüyle ele geçirilmeliydi… Ne yazık ki bu gerçeği dışımızdaki soldan, “sosyalist”lerden, “sosyal-demokrat”lardan çok az insan gördü. Halen bile, Ergenekon- Balyoz ortaoyunlarında yargılananlardan bazıları, davanın ardında yalnızca AKP’yi ya da Feto’yu görebilmektedirler. Operasyonun arkasındaki asıl gücün AB-D Emperyalizmi olduğunu ve amaçlananın da yukarıda anlattıklarımız olduğunu çok az namuslu-bilimli-bilinçli kişi görebilmiştir dediğimiz gibi. Bizce Anayasa Mahkemesi’nin, çocuklarımızın Şeriatçı ideoloji ile doktrine edilmesi amacıyla getirilen “kesintili eğitim” (4+4+4) yasasına karşı CHP’ce yapılan başvurunun reddi kararı ile “Balyoz Davası” kararının aynı gün açıklanması bir planın ürünüydü. Böylece hem, her iki proje doğrultusunda büyük adımlar atılmış, hem de bu mahkemelerin nasıl AKP’nin (AB-D’nin okuyabiliriz) önünde tam secde hizaya geldiğinin mesajı verilmiş ola- Kısmen doğru bir tahlil, bugün için! Bu sözü kaynağını bilerek mi kullandı bilmiyoruz ama, sözün kullanılması tesadüf bile olsa, kullanıldığı tarihsel anlar tesadüf değildir. Bunda 40 yıl önce, Şili’de Sosyalist Önder Salvador Allende, Faşist Pinochet’in yine CIA’ca örgütlenen karşıdevrimci darbesine karşı talihsiz yenilgisine saatler kala, kendisine neden kaçmadığını soranlara cevaben aynı sözü haykırmıştı: “Kalmalıyım, çünkü onlar güçlü, biz haklıyız, kaçarsam onlar haklı olduklarını düşünür”. Ve kaçmaz Şili Halkının bu yiğit önderi. Başkaldıran bu sözlerden sonra da, Fidel’in hediye etmiş olduğu tabancayla son nefesine kadar kahramanca çarpışır ve yiğit bir devrimci olarak bedence aramızdan ayrılır Allende Yoldaş… caktı. Ancak cibilliyetsizler kısa kararı dahi yetiştiremeyince -ya da kuvvetli olasılıkla ellerine tutuşturulan kararı özetlemeyi yetiştiremeyince- “Balyoz Davası” kararı bir gün sonraya kalmış oldu. İki gol bir gün arayla atılmış oldu Türkiye Kalesi’ne… Geçelim… Düşünmesi ve “Allah akıl verirse” ders alması gerekenler, bu mahkemelere hukuk gözlüğüyle bakan, hukukçuluk ve adalet bekleyenlerdir… “Yetmez ama Evet”çi hainlerle “Boykot”çu gafillerdir… Kürt Sorununu ve bu sorunun Devrimci-Demokratik çözümünü göremeyerek ortalığı Emperyalistlere bırakan şovenler, sosyal-şovenlerdir… Bizler Kurtuluş Partili Hukukçular olarak, anılan “dava”nın duruşmasında dimdik ayakta duran, yılmayan, yıkılmayan, mahkemeyi ve yargılamayı tanımayan, günü gelince yapılan hukuksuzlukların hesabının sorulacağını haykıran Mustafa Kemalci, Bağımsızlıkçı, Yurtsever, namuslu, gerçek subayları kutluyor ve yanlarında olduğumuzu bildiriyoruz. Hükmün verilmesinden sonra “Kuvvet sizde, hak bizdedir!” diyordu bir emekli subay. Kısmi bir doğru demiştik… Çünkü biz biliyoruz ki asıl güç; içinde ilerici subayların da yer aldığı Halktır. Ancak bugünkünden farklı olarak, örgütlendirilmiş, bilimli-bilinçli hale getirilmiş, başında gerçek devrimci önderliğin, Proletarya Partisinin bulunduğu Halk. Böyle bir halk bugün Allende’nin Latin Amerikası’nda boy veriyor. Latin Amerika artık ABD’nin arka bahçesi değil. Sırasıyla Halkçı, Antiemperyalist, Yurtsever önderler iktidara geliyor ve kâbus oluyorlar ABD Emperyalistlerine… And olsun ki Latin Amerika’dan Esen Sol Rüzgârların Türkiye’ye de ulaşmasını sağlayacağız. Bunu başardığımızda, kimler yargılanıyor ve cezalandırılıyor görülecektir. Tabiî gerçek ve insancıl adaletle… Düşmanlarımızın hiçbir zaman sahip olamayacağı o üstün, yüce güçle, insan sevgisiyle yargılayacağız yine de onları. İşte bu insan sevgisinden kaynaklanan adaletimizden kurtulamayacaklar… Buna da and olsun! 21.09.2012 Kurtuluş Partili Hukukçular Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Kurtuluş Partililer Ustalarını O’na layık şekilde andılar Y ine bir 11 Ekim günü… Bir tarafta Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılmasının yüreğimizde yarattığı hüzün, diğer tarafta O’nun, biz düşünce oğullarına ve kızlarına bıraktığı teorik-pratik mirasın yarattığı özgüvenle devrimci kavgaya daha da sıkıca sarılışımız… Bir tarafta Usta’mızın destansı yaşamından belleğimize birer çivi gibi kazınmış olan devrimci pratikler, diğer tarafta O’na layık öğrenciler olabilmek için verdiğimiz mücadelenin bizlerde yarattığı ağır sorumluluk. İşte bu duygularla karşılarız biz Kurtuluş Partililer 11 Ekimleri. O gün, biz gerçek devrimciler için mücadele azmimizin daha da bilendiği gündür. O gün, biz gerçek devrimciler için devrimci kavga ateşinin daha da harlandığı gündür. O gün Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı gibi bir öndere sahip olmanın yarattığı haklı gururu yaşama günüdür. O gün Kıvılcımlı Usta ve ömürlerini Devrimci Mücadeleye vakfetmiş Devrim Ustalarına karşı görevlerimizin, sorumluluklarımızın muhakemesini yaptığımız gündür. Dünya tarihi her zaman dahiler, kahramanlar yetiştirmiyor ne yazık ki. İnsanlık tarihinin her döneminde bir Spartaküs, bir Şeyh Bedrettin, bir Marks-Engels, bir Lenin, bir Che yetişmiyor. Ama bu kahramanlar bir kez yer ettiler mi halkların bilincinde, artık onların miraslarını yok etmeye, adlarını unutturmaya hiçbir güç yetmiyor. Ne Parababalarının azgın saldırıları, ne en yakın arkadaşları bildikleri paçavraların ihanetleri, ne de bedenlerinin toprağa düşmesi, onların unutulmalarına yetmiyor. İşte o dahilerden, kahramanlardan biri de bu ülke topraklarında yetişmiş olan Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dır. Her 11 Ekim’de olduğu gibi bu yıl da Usta’mızın ölüm yıldönümünde İstanbul Topkapı Mezarlığında bir anma etkinliği gerçekleştirdik. Etkinliğimiz, Yoldaşlarımızın Topkapı tramvay durağında bir araya gelmesiyle başladı. Burada kortejimizi oluşturduktan sonra coşkulu sloganlarımızı haykırmaya başladık. Mezarlığa doğru yürümeye başlamamızla coşkumuz doruk noktasına ulaştı. “Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı”, “Kıvılcımlı Yaşıyor, Kurtuluş Partisi Savaşıyor”, “Davamız Halkın Kurtuluş Davasıdır”, “Örgütsüz Halk Köle Halktır, Örgütlü Halk Yenilmez” sloganları eşliğinde Usta’mızın mezarı başına geldik. Burada açılış konuşmasını Partimiz MYK üyesi Safiye Arslan Yoldaş gerçekleştirdi. Yoldaş’ımızın yaptığı coşkulu selamlamadan sonra Usta’mız nezdinde tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşu gerçekleştir- dik. Ardından Usta’mızın mezarı başında anma konuşmasını gerçekleştirmek üzere sözü, Partimiz Başkanlık Kurulu Üyesi ve Genel Sekreteri Av. Ali Serdar Çıngı Yoldaş aldı. Coşkulu konuşmasına Engels Usta’nın Marks Usta’yı anlattığı paragrafları okuyarak başlayan Yoldaş’ımız, Marks’ın yaşamıyla Usta’mızın yaşamı arasındaki benzerliklere dikkat çekti. Usta’mızın da tıpkı Marks Usta gibi yaptığı araştırmalarda hiçbir konuyu yüzeysel biçimde ele almadığını, tıpkı Marks gibi ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştığını, önüne çıkan her engeli en ufak bir tereddüt yaşamadan aştığını vurguladı. A. Çıngı Yoldaş konuşmasına, Türkiye ve dünyada yaşanan son gelişmeleri şaşmaz teorimizle değerlendirerek devam etti. Usta’mızın yaptığı saptamaların doğruluğunun, bugün Ortadoğu’da yaşananlarla ispatlandığını Suriye özelinde ortaya koydu. Suriye’deki emperyalist komploya değinerek halk düşmanı Tayyipgiller’in, kanlı zalim ABD ve AB Emperyalistlerinin taşeronluğunu yaptığını dile getirdi. Yoldaş’ımız konuşmasında ayrıca; Kürt Meselesi, Ermeni Meselesi, Ergenekon Meselesi, Kıbrıs Meselesi, Ortaçağcı İrtica gibi konulara da yer verdi. Yoldaş’ımızın coşkulu konuşmasının tamamlanmasının ardından Usta’mızın öğrencisi, Devrimci Sendikacılığın bayrak ismi, Türkiye İşçi Sınıfına onlarca işgal, grev, direniş armağan etmiş olan İsmet Demir Yoldaş’ın mezarına geçildi. İsmet Demir Yoldaş’ın mezar başı konuşmasını Sancaktepe İlçe Yöneticimiz Deniz Bin Yoldaş gerçekleştirdi. Deniz Yoldaş konuşmasında İsmet Demir’in kararlı mücadelesini anlattı ve her birimizin de O’nun gibi gözümüzü kırpmadan İşçi Sınıfı Mücadelesine dalmamız gerektiğini belirtti. İsmet Demir Yoldaş’ı da hakkıyla andıktan sonra tekrar kortej oluşturarak, sloganlar eşliğinde mezarlığın dışına doğru yürüyüşe geçtik ve mezar başı anma etkinliğimizi sonlandırdık. Kıvılcımlı Usta’nın Ankara ve İzmir’deki düşünce oğulları ve kızları da 11 Ekim’de Ustalarını andılar. Ankara’da Karanfil Sokak’ta saat 19.00’da gerçekleştirilen basın açıklamasında Usta’mızın destansı yaşamı ve devrimci kararlılığı anlatıldı. İzmir’de de saat 18.30’da Konak YKM önünde gerçekleştirilen basın açıklamasıyla Usta’mızın kızıl soluğu İzmir Halkıyla buluştu. Dünya Halklarının gözü aydın! Kutlu olsun Chavez Yoldaş’ın, Venezüella Halkını eski karanlık günlerine döndürmek isteyenlere karşı elde ettiği seçim zaferi! Venezüella Halkı, Chavez Yoldaş’tan, Sosyalizmden vazgeçmeyeceğini bir kez daha gösterdi tüm dünyaya. Yerlisi, yabancısı el ele verdi, satılık kalemşorlar azimle çalıştılar, ellerinden gelenin fazlasını yaptılar Parababaları ama Venezüella Halkını Chavez Yoldaş’tan vazgeçiremediler. Venezüella Halkı ve Chavez Yoldaş bir kez daha gösterdiler tüm dünyaya, umudun tükenmediğini, tükenmeyeceğini, insanlığın tek bir sosyalist aile olma mücadelesinin yok edilemeyeceğini. Chavez Yoldaş’ın yeni seçim zaferi, Chavez Yoldaş’ın hastalığı nedeniyle hız kesen Latin Amerika’dan esen sol rüzgârların yeniden hız kazanacağını da gösterdi tüm dünya halklarına. Bu zafer Chavez Yoldaş’ın, Latin Amerika Halklarını ve ülkelerini tek bayrak, tek devlet çatısı altında birleştirme idealinin Venezüella Halkı tarafından onaylanması anlamına gelir. Ki bu ideal; Miranda’nın, Simon Bolivar’ın, Jose Marti’nin, Che’nin, Fidel’in de idealidir. Bu önderlerin uğruna yaşamlarını adadığı yüce davanın sonuca ulaşmasını da hızlandıracaktır bu seçim zaferi. Bu ideal, insanlığın başbelası, Che’nin deyişiyle “insan soyunun en büyük düşmanı”, uluslararası emperyalist haydutlar çetesinin başhaydut devleti ABD Emperyalistlerinin ve onların yerli işbirlikçisi hainlerin Latin Amerika’dan tümüyle defedilmesiyle gerçekleşecektir. Chavez Yoldaş bunun mücadelesini veriyor. İşte bu zafer, Chavez Yoldaş’ın bu ideali gerçekleştirme mücadelesine Venezüella Halkının verdiği onaydır. Ve bu zaferle birlikte Chavez Yoldaş’ın seçim zaferi sonrası “Halkın Balkonu”ndan yaptığı konuşmada belirttiği gibi; “Venezüella, neoliberalizme asla geri dönmeyecek ve 21’inci yüzyılın Sosyalizmini inşa etmeye devam edecektir.” Bu zaferle birlikte, Chavez Yoldaş’ın verdiği devrimci savaş, büyük devrimci fırtınalar, rüzgârlar yaratacak, bahar yağmurları kadar verimli olan bu fırtınalar dünya halklarına da umut, moral ve mücadele azmi verecek. Bu devrimci fırtınalar, ABD ve AB Emperyalist haydutlarının tüm dünyada estirdiği gerici rüzgârları da yavaşlatacak. Dünya halklarının, emperyalist saldırganlığın azgınlaştığı bir dönemde umutları yeniden yeşertecek böylesi bir zafere gereksinimi vardı. Bu zaferle birlikte yükselecek olan Chavez Yoldaş’ın ve Venezüella Halkının şanlı, onurlu, yiğit mücadelesi, tüm dünya halklarına güç verecek, güven verecek. Dünya halklarına güç ve güven gelmesiyle birlikte, ABD ve AB Emperyalistlerinin korkusu ve kâbusu da başlayacak, kaçınılamaz sona doğru gittiklerini de göreceklerdir o zaman. Halkın Kurtuluş Partisi olarak Yiğit Başkan Chavez Yoldaş’ın ve Venezuela Halkının zaferini kutluyoruz. Bu zafer aynı zamanda bizlerin ve tüm dünya halklarının da zaferidir. 08.10.2012 Kurtuluş Partililer Chavez Yoldaş’ın Zaferi, ABD ve AB Emperyalistlerinin kâbusu oldu Hasta la victoria siempre! Venceremos! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 5 HKP Genel Sekreteri Av. Ali Serdar Çıngı Yoldaş’ın mezarbaşı konuşması: İ Kıvılcımlı da Marks’la aynı kaderi paylaştı Yoldaşlar! Bundan tam 129 yıl önce aramızdan yalnızca bedence ayrılan Dünya İşçi Sınıfı ve ezilen halklarının büyük Ustası Karl Marks’ın mezarı başında onun en yakın arkadaşı hatta kardeşi ve hatta Kıvılcımlı’nın deyişiyle onun yarısı olan Engels Usta şöyle anlatıyordu Marks’ı: nasip olana ne mutlu” diyordu. Evet, ne mutlu ki Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı da Ustaları Marks-Engels-Lenin gibi dünya insanlığına bir buluş hediye etmiştir. Ve böylece onların mertebesine yani Ustalık mertebesine erişmiştir. O Antika Tarih’in üzerinde örtülü olan şalı kaldırmış, insanlığın 6000 yıldır karanlıkta kalan dönemini aydınlığa kavuşturmuştur Tarih Devrim Sosyalizm adlı anıt eserinde. “Ama Marks araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanların sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatta matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı.” diyordu Engels. Kıvılcımlı da aynı Ustaları gibi ve onların öğüdüne uyarak birçok alanda orijinal araştırmalar yapmıştır. Kıvılcımlı yazdığı onlarca cilt kitap ve binlerce sayfa tutan yazılarıyla ülkesinin sınıf ilişki ve “Yaşayan düşünürlerin en büyüğü artık düşünmez oldu. (…) asıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını (…) bulduysa Marks da insan tarihinin gelişim yasasını, o temel olguyu buldu. Ama hepsi bu değil. Marks günümüz kapitalist üretim tarzı ile onun sonucu olan burjuva toplumun özel gelişim yasasını da buldu. “Bu çapta yapılmış iki keşif, bir ömür için yeter de artardı bile. “Öylesi keşiflerin birini bile başarabilene ne mutlu!” Ama Marks araştırmada bulunduğu her alanda (bu alanların sayısı çoktur ve bir teki bile yüzeysel irdelemelerin konusu olmamıştır), hatta matematik alanında bile, özgün buluşlar yaptı” “(…) “Çünkü Marks, her şeyden önce bir devrimciydi” diyordu Engels. “Kapitalist toplum ile onun yaratmış bulunduğu devlet kurumlarının yıkılmasına şu ya da bu biçimde katkıda bulunmak, (…) modern proletaryanın kurtuluşuna yardımda bulunmak, onun gerçek yönelimi işte buydu. “Dövüş onun yapıtaşıydı. Ender görülür bir tutku, bir direngenlik ve bir başarı ile savaştı o”. (…) (…)“İşte onun içindir ki, Marks; çağının en çok kin beslenilen ve en çok çamur atılan insanı oldu. Müstebit hükümetlerce olduğu kadar Cumhuriyetlerce de sürgün edilip sınır dışı çıkarıldı; tutalak (muhafazakâr) burjuvalarca olduğu kadar, aşırı uç demokratlarca da iftiralara boğuldu. Bütün bu çamurları o, başını bile çevirmeksizin, çerçöp gibi yolu üstünden iteliyor ve aşırı kertede gerekli saymadıkça karşılık vermeye değmez buluyordu. Marks, Sibirya maden kuyularından kalkıp, Avrupa’dan geçerek Kaliforniya’ya dek yeryüzünü uçsuz bucaksız bir tespih tanesi gibi kaplamış bulunan milyonlarla devrimci işçilerin derin saygısı, sevgisi ve gözyaşları içinde öldü.” “Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, eseri de”! Yoldaşlar! Bu ne yaman diyalektiktir ki; Engels Usta, Marks’ı ve hayatını anlatırken adeta Kıvılcımlı Usta’yı ve onun hayatını anlatıyor, hem de 129 yıl öncesinden. Engels “kendisine böyle bir tek buluş yapma Yoldaşlar! Hikmet Kıvılcımlı, ülkemizin en önemli meselesi olası Kürt Meselesi’ni de daha 1930’lu yıllarda görmüş, incelemiş ve çöçelişkilerini çözümlemiş; devrim stratejisizümünü de netçe ortaya koymuştur. Onca ni ve taktiklerini netçe belirlemiştir. “Devrim edir?” anıt eseriyle Devrim sorunu- yıl sonra onun saptadıklarında nitelikçe bir nu çözümlemiştir. Devrimin yapıcısı, şey değişmemiştir. Halkın Kurtuluş Partisi, Kıvılcımı“devrimci nasıl olunur?” sorusuna kendi lı’nın çözümlediği bu meseleyi günümüz yaşamıyla en güzel cevabı vermiştir. Ülkesinde kapitalizmin gelişimini ve emper- koşullarında şöyle formüle etmektedir: yalizm olgusunu kanıtlamış, Ulusal So- Bugün Kürt Meselesi’nin iki çözümü runu irdelemiş ve çözümünü göstermiştir. vardır. Biri emperyalistlerin gerçekleştirmek Yine Kadın Sorunu’ndan, Dil konusuna kadar birçok konuya açıklık getirmiştir. istediği “Burjuva Çözüm”, Diğeri de biz gerçek devrimcilerin çöKısacası döneminin dünya ve ülke sorunzümü olan “Devrimci Çözüm”. larının hemen hepsini incelemiş ve devBiliyoruz ki biz çözemezsek, emperyarimci teorinin ışığını düşürerek aydınlığa listler yukarıda anlattığımız projelerine kavuşturmuştur. uygun olarak, Ortadoğu’nun bağrına ikinci bir “İsrail Hançeri” saplayacakladır. Yoldaşlar! Günümüzde dünyanın en can alıcı me- Ne yazık ki dilimiz varmasa da süreç bu selesi yaşanmaktadır yanıbaşımızda, sınır- yönde akmaktadır. Neden böyle olmaktadır? daşımız Suriye’de. Bugün itibariyle SuriÇünkü bizim savunduğumuz Devrimci ye Meselesi adeta dünya meselesidir. Çünkü başta kanlı zalim ABD Emperya- Çözümü kavrayan başka devrimci siyasi lizmi ve Batılı emperyalistler, yapı yok bugün. Birçok meselede olduğu Ortadoğu’yu ve Orta Asya’yı, Afrika’dan gibi bu sorunun çözümü için mücadele Çin’e kadar yeniden şekillendirmek için ederken de tek başımıza kalıyoruz. Sorunun sözde çözümü için gazeteleradına “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” veya “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi de, televizyonlarda neredeyse her gün ya(GOP)” dedikleri projelerini hayata geçir- zıp konuşan, kendilerine aydın diyenlerin meye başlamışlardır. Bu proje Sosyalist hemen tamamı dönek, hain ve satılmışKamp yıkılmadan önce oluşturulan Yeşil lardan derleşiktir. Kendilerine devrimciKuşak Projesi’nin devamı olan Ilımlı İs- yim diyenlerin de ezici çoğunluğu Amerilam Projesidir. Hatta günümüzde CIA İs- kancı Burjuva Kürt Hareketi’nin çaycılamı-Amerikan İslamı projesidir. Bu lığını yapmaktadır. Ve böylece kimi bileprojenin hayata geçmesi için öncelikle Or- rek kimi gafilce Emperyalist Çözüme hiztadoğu’da İsrail’e karşı net tutum alan, met etmiş olmaktadırlar. emperyalistlere teslimiyeti kabul etmeyen, Zaten bu siyasetler her önemli meselelaik Esad Yönetimi’nin devrilerek, em- de aynı konumdadırlar. Yani kimileri bileperyalistlere uşaklık edecek şeriatçı CIA rek, kimileri de uyurgezerce emperyalist İslamcılarının iktidara getirilmesi gerek- projeleri savunmaktadırlar. mektedir. Emperyalistler bu planı hayata Ermeni Meselesi’nde soykırım vargeçirmek için satılmış, hain, kendilerine dır diyerek emperyalistlerin ve yerli uşakuşaklık etmekte sınır tanımayan, antika ları Tayyipgiller’in Yeni Sevr Projesi’ne Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsil- destek vermektedirler. cisi, CIA İslamı’nın Türkiye’de hayata geCIA Operasyonları olduğu apaçık çirilmesi için görevlendirdikleri Tayyip- olan Ergenekon, Balyoz gibi davaların giller İktidarı’nı kullanmaktadır. aslında yurtsever, laik, Mustafa Kemalci Suriye’de Esad Yönetimini devirebilir- asker, bilim insanı, gazeteci, yazar kısacalerse ardından İran düşürülecektir. Irak sı yurdumuz üzerinde uygulanan emperyazaten kadın-çocuk demeden, bir buçuk list projelere karşı çıkan tüm insanların milyon insanın katledilmesiyle sonuçlanan sindirilmesi, korkutulması ve etkisizleşbir işgalle düşürülmüştür. tirilmesinin amaçlandığı gerçekliğini ya Eğer bu plân başarılı olursa İran’dan görerek ya da görmekten aciz olarak dessonra sırada ülkemiz vardır. Türkiye, en az teklemektedirler. “Sonuna kadar gidilüçe bölünmek istenmektedir. Yani “Yeni meli” diyerek Tayyipgiller’in ve FethulSevr” hayata geçirilecektir AB-D Emper- lahçıların yanında saf tutmaktadırlar. yalistlerince. Bu alçakça plânın yani Sevgi ve saygıdeğer basın emekçileri, konuklar, yoldaşlar; nsanı, doğayı, vatanı, halkı sevmenin büyük ustası ve insanı, doğayı, vatanı ve halkları en acımasız sömürüye, işkenceye, zulme uğratan kanlı zalim emperyalistlere ve onların satılmış, hain her türden uşaklarına karşı başkaldırının, direnmenin, mücadelenin yıldırılamaz savaşçısı Türkiye Devrimi’nin Başeğmez Önderi Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde anıyoruz. BOP’un hayata geçirilmesi için de yine vatan haini Tayyipgiller kullanılacaktır. Kardeşler! Hikmet Kıvılcımlı, Ortadoğu’yu “Kaynayan Petrol Kazanı”na benzeterek bugün yaşananları büyük bir öngörüyle görmüş ve göstermiştir bizlere. Emperyalistlerin, düzenlerini sürdürmek için muhtaç oldukları petrolün kontrolünü ellerinde tutmak amacıyla, Siyonist İsrail Devleti’ni bir hançer gibi Ortadoğu’nun bağrına sapladığını belirtmiştir Kıvılcımlı. Kıvılcımlı Usta aynı zamanda yine dâhiyane bir öngörüyle Arap Halkları içinde devrimci bir mayalanma olduğunu göstermiştir. Bugün “Arap Baharı” denilen olaylar onun engin öngörüsünün ispatlanmasıdır. Evet, mayalanmanın sonucundaki kabarma ve ayaklanma gerçek bir devrimci önderlik olmadığı ve programsız olduğu için emperyalistlerin denetimine girmiştir. Ancak öte yandan halklar kendi güçlerinin farkına varmışlardır. Emperyalistlerin ve yerli uşaklarının bir halk ayaklanmasıyla nasıl da devrilip yenilebileceğini yaşayarak görmüşlerdir. Arap Halkları en son Libya’da, şu anda dünyanın en güçlü ülkesinin en korunaklı adamlarından birini, yani ABD’nin Ortadoğu’daki en önemli ajanlarından Libya Büyükelçisi’ni öldürmüşlerdir kendi büyükelçilik binalarında hem de emperyalistlerin Kaddafi’ye yaptığı gibi linç ederek. Böylece dünya halklarına emperyalistlerin sanıldığı kadar da güçlü olmadığını göstermişlerdir. 6 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Yine Kıbrıs’taki iki halkın (Türk ve Rum Halkının), emperyalistlerin birliği olan, Avrupa Birliği’nde birleştirilmesini savunmaktadırlar bu hain ve gafiller. Böylece de adanın, Ortadoğu’nun ve Akdeniz’in kontrol altında tutulacağı, emperyalizmin batmayan bir uçak gemisi, üssü olması plânını savunarak emperyalistlere payanda olmaktadırlar. Hatta bunlardan bazıları Türk ve Kürt Halklarının birlikte verdiği Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın ve Zaferi’nin olmadığını savunacak kadar ileri giderek emperyalistleri bile şaşırtmaktadırlar. Onlar ki Anadolu’nun emperyalist ordularca açık işgaline rağmen ve on binlerce insanımızın şehit düşmesine rağmen bu iğrenç, devrimcilikle zerrece ilişkisi olmayan görüşlerini devrimci görüş diye savunabilmektedirler. Onlar bu hainlik ve gafilliklerine devam ederken, Partimiz dünya ve Türkiye sorunlarının tamamını önceden duruca görerek ve çözüm yollarını göstererek o siyasal anlayışları hep suçüstü yakalamaktadır. Bunu nasıl başarmaktadır Partimiz? Çünkü o Lenin sonrasının MarksizmiLeninizmi yani Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce ve davranışının ışığını düşürmektedir olaylara. O ışık düşürülünce de olaylar kendiliğinden aydınlanıvermektedir doğal olarak. İşte bu nedenle yani çoğu suçüstü yakalanmaktan, kimileri de ancak olaylar kafalarına vurunca ayıktıklarından bize yani Gerçek Proletarya Sosyalistlerine mesafeli veya düşman olmaktadırlar. Ancak biz bu duruma şaşırmıyoruz çünkü biraz önce belirttiğimiz gibi Marks’ın başına gelen, na- ları çerçöp gibi yolunun dışına attı ve doğru bildiği yolda milim sapmadan, hiç eğilmeden, duraksamadan yoluna devam etti. Onlara, Ustalara, bu zulüm yaşatıldı da onların en sadık öğrencisi, devamcısı olan bizlere farklı mı davranılacaktı? Kimi suçüstü yakalandıkları için saldırarak bizi korkutmaya, sindirmeye çalıştı. Ama bilmiyorlardı ki biz işkencede direnmeyi en büyük erdem sayan ve “muhallebi değil görev yapıyoruz, biliyoruz ki görev yaparken vurmak da var vurulmak da” diyen, düşman karşısında bir kez olsun diz çökmeyen yıldırılamaz Kıvılcımlı’nın yıldırılamaz yoldaşlarıyız. Kimileri de kıskançlıklarından yok saymaya çalışıyorlardı bizi. En iyisi bile “susuş kumkuması” uyguluyordu. Ne diyelim, gerçek devrimcilerin alınyazısı böyle yazılıyormuş demek ki… Biz de Ustalarımız gibi onlara “Sevrci Soytarı Sahte Sol” diyerek mahkûm ediyor, doğru bildiğimiz yolumuzda başeğmeden yürümeyi sürdürüyoruz. Kardeşler! Hikmet Kıvılcımlı yurtseverdir. Hem de öylesine değil ölümüne yurtseverdir. O, kendi deyişiyle bu ülkenin ikinci kategori insanlarının düşünmeye dahi cesaret edemeyeceği, yüzlerce kez uğratıldığı en kanlı işkencelere, sağlı-sollu uğradığı her türlü ihanete, yalnız Türkiye’ye değil, dünya devrimcileri içinde de, en uzun süre zindanlarda yatan birkaç devrimciden biri olmasına rağmen “bu kara topraklar” için bir an olsun nöbet yerini, yani yurdunu terk etmemiş bir yurtseverdir. e mutlu onun öğrencisi, devamcısı Çünkü O, insanın hayvan yerine konulmasına karşı isyan etiği için sosyalist olmuştur. Ve bir kez olunca da son soluğunu verene kadar halkların kurtuluşu için, insanlığın kurtuluşu için, bıkmadan, usanmadan ve yılmadan mücadele etmiştir. Onun günümüzdeki Partisi de yani Partimiz de bu ülkenin en yurtsever, en halksever partisi olmakla gurur duymaktadır. Ve; “Davamız Halkların Kurtuluş Davasıdır” diyerek, halkların bilinçlenmesi, örgütlenmesi için mücadeleyi bıkmadan, usanmadan, yılmadan sürdürmektedir. Yoldaşlar! Kıvılcımlı için, halkın kurtuluş mücadelesinde kadınlarımızın yeri apayrıdır. O, kadınlara sonsuz güvendiğini, onlarsız halkların kurtuluş davasının başarıya ulaşamayacağını, devrimin öncüsü olan partisinin programının amaç maddesine “yarımız olan kadını ön safta bulmak” diye yazarak, devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının kadınların mücadelenin en ön safında yer almasına bağlı olduğunu vurgulamıştır. Usta’mız için, Devrim Mücadelesinde Gençliğin de yeri çok özeldir. Parti Programı’nda “gençliğe sonsuz inanmak” diyerek, ona ne kadar inandığını kabartılandırmıştır. Yine “Yıldırılamaz Gençlik” diyerek, gençliğe ne denli güvendiğini göstermiştir Usta’mız. Yoldaşlar! Devrim mücadelesinin bugünkü taktik halkası; Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist ilkeler ışığında mücadele etmektir. Mücadelenin başarılabilmesi için bu ilkeleri doğru kavramak birinci koşuldur. Emperyalizme karşı olmadan Türkiye Devrimi başarılamaz. Ancak karşımızdaki emperyalizm sadece ABD Emperyalizmi değildir. Bazıları bu yanlışa düşmektedir. Şayet ABD Emperyalizmiyle birlikte Avrupa Birliği Emperyalizmine karşı da mücadele etmezsek devrimin başarılması ola- naksızdır. Yine antifeodal mücadelede de Şeriata ve şeriatçı örgütlere ve şeriatçı Amerikan İslamcısı Tayyipgiller İktidarı’na karşı uzlaşmaz bir mücadele verilmez ise devrim mücadelesinin başarısız olması kaçınılmazdır. Kimi solcu, sosyalist geçinenlerin yaptığı gibi onlarla işbirliği, eylem birliği yapmak yanılgıların ve hatta ihanetlerin en büyüğüdür. Ve yine şovenizmi, sömürgeciliği kesinkes reddetmeden mücadele yürütmeye kalkarsak ve her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkı olduğunu ikirciksiz kabul etmez ve ülkemiz özelinde Türk ve Kürt Halkının eşitlik, kardeşlik içinde gönüllü birliğini netçe savunmazsak devrim mücadelesinin başarısız olması yine kaçınılmazdır. Yoldaşlar Kıvılcımlı Usta’yı anmak için toplandığımız bugünde, O’nu anlatmak için çok söze gerek var. Ama O yaşasaydı inanıyorum ki anlatılmasını, hele uzun uzun anlatılmasını hiç istemezdi. O nedenle bize düşen O’nu uzunca anlatmak değil. Çünkü O bizlerden, aslında herkesten, sadece ve sadece bir tek şey istedi; anlaşılmak!.. Bu nedenle öncelikli görevimiz onu anlamaktır. Onu anlamak da, onun düşünce ve davranışını öğrenmek, öğretmek ve en önemlisi de o düşünce ve davranışı hayata geçirmektir. Çünkü onun düşünce ve davranışı, Lenin sonrasının Marksizm- Leninizmidir. Yani onun düşünce ve davranışı, İşçi Sınıfının Bilimidir. O’nun düşünce ve davranışı, insanı ile doğası ile dünyanın kavranılması ve değiştirilmesidir. İnsanlığın son hayvanlık konağından yani Emperyalizmden kurtuluşun ve gerçek insanlık konağı olan Komünizme ulaşmanın biricik yoludur o düşünce ve davranış. Bize düşen de bu yola an geçirmeksizin girmektir. Ve hiç sapmadan, hiç yılmadan bu Katil ABD, katil Tayyipgiller Suriye’den elinizi çekin! Bursa sıl Kıvılcımlı’nın başına da neredeyse birebir gelmişse ve biz de onların gerçek devamcıları olduğumuza göre sonuç bizim için de aynı olmaktadır kaçınılmazca… Yoldaşlar! Ne diyordu yüce Engels: “İşte onun içindir ki, Marks; çağının en çok kin beslenilen ve en çok çamur atılan insanı oldu. Müstebit hükümetlerce olduğu kadar Cumhuriyetlerce de sürgün edilip sınır dışı çıkarıldı; tutalak (muhafazakar) burjuvalarca olduğu kadar, aşırı uç demokratlarca da iftiralara boğuldu. Bütün bu çamurları o, başını bile çevirmeksizin, çerçöp gibi yolu üstünden iteliyor ve aşırı kertede gerekli saymadıkça karşılık vermeye değmez buluyordu.” Kıvılcımlı da Marks’la aynı kaderi paylaşmadı mı? Tek partili-çok parti tüm dönemlerde, Kıvılcımlı’yı yarı derebeyi Finans-Kapital devleti, 22 buçuk yıl zindanlarda tutarak yok etmeye çalışmadı mı? Hem de kimi zaman yıllarca, bir kez olsun güneş yüzü göstermeden ve her defasında en acımasız işkencelerden geçirerek… Devlet bunu yaptı da peki sözde demokrat ve sosyalist maskelilerin bir kısmı farklı mı davrandı? En dürüst görüneni bile hiçbir şey yapmadıysa yok saydı tüm yaptıklarını. O örneksiz teori ve pratiği olmamış saydı kendisinin değişiyle “susuş kumkuması” uyguladı. Bütün bu olanlar karşısında Kıvılcımlı ne yaptı peki? Elbette ki Önderi Marks’ın yaptığını: “Bütün bu çamurları o, başını bile çevirmeksizin, çerçöp gibi yolu üstünden iteliyor ve aşırı kertede gerekli saymadıkça karşılık vermeye değmez buluyordu.” Kıvılcımlı da Marks gibi kendi topraklarının özdeyişini söyledi: “it ürür kervan yürür” dedi ve kendisini yok etmek isteyenleri, karaçalmak için birbiriyle yarışan- olan biz Kurtuluş Partililere ki, 12 Mart, 12 Eylül Faşizmlerinde her türlü baskıya, zulme rağmen tatlı canımızı düşünüp dışarı kaçmadık, yurdumuzu terk etmedik, böylece Usta’mıza layık olduğumuzu kanıtladık. Yoldaşlar! Kıvılcımlı halkseverdir hem de ne halksever. O, “Örgütsüz Halk Köle Halktır Örgütlü Halk Yenilmez” diyerek, bulduğu her fırsatta halkını örgütlemek için olağanüstü çaba göstermiştir. Örneğin halkımızın içinde yakıldığı, Parababalarının yarattığı İşsizlik ve Pahalılık cehenneminden kurtulması için birçok halkçı aydını da örgütleyerek İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin kurulmasını sağlamıştır. İPSD öncülüğünde büyük şehirlerde, halkın yoğun olarak katıldığı mitingler düzenlemiştir. Dışarıda kaldığı kısacık sürelerde halkın bilinçlenmesi ve başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, tüm ezilen halkların örgütlenmesi için insanlık onurundan başka her şeyini İşçi Sınıfı Davasına vakfetmiştir. Yıllarca içerde yattıktan sonra dışarı çıkar çıkmaz, “sadece bir çay içimi kadar dinlendi” diye anlatır onu Vatan Partisi’ni birlikte kurdukları devrimci yazar Kerim Korcan. Vatan Partisi’ni,1954 yılında, kurucularından olduğu gerçek komünist partisini o anki zor durumundan kurtarmak, İşçi Sınıfını ve halkı örgütsüz bırakmamak için kurmuştur. Ve halkın ilgisini toplamaya başladığını gören vatan haini, emperyalizmin uşağı Menderes Hükümeti tarafından kapatılmış, Kıvılcımlı ve partili arkadaşları ağır işkencelerden geçirilerek zindanlara doldurulmuştur. Onlar mahkemeyi, Menderes Hükümeti’ni yargılama platformuna dönüştürmüş ve “Muhkem Kaziye” ile beraat ederek aklanmışlardır. Çıktıklarında, yaklaşık iki yıl hiç güneş yüzü gösterilmediğinden dişleri bir bir dökülmüştür. Kıvılcımlı tüm bu zulümlere yalnızca halkını canından çok sevdiği için katlanmıştır. Tayyipgiller’in Suriye’ye yönelik Tezkereyi TBMM’den geçirmeleriyle birlikte Suriye’ye yönelik savaş çığırtkanlığı yükselmeye başladı. Halkın Kurtuluş Partisi olarak içinde yer aldığımız “Bursa Savaş Karşıtı Platformu”, Tayyipgiller’in kardeş Suriye Halkına yönelik eylemlerini kınamak ve Suriye Halkının yanında yer aldığını bildirmek amacıyla Bursa’da bir yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirdi. 04 Ekim Perşembe akşam saat:18.30’da Fomara Meydanı’nda başlayan yürüyüş, AKP İl binası önünde sona erdi. Burada platform adına basın açıklamasını ÇHD Bursa Şube Başkanı Aslı Evke okudu. Açıklamada, CIA ve diğer emperyalist istihbarat örgütleri tarafından desteklenen “Özgür Suriye Ordusu” adı altındaki örgütlü çetelerin Türkiye sınırında konuşlandırılarak buradan Suriye’ye saldırılar düzenlediğini ifade ederek, Türkiye Halklarının savaşa karşı olduğunu belirtti. Eyleme; KESK, ÇHD, ÖDP, Halkevleri ve TKP de katıldı. Eylemde sık sık, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Katil ABD İşbirlikçi AKP”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek”, “Savaşa Hayır Barış Hemen Şimdi” sloganları atıldı. İzmir *** Tayyipgiller tarafından, Suriye’ye saldırmak için Meclise getirilen tezkere, aralarında Halkın Kurtuluş Partisi üyelerinin de bulunduğu, çeşitli siyasi parti ve sendikalar tarafından protesto edildi. 04 Ekim Perşembe günü saat 18.30’da Konak Eski Sümerbank Önü’nde bir araya gelen kurumlar, buradan AKP İl binasına doğru alkışlar ve sloganlarla yürüyüşü başlattılar. Sık sık “Gün Gelecek Devran Dönecek, AKP Halka Hesap Verecek”, “Suriye Halkı Yalnız Değildir.”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “AKP İşsizlik Pahalılık Zam Zulüm Demektir”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi” “Madem Çıktı Tezkere Tayyip Git- sin Askere” sloganları yürüyüş boyunca atıldı. AKP il binasının önünde okunan basın açıklamasının ardından eylem sona erdirildi. Gebze *** yoldan yürümektir. Yoldaşlar Devrimcinin görevi devrim yapmaktır. Ancak, devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz. Bize gerekli olan devrimci teori de Kıvılcımlı’nın teorisidir. Ve bize gerekli olan devrimci pratik, Kıvılcımlı’nın pratiğidir. Öyle ise görev bellidir: Kıvılcımlı’nın düşünce ve davranışı ile donanmak ve onu dövüştürüp başarıya ulaştırmak... Bu görev bize Tarih ve Kıvılcımlı tarafından verilmiştir. Başarmamız için gerekli olanlar tarihimizde vardır; Emperyalizme ve Feodalizme karşı verilen savaş ve dünyada emperyalizme karşı mazlum milletlerin ilk zaferi, bizim tarihimizdir. Ve yine başarmamız için gerekli silahları Kıvılcımlı bize sunmuştur; bu O’nun düşünce ve davranışıdır. Yoldaşlar, Kıvılcımlı’nın Düşünce Oğulları ve Kızları, Tarihin ve Kıvılcımlı’nın bize verdiği görevi, Devrimi yapma görevini başarmak için ileri!… Devrim Bayrağını yukarıda daha yukarıda dalgalandırmak ve devrimin yıkılmaz kalesinin burçlarına dikmek için görev başına!… Yoldaşlar Son söz olarak; Engels Usta diyordu ki yoldaşı Marks Usta için: Adı yüzyıllar boyunca yaşayacak, eseri de! Biz de diyoruz ki: Şan olsun, selam olsun, insanlığın kurtuluş yolunu gösteren Devrim Ustalarına! Şan olsun, selam olsun, o yolda savaşırken düşenlere! Ve And olsun, and olsun ki adları ve eserleri yüzyıllar boyu yaşayacak ve ya şatılacak! çi halkın cebini yakacağı ortadadır. İşçi Sınıfımıza ve Emekçi halkımıza yönelik baskı ve sömürünün dozu her geçen gün artıyor. Yakın zamanda yasalaşan Toplu İş İlişkileri Yasası, İşçi Sınıfımızın örgütlenme hakkını elinden almaktadır. Sendikaların ezici çoğunluğu barajın altında kalarak Toplu İş Sözleşmesi yapma yetkisini kaybetmektedir. “Onlar bütün bunları, emperyalist ağababaları kendilerini biraz daha iktidarda tutsun diye yapıyorlar. “Uyguladıkları zulüm politikalarına karşı emekçi halkların tepkisini engellemek için “vatan millet” edebiyatı ile ülkemizi Savaşın içine çektiler. Akçakale’ye düşen top mermilerini bahane ederek Suriye’ye karşı fiilen savaş başlatılmış oldular. Ancak Halklarımız bu insanlık düşmanlarını hak ettiği yere mutlaka gönderecektir” dedi. Açıklama sırasında da sloganlarla Tayyipgiller ve ABD-AB Emperyalistlerini protesto ettik. Halkın Kurtuluş Partisi Gebze İlçe Örgütü olarak, 11 Kasım 2012 Pazar günü saat 14.30’da Gebze Tarihi Çeşme Önü’nde Tayyipgiller’in peş peşe yaptığı zamları ve Suriye politikasını protesto ettik. Yeniçarşı’dan bayrak ve dövizlerle Eskiçarşı Tarihi Çeşme önüne yürüyerek, coşkulu sloganlarımızla halkın ve esnafın dikkatini çektik. Yürüyüş sırasında, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Suriye Halkı Yalnız Değildir”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Son”, “Zam Zam Zam Ucuzluk e Zaman” sloganlarımızı haykırdık. Çeşme Önü’nde basın açıklamamızı gerçekleştirdik. Basın açıklamamızı Gebze İlçe Se- Bursa kreteri’miz Erkin Gürbüz yaptı. E. Gürbüz, “Tayyipgiller günlerdir, hatta aylardır Suriye’ye karşı savaş naraları attı. Olmadı, sınırlarımızı emperyalistlerin maşası “muhalif”lere açtı. Para, silah, cephane yardımı yaptılar. Ülkemizde açtıkları eğitim merkezlerinde CIA ajanlarınca eğitilen emperyalist kuklalarla Esad sonrası geçiş dönemini dizayn ettiler” dedi. E. Gürbüz açıklamamızda, büyük bir çoğunluğu Suriyeli bile olmayan eli silahlı, Ortaçağcı katiller sürüsünün sınırlarımızdan girip Suriye’de katliamlarını yaptıktan sonra üslerine (Hatay’a) döndüğünü belirtti. E. Gürbüz, “Bir gün, beş gün, on gün, bir ay değil tam bir buçuk yıldır dünyanın gözünün içine baka baka ülkemiz toprakları, egemen bir ülkenin rejimine karşı savaşan güçlerin savaş merkezi haline getirildiğini” söyledi. E. Gürbüz, “Tayyipgiller, uyguladık- Gebze ları ekonomik politikaların halkı canından bezdirdiğini kendileri de çok iyi biliyorlar. İşçiye, memura sefalet ücretlerini reva görürken, halkın en temel tüketim maddelerine yaptıkları yüzde 3040’lara varan, hatta bazı maddelerde yüzde 100, yüzde 200’leri bulan zamlar yaptılar. En son yaptıkları elektrik ve doğalgaz zamlarının kış aylarında emek- İzmir Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Hikmet Kıvılcımlı’nın idealleri, mücadelesi Halkın Kurtuluş Partisi’nde yaşıyor!.. Baştarafı sayfa 1’de Genel Başkan’ımız, Ömer Hayyamdan William Shakespeare’den, Samuel Becket’ten örneklerle, insanlığın, sürekli olarak nereden gelip nereye gittiğini anlamak için yürüttüğü çabayı anlattı. İnsanlığın bu ana soruya bir cevap bulamadığını, bu sorunun felsefe yoluyla çözümünün mümkün olmadığını; bilimin çabalarıyla H gelecekte insanlığın bu sorunun cevabını bulabileceğini belirtti. Asıl önemli olanın ise insan olmak, daha doğru deyişle sosyalist insan olmak olduğunu ve bunun anahtarının da insanı ve tüm doğayı (cansız doğayı+bitkileri+hayvanları) sevmekten geçtiğini; gerçek devrimci olmanın ancak böylesi bir sevgiyle dopdolu olmakla mümkün olabileceğini Anma Konuşmaları Tacettin Çolak Yoldaş ikmet Kıvılcımlı, 17 yaşında Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmış, Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığı yapmış, 20’li yaşlarının başında TKP Merkez Komitesi’nde Gençlik Sorumlusu olarak görev almış, 20’li yaşlarında Marksizmi alfabesinden cebri alasına dek etüt etmiş, 30’lu yaşlarında Türkiye Devrimi’nin stratejisini çizmiş, kendi deyimiyle Doğu Üniversitesinde yani Elazığ zindanındaki 4,5 yılda günümüzün en önemli sorunu olan Kürt Sorunu’nu teorik planda çözüme kavuşturmuş, gerek kızıl bir profesör olarak çıktığı bu Elazığ zindanında ve gerekse burjuvazinin diğer zindanlarında geçirdiği ömrünün toplam 22,5 yılını derviş sabrıyla geçirmemiş, sürekli Türkiye Devrimi’nin sorunlarıyla ilgilenmiş ve Türkiye Devrimi’nin yolunu aydınlatan teorik hazineler üretmiştir. Bu uzun zindan günlerinin dışında, dışarıda geçirdiği bölük pörçük zamanını da boş geçirmemiş ve bu zamanının tamamını pratik devrimci mücadeleye vakfetmiş, zindan öncesi polis sorgularının hiçbirinde ama hiçbirinde partisinin, örgütünün sırlarını, arkadaşlarını, yoldaşlarını ele vermemiş ve bu tavrından dolayı işkencede düşmanlarının dahi saygısını kazanmış, işkence tezgâhlarından alnı açık, başı dik, onurla çıkmış, 60’lı yaşlarda da teorik birikiminin zirvesine vurarak arka arkaya yazdığı teorik eserleriyle Marksizme katkı yapmış, Usta’lık mertebesine ulaşmış, Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde O’nu anmak, O’nu anlamak için buradayız. Tüm yoldaşlar hepiniz hoş geldiniz. (Alkışlar… Slogan: Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı…) Bugün, Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik-pratik mirasının gerçek sahipleri olarak buradayız. O’nun ideolojisini hayatın her alanında ama her alanında günümüze uyarlayan Parti Önderliğimizin doğru yol göstericiliğinde pratiğin mihenk taşına vuran Kurtuluş Partililer olarak buradayız. Kıvılcımlı’yı anmayı “dostlar alışverişte görsün” diyerek, derme çatma birlikteliklerle mezar başında gösteriye çevirenler değil, ger- Av. Tacettin Çolak çekten hakkıyla, Kıvılcımlı’nın hakkını verenler olarak buradayız… (Alkışlar… Slogan: Kıvılcımlı Yaşıyor Kurtuluş Partisi Savaşıyor…) Kurtuluş Partisi, “Kıvılcımlı’yı anmak; anlamaktan ve dövüştürmekten geçer”, der. Kıvılcımlı’yı anlamak, Türkiye’yi anlamaktır. Ermeni Sorunu’nu anlamaktır, Ortadoğu’daki kaynayan petrol kazanındaki emperyalist saldırıları anlamaktır, Kürt Sorunu’nu anlamaktır, Türkiye Devrimi’nin sınıf ilişki ve çelişkilerini, sınıf mevzilenmelerini ve devrimin yolunu anlamaktır… İşte bu etkinliğimiz, Genel Başkan’ımızın bize vereceği Konferansla Kıvılcımlı’nın teorik ve pratik mirası çerçevesinde Türkiye’yi anlamayı içerecektir. Bu nedenle hepinizi tekrar saygıyla, sevgiyle, coşkuyla selamlıyorum, hoş geldiniz diyorum. (Alkışlar… Slogan: Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi…) Usta’mızın, Türkiye Devrimi’nin Önderi Usta’mızın, Hikmet Kıvılcımlı’nın şahsında, tüm devrim şehitleri için sizleri bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum. Selam olsun bizden önce geçene Selam olsun savaşırken düşene (Enternasyonal Marşı) Anıları mücadelemize önder olmaya devam edecek. (Alkışlar…) Saygıdeğer arkadaşlar, Gündemimizin üçüncü maddesinde Kıvılcımlı Usta’nın hayatını, Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Başkanımız Av. Halil Ağırgöl Yoldaş’ımız anlatacak. (Alkışlar… Slogan: Kızıl Savaş Bayrağı Hikmet Kıvılcımlı…) Halil Ağırgöl Yoldaş Kurtuluş Partili Yoldaşlarım, değerli konuklar hepiniz hoş geldiniz. Hikmet Kıvılcımlı 29 Mayıs 1971’de Kıbrıs’tan Lübnan’a geçerken günlüğüne şu notları tutuyor: “Açık denizde, hep Doğu yönü. Ama?.. “Sonumuz belirsiz. Cesaretimiz yerinde. 9 beygirlik balıkçı motoru kalbimiz gibi yorulmadan işliyor.” Kıvılcımlı, devrimci yolculuğuna da tıpkı bu duygularla başlamıştı; açık bir denizde, sonu belirsiz ancak cesareti yerinde bir denizci gibi. Yüreği ve beyni bu mücadelede her an işlemeye hazır ve her an işler halde. “Oportünizm edir?” adlı kitabının “Sunuş” kısmında ise şöyle söylüyor: “Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, ela gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında bir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka bir şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil, görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak da vardır, vurulmak da. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.” Bu anlayış ve cesaretle yaşamış olan Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun Makedonya’sında Priştine Kasabasında doğdu. Babası Posta ve Telgraf Müdürü Hüseyin Bey’di, Annesi Münire Hanım’dı. Babasının Yemen-Hicaz PTT Müdürlüğüne atanmasıyla bir daha babasını göremedi. Kıvılcımlı, 1912 yılından sonra Balkan Göçleri döneminde ailesiyle İstanbul’a geldi ve daha sonra, zabit olan dayısının yanında Kuşadası’na yerleşti. İlk ve Ortaokulu Kuşadası’nda okuyan Kıvılcımlı, 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşını-Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nı burada yaşadı. Lise çağına geldiğinde ailesiyle Muğla’ya geçer Kıvılcımlı. Burada lise öğrenimine başlar. Bu arada kendisine sahip çıkan, koruyan dayısını ne yazık ki kaybeder… Kıvılcımlı, savaş döneminde halkın çektiği tüm sıkıntılara, açlığa, sefalete bizzat içinde yaşayarak, yoksul bir ailenin çocuğu olarak, tanıklık etmiştir. Bu dönemden sonra, 1918 yılında Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sona ermiş ve Osmanlı İmparatorluğu bozguna uğramıştır. İzmir’in, Yunan İşgaline uğramasından sonra Hikmet Kıvılcımlı, lise eğitimini yarıda bırakarak Kuvayimilliye hareketine katılır. Yörük Ali Çetesi’nde 16 yaşında mücadeleye katılır ve 17 yaşındayken “Köyceğiz Kuvayimilliye Askeri Komutanlığı”na atanır. Ve aynı zamanda Kıvılcımlı “Menteşe” Gazetesi’ni çıkartır arkadaşlarıyla birlikte. Kıvılcımlı, Kuvayimilliye döneminden sonra ailesiyle birlikte tekrar İstanbul’a yerleşir. Burada lise eğitimine yeniden başlar ve 9’uncu sınıftan sonra Tıp Fakültesini kazanır. Bu dönemde Kıvılcımlı, Kurtuluş ve Aydınlık dergileri aracılığıyla Sosyalizmle tanışır. TKP kurulduktan sonra 1921’de TKP’ye üye olur. Böylelikle Kıvılcımlı’nın ömrünün sonuna kadar devam edeceği Devrimci Mücadelesi başlamıştır. Vazife ve Aydınlık dergile- gösterdi. Bu bağlamda Sovyetler Birliği’nin ve Sosyalist Kamp’ın çöküşünün temelininin insan ve doğa sevgisiyle dolu gerçek sosyalist insanın, bu insanlardan oluşan kuşakların yetiştirilememiş olması olduğunu belirledi. Lenin’in bu konudaki öngörüsünü ve Stalin’in bu konudaki zaafını örneklerle anlatarak; yanlışın tâ 1923’te yapıldığını, Lenin’in bir anlamda vasiyeti olan; “Son Yazılar Son Mektuplar”da dile getirdiği uyarılarının kale alınmamasının bu rinde yazıları yayımlanır. 15 Şubat 1925 tarihinde toplanan Türkiye Komünist Partisi Kongresi’ne ise Kıvılcımlı “Aydınlık Grubu” delegesi olarak katılmış ve Partinin Merkez Komite Üyeliğine getirilmiştir. Kıvılcımlı’nın Partideki (Merkez Komite’deki) görevi; “Genç Komünistler Reisliği”dir artık. Ancak Takrir-i Sükûn Yasası çıkartılır ve bir kısım TKP’li ile birlikte yargılanır. 10 yıl kürek cezasına çarpıtılır Hikmet Kıvılcımlı. 1 yıl sonra yapılan yasal değişikliklerin ardından ise serbest kalır. Hapisten çıkar çıkmaz da en canlı ve hareketli şekilde mücadelesine devam eder. Partideki görevini sürdürür. Tıp fakültesindeki eğitimini tamamlar. Psikiyatri alanında asistanlığına başlar. 1927 Kasımı’nda ise Vedat Nedim Tör ve Şevket Süreyya Aydemir’in partiden ayrılmaları ve parti arşivini polise teslim etmeleri sonucunda diğer parti üyeleriyle birlikte tekrar tutuklanır. İşkenceli sorgulara rağmen partisini ve arkadaşlarını ele vermez. Parti Genel Sekreteri Şefik Hüsnü’nün deyimiyle; “parti onun ifadesiyle kurtulmuştur”. Bu dönemde 3 ay tutuklu kalır. Ancak bu hürriyet de uzun sürmez. 1929 yılında İzmir’de başlayan TKP operasyonuyla yine tutuklanır. İzmir Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “hükümet darbesiyle ameleden adamları iktidara getirmek” suçundan 4 yıl 6 ay hapis cezası alır. 16 Temmuz 1929 tarihin- Av. Halil Ağırgöl de verilen kararın ardından Hikmet Kıvılcımlı; “hepimiz çıkarken kızıl bir profesör olarak çıkacağız.” demiştir. Verilen cezaya tepkisi budur. Bu mahkûmiyetin ardından, 1929 yılının Ekim ayında önce Mardin ve Diyarbakır’a, daha sonra da diğer TKP’li mahkûmlarla birlikte Elazığ Cezaevine götürülür. Hikmet Kıvılcımlı, yargılamanın sonunda verdiği sözü yerine getirerek cezaevini bir kızıl üniversiteye çevirmiştir. Kendi deyimiyle; “MarksizmLeninizmi alfabesinden cebri alasına kadar” etüt etmiştir. Marksist-Leninist Klasiklerin çevirisini yapmıştır. Yaptığı çalışmaları diğer mahpuslarla ve yoldaşlarıyla paylaşmıştır. 1933 yılının Ekim ayına kadar devam eden bu hapislik döneminde 1930 yılına dek Türkiye’de geçirdiği ilk 10 yıllık Marksist-Leninist pratik ve teori savaşına dayanarak “YOL” adı altında bir seri orijinal araştırmalar yaptı. Burada her biri ayrı kitaplar halinde: İdeoloji, Sosyal Gelişim, Parti Tarihi, Strateji Planında: Burjuvazi, Proletarya, Köylü, Millet ve Taktik problemleri ayrıntı ve eleştirileriyle birlikte ele alındı. Bu hapislik döneminin ardından Hikmet Kıvılcımlı daha önce teorik olarak hazırlanmış Strateji Planına uygun şekilde devrimci faaliyetlerini yürütmeye devam etti. 1935 yılında Partiye bir alan açmak için “Marksizm Bibliyoteği” yayınevini kurdu. 1936’da ise Emekçi Kütüphanesi’nden kitaplar yayımlamaya başladı. Bu seri yayınlarda, Marks, Engels ve Lenin’in çeviri eserlerinin yanında kendisinin yazmış olduğu; “Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı”, “Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi”, “Marksizm Kalpazanları Kimlerdir?”, “Emperyalizm: Geberen Kapitalizm”, “Devrimci Aydın edir? Henri Barbusse”, “Sosyete ve Teknik” gibi kitapları yayımladı. 1938 yılında Kara Harp Okulunda bir kısım askeri öğrencinin Nazım Hikmet’le olan ilişkilerinden dolayı başlayan soruşturma sonucunda 1938 yılının Mart ayında tekrar tutuklandı. Bu davada, kitapları erbaşlar tarafın- trajik sonun temellerini attığını saptadı. Biz Proletarya Sosyalistlerinin aynı hatayı işlememek için sürekli olarak bu yönümüzü canlı tutmak ve geliştirmekle görevli olduğumuzu, bunu gerçekleştirmek zorunda olduğumuzu kabartılandırdı. Etkinliğimiz, yoldaşlarımızın hazırlamış olduğu müzik çalışmalarıyla devam etti. Karayılan’dan, Köroğlu’ndan ve Arapça, Kürtçe turkülerden şiir dinletilerine, halk oyunlarına kadar bir çeşitliliği kapsayan etkinlik Halk Kültürünün ve Halkların dan okunduğu ve benimsendiği gerekçesiyle “askeri isyana teşvik etmek” suçundan Donanma Askeri Mahkemesi tarafından 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sultanahmet, Çankırı, Amasya ve Kırşehir cezaevlerinde kaldı bu dönemde. 1950 Temmuzu’nda çıkarılan genel af kanunuyla hapisten çıktı. Bu uzun hapislik dönemi de Kıvılcımlı için boşa geçmemişti. Dünya Devrim Tarihine katkısı olan “Tarih Tezi” çalışmalarına bu dönemde yoğunlaştı. Osmanlı Toplum Yapısı ve İslam Tarihi üzerine bu dönemde çalışmalar yaptı. Hikmet Kıvılcımlı, cezaevinden çıktıktan sonra da teorik ve pratik mücadelesine yoğun bir şekilde devam etti. Tarih Tezi ışığında “Günün Meseleleri” adlı kitap dizisini hazırladı. Bunlardan “Fetih ve Medeniyet” adlı kitabını 1953 yılında yayımladı. 29 Ekim 1954 tarihinde ise devrimci düşünceyi geniş halk kesiminde duyurabilmek, dövüştürebilmek için Vatan Partisi’ni kurdu. Vatan Partisi’nin Amacı, Tüzük’ünde şöyle belirtiyordu: “Oligarşik nüfuz yerine Halkın Demokratik İktidarıyla: Devleti Halk’tan üstün değil, Halk’ı Devlet’ten üstün tutan gerçek özgürlüğü fiilen kurmak ve antidemokratik yasaları ayıklamak. “Müzmin İşsizlik ve azgın hayat Pahalılığı kanser haline gelmiştir. Bunları köklerinden kazımak için İkinci bir Kuvayimilliye (Kurtuluş Savaşı) seferberliği gerekmektedir. Bu ekonomik seferberliğimizi bilim ve teknolojinin en son aşamasına dayanaraktan ağır sanayi temeline oturtmak. “Ulusal üretim mücadelemizin para maddesini ne sadakayla ne zorla ancak UCUZ DEVLET ve BİLİNÇLİ TİCARET yoluyla sağlamak. “Bu kutsal ekonomik Kuvayimilliye seferberliğimizin güdücü ruhunu başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere cahil, âlim, köylü, şehirli… Bütün değer yaratan emekçi halkın tamamıyla aşağıdan gelme ve tamamıyla serbest; GİRİŞİM, ÖRGÜTLEME ve DEETİMİDE bulmak ve bu amaçla bütün organlarda bilfiil üretmenleri çoğunlukta görmek, yarımız olan Kadını ön safta bulmak, Gençliğe sonsuz inanmak.” Bugün bu amaç, Halkın Kurtuluş Partisi’nin Tüzüğünde belirtilen Amaç maddesidir. Bir yanda partinin örgütlenme çalışmaları devam ederken bir yandan da yayıncılık faaliyetlerine Kıvılcımlı örgütlü bir şekilde devam ediyordu. 1955 yılında partinin yayın organı “Vatandaş” gazetesi çıkarıldı. “Siyasetimiz”, “Kuvayimilliyeciliğimiz”, “Soğan Ekmek Kongresi” gibi kitapları yayımlandı. Vatan Partisi, 1957 yılında yapılan genel seçimlere katıldı. İstanbul’da birçok yerde seçim mitingleri yapıldı. Bu mitinglerden en ünlüsü olan Eyüp Mitingi’nde, yaptığı konuşma nedeniyle tekrar takibata uğradı. 1957 yılının sonunda da Başbakan Menderes’in bizzat talimatıyla Hikmet Kıvılcımlı ve 25 partili tutuklandı ve partisi kapatıldı. Ancak 1958 yılının sonunda tahliye olabildiler. 1961 yılında sonuçlanan yargılamada ise partililer ve Kıvılcımlı beraat etmişti. Artık yeni bir dönem vardı. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’yle birlikte Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. Demokrat Parti’nin zor, baskı dönemi bitmişti. Kısmi de olsa 1961 Anayasası’yla özgürlük ortamı daha da genişlemişti. Düşünce ve fikir açıklamak daha kolay hale gelmiş, Marksist klasikler ve diğer sosyalist yayınlar kolay bir şekilde yayımlanmaya başlamıştı. Sendikal örgütlenmenin önü açılırken, grev yasağı da bu dönemde kaldırılmıştı. Bu ortamda Kıvılcımlı bir yandan teorik çalışmalarına yoğunlaşırken, bir yandan da örgütlü bir şekilde Türkiye İşçi Sınıfı mücadelesine pratik katkılar sunuyordu. 1960 yılından sonra “Milli Birlik Komitesine İki Açık Mektup”, “Anayasa Taslağı”, “Birinci ve İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz” kitapları yayımlandı. 1965 yılında “Tarihsel Maddecilik Yayınları”nı kurdu. Böylelikle “Tarih Devrim Sosyalizm”, “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi”, “İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş İngiltere”, “Uyarmak İçin Uyanmalı Uyanmak İçin Uyarmalı” gibi önemli 7 Kardeşliğinin iyi bir örneğiydi. Kurtuluş Partililer, etkinliği; mücadeleye ve kendilerine olan inançlarını, emperyalizme olan öfkelerini dile getirdikleri Parti Andı’yla bitirdi. Yaşasın Sosyalizm! Kahrolsun Emperyalizm! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer eserlerini yayımladı. 1965 yılında İsmet Demir ve diğer yoldaşları Yapı İşçileri Sendikası’nı kurdular. 1967 yılında O’nun öncülüğünde Sosyalist Gazetesi çıkarıldı. 1968 yılında ise, emekçi halkın en büyük derdi olan hayat pahalılığı ve işsizlikle mücadele için İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin kurulmasını sağladı. Yapı İşçileri Sendikası (YİS), birçok önemli büyük işyerinde örgütlendi, grev ve direniş örgütledi. İPSD ise halkın sorunlarını dile getiren önemli bir kitle örgütü olarak birçok miting ve etkinlik gerçekleştirdi. Bunun dışında bu dönemde Türk Solu, Aydınlık gibi dergilerde yazıları yayımlandı. Bu dönemde yayımladığı eserler, katıldığı konferanslar ve içinde bulunduğu örgütler ile gelişen İşçi Sınıfı mücadelesinin tek bir hat doğrultusunda Gerçek İşçi Partisi öncülüğünde devam etmesi gerektiğini savundu ve bu uğurda aktif bir şekilde savaşına devam etti. Bu nedenle “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” tezini geliştirdi. Amacı Tarih Tezinde olduğu gibi bu tezinin de devrimci ortamda tartışılması ve Proletarya Partisinin Reorganizasyonuydu. Özellikle 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişinden sonra İşçi Sınıfı kendisini dosta da düşmana da göstermişti. Ancak bu toplumsal hareketliliği devrime doğru yönlendirecek bir siyasi öncü yoktu. Türkiye Devrimci Hareketine artık gruplar anarşisi hâkim olmuştu. Hikmet Kıvılcımlı, tüm gruplara bu dağınıklığın giderilmesi için çağrıda bulunmasına rağmen bir sonuç alınamamıştı. Bu ortamda, Türkiye’yi devrime doğru ilerletecek taktik ve stratejinin önerildiği “Oportünizm edir? Halk Savaşının Planları ve Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama” üçlemesini yayımladı. Devrimci ortamın dağınıklığını ve İşçi Sınıfının hareketliliğini düşman cephe de görüyordu. Bu nedenle türlü provokasyonlar kullanılarak 12 Mart Faşist müdahalesi gerçekleştirildi. Böylelikle ordu fosili generallerin öncülüğünde ülkede bir sıkıyönetim oluşturuldu. Devrimciler tutuklandı, devrimci örgütler dağıtıldı. O’nun öngördüğü gibi devrimciler dağınık oldukları için bu saldırıya karşı başarılı bir şekilde direnemediler. Mahir ve Deniz gibi devrimci gençlik önderleri katledildi. Hikmet Kıvılcımlı da yakalandığı kanser illetiyle savaşırken bir yandan da faşist cuntanın sıkıyönetim mahkemesince idam fermanıyla aranıyordu. Tekrar sağlığına kavuşmak ve ülkesine geri dönerek sağlıklı bir şekilde mücadele etmek için yurtdışına çıkmaya karar verdi. Kıbrıs, Lübnan, Suriye, Bulgaristan üzerinden Demokratik Almanya’ya gitti. Ancak daha önce gerçek TKP’nin dağılışa uğramasından sorumlu olan İsmail Bilen’in sahte TKP’sinin iftira ve karalamalarıyla buradan sınır dışı edildi. Kıvılcımlı’ya ömrünün son anlarında Tito’nun önderliğindeki Yugoslavya Devleti sahip çıktı. Burada iki kez ameliyat oldu. Hikmet Kıvılcımlı, yaşamının son anlarında dahi, bir an olsun devrimci mücadeleden ayrı kalmadı. Kendisi için yakalama emri çıkarmış İstanbul 1 Nolu Sıkıyönetim Mahkemesine son günlerinde yazdığı iki mektubu göndererek 12 Mart Faşizmini mahkûm etmiş ve ülkesine geri döneceğini bildirmiştir. Ancak tüm çabalara rağmen, 11 Ekim 1971’de Hikmet Kıvılcımlı Belgrad’da bedence aramızdan ayrıldı. Hikmet Kıvılcımlı 35 yılında yazdığı “Devrimci Aydın edir? Henri Barbusse” eserinde devrimci aydının karakterini açıklamıştı. Hayatın tüm gerçekliğine uyan bu tanıma göre Devrimci Aydın; kitle ve hareket adamıdır, örgütlüdür ve enternasyonalisttir. Buna göre Kıvılcımlı da tam anlamıyla devrimci bir aydın ve aynı zamanda bir militandır. O, hayat ve kitle adamıdır. Yaşamının her alanında halkın içinde olmuştur. Çocukluğundan ölümüne kadar yoksul halk yığınlarının yaşadığı koşullarda yaşamıştır. 22,5 yıllık cezaevi yaşamında hep halk kesiminden insanlarla birlikte kalmıştır. Mesleği olan doktorluğu para kazanmak için değil yoksullara, işçilere, köylülere yakın olabilmek için kullanmıştır. 8 Yazdıkları hep sıradan insanımızın derdini anlatır ve onların anlayacağı dilde yazılmıştır. Kıvılcımlı, Hareket ve Örgüt Adamıdır. O, hiçbir zaman kendi deyimiyle anarşik bir şöhret için kuru edebiyat yapmamıştır. Mücadeleye atıldıktan sonra her an örgütlü olarak yaşamış, hiçbir zaman “tek” olmamıştır. Hep örgütlü devrimci mücadeleyi savunmuştur ve bunun için savaşmıştır. O, ezilenlerin bilinçli birliği ve örgütü uğrunda yaşamı boyunca mücadele etmiştir. Kıvılcımlı, Enternasyonal adamıdır. Henüz kimsenin dile getiremediği dönemde “Kürt Sorunu”nu ilk kez devrimci bir perspektifle ele alarak tartışmıştır ve teorik olarak çözümlemiştir. Bin yıldır birlikte yaşamış olan halkların gerçek eşitlik ve kardeşlik prensipleriyle bir arada yaşamasını savunmuştur bu eserinde ve ömrü boyunca da bunu dile getirmiştir. Hikmet Kıvılcımlı’nın dünya devrim tarihine de katkısı vardır. Bilimsel Sosyalizme teorik katkısından dolayı Kıvılcımlı, Marks, Engels ve Lenin’den sonra Bilimsel Sosyalizmin ustalarından biridir. 1965 yılında kitap olarak yayımlanan “Tarih Devrim Sosyalizm” eseriyle, Kıvılcımlı, Antika Tarihin genel gidiş, işleyiş, gelişim kanunlarını bulur. Bilindiği gibi Marks-Engels, insanlık tarihinin sosyal bilimler alanında en önemli buluşlarını yapmışlardı. Ama ömürlerinin büyük bölümünü Kapitalist Toplumun üzerindeki örtüyü kaldırmaya ve onun işleyişini aydınlatmaya ayırmışlardı. Antika Tarihle ilgilenmeye çok az vakit bulabilmişlerdi. Zaten eldeki veriler de yetersizdi. Buna rağmen Marks-Engels Ustalar, Antika Tarihin Toprak Meselesine dayandığı gibi dâhiyane bir buluş ortaya koymuşlardır. Lenin’in ömrü ne yazık ki devrim kasırgaları içinde geçti. Antika Tarihi aydınlatmaya da zaman bulamamıştı. Kıvılcımlı bu zamanı buldu işte. Kıvılcımlı, Antika Tarihin üzerindeki peçeyi kaldırdı ve onun genel gelişim kanunlarını ortaya çıkardı. Görüldü ki, Tarih alanında da doğa olaylarında olduğu gibi bir determinizm vardı. Bir kör dövüşü yoktu Tarihte. Marks-Engels’e kadar Tarih, tek tek olayların rastgele üst üste yığılımı gibi algılanıyordu. Marks-Engels, Modern-Kapitalist Toplumda bunun böyle olmadığını ispatladılar. Ancak Antika Toplumu araştırmaya ve gelişim kanunlarını bulmaya zamanları yetmedi. Marks, bu işi sonradan gelenlere vasiyet etti. Bu vasiyeti Engels ancak kısmen yerine getirebildi. Engels’in yarım bıraktığı görevi tamamlamak Kıvılcımlı’ya düşmüştü. Böylece Marks-Engels-Kıvılcımlı Ustalar tarafından kanıtlandı ki, Tarihin tümünün canlı bir bütünlüğü vardır. Ve her şey belli kanunlara uyarak yürür. Tarih de bir canlı organizma gibi belli kanunlara uyarak çalışır ve gelişir. Ve olaylar sebep-sonuç ilişkileriyle birbirlerine son derece sıkı bir bağla oluşurlar, çıkagelirler. Böylece, Tarih, tek tek olayların biriktiği bir alan, bir Birikim bilimi olmaktan çıktı, Tasnif bilimi oldu. Tarihte her olay yerli yerine oturdu ve Tarihin canlı bütünlüğü elle tutulurca görüldü. Bu Tez’in ışığında; kapitalizmin 15’inci Yüzyılda neden İngiltere’de doğduğu, Doğu’nun, Avrupa’dan altı bin yıl önce medeniyete geçmiş olmasına rağmen neden Batı’nın sömürgesi olduğu, Kuzey Amerika en yırtıcı emperyalist devletleri var ederken, Güney Amerika’nın neden sömürgeleştiği, küçük bir ada ülkesi olan Japonya en gelişkin emperyalist devletlerden biri olurken, yanı başındaki Çin’in ve Çin Hindi’nin neden sömürgeleştiği apaçık bir biçimde görünür oldu Tarih Tezi ışığında. Yani Tarih olaylarının tümü, anlaşılmaz olmaktan çıkmıştı. Hikmet Kıvılcımlı, aynı zamanda Türkiye Devrimi’nin Önderidir; Kıvılcımlı, kendisinin söylemiyle “70 yıl bu kara toprağın kuru öküzü” gibi yaşadı. Yazdıklarıyla ve yaşantısıyla hep halkının içinde oldu. Devşirme bilgilerle, üst perdeden tavırla halkına yaklaşmadı. Yazdığı sayısız eser hep Türkiye Halkının dertleri ve bu dertlerin çözümüne ilişkindi. O’nun eşsiz teorik hazinesinin ışığında, günümüzün en çetrefilli sorunlarını bile hemen gün gibi aydınlatıyoruz bizler, O’nun takipçileri olarak. Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı, 27 Mayıs Politik Devrimi, 12 Eylül, Kürt Sorunu, Türk Ordusu, İnsan Haklarının genel sorunları, Şeriat Tehlikesi, Laiklik, Ermeni Sorunu gibi günümüzde yakıcı olarak yaşadığımız konularda ve sorunlarda diğer devrimci yapılar yalpalarken onun mücadelesinin devamcıları olarak bizler bir an olsun yanılmadık. O’nun teorik ve pratik mirası sayesinde İşçi Sınıfının örgütlenmesinde, Gangster-Sarı Sendikacıların karşısında Devrimci Sınıf Sendikacılığının bayrağını dalgalandırdık ve bu bayrağı da dalgalandırmaya devam ediyoruz. Sendikal mücadelede hiçbir devrimcinin yapamadığı, başaramadığı örgütlenmeleri gerçekleştirdik, İşçi Sınıfı için kazanımlar elde ettik. Hikmet Kıvılcımlı’nın Türkiye için önerdiği ama aslında evrensel olan “Anarşi Yok! Büyük Derleniş!” şiarının ne kadar önemli olduğunu da bugün bir kez daha görüyoruz. Dağınık sosyalist gruplar bir araya gelip belir- Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 li prensipler çerçevesinde birleşerek Proletarya Partisini kurmazlarsa devrim yapmanın mümkün olamadığını görüyoruz. Emperyalizmin krizleri, kitleleri kendiliğinden ayağa kaldırsa bile, bu tepkilerin devrimle taçlanmayacağını hem ülkemizde hem de dünyadaki gelişmelerle bir kez daha görüyoruz. İşte bu yüzden Türkiye Devrimi’nin başarıya ulaşması O’nun teorik ve pratik mirasının ışığıyla gerçekleşecektir. Demin de belirttiğimiz gibi, Hikmet Kıvılcımlı yaşadığı ülkenin, hayatın bir parçasıdır. O, hiçbir zaman kitaplar arasına sıkışmış bir aydın kişilik olmadı. O, 22,5 yılını Türkiye’nin yarı derebeyi zindanlarında geçirmiş bilimli ve bilinçli bir savaşçıydı. Ölüm anına kadar da insanlığın hayvanlık konağından kurtuluşu için mücadele etmekten geri durmadı. Bugün onun mücadelesi kütüphanelere sıkışmış kitaplarda, tuzu kuru beyefendilerin verdiği konferanslarda değil, hayatın ve kitlenin içinde olan Kurtuluş Partililerin mücadelesinde yaşıyor. Yaşasın Hikmet Kıvılcımlı’nın Devrimci Mücadelesi! (Alkışlar… Slogan: Kıvılcımlı Yaşıyor Kurtuluş Partisi Savaşıyor…) *** Tacettin Çolak Yoldaş: Halil Arkadaş’ımıza, Usta’mızın yaşamı ve mücadelesi ve teorik-pratik birikimlerini anlattığı konuşmasından dolayı teşekkür ediyorum. Değerli Arkadaşlar, Aramızda büyük bir çoğunluğu Partili yoldaşımız olup da hayatın değişik alanlarında kitle örgütlerinde başarılı mücadeleler yürüten arkadaşlarımız var. Her ne kadar gündemimize konukların tanıtımı olarak yazılmışsa da biz bu arkadaşlarımızı, yoldaşların tanıtımı olarak sunuyoruz. (Konuklar takdim edilir.) Değerli Arkadaşlar, Şimdi Halil Arkadaş’ımızın konuşmasında da belirttiği gibi İşçi Sınıfımızın içersinde Hikmet Kıvılcımlı düşünce ve davranışını dövüştüren, dosta da düşmana da kendini kabul ettirmiş, İşçi Sınıfı mücadeleleriyle, işgalleri, grevleriyle işverenler arasında da korku salmıştır Ali Rıza küçükosmanoğlu. Yeni bir sendikal örgütlenme söz konusu olduğunda işverenlerin birbirlerine sordukları, “ya Ali Rıza mı? Aman ha. Ya anlaşacaksın, ya batacaksın” şeklinde birbirlerini uyardıklarını biliyoruz. Ve bileği hakkına İşçi Sınıfı önderi olmuş; Yoldaş’ımız, DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat-İş Sendikamızın Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nda söz… (Alkışlar… Slogan: İşgal Grev Direniş Yaşasın akliyat-İş…) Ali Rıza Küçükosmanoğlu Yoldaş Kurtuluş Partisi’nin değerli merkez yöneticileri, Genel Başkanı, değerli konuklar, değerli basın emekçileri, yoldaşlar, işçiler, emekçiler hepinizi saygıyla selamlıyorum. Hepiniz hoş geldiniz. (Alkışlar…) Sözlerime Türkiye Devrimi’nin Ustası Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yılında, O’nu en içten devrimci duygularımla, saygıyla, sevgiyle anarak başlamak istiyorum. Tarihin çok hızlı aktığı, tarihsel olayların hızlıca yaşandığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Dünyada medeniyetlerin ortaya çıktığı, ama bir taraftan da onunla beraber Tarihte sınıf çe- Ali Rıza Küçükosmanoğlu lişkilerinin ve sınıf savaşlarının yoğun olarak yaşandığı, Tarihi olayların da hızlı aktığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Ben çok fazla uzun dünya ve Türkiye’nin siyasi değerlendirmelerine girmeyeceğim. Çünkü bununla ilgili gerekli değerlendirmeyi Yoldaş’ımız, Partimizin Genel Başkanı yapacaktır. Ancak birkaç şey de ben söylemek istiyorum, belirtmek istiyorum. Özellikle İşçi Sınıfımız ve emekçi halklarımız açısından da çok sancılı bir dönemdeyiz, süreçteyiz. Çünkü AKP bildiğimiz gibi bir ABD Emperyalizminin ve AB Emperyalizminin projesi olarak kurdurulmuştur ve 10 yıldan beri iktidardadır. Özel olarak Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin geleceğinin planlanmasında görevlendirilmiş bir siyasal partidir. İşçileri ve emekçilerimizi getirmiş olduğu durum ortadadır. Ekonomik olarak ortadadır, siyasal olarak ve gelişmişlik olarak ortadadır. Çünkü bir taraftan bu süreçte, dediğim gibi, siyasi açıdan önemli tarihsel bir takım olaylar yaşanıyorken, bir taraftan da işçiler, emekçiler daha fazla yoksullaşmaktadır. Zenginler, Parababaları daha fazla zenginleşmektedir. Gerek Forbes Dergisi’nin, gerekse Türkiye’deki Ekonomist Dergisi’nin yapmış olduğu araştırmalar sonucunda hepimizin bildiği gibi görülmüştür ki, Türkiye’deki dolar milyarderlerinin sayısı 38’e çıkmıştır. Dolar milyarderlerinin serveti, Türkiye’deki 100 büyük patronun serveti, geçen süre içersinde % 25 oranında artmıştır. Yani bir avuç Parababası zenginliğine zenginlik katmıştır. Zenginlikleri son bir yıl içerisinde % 25 oranında artmıştır. Yani bırakalım uzun bir dönemi, son bir yıl içersindeki artmış olan zenginlik oranı % 25’tir! Türkiye, dünyadaki gelir adaletsizliğinin en yoğun yaşandığı ülkelerdendir. Çünkü Türkiye’deki yüzde 20’lik bir kesim, milli gelirin yüzde 50’sine el koymaktadır. Yüzde 50’sine sahiptir milli gelirin. İşçi Sınıfımız giderek yoksullaşıyor, milli gelirden almış olduğu pay yüzde 9-10’larda.12 Eylül’den önce bu oran yüzde 33, % 35’lerdeydi. Ve bununla da yetinmiyorlar. Yani bir taraftan, özellikle son çıkarılan sendika, grev ve toplusözleşme yasaları ve devamında çıkartılmaya çalışılan ve topluma, taşerondaki çalışmayı daha bir düzeltiyoruz, diye sunulan bir takım yasalarla da işçiler iyice yoksulluğa ve açlığa, güvencesiz çalışmaya mahkûm edilmek isteniyor. Çünkü çıkartılan sendikalar ve toplusözleşme yasasıyla sendikalar artık tamamen işçilerin hak mücadelesi verdikleri ekonomik, demokratik örgütler olmak yerine, formalite icabı, Türkiye’de sendikalar da var, dedirtilen bir noktaya çekilmek isteniyor. Türk-İş ve Hak-İş gibi ihanetçi sarı gangster sendika yönetimleriyle de el ele vererek bu süreci tamamlamaya çalışıyor AKP Hükümeti. Türkiye’de bir milyonun üzerinde taşeron var. Bunun 500-600 bini kamuda çalışıyor ve giderek de taşeron çalışmayı daha da yaygınlaştırmak istiyorlar. Çünkü İş Kanunundaki ikinci maddeyi değiştirerek, tümden, asıl işi de taşerona verilebilecek şekilde; yani artık taşeronda çalışmanın tümden genel bir çalışma haline dönüştürülmesinin hesabı yapılıyor. Onu da nasıl ortaya koyuyorlar her olayda olduğu gibi? Biz taşeronda çalışan işçiye kıdem tazminat hakkı vereceğiz, sendika hakkı vereceğiz yalanıyla yapıyorlar. Hâlbuki şu anda da aslında taşeron işçiler sendikalara üye olabiliyor ve sözleşme de yapabiliyorlar. Biz bunu Arçelik’te Yıldıran’da yaptık. Yani orada taşeronla sözleşme yaptık ve bu sözleşme de geçerli oldu. Yani özel sektördeki bir taşerona yaptık biz bunu. Taşeron işçilerin kıdem tazminat hakları var ama öyle ikiyüzlüce bir politika yapıyorlar ki, yandaş medya kanalıyla da bu yalanı kitlelere bir anlamıyla yediriyorlar. Bundan dolayı aslında Türkiye’de oynanmakta olan oyun… Ortadoğu’da petrol ve Kafkaslar’daki doğalgaz zenginliklerine hükmedecek ve Türkiye’nin üçe parçalanmasına yol açacak siyasi gelişmelerle paralel olarak, ekonomik anlamda da bu süreci hızlandırmak istiyorlar. Çünkü AKP, Türkiye’de işçiler AB’den daha uzun süre çalışıyor, Türkiye’de işçiler daha düşük ücret alıyor, diye bunun propagandasını yapıyor ki, uluslararası tekeller Türkiye’de yatırım yapsın… Son Yugoslavya, Arnavutluk ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki (bire ikiye, hatta 7’ye) parçalanan ülkelerin hepsinde işçiler ve emekçiler daha fazla yoksullaşmıştır. İşçilerin orada almış oldukları ücret, asgari ücret 300500 dolar civarındadır. Bu bölme ve parçalama da işçiler ve emekçiler açısından ekonomik anlamda da bir yükü beraberinde getirmektedir. Ama bunu tabiî kerte kerte yapıyorlar. Bu süreç bir taraftan AKP eliyle yapılırken bir taraftan da özellikle AB Emperyalizmiyle kitle örgütleri, sendikalar da kuşatılmaya çalışılıyor. Bir taraftan da onu yapıyorlar. Bir taraftan onların istedikleri yasal değişiklikleri yapıyorlar. Bir taraftan da her türlü kuşatmayı bu anlamda da yapmaya çalışıyorlar. Aslında bu konuda kendi sendikamızla ilgili de belki birçok arkadaşımızla, yoldaşımızla paylaşmadığım bir konuyu da açarak örnek vermek istiyorum. Şimdi bizi Çalışma Bakanlığından aradılar. Defalarca arıyorlar Çalışma Bakanlığından. Gülay Arkadaş’ımız da burada, arıyorlar bir toplantı var, işte sizden bir temsilci gelebilir mi? DİSK’i arıyorlar Nakliyat-İş Sendikası’ndan biri gelebilir mi? DİSK’ten arıyorlar, işte bir toplantı var, bir proje var, Çalışma Bakanlığı yürütüyor, sendikadan bir temsilci gelebilir mi? Ben de bir gün görüştüm. Ne projesi bu, dedim? Kamyonların yük tonajları ile ilgili bir proje hazırlıyoruz bakanlığın denetiminde, dediler. İşte bu proje nedir? Bu proje, kamyonlardaki yüklerin, azami yüklerin (20-30 ton hatta daha da fazla yük alınıyor), kapasitesine uygun olması ile ilgili, denetlenmesiyle ilgili bir projeyi hayata geçirmek istiyoruz, bakanlık olarak. İşte bu projeyi hayata geçirirken de çeşitli sosyal taraflardan da bir komisyon oluşturup buradan görüş almak istiyoruz. Yani değerlendirme yapmak istiyoruz, dediler. Israrla arayınca, tamam, dedim, bir görüşelim. DİSK’e geldiler. DİSK’e 65-70 yaşlarında bir vatandaş geldi. İngilizce biliyor, geldi konuşuyoruz. Benim DİSK’teki odamda da Che Guevara’nın resmi var. Küba’ya gittiğimde almış olduğum Che Guevara’nın resmi var, bir portresi var. Şimdi ona bir takıldı. Sordu: Herhalde bir sembol olarak, bir idol olarak bir yeri vardır, sizde Che Guevara’nın. Ben de dedim ki: Valla ben Che Guevara’yı bir sembol, idol olarak değil, idealleri için savunuyorum. Che Guevara’nın idealleri ve davası bizim davamızdır. Ondan dolayı ben Che Guevara’nın portresini odamda asıyorum. (Alkışlar…) Bozuldu bir, rengi değişti. Ondan sonra işin rengi ortaya çıktı. Aslında tam bir antikomünist. Yani Doğu Almanya (Demokratik Alman Cumhuriyeti) döneminde, devrimciler, sosyalistler tarafından dışlanmış bir ailenin çocuğu. Şimdi de AB’de bir proje yürütüyor. Neyse, dedi, çok önemli değil, dedi. Herkesin farklı farklı düşünceleri olabilir, dedi. Sözde saygılı davranıyor. Ondan sonra konuştuk biraz. Ne yapalım? diye. Bir taraftan bize yoklama çekiyor, bir taraftan; ya bu projede çok büyük olanaklar var. AB finanse ediyor, parası da çok, diyor. Yani beraber, ortaklaşa toplantılar yapabiliriz, sizinle bir takım işler yapabiliriz, diyor. Ben de, bir izleyeyim, tamam görüşürüz, falan dedim. Çok baştan kestirip atmadım. Ondan sonra bir toplantı daha istediler. Bu sefer bakanlıktan arıyorlar. Yani bakanlık da bu işin içinde, Ulaştırma Bakanlığı. Tekrardan bir toplantı var, diye aradılar. Bu toplantıya Ankara’dan bir arkadaş katılabilir mi? Sizden bir arkadaş katılabilir mi? diye. Ben de bizim Bayram Arkadaş’ımız burada; Bayram Yoldaş’ımız ona dedim istersen bir katıl Bayram dedim ne yapıyorlar, ne ediyorlar diye. Şimdi tabi bizim o tavrımızı da görünce, hâlâ o toplantıda gündem ettiği konu Che Guevara’nın fotoğrafı. Yani hâlâ daha orada… Çıkamıyor oradan. Şimdi geliş tarzları tamamen bu. Yani sendikaları da, bir takım kitle örgütlerini de uzun yıllardan beri Türkiye’de, özellikle 15-20 yıldan beri kuşatmaya alıyorlar ve daha sonra da sendikaların politikalarını yönlendirmeye çalışıyorlar. Yani bu projeler AB projesi. Dediğim gibi bazı projeler bir milyon doların üzerinde. Bir milyon Euro’nun üzerinde. 500-600 bin lira gibi çeşitli rakamlarla bazı dernekler, bazı sendikalar da zaman zaman bu proje tuzağının (zaten Hak-İş’e, Türk-İş’e bağlı birçok sendika gönüllüce) içerisine girmiş durumda. Ve oradan da başlayarak aslında Türkiye’de son 20 yıldan beri bunu İnsan Hakları Derneği’nden de, diğer birçok alana kadar kendini sol içerisinde görüp de bu tuzağa kapılan ve bu yeme kapılan ve giderek gönüllü Sorosçuluk yapan, gönüllü ABD Emperyalizminin sözcülüğünü yapan Sevrci solcu soytarılar dediğimiz kesimlerle bunlar giderek yol aldı. Ve özellikle son 20 yıl içerisinde AB ve ABD Emperyalizmi de kitleler içerisinde bu projeler sayesinde yer edinmiş durumda. Yani burada şunu yapmış olsak… Ya Che Guevara’nın resmi bizim açımızdan da çok önemli değil. Aslında biz de sembol olsun diye, bir yer doldursun diye buraya koyuyoruz desek, ondan sonra musluğun ağzını açacaklar. Belki musluğun ağzını açacaklar. O zaman sendika olarak neyi düşünecekler? Bazı sendikaların ve kitle örgütlerinin yaptığı gibi; mücadeleye ne gerek var? Nasıl olsa AB’den ve diğer yerlerden fonlar, paralar geliyor, mücadeleye ne gerek var, noktasına gelinecek. Asıl amaç, gönüllüce emperyalizmin ajanlığını yapan bir örgüt durumuna düşürmek. Tüm mesele, tüm oyun da bu! Bundan dolayı değerli arkadaşlar, değerli yoldaşlar, konuklar: özellikle bu günlerde bu Tarihsel dönemde Müslümanlar gibi imanımızı ve devrimci inancımızı her gün tazelememiz gerekiyor. (Alkışlar…) Yani böylesine alçalmanın, giderek ihanetin olduğu, baskının ve terörün arttığı bir süreçte, giderek yanılsamaların olduğu bir süreçte, işte Kürt Sorunu’ndan Ermeni Sorunu’na kadar emperyalizmin sözcülüğünü yapanlara karşı, bizim devrimci inancımızı, Usta’mızdan aldığımız ve devam ettirdiğimiz, mücadelesini verdiğimiz bu Sosyalizm davasındaki inancımızı her gün tazelememiz gerekiyor. Çünkü bu olaylar karşısında ne kadar inancımızı tazelersek, ne kadar mücadeleye keskin bir kılıç gibi dalarsak, kavgaya girersek bizim başarmamamız için hiçbir neden yok. Ekonomik ve demokratik mücadeleyi elbette İkinci Kurtuluş Savaşı davasıyla beraber verirsek bir anlam ifade eder. Yoksa tek başına, hepimizin bildiği gibi, sendikal mücadele, kitle mücadelesi, hak mücadelesi bir yere kadar… İkinci Kurtuluş Savaşı davasıyla, mücadelesiyle bütünleşmeyen bir mücadele, her zaman eksik kalır, amacına ulaşmaz. Çünkü nasıl ki Birinci Kurtuluş Savaşı yarım kalmışsa onun devamcısı olan, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırmanın ve emperyalizme karşı bağımsız, demokratik, Kürt ve Türk Halklarından oluşan bağımsız bir Anadolu Cumhuriyeti’ni kurabilmenin yolu da, mücadelesi de buradan geçiyor. Bunu da başaracak olan İşçi Sınıfımız, emekçi halklarımız ve tüm emekçi halklar içersinde örgütlenen ve mücadele eden Kurtuluş Partisi’dir, görev onun omzundadır. Kurtuluş Partisi’nin davasının güçlenmesiyle ve örgütlenmesiyle bu mücadele elbet er geç başarıya ulaşacaktır, diyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Yaşasın Sosyalizm Kahrolsun Emperyalizm! (Alkışlar… Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm…) Tacettin Çolak Yoldaş Başkana çok teşekkür ediyorum. Projecililiğin, insanları ve örgütleri nereye getirdiği malum. Bugün İHD, emperyalizmin beşinci kolu durumunda. Bu projecilere karşı çok mücadele ettik, genel kurullarda çok burunlarını sürttük. Ama nicelliğimiz, sayımız yetmediği için bu gidişi engelleyemedik. Emperyalizmin beşinci kolu haline geldi. Bir de maden işçisi olup da sonradan montofon ineği besleyerek o projelerle sütçülük yapan sendikacılarımız da var maalesef. O kadar fazla derine girmeyelim… Şimdi işçi liderimiz konuştu. Ama lider de sıra neferleri olmadan liderlik yapamaz. Liderin hakkıyla yürüttüğü o mücadelede inançla, bilinçle, kararlılıkla mücadele eden işçi yoldaşlarımızda sıra… Öncelikle 2003 yılında zorlu bir mücadeleyle Nakliyat-İş Sendikamızın, DİSK’in saflarına kattığımız Konya Ambar işçilerinden, o günden bugüne kadar her türlü sendikal ve siyasi görevi hiçbir yüksünmeye meydan vermeden yerine getiren Adem Yoldaş’ımızda sıra… (Alkışlar… İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek…) Adem Polat Yoldaş Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı saygıdeğer Nurullah Ankut Hoca’mız, saygıdeğer divan, Türkiye İşçi Sınıfının Önderi, İşgal, Grev Direniş ustası, DİSK Genel Başkan Yardımcısı, DİSK Nakliyat-İş Sendika’mızın Genel Başkanı saygıdeğer Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve saygıdeğer yoldaşlar, Hepiniz hoş geldiniz. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar…) Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde hepinizle bir arada olmaktan kıvanç duyduğumu bilmenizi isterim. Adem Polat Yoldaşlar, ben Konya Sürat Ambarı’nda çalışan ve Nakliyat-İş Sendikası’nın işyeri temsilciliğini yapan bir işçiyim. Nakliyat-iş Sendikası ile hayatımda oluşan maddi-manevi değişimleri, sendikanın bana kattıklarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Benim asıl mesleğim terzilik, yoldaşlar. Ben terzilik yıllarımda gece gündüz çalışan fakat ne uzayan ne kısalan bir insandım. Yıllarca terzilik yaptım fakat bir bisiklete ancak 36 yaşında sahip olabildim. Öğle yemeklerinde tavuk dönerin en ucuzu nerede satılıyorsa orayı arar bulurdum. Bir zamanlar bu durumun benim kaderim olduğunu sanırdım: tâ ki 2003 yılında bir vesile ile Nakliyat-İş Sendikası ile tanışıp Ambar İşçisi olana kadar. Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Sonrasında ise hayatımda olağanüstü değişiklikler yaşadım. Ekonomik değişiklikler oldu. Ancak özellikle 2008 yılından sonra işyeri temsilcisi olunca önemli değişimler de beraberinde geldi. Bu değişimin en önemli basamağı ise temsilciliğimin ilk günü patlayan Konya Destan Ambarı Direnişi’dir. Sendikadan kurtulmak isteyen Özkan Ambarı işverenlerinin bir kısmı “Destan Yazacağız” diye Destan Nakliyat Ambarı’nı kurmuştu. Biz bu Destan Ambarı’nın işçilerini örgütleyip sendikamıza üye yapmıştık. Bunu duyan işveren işçilerin hepsini işten atmıştı. Biz ise 18 gün süren bir Direniş yaptık ve Destanı biz yazdık. tım ve şirketimde her yıl yapılan yıllık zam oranı yüzde 2, yüzde 3 oranındaydı. Her yıl bunun nedenini sorduğumuzda ise “ya bir dahaki sene daha iyi olacak arkadaşlar. Bu işler böyle sizin bildiğiniz gibi olmuyor. Bunlar merkez yönetimiyle ilgili. İnşallah bir dahaki sene, inşallah bir dahaki sene…” derken beş yılın sonunda ben 120 TL zam aldım. Artık bu işin böyle gitmeyeceğini arkadaşlarla netleştirdik. Bu iş böyle gitmeyecek. Sonuçta bir şekilde bu olayı ortaya koymamız (Alkışlar…) Halen Destan Ambarı İşçileri Toplu İş Sözleşmesi ile çalışmaktadır ve bu Destan devam etmektedir. İşte o gün şunu anladım: Örgütlü işçinin, örgütlü mücadelenin kesinlikle zafere ulaşacağını, fakirliğin, yoksulluğun kader olmadığını ve insanların kendi kaderlerini kendilerinin belirleyebileceğini anladım. Ondan sonraki dönemlerde Birnak, Turtalya, KYC, Mahle, Selçuk Üniversitesi, Konya Metro ve daha birçok örgütlenmelerde yer aldım. Bu örgütlenmeler bilincimi daha da biledi. Sonra bunun sadece işçi örgütlemeleri ile sınırlı kalmaması gerektiğini, terzilerin de, köylülerin de, memurların da kısaca tüm halk kesimlerinin çektiklerinin de kader olmadığını bilincime çıkardım. Kurtuluş Partisi’ne bu anlayışla üye oldum ve çevremdeki insanlara da Partimizi anlattım ve üye olmalarını sağladım. Partinin düşüncesini, benim gibi düşünen işçi arkadaşlarımla birlikte eğitim şeklinde aldıkça bilincim daha da pekişti. Partinin boyanmasından, pazar günleri nöbet tutulmasına kadar Partinin pratik işlerinde görevler aldım. Partinin günlük işlerine kafa yordukça daha çok haz almaya başladım. Ben de, maalesef başka arkadaşlar gibi, maaşımı alıp birçok şeye kayıtsız kalabilirdim. Ancak Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın şu sözleri beni çok etkiledi. Usta’mız diyordu ki; “Ben insanın hayvan yerine konulmasına karşı çıktığım için Sosyalistim.” (Alkışlar…) İşte ben, bundan hareketle Sosyalist oldum. Yaptığımız eğitimlerde Sosyalizmin gerçekten başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm halkımızın ve tüm insanlığın biricik kurtuluş yolu olduğunu öğrendim. Kurtuluş Partisi saflarında tüm insanlığın kurtuluşu için mücadele edip Kurtuluş Partisi bayrağını hep yukarıda tutacağıma söz veriyorum. Sevgi ve saygılarımı sunarım. Kahrolsun Parababaları Düzeni! Yaşasın Sosyalizm! Yaşasın DİSK akliyat-İş Sendikası! Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi! (Alkışlar… Slogan: İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız…) Tacettin Çolak Yoldaş Usta’mızdan öğrendiğimiz; İşçi Sınıfının kendi bencil çıkarlarıyla yetinmemesi gerektiği, sadece ekonomik mücadeleyle yetinmenin gerçek anlamda bir mücadele olmadığı ve nihai kurtuluşa götürmeyeceği şeklindeydi. Ve Konya gibi gericiliğin yoğun olduğu bir bölgede, bileğinin hakkıyla sınıf mücadelesi içerisinde yer almış ve kendi bencil çıkarlarıyla da yetinmemiş, İşçi Sınıfımızın değişik işkolları mücadelelerinde yer almış ve nihai kurtuluş mücadelesi olan siyasi mücadele bilincini de almış Adem Yoldaş’ımıza biz de teşekkür ediyoruz. Şimdi Nakliyat-İş klasikleri var, değerli arkadaşlar. Sloganda da belirtildiği gibi: İşgal Grev Direniş! Borusan İşgali de bu klasiklerden bir tanesidir. Yaşadığım İzmir’de basından, televizyondan izledikçe, gözlerim yaşararak, gerçekten duygulanarak izlediğim ve sonuçta da bileğinin hakkına bu mücadeleyi başarıya ulaştırmış olan Borusan Direnişçilerinden Ali Arkadaş’ımızda söz. (Alkışlar…) Borusan Direnişçisi Ali Teymur Yoldaş Öncelikle hepinize merhabalar arkadaşlar. Partimizin Genel Başkanı, Nakliyat-İş Genel Başkanı, diğer sivil toplum örgütleri başkanları, diğer sivil toplum örgütlerinden gelen arkadaşlar, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar…) Borusan Lojistik’te beş yıl boyunca çalış- Ali Teymur lazım. Ama nasıl koyacağımızı bilmiyoruz. Bu arada bir arkadaşımız var. Adını buradan anayım, Ahmet Gülen Arkadaş’ımız. Daha önceden Arçelik’teki sendikal faaliyetlerde bulunmuş, orada Nakliyat-İş’in üyelerinden. Ben Nakliyat-İş’i tanıyorum. Gelin beraber gidelim, görüşelim, dedi. Biz de beraberce Gebze Şubesi’ne giderek Erdal Başkan’ımıza konuyu dile getirdik: Bu işi biz nasıl yaparız? diye sorduk. Öncede biraz beklememizi, arkadaşlarımızla örgütlenmemizi hani bu işlerin birden olmayacağını, önce aramızda bir netlik oluşturmamız gerektiğini belirtti. Bu arada bizler tam örgütlenmeyi başarırken işveren bunu duyuyor ve hepimizi işten çıkarttı. Tabiî sendikaya üye değilken bile hepimizi işten çıkarttı. Daha sonra bize sendikamız sahip çıkarak eylemlere, Direnişe başladık. Bu şekilde Nakliyat-İş’in bir sloganı var: İşgal, Grev, Direniş, diye. Bunu gerçekleştirdik. Borusan Lojistik Kültür ve Sanat Merkezi’ni İşgal ederek hakkımızı aldık. Fazlasıyla aldık. (Alkışlar… Slogan: Direne Direne Kazandık…) Şirket yöneticileri her gün toplantı yaparak işçilere baskı yaptı. Sendikaya üye olursanız hayatınız kararır, hayatınızda bir leke olarak yer alır. Hiç bir işyeri sizi işe almaz. İşte bunlara uymayın. Bunlar farklı düşüncelere sahip insanlar. Eğer bunlara uyarsanız işte hayatınız biter gibi, farklı farklı şekilde, farklı farklı vaatlerde bulunarak arkadaşlarımızı zorla istifalara yönlendirdiler. Ama sonuç itibariyle biz bir olduk; kazandık, buradayız! Bugün sizlerle birlikte olmaktan gurur duyuyorum. Teşekkür ederim. (Alkışlar…) Tacettin Çolak Yoldaş Ali Arkadaş’ımıza biz de çok teşekkür ediyoruz. Tanıtmamız gereken arkadaşlarımız var. (Konukların takdimine devam edilir.) Tacettin Çolak Değerli arkadaşlar, şimdi yine Usta’mızın sonsuz güvenmek dediği gençliğimizde söz. Zafer Arkadaş’ta. (Alkışlar… Slogan: İşçi Gençlik El Ele Kurtuluş Partisi’ne…) Merhaba Yoldaşlar, Öncelikle, “Yıldırılamaz Gençlik” şiarıyla devrimci mücadelesini sürdüren Kurtu- Zafer Bağlama Yoldaş luş Partisi Gençliği adına hepinizi tüm devrimci samimiyetimle selamlıyorum. (Alkışlar…) Bugün burada toplanma amacımız; Türkiye toprağının yetiştirdiği en büyük devrimci, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı bedence aramızdan ayrılışının 41’inci yıldönümünde anmak ve Usta’mızın Merkez Komitesi’nde görev aldığı gerçek TKP’nin 1920’de başlattığı, Türkiye ve Dünya Halklarının Kurtuluş Mücadelesinde dosta düşmana mücadelenin ve Kıvılcımlı Usta’nın gerçek devamcılarının bizler olduğunu bir kez daha kanıtlamaktır. Peki, dostumuz, düşmanımız kimdir? Dostumuz emperyalizme karşı halkların kurtuluşu için hiçbir şahsi çıkar gözetmeden tüm benliğiyle mücadeleye atılan kişidir bizim. Düşmanımız ise ABD-AB Emperyalistleri ve kendi çıkarları için emperyalizmle işbirliği yaparak kendi halkını ve vatanını satan alçaklardır. Tefeci-Bezirgân Sermayenin Türkiye’deki temsilcisi, ABD-AB Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki işbirlikçisi Tayyipgiller, halklarımızı ve gençliğimizi türlü yalanlarla kandırmaya çalışmaktadır. Din alıp din satarak ülkeyi yöneten Tayyipgiller, ağababalarına biat etmekte hiçbir sınır tanımazlar. Çünkü bunlar onuru, haysiyeti ve şerefi bilmezler, anlamazlar bu kavramlardan. Bunların dini de, imanı da para, koltuk hırsı olmuştur. Neredeyse iki yıl olacak, ABD-AB Emperyalistlerinin Suriye’deki hainleri, alçakları silahlandırıp masum Suriye Halkının üzerine saldırtması. Tabiî ki bir tek alçakların silahlandırılması yetmez, kuklaların da oynatılması gerekmektedir. Tayyipgiller “Kardeşim” diyordu, Beşşar Esad’a. Ne oldu da birden çark etti? Çark edecek yoldaşlar, eğer etmezse sorun var demektir. ABD-AB Emperyalistleri tarafından yönetilen her sistem, yönetenin istediğini yapacak şekilde donatılmıştır. Bu sebepten Tayyipgiller, Suriye olaylarında koçbaşı rolünü üstlenmiş, Haçlı’nın keşişi olmakta karar kılmıştır. Tayipgiller’in tek hainliği Suriye olayları da değildir. Irak’ta, Libya’da hatta ABD-AB Emperyalistlerinin çıkarı neredeyse, kendilerine düşen görevi yerine getirmek için yapmayacakları hainlik yoktur… Gündeme geldiği ilk günden beri İşçi Sınıfımızın tepkisine neden olan Toplu İş İlişkileri Yasasına karşı protesto eylemleri düzenlendi. Bu eylemlere katılan işçileri, sendikacıları ve halkımızı her türlü teçhizatla donattıkları kolluk kuvvetleriyle karşı karşıya getirmekten hiç çekinmediler. Bu karşılaşmaların tamamında kolluk kuvvetleri insanlık dışı müdahalelerde bulundu. Gene aynı şekilde İşçi Sınıfımızın bu tepkisini görmezcesine yasayı Meclisten geçirdiler. Kış ayları daha henüz yaklaşmamışken yaptıkları zamlarla emekçi halkımıza paran varsa yaşayabilirsin, dediler. Peki, halkımızın emeği karşılığında aldığı ücret, bu zam artışları kadar arttırıldı mı? Hayır, yoldaşlar çünkü bu alçakların mayası bozuktur. Türkiye topraklarında bunların böyle olduğunu, “ABD-AB Emperyalistleri ve onların işbirlikçileri Vahdettin’lerin, Damat Ferit’lerin torunları Tayyipgiller” sözleriyle korkusuzca ve en net şekliyle söyleyen tek siyasi hareket biziz, yoldaşlar. Bu nedendendir Tayyipgiller’in bizim hareketimizle olan husumetleri. Sadece bizimle de değildir. Mustafa Kemalci, laik, ilerici, yurtsever; akademisyenler, genç subaylar, gazeteciler, yargıçlar ve diğer unsurlara da düşmandırlar Tayyipgiller. CIA tarafından hazırlanmış Ergenekon, Balyoz, Oda Tv gibi davalarla bu insanları susturmaya çalışıyorlar. Evet, yoldaşlar, bu hainlerin diğer bir planlarıysa eğitimi tamamen Ortaçağdaki gibi Şeriat kurallarının geçerli olduğu, laiklikten uzak, bilimselliğin kırıntısı olmayan, antidemokratik, gerici bir hale getirmek istiyorlar. Bu düşüncelerini açıkça dile getirmediler mi? Başbakan Tayyip, “Dininin ve kininin davacısı olacak nesiller yetiştireceğiz”, diyordu. Bu projeleriniyse tamamen gerici kadrolarıyla donattıkları MEB eliyle “4+4+4 Kesintisiz Eğitim Sistemi” diyerek hayata geçiriyorlar. Bu eğitim sistemiyle asıl amaçladıkları, halklarımızı Ortaçağın karanlığına gömmek ve okullarımızı medreselere, öğretmenlerimizi mollalara, öğrencilerimizi de tarikatlara mürit haline getirmektir. Ortaokulların imam hatip bölümlerini bu nedenle açtılar. Bu proje dâhilinde birçok ilde okulların imam hatiplere veya birkaç sınıfın imam hatip sınıfına dönüştürülmesini amaçladılar. Kurtuluş Partililer olarak gençliğimizle birlikte bulunduğumuz her ilde bu projenin hayata geçirilmemesi için mücadele verdik. Verdiğimiz mücadeleler sonucunda Ankara Batıkent’te engelledik bu gerici zihniyeti ve Kardelen İlköğretim Okulu, imam hatibe dönüştürülemedi. Ortaçağcı bu akım çok hızlı yol almaktadır. Yıllardır özlemini çektikleri ve CIA İslamının bir simgesi haline getirdikleri Türbanı eğitimin tüm aşamalarında ve tüm biçimlerinde serbest bırakmak amacıyla kılık kıyafet yönetmeliğinde değişiklik yaptılar. Halkımızı ne ile kandırıyorlar; tek tipçiliği kaldırıyoruz. Peki, neyi getiriyorsunuz? Size göre türban: cennetliklerle cehennemlikler; güçlüden yana olanlar ile ona karşı olanlar arasındaki farkı belirleyecek. Daha da net söylersek, senden olmayanı daha kolayca fişleyebileceksin. Tek tipçiliği kaldıracak fakat kendi ideolojinin tek tipçiliğini getireceksin. Din alıp din satsan da; senin aldığın da sattığın da belli bir ideolojinin dinidir. Halkı- mızın dini alınıp da satılamaz. Daha bunu bile bilmiyorsun “behey Müslüman kanıyla abdest alan, zangoç!” (Alkışlar… Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek…) ÖSYM’nin yaptığı SBS, YGS, LYS, KPSS gibi daha birçok sınavların her birinde farklı bir şaibe çıktığı ve eşit olmayan eğitim sisteminde başarılı olamadığı için, yaşları 14 ile 17 aralığında olan, her yıl onlarca arkadaşımızın kendi hayatlarına son vermelerinin sorumlusu bu alçaklar sürüsüdür. Unuttuk sanmasınlar, unutmuş değiliz… Alçaklar sürüsünün işlediği tüm insanlık suçlarının hesabını, gün gelip de devran döndüğü zaman Partimizin önderliğinde Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak soracağız. Eğitim sisteminin daha da kötüye götürüldüğü şu günlerde geri durmuş değiliz. Halk Kurtuluşçu Liseliler olarak okullarımızda gerici faşist rüzgârlar estirmeye çalışan cemaatçilere, faşistlere bir an olsun aman vermeyeceğiz. Bizler örgütlü gücün, hiçbir kuvvet tarafından yenilemeyeceğini çok iyi bilmekteyiz. Çünkü bizler 2010 yılında kendilerinden olmayan tüm öğrencilerin hakkının gasp edildiği sınavlardaki şaibeler gün yüzüne çıkar çıkmaz, “Emek Hırsızı ÖSYM Grubu” adıyla örgütlendik. Türkiye’nin dört bir tarafında yüzlerce kişiyle eylemler yaptık. Bu eylemlerde dedik ki, Ali Demir’i uzaya postalayacağız. Bu nedenle Ali Demir, Tayyipgiller tarafından gerizden aşağı süpürüldü. Uzaya postalayacağımız çok çakal olduğunu biliyoruz. O çakallar da bilsin ve akıllarının bir köşesine kazısınlar: Halk Kurtuluşçu Liseliler her yerdedir… (Alkışlar…) Bu sınavlarda başarılı olup da bir üniversiteye adım atan arkadaşlarımızsa daha otogara inmeden, daha önceden numaralarını ele geçiren cemaatler ve tarikatlar tarafından aranmaktadır. Emekçi halkımızın çocuğu, okumak için kazandığı üniversiteye, komşudan, sağdan soldan alınan borçlarla güç bela gelebilmektedir. İnsanlarımızı önce bu duruma düşürüp daha sonra bu durumdan faydalanmakla din alıp din satan bu örgütler CIA Zafer Bağlama İslamını uygulamaktadırlar. Parti Gençliği’mizin yaptığı araştırmalara göre 2 milyonu geçen örgün üniversite öğrencisi için devlet yurtlarının kontenjanı sadece 250 bin civarındadır. Rakamlar bizlere, halkımızın çocuğunun üniversiteyi kazanmadan cemaatlere ve tarikatlara muhtaç hale getirildiğini göstermektedir. Bunlara karşılık Partimiz Gençliği olarak, “e Cemaat Yurdu e Tarikat Evi! İnsanca Barınmak İstiyoruz!” kampanyasıyla bu gerçekliği kamuoyuna gösterdik. Tayyipgiller ise her ilimize bir üniversite, üniversite olan her yere son teknolojilere sahip yurtlar yaptıkları yalanını hiç utanmadan söylemektedirler. Bu eğitim öğretim yılının başlangıcında ise parasız eğitim verecekleri yalanını gözümüzün içine bakarak söylediler. Oysa bunların “parasız eğitim” dedikleri koca bir yalandan ibarettir. Çünkü Parti Gençliği’mizin yapmış olduğu araştırmalara göre, bir üniversite öğrencisinin eğitim harcı, eğitim harcamalarının sadece % 10’luk bir kısmını oluşturmaktadır. Üniversite Gençliği’miz zamanının büyük bir bölümünü, en temel eğitim masraflarını karşılamaya çalışarak kaybetmekte, kalan zamanı ise dersleriyle geçirmektedir. Gerçek insan gibi yaşamanın gerekliliklerinden olan üniversitesinin sorunlarına, eğitim sistemindeki yanlışlıklara, kendi ülkesinin götürülmekte olduğu kaosa, birlikte ürettiği ve birlikte yaşadığı halklara karşı yapılan zulümlere karşı tepki göstermesin diyerek, 12 Eylül Faşizminin çocuğu, şimdi ise Tayyipgiller’in kuklası olan YÖK, kurulduğu ilk günden iti- 9 baren Aydın Gençliğin başına musallat edilmiştir. YÖK tarafından açılan soruşturmalar, okuldan uzaklaştırmalar, atılmalar ve polisÖGB işbirliğiyle de yarattığı fiziksel baskıyla devrimci-demokrat gençliğimiz sindirilmeye çalışılmaktadır. Bu belaya karşı gençliğimiz her 6 Kasım’da olanca gücüyle bulunduğu her üniversitede bildiri dağıtımı, afişleme, yazılama ve çeşitli eylemlerle tepkisini dile getirmektedir. Geçen 6 Kasım’da da “YÖK’e Boyun Eğmeyeceğiz!” diyerek, YÖK’e olan hıncımızı haykırdık. YÖK’ü tarihe gömmek için çıktığımız bu yolda zaferi ve de Parasız, Bilimsel, Demokratik, Laik, Anadilde, Eğitim Mücadelesini kazanacağız. Gençliğimizin üzerindeki bunca baskıya ve söylenen tüm yalanlara rağmen, Aydın Gençlik olarak bizlere düşen görevleri bilmekteyiz. Bu noktada Lenin Usta’dan birkaç alıntı aktarmak istiyorum: “(…) öğrenciler, aydınların en duyarlı tepkide bulunan bölümüdür ve aydınlar, tüm toplumda sınıf çıkarlarını ve siyasi guruplaşmaların gelişmesini en bilinçli, en kararlı ve en doğru biçimde yansıtan ve ifade eden bir kesimidir.” (Lenin, Devrimci Gençliğin Görevleri) Usta devamında ise gençliğin mücadeledeki önemini birkaç madde ile vurgular. İlk madde olarak, “mücadelenin sonucunu belirleyen gençliktir”, der. İkinci maddede; “Bu anlamda gençlikten korkmamak gerekir”, der. Üçüncü madde de ise, tersine, “gençliğe daha yoğun şekilde eğilmek gerekir”, der. Bu bilinçle mücadele ettiğimiz okullarımızı, ne her türlü maddi olanakları elinde bulunduran cemaatlerin ve tarikatların örümcek beyinlilerine, ne de gaflete düşerek bu alçaklarla işbirliği içerisinde olan Sevrci Soytarı Sahte Solculara bırakmayacağız. Aydın Gençliğin mücadelesinin önemli cephesi olan üniversitelerimizde bu kararlılıkla mücadele etmekteyiz. Diğer yandan çok iyi bilmekteyiz ki, Aydın Gençlik bir sınıf değildir. Bu nedenle bir sınıfın yanında yer alması gerekmektedir. Karakteri gereği İşçi Sınıfı saflarında yer alan Aydın Gençlik olarak, İşçi Sınıfımız içerisinde onlarla birlikte kol kola, omuz omuza birlikte mücadele de vermekteyiz. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı: “Aydın genç Antika çağın ezik, cahil köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği Modern İşçi Sınıfı gibi bir yenilmez devrimci özgücün müttefikidir. Üstelik gençliğimizin tükenmez “Genç Türkler” devrimci geleneği vardır. Yıldırılamaz gençlik!” der. Bu nedenden ötürüdür ki, Usta’mız gibi her zaman “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” diyerek, başlarız sözümüze. Ve gene bu nedenden ötürüdür “Yıldırılamaz Gençlik” şiarıyla mücadele edişimiz! Evet Yoldaşlar, Kurtuluş Partisi Gençliği olarak; baskılara, yalanlara, talanlara karşı her zaman İşçi Sınıfımızın yanında yer alarak, Halk Kurtuluş Cephesi’nin örülmesinde de bizlere düşen görevi layıkıyla yapacağız. Demokratik Halk İktidarını kuracağımızdan ve Proletarya Partisini yeniden örgütleyerek, insanlığın biricik kurtuluşu olan Sosyalizm ile taçlandıracağımızdan, hiçbir şüphemiz yoktur. Sözlerimi benim de çok severek aklımın en derinlerine çivilediğim Usta’mızın sözleriyle bitirmek istiyorum: “Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik. Kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, ela gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiç bir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka bir şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil… Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmak da vardır, vurulmak da. Hepsi vız gelir ve de gelmelidir.” (Alkışlar…) Tacettin Çolak Yoldaş: Zafer arkadaşımıza çok teşekkür ediyoruz. Gençliğimizin, arkadaşımızın da saydığı mücadeleler içerisinde ödediği bedeller de var. Yurtkur mücadelesinde yargılanan 47 yoldaşımızın Salı günü de duruşması olacak. Umarım oradan da beraat kararı alırız. Zafer hanemize o beraatı da yazarız… Arkadaşlar aramızda İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği Antalya Bölge Temsilcisi Yaşar Avcı da bulunmaktadır. (Alkışlar…) 10 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Sevgi olmayan yürekte devrimci duygular yaşamaz Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın Konuşması: Tacettin Çolak Yoldaş: Sinevizyonu hazırlayan genç arkadaşlarımıza emeklerinden dolayı teşekkür ediyoruz. (Alkışlar…) Tacettin Çolak: Şimdi özlemle beklediğimiz an geldi. Usta’mızın yanı başında mücadele etmiş, partimizin önderi, Nurullah Ankut Abi’mize söz veriyoruz. (Alkışlar…) urullah Ankut Yoldaş: Sevgi ve Saygıdeğer yoldaşlarım, Saygıdeğer konuklar; Genç yoldaşlarımın sinevizyonunu izleyince hep bana üzüntü veren, bir anlamda isyan duyguları da uyandıran bir konuya değinmek istiyorum. İşte sinevizyonda gösterilen bu onlarca direnişi biz yaptık. 12 Eylül sonrasının ilk işçi işgalini, işyeri işga- urullah Ankut Yoldaş: Kani Beko vardı evet. Bir Dinleyici: Sosyal demokratlar. urullah Ankut Yoldaş: Sosyal demokratlar da vardı. Bu Kani Beko, şu anda da konuşuyor bazen tv ekranlarında. O zamanlar bir genç kadın işçiye telefon mesajlarıyla tacizde bulunuyor. Bu kadın işçi, bize geldi; bunun alçaklığını, ahlâksızlığını belgeleyen mesajlarını gösterdi. Biz de bunları yayımladık. O zamanki Genel-İş ve DİSK yönetimi, ölü numarası yaptı bu ahlâksızlık karşısında. Duymazlıktan, görmezlikten geldi. Ve şu anda da zaman zaman çıkıyor ekranlarda konuşuyor. İşçi lideri diye... Yani ne diyeyim… Şu anki DİSK yönetimi de bu düzenbazlıklara ortak olmuş kişilerden ve hareketlerden oluşmaktadır. Yani bunların neresi solcu? Bunu defalarca söyledik, yüzlerine karşı da söyledik. Tek bir cümlelik cevap veremediler. O yüzden ayrıştık onlarla biz. Hamurumuz, mayamız, kumaşımız farklı. Biz gerçek insanız. Ama onlar sadece surette, görünüşte insan. Biz gerçek devrimciyiz. Onlar sadece görünüşte devrimci, sahte devrimci. O yüzden onların alınlarına gerçek kimliklerine uyan ismi koyduk biz; Sevrci Soytarı Sahte Sol. ber yine bu semtte, yakın bir yerde, bir konferans düzenlemiştik. O konuşmaları içeren kitabımız da yayımlandı. Ben o zaman altını çizerek söylemiştim: Gelecek yıl 1 Mayıs’ı 1 Mayıs Alanı’nda Taksim Alanı’nda özgür ve kitlesel olarak kutlayacağız, diye. Ve 1 yıl sonra özgür ve kitlesel olarak kutladık, 1 Mayıs’ı. Onu da adım adım işleyerek gerçekleştirdik, 1 Mayıs’ı da. Her yıl belli bir mevzi daha aldık, bir mevzi daha aldık. DİSK de geri adım atamadı, DİSK yönetimi de. Bizim kararlı tutumumuzdan dolayı geriye çekilemedi ve 1 Mayıs’ı özgürleştirdik. Ve 1 Mayıs Alanı’nda kitlesel olarak bugün 1 Mayıs’ı kutlayabiliyorsak, bunda belirleyici güç biziz, arkadaşlar. Kitabımız burada, büyük boy, 300 küsur sayfalık. Ona da bir tek satır yanıt veremediler. Ne yaptılar, bizimle ilişkileri askıya aldılar. Uğurlar olsun. Hiç umurumuzda değil. Geçen haftanın, iki gün öncenin bir haberi dikkatimi çekti. 12 Eylül Utanç Müzesi sergileniyor, değil mi arkadaşlar. Ankara’da, İzmir’de ve son olarak nerede oldu arkadaşlar? Bir Dinleyici: Antalya’da. urullah Ankut Yoldaş: Antalya’da oldu değil mi? Antalya Belediye Başkanı da destek verdi o müzenin açılışına. Bütün kanallarda görüldü ve Ulusal Kanal’da da uzun uzun gösterildi. Şöyle şöyle işkencelerin yapıldığı gösterildi, Denizler’in asıldığı darağacı gösterildi, işkence aletleri gösterildi, katledilen, asılan, şehit edilen devrimcilerin fotoğrafları gösterildi orada diye. Ulusal Kanal da o müzeyi savunarak, 12 Eylül’ü eleştirerek verdi haberi. (Hikmet Kıvılcımlı’nın afişteki fotoğrafını göstererek. – Kurtuluş Yolu) Usta’mızın bu fotoğrafını Göztepe’deki evinde bir arkadaşla çekmeye gittik. Grafik bölümü öğrencisiydi arkadaşımız. O zaman bizimle birlikte davranıyordu. Ne yazık ki 12 Mart sonrası, yüzeysel anladığı için Usta’mızı, yani teorimizin özünü kavrayamadığı için bizden ayrılmıştı, Avrupa’ya gitmişti. Orada bugünkü İşçi Partisi ekibiyle birlikte davranmaya başlamış. Teoriye kafası basmazdı. Hep görsel takılırdı. Tuttuğu yolda sebatkâr, özü sözü bir, mert, yiğit bir yapısı yoktu. O nedenle de arkadaş çevresinde “Dümenden” lakabıyla anılırdı. Konya’dan, liseden sınıf arkadaşımız olmuştu. İstanbul’da üniversite öğrenciliğimizde de ev arkadaşımız. İşte bu sebepten o zaman bizimle davranmıştı. Almanya’ya gidince orada PDA’cıları bulmuş. Kolayca görüşünden vazgeçerek PDA’cı, bugünkü versiyonuyla İP’çi olmuştu. Kıdemli yoldaşlarımız bilir İşçi Partisi ki, 12 Mart öncesi PDA, Proleter Devrimci Aydınlık (Usta’mızın deyişiyle Ak Aydınlık) dergisini çıkarıyorlardı. 12 Eylül öncesinde ise Türkiye İşçi Köylü Partisi adıyla örgütlenmişlerdi. Bu hareket, 12 Eylül Faşist Darbesini savundu ve savunmalarında; 12 Eylül’ü savunan tek sol grup biziz, diye övünerek bu görüşünü dile getirdi. Ve Merkez Komite’den Mustafa Kemal Çamkıran Türkiye’de işkence falan yoktur, askeri harekât kimseye işkence yapmamıştır, bunu ispatlamak için ben Türkiye’ye gidiyorum dedi ve geldi Avrupa’dan. Mamak’ta bunu işkenceciler bilmedikleri için, sıradan, bizim gibi gerçek devrimci sandıkları için, işkenceye aldılar. Ben 12 Eylül’ü savunuyorum deyince, as- (Alkışlar…) (Alkışlar…) lini de biz yaptık. 10 binin üzerinde işçi örgütledik. Başka hiçbir siyaset bunu gerçekleştirmiş değil. Sadece İzelman’da 6 bin işçiyi örgütledik. Amacımız şuydu: Eğer madrabazlar, düzenbazlar, sahte solcular yolumuzu kesmeseydi, daha büyük bir hızla binlerce, on binlerce daha işçi örgütleyecektik. Ve onun yarattığı güçle, etkiyle, çekim alanıyla Derlenişi sağlayacaktık. Ama ne yazık ki… İzelman’dan örnek vereyim; o zamanki CHP’li belediye başkanı Piriştina, işte işçi yoldaşlarımız burada Ali Başkan ve Zeki Başkan, o örgütlenmenin sendikal önderleri ve fiili önderleri aynı zamanda. İzmirli yoldaşlarım da burada. 3 senedir toplusözleşme yapmamış işçileri satacaksın, dediler. Yahu 6 bin işçiyi nasıl satarız biz? Bu yaşımıza kadar hiç kimseyi satmadık, hiç kimseye yalan söylemedik, hiçbir zaman verdiğimiz sözden döndüğümüz olmadı bizim. Ne yazık ki hayat böyle işte, yoldaşlar. Öyle bir madrabazlar, düzenbazlar dünyasında yaşıyoruz ki, namuslu olmak, yiğit olmak, mert olmak suç. Düzenin gereği bu… Bu düzen insanları çamurlara buluyor, paçavraya çeviriyor; gerizlerin kenarında yetişen bitkiler gibi, sebzeler gibi. Hiçbir olumlu yönü yok. Ama bu durum değişecek!.. Sureta insan olarak geziyorlar; sözüm ona solculuk yapıyorlar, devrimcilik yapıyorlar. Ama gerçek devrimcilik değil yaptıkları. Denizler’i, Mahirler’i sömürüyorlar. Ama hiç ilgileri yok. İşte Savunmalarını biz satıyoruz. Sadece bizde var. Başka hiç birinde yok. Denizler’in savunmasını sadece 68’liler Birliği Vakfı’nda ve bizde bulursunuz. Başka hiçbir yayınevinde, kitapçıda, hiçbir sol grubun standında bulamazsınız. Çünkü ilgileri yok bunların Denizler’le, Mahirler’le. Bizim bir tek konuda ayrılığımız vardı: Devrim anlayışı konusunda. Onun dışındaki görüşlerimiz ortaktı. Usta’mızdan etkilenmişlerdi zaten. İlişkilerimiz de çok iyiydi. 15-16 Haziran Büyük Şanlı İşçi Direnişi’nde yer alan örgütlü tek siyasal hareket bizdik 15-16 Haziran Büyük Şanlı İşçi Direnişi’yle ilgili kitabımız da yayımlandı, arkadaşlar. Usta’mızın önderliğinde o zaman çıkardığımız Sosyalist Gazetelerine bakarsanız, o Direnişin de adım adım işlendiğini, örgütlendiğini görürsünüz. Zaten ondan sonraki tevkifat(Alkışlar…) ta, şu anki adı terörle mücadele şubesi olan birinci şuBiz Usta’mızdan insanlığı öğrendik. Namusu, yiğitbeden polis şefi işkenceci Zeki Akkaya; “Aylardır büliği, mertliği, fedakârlığı öğrendik, biz satamayız, deyük direniş, büyük direniş diye işçileri kışkırtıyorsudik. O zaman toplu iş sözleşmesi görüşmelerine siz kanuz, bu işin olacağı buydu”, dedi. İşçiler burada, Kurtılmayın, biz katılanlarla bu işi götürürüz, dediler. O zabağalıdere’de, polis öldürmüşlerdi, o yüzden polisler man biz sendikanın yöneticisi değil miyiz? Nasıl olur? panik halindeydiler o zaman. Bu dolaylı yoldan suça ortak olmak olur; bunu da yaSiyaset olarak tek biz varız 15-16 Haziran’da da. pamayız, dedik. Onun üzerine hiç emeğimize, çabamıHiçbir sol grup yok siyaset olarak. Tek tük birkaç kişi za bakmadan (kaldı ki arkadaşlar o direnişleri yapmak var gruplardan ama örgütlü olarak hiçbir grup yok. O için, o örgütlenmeyi yapmak için işte çalışan arkadaşbakımdan tevkifatta da sol grup olarak sadece biz varız, lar burada Ali, Zeki Başkan, Gürdal Arkadaş, diğer SaKartal Maltepe Askeri Cezaevi’nde yatan. İPSD Genel it, Taci Yoldaş ve pek çok yoldaşımız birkaç saat uyBaşkanı, İPSD Genel Sekreteri, ben ve bir yoldaşım. kuyla, gece gündüz çalıştılar.) bizi görevden aldılar. 4 kişiydik arkadaşlar. Yerimize sahte solculardan oluşan yönetimler atadılar. Aradan kaç yıl geçti 1970’ten bu yana? Bunun üzerine mahkemeler süreci başladı. Artık iş 42 yıl, arkadaşlar. İlk kez böyle anonim bir toplanmahkemeye bindi mi bitmez o iş, sonu gelmez... Ontıda bir konuya ilişkin anımı açıklayacağım. Askerden larca dava kazandık, onlarca dava kaybettik. Ama YeG1 Belçika yapımı uzun namlulu makineli tüfek ele genimahalle belediye başkanına varıncaya kadar satın alçirdik o direnişte. Bir kırsal bölgeye attık. Sonra bölgedılar hep. Hayatında bir tek gün işçilik yapmamış, eski deki (o zaman çoktu Bozkırlı seyyar satıcılar) bir seyCHP milletvekili, o zamanki Genel-İş’in Başkanı İsmayar satıcının deposuna, bir yatak yorganın içine sararak il Hakkı Önal’ı sendika başkanı seçtirmişler. Ama bu getirdik; memleketten geldi, birkaç gün sonra bir yer kişi, başkan olduktan sonra sendikaya üye oluyor, işçitutup-kiralayıp oraya götüreceğiz diyerek. Orada kaldı liği başlıyor. 10 gün kadar. Sonra belli bir yer bulduk, gres yağına Peki, nerede çalışmış oluyor, arkadaşlar? yatırdık, oraya koyduk. Diyarbakır Belediyesinde çalışmış oluyor. Tabiî o zaman biz aynı bugün, mesela şu an Ankara Kim işçi gösteriyor bu zatı? Dil Tarih’te olduğu gibi, Kontrgerilla’nın özel örgütü Diyarbakır Belediyesine ait binlerce işçiyi bünyeMHP’li faşistlerle çarpışıyorduk. Onlar bize saldırıyorsinde barındıran taşeron bir şirket. O taşeron şirketin du, Kontrgerilla’nın verdiği emir üzerine; biz de nefis sahibi de DTP’li (bugünün BDP’lisi) Mahmut Seven. savunması yapıyorduk onlara karşı. Nitekim o zamanRahmetli oldu. Ve bu kişi, o zaman, yani taşeronluğuki yurdumuza (hareketimizin denetiminde olan Balıkenu bilfiil sürdürürken, aynı zamanda sendikacılık yapısir Öğrenci Yurduna) saldırılarında Niyazi Tekin Yolyor. Yahu bu adam taşeron... Bu nasıl devrimci olur? daş’ı şehit verdik. Malatyalı yoldaşımızdı. Nasıl sendikacı olur? Mahirler o zaman biliyorsunuz gerilla savaşı yapaBir Dinleyici: O zaman Genel-İş’in Örgütlenme cağız diyorlar, o teorileri savunuyorlardı. O yüzden Daire Başkanı. uzun namluluyu onlara verdik; karşılığında tabanca alurullah Ankut Yoldaş: Genel-İş’in Örgütlenme dık Mahirler’den. Ve tahmin ediyorum, ne yazık ki, o Daire Başkanı o zaman. Sadece Diyarbakır’da binlerce tüfek de ya Ulaş’ın çarpışırken kullandığı tüfekti ya da taşeron işçisi var. Ayrıca devlete ait hastanelerde işçileMahir Yoldaşların, Sinan Kazım’ın ve diğer yoldaşların ri var. Sadece o işbirliği yapmadı sarılarla. Şu anki Kızıldere’de çarpışırken kullandıkları tüfeklerden biDİSK Başkanı Erol Ekici, o da aynı ekipteydi. EMEP riydi. de aynı ekipteydi. Başka kim vardı Başkan? Yine 1 Mayıs’ın özgürleştirilmesine gelirsek. Bir Dinleyici: Kani Beko vardı. 2009’da Ali Başkan ve diğer yoldaşlarımızla bera- Utanç Müzesi’nin eksiği gözaltına aldığı insanlarla beraber kaldılar. İşte o günlerde bir meydanda, bu fotoğrafı çektiğimiz arkadaşla karşılaştık. Ben duymuştum bunun İP’li olduğunu. Tokalaştık. Dedim; utanmıyor musunuz yahu faşist darbeyi savunuyorsunuz. Sen de gittin onlara inanıyorsun?.. Yahu şöyle böyle falan, dedi. Usta onların kimliğini çok güzel okudu, CIA Sosyalizmi dedi bunların hareketine. Bakın, nasıl da CIA’nın tertiplediği bir darbeyi savunuyor hareketiniz. Siz, bu hareket sosyalist falan değilsiniz, dedim. Görünüşte sosyalist ama CIA Solu dedim, sahte sol. Yahu bunlar Kıvılcımlı’nın ne dedi? Saçmalamaları mı, dedi? Birden tepem atmış. Elimin tersini suratına yapıştırdım. Defol, dedim, namussuz, alçak herif. Ben sana uymayacağım, dedi. Ben de defol git dedim artık. Bir küfür daha salladım. Ondan sonra uzun yıllar görüşmedik. 10-15 yıl kadar sonra falan İstanbul’dan Konya’ya bir yolculuğumuzda otobüste karşılaştık; kardeşiyle beraberdi. Ben de iki büyük oğlumla beraberdim. Hiçbir şey olmamış gibi geldi kucakladı, hoşbeş etti, hal hatır sordu. E, insanız tabiî… Artık bir şey olmamış gibi biz de hal hatırlaştık. Bir daha da görüşmedik. Yani demek istediğim; İP de şimdi kalkıyor kanalında, gazetesinde 12 Eylül’ü suçluyor. Ama demiyor ki; ben ihanete ortaklık ettim, suç ortağıyım, ben bunu savundum. E, o zaman bunlarla bir iş olmaz. Bunlarla hiçbir iş yapılmaz! Sen ihanet et, namussuzluk yap; sonra dön başka türlü oyna. Bu devrimcilik değil, arkadaşlar. İnsanlık da değil. O bakımdan bunları görünce insan; yahu insanlar ne hale geliyor, bu düzen insanları ne hale getiriyor, diye acı acı gülüyor, düşünüyor, dertleniyor… Demek istediğimizi özetlersek: 12 Eylül Utanç Müzesi’nin utanç nesneleri arasına Doğu Perinçek ve o zamanki tayfasının da resimlerini eklemek gerekir: İşte bu düzenbazlar da sol maske altında ABD’nin ve CIA’nın planlayıp yürürlüğe koyduğu 12 Eylül Faşist Diktatörlüğünü açıktan savunmuşlardır. Tanıyın bunların içyüzünü… Haklı bir dava uğruna savaşla geçmişse ömür, ölüm hoş geldi safa geldi Karşılaştığımız yoldaşlar, belli aralıklarla karşılaştığımız yoldaşlar, geçen yıldan bu yana özellikle sağlık durumumun ne olduğunu, ne gibi gelişmeler olduğunu soruyorlar, sağ olsunlar. O bakımdan burada gene bilgi vereyim. İyiyim yoldaşlar. İki ay önce doktora gittim; amca bu değerler bizim için çok iyi, kontrollere devam, dedi. Yani şu anda bir sorunum yok, iyiyiz, arkadaşlar. (Alkışlar…) Ama geçen günlerde Mustafa Yoldaş’la da dertleştik: “Artık bizim için mevsim sonbahar ve önümüzde yeni bir bahar yok, sadece kış var. Artık Usta’mızın bedence aramızdan ayrıldığı yaşa iki yaş kaldı.”, dedim. Bir Dinleyici: Hoca’m, kıştan sonra da bahar var. (Gülüşmeler… Alkışlar…) urullah Ankut Yoldaş: Mustafa Yoldaş; “Yahu Hoca, hüzünlendirdin; şimdi sırası mıydı bunu söylemenin.”, dedi. “Gerçek bu. Hüzünlenecek bir şey yok.” dedim. O’nun da kalbi tekliyor. 65’den bu yana can yoldaşıyız. Kaç yıl olmuş Mustafa Yoldaş? 1965’ten bu yana, 47 mi? 47 yıldır can yoldaşıyız. Hiçbir dönem ayrılmadık. (Alkışlar…) Doğu Perinçek ker bizimle dalga geçiyor sanarak, işkencenin dozunu birkaç misli artırıyor. Ve bunlar, Ak Aydınlıkçılar, bir süre sonra Mamak Cezaevinden alındılar… Bir dinleyici: Dil Okuluna… urullah Ankut Yoldaş: Askeri Dil Okuluna nakledildiler. Kimlerle beraber? Alpaslan Türkeş, Yaşar Okuyan, MHP ekibi, Ecevit ve CHP’lilerle beraber, arkadaşlar. Yani göstermelik olarak, mecburen, halkı kandırmak için faşist darbenin Aramızda üç yaş var. O benden üç yaş küçük. Dedim; “Kontrollerine gittin mi?” “İhmal ettim” dedi. Dedim; “Kontrollerine git, sıranı bekle, benim önüme falan atlarım deme, bana acını çektirme, yasını tutturma!” “Yahu sıraya bakmaz bu iş.” dedi. “Baksın! Kontrollerine sağlamca git, sırana uy!”, dedim Mustafa Yoldaş’ıma. Bir Dinleyici: Önderler çok yaşasın! urullah Ankut Yoldaş: Hepimiz… Hepimiz… (Alkışlar…) Çok teşekkür ederim. Yani yoldaşlar; gelecek yıl, bir sonraki yıl, üç yıl, beş yıl, belki on yıl sonra e, mutlaka o Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... *** e bilginler geldi, neler buldular! Mumlar gibi dünyaya ışık saldılar. Hangisi yarıp geçti bu karanlığı? Birer masal söyleyip uyuyakaldılar. durum gerçekleşecek. Yani genç yoldaşlarımız, bizlerin de bedence aranızdan ayrıldığımızı söyleyecekler. Bu doğanın bir yasası, arkadaşlar. Bir Dinleyici: Hoca’m, siz hiçbir zaman bizim yanımızdan ayrılmayacaksınız. urullah Ankut Yoldaş: Bedence… Usta’mız nasıl bedence aramızdan ayrıldıysa, ama ruhu bizimleyse, tüm heyecanları, duyguları bizde yaşıyorsa, aynı şey olacak, arkadaşlar. Bir Dinleyici: En iyisi burada kapatalım artık, son verelim bu konuya. Yani karanlığa dair hiçbir iz yok, diyor. Yani Godot’dan hiçbir haber yok, Hayyam’da da. Ve burada dinin yol göstericiliğine bakıyor. Dinlerde tabiî hep bir yol gösterilir. Nedir o? Cennet, cehennem… Hayyam şimdi ona geliyor: (Gülüşmeler…) urullah Ankut Yoldaş: Ama üzgün değiliz… Şundan üzgün değiliz: Çünkü biz ömrümüzün bir saniyesini bile boşa geçirmedik. Hayat bir kere yaşanır. Ve o kadar hızlı geçer ki... Daha, biz “enteri” derdik, köyde entariyle (pantolon giymezdi çocuklar) sokaklarda koşturduğumuz günler dün gibi. İlkokula başladığım gün dün gibi, ortaokula başladığım gün dün gibi gözümün önünde. Ama işte bu yaşa geldik. Yani nasıl geçti inanın insan hiç fark etmiyor… Ama üzgün değiliz. Niye değiliz? Biz hayatı en anlamlı şekilde yaşadık. Yani nedir hayata anlam veren yoldaşlar? Mal mülk istiflemek mi? Rahat bir mevki sahibi olmak mı? Makam sahibi olmak mı? Çoluk çocuk sahibi olmak mı? Özlenen her lüks araca gerece, nesneye bir anda sahip olmayı sağlayacak bir mesleğe sahip olmak mı? Yoksa bilimde bilinmeyenleri bilinir kılarak, insanlığa hizmet etmek mi? Tüm bunlar belirli yaşama biçimleri. Birbirinden çok farklı. Ama insana yaraşan ne? Hayatı anlamlı kılan ne, Arkadaşlar? En değerli yaşama biçimi ne bu kısacık hayatın? Bizim için en değerli yaşam biçimi, kendini halkların kurtuluş davasına adamaktır. Biz Usta’mızdan bunu gördük, bunu öğrendik. Bilim adamı olmak amacıyla İstanbul’a gelmiştik; okumaya. Usta’mızla karşılaşıp, O’nun eserlerini okuyunca bir anda o amacımızdan vazgeçtik. İnsanlık acılar içindeyken ve emperyalizm denilen bir haydut tüm insanlığın başına çökmüşken; katliamlar, acılar, sömürüler diz boyuyken biz çekilip bir köşeye, bilim yapacağız diyemezdik, bilimle uğraşacağız, diyemezdik. Bu insanların acılarından kurtarılması gerekir. Ve ömrümüzü bu davaya adadık. O bakımdan hiç üzgün değiliz. Son derece mutluyuz. Bizim için hayatı en anlamlı kılan yaşama biçimi, en insancıl kılan yaşama biçimi budur, arkadaşlar. Yaşamın anlamı ne olmalı? İnsan nereden gelip, nereye gidiyor? Tarih boyunca tüm düşünürlerin, sanatçıların temel sorusu bu olmuştur. İnsanın bu dünyadaki yeri, anlamı, görevi ne? Hep bu sorular etrafında dönmüştür düşünce tarihi ve sanat. (Bir kaynağı okumak için gözlük değiştirirken. - KY) İşte bu iki gözlük de bu yaşımızın bir sonucu. Mustafa Yoldaş bilir, bu çirkin nesneleri, bizi daha da çirkinleştiren nesneleri, hiç bilmezdik eskiden biz. Ve bir Şahin’inki gibi kilometrelerce öteyi netçe görürdü gözlerimiz. Ama şimdi bunlarsız baktık mı sanki aylarca silinmemiş tozlu, paslı, kirli bir camın arkasından bakar gibi bakıyoruz. O bakımdan bunları taşımak durumunda kalıyoruz. Hayyam’dan bir bölüm okuyacağım, arkadaşlar. Hayyam sadece bir şair değil, matematikçi, fizikçi, astronom, düşünür, yani çağının tüm sosyal ve pozitif bilimleriyle ilgilenmiş bir insan. O bakımdan Rubailerindeki güç buradan kaynaklanır. Akılla bir söyleşim oldu dün gece: Dedim: Ey akıl, ey her bilginin anası! Soracaklarım var cevap verir misin? Zordayım, bir yol gösterir misin? Dedim: Şu yaşamdan bıktım. e yapsam? Dedi: Biraz daha yan ve dayan! (Yani tümü birkaç yıl, diyor. Birkaç yılda gelir geçer, biter, diyor.) Dedim: Anlat bana, nedir şu yaşamak? Dedi: Bir düş, bir görüntü, bir kaybolmak. (Yani hiçbir gerçekliği yok, diyor, arkadaşlar. Bir suret, bir görüntü bir hayal, bir tasavvur… Maddi bir nesnesi, varlığı yok, diyor. Gerçekten de doğanın milyarlarca yıllık akışı içinde insan ömrünü göz önüne aldığımız zaman ne kadar kısa olduğunu bir anda görürüz.) Dedim: Ağaya, beye hizmet nedir? Dedi: Az zevke karşılık çok dert çekmektir. Dedim: Şu zalimler yok mu, kim bunlar? Dedi: Kurt, köpek, çakal, makal da var. Dedim: Biraz daha anlat, bunlar neyin nesi? Dedi: Üç beş sevgisiz, üç beş kötü niyetli. Dedim: Bu deli gönül ne zaman akıllanacak? Dedi: Daha var, biraz kulağı burkulacak. Dedim: Beğendin mi Hayyam’ın sözlerini? Dedi: Güzel laf etmiş, sayıp dökmüş derdini. Dikkat edersek hem yaşamın kısalığını; mal, mülk biriktirmenin anlamsızlığını hem de tıpkı bugün olduğu gibi yöneticilerin, vurguncuların, bezirgânların nasıl ahlâksız, namussuz, soysuz, düzenbaz olduklarını bir anda ortaya koyuveriyor, kısacık dizelerle Ömer Hayyam. Ömer Hayyam Sanat, hep yaşamın anlamını keşfetme arayışındadır Yine tiyatronun en önde gelen dâhilerinden William Shakespeare, Macbeth adlı oyununda kahramanına şöyle dedirtir; kahramanının ağzından şöyle der; “Sön kısa mum sön!” yani insan ömrünü sadece muma değil, kısa bir muma benzetir. “Zavallı bir aktör ki hayat, gururla dolanmakta bir saat sahnede, sonra çıkar gider bir daha duyulmaz sesi. Bir yalancının anlattığı masal ki sadece kuru gürültü ve hiçbir gerçekliği de yok.” Benzetmeler bu kadar güçlü Shakespeare’de, arkadaşlar. Yani sadece bir masal değil, diyor; bir yalancının anlattığı masal… Ne kadar güçlendiriyor... Bir masal bile değil. Sadece kuru gürültü ve hiçbir anlamı da yok… Yani dikkat edersek Shakespeare de oyunlarında hep hayatın anlamı üzerinde duruyor. Hayatın kısalığı ve kendi anlayışına göre hayatın anlamsızlığı üzerinde duruyor. Kim gitti, görüp döndü gönül? Bir Anka… Cennetle cehennem dediğin Karşıyaka. Bir yer ki şu gördüğün, umut bağladığın. Hiçbir iz yok geçen adından başka. Yani sadece adı var. Sümerlerde de nedir Cennet, arkadaşlar? Aden değil mi? Bahreyn’de. Sümerlerin dininde Cennet Bahreyn’dedir. Tevrat’ta nerededir cennet? Usta’mız onu da işliyor bildiğiniz gibi; “Cennet edir” adlı incelemesinde. Evet, Kürdistan’dadır, arkadaşlar. Fırat-Dicle nehirleriyle Aras ve yukarda Batum’dan denize dökülen Pişon Nehri arasında. Yani bugünkü Van Gölü havzasıyla, Kafkaslar arası bölgedir. Tevrat’ta netçe tarif edilir Cennet. Kur’an’da ise gökyüzüne çıkar, Cennet. Yeri belirsizleşir. Yaşamımızı anlamlı kılacak anahtar sevgidir Hayyam hayıflanır; hep karamsar, dertlidir. Neden? Sorulara hiçbir yanıtı yok da ondan; karanlığı aşamaz: Gelmezdim hiç dünyaya gelmek olsaydı yeniden. Gitmemek elde olsa, yer tutmazdım bu sende. Ancak hepsinden iyi keşke ne gelseydim, ne gitseydim Ve ne de bulunsaydım bu yerde. Ne kadar kötümser değil mi, arkadaşlar?.. Ama Hayyam bize bir ipucu verir, yoldaşlar. Çok büyük bir düşünür, bir dâhî. İpucu şu; Sevgi bilmeyen kimse, ömrü boşa eskitir. Sevgi bütün dünyaya ezelden bir vergidir. Ey sevgi âleminde hiç bilgisi olmayan! İyi bil ki dünyada hayat yalnız sevgidir. William Shakespeare Bazı edebiyat eleştirmenlerince geçen yüzyılın en büyük oyun yazarı sayılan Samuel Becket’in en ünlü oyunu ne, arkadaşlar? Edebiyatçılarımız var aramızda... Edebiyatçılarımıza, sosyal bilimcilerimize yakışmadı bu. (Gülüşmeler…) “Godot’yu beklerken” değil mi? Ve geçen yüzyıl Shakespeare’in ve Brecht’in oyunlarıyla birlikte, dünyada en çok oynanan oyun olduğu söyleniyor “Godot’yu Beklerken”in. Orada da hayatın hiçbir anlamı olmadığı için yani bu sorulara bir yanıt bulunmadığı için kahramanlar hiçbir eylemde bulunmazlar, bir isyandır eylemsizlikleri. Peki, Godot kimdir? Godot, o sorulara yanıt bulması gereken, vermesi gereken, öyle umdukları bir Tanrı, onun elçisi ya da bir bilgedir. Gelecek, kendilerine bir yol gösterecek. Ama boşu boşuna beklerler onu da. Hiçbir zaman gelmez o. O yüzden bir şey yapmanın anlamı yok, derler. Yani ne olacak? Kısa bir süre sonra yok olacaksın. O zaman şöyle yapsan da, böyle yapsan da ne değişir, ne işe yarar? Ve bu nedenle de Becket’in bütün oyunlarında kahramanlar hiçbir eylemde bulunmaz. Neden? Çünkü kısa süre sonra yok, her şey bitecek, sonu hiçlik olduktan sonra bir şey yapmanın ne anlamı var? Becket’in anlayışı budur, arkadaşlar. Yine Hayyam… Şöyle der: Bir handı girip konakladık bir müddet. Yalnız çile doldurur felek, yalnız dert. Tek müşkülümüz çözülmeden gün doldu, Ayrıldık gönlümüzde binbir hasret. Bir tek müşkülümüz çözülmedi. Yani bu iki temel soruya dair hiçbir ipucu elde edemedik, der. Bir başka dörtlüğünde: Bebeydik, gel zaman ders gördük hocadan. Öğrenciliğimizle övündük, güldük bir zaman. Sözün kısası ne oldu işin sonu bildin mi? Bulut gibi geldik, yel gibi gittik dünyadan. Başka Rubailerinde: Olsaydı umut dalında tek bir yaprak. Derdim ki bulunmaz ipucun buymuş bak. Zindan gibi dar mı dar bu varlık. Keşke yokluk şu, deyip bir kapı bulsam açacak. Ne vurucu dizeler değil mi, yoldaşlar?.. (Alkışlar…) İşte burada Hayyam, bizim Marksist-Leninist, devrimci düşüncelerimizle birebir örtüşür. Sevgi deyince biz yaşamı; doğasıyla, bitkileriyle, hayvanlarıyla ve de insanlarıyla ayrılmaz bir bütün olarak görmekteyiz. Ve tümünü eksiksiz bir şekilde sevmekteyiz. Yani sevgi deyince varlık sevgisi dört parça: Bir: Cansız diye bilinen (aslında cansız da olmayan) doğa. Yani denizler, ormanlar, dağlar, ırmaklar, tarlalar, vadiler, ovalar, diyelim buna. Ve bunun dışında bir de canlılar dünyası var, bildiğimiz gibi. O da üçe ayrılır: İki: Tüm bitkiler, Üç: Tüm hayvanlar ve Dört: İnsanlar. Bu dörtlüyü, ayrılmaz bir bütün olarak görmekte ve tümünü de sevmekteyiz. Yani nasıl sevmeliyiz? Tıpkı bir karıncanın, bir kelebeğin, bir arının çiçeklerden gıdasını alırken yaklaştığı gibi yaklaşarak sevmeliyiz doğayı ve canlıları. Özenle, koruyarak, hiç zarar vermeden seveceğiz. Ve dördünü de hiç ayırmadan sevmeliyiz. Burada sevgili Pir Sultan’ımızın şu dizeleri bize yol gösterici olabilir: 11 Dağdan kütür kütür hezen indirir İndirir de ateşlerde yandırır Her evin devleğin öküz döndürür İreçberler hoşça tutun öküzü Öküzün damını alçacık yapın Yaş koman altına kuruluk serpin Koşumdan koşuma gözlerin öpün İreçberler hoşça tutun öküzü Abdal Pir Sultan’ım kaynar coşunca Tekne hamur kalmaz ekmek pişince Adem at öküzün çifte koşunca İreçberler hoşça tutun öküzü Köylümüzün bin yıldır temel üretim araçlarından olan öküze, bu sevimli, çilekeş hayvancığa; yiğit Pir Sultan’ımız, işte böylesine sevecen yaklaşılmasını öneriyor. Bir çiçeği koklar gibi, bir kuşu, kuzuyu okşar gibi… Şimdi de 17’nci Yüzyılın ünlü halk ozanı Karacaoğlan’dan şu dizeleri okuyalım: Kadir Mevlâ’m seni övmüş yaratmış Çiçekler içinde birdir menekşe Bitersin güllerin hârı içinde Korkarım yüzüne batar menekşe Yaz gelir de heveslenir bitersin Güz gelince başın alır gidersin Yavru niçin boynun eğri tutarsın Senin derdin benden beter menekşe Senin meskenindir kayalar sengi Kokusu menekşe güldür irengi Aradım dünyayı bulunmaz dengi Güzel yatağında biter menekşe Bakmaz mısın Karac’oğlan halına Garip bülbül konmuş gülün dalına Kadrin bilmeyenler alır eline Onun için eğri biter menekşe Tıpkı bizim düşündüğümüz gibi, yürekleri insan, bitki, hayvan ve doğa sevgisiyle dolu olan bu büyük ozanlarımızdan (daha böyle pek çok ozanımız, şairimiz vardır) yığınla örnekler verebiliriz. İşte haydi bir şiir daha: Çukurova bayramlığın giyerken, Çıplaklığın üzerinden soyarken, Şubat ayı kış yelini kovarken, Cennet dense sana yakışır dağlar. Ağacınız yapraklarla donanır, Taşlarınız bir birliğe inanır, Hep çiçekler bağrınızda gönenir, Pınarınız çağlar, akışır dağlar. Rüzgâr eser, dallarınız atışır, Kuşlarınız birbiriyle ötüşür, Ören yerler bu bayramdan pek üşür, Sümbül, niçin yaslı bakışır dağlar? Karac’oğlan size bakar, sevinir, Sevinirken kalbi yanar, gövünür, Kımıldanır, hep dertlerim devinir, Yas ile sevincim yıkışır dağlar. Bizim düşüncelerimizi, duygularımızı ne coşkulu, ne vurgulu bir şekilde ifade ediyor, sevgili ozanımız… Cuma günü medyada bir haber vardı yoldaşlar, dikkatinizi çekmiştir. Emperyalistler, Katar’ın başkenti Doha’da atmosfere salınan karbonmonoksit gazlarının durumuyla yani ona önlem alınmasıyla ilgili toplantı düzenliyorlar. Haberlerde ve gazetelerde vardı. Hani Katar’ı ve Doha’yı şimdi öne çıkarıyorlar ya... Ortadoğu’daki en önemli iki saldırı üsleri şimdi Suudi Arabistan ve Katar bildiğiniz gibi. Emperyalistlere uşaklıkta bir de Türkiye, Tayyipgiller’i koyarsak üçlü, saç ayağı, arkadaşlar. Ama öbürleri daha güvenilir. İleride gireceğimiz belli sebeplerden dolayı Türkiye ile sorunları var. O bakımdan Doha’da düzenliyorlar bu toplantıları. Sadece geçen yıl yoldaşlar, Kuzey Buz Denizi’nde Amerika Birleşik Devletleri’nin yüzölçümüne eşit 11,3 milyon kilometrekarelik buzul kütlesi erimiş. Yani dünyada bugüne kadar görülen en büyük erime miktarıymış bu. Böyle giderse felaket diyor, sözüm ona burjuva bilim insanları bile. Bir yıl içersinde bu kadar büyük bir buz kütlesi eriyor ve doğa ısınıyor. Isınması demek, doğanın tüm düzeninin altüst olması demek… Yani emperyalistler bugün sadece insanlarımızı katletmiyor, işgaller yapmıyor, tecavüzler yapmıyor; yarınlarımızı da, doğmamış çocuklarımızın yaşam alanını da yok ediyorlar. Ve sera gazı dediğimiz gazların üçte birini sadece ABD salıyor atmosfere. Bu çılgınlık!.. Normal bir insan bunu nasıl görmezden gelebilir? Nasıl kabul edebilir? Emperyalizm bu işte!.. Çıkar hırsından 12 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... başka hiçbir şeyi görmez, hiçbir şeyi düşünmez, hiçbir şey onun umurunda olmaz. Adam kitle imha silahı var, dedi; Irak’a saldırdı. Yalan olduğu ortaya çıktı, hiç yüzü kızarmadı. E, olsun, iyi oldu, dedi. Ama bu arada 5 milyon masum insan hayatını kaybetti, hiç umurunda değil. İşte Libya’da, Suriye’de görüldüğü gibi saldırılarına devam ediyor. İnsanlık o hale geldi ki, Batıda sözde yazarlar var, aydınlar var, edebiyatçılar var, bilim insanları var, hukukçular var ama kimse de bunlara kalkıp karşı çıkmıyor. Demek ki aydın da, sanatçı da, bilim insanı da olabilmek için önce gerçek anlamda insan olmak gerekiyor. Görünüşte değil, gerçekte insan olmak gerekiyor. İnsan olamayınca da gerçekte hiçbir şey olamıyorsun. Fidel Yoldaş’tan, Chavez Yoldaş’tan, Morales Yoldaş’tan başka hiçbir devlet başkanı bunlara; ulan haydutlar, ulan çakallar, ulan kan dökücüler, insan soyunun baş düşmanları demiyor. Hâlâ bizim medyanın alçak yazarçizerleri, demokrasinin, hukukun, insan haklarının merkezi diyorlar o Batı için. Kriminolog bir kadın Profesörümüz var, neydi adı? Sevil Atasoy. Geçende seri katillerle ilgili bir belgesel varmış, o da konuşuyor. İşte ABD’nin seri katillerini anlatıyorlar tek tek; kişiliklerini, yapılarını, mesleklerini, cinayetlerini. Mesela biri dikkatimi çekti; nekrofil yani normal cinsel ilişki kuramıyor bir kadınla, ancak ölülerle ilişki kurabiliyor. 49 tane kadını öldürmüş. Rekor ondaymış ABD’de. O caniyle, bir kadın bilim insanı, konuşuyor cezaevinde; itiraf ettirmek için. Bir de o kadar zekice cesetleri yok ediyor ki, ormanda hepsini değişik yol kenarlarına, değişik bahçelerin, dağların, vadilerin içine gömüyor ve bulunamıyor cesetler. Kimi ne kadar katletti bulayım; en azından cenazeleri sahiplerine vereyim diye, bir kadın bilim insanı konuşuyor bu caniyle. Kadına konuşuyor, masa başında bilim kadınıyla konuşuyor. Ve bu cani cinayetlerini anlatırken mütebessim yani normal, sanırsınız ki, sıradan bir insan sokakta yahut parkta yahut herhangi bir yerde, normal insanların yaşadığı bir yerde sohbet ediyor. Yani espriler yapıyor; gülüyor, anlatıyor tek tek cinayetlerini. Yine Sevil Atasoy diyor ki; en büyük özellikleri empati yapmamalarıdır. Neden yapmıyor? Vicdan gelişmemiş, teşekkül etmemiş. Yani acı duymuyorlar cinayetlerinden. Normal, sıradan bir iş yaparmış gibi cinayetlerini hiç acı duymadan işliyorlar ve cinayet sonrası da vicdan azabı çekmiyorlar. Doğal bir iş yaptım, gerektiği gibi yaptım, bitti, diyor. Yine İskandinavya’nın, Norveç’in büyük canisi Breivik 77 kişi katletmişti. Duruşmalarında gülümsüyordu değil mi, arkadaşlar? Nazi selamı veriyor. Akıl sağlığının yerinde olduğuna dair rapor gelince tebessüm ediyor. Yani hiçbir pişmanlık duymadım, diyor yani. İşte vicdan oluşmadığı için insan değiller aslında, suretleri insan. O yüzden acı çekmiyorlar hiç. Şimdi yine büyük dahi William Shakespeare, Kral Lear’de şöyle der bir yerde; “İyi görünür kötü yaratıklar daha kötüleri varsa eğer. En kötüsü olmayan da bir bakıma övgüye değer.” Birinci Körfez Savaşı sonrası ABD Emperyalistleri Irak’a abluka uygulamışlardı değil mi? Ve bu abluka nedeniyle sadece çocuk, 600 bin masum çocuk; bakımsızlıktan, doktorsuzluktun, ilaçsızlıktan hayatını kaybetmişti. O zamanın Yahudi asıllı kadın ABD Dışişleri Bakanı vardı: Madeleine Albright. Medya görevlisi soruyor, diyor ki: “600 bin çocuk hayatını kaybetti uyguladığınız ablukadan dolayı, değer miydi buna?” “Bence değerdi”, diyor. Bir, beş, on değil, 600 bin çocuk… Şimdi bunlardan hangisi daha kötü? O nekrofil seri katil mi, Breivik mi, Madeleine Albrightlar mı, Condoleezza Rice’lar mı, Bush’lar mı, Obama’lar mı? Hangisi daha kötü, yoldaşlar? (Slogan: Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm… Alkışlar…) İşte Shakespeare’in dizeleri tam da bu olaya uyar. Bu seri katiller, Bush’ların, Obama’ların, Condoleezza Rice’ların, Tayyipgiller’in yanında iyi sayılırlar, arkadaşlar. Nitekim biri 49 kişi öldürüyor, biri 77 kişi, ama bunlar milyonları öldürüyor. Ve hiçbir haklı sebepleri yok, sadece yağma için, vurgun için, çıkar için, işgaller yapmak için, sömürü yapmak için… Demek ki, insan bilinçsiz olunca Usta’mızın dâhice söylediği gibi “hayvan”dan bile daha aşağı düzeye düşer. Hayvanlar âleminde hayvanlar buna isyan eder, böyle bir duruma. Ama insanlar bir de alkışlıyor. ABD Halkı ikinci defa seçiyor, Tayyipgiller kaçıncı defa seçildi, yine de şu anda oyları yüzde 40’ların üstünde. Dinin insanların hayatında çok önemli bir yeri vardır Âdem arkadaşım; yıllarca terzilik yaptım, bir bisiklet alacak parayı on yıllarca sonra biriktirdim, diyor. Evet öyle. Eşimin yeğenleri var üniversite bitirmiş, asgari ücretle güç bela iş buluyorlar. Belki tanır Âdem Yoldaş. Benim de o dönemden çocukluk arkadaşlarım, terzi arkadaşlarım var, Ahmet Edeci mesela Ali Pekmezci, Kadir Pekmezci, Mustafa Yıldırım, hep mahallemizin yoksul, aç çocukları. Ama buna rağmen Tayyipgiller’in oy oranı Türkiye’de en yüksek Konya’da arkadaşlar. Rize’den bile yüksek, Erzurum’dan bile yüksek… Ne yapıyor? CIA diniyle ya da Yezit diniyle insanları uyutuyor, aldatıyor. Hz. Muhammed’in dediği gibi “Allah’la aldatıyor” insanları. Ve insan Allah’la bir aldatıldı mı artık hayvandan daha aşağı bir şekilde kullanırsın onu. Ne yapsan uyanmaz. Burada konuşmalarımızda, yazılarımızda sık sık Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın İslamından söz ediyoruz. Ve Yezit’in, Muaviye’nin, CIA’nın İslamından söz ediyoruz. Aradaki ayrımı, farkı belirtiyoruz. Bazı yoldaşlarım, tabiî meselenin aslını tam kavrayamadıkları için, yahu din mi öğreneceğiz? diye serzenişte bulunuyorlarmış. Yoldaşlar, Ortadoğu’da din savaşları sürüyor şu anda. İşte iki gün önce Irak’ta 32 kişi değil mi; Aşure gününde Şii’lerin olduğu bölgeye saldırı yapıldı, 32 kişi iki ayrı saldırıda hayatını kaybetti yani kan gölü. Kimi kime kırdırıyor? Şii’yi Sünni’ye, Sünni’yi Şii’ye kırdırıyor. İşte Suriye’de aynı şey… Türkiye’de bu hainler, bu sömürücüler, bu vurguncular, bu yüreksizler ne sayede 10 yıllardır iktidarda kalıyorlar? Sadece din sömürüsüyle... O zaman biz dinin üzerinde durmalıyız, yoldaşlar. Dini hepimiz iyi öğrenmeliyiz. Bu iki farklı dini, bu birbirine zıt, karşıt, birbiriyle hiç ilgisi olmayan dini çok iyi öğrenmeliyiz. Yoksa bunlarla baş edemeyiz, bunları yenemeyiz. Din, çok temel bir olgu insanların dünyasında. Kapitalizme kadar, Batı Hıristiyan Ümmeti, Doğu Müslüman Ümmeti idi değil mi? Kapitalizmde ne oldu? Pozitif bilim üste çıktı, din baskılandı, alta düştü. Sosyalist Kamp çöktü, kilise olduğu gibi ayakta… Ve kırk yıl sonra Küba’da, CIA’yla bağlantılı çalışan Papa II. Jean Paul geldi, ayin yaptı; bir milyon kişi toplandı Havana’da, arkadaşlar. Sosyalizmin iktidara gelişinden kırk yıl sonra… O zaman dinin köklerine iyi inmeliyiz, iyi tahlil etmeliyiz. Devrimcinin bir görevi de budur. Her olayı tâ ilk kaynaklarına, köklerine kadar iner, tahlil eder. Usta’mız yapmış mı bunu? Yapmış. “Allah, Kitap, Peygamber” diye 300 küsur sayfalık, kocaman araştırması var. Başka eserlerinde de yapıyor ama bu kitabının özel konusu din, İslamiyet. Ve yine Türkiye’de bizim dışımızda İslam’ı, dini gerçekten anlayan başka ne ilahiyatçı var, ne başka bir sol grup var. Usta’mızın düşürdüğü ışığın altında sadece biz anlıyoruz gerçek dini. Yani Usta’mız hayatın tüm alanlarını inceleme, araştırma konusu olarak önüne koyuyor ve devrimci teorinin ışığını hepsinin üzerine düşürüyor. Ancak o ışık altında biz bu olayların gerçekliğini görebiliriz. İlk ortaya çıkışından, sebep-sonuç ilişkileriyle, tüm gelişim sürecini ve o gününü görüp kavrayabiliriz. Daha önce de söz etmiştim, dayıoğlum 9 yıl Belçika’da çalıştı. Bir köylünün, diyor; iki tane traktörü var; biri nakliye yapmak için, biri tarlayı ekip biçmek için. Ve beş yılda ikisi de hurdaya atılıyor. Ben dedim ki, diyor; biz yirmi, yirmi beş yıl bir traktörü kullanırız. Siz delisiniz, dedi bana, diyor. Arabanın da ömrü azami beş yıl. Medyada okuduk; Batıda mobilyanın ömrü dört yılmış. Şimdi bunları kullanıyoruz da dünyanın enerji, demir, bakır, nikel yani maden kaynaklarının da bir sınırı var. Ve insanlık daha bu dünyada kaç yıl misafir kalacak, yoldaşlar? Milyarlarca yıl. Şu anda rakam aklıma gelmedi ama. Bir Dinleyici: 4 milyar yıl urullah Ankut Yoldaş: 3,5 milyar yıl daha bu dünya da yaşayacak insan soyu. E, o zaman bu kaynakları böyle gözü dönmüş bir şekilde, hayâsızca kullanmanın, yok etmenin insanlıkla bağdaşır bir yanı var mı, yoldaşlar? Hayır yok. Ama kapitalizm bunları düşünmez, onda insan yok. Sadece çıkar, sömürü, vurgun; başka hiçbir şeyi gözü görmez onun. O yüzden alabildiğine kullanır, sömürür, yağmalar, istifler. Hayvanlar bunu yapmaz. Bir karınca kolonisi, sadece o kış yetecek kadar ot, çöp yahut bitki toplayıp yuvasına taşır. Ertesi yıl yeniden doğaya çıkar, yeryüzünde yaşar, bir sonraki kışa yine öyle hazırlanır. Diğer hayvanlar da memeliler de böyle. Yani onlar doğaya saygılı, zarar vermez onlar, tersine doğanın uyumunu sağlar. Geçen yıl TÜYAP’ın onur konuğu vardı. Gürdal Yoldaş hatırlayabilecek misin? Halil Yoldaş? Ferit Edgü müydü? Ferit Edgü’ydü sanıyorum. Çok doğru, güzel, sevdiğim bir laf etti: “Dünya için en büyük tehlike insan soyunun varlığı”, dedi. Yoksa dünya milyarlarca yıl düzeni hiç aksamadan böyle yaşar. Ama onu insan mahveder, insan batırabilir, dedi. Bir de yanlış bir şey söyledi: İnsan soyu, zaten evrimin bir yanlış aşamasında, bir yanlışlık sonucu ortaya çıktı, diyor. Bir sapma sonucu ortaya çıktı, ortaya çıkmaması gerekirdi, diyor. Aslında ortaya çıkması gerekirdi. Ama Ferit Edgü de kendi açısından haklı. Sadece kapitalistleri, emperyalistleri, vurguncuları görünce; gerçekten onların varlığı şu anda bir sapma. Yoksa insan soyu da eğer İlkel Komünal Toplum varlığı olan insanlar gibi, atalarımız gibi doğaya saygılı olsalardı, biz gerçek devrimciler gibi doğaya saygılı olsaydı, topluma saygılı olsaydı hiçbir zarar verilmezdi, kaynakları tüketilmezdi, yağmalanmazdı; atmosferimiz, denizlerimiz, göllerimiz kirletilmezdi. Demek ki, sadece insanlığı sınıfsal sömürüden kurtarmakla yükümlü değiliz, biz. Diğer canlıları ve doğamızı da bu yağmacı haydutların elinden, tahribatından kurtarmak ve gelecek nesillere, gelecek evlatlarımıza güvenli bir şekilde, bugünkü zenginliğiyle teslim etme göreviyle de görevliyiz, yükümlüyüz biz gerçek devrimciler. İşte bu bilinçle davranacağız, mücadele edeceğiz bunlara karşı. Dışımızdaki canlı-cansız varlıklarla uyum içinde yaşamalıyız Atlas Dergisi geçen ayki sayısında önemli bir olayı haber yaptı, yoldaşlar. Eskiden bu tür olayları, önemli siyasi olayları, Recep Yoldaş’ımız sendikada boş vakitlerinde internete girer araştırırdı, çıkışlar alır çekmecesinin gözüne koyar, karşılaştığımızda; Hoca’m bunları ben indirdim ilginizi çeker, diye bana verirdi. Şimdi biraz daha teknolojik düzeyimizi geliştirdik. Naile kızımız, kızım, yoldaşım sağ olsun, başka diğer yoldaşlar da bu işi yapıyorlar tabiî. Doğan Erkan yapıyor, Nihat Usta yapıyor aklımda kalıveren. Başka yoldaşlarımız da Semra Yoldaş’ımız da yapıyor ama en çok istikrarlı bir şekilde Naile Yoldaş yapıyor. Sözünü ettiğim haberi göndermiş. Gazetelerde de çıktı. Moğolistan’ın kuzey bölgesinde insanlar İlkel Komünal Toplum konağında yaşıyorlar, yoldaşlar. Sınıfsal farklılık, ayrışma, sömürü yok. Mülkiyet ortaklaşa ve göçebe, Çoban Toplum aşamasında, konağındalar. Kadın erkek eşit, erkeğin hiçbir üstünlüğü yok. Bir bölümü bir köye yerleşmiş. Tuva Türkleri bunlar, Türkçe konuşuyorlar. Atlas ekibi diyor ki, bir haftada dilimiz özdeşleşti. Birbirimizi çok iyi anlar hale geldik. Belki binlerce yıldır görüşmüyoruz o kardeşlerimizle. Ama kökenimiz aynı olduğu için bir haftada dilimizde hiçbir sorun kalmamış, farklılık kalmamış, anlaştık, diyorlar. Köydeki Şaman geziye çıkacağız, diyor Ren geyiklerini kullanıyorlar ulaşımda, taşımada. Zaten bir adları da Ren Geyiği İnsanları, değil mi Mustafa Yoldaş? Mustafa Şahbaz Yoldaş: Evet. urullah Ankut Yoldaş: Evet bunlar da Ren geyikleriyle taşıma, ulaşım sağlıyorlar. Toplumun köye yerleşik bölümünün Şamanı şöyle diyor: Şimdi gideceğin yerlerde dağın, ormanın, ırmağın, bitkinin hepsinin bir ruhu var. Bunların hiçbirine saygısızlık yapma, zarar verme. Böyle söyleyerek uyarıyor. Yani bunlar dışarıdan gelmiş; bunların kıymetini bilmezler, ölü sanırlar varsayımından hareketle tek uyarısı bu oluyor. Yani hepsini canlı kabul ediyor onların. Bu insanlar, ırmakları, dereleri kirletmemek için orada ellerini bile yıkamıyorlar. Bir kapla suyu alıp nehirden uzak bir yerde yani kullanılmış suyun nehre ulaşamayacağı bir uzaklıkta yapıyorlar temizliklerini. Bu denli saygı duyuyorlar doğaya. Hatırlarsak, Amerikan Yerlilerinin tutumu da aynısıdır. İşte binlerce yıl önce biz de bu anlayışa sahiptik. Bugüne gelirsek, nehirlerimizi, göllerimizi kirletmekle kalmadık; koca Marmara’yı bile öldürüp bitirdik. Eskiden 104 çeşit balık yaşayan Marmara’da şu anda kirli ortama uyum sağlayıp orada yaşamını sürdürebilen sadece 4 çeşit balık kaldığını belirtmemiz, acı acı hatırlamamız ve düşünmemiz gerekir. İşte sınıflı toplum bizi böylesine çamurlara buladı. Hele işverenleri ve Parababalarını tümüyle insan- lıktan çıkardı. Kendi vurgun ve sömürülerinin dışında hiçbir şey umurlarında olmaz yaratıklar haline getirdi onları. Atlas Dergisi’nin seyahatine ve Tukalara dönersek: Yine birlikte geziye çıktıkları zaman toplumun bir kadını anlatıyor: Hayvanlarımız ölüyor, ardı ardına kurt kapmaya başladı. Gittik Şamana bunun sebebini sorduk. Şaman bize yaşadığımız olayları, başımızdan geçenleri, yaptıklarımızı anlattırdı. Eşim ırmağın kenarında bir yavru ceylanı avlamıştı. İşte sizin suçunuz bu, onun ruhu sizi cezalandırdı dedi, diyor. Ne yapmalıyız? diye sorduk. Sular okudu, dualar etti ve gidin oraya, o hayvanı öldürdüğünüz yere bu suyu serpin, onun ruhundan bağışlanma dileyin, dedi. Gittik bunu yaptık, hayvanlarımız kurtuldu, diyor. Şimdi düşünebiliyor musunuz, Şaman evrimin gelişim kanununu keşfediyor, pratikten çıkarıyor. Yani doğaya hiçbir zarar vermeden, uyum yapmanın yolunu, yöntemini öğretiyor, arkadaşlar. Yani evrimin sağlıklı yöntemini öğretiyor şamanlar. Ve sağlıklı toplum düzenini bu sayede kuruyor arkadaşlar. Amerikan yerlilerinin, şeflerinin sözlerini çok severim, kişiliklerine de, yiğitliklerine de hayranım. İlkel Komünal Toplum insanları tam anlamıyla. Onlar da aynı anlayış içinde. İnternete bakarsanız yani aynı benzer özdeyişlerini bulursunuz o kabile şeflerinin de. Şimdi Hz. Muhammed dinine gelirsek, yoldaşlar, şöyle der: “Görmedin mi göklerdeki kimseler güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu (öbürlerinin tamamı, insanlardansa birçoğu - N. Ankut) hep Allaha secde ediyor.” (Hac Suresi, Ayet 18) Yani Hz. Muhammed de hepsini canlı kabul ediyor, arkadaşlar. Hatta bir anlamda insanlardan üstün görüyor. Onların tamamı Allah’a secde eder, ama insanların birçoğu, diyor. Yani Şamanın anlayışı ile Hz. Muhammed’in anlayışı birebir örtüşüyor. Usta’mız da: “Evrimin ve tarihin gelişim kanunlarını tam bilince çıkarmamış olsa da sezmişti, sezinlemişti Hz. Muhammed” diyor, arkadaşlar. İşte bu ayette açıkça görüyoruz biz. Yine bizim “Kedi Davası”ndaki savunmamızda söz ettiğimiz En’am Suresinin 38’nci Ayeti ne diyordu, yoldaşlar? “Yerde ayağıyla yürüyen, havada kanadıyla uçan her hayvan tıpkı sizin gibi ümmettirler ve yarın rablerinin huzurunda toplanacaktır.” Yani yerde debelenen tüm hayvanları, havada kanatlarıyla uçan tüm kuşları insanlarla eşitliyor. Tıpkı sizin gibi ümmettirler, diyor. Ve rablerinin huzurunda toplanacaktır, diyor. Hiçbir ayrım gözetmiyor. Hz. Muhammed dağın, taşın, hayvanların yerde ve gökte olan tüm varlıkların canlı olduklarını tek ayette değil, Hadid Suresi Ayet 1 ve 2’de, Haşr Suresi Ayet 1’de, Saff Suresi Ayet 1’de de tekrarlar. Yalnız söyleyip geçmiyor dikkat edersek. Tekrar tekrar söylüyor ki, insanların belleğinde yer etsin. Dedik ki, İslamiyetin ne olduğunu sadece Usta’mız ortaya koydu. Arap toplumu o zaman İlkel Komünal Toplumdan Sınıflı Topluma henüz geçmişti. Kâbe’deki yani Panteon’daki putların önemli bir bölümü Kadın Tanrıçaların putlarıydı. Mesela Şeytan Ayetleri denen ayetlerde söz edilen Lât, Menât, Uzzâ putları hep birer Tanrıçanın sembolüydü. Yani bu ne demek? O Tanrıçalara tapınan kabilelerin Anacıl Düzenden henüz kopmadıklarını gösteriyor. Ama bir kısmı da erkek egemen topluma geçmişti. Yani putları erkek Tanrıların putlarıydı. Hz. Muhammed dinini nasıl oluşturdu? Kime karşı mücadele etti? İşte Hz. Muhammed, kendisi de 40 yıl bezirgânlık yapmış değil mi? Sermaye biriktirmiş ama öksüz ve yetim büyümüş; dedesi büyütmüş, sütannesi büyütmüş. Böyle olunca o köklerini unutmuyor. Tabiî o ticaretin getirdiği imkânları kullanarak, geçmiş dinleri ve kültürlerini yutarcasına inceliyor, araştırıyor. Yani ticaret sayesinde bu imkânı elde ediyor. Yani kendisine kadarki birikimi iyi özümlüyor, kavrıyor ve onun üzerine işte Hira Dağı’ndaki mağarada aylarca, belki yıllarca düşünerek Kur’an’da anlatılan Cennete de benzer, ona yakın bir toplumu yeryüzünde nasıl kurarım; onun tasarımını Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... yapıyor. Ve geldiği zaman, kendisini Peygamber olarak ilan ettiği zaman, kime bayrak açıyor? Mekke’nin Tefeci-Bezirgânlarına, Ebu Süfyan ve benzerlerine bayrak açıyor: “Kölelere özgürlük” sloganıyla ortaya çıkıyor. Ve bütün mücadeleyi Mekke, Medine’deki Tefeci-Bezirgânlara ve bölge coğrafyasındaki Tefeci-Bezirgânlara karşı veriyor. Ama tümüyle başarılı olabiliyor mu; İlkel Komünal Toplum kültürünü ve o düzeni yeniden bilinçli olarak kurmaya gücü yetiyor mu, dersek: Tam başaramıyor. Çünkü sınıflı toplumun içine girilmiş bir defa. Tamam, Arap halkının çoğunluğu İlkel Komünal geleneklerine sahip; bu ruhiyatı taşıyor ama egemenler artık sermaye biriktirmişler; onlar da belirli kültür ve statü oluşturmuşlar. Onları da tümüyle bertaraf edemiyor. İşte 23 yıllık mücadelesiyle onları gücünün elverdiği oranda geriletiyor. Ama netçe, kesince onları alt edemiyor ve bu bakımdan Hz. Muhammed’in hareketi, Kur’an devrimi, bir Tarihsel Devrimdir diyor, Usta’mız. Orijinal bir Tarihsel Devrimdir. Bu bakımdan asla mal biriktirmeyin, mal küplemeyin, mal istiflemeyin, der Hz. Muhammed. Sadece ihtiyaca yetecek kadar mal alıkoyun; gerisini dağıtın, der. Tekrar tekrar vurgular bunu ayetlerde defalarca okudum size. Yine din hizmeti karşılığında bir ücret alınmaz, der. Ben Allah’ın bana verdiği görevi yerine getiriyorum. Bunun karşılığında sizden hiçbir ücret istemiyorum, der. Ama şu anda 120 bin imam var Türkiye’de değil mi? Yine bunların görev yaptığı her camide en az, en az bu kadar da müezzin var. Müftüler var. Bunlar kimden maaş alıyor? Devletten, halktan yani insanlardan, arkadaşlar. Ama Kur’an’da yok öyle bir şey. Bunlar gerçek Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın dinine uygun din adamları değil, bunlar Yezit dininin namaz kıldırma memurları, bunların ilgisi yok gerçek Müslümanla. Hz. Muhammed bizzat kendisi ücret istemez de, bunlar nasıl ücret isterler: Bir Dinleyici: Hocam, elektriğe, suya, doğalgaza, kiraya para vermiyorlar çoğu yerde. urullah Ankut Yoldaş: Tabiî tabiî! Diyanet İşlerinin bütçesi üç bakanlığın bütçesinden fazla. Müslümanlıkla ilgisi yok bunun, arkadaşlar. Bunu bilmemiz lazım. Bilmezsek bunlarla mücadele edemeyiz. Tevbe Suresi Ayet 34 ve 35: “Ey iman sahipleri, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu halkın mallarını uydurma yollarla tıka basa yerler ve Allah’ın yolundan geri çevirirler. Altını ve gümüşü depolayıp da onları Allah’ın yolunda harcamayanlara korkunç bir azabı muştula!” Onlar bunu yapıyorlar, diyor. Bunlar için korkunç bir azap var. “Gün olur, cehennem ateşinde onların üzerine lav dökülür de bununla onların alınları, böğürleri, sırtları dağlanır. İşte egolarınız için yığdıklarınız. Hadi, tadın biriktirmiş olduklarınızı!” Bu kadar şiddetli uyarıyor, halkın parasını yiyen din adamlarını, sözde din adamlarını. Daha ne desin?.. Bu hükümet de aynı şeyi yapıyor. Ve onların en büyüğü Tayyipgiller de aynı şeyi yapıyor. Geçenlerde kurban bayramını yaşadık değil mi, arkadaşlar? Kaç yüz bin hayvanın canına kıyıldı… Yüz binlerce… 500 bin, belki 600 bin… Hacc Suresi Ayet 37; Allah diyor ki: “Benim kestiğiniz kurbanın etine, kanına ihtiyacım yok, sizin takvanızdır önemli olan.” Yani kan dökme vahşetine döndürmeyin kurbanı, diyor, benim bunlara ihtiyacım yok, benim istediğim sizin takvanızdır. Yani sadece kötülük yapmamanız değil, kötülük yapmayı düşünmemeniz bile. Öylesine güzel ahlâklı insanlar olmanızdır benim istediğim, diyor. Ama bunlar ne anlıyor? Hayvan boğazlamayı, hayvan katliamı yapmayı anlıyorlar kurbandan. Oysa Hacc Suresi apaçık bir şekilde tersini söylediği halde ne diyor, bu düzenbazlar? Yok, illa kan akacak. Yezit dini bu!.. Ortaçağcılar, Yezit’i sahiplenerek Alevileri hedef tahtasına oturtuyor Bir de Pensilvanyalı İblis var. Diyor ki; “Yezit de bir tepki adamıydı.” Bakın nasıl savunuyor, alçağa bakın. “Tepki adamıy”mış. Niye? Kendisine biat edilmemesine tepki duymuş da o yüzden o canavarlığı, vahşeti yapmış. Ya!.. Bu Tayyipgiller Sünni mezhebine mensuplar değil mi? Aleviliğe, Anadolu Aleviliğine de şiddetle karşıdırlar. Geçenlerde Çanakkale 18 Mart Üniversitesi rektörü Sedat Laçiner var bunlardan devşirilmiş; ne demişti arkadaşlar? “Yahudiler ve Hıristiyanlar Allaha ve ahret gününe inanırlar o sebeple onlar cennete girebilir. Ama Aleviler sapkındırlar, onlar kesin cehennemliklerdir, cehennemliktir.” İnternette var sitelerde. İşte böyle bunlar. Yezit’tin devamcısı bunlar. Daha önce de dedim, Hz. Muhammed’in hayatta en sevdiği insan Hz. Hüseyin, o da dahil olmak üzere eşi, çocukları ve çevresinde inananları, takipçileri 73 kişiyi günlerce Fırat’ın kenarında aç susuz bırakıyor; ondan sonra da canavarca katlediyor. Katletmekle kalmıyor, cesedini kâğıt gibi atların ayakları altında çiğnetiyor, kesilmiş kellesini de Şam’a götürüyor. Kendi sarayının altına, bodruma atıyor. Ve bu halife oluyor. Hz. Muhammed’le ne ilgisi var bunun? En sevdiği bir insanı ve çevresini, çocuklarını böylesine canavarca katlediyor; ondan sonra Hz. Muhammed’in devamcısı oluyor bunlar. İşte o soydan geliyor bunlar, Tayyipgiller. Yine ihanetleri, zalimlikleri İslamla hiç ilgilerinin olamayışı oradan kaynaklanıyor bunların. Konular, güncel konular var bir hayli. Arkadaşlarımız da yorgun tabiî. Aslında pedagoji bilimi der ki, bir konferans azami 1,5 saat olmalı. Ondan sonra insanların zihinsel olarak yorgunluk aşaması başlar. Biz saatleri geçtik. Bir Dinleyici: Konferansı veren önemli Hoca’m. urullah Ankut Yoldaş: Biz 12.00’da başladık 17.00 oldu, evet. O bakımdan daha bu konuya çok değineceğiz. Çok değinmemiz gerekir. Ama şimdilik bu kadarını yeter bulalım. Sosyalist Kamp’ın dağılmasının temel nedeni; Sosyalist İnsanın yaratılamamasıdır Görev aralıklarında hep aklıma takılır, arkadaşlar. Benim de temel yani düşünce konularımdan biridir: Bu emperyalist haydutlar, insanlığa bugün bu kadar hayâsızca zulüm uygulayabiliyorlarsa, dünyada at koşturabiliyorlarsa bu Sosyalist Kamp’ın yokluğundan kaynaklanır. Lenin gibi büyük bir devrimcinin kurduğu ve 20 yıl yönettiği bir parti ve dünyanın en büyük İşçi Sınıfı Devrimini gerçekleştiren bir parti nasıl 70 yıl sonra çürüdü de kuruyan bir ağaç gibi kendi kendine, ufak bir rüzgârın etkisi bile olmaksızın çöktü? Hep kafama takılır. Merak ederim. Gerçek sebep ne? Tabiî bir sürü sebepler gelir aklıma. Ama acaba bunun altında yatan, bunların da altında yatan, onlara da kaynaklık eden, onları sonuç olarak ortaya çıkaran daha başka sebepler var mı diye araştırırım, düşünürüm hep. Yani hani biliyoruz ya biz; her şey bir süreç, doğada ve toplumda kesin olan hiçbir şey yok. Bir tek kesin önerme var. Nedir o? Herakleitos’un bulduğu: “Her şey durup dinlenmeden değişiyor.” Onun dışında hiçbir şeyin kesinliği yok. Ama her olay başka bir olaya sebep olur. O yeni olaylara sebep olur, yani bir zincir olarak olaylar birbirinden doğup gelişirler. İşte acaba en altta yatan sebep ne? derim hep. Böylesine güçlü bir parti, böylesine büyük bir devrimcinin, bir önderin kurup 20, az değil 20 yıl, yönettiği bir parti... Yeltsin denen sarhoş, alçak, düzenbazın insanları geliyorlar partiye, 5 bin kişi görev yapıyor Henri Alleg, “Büyük Geri Sıçrama”da aktarıyor, daha önce söyledik: Bir saat içinde boşaltacaksınız, diyorlar. 5 bin kişiden bir teki tık demiyor. Bir saat içinde hepsi boşaltıyor, çekip gidiyor… Hep tartışırız Mustafa Yoldaş’la, söz ederiz; birinin eşi hepsinden yiğit çıkıyor: “Biriniz de mi kalkıp karşı çıkmadınız, mücadele etmediniz, dövüşmeyi düşünmediniz?” diyor. “Yazıklar olsun size” diyor. İşte parti o hale gelmiş. Parti duvarlar, yazılı metinler, programlar değil ki… Onlara can veren, ruh veren yürek, inanç, bilinç taşıyan insan varsa onlar bir işe yarar o program, o teori, o geçmiş, o gelenek, o kültür bir işe yarar. Sende Hz. Ali bileği yoksa, elinde Zülfikar olmuş ne işe yarar?.. (Alkışlar…) İşte o parti, tepesinden tırnağına kadar o hale geldiği için dünyanın coğrafya bakımından, coğrafya üretici gücü açısından en zengin ülkesi; nüfusça Çin’den, Hindistan’dan sonra üçüncü büyük ülkesi değil mi o zaman Sovyetler Birliği? İnsan gücü bakımından da üçüncü... Bu kadar zengin bir ülke... E, o zaman nasıl çöker bu ülke, yoldaşlar? Ama işte o partinin önderleri, kadroları sadece suret olarak kalırlarsa, içleri boşalırsa ne işe yarar? Parti kalmaz ki ortada. Dikkat edersek Lenin’den sonra bir tek ciddi edebiyat eseri ortaya koyamadı, bir tek sanatçı çıkaramadı, bir tek bilim insanı çıkaramadı Sovyetler. Ama ne yaptılar? Sadece teknik üretici gücünü belli bir süre geliştirdiler. 40’lı yıllara kadar İkinci Dünya Savaşı sürecine, 50’lere kadar diyelim, Teknik Üretici Gücü açısından en öndeydiler. Demir çelik üretimi açısından birinciydiler dünyada. Demek ki bir şeyi eksik yaptılar. Çok önemli bir şey; insan unsurunu unuttular, sadece teknik sandılar, tekniği geliştirme sandılar sosyalist ekonomiyi örgütlemeyi. Oysa Che ne diyordu? “Sosyalist insanı yaratmalıyız.” diyordu. Ve kendisi de günlerce uyku uyumadan çalışıyordu. Diyordu ki: “Çocuklarımı evin civarındaki bekçiler benden daha çok görüyorlar. Çünkü ben birkaç günde bir eve uğruyorum.” Böylesine yoğun çalıştığı gibi gidip şeker kamışı da kesiyordu, şeker fabrikalarında da çalışıyordu. Bolivya’da da en genç, 20’li yaşlardaki gerillalarla eşit miktarda dönüşümlü olarak siper kazıyor; onlarla beraber dağ tepe o korkunç araziyi, sarp araziyi adımlıyordu. Kaldı ki, güçlü ve sağlıklı bir insan değil. Normal burjuva ordusunda bile çürüğe çıkarılabilecek denli sağlıktan yoksun bir insan. Böyle olmasına rağmen iradesiyle devrim için cepheden cepheye koşuyor ve yapıyordu bunları. İşte Sovyetler’de ve Sosyalist Kamp’ta sosyalist insan yaratılmadı, arkadaşlar. Sosyalist insan yaratılmayınca da belli bir süre sonra insanlar rutin işlerle yetindi. Oysa hep tekrarlanan şeyler alışkanlık yaratır. Ve heyecan yaratmaz artık insanda. Her gün yapılan tek düze hareketler, her gün gidip gelinen, kat edilen yollar; her gün fabrikada tezgâhın başında yapılan iş, bunun bir heyecanı bir zevki olmaz. İnsan sürekli gelişmesi gereken bir varlık. Yaratması, ilerlemesi gerek. Hani Hz. Muhammed der ya: “Müslümanın iki günü birbirine denk olmayacak.” Yani nasıl kavrıyor, insanın ruhunu… Rutine takılınca Sovyetler ve Sosyalist Kamp’ın partileri ve insanları durağanlaştı, heyecansızlaştı, ruhsuzlaştı ve üstün oldukları tek gücü de yavaş yavaş kaybetmeye, ellerinden çıkarmaya başladılar. Emperyalistler bir aşamadan sonra o alanda da geçtiler kendilerini. O alanda da geçilince artık altkınlık psikolojisine girdiler. Bir gücün sizden daha üstün, daha büyük olduğunu hissettiniz, anladınız, kavradınız mı, psikolojiniz bozulur, düşünceleriniz de ona göre şekillenmeye başlar artık. Yani duygularınız değişir, özlemleriniz değişir, heyecanlarınız değişir, böylece çürüme başlar. Marks’ın en sevdiği söz neydi? Usta’mızın da mezar taşında yazılıdır: “İnsanım insancıl olan hiç bir şey bana yabancı kalamaz.” Ve genç yoldaşlarımın da aktardığı gibi, Usta’mız ben niye sosyalist oldum diyor: “İnsanın hayvan yerine konulmasına isyan ettiğim için.” Demek ki bu ruhu, bu isyanı taşıyacağız, hep canlı olacak bu. Che ne diyor kendisine mektup yazan aynı soyadını kullanan İspanyalı bir kadına, o da Guevera soyadına sahipmiş, şöyle yazıyor Che’ye: “Atalarınız İspanya’nın hangi bölgesinden gitti, belki akraba çıkabiliriz.” diyor ya; “Bununla hiç ilgilenmedim” diyor, Che. “Bilmiyorum o bakımdan. Ama dünyanın öbür ucunda olan bir haksızlık karşısında öfkeden tir tir titreyebiliyorsanız o zaman bu, yoldaşız demektir ki bu hepsinden önemlidir benim için.” (Alkışlar…) Lenin’in son vasiyetini Bolşevik Parti kadroları kavrayamadı İşte o ruhiyata sahip olacağız hep, ama Sovyet insanında bu kalmadı, hep geriye gittiler. Lenin’in “Son Yazılar, Son Mektuplar”ı, bir anlamda da vasiyeti, kongreye mektubu; bildiğimiz gibi, ölüm döşeğinde yazdırır. Kendisi de yazamaz. Hatta üç günde kesik kesik, parça, parça yazdırır; bir seferde söyleyecek gücü de yoktur. Burada üç önemli uyarıda bulunur, arkadaşlar: 1) Merkez Komite’nin sayıca çoğaltılmasını, yüze çıkarılmasını önerir; böylece hata yapma olasılığımız daha da azalır, der, 2) Sayıları en az elli olmak üzere Merkez Komite’de işçi üyelerin ağır bastırılmasını, 3) Ve bir de çok önemli önerisi vardır. “24 Aralık 1922 Tarihli Mektuba Ek” 4 Ocak 1923’te yazdırmış Lenin bunları, çok önemli, arkadaşlar: “Stalin aşırı kaba bir insandır ve biz Komünistler arasındaki ilişkilerde ve bizim içimizde hoşgörüyle karşılanabilecek olan bu kusur, bir Genel Sekreter için hoş görülemeyecek niteliktedir. İşte bu nedenle, Stalin’i o görevden uzaklaştırmanın ve yerine Yoldaş Stalin’e oranla bir tek üstünlüğü olan, yani daha hoşgörülü, daha sadık, daha saygılı, daha nazik ve daha az kaprisli davranan birini getirmenin yolunu aramalarını yoldaşlarıma öneriyorum. Bu durum, ihmal edilebilecek önemsiz bir ayrıntı gibi görülebilir. Oysa, olası bir bölünmeye karşı 13 savunma açısından ve yukarıda değindiğim gibi Stalin ile Troçki arasındaki ilişkiler açısından, bunun önemsiz bir ayrıntı olmadığı, sonucu etkileyebilecek önemde bir ayrıntı olduğu kanısındayım.” Nasıl dâhice öngörüyor, yoldaşlar: “Sonucu etkileyebilecek oranda önemli bir ayrıntı olduğu kanısın- Lenin dayım”, diyor. Troçki’ye de daha önceki bölümde zaten Bolşevik değil, diyor. Zaten bizden değil, diyor. Diğer komite üyelerini de değerlendiriyor ama zaman yok. Yoldaşlarım isterse okurlar. Lenin’in bu uyarısı kongrede dikkate alınmadı. Demek ki bir tek üstünlüğü olan, yani insancıl yönü, sevecenlik yönü daha ağır basan birinin gelmesi gerekir, diyor. Bu denli önem veriyor büyük Usta. Ölüm döşeğinde bile görüyor. Ama dikkate alınmıyor. Ve sonucu etkiyor. Ve o çöküşün en önemli nedenlerinden biri. Biz şu anda şunu sorabiliriz: Tarihi kişiler mi yapar? Kişiler yapmaz. Ama Lenin’in o uyarısını bir tek kişi dikkate almıyor ki, kongre, partinin kongresi dikkate almıyor. Demek ki, toplum Lenin’i o ölçüde anlayabilecek düzeyde değil. Komünistler o aşamada, o günde Lenin’i anlayabilecek konumda değil, arkadaşlar. Yani Lenin’in daha uzun süre yaşaması gerekiyormuş. Böyle olmadığı için, işte bugünkü acı sonuçları yaşıyoruz. Dünyamız yaşıyor. İnsanlık 20 yıldan bu yana bayır aşağı yuvarlanıyor. Bu alçak haydutlar, ABD Emperyalistleri ve yerli işbirlikçi hainler cirit atıyor bölgemizde ve dünyada. Hep bu sebepten… Bu denli insancıl bir teori işte bu sebepten yıkılıyor, arkadaşlar. 1953’e kadar Stalin Merkez Komite’yi yönetiyor. Ölünceye kadar, değil mi?.. Ölünceye kadar. Stalin, Lenin’in en iyi öğrencisiydi, diyor Usta’mız. Ama o bile ruhunu anlamış mı Lenin’in, Lenin’in devrimci teorisinin? Hayır anlamamış. Şeklini, suretini anlamış sadece, sevgi yok yüreğinde. Hayyam o dörtlüğünde belirtiyor ya, sevgi yok. Öyle olunca devrimci de olamazsın. Sevgi olmayan yürekte devrimci duygular yaşamaz. (Alkışlar…) Partide kadroların altbilinçlerine yenilip çürümesiyle toplumda çöktü Devrimci bir ruhiyat zemin bulamaz orada. İnsan dediğiniz canlı sadece düşünce varlığı değil ki; duygular, özlemler, heyecanlar, istekler varlığıdır da aynı zamanda. İnsanın düşünceleri başka özlemleri, istekleri başka olabilir. Zaten hırsızların, tecavüzcülerin, tacizcilerin, alçakların çoğu yaptıkları şeyin yanlış olduğunu, ahlâksızlık olduğunu bilirler. Bilmezler mi? Bilirler. Ama buna rağmen yaparlar, niye? Öbürü düşüncedir ama bunlar duygular, özlemlerdir. Yani biri bilince ait bir şeydir, öbürü altbilince ait olgulardır. Altbilinç insanın hayvancıl yönünü temsil eder. Sadece hayatta kalma ve neslini üretmektir amacı altbilincin. O doğrultuda yönlendirir. Ama İnsanî değerler bilince yüklenir. İkisi arasında sürekli bir savaş vardır. İşte bilincimiz o denli güçlü olacak, o denli etkili olacak ki altbilincimizin o binlerce yıldır, altı bin yıllık sınıflı toplumun oraya yerleştirdiği, oradaki genlerimize kodladığı egoist, bencil, sadece türümüzü sürdürmeyi, kendimizi, neslimizi düşünen; ona göre bizi yönlendirmeye çalışan duyguları, istekleri baskılayacak, onlara hiç göz açtırmayacak. Onların habire tepesine vuracak. Yine William Shakespeare’in Macbeth’inde, Lady Macbeth sürekli kocasını cinayete, katliama zorlar. Kendisine en güvenen halkçı kralın, katledilmesini planlar, daha doğrusu kader, yazgı onu buna zorlar. Ama Macbeth yiğit bir savaşçıdır. Girişmek istemez ama Lady Macbeth sürekli kraliçe olabilmek için o yönde kışkırtır. Macbeth; “İnsana yaraşan her şeyi yaparım ama daha fazlasını yaparsam insanlıktan çıkarım.” der. Ama bu isyanı da para etmez, sürekli kışkırtır ve aşağılar. Asıl onu öldürmeye karar verdiğinizde insandınız, şimdi korkaksınız, diye aşağılar. Sonunda o canavarlığı, canavarca suçu işletir. Yani aynı Macbeth oyununda olduğu gibi, altbilincimiz bizi sürekli insanlıktan çıkmaya, özlemlerimiz, isteklerimiz doğrultusunda bizi davranışa geçmeye zor 14 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... lar. Bilincimiz, sürekli onun tepesine vuracak, onunla mücadele edecek. Öyle bir davranışta bulunursam, eğer ona uyarsam insanlıktan çıkarım. Neye yarar insanlıktan çıktıktan sonra yaşamak, diyecek. İşte öyle olmadığı için Sovyetler’de de zamanla devrimci kadrolar giderek daha fazla oranda altbilinçlerinin etkisine girdiler. Ayrıcalıkları sevdiler mesela… Son zamanda çocukları bile üniversiteye sınavsız giriyormuş. Brejnev’in lüks araba koleksiyonu vardı. Böylesine ayrıcalıklar edinince, halktan kopunca, halk da umurunuzda olmaz artık. Rutin günlük işi yapayım, gerisi ne olursa olsun yahu, gerisinden bana ne. Sadece egonu düşünmeye başladığın anda orada devrimcilik de kalmaz, insanlık da kalmaz. Ama onun için de sürekli mücadele etmek, savaşmak, dövüşmek gerekir ama ondan uzak durdular. Dünyanın öbür ucunda olan haksızlığa isyan etmelisin. Onu ortadan kaldırmak için kafa yorup, yollar bulup kavgaya girmelisin. Hiç umurlarında olmadı ve çürüdüler. Şimdi bu açıdan baktığımız zaman; Sosyalist Kamp niye çöktü sorusuna ne yanıt vermeliyiz biz? Sevgisizlikten… Yüreklerinde insan, hayvan, bitki ve doğa sevgisi olmayan kadroların partiyi ele geçirmesinden dolayı çöktü Sosyalist Kamp. O her şeyi etkiledi artık. Kendileri de çürüdü, parti de çürüdü, toplum da çürüdü. Sosyalist Kamp çöker çökmez, Moskova cinayetler başşehri oldu. New York’u bile solladı, adi suçlar ve cinayetler açısından. Yani insanlar bu kadar çürümüş. Eskiden Nataşa’nın temiz bir anlamı vardı Rusça’da. Bizde Ayşe, Fatma, Zeynep neyse Rusya’da da Nataşa oydu. Ama ne demek şimdi Nataşa? Bizim gibi toplumlarda birine Nataşa dense ölümcül kavgalar çıkar değil mi? Demek ki o hale getirdiler insanları. Doktorundan olimpiyat şampiyonuna ve şampiyonalarda dereceye girmiş sporcularından mühendisine kadar fuhuş yapmak için döküldüler emperyalist ülkelere. Değerler kalmamış ki artık... Sadece hayvanca; daha fazla lüks araca gerece, nesneye ulaşmak amaç olmuş. Başka bir önem, değer kalmamış hayatlarında insanların. Bu ay içindeki bir haberde veriliyordu; Avrupa’nın dolar milyarderlerinden üçte biri Moskova’da yaşıyor. Moskova’da sırf 79 tane dolar milyarderi varmış ve Avrupa’da şehir bazında birinciymiş Moskova. Ne yaptılar da bunlar bu servetleri biriktirdiler? Kamu mallarını yağmaladılar, arkadaşlar. Madenler, ormanlar, fabrikalar, o 70 yıllık sosyalist ekonominin ürettiği, ortaya koyduğu, yarattığı tüm üretim araçlarını ve tüm coğrafyayı yağmaladılar. Canavarca, hayâsızca yağmaladılar. Ahşaba meraklıyım, yoldaşlarımız bilir, doğal ahşap eşyaya. Eskiden kereste depolarının, marangoz atölyelerinin önünden geçerken bizim Akdeniz çamının mis gibi kokusu çarpardı burnumuza. Çok severim o kokuyu. Ama şimdi hiçbir koku duymazsınız. Eskiden fırınların önünden geçerken de öyle oluyordu. Şimdi fırının önünden geçersiniz hiçbir taze ekmek kokusu duymazsınız. Doğal buğday yok çünkü. Çünkü şimdi Türkiye’de inşaatlarda kereste olarak kullanılan, mobilyacılıkta kullanılan çamlar Sibirya çamı. Ve bol yağmur aldığı için o koku yok, o aromalar, o reçine yok yani kavağa benzer. Çam türü ama kavağımsı bir çam... Kokusu yok. Ben acı acı gülerek diyorum ki, Sosyalist Kamp’ın yıkılması trajedisinin tek bir yararı oldu: Bizim Toroslar’ın çamları kurtuldu. Daha pahalı olduğu için bizim Toroslar’ın çamlarına dokunmuyorlar, artık. Bir Dinleyici: Yakıyorlar şimdi. urullah Ankut Yoldaş: Çok ucuz. Çok ucuz, arkadaşlar. Yağma çünkü ne olacak. Koca uçsuz bucaksız orman, al senin olsun. Habire katlediyorlar, pazarlıyorlar. Çok ucuz. Eskiden atık kâğıtlar para ederdi. Gazeteler falan bayağı kilosu belli bir fiyata satılırdı. Şimdi hiç para etmiyor. Niye? Çünkü aynı fiyata dışarıdan ithal kâğıt geliyor. Sibirya ormanlarının, ağaçlarının hamurundan üretilen, yapılan kâğıtlar, ucuz. Ne yazık ki insanlar bilinçten yoksun edilince o hale geliyor ve isyan etmiyor düzene. Çeçen isyanı oldu değil mi, Rusya’da? Çeçenya, Rusya içinde etrafı Rus topraklarıyla çevrili bir milletin yaşadığı ülke, arkadaşlar. 1,5 milyon civarında nüfusu var. Ve o isyanı, 600 bin Çeçen’i katlederek bastırdı Putin. 600 bin, yani bir halkın üçte birini imha etti. Ve emperyalistler, yeter ki Rusya bize yandaş olsun diye, tık demediler. İsyan durdu çünkü yeniden biri baş kaldırsa bütün sülalesini bir anda yok edilmiş bulacak. Daha doğrusu bulunmayacak, sülalesinin izi tozu kalmayacak o açık. Bu, bir denklem olarak önlerine konunca insanlar başkaldıramaz oldu. Oysa yiğit bir halk. Bir tiyatro baskını olmuştu değil mi arkadaşlar Moskova’da. Sanırım 15 kadar gerilla basmıştı. 130 küsur kişi vardı. Zehirli gaz verip tümünü; yani 15 civarında gerillayı yok etmek için tiyatroya zehirli gazları verip tüm canlıları yok etti Putin. Ardından, daha sonra okul baskını oldu Çeçenlerin. Orada da aynı katliamı gerçekleştirdi. Şimdi bunlar devletin en tepesindeki insanlar, eski parti yetkilileridir. İnsanlıktan, sevgiden eser kalmış mı bunlarda? Canavarlaşmışlar, insanlıktan çıkmışlar. O zaman bunlarla sosyalizmin ne ilgisi olur? Hiç kalmamış. İşte ondan yıkıldı, yoldaşlar. Ondan yıkıldı… Peki, Lenin konuyu niye daha önce program düzeyinde ele almadı arkadaşlar? Bolşevik partisi programına sosyalist insanı da yetiştirmeliyiz, bir yandan sosya- list ekonomiyi örgütlerken, öbür yandan da sosyalist insanı, kadroları ve halkı yetiştirmeliyiz demedi; programa bunu koymadı, öncelikli görevler arasında? Yani ikinci ayak olarak niye devrimci iktidarının bu ayağını da koymadı? Ömrü devrim dalgalarıyla boğuşmakla geçmiş ve o devrimi zafere ulaştırmaktan başka şeye zaman ayıramayacak duruma gelmişti. Yani ömrü bunları da düşünmeye, programlaştırmaya yetmedi. Ve dikkat edersek ölüm döşeğinde bu konuda uyarıda bulunabiliyor, o uyarısı da kabul edilmiyor. Oysa bu, Bolşevik Partisi’nin daha kurulurken programına konsaydı, yüreğinde sevgi taşımayan sosyalist olamaz denseydi, bu felaketle karşılaşmayabilirdik. Usta’mız erken öldü. Bedence erken kaybettik. Sosyalist Kamp’ın çöküşünü görseydi, muhakkak ki eksiksiz bir şekilde gerekli dersleri çıkaracaktı o felaketten. Onun sebeplerini en ayrıntılı noktasına varıncaya kadar ortaya koyacaktı. Ama o felaketi görmeden ayrıldı aramızdan bedence. Öyleyse biz Usta’mızın biliminin ışığında, mezar taşına yazdıracak denli önem verdiği özdeyişin ışığında, sosyalist oluşunun gerekçesini vecizce ortaya koyuşunun ışığında, Sosyalist Kamp’ın çöküşünü değerlendirip, gereken dersleri çıkarmak zorundayız. Öyleyse Partimizin, bir yandan minima programında ya da maksima programında iktidara gelir gelmez nasıl örgütleyeceğimizi ortaya koyacağız. Ekonomi, kültür işlerini aynı programımızda olduğu gibi belirleyeceğiz. Bir taraftan da sosyalist kadroların ve sosyalist insanların yetiştirilmesinin aynı derecede önem taşıdığını programımızın başına koymalıyız. (Alkışlar…) Peki, Usta’mız Sovyetler’in çöküşe gittiğini niye öngörmedi? Bakın yoldaşlarımız anlattı. Aslında Usta’mızın son anlarında da nasıl canavarca davranıyorlar, nasıl sevgisizce davranıyorlar, ömrünün 50 yılını devrimci kavgaya vermiş, 22,5 yılını zindanlarda geçirmiş, dağlar gibi teorik hazineler üretmiş bir insanı, ölümün kıyısına gelmiş bir insanı, bırakalım tedavi etmeyi, ülkelerinden bile püskürtüp atıyorlar. Nereye? Emperyalist Almanya’ya, arkadaşlar. O güne kadar revizyonist bildiğimiz Tito kadar bile insanlık taşımıyorlar. Sahte TKP’nin İ. Bilen’i vb. malum ama Sovyetler de aynı davranışı koyuyor, aynı derecede insancıl duygulardan yoksunlar. Bakın Hafız Esad, Suriye’de insanca davranıyor, gereken saygıyı gösteriyor Usta’mıza. İstedikleri kadar misafir ettikten sonra uçağa bindirip Bulgaristan’a gönderiyor talepleri üzerine. Hafız Esad kadar olsun insanlık gösteremiyorlar, anlayış gösteremiyorlar Usta’mıza. Yani bütün bu hainlikleri, anlayışsızlıkları, hayvanlıkları gördükten sonra olsun Usta’mız niye çöküşe gittiklerini görmedi? Ama zaten aradan ay demeyelim, günler geçtikten sonra kaybediyoruz Usta’mızı. Zaten namussuz kanserle boğuşuyor. Hani öyle bir pis hastalık ki kanser, insanı bir saniye boş bırakmaz. Sürekli işkence eder. İşkence etmekle de kalmaz idrar yolunu tıkar aynı zamanda. Hem kan işetir, hem kan pıhtılarıyla idrar yolunu tıkar. Yani böylesine işkence içinde, acılar içinde kıvranıyor. Ondan sonra bir süre daha yaşayabilseydi muhakkak ki görürdü çöküşe gittiklerini bunların. Sovyetler ve Çin’de Sosyalizm çökerken Küba nasıl ayakta kaldı? Küba niye yıkılmadı? Bakın küçücük bir ülke hem yüzölçümü, hem insan gücü açısından değil mi? Ama o Che’nin ülkesi, Fidel’in ülkesi, Camilo’nun ülkesi… Ve onlar ne mutlu ki, Camilo ve Che erken gitmiş olsalar da, Fidel uzun süre o devrimi yönetebildi gerektiği şekilde ve hâlâ da aramızda. Onlar insan yüreği taşıyorlar, arkadaşlar. Onların yüreği sevgi dolu. O yüzden başhaydudun hemen burnunun dibinde dimdik ayaktalar; meydan okumaya devam ediyorlar. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nde de Kim İl Sung Yoldaş uzun süre, gerektiği süre yaşayabildi. Ülkesine önderlik edebildi. Çin’e gelirsek: Çin üzerinde uzun tahlillerimiz var, arkadaşlar. “İki Süper Oportü- Kim İl Sung nizm” adlı kitabımızda tâ 1970’li yıllarda bu konulara ayrıntılıca girdik. Şu anda değinmeyelim. Şu anda elma kurdu yani Kapitalizmin kurdu içine girmiş durumda. Adım adım kapitalizme doğru, gün be gün giriyor, Çin. Demek ki, bugünden başlamak üzere sosyalist bilincimizi, Marksist-Leninist teorimizi eksiksiz, ruhuna inerek kavramaya çalışmalıyız. Devamlı kendimizi ye- nilemeli, geliştirmeliyiz. Biz tamam, bunu okuduk, bitti öğrendik… Hayır. Öyle dediğiniz anda teori kalplaşmaya başlar, skolastisizme düşeriz. Bir şey oldubitti dedin mi o devrimci teori değildir, onun canlılığı biter. Çünkü canlı olan her şey durup dinlenmeden değişmekte, yürümekte… Devrimci teori de öyle, biz de öyleyiz. Bakın Hz. Muhammed bunu da dâhice kavramış, diyor ki; Her gün 70 defa Allah’ımdan af dilerim, tövbe ederim. Sen Allah’ın elçisisin, nasıl 70 defa durup dinlenmeden habire tövbe ediyorsun? Yani bu ne demek? Önder olmak, örnek olmak istiyor, yani ben her şeyi bilirim, her şeyi yaparım, ben hata yapmam dediğin anda gerçek Müslüman değilsin. Hata da yaparsın, yanılırsın da, eksiklerin de var, zaafların da var, günah da işlersin. O bakımdan sürekli kendini sorgulayacaksın, sürekli teyakkuzda olacaksın, diyor. Yani biraz önce dediğim: bilincin, bilinçli olarak bunu görüp algılayınca, sürekli altbilincinin bencil istekleriyle mücadele edip tepesine vurup baskılayacak, diyor. İşte böylesine devrimin ve tarihçil gelişimin yasalarını bilinçli olarak görmese de sezinleyebiliyor Hz. Muhammed. Varlık sevgisi ve devrimci heyecan diri tutulmalıdır Demek ki aynı oranda da varlık sevgimizi her gün geliştireceğiz, derinleştireceğiz, zenginleştireceğiz. Varlık sevgisi deyince de dört ayaklı: Üçü canlı, biri cansız. Aslında onun da canlı olduğunu bildiğimiz doğa sevgimiz. Şimdi bu bizde var, diyebilir bazı yoldaşlarımız. Ama biraz önce Hz. Muhammed örneğini verdim, biz tamam; bunda eksiğimiz yok, dedik mi hataya battık. Yoldaşlarım alınmasınlar geçen Merkez Komite’de bir olay anlattılar. Yoldaşlarım kusura bakmasın yani onların gönlünü kırmak için söylemiyorum. Dedi ki bir yoldaşımız; biz sağlıklı toplantılar yapamıyoruz, belli konular açıldı mı birbirimize bağırıp çağırıyoruz, kırılıp, alınıyoruz veya sonuca bağlamadan bir şeyi dağılıp gidiyoruz. Şimdi bu, korkunç bir zaafın, eksikliğin olduğunu gösteriyor. Yoldaşlarımı orada da uyardım. Biz onca yılın kıdemli devrimcisi olarak bir toplantıda belli meseleleri tartışacağız, onlara çözüm getireceğiz, görevimizi yerine getireceğiz. O meseleleri ele aldığımız anda birbirimize bağırıp-çağırmaya başlarsak e, o zaman genç yoldaşlarımız ne yapsın? Yarın iktidara geldiğimizde daha komplike meseleleri nasıl çözeceğiz? Genç kadrolara ve topluma nasıl örnek olacağız? Demek ki şu anda devrimci iktidar elimizde olsa biz de gümbür gümbür yıkılabiliriz eğer ondan sakındırmazsak kendimizi, bundan ders almazsak. O bakımdan yüreğimizi sürekli bu varlık sevgisiyle dolduracağız. O zaman yoldaşlarımıza da; yahu bunca yıllık arkadaşız; kıdemce, kararlılıkça, inançça kendilerini kanıtlamış insanlar hep, her zorluğu göğüslemiş insanlar, 12 Eylül işkencelerinden de başı dik çıkmış insanlar, hiç esnememiş insanlar diyerek bakarız. Bak karşımdaki yoldaşım da böyle bir yoldaş. Ben buna nasıl bağırırım, nasıl sesimi yükseltirim, nasıl alınırım, yahu nihayetinde o da düşünce belirtiyor, ben de bir düşünce belirtiyorum, diye düşünmeliyiz. Yani sevgi ortamı içinde birbirimizle tartışmalıyız. Anlaşamayabiliriz, ama sonunda ne olur? Organda çoğunluk kararıdır egemen olan. Çoğunluk kararı ne yönde çıkarsa diğer arkadaşın ya da arkadaşların hiç alınıp darılmasına gerek yok. Çoğunluk kararı varsayalım ki o kişinin kendisine göre yanlış. E, olabilir, olsun. Demek ki ben arkadaşları yeterince ikna edemedim, ikna gücüm bu, o zaman daha ayrıntılı düşüneyim yahut olaylar yanlışlığını çıkarsın o kararın; arkadaşlar da desin ki, sen doğruymuşsun; böyle olur bu iş. Yani duygusallığa, kırılmaya, darılmaya hiç gerek yok, arkadaşlar. Asla yapmamalıyız, yaparsak o zaman; ha demek ki bizde bir boşluk var, sevgi boşluğu var, bundan yapıyoruz, demeliyiz hemen. En kıdemsiz arkadaşlarımın organlarından en kıdemli arkadaşlarımın organına kadar hep bu üslubu göz önünde bulundurmalıyız. Demek ki arkadaşlar; başta ilk söze girerken sorduğumuz soruya dönersek; hayata insancıl bir anlam vermek, o anlamla zenginleştirmek için yapmamız gereken birinci şey, bu varlık sevgisiyle hayatımızı, yüreğimizi, benliğimizi, ruhumuzu doldurmaktır. Ama bu yetmez, arkadaşlar. Ne yapacağız? İnsanlığın başından geçenleri baştan sonuna kadar sebep-sonuç ilişkileriyle bilimin ışığında çözüp, anlayıp, kavrayıp çözümlemeye ve evrimin ve tarihin gidişi doğrultusunda ona yön vermeye çalışacağız, o kavgaya girmeye çalışacağız. Eğer onu yapmazsak o zaman Samuel Becket’in kahramanlarından bir farkımız kalmaz. Bencil oluruz, insanlıktan çıkarız o zaman. Madem karanlığı çözemedik o zaman ben de hiçbir şey yapmıyorum… İnsan bu değil, bu hayvana yaraşan bir şey, o zaman kendimizi hayvan yerine koymuş oluruz. Biz insanız, bizim bilincimiz var, her şeyi araştırıp çözüm getirmek, yol göstermek ve o doğrultuda davranışa geçmek zorundayız. Çünkü doğanın da toplumun da insanlığın bugününün de geleceğinin de sorumluluğu bizim sırtımızda. Bu sorumluluğu duyacağız ve onun gereği için mücadeleye gireceğiz. Bakın Hz. Muhammed de Tevbe Suresinin 5’inci Ayetinde öyle diyor: “Haram ayları biter bitmez, müşriklere pusular kurun, yakaladığınız yerde hemen öldürün. Ama aman diledikleri anda hemen affedin, onu artık kardeşiniz bilin.” Çünkü bir devrim yapıyor. Şiddet her devrimin anasıdır, arkadaşlar. O savaşçı ruhu, o savaşı göze almazsan devrimi başarıya ulaştıramazsın. Tarihsel bir devrim yapıyor, onun bilincinde, ama bir yandan da insan sevgi- siyle dolu, geçmişte ne yaparsa yapsın, diyor. Aman dilediği anda kardeş bilin. Hemen affedin ve kardeş bilin. Che de öyle yapmıyor mu? “Bolivya Günlüğü”nü okuduğumuz zaman, aynı şeyi görüyoruz orada da. Yani yüreğimizi bu varlık sevgisiyle doldurmak demek; İsa’nın müritleri, müminleri gibi davranmak demek değil, hiç ilgisi yok. Bir taraftan savaşçı ruhumuzu olanca keskinliğiyle bilerken, öbür taraftan da bu varlık sevgimizi sürekli derinleştireceğiz, genişleteceğiz, geliştireceğiz, arkadaşlar, devrimciler olarak. İşte hayatı insancıl anlamda en zengin kılan, bu bilinçle doğayı ve toplumu kavramak ve o doğrultuda, onun gerektirdiği şekilde kavgaya girmektir. Devrimci kavgaya, halkın toplumsal kurtuluşu davasına boylu boyunca dalmak demektir. İnsan olmanın hakkını vermek bu demektir. İnsanlığımızın hakkını vererek yaşadıktan sonra gerisi ne gam, yoldaşlar. Elbette geldik, gideceğiz. Hani Korkut Ata’mız da diyor ya; “Gelişli gidişli dünya” hepimiz için böyle. Ama önemli olan o dünyaya gelmenin yüklediği, orada var olmanın yüklediği görev ve sorumlulukları kavramak, bilince çıkarmak ve onun hakkını vermektir. Ben insanca yaşadım diyebilmek için bunu yapmak zorundayız. İşte bunu yaptığımıza inandığımız için bizim ölümden de hiç pervamız yok, endişemiz yok, korkumuz yok; ne olursa olsun, nasıl olsa olacak bu. Doğal kanun bu... Yani biz devrimciler için hayatın anlamı bu, arkadaşlar. Ha, o soruları bilime havale edeceğiz. Hani teorik fizikçiler diyor, evren sürekli genişliyor, hâlâ genişlemeye devam ediyor. Benim aklıma şu geliyor. İyi de neyin içinde genişliyor evren? Mustafa Şahbaz Yoldaş: Artan bir hızla genişliyor. urullah Ankut Yoldaş: Artan bir hızla genişliyor. İyi de neyin içinde genişliyor? İşte bunların ileride bilebildiği kadar, verebildiği kadar bilim verecek cevaplarını. Ama hiçbir zaman tam cevabı verilmeyecek. Yani Samuel Becket’in deyişiyle “Godot hiçbir zaman gelmeyecek”. Bilime havale edeceğiz. Bilim çözebildiği kadar çözecek. Budur bizim kabulümüz, şu anda bilincimizin bize tuttuğu ışık bu, arkadaşlar. İşte bu açıdan biz Hz. Muhammed’in mirasçısıyız. VIII. Yüzyılda yine sosyalist bir devrim için Azerbaycan’da ayaklanan Babek’in, 22 yıl kolektif bir yönetim kuran Babek’in devamcısıyız, mirasçıyız. İbn-i Haldun’un, Şeyh Bedrettin’in, Selanik Komüncülerinin, Edirne Komüncülerinin-Zelotistlerin ve Marks-Engels’in, Lenin’in, Usta’mızın, Che’nin, Denizler’in ve Mahirler’in mirasçıları ve devamcılarıyız biz. Tek meşru mirasçıları biziz. (Alkışlar…) ABD, 27 Mayıs’ın gerçekleştirilmesinde bulunmadı, CIA işe sonradan el attı Güncel konular var. Dikkat edersek pek güncele gelemedik. Dünyanın başhaydut devleti ABD’dir, bildiğimiz gibi. Bu konuda bir paragraf okumak istiyorum, bunun iç yüzünü anlatan. Yılmaz Dikbaş’ın “Atatürkçüler Yenildi” adlı kitabından. 27 Mayıs’a biz Politik Devrim diyoruz. Çünkü sosyalizmi özgür bıraktı. Ve biz, bizim kuşak hep 27 Mayıs’ın ürünüyüz. Kontrgerilla’nın özel örgütü MHP’nin kurucu başkanı Alpaslan Türkeş de 27 Mayıs’çılar içinde biliyorsunuz. O da katılmıştı. Bir Dinleyici: 27 Mayıs bildirisini okudu. urullah Ankut Yoldaş: O okudu. Radyoda o okudu 27 Mayıs sabahı. Türkeş bildiğimiz gibi dünyada ABD’nin Kontrgerilla eğitiminden geçirdiği ilk üç kişiden biridir. Bir Dinleyici: Dört kişiden… urullah Ankut Yoldaş: Dört kişiden biri. 1944 yılında İsmet İnönü ırkçılık, Turancılık yargılamasından dolayı bunu ordudan atıyor. Hapse giriyor, ordudan atıldığı gibi. Ama 1945 sonrası ABD’de Kontrgerillayla bağlantı kurduğu için ABD’nin baskısıyla İnönü yeniden orduya almak zorunda kalıyor. Yani tâ o zamandan CIA’yla iç içe geçmiş bir faşist Türkeş. 27 Mayısçılar da daha sonra bunu içlerinden atıyorlar, bildiğimiz gibi. 15 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... “27 Mayıs 1960 askeri darbesinin (yazar darbe, diyor, tabiî bizce devrim, politik devrim. – N. Ankut.) güçlü albayı Alpaslan Türkeş, bakın neler anlatıyor: (Hulusi Turgut, “Türkeş’in Anıları-Şahinler Dansı”, sayfa 202-204’ten aktarıyor) “27 Mayıs’tan sonra bakanlıkları dolaşmaya başladım. İçişleri Bakanlığı’na gittiğimde, orada, ayrı bir odada, bir ayrı büroda Amerikalıları gördüm. Bizim yetkililere (yani İçişleri yetkililerine - N. Ankut) “ edir bu? “diye sorduğumda şu cevabı aldım: “Biz komünizmle mücadele için Amerika ile işbirliği yapıyoruz. Buradaki Amerikalılar da onlarla bizim aramızdaki işbirliğinin koordinasyonunu yapıyorlar.” (Yılmaz Dikbaş, Atatürkçüler Yenildi, s. 3536) 27 Mayıs Politik Devrim’dir. Yani CIA’yla, Pentagon’la, Waşhington’la koordinasyonu sağlıyorlar, diyor, İçişleri Bakanlığındakiler. Kime karşı? Sovyetler’e, Sosyalist Kamp’a, tabiî içerdeki komünistlere de karşı. Usta’mızı falan Harbiye zindanlarına atıp 2 yıl gün ışığı göstermeden tutan aynı ekip, arkadaşlar. “Ama işi biraz daha inceleyince gördüm ki, İçişleri Bakanlığı’na dışarıdan (çok önemli arkadaşlar N. Ankut) gelen şifre, telgraflar ile bakanlıktan dışarı çıkan tüm evraklar oradan geçiyor. Yani onlar, bunları görüyorlar, kontrol ediyorlar.” Yani İçişleri Bakanlığı tümüyle bunların denetiminde, gözetiminde. Ne zaman? Daha 50’li yıllarda. Bundan 60 küsur sene önce. “Bunu öğrenen Alpaslan Türkeş, Amerikalıların odadan çıkarılmasını ister.” Tabiî niye ister? Onlar oradaysa kendisinin sıradan basit bir memur olmanın ötesinde bir işlevi kalmaz. Tabiî bu da kendince inisiyatif koymak istiyor. Tamam, Amerikalılarla işbirliği halinde içerde komünistlere, sosyalistlere karşı mücadele edelim ama bizim de bir inisiyatifimiz olsun istiyor. “Amerikan Yardım Binası’na gitmelerini orada çalışmalarını söyler.” Bu Amerikan Yardım Binası, AID değil mi, arkadaşlar, kısaltılmışı? Açılımını yazmıştım kitaplarımızda var da şu anda aklıma gelmiyor arkadaşlar. Amerikan Yardım Teşkilatı olacak. “Amerikan Yardım Binası’na gitmelerini orada çalışmalarını söyler. “Bundan sonrasını Türkeş anlatıyor: “Ben bu talimatı verdikten sonra, CIA’nın Ankara’daki Başkanı olan zat, bana geldi. Çankaya’da oturuyordu. Hatta bir iki defa birlikte yemek yemiştik. Oradaki Amerikalıların kalmasını rica etti. Ben ısrar ettim. Sonra dedim ki, “Biz sizinle dostuz. Amerika’yla dostluğumuzu sürdürmek kararındayız. Komünizmle mücadelede sizinle işbirliği yapacağız. “Fakat onlar orada kalmamalı. “Derken, Amerikan Büyükelçisi geldi. Aynı talebi ileri sürdü. Israr ediyorlar, üzülüyorlardı. Ona da aynı şeyi söyledim. Bununla da yetinmeyip ardından daha sonra bir de mektup yazdı Amerikan Büyükelçisi. Orası zaten küçük bir odadır, önemli değildir. Orada kalmalarına müsaade edin diyorlardı. “Bu arada, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği Birinci Sekreteri William H. Doyle, 25 Temmuz 1960 tarihinde Başbakanlık Müsteşarı Albay Alpaslan Türkeş’e bir mektup gönderir ve İçişleri Bakanlığı’ndaki büronun CIA Ofisi olduğunu açıklar.” Sıradan Amerikalıların değil, CIA’nın Ofisi, diyor. “Peki, bu olay nasıl sonuçlandı, İçişleri Bakanlığı’ndaki Amerikalıların CIA bürosu ile ilgili sonradan bir soruşturma yapıldı mı? “İşte Türkeş’in cevabı: “Hayır, olmadı.” (agy, s. 35-36) CIA örgütleriyle Ordu’nun içine nasıl girdi? Demek ki büro aynen orada kalıyor. Çalışmaya devam ediyor ve şu anda da çalışıyor, arkadaşlar. Yani İçişleri Bakanlığının ortasına gelmiş adam CIA bürosunu kurmuş, bakanlığı oradan yönetiyor. Bunu faşist Kontrgerillanın Türkiye’deki bir militanı olan Türkeş söylü- yor. “Burada, CIA ile ilgili kısa bir bilgi vermekte yarar var. (Yılmaz Dikbaş diyor bunu, bilgi verelim diyor. N. Ankut) “1964 yılında yayınlanan The Invisible Government (Görünmez Hükümet) adlı kitabın yazarları David Wise ve Thomas B. Ross, CIA’yla ilgili şu çok önemli tanımı yapmaktadırlar: (Kitaptan aktarma yapıyor Yılmaz Dikbaş. - N. Ankut) “Bugün ABD’de iki hükümet vardır. Biri görünen diğeri görünmeyendir. “Görünen hükümet, Amerika yurttaşların gazetelerden, okullardaki yurttaşlık bilgisi kitaplarından öğrendikleri hükümettir. “Görünmeyen hükümet ise; soğuk savaşta ABD’nin politikasını yürüten, birbiri içine girmiş örgütler topluluğudur. “Görünmeyen hükümet; istihbarat toplar, casusluk yapar ve bütün dünyada gizli, örtülü eylemler planlar ve bu planları uygular. “Hiç kuşkusuz CIA, görünmeyen hükümetin kalbidir. Ancak görünmeyen hükümet, sadece CIA’dan oluşmamaktadır. “Şu örgütler de gizli hükümettin organlarıdır: “- Defence Intelligence Agency (DIA)-Savunma İstihbarat Örgütü “ational Security Agency ( SA)-Ulusal Güvenlik Örgütü “- Intelligence and Research Bureau (IR)-İstihbarat ve Araştırma Bürosu “- Atomic Energy Commission (AEC)-Atom Enerjisi Komisyonu “- Federal Bureau of Investigation (FBI)-Federal Araştırma Bürosu “- ational Aeronautics and Space Administration ( ASA)-Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi “- The ational Air and Space Intelligence Center ( ASIC)-Ulusal Hava ve Uzay İstihbarat Merkezi.” (agy s. 37-38) Demek ki CIA’nın alt kuruluşları bunlar. Tek başına değil. Tüm bu örgütler CIA’nın yan kuruluşları ve hep organize şekilde çalışır, diyor. Yılmaz Dikbaş, şöyle devam ediyor: “İşte bu açıklamaya dayanarak kitabımızda her CIA deyişimizde ABD’nin yukarıda adları sayılı gizli hükümet organlarını da birlikte düşünmeliyiz.” Biz de yazılarımızda aşağı yukarı hep bunları kastederiz. Yılmaz Dikbaş, bir anıyı da Madanoğlu’ndan anlatıyor. Cemal Madanoğlu da 27 Mayıs Politik Devrimi’nin önemli paşalarından, önderlerinden, arkadaşlar: “MBK Üyesi, Korgeneral Cemal Madanoğlu Anlatıyor “27 Mayısın saygın generali Cemal Madanoğlu’na, darbeden 28 yıl sonra, 1988 yılında soruluyor: “CIA, 27 Mayıs 1960 darbesinin içinde miydi? “İşte ünlü General Madanoğlu’nun cevabı: (Cüneyt Arcayürek, Darbeler ve Gizli Servisler, Bilgi Yayınevi 35-40, oradan aktarıyor. - N. Ankut) “CIA işe sonradan el attı. Ve ordunun içine girdi.” Demek ki Devrimin içinde yok. Biz de hep bunu savunuruz. Diyorlar ki, Amerika yaptırdı. Yok, arkadaşlar. Usta’mız o konuda net. İki gün sonra mektup gönderiyor Milli Birlik Komitesi’ne. Bilinci, kavrayışı düşünebiliyor musunuz? Milli Birlik Komitesi’ne ilk mektubu, iki gün sonra 27 Mayıs’tan. Hâlbuki bu ordu, Donanma Davası’nda, Askeri Mahkemesine, askeri savcısına “Hikmet Kıvılcımlı için delil arayacak kadar saf dil değilim” dedirten ordu. Kendisini iki yıl Harbiye zindanında yatıran ordu. Menderes Hükümeti ile birlikte iç içe. Ama buna rağmen 27 Mayıs’ın o ordudan bağımsız, Devrimci Gelenekli, Mustafa Kemal Gelenekli, genç subayların yaptığı Politik Devrim olduğunu anında görüyor, Usta’mız. “Kötülüğe baş eğdirişinizi huşuyla selamlarım” diyor. Hitabı böyle, arkadaşlar. Ve 27 Mayıs’ın yaptıklarını, Anayasasını, getirdiği kültürü, sosyalizmi serbest bırakmasını görünce de Usta’mızın ne denli öngörülü olduğu apaçık, matematiksel kesinlikle ortaya çıkıyor. Ama bugün bile nice yazarçizer geçinen aydın, zavallı soytarı, 12 Mart’la, 12 Eylül’le 27 Mayıs’ı aynı kefeye koyuyor. Bu da onların zavallılığını gösteriyor. Asker yaptı tamam, öyleyse aynı!.. Olur mu öyle şey? Biz bir hareketi değerlendirirken halka ne verdi, Parababalarına ne verdi, ona bakarız. Yoksa asker yaptı, sivil yaptı… yok böyle bir ayrım bizde. Halka olumluluk mu getirdi, kazanımlar mı verdi bu hareket; dolayısıyla toplumumuzun ileri yönde ilerlemesine mi neden oldu? O zaman bu ilerici bir harekettir. Ya Reformdur ya da Politik Devrimdir. Ama Parababalarına yaradı, halkı baskıladı, halka zulüm etti, o zaman bu gerici bir harekettir. Bunu kim yaptı? 12 Mart, 12 Eylül Faşist Darbeleri yaptı. İşte bu ayrımı bile göremiyorlar. Bu kadar zavallılar, bunlara ne anlatabiliriz?.. “CIA işe sonradan el attı ve ordunun içine girdi. (Madanoğlu devam ediyor. - N. Ankut) MİT iyice örgütlendi. Ordu da kıpırdayamaz oldu. Bugün her beş subaydan biri MİT’e rapor verir diyorlar. e birlik duygusu kaldı, ne asker arkadaşlığı. 1960 öncesinde de etkiliydiler gerçi, ama mesela ‘bizden haberleri’ yoktu.” Yani 27 Mayıs devrimcilerinin örgütlenmesinden ve ne de devrimin planlanıp başarıya ulaştırılmasından haberleri yoktu. Ama şimdi öyle değil, diyor. “Sonra Eminsu’lara ödenen 40-50 bin liraları Amerikalıdan aldık.” (agy, s. 38-39) Bak hemen para da veriyorlar, arkadaşlar. Çünkü onlara ödenecek para yok. Devlet memurlarının maaşını ödeyecek para yok. Ancak beşte biri var bütçede. Bir aylık maaş ödemeye yetecek paranın beşte biri var devlet hazinesinde, hatta o bile yok. Amerikalılardan istiyorlar, Amerika veriyor. MOSSAD’ın bir özdeyişi var, daha önce de aktardım. Ne diyor? “Birine herhangi bir şekilde ve sebeple para verirseniz onu devşirmişsinizdir demektir.” Çünkü o parayı alan, onun bir karşılığı olduğunu ve bir zaman, bir şekilde ödenmesi gerektiğini sizden isteneceğini bilir, bilerek alır, diyor. O sebeple onu devşirdiniz demektir, diyor. Ali Başkan Arkadaş sendikacıların, aydın, yazarçizer zavallı, namussuz, soytarıların proje kapsamında on binlerce, yüz binlerce, milyonlarca dolar para aldıklarından söz etti, değil mi, arkadaşlar? Niye veriyor bu paraları? Devşirmek için veriyor. Bu kitapta onları da anlatıyor. Esas “İğfal” diye bir kitabı var. Kim, ne kadar aldı, hepsini anlatıyor. İşte onlardan biri de şu günlerde medyada sık sık suratını gördüğünüz Ertuğrul Kürkçü’dür. Kaç yüz bin Avro almıştı? 900 yüz bin Avroyu aldı, işkembeye indirdi. Şimdi de dolaşıyor. Amerikancı Kürt hareketi çıkardı getirdi milletvekili yaptı. Bir de yakasına on kırmızı karanfil takıp gidiyor Meclise. Hâlbuki ona yakışan on kırmızı karanfil değil, bir sarı gül takmasıdır. O kızıl karanfiller ölümsüzlüğe ulaştı. Bir tek kişi öldü Kızıldere’de; o da E. Kürkçü’dür. Peki, şu ortalıkta dolaşan ne? O bir zombi, bir hortlak… (Alkışlar…) Ne yaparsınız arkadaşlar işte… Turhan Feyzoğlu’nun “Mahir” adlı kitabı var. Birçok arkadaş da okumuştur. Kızıldere Katliamı’nın Kürkçü tarafından anlatılmış birbirinden farklı üç ayrı versiyonu olduğunu söyler Feyzoğlu. Üç ayrı şekilde anlatıyor. Birbiriyle ilgisi yok her üç versiyonun da. Çünkü hepsi yalan. Başta bir yalan söylüyor korkaklığını gizlemek için, yüreksizliğini gizlemek için. Sonra yahu bu olmadı kaba kaçtı, diyor; onu rasyonalize etmeye çalışıyor, aklileştirmeye çalışıyor. Bir daha söylüyor. Yahu o da tutmadı, diyor. Sonra değiştiriyor bir daha söylüyor. Bizce çatışma başladığı anda samanlığa atıyor kendini. Ben bunu yaptım diyemediği için de... Hayır, insan korkak olabilir. İnsan illa da cesur olacak diye bir şey yok. Yani korkan insanları anlayışla karşılarız. Yapısı buysa bir insanın, ona bir şey diyemeyiz, onu kınayamayız ama insan haddini bilecek. Kendini başka türlü satmaya kalkmayacak. İşte o zaman ahlâki bir sorun çıkar ortaya. Korkaklık insancıl bir sorundur. Ben korktum arkadaş, ben beceremedim dediğinde denecek hiçbir şey kalmaz. Ama kendini başka türlü satmaya kalktı mı o zaman ahlâki bir durum var. Evet, neyse arkadaşlar. Onlara karşı tedbir almamız gerekir, diyor. Ve 500 personel istiyor değil mi? Vikileaks belgelerinde bu kadar açık, net... Yani orduya (şu anda bu devrimci geleneği, Mustafa Kemalci geleneği, antiemperyalist, laik geleneği savunan, onu dile getiren insanlara) karşı yapılan bir operasyondur Ergenekon Operasyonu denilen harekât. Öyle gördük bunu, açık. Bütün olaylar matematiksel bir şekilde yine bunu da kanıtlıyor. Demek ki Ergenekon Davası bir CIA Operasyonudur. Amacı ne? Türkiye’deki antiemperyalist, yurtsever, laik, Mustafa Kemal gelenekli askerleri, aydınları, bilim insanlarını, gazetecileri, medya çalışanlarını tasfiyeyi, ezmeyi, sindirmeyi amaçlayan bir CIA operasyonudur, dedik. Ama bizim Sevrci Sahte Sol bunu da göremedi. CIA’yla, ABD’yle, Fethullah’la birlikte bu operasyonu savundu. Bunlar hiçbir şeyi göremez. O hale geldiler artık. Bu operasyonun kaç ayağı var? Üç değil mi? 1- CIA, 2- Pensilvanyalı İblis, 3- Tayyipgiller. Bu üç ayak üzerine oturtuldu bu operasyon. (Slogan: Gün Gelecek Devran Dönecek ABD Halklara Hesap Verecek…) Gülen’in “Küçük Dünya”sı Yoldaşlar; Kadir Mısıroğlu diye bir Ortaçağcı var. Mustafa Kemal’e hakaretten mahkûm olmuş, hapis yatmış, yurtdışına kaçmış, hâlâ da Mustafa Kemal’e televizyonda saldırmayı sürdüren bir Ortaçağcı. Ama Fethullah’a göre bir ölçüde namuslu bir tarafı var. “Gurbet İçinde Gurbet” diye öz yaşam öyküsünü anlatır. Bu kişi, tanıdığı Yusuf Cevahir diye bir yakın dostu varmış, ondan Fethullah’la ilgili şunu naklediyor: “ (…) Şu sözleri benden defaatle dinlemiş olan Yusuf Cevahir, benden 5-10 sene evvel Sudan’da iş yapıyordu. Orada Fethullahçılar’ın bir mektep açtığını duyunca, “gurbette millî tesânüt nâmına onları tebrike gitmiş. (Bunların okulları var ya hani geçenlerde de topladılar falan. Medyada günlerce Hele birisi... Hele birisi... övgüsü yapıldı değil mi? Bütün devlet erkânı gitti alkışladı, kutladı; yazarçizerler övdüler, Türkçe Olimpiyatları yapıyor vb. diye. - N. Ankut) Kendisini o anda makamında bulunmayan müdürün odasına oturtmuşlar ve biraz beklemesini, müdürün hemen geleceğini söylemişler. “Müdür gelene kadar O’nun masası üzerindeki yığınla evrakın en üstünde duran bir kâğıt alakasını çekmiş ve gayr-i ihtiyarî onu okumuş. Bu U ESOrdu nasıl kontrol altına alınarak CO’dan geliyor. Ve Hartum’da açılmış bulunan bu sindiriliyor? mektebin masraflarının kendileri tarafından karşıYılmaz Dikbaş diyor: landığını, paranın ne suretle ve hangi bankaya inti“Görüyor musunuz, CIA bundan en az 50 yıl kal ettiği hususundaki bilgiyi ihtiva ediyormuş.” önce Türk Ordusunun içine girmiş, ama Türk HalYani parayı CIA, UNESCO’ya ödetiyor. Dikkat edikının haberi olmamış!” yor musunuz? Dikbaş devam ediyor: “O, bu yazıyı gayr-i ihtiyarî okuduktan sonra “General Madanoğlu, sanki çok doğal bir yapımüdür, odasına gelmiş ve O’nunla selam- kelam, lanmayı anlatır gibi, çok rahat bir üslupla, CIA’nın tebrikleşmeden sonra aralarında şöyle bir konuşma ordu içinde denetimi nasıl ele geçirmiş olduğunu geçmiş.” anlatıyor: Burada dikkatinizi çekerim. Soruyor Yusuf Cevahir: “CIA, 27 Mayıs’tan sonra (Madanoğlu diyor bunu “-Siz burada ne yapıyorsunuz? Arapça öğretiyoarkadaşlar. - N. Ankut) gözlerini açtı. Bize ‘sicil verir’ ruz desen, bunların anadili Arapça!.. Şeriat öğretihale geldi. Amerikan müşavir heyetleri gelir hakkıyoruz desen, resmi nizamları şeriat! Allah için mızda rapor tutardı. Sonra bu raporlara göre ‘geri burada ne yapmak istiyorsunuz?!.. (Bakın cevaba, hizmete’ giderdiniz. “CIA, 12 Eylül 1980 tarihine kadar öyle bilin- arkadaşlar) “-Bunların hiçbiri değil! Biz burada Sudan’ın çlendi ki… Genel sağa kayma içinde, ordu da vagon müstakbel idarecileri olacak süper zeki çocukları gibi gitti bu sağa kayışın arkasına takılıp.” İşte 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerinin bu bulup, Amerika’ya göndermek için bulunuyoruz. orduya nasıl yaptırıldığının da sebepleri, ipuçları bura- Orada bir üniversitemiz var. Onları yetiştirip tekda açıkça ortaya konuluyor. Artık MİT de, polis de, rar buraya göndereceğiz!..” (Kadir Mısıroğlu, Gurbet ordu da, bakanlıklar da tümüyle CIA’nın, dolayısıyla İçinde Gurbet, s.188) Gördünüz mü okulların amacı neymiş? İblis’in Pentagon’un, Washington’un denetimine ve emrine girmiş oluyor. Hâlâ da öyle mi? Evet öyle. Hâlâ da dünya çapında ABD’ye nasıl hizmet ettiğini görüyor musunuz? öyle… Tabiî Türkiye’deki okullarda da aynı hizmeti yapıİşte bu denetime karşı çıkanlar; yahu bunlar bizi kandırmış diyenler, CIA Operasyonlarıyla Silivri’ye, yor. Mahmut Yoldaş: Türkî Devletlerde de aynısını Hasdal’a tıkılıyor. İşte arkadaşlarımız görüştüler defayapıyor, Hoca’m. larca Şener Eruygur’dan, Hurşit Tolon’a kadar, Çetin urullah Ankut Yoldaş: Her yerde, pek çok ülkeDoğan’a kadar. Defalarca bizi kandırmışlar, dediler. Aldatmış Amerika bizi, kullanmış, Amerika bizim dos- de. Bir Dinleyici: İsrail’de okulu yok. tumuz değil, düşmanımız; o zaman biz yeni bir birlikurullah Ankut Yoldaş: İsrail’de okulu yok. telik arayalım, Avrasya’ya dönelim yönümüzü. Bunu Vikileaks belgeleri de açıkçı söylüyor mu? Williams Rusya da kovdu sonradan. “O zaman Yusuf Cevahir masa üzerindeki muhRoss Wilson Amerika’ya dışişleri bakanlığına yazıyor mu bunları? Denetimden çıkan generaller oldu, diyor. tevasına muttali olduğu mektubun bir suretini iste- 16 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... miş. Müdür; hayır, hayır asla diyerek o mektubu kaptığı gibi çekmecesinin gözüne koymuş.” Burada daha bir sürü Fethullah hakkında anlatımı var. Yani 12 Eylül, 12 Mart dönemlerinde bile faşist darbecilerle nasıl içli dışlı olduğunu; göstermelik olarak, sıkıyönetimin halkı kandırmak için bazen onu nasıl arıyormuş gibi davranışlara girdiğini anlatıyor. Arananların resimleri yapıştırılıyordu ya o zaman duvarlara, Fethullah’ın da yapıştırılıyor. İşte eski bakanlardan biri, sıkıyönetim askeri yetkilisine soruyor: Yahu Hoca’nın fotoğrafını da niye koydunuz?.. Cevap: Yahu sen ona inanma, öylesine yaptık, öyle gerekiyordu. Hoca’yla bizim aramız iyi, görüşüyoruz; Hoca’mla aramda problem yok, diyor. Yani onları da anlatıyor. CIA çok önceden Fethullah’ı da devşirmiş, arkadaşlar. O yüzden işte bu operasyonda kullanıyor. Başka amaçlar için de kullanıyor. Şu anda üniversiteler, ordu, yargı, polis bunların denetiminde. Bir Dinleyici: Ustası Saidi Nursi’nin çırağı… urullah Ankut Yoldaş: Ustasıyla da, onunla ilgili de bir sürü şey var, ama zaman yok. Bu aynı zamanda öylesine namussuz bir düzenbaz ki, insanları kandırmak için her şeyi yapıyor. Ergün Poyraz, “Amerika’daki İmam” kitabının yazarı; şu anda Silivri’de yatma rekoru onda. Altıncı yılını yatıyor, arkadaşlar ve dimdik. Hiç eğilip bükülmedi hâlâ cepheden saldırıyor Tayyipgiller’e, o bakımdan takdire değer. Kitaptan bir bölüm aktarayım: “Rüyalar ve Fethullah “Fethullah Gülen’in anlatımlarına bakıldığında, yaşamında rüyaların önemli bir yer tuttuğu anlaşılıyordu? Kendince önemli, önemsiz birçok kararını bazen kendi gördüğü, bazen de başkalarının kendisi hakkında gördüğü rüyalara dayandırarak anlatıyordu. Ergün Poyraz “Evlenmeme kararını nasıl aldığını ‘Küçük Dünyam’ adlı kitabında şöyle anlatıyordu.” Bu kitabı aradım, arkadaşlar. Cağaloğlu’nda yok, kendilerinin kitapçılarına vardım, üç senedir baskısı yapılmıyor, dediler. Çünkü çok açık zırvalamalar olduğu için artık toplatmışlar, piyasada da bulunmuyor, baskısı da yapılmıyor. Ergün Poyraz bulmuş aktarıyor. Şöyle anlatıyor: “Bir ara içimden ‘acaba evlense miydim’ diye geçti. Katiyyen düşünmek şeklinde değil, şimşek süratinde gelip geçen bir fikir.” “İlahi hikmete(!) bakın ki, evlenme fikri aklından şimşek gibi geçmesine rağmen ertesi gün bir arkadaşı geliyor ve Fethullah Gülen’e akşam gördüğü rüyayı şöyle naklediyordu: (Ergün Poyraz, diyor. İlahi hikmetten sonrada parantezli ünlem var. Şimdi Fethullah’tan aktarıyor Küçük Dünyam adlı kitabından. N. Ankut) “Rüyamda Efendimizi gördüm. (Bir arkadaşının anlatımı bu Fethullah’a. Fethullah da kitabında bunları aktarıyor. - N. Ankut) Size selam söyledi ve ‘evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu. Bu bir rüyaydı, rüyayla amel edilemeyeceğini biliyordum, ama şahsım adına bu işarete saygılı olmaya çalıştım.” Yani böylesine namussuzca, yalanlarla, demagojilerle, insanları kandırıyor. Tavlıyor insanları. Gülen okullarını, sözde bilim insanları ve siyasetçiler hararetle savunuyor Şimdi size bir kitap göstereceğim: Ders kitabı boyutundaki bu kitap 312 sayfadır. Ayrıca arkada da kuşe kâğıda renkli basılmış 14 sayfa resim var, bu Fethullah’ın okullarıyla ilgili. Bu fotoğraflar, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Hüseyin Çelik, Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Bülent Arınç, Tansu Çiller, Bülent-Rahşan Ecevit, Turgut Özal, İsmail Hakkı Karadayı’nın bu okulları ziyaretlerini görüntülemektedir. Demek ki, devletin son yirmi yılında etkin görevlerde hatta tepesinde bulunmuş tüm devletlular bu okulları ziyaretleriyle kutsuyorlar. Tabiî övgüler de düzüyorlar. Sadece devletin tepesini tutmuş siyasiler değil, bu okullara övgüler düzen. Sözde bilim insanları da… Kitabın adını söylemeyi unuttuk: “Barış Köprüleri”. Alt başlığıysa: “Dünyaya Açılan Türk Okulları”. Kitabın editörleriyse: Toktamış Ateş, Eser Karakaş ve İlber Ortaylı’dır. Kitabın sağ alt tarafında, kırmızı fonlu daire içinde “ilk 500 bin” ibaresi yer almaktadır. Yine kitabın başlığı altında “1” rakamı yer almaktadır. Bu da kitabın birinci cilt olduğunu gösterir. Kitabı, Üsküdar’da bir kitapçının dükkânı önüne koyduğu serginin “Kitaplar 1 lira” yazan bölümünden aldım. Kitap ikinci el değil, yeni. Kitap bu okullara methiye düzenlerin söylediklerinden oluşmaktadır. Kimler mi bunlar? Bülent Ecevit, Niyazi Öktem, Mehmet Sağlam, Mümtaz’er Türköne, Gündüz Aktan, Ümit Meriç, İlber Ortaylı, Naci Bostancı, Kemal Karpat, Ali Bulaç, M. Ali Kılıçbay, Eser Karakaş , Halit Refiğ, Ali Rıza Sarıbay, Mehmet Altan, Yılmaz Öztuna, Süleyman Seyfi Öğün, Gülay Göktürk, Cengiz Aytmatov, Nevzat Kösoğlu, M. Niyazi Özdemir, Büşra Ersanlı, Şerif Ali Tekalan, Faruk Tuncer, Ali Fuat Bilkan, Yasin Aktay, Şahin Alpay. Bu şahıslardan sadece Büşra Ersanlı, AB-D Emperyalistleri tarafından devşirilmiş olmakla birlikte feminist de olduğu için; bu okulların çok iyi fen eğitimi verdiğini ancak erkek-egemen bir anlayışın da bunlarla birlikte verildiğini belirtir. Diğer şahısların tümü sadece övgü düzer, İblis’in bu okullarına. İşte yukarıda deve dişi gibi devlet adamı ve bilim insanı geçinen bu sürüyle zevatın, bu okulların içyüzünü ve gerçek amacını Ortaçağcı Kadir Mısıroğlu kadar olsun göremediklerini ya da görenlerin de itiraf edemediklerini görmekteyiz. Bu zevatın bir kısmı da tıpkı Fethullah gibi devşirilmiştir. Yani ABD’nin, CIA’nın buyruğundadır, hizmetindedir. Bir kısmı da gafildir, zavallıdır. Şimdi biz bunlara bilim insanları mı diyeceğiz? Devlet adamları, siyasetçiler mi diyeceğiz? Hayır. Asla… Bunlar ya haindir ya da gafil, diyeceğiz. Geçende Samsun’dan bir haber vardı, izlemişsinizdir. Bir mermerci, apartmanın, üç katlı bir apartmanın damına mermerden mezar yapıyor. İzlediniz değil mi, arkadaşlar? Bir süre sonra insanlar gelip dua etmeye, nesneler bağlamaya başlıyorlar; apartmanın damına çıkıp. Türbe oldu, diyor yapan kişi. İnsanlar bir evliya yatıyor sanıyor gelip burada dua ediyorlar, diyor. Yani insanlarımız o hale gelince artık bu İblis de kandırır, Tayyipgiller de kandırır, din alıp satan herkes kandırır. Çünkü öylesine bir zemin oluşmuş artık. Hani Usta’mız der ya: “Bilinç olmayınca hayvandan geriye düşer insan” diye. Ne yazık ki insanlarımız o hale getirildi. Yine Küçük Dünyam’dan naklediyor Ergün Poyraz: “Bir gün bu arkadaşlardan biri rüya görüyor. Hatice Validemiz kapının dışında, Efendimiz de içerde oturuyor. Ders yaptığımız bu dört-beş kişiyi kastederek, (kendisi bazı öğrencilerle ders yapıyormuş bunları kastederek. - N. Ankut) Hatice Validemiz Efendimize: ‘Ya Resulallah’ bunlar ‘bizden hoşnut musun Ya Resulallah’ diye soruyorlar’ diyor. Ve efendimizden cevap geliyor: ‘evet hoşnutum hele birisi, hele birisi!..’ diyor.” (Gülüşmeler…) Şunlara bakın… Daha burada çok böyle adice, namussuzca, mide bulandırıcı olaylar anlatıyor. Bu kadarı yeter sanıyorum. Zaten son yarım saatimiz kaldı demişti arkadaşlar; şu anda da bitti diyecekler ama… (Gülüşmeler…) Birkaç cümleyle de olsa bunun hocası, üstadı, şeyhi Said Nursi’den de söz edelim: Said Nursi de bunun gibi din sapkını bir düzenbazdır. O da insanları Allah’la aldatmayı meslek edinmiştir. Kitaplarında, kendisine bu kitapların dolaylı bir anlatımla, Allah tarafından vahiy yoluyla yazdırıldığını ve Hz. Ali’nin de kitaplarını büyük bir ilgiyle okuduğunu ileri sürmektedir. “Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: “İmam-ı Ali (radıyallahu anh), Risale-i ur ile çok meşguldür.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Sekizinci Şuâ) “Aziz, sıddık kardeşlerim, size dört meseleyi beyan etmek kalbime ihtar edildi:” (Emirdağ Lâhikası - 1 | ( 52 ) “Birden bir ihtar-ı gaybîyle kat’î kanaat verecek bir surette kalbime geldi. Denildi ki: “Ciddî bir alâkayla senin eskiden beri tekrar ettiğin ‘Bir ışık var, bir nur göreceğiz’ diye müjdelerin tevili ve tefsiri ve tâbiri, sizin hakkınızda belki iman cihetiyle, âlem-i İslâm hakkında dahi en ehemmiyetlisi Risale-i ur’dur. Bu ışıktır, seni şiddetle alâkadar etmişti.” (Kastamonu Lâhikası | ( 19 ) Sapkınlığın düzeyini düşünebiliyor musunuz?.. Hz. Muhammed’in “Konuşan Kur’an” diye nitelediği Hz. Ali bile Said Nursi’nin “Risale-i Nur” diye adlandırdığı zırvalamalarını okuyormuş. Hem de o saçmalamalarla “çok meşgul”müş. Öyle ya Kur’an artık demode. “Çağdaş Kur’an”la “çok meşgul” olmak gerekir artık. Yine bir Ortaçağcı olan İsmail acar’ın şu sözünü insan takdir edememezlik edemiyor: “Bütün tarikatlar birer yılan yuvasıdır.” Gerçekten de bunlar, hepsinin başında birer İblis’in bulunduğu “insanları Allah’la aldatma” merkezidir. Tayyipgiller, CIA ve MOSSAD tarafından yetiştirildi Sabahattin Önkibar ve Aslan Bulut, bugünlerde takip ettiğim yazarlardandır. Bunlar geçmişte hep sağda yer almışlardır. Fakat o yer alışları hep bilinçsizliklerinden kaynaklanmıştır. Yani aldatılmışlardır. Yoksa ikisi de samimi, namuslu yazarlardır. Şu anda geldikleri nokta itibarıyla da net bir biçimde antiemperyalisttirler, antifeodaldirler. AB-D Emperyalistlerinin, Fethullah’ın ve Tayyipgiller’in bölgemize ve ülkemize yönelik alçaklıklarını, ihanetlerini görmekte ve açıkça yazmaktadırlar. Çok önemli bilgilere ulaşıp yazıyorlar. Biz de bu sayede bunlardan haberdar oluyoruz. Yoksa bizim bu bilgilere ulaşmamız başka türlü mümkün değil. Bunların o ilişkileri olduğu için, eskiden hep sağa oynamış insanlar oldukları için ve o çevreyle ilişkilere hâlâ sahip oldukları için hayati önemde değer taşıyan bilgileri öğrenip naklediyorlar. İşte bir örnek; Arslan Bulut naklediyor: “2000’li yılların başbakanını nasıl hazırladılar? “Türk-Amerikan dostluk derneklerinden birinde görev yapmış bir Türk ile tanıştım. Bir anısını anlattı: “ADL (Anti Defamation League), (Bu ADL yani Anti Defamation League, neye karşı, ayrımcılığa ve… İngilizce bilen arkadaşlar, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı Lig-Birlik değil mi, arkadaşlar? Evet, arkadaşlar. ABD’deki en önemli Yahudi derneği, Siyonist dernektir. Bildiğimiz gibi bu dernek, 11 Haziran 2005 tarihinde Tayyip’e “Önemsemeyi Cesaretlendirme Ödülü” vermiştir. Bu ödül, Yahudi Soykırımı ve Yahudilere karşı önyargı ve karalamalarla mücadele etmiş kişilere verilen bir ödüldür. - N. Ankut) İstanbul’dan Tayyip Erdoğan adlı bir siyasetçiyi davet etti. Amerikan Türk Dernekleri, karşılamada bulunmak için çeşitli eyalet ve şehirlerdeki dernek başkanlarına bildiri geçerek karşılamada bulunmak isteyenleri çağırdı. Biz hafta içi olduğundan gelemeyeceğimizi bildirdik. Geliş tarihini hafta sonuna aldılar ve biz de katıldık. O zamanki başkan, ‘Bir misafir gelecek, ADL’de dokuz günlük bir beyin fırtınası yapılacak ve geleceğe yönelik kararlar alınacak. Bu yüzden, misafiri çok düzenli bir biçimde havaalanından alıp ADL’ye teslim edeceğiz sonra da yurda dönerken havaalanına götüreceğiz’ dedi. Başkana misafirin adını sordum… ‘Tayyip Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı’ dedi. (Yıl 1994, arkadaşlar. - N. Ankut) ‘Peki, Yahudi örgütüyle işi ne?’ diye sorunca, ‘2000’li yılların başbakanını hazırlıyorlar’ cevabını verdi… Kanım dondu… “O toplantıya Egemen Bağış’ın da katıldığını hatırlıyorum..” (Arslan Bulut, Yeniçağ, 22 Kasım 2012) Bu Amerikan Türk Derneği’ndeki kişi; “kanım dondu”, diyor. ADL, 2000’li yılların Türk başbakanını hazırlıyoruz, diyor. Yıl 1994... Daha ayrıntılı olarak anlatıyor, devam ediyor da, İsrail’e asla karşı olamaz, göstermelik “one minute”, vb. diyor, zamanımız doldu. Yani Tayyip ve Tayyipgiller de bu, yoldaşlar. CIA ve MOSSAD yetiştirmesi. Ama ne yazık ki doğup büyüdüğüm Konya’mdan % 69 küsur oy alabiliyor. İnsana nasıl dokunuyor, değil mi? CIA diniyle uyuttukları için halkımızı… Bir de güncel konulardan, Suriye ve Patriotlar meselesi var, arkadaşlar. Suriye, Baas Devrimi’nden bu yana Emperyalizme, nispi düzeyde de olsa, en karşı olmuş Arap ülkesi, Nasır’ın Mısır’ı ile birlikte değil mi, arkadaşlar? Ve Arap dünyasının laik ülkesi. Gelir dağılımının en ılımlı olduğu ülke. İsrail karşısında kararlı duruş sergileyen ülke... Irak Savaşı’nda ABD ye karşı çıkmış ülke… Yaser Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’ne ev sahipliği etmiş olan ülke… İşte bütün bunlar Suriye’nin hedef seçilmesi için yeterli sebeplerdir, ABD Emperyalistleri için. BOP haritasının uygulanabilmesi için Suriye’nin de eritilmesi dağıtılması, çökertilmesi ve üç parçaya bölünmesi gerekiyor. Sünni, Şii ve Kürt bölgesinden oluşan üç parçaya bölünmesi gerekiyor. İşte saldırının ana sebebi bu, arkadaşlar. AB-D, Türkiye’nin Suriye’ye karşı doğrudan bir askeri harekâtta bulunmasına izin vermiyor. Niye izin vermiyor, arkadaşlar? AB-D, Suriye’nin, Esad yönetiminin çökertilmesi için Türkiye’nin bütün çabasını göstermesini istiyor. O hainlerin AB-D uşaklarının, devşirilmişlerin Türkiye’de barındırılıp, örgütlendirilip, silahlandırıp, tedavilerinin yaptırılıp, saldırtılmasını istiyor. Ama Türk Ordusunun bizzat girmesini istemiyor. Çünkü orada Körfez’e kadar uzanan kendi denetiminde ve Barzani’nin liderliğinde bir Kürt parçasının oluşmasını istiyor. Türk Ordusu girerse buna izin vermez diye, Türk Ordusunu doğrudan müdahale ettirmiyor ve Patriotlarla kontrolü yeğliyor. Patriotlar, savunma silahı değil; 160 kilometreye kadar hava araçlarını avlama özellikleri var, uçakları, füzeleri ve helikopterleri. Böylece 160 km derinliğinde bir alanı-koridoru Beşar Esad’ın hava kuvvetlerinden arındırıyor. Böylece de burada Barzani önderliğinde kurulacak Kürdistan’ın Suriye kanadını rahatça oluşturacağı şartları sağlamış olacaktır. Amerikancı çözüm hayata geçtiğinde lideri Barzani olacaktır Şimdi her şey birbirine bağlı. Cuma gününün haberiydi. PYD ile yani PKK’nin Suriye kanadıyla, onun askeri örgütüyle, Barzani’nin bir anlaşması oldu. Oku- muştur çoğu arkadaş: Ortak ordu kurmak… Ortak ordu kurma anlaşması yaptılar. O ordunun komutanı, karargâhı ve merkezi nerede olacak? Barzani bölgesinde. Şimdi buradan Ölüm Oruçlarına geldiğimiz zaman, dikkat edersek 67’nci gün bitirin talimatını verdi Öcalan ve 68’nci günde bitti. Ölüm Orucu direnişleri yapıldı. Şimdi bu direnişlerde birincil hedef Tayyipgiller değildi, birincil hedef Barzani’ydi. PKK, Kandil ve Öcalan kendi liderliklerinde bir Amerikancı Kürdistan’ın oluşmasını istiyor. Ama ABD, Barzani liderliğinde, önderliğinde bir Amerikancı Kürdistan istiyor. Ölüm Orucu direnişleriyle, Tayyipgiller’den bir şeyler koparıp, yani Kürt Halkının temsilcisi biziz ve bizim gücümüz bunları yapmaya muktedir, bizi görmek zorundasın, diye mesaj vermekti, Ölüm Oruçlarının amacı; ABD’ye ve Barzani’ye. Tabiî ikincil amaç da, Tayyipgiller’den bir şeyler koparabilmek için, Tayyipgiller’e mesaj vermekti. On küsur yıldan beri ben hep tekrarlıyorum; eğer Kürt Sorunu’nun Amerikancı çözümü gerçekleşirse bunun lideri Barzani’dir. Ve Türkiye’deki Barzanici Osman Baydemir gibi, Leyla Zana gibi (daha da vardır, bence öne çıkanlar bunlar) birkaç kişiyi alıp; başta Öcalan gelmek üzere, bunları tasfiye etmektir. Öcalan’ın hiç bir şansı yok. Niye yok? Onu da söyledik. Kendimi bazen Allah, bazen İsa gibi görüyorum, diyor. ABD’nin güvenmesine imkân var mı böyle bir öndere? Hayır. Ama Barzani babadan itibaren; hem ruh sağlığı kararlı bir şekilde yerinde ve sadakatle Amerika’ya bağlı, o bakımdan güvenilir lideri Barzani’dir, ABD’nin. İşte adım adım Suriye kolu da Barzani’ye eklemlenmiş durumda şu anda. Sıra Türkiye’ye geldiği zaman bu da gerçekleşecek. Ne yazık ki PKK devrimci bir duruş sergilemedi, Sosyalist Kamp’ın çöküşünden sonra. Hemen ABD’ye dümen kırdı. Oysa devrimci, kararlı bir tutum sergileyebilseydi ne kendisi bu durumlara düşerdi ne de Türk Solu böylesine sağa, Amerikancı saflara savrulup giderdi… Çok daha iyi, olumlu yerde olurdu. Ama onlar Amerikancı çözümü seçtiler. Biz ne diyoruz? Devrimci çözüm... Usta’mızın 1933’te Elazığ zindanında koyduğu çözüm. İki halkın da yararına onurlu biricik çözüm budur. Türk-Kürt Halk Cumhuriyeti. Bunu da yıllardan beri açıkça, netçe ortaya koyuyoruz. (Alkışlar… Slogan: Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Halkların Kardeşliği…) O yüzden Türkiye’deki Kürt Komünistler sadece bizim Partimizde, saflarımızda var, arkadaşlar. Başka bir yerde, başka bir partide yok Kürt komünist. Onların hepsi savrulmuştur Amerikancı saflara. İşte BDP’nin önderleri; Demirtaş, Aysel Tuğluk, zaman yok aktarmaya, biliyorsunuz zaten ABD’ye gittiler. Brooklyn Enstitüsü’nde konuşmalar yaptılar. Açıklamaları aynen şu: Suriye konusunda ABD’den rol istedik, diyorlar. Rol istedik, diyor. Ne diyebiliriz bu harekete? Ne diyebiliriz, acımaktan başka?.. Patriotlara AB-D’nin verdiği bir diğer görev de İsrail’i, Kürecik Radar Üssü’nü ve AB-D’nin İncirlik Üssü’nü İran’ın füze saldırılarından korumaktır. Yani ABD Emperyalistleri bunlarla çok yönlü fayda sağlamayı planlamışlardır. Burjuva Ermeni Önderleri, toprak taleplerini açıkça dile getiriyorlar Bu yıl içinde Ermeni Meselesi’nde de şöyle bir gelişme oldu: Biz yine on yıllardan beri hep diyoruz ki, AB-D Emperyalistleri Yeni Sevr peşindedir. Sevr’de bildiğimiz gibi “Vilayet-i Sitte” denen, bugünkü Türkiye’nin önemli bir bölümüne tekabül eden topraklar da dahil olmak üzere Ermenistan’a çok büyük bir toprak parçası veriliyordu. Sevr Haritasına bakarsak, bugünkü Kürt illerinin yüzde sekseni Ermenistan’a ayrılan bölge içinde kalır. Kürt Halkına sadece Diyarbakır’ın doğusuyla Hakkari bölgesini içeren bir yer ayrılıyordu. Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür... Biz yine hep dedik ki, bugünkü Burjuva Ermenistan yöneticileri ve Diaspora temsilcileri, AB-D Emperyalistleriyle içli dışlıdırlar. O nedenle Ermenistan ve Diaspora da Sevr’den asla vazgeçmiş değildir. Bu gerçeği, biz olayları devrimci teorimizin ışığında değerlendirerek netçe görüyoruz. Ve hep diyoruz ki, AB-D Emperyalistleri, Kürt, Türk ve Ermeni Halklarını birbirine boğazlatmayı planlamaktadır. Ancak bu kanlı planın sonunda Sevr’i hayata geçirebileceğini düşünmektedir. Bu nedenle “Ermeni Soykırımı” yalanını savunmak, onun bir AB-D planı olduğunu görmemek, halkların kardeşliğine kesinlikle hizmet etmez. Sadece AB-D Emperyalistlerine hizmet eder, bu yalanı savunmak. Onlar, yüzyıl önce oynadıkları alçakça kanlı oyunu yeniden oynamak istiyorlar. 900 yıl birlikte kardeşçe yaşamış olan halkları yeniden birbirlerine boğazlatmak istiyorlar. Biz bu öngörümüzü tabiî ki bildirilerimizde, konuşmalarımızda, açıklamalarımızda tekrarlıyoruz. Her üç halkı da böyle bir facianın yaşanmasından sakındırmak için… Geçen 24 Nisan’da da Taksim’de Cumhuriyet Anıtı önünde okuduğumuz 9 sayfalık bildirimizde bu etraflıca dile getirilmişti. O gün bizim karşımızda yer alan ABD Emperyalizminin “Demokrasi Güçleri ve umut kaynağı” ilan ettiği Sevrci Sahte Sol ve sahte demokratlar, bizim olayları olduğu gibi yani nasılsalar öylece ortaya koyan görüşlerimize katılmadılar. Hatta bizi dinlemek bile istemediler. Çünkü onlar gerçeklerin peşinde değil, kitleleri yalanlarla kandırmanın peşinde… Bizim teorimizin düşürdüğü ışıkla gördüğümüz bu hainane planı-niyeti, ABD Diasporası temsilcisi Harut Sassounian bakın nasıl dile getirir: “ERME!İSTA!’I! TOPRAK TALEBİ “ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan Harut Sassounian, Armenian Weekly gazetesi için Ermenilerin “Batı Ermenistan” dediği bugünkü Doğu Anadolu toprakları üzerindeki taleplerini yazdı. “ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan Harut Sassounian, Armenian Weekly gazetesi için Ermenilerin “Batı Ermenistan” dediği bugünkü Doğu Anadolu toprakları üzerindeki taleplerini yazdı. Harut Sassounian’ın makalesinde sıkça sorulan sorular ve bunlara verilen yanıtlar şöyle: “1- Soykırım suçları iddialarının 100 yıl sonra zaman aşımına uğradığı doğru mu? “Hayır. 26 Kasım 1968’de, BM Genel Meclisi soykırım dahil insanlığa karşı işlenen tüm suçların herhangi bir kısıtlamaya maruz kalmayacağına dair kararını kabul etti. Bu anlaşmanın 1’inci maddesi, “Tarih ve zaman aşımı dahil hiçbir sınırlama bu suçlara uygulanamaz” diyor. Bu nedenle 1915’in üzerinden ne kadar zaman geçtiğinin önemi yok. Soykırımı da içeren savaş ve insanlığa karşı suçlar her zaman yargılanabilir. “2- Ermenilerin Batı Ermenistan’ı (Doğu Anadolu) geri alması gerçekçi bir ihtimal mi? “Hiç kimse Türk liderlerin Ermenilere topraklarının tek bir parçasını bile gönüllü şekilde verecekleri ilüzyonuna kapılmamalı. Toprak genellikle güçle alınır. Ermenistan askeri anlamda Türkiye’den zayıf olduğu için Türkiye’de yaşanacak öngörülemeyen gelişmeleri beklemek zorunda. Mesela iç savaş, bölgesel çatışmalar, Kürt isyanı, doğal felaketler gibi güç boşluğu yaratacak ve dünyanın bu bölümünde sınırların değişmesine neden olacak gelişmeler... Hukuki haklarını talep edebilecekleri an gelene kadar Ermeniler bu isteklerini kuşaktan kuşağa aktarmalılar. “3- Eğer bu topraklar geri alınırsa Ermeniler burada azınlıkta kalmayacak mı? “Evet eğer bugün Batı Ermenistan (Doğu Anadolu) Ermenilere verilirse bu doğru olur. Fakat daha önce de dediğim gibi bu gerçekleşmeden önce büyük olayların yaşanması lazım ve bunların bölgedeki demografik sonuçları Kürtler, Türkler ve Ermenilerin kalan alanlardaki durumlarını değiştirebilir. Kimse demografik statükonun aynı kalacağını varsayamaz. “4- Eğer Batı Ermenistan geri alınırsa diaspora konforlu yaşamını bırakıp gelir mi? “Burada mevzu Ermenilerin kendi tarihi evlerine yerleşme haklarıdır. Bu topraklar döndüğünde, nerede yaşayacaklarına Ermeniler karar verecek. Bu Türkiye’nin meselesi olmamalı. Tüm Yahudiler İsrail’de mi yaşıyor? Yakın Ortadoğu ülkelerinde yaşayanlar Batı Ermenistan’ı tercih edeceklerdir.” (Milliyet, 09 Ağustos 2012) Apaçık şekilde görüldüğü gibi, ABD Emperyalizminin merkezinde yaşayan diasporanın temsilcisi, bu insanlık dışı planı, işte böylesine pervasız bir biçimde, kendi yayın organında (Armenian Weekly) dile getirmekten çekinmemektedir. Biraz düşünürsek, böylesine canice bir planın başarıya ulaşabilmesi için milyonlarca Kürt, Türk ve Ermeni insanın hayatını kaybetmesi gerekir. Halkların yeniden birbirini boğazlamaması için “Ermeni Soykırımı” yalanını boşa çıkarmaya çalışıyoruz Yaşanacak olağanüstü olaylar sonucu güç boşluğu oluşacakmış, onu bekliyorlarmış. Böyle bir durumda AB-D Emperyalistlerinin bunlara vereceği teknolojinin son sözü harp araç gereçleriyle bunlar Kürt illerine saldıracaklar. Hocalı’da olduğu gibi katledebildikleri kadar katledecekler. Kaçanlar canını kurtarabilecek sadece. Böylece de bugünkü Kürt illeri Kürtlerden arındırılmış olacak. Ermeniler de gelip buralara yerleşecekler. Burjuva Ermenistan’ın sınırlarını buraları da içine alacak şekilde genişletecekler. Yapılan plan ve beklenti budur. İşte yukarıda açıkça dile getirilen aşağı yukarı bunlardır, arkadaşlar. Demek ki biz, hiçbir konuda olmadığı gibi, bu konuda da kimseyi yanıltmıyoruz. Sadece gerçekleri dile getiriyoruz. Yani olanı olduğu gibi görüyor ve gösteriyoruz. Bilimin görevi de zaten budur. Tekrarlayalım: Hiçbir halka, tabiî Ermeni Halkına da, düşmanca duygular beslemiyoruz. Halkların düşmanı değil, tersine dostuyuz. Halkların kardeşliğinden yanayız. Ve diyoruz ki, ah keşke alçak emperyalist alçaklar yüzyıl önce o güne kadar kardeşçe yaşadığımız Ermeni Halkıyla bizi birbirimize düşürmeseydi. Aramıza girmeseydi. Aramızdaki bu trajedi yaşanmasaydı. 900 sene olduğu gibi, bugün de Ermeni Halkıyla iç içe ve kardeşçe yaşıyor olsaydık. Dünyanın değişik ülkelerindeki milyonlarca Ermeni bugün Türkiye sınırları içinde yaşıyor olsaydı. Birkaç milyon da Ermeni vatandaşımız olsaydı. Bu ülkemizin ve halklarımızın zenginliği olurdu. Alçak, haydut emperyalistler yaptı bize bu kötülüğü. Bizi birbirimize boğazlattılar. Biz yine diyoruz ki, artık bir kez daha o haydutların oyununa gelmeyelim. O tuzağa bir daha düşmeyelim. İşte 24 Nisan’da okuduğumuz 9 sayfalık bildirimiz ve konuyu işleyen ders kitabı boyutundaki 300 küsur sayfalık kitabımız bunu anlatmaktadır. Fakat AB-D Emperyalistlerinin hizmetkârlığından zevk alan sahte solcular ve sahte demokratlar hâlâ utanmadan, sıkılmadan emperyalistlerin yalanlarının ve planlarının propagandasını yapmaktadırlar. Ne diyelim?.. Roboski Katliamı emrini, kim, ne amaçla verdi? Geçen bir yıl içinde yaşanan en önemli olaylardan (buna trajedi dememiz gerekir aslında) biri de UludereRoboski Katliamı’ydı. Bu katliamda büyük çoğunluğu 20 yaşın altındaki gençler can verdi. Hatta bazıları 1314-15-16 yaşlarında, henüz çocukluktan gençliğe geçme aşamasındaki yavrulardı. Birinin annesi; “Seferinde 50 lira kazanıyordu. Roboski Katliamı Heyecanlı bir sabırsızlıkla bilgisayar alabilecek bir parayı biriktireceği günü bekliyordu”, dedi, gözyaşları içinde; can vermiş evladından söz ederken. Aradan bir yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen, geçenlerde yapılan bir söyleşide, katliamda 2 evladını birden kaybetmiş olan bir baba; “O günden bu yana hiç yüzümüz gülmedi. Hangi söz acımızı anlatmaya yetebilir ki?” dedikten sonra hıçkırıklara boğuluyordu. Başka bir tek söze kadir olamıyordu. Kürt Meselesi’nde çok önemli bir kırılma noktasını oluşturur bu katliam. Geçimini mecburen kaçakçılıkla temin etmeye çalışan ve bu durumun da herkesçe biliniyor olmasına rağmen, bunca genç insanın F-16’larla bombalanarak, cesetlerinin bile tanınmayacak hale getirilmesi yani birçok parçaya bölünmesi gerçekten göğsünde insan yüreği taşıyan her insanı acılara boğar, gözlerini yaşartır. Kimdir bu katliamın sorumluları? Bunun cevabını bulmak için önce şu iki sorunun ayrı ayrı cevabını bulmamız gerekir: 1- İstihbaratı kim verdi? Daha doğrusu yanlış istihbaratı?.. Kaçakçı gençleri, eylem yapmaya gelen PKK Gerillaları diye bildiren istihbaratı kim verdi? 2- Bu istihbaratı hiçbir araştırma, inceleme, doğrulama yapmadan gerçek kabul ederek vurun emrini kim ya da hangi devlet yetkilisi verdi? Birincisinden başlarsak; Katliamın hemen ardından Genelkurmay, istihbaratın kendilerine ait olmadığını açıkladı. O zaman geriye MİT ya da Emniyet İstihbaratı kalıyordu. Aslında bu ikisi de birbirine bağlıdır. Katliam’dan 6 ay kadar sonra Wall Street Journal Gazetesi, 16 Mayıs 2012 tarihli sayısında haberi şöyle verir: “Uludere istihbaratı AB-D’den gelmiş! “ABD yetkilileri ve Pentagon’un değerlendirmesini kaynak göstererek “Konvoyun, videoları izleyen ABD’li personel tarafından tespit edildiğinde, Irak içinde olduğunu ve Türk sınırına doğru ilerlediğini” yazan Wall Street Journal, Ankara’daki istihbarat birimindeki ABD’li subayların, konvoydaki kişilerin “sivil veya gerilla savaşçıları” olup olmadıklarını söyleyemediklerini ancak bölgede sık sık “gerilla savaşçıların” göründüğünü belirterek “Amerikalılar, Türk muhataplarını uyardılar” dedi.” (Radikal, 16.05.2012) Anlaşılıyor ki, ABD istihbaratı MİT’e, Tayyip’in has adamlarından Hakan Fidan ve ekibine veriyor. ABD gazetesinin haberinde istihbarat biraz sulandırılıyor: “konvoydaki kişilerin “sivil veya gerilla savaşçıları” olup olmadıklarını söyleyemediklerini” ileri sürüyor. Yani yüzde yüz emin değiliz ama bunlar PKK savaşçısı denmiş oluyor. ABD daha 1960’ların başında bile uydularıyla, U-2 gözlem-istihbarat uçaklarıyla çok yüksek irtifadan, yerdeki bir otomobilin plakasını bile netçe görüntüleyen teknolojiye sahipti. Aradan yarım yüzyıl geçti. Bugün gözetleme uydularıyla ve Prodetörlerle yüz yüze görüşme yapar gibi insanları ve nesneleri görebilmekte, izleyebilmektedir ABD. Bugün kaçakçı konvoyuyla gerilla konvoyunu ayırt edememesi zinhar mümkün değildir. Ama ABD yani Pentagon, elbette öyle diyecektir. Yani gazetenin yazdığı gibi işi biraz sulandırarak verecektir. Tabiî, ben kaçakçı konvoyunu PKK Savaşçıları diye size bildirerek, sizi yanılttım, demeyecektir. Diyemezliği vardır böyle bir şeyin. Gelelim ikinci sorunun cevabına: Besbelli ki, ABD’den bu istihbaratı alan Hakan Fidan da onu doğruca efendisi, sahibi Tayyip’e iletti. Tayyip de kendi sahibine yani ABD’ye güvendiği için hiçbir araştırmaya gerek duymadan, onu kesin doğru kabul ederek vur emrini Genelkurmay Başkanı “Topukçu Paşa”ya yani özel ve güzel paşasına verdi. O da katliamı yapan F-16 filosunun komutanına. Bölgedeki askeri birliklerin komutanları, bize bu konuda herhangi bir bilgi verilmedi ve soru sorulmadı, diyorlar. Eğer bize sorulsaydı; vurmayın derdik. Çünkü bunların kaçakçı olduğunu, mevzilerdeki gözetleme birimlerimiz zaten izlemiş ve bilmişti. Buradan anlaşılıyor ki, Genelkurmaya, ABD’den gelen istihbaratın araştırılması, doğrulanması yönünde bir bilgi ya da emir verilmemiş. Eğer verilseydi askeri işleyiş içerisinde Genelkurmay, bu istihbaratın doğrulanmasını bölgedeki birliklerinden isteyecekti. Çünkü onlar, canlı gözlem yapmaktadırlar. Tayyip ABD’nin verdiği istihbarata kesin gözüyle bakmış ve doğrudan vur emri vermiştir. Tayyip, bu konuda tam meşrebinekişiliğine uygun bir tavır sergiledi ki, bırakalım emri verdiğini itiraf etmeyi, ABD’nin istihbarat vermesini bile yalanladı. Yani ABD’yi bile ABD’ye rağmen savunmaya kalktı. Düşünebiliyor musunuz onun kişilik yapısını?.. Pentagon diyor ki; istihbaratı ben verdim. Tayyip de diyor ki; hayır ABD böyle bir istihbarat vermedi; Wall Street Journal yalan söylüyor. Tayyip’e göre, niye yalan söylüyormuş biliyor musunuz? ABD’de Kasımda başkanlık seçimi varmış, Wall Street Journal, bu haberiyle Obama’yı yıpratmak istiyormuş. Yalanın gerekçesi de kendisi kadar gülünç ve iğrenç. ABD’de kimin umurunda Türkiye’de olup bitenler?.. Kaldı ki, ABD yurttaşlarının yüzde 8090 oranındaki çoğunluğu Türkiye’nin bırakalım haritadaki yerini, hangi kıtada yer aldığını bile bilmez. Tabiî ki böyle bir Tayyip, vur emrini ben verdim diyemez. O pis yalanlar söyleyecek, demagojiler yapacak, bir hırsızın hırsızlık yaptığı yerden hızla kaçışı gibi, olaydan kaçmaya çalışacaktır. Peki ABD niye böyle bir istihbarat verdi? Şundan: Gencecik masum insanları vahşiyane bir şekilde katlettirerek Türk ve Kürt Halkları arasındaki bin yıldan beri süren kardeşliği yıkmak, bozmak, berhava etmek istiyor. İki halkın arasına onulmaz bir şekilde kin, nefret ve düşmanlık sokmak istiyor. Tabiî bu, ABD Emperyalistlerinin Yeni Sevr Projesi doğrultusunda yaptıkları alçakça, namussuzca ve canice yaptıkları bir eylemdir. Bize ayrılan süreyi çok geçtik. Sizleri de çok yorduk; çok olumlu, tatlı konulardan da söz etmedik ne yazık ki. Çünkü dünyamız bayır aşağı gidiyor. Hani yine ilerici şairimiz Orhan Veli şöyle der ya bir şiirinde: Bu evin bir köpeği vardı; Kıvır kıvırdı, adı Çinçon’du, öldü. Bir de kedisi vardı: Maviş, Kayboldu. Evin kızı gelin oldu, Küçük Bey sınıfı geçti. Daha böyle acı, tatlı !eler oldu bir yıl içinde! Oldu ya, olanların hepsi böyle... Hayat böyle zaten!.. İşte geçen bir yıl içinde de olanların hepsi aşağı yukarı böyleydi. Yani acı veren olaylardı. *** Gerici kasırgaları cesaretle, yiğitçe devrimci onurumuzla göğüslüyoruz Bütün bunlardan sonra size hoş gelecek, aslında hüzün de verecek ama ne diyelim; “tatlı hüzün” dediğimiz, estetize edilmiş türden bir hüzün verecek olan, bizim gençlik yıllarımızın; genç arkadaşlarımızın yaşlarındayken devrimciliğe girdiğimiz yılların filminin 17 final sahnesini izleteceğiz. Aşağı yukarı on dakika. Şimdi birlikte onu izleyelim: Fakat bu on dakikalık final bölümünü tam olarak anlayabilmek için filmin bütününü özetleyelim önce: Hüsnü, İstanbul’un bir kenar semtinde yaşayan halk çocuğu delikanlıdır. Karpuzcu (manav) Raşit Amca’nın yanında çırak olarak çalışmaktadır. Müjgan da aynı mahallenin bir yoksul ailesinin kızıdır. Hüsnü’yle birbirlerini sevmekte ve evlilik planları yapmaktadırlar. Müjgan, sosyete kadınlarına isteklerine göre özel kıyafetler diken bir terzihanede çalışmaktadır, aynı zamanda. Bir köşkün hanımına dikilmiş elbiseyi ona teslim etmek için gittiğinde orada köşk sahibesinin fabrikatör kardeşi Faruk onu görür ve beğenir. Ne yapıp edip elde etmeyi kafasına koyar. Zenginliğiyle Müjgan’ın gözünü kamaştırır. Zenginlere hayran Müjgan’ın annesinin de baskısı ve aklını çelmesiyle Müjgan, Hüsnü’ye sırtını döner. Hüsnü’yle ölünceye kadar birbirlerini seveceklerine dair yaptıkları kavle ihanet eder. Fabrikatör Faruk Bey’le evlenir. Fabrikatör Faruk, zenginlerin genelde yaptıkları gibi, hevesini aldıktan sonra Müjgan’ı aldatmaya başlar. Müjgan buna karşı çıkınca da onu ve annesini kapının önüne koyar. Bu arada Müjgan’ın bir de oğlu olmuştur. Müjgan, annesi ve oğluyla yoksul mahallesine geri döner, mecburen. Bu süreçte Hüsnü, bir tesadüf sonucu, bir yakınının ısrarıyla bir gazinoda şarkıcılığa başlar. Beğenilir. Yetenekli olduğu anlaşılır ve meşhur olur. Bol para kazanan ünlü bir sanatçı olur. Her istediğini parasıyla elde edebilecek durumdadır. Ama yine de eski yoksul mahallesindeki yoksul manav çırağı olduğu Hüsnü olduğu günleri unutmaz. Yoksul mahallesindeki alınteriyle yaşamlarını güçlükle sürdürmeye çalışan ezilen ve sömürülen insanların insan kalitelerini, değerini hep belleğinde canlı tutar. Zenginlerinse sadece para Tanrısına tapındıklarını, bunun dışında bir değer tanımadıklarını ve taşımadıklarını görür, anlar kavrar. İşte bu son günlerden birinde Müjgan’la Hüsnü bir bayram arifesinde bir seyyar satıcının arabası başında Hüsnü ondan bir şeyler alırken karşılaşırlar. Gerisini izleyelim: (Ah Müjgan Ah! filminin final sahnesi gösterimi… !ot: Arkadaşlara filmin bu bölümünü internetten izlemelerini öneririz. Tabiî isterlerse filmin tamamını da internetten izleyebilirler. – Kurtuluş Yolu) Usta’mız 70 yıllık ömrünü hep eski Hüsnü olarak tamamladı. Biz de ondan devraldık, aynı ruhu, aynı kişiliği, aynı bayrağı ve eski Hüsnü olarak devam edeceğiz. Ama bizim dışımızda Amerikancı Kürt hareketi de Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz Türk hareketi de yeni Müjgan oldular. Ama devrim bizim dediğimiz yoldan gerçekleşecek. Tarih, muhakkak ki onları ibretle, aşağılayarak, anacak. Ama yalnız başımıza kalsak da dünyada esen bu gerici fırtınaya ki, Sandy Kasırgası bile onun yanında meltem gibi kalır, ABD Emperyalistlerinin yarattığı, Sosyalist Kamp’ın çöküşünden kaynaklanan bu gerici kasırgaya karşı cesaretle, yiğitçe, devrimci onurumuzu koruyarak sadece biz göğüs gerebiliyoruz. Ve eninde sonunda devrimi başarıya ulaştıracağız. Bu kadar uzun süre dikkatlice dinlediğiniz için devrimci yüreğimin en sıcak duygularını iletir, teşekkürlerimi sunarım. Halkız, haklıyız, yeneceğiz. *** Tacettin Çolak Yoldaş: Saatlerce ve onlarca konuyu, birbirine bağlantılı şekilde geçişlerle bizlere anlattığı için ve gerçekten ömrünün daha ilkbaharını yaşadığını benim en azından kendi adıma düşündüğüm Nurullah Abi’mizin bu güzel konuşmasından dolayı kendilerine çok teşekkür ediyoruz. “Sonbahar” tespitine katılmıyorum, oylama yapalım isterseniz… (Gülüşmeler…) Değerli arkadaşlar, konferansımızın ana gündemi bitmiş durumda, zaman ilerledi, yola gidecek arkadaşlarımız var. Yoldaşlarımızın müzik programı var. Şimdi hızlıca o bölüme geçiyoruz. 18 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Başyazı Yılan gibisin Kılıçdaroğlu Baştarafı sayfa 1’de AB-D’ye yaranmak için Esad düşmanlığında Tayyip’le yarışıyorsun Sen de hemen bu durumdan vazifeni çıkardın. Sana bir şey söylenmeden yeni konumunu belirledin. Ve sen de aynı hızla Esad’a saldırmaya başladın. Böyle yapmakla sahibiniz Obama’ya “bakın efendim, bu işi ve de vereceğiniz her görevi ben de yaparım, hem de Recep Bey’den daha iyi yaparım” mesajı verdiniz. Yani, “onu iktidarda tuttuğunuz yetsin gayrı, bakın biz hiç Kemal Kılıçdaroğlu hizmet etmedik size, bir de bizi deneyin, görün, memnun kalacaksınız hizmetimizden”, demek istediniz. Sizin için mesele tümüyle buydu, Kılıçdaroğlu. Yoksa, Esad’la Tayyip’in ve de senin, apayrı dünyaların insanları olduğunuzu sen de adın gibi biliyorsun. Bak, Esad ülkesini parça parça etmeyi planlayan emperyalizme karşı yiğitçe direniyor, savaşıyor iki seneden bu yana. Emperyalistlerse ülkesini parçalayıp yağmalayabilmek için Esad İktidarını ortadan kaldırmak istiyor. Sizse, tabiî Tayyip’le birlikte, ABD Emperyalistlerinin acınası piyonlarısınız. Sizi koltuklarınıza oturtan ABD’dir. Ve ona hizmette birbirinizle yarış halindesiniz. Esad, Tayyip’ten bin kat daha halkına yakındır, dosttur. Esad laiktir; Tayyip dinci. Din alır satar durmadan. Esad, ABD Emperyalistlerinin Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında 22 parçaya böldükleri Arap Ulusu’nu birleştirmeye çalışmaktadır. Sizse Tayyip’le birlikte ABD’nin BOP Projesi’nin yandaşlarısınız. Bilindiği gibi Tayyip eşbaşkanıdır da BOP’un. Tayyip’in yerine seni oturtsa efendin, sen de tereddütsüz kabullenirsin o eşbaşkanlığı. Beşşar Esad ve yönetimi, Siyonist İsrail’in en önde gelen düşmanıdır şu anda. Tayyip’se İsrail’in sadık dostu... Bak, halktan büyük tepki gelmeseydi, Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin tamamını 49 yıllığına İsrail’e veriverecekti. İsrailli Parababası Sami Offer’le hayli alışveriş yaptı. Ve en son da İsrail’in güvenliği için Kürecik’e ABD’nin radar üssünü ve patriot füze rampasını getirtti, kurdu. Ayrıca Diyarbakır ve Gaziantep’i de patriot füze rampalarıyla kirletmek üzere. Bütün bunlar, BOP Projesi’nin güvenli biçimde uygulanması ve İsrail’in korunması içindir. Demek ki Tayyipgiller, söylemlerindeki lagaluganın tersine, İsrail’in ve ABD’nin sadık müttefikidirler, hizmetkârıdırlar. Sen de andığımız tutumunla durmadan “ban da, bana da” deyip duruyorsun. Ayıp be Kılıçdaroğlu! Yazık! Koltuk için insanî değerlerin tümünü ayaklar altına alıyorsun. Onur var, haysiyet var, namus var, yüce değerler olarak. Farkında mısın? Hatırlar mısın bunları? Yoksa tümden unuttun mu? Çok uzak geçmişinde mi kaldı bunlar? Artık, “siyasette yükselmek istiyorsam bunların yeri olmayacak hayatımda” mı diyorsun? Öyle diyorsun değil mi? Yeni CHP’ye yerleştirdiğin cemaatçi, AB-D’ci, serbest piyasacı yöneticiler( Kılıçdaroğlu! CHP’nin adına “yeni”yi eklettin. Sen, yukarıda da görüldüğü gibi adların önüne bir şeyler ekletmeyi seviyorsun. Fakat CHP’ye ekin öbürü gibi olmadı. Senin gibi ABD Emperyalistlerinin tüm uşakları-devşirilmişleri, başta ve ilkin Taha Akyol gelmek üzere pek beğendiler senin “Yeni CHP”ni. Bir de, kendin gibi devşirilmiş Sencer Ayata’yı buldun. Onunla konuştun. ABD’den aldığınız direktifler doğrultusunda yeni program oluşturdunuz. Tabiî kalemşoru Ayata oldu bu işin. Yeni CHP’nin ekonomi anlayışının özü, “sosyal liberalizm” olacakmış. Yani tıpkı AKP’nin, MHP’nin, DP’nin ANAP’ın vb. olduğu gibi. Yani artık birbirinizden farkınız kalmayacak bu anlamda. Bak, bu açılımınızı yine sizin gibi devşirilmiş aydınlar nasıl değerlendiriyor, bir iki örnek verelim: Taha Akyol’un kendine benzer oğlu Mustafa Akyol: “Ben CHP’nin liberalizm eğilimini memnuniyetle karşılıyorum” (www.yesilgazete.org) CIA’nın “Genç Siviller”inden Doğan Gürpınar: “CHP’nin liberalizm eğilimini yetersiz ama olumlu buluyorum” (agy.) Liberal Düşünce Topluluğu Genel Sekreteri Özlem Çağlar Yılmaz: “(…) Sosyal liberaller ve sosyal demokratlar birlikte siyaset yapabilirler. Çünkü sosyal liberalizm, sosyal demokrasi gibidir. Türkiye’nin bir sosyal demokrat partiye ihtiyacı vardır. CHP’nin liberalizm eğilimini tabii ki desteklerim.” (agy.) Örnekleri çoğaltmanın gereği yok sanırız. Gördüğümüz gibi, tüm ABD-sermaye uşakları, alkışlarla karşılıyorlar senin Yeni CHP’nin bu girişimini. Kılıçdaroğlu! CHP’yi sadece ekonomide yenileştirmedin. Siyasette de tümüyle yenileştirdin, eskiyi öldürüp yerine “yeni”yi getirdin. Şimdi de bu “Yeni CHP”de senin gibi devşirilmiş yol arkadaşlarının söylediklerini görelim. Bak, nasıl büyük katkılarda bulunmuşlar onlar da bu “yeni”liğe: “CHP Genel Başkan Yardımcısı Sena Kaleli, “cemaatleri yok saymak sivil toplum anlayışına uygun değildir”. “CHP Parti Meclisi Üyesi Bülent Kuşoğlu, “tekke ve zaviyeler yeniden açılmalı. ‘Bunlar irtica yuvaları!’. Yok öyle bir şey. Tam tersine kültür yuvaları. Tekke ve zaviyeler birer üretim yeridir. Bunun çok iyi anlaşılması lazım. Oralarda insan yetiştirilirdi, oralar eğitim ve kültür kurumlarıydı. Onun için de bu tür Sena Kaleli kurumlara ihtiyaç var. Bu kurumların yeniden kurulması için gerekli hazırlıkların yapılması gerekir”. “Parti Meclisi Üyesi ilahiyatçı Dr. Muhammet Çakmak, “Fethullah Hoca Türkiye’de bir fenomendir, kimsenin görmezden gelemeyeceği bilge bir adamdır. Fethullah Hoca’yı saygıyla selamlı- yorum”. “Tarikatlara ve cemaatlere yönelik bir ayrım yapmayacağız. Topluma bütün olarak bakacağız”. “CHP Parti Meclisi Üyesi Binnaz Toprak, “Heybeliada Ruhban Okulu açılmalı. Ekümenlik tanınmalı. İki dile sıcak bakıyorum. AKP ekonomiyi iyi yönetti, gelir ve zenginlik arttı”. “CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin, Meclis’e başörtülü bir adayın girmesi durumunda Merve Kavakçı’ya yapılanı yapmayacaklarını söyleyerek, “AKP bu şansını deneyebilir, biz de zorluk çıkarmayız”. “Yine Gürsel Tekin… “Zaman Gazetesi vicdandır”. “CHP’de Konya’dan milletvekili adayı yapılmış bir kişi, hangi partide siyaset yaptığını unutmuş olacak ki Konyalı seçmenlere yönelik olarak “Sizden rica ediyorum. Lütfen her biriniz bir mum olarak, Sayın Davutoğlu’nun (Dışişleri Bakanı) ateşini sürekli yanar halde tutun ki dış politikada Türkiye zaafa uğramasın”. “CHP Genel Başkan Yardımcısı Erdoğan Toprak, “CHP’den ulusalcı kafa gitmelidir”. “AAP kökenli CHP İstanbul Millet- Bülent Kuşoğlu vekili Aydın Ayaydın ise MHP’nin kaset skandalıyla ilgili açıklamalarını eleştirmişti. Ayaydın, “Bu tür olayların içine Fethullah Gülen Hoca’nın karıştırılması yanlıştır. Gülen Hareketi’nin varlığı sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da bilinen bir gerçektir.” (Zafer Yapıcı, İlk Kurşun gazetesi, 3 Aralık) Bak Kılıçdaroğlu! Senin Sena Kaleli’n, her biri birer Ortaçağ kurumu olan cemaatleri yok saymakla sivil toplumu yok saymış oluruz, diyor. Yeni CHP, tekke-zaviyeleri, Fethullah’ı Ortaçağcılardan bile daha pervasızca savunur ekonomiyi iyi yönetti, zenginlik arttı”, diyor. Be soytarı! O zaman niye AKP’de değilsin? Orada koltuk bulamadın değil mi? Ya da efendin ABD, AKP zaten çantada keklik, siz de CHP’ye gidin ki orayı da tümüyle avucumuzun içine alalım, aykırı bir ses çıkmasın oradan da, dediği için CHP’desin sen. Yani efendin öyle yönlendirdiği için… Gürsel Tekin fenomen olduğunu söylüyor. E, söyler… Çünkü kendisinin de, senin de, Fethullah’ın da ortak paydası Amerikancılıktır. Fethullah’ın da Muhammet Çakmak ve benzerlerinin de savunduğu din Hz. Muhammed’in ve Kur’an’ın dini değildir. Onunla hiç ilgisi olmayan CIA dinidir. Fethullah o denli İblistir ki Kelime-i Tevhid’den Hz. Muhammed’in adını bile çıkarabilmektedir. Ve CIA’nın her emrettiğini Tanrı buyruğu bellemektedir. Zavallı, saf insanlarımızı kandırmak için kendisinin rüyalar yoluyla Hz. Muhammed’le irtibat kurduğunu ileri sürebilmektedir. “Hz. Muhammed istemediği için ben evlenmedim, Hz. Muhammed benim için “ondan çok memnunum” dedi, gibi sapkın iddialarla saf müminleri kandırıp kullanmaktadır kendi aşağılık işlerinde. Yaşar Nuri Öztürk, Abdülaziz Bayındır, Zekeriya Beyaz gibi samimi ilahiyatçılar, hatta Kadir Mısıroğlu gibi azılı Mustafa Kemal ve Cumhuriyet düşmanları bile Fethullah Gülen’in bir ABD uşağı, bir hain, bir sahtekâr, bir düzenbaz, bir sapkın olduğunu ileri sürerlerken -tabiî çok haklı olarak- senin CHP’nin tepesine doldurduğun yeni CHP’liler bu aşağılık din tüccarını övebilmektedirler. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi, ortak paydanız Amerikancılık ve sahtekâr oluşunuzdur. O yüzden sempatiyle bakıyorsunuz Fethullah’a. Hani özdeyişte denir ya “Benzer benzerini beğenir”, işte öyle sizinki de. Yine parti meclisine ve TBMM’ye taşıdığın Binnaz Toprak’sa çoktan ABD’de Marry Hanım’ın hocasının ağına takılmış, tabiî gönüllü olarak, devşirilmiş, ajanlaştırılmış bir ABD uşağıdır. O da bulunduğu yerden akıtmaktadır zehrini. Ekümeniklik tanınmalı, yani Türkiye’de Vatikan benzeri bir din devletçiği kurulmalı, Heybeliada Ruhban Okulu açılmalı, yani Tevhid-i Tedrisat Kanunu ortadan kaldırılmalı, diyor. Bunlarla da yetinmiyor. AKP’ye de methiyeler düzmekten geri kalmıyor. “AKP Bak Kılıçdaroğlu! İkinci adamın Gürsel Tekin, Mecliste başörtülü milletvekilleri de olmalı, diyor. Böylelikle o da Tayyipgiller’i sollamış oluyor gericilikte. Ayrıca da “Zaman gazetesi vicdandır”, diyerek Pensilvanyalı İblis’e selam ve saygılarını iletmektedir. Hatırlarsın Kılıçdaroğlu! Sen de CHP’nin tepesine geldiğin, daha doğrusu ABD tarafından getirildiğin günlerde, tarikatlar, cemaatler olmalı, biz bunlara karşı değiliz, hatta faydalı buluruz bunları, yeter ki siyasete karışmasınlar, demiştin. Bunların siyasete karışmamasının mümkün olmadığını çok iyi bilmene rağmen… Yani, sen de Pensilvanya’ya genel başkanlığının ilk günlerinde selam göndermekte gecikmemiştin. Kılıçdaroğlu! Senin ve ekibinin yarattığı CHP ile eski CHP’nin zerre ilgisi yoktur. Siz, tıpkı Tayyipgiller gibi bağımsızlık, yurtseverlik, laiklik ve Mustafa Kemal düşmanısınız. Tayyipgiller bunu açıktan yapıyorlar. Ama siz sinsice, ikiyüzlüce, düzenbazca yapıyorsunuz. Görünüşünüz başka, içiniz, ruhiyatınız başka. Başınız başka oynuyor, kıçınız başka… Bir insan puşt, pezevenk, alçak, düzenbaz, hırsız, dolandırıcı olabilir. Ama böyle olduğunu inkâr etmediği sürece sadece namussuz olur. Ama ya bir de kendisini olduğunun tam tersi gibi göstermeye kalkarsa, işte o zaman namussuzluğunda da namussuz olur. Tayyipgiller için biz bu nedenle hain, ABD uşağı, vatan satıcı, halk düşmanı diyoruz. Yani özetçe namussuz diyoruz. Ama siz, aynen böyle olduğunuz halde kendinizi onlardan farklı göstermeye çabalıyorsunuz. O yüzden siz, namussuzluğunuzda da namussuzsunuz. Yazık ya! İnsan şerefi için yaşar. Siz ne için yaşıyorsunuz bilinmez ki!.. Cemaatlerin yani daha doğrusu tarikatların insanların özgür düşünme yeteneğini ortadan kaldırdığını, beyinlerini uyuşturduğunu, o uyuşturulmuş kafaları dini dogmalarla doldurduğunu ve hepsinin de azılı birer laiklik düşmanı olduğunu görmezlikten, bilmezlikten geliyor. Kendisi de bir ilahiyatçı olan İsmail Nacar bile tarikatlar için “Bunların hepsi birer yılan yuvasıdır” derken, senin genel başkan yardımcın bunlara övgü düzüyor. Yani, bunun yeri aslında Tayyip’in AKP’si ya da Tayyip’in hocası Erbakan’ın partilerinden biridir. Ama sen getirdin bunları buraya. Kılıçdaroğlu! Parti Meclisi Üyen Bülent Kuşoğlu, Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla kapatılan tekke ve zaviyelerin yeniden açılmasını öneriyor. Dikkat edelim; böyle bir şeyi Tayyipgiller ve hocası Erbakan bile açıktan bugüne dek söyleyebilmiş değildi. Seninki onları da solluyor. Tekke ve zaviyeler adam yetiştirmez! Adam sefaleti yetiştirir! Onlar kültür yuvaları filan da değildir. Onlar kültür yuvaları olsaydı Suudi Arabistan, Pakistan, Afganistan dünyanın en kültürlü ülkeleri olurdu. Senin parti yöneticisi milletvekili diye CHP’nin tepesine getirdiğin bu insan sefaletleri Türkiye’yi Tayyipgiller’le birlikte Ortaçağ’a götürmek istiyor. Kılıçdaroğlu! Yine Parti Meclisi Üyeliğine getirdiğin Muhammed Çakmak, Pensilvanyalı İblis Fethullah’ı “saygıyla selam”lıyor. Onun bir ÇI I T K 19 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal’i AB-D Emperyalistleri ve Yerli Satılmışlar yok etmeye çalışıyorlar İkinci Kuvayimilliyeciler Yaşatacaklar A B-D Emperyalistleri yok etmek istiyorlar Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; Çanakkale’yi Emperyalistlere geçilmez kıldıkları, bu topraklar üzerinde yaşayan her kesimden insanımızın Emperyalist Yedi Düvel’e karşı ortak zaferi olan ve “tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferi” olan Çanakkale Zaferi’ne komutanlık yaptıkları için, AB-D Emperyalistleri öldürmek istiyorlar Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; emperyalistlerin aslında kâğıttan birer kaplan olduğunu, Halklar, “Yeter artık!” diyerek ayağa kalkarsa, emperyalistlerin yenilgiye uğratılabileceğini tüm mazlum halklara gösterdikleri için, AB-D Emperyalistleri izini tozunu silmek istiyorlar Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin; “cansız bir vatan, kansız bir millet” yaratmak isteyen emperyalist işgalcilere ve yerli satılmışların suratlarına tüm mazlum halklara örnek olacak tokat atılmasına önderlik ettikleri için, Ortaçağcı İrticacılar yok etmek istiyorlar Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; Hilafeti ve Saltanatı, dolayısıyla da Şeriat düzenini kaldırdıkları, medreseleri, tekkeleri kapattıkları, tarikatları yasakladıkları ve sınırlı da olsa Laikliğe dayanan bir Cumhuriyeti kurdukları için, Ortaçağcı İrticacı Tayyipgiller, Fethullahçılar öldürmek istiyorlar Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; Ortaçağ karanlığını yırtıp toplumu aydınlığa kavuşturdukları, Şeriat Düzenini hâkim kılmak isteyenleri sindirdikleri için, Ortaçağcıların hizmetindeki çapsız, yüreksiz, Özel Tören Paşaları öldürmek ve yok etmek istiyorlar Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri; “(…) subay için “ya istiklâl, ya ölüm” vardır. Fakat arkadaşlar ölmeyeceğiz, bağımsızlığımızı muhafaza ederek yaşayacağız ve milletimizi daima bağımsız görmekle bahtiyar olacağız!” diyerek ulusal kurtuluş için ölüme gözü kara atıldıkları için, Ortaçağcıların emrindeki yürekleri ve beyinleri koftiden Tosun Paşalar; izini ve tozunu silmek istiyorlar Mustafa Kemal’in ve Birinci Kuvayimilliyecilerin; “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyerek Ulusal Kurtuluşun uğruna onurları dışında her şeylerini vatana feda ettikleri için, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, “Düşündüğü gibi yaşamak için savaşmayan aydın, uşaktır” der. Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, bir ulusun tutsak yaşamaktansa yok olmasının daha iyi olacağına inanmışlardı. Kuvayimilliyeciler, onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamak isteyen, emperyalistlerin boyunduruğuna girmek istemeyen Türk ve Kürt Halklarının isyanını örgütlemek üzere girdiler savaşa. Parolaları, “Ya İstiklal Ya Ölüm!”dü. Aldırmadılar düşmanın çokluğuna. Aldırmadılar Tayyipgiller’in Fethullahçıların dedeleri Vahdettin’lere, Damat Ferit’lere, Sait Molla’lara, Ali Kemal’lere. Ürkütmedi bu yurtsever insanları emperyalistlerin silah üstünlüğü ve yerli satılmışların ihanetleri. Çünkü çıktıkları bu yol onurluydu, şerefliydi, yüce bir davaydı ve arkalarında emperyalist işgale boyun eğmeyen Türk ve Kürt Halklarının gücü vardı. Antep Komutanlarından Binbaşı Arslan Bey: “Dostlarım! Biz ister az, ister çok olalım, hepimiz buradayız. Düşmanın topu, otomatik silahları ve iyi donatılmış askerleri var. e olursa olsun, karşımızdaki düşmandan na elde edilirdi ya da hatta büsbütün olanakkorkmayın. Siz ondan güçlüsünüz. Çünkü sız olurdu. Rusya Türkiye’ye hem manevi kendi toprağınızı, kendi ailenizi, kendi na- hem maddi bakımdan yardım etti. Ulusumumusunuzu koruyorsunuz…” diye sesleniyor- zun bu yardımı unutması bir suç olur.” (agy, du neferlerine. İşte Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı s. 273) zaferle taçlandıran güç, Türk ve Kürt HalklarınBirinci Kurtuluş Savaşçıları, yalnızca Avrudaki bu anlayıştı. pa’nın emperyalist açgözlü yırtıcılarına karşı Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı mücadele vermediler: zafere götüren yolun en temel ve en önemli ya“Yüzlerce yıldır süren baskıcı sultan egepı taşlarından biri de, Lenin Usta’nın oya işler menliğine son verilmesi, Türk ulusal kurtugibi örgütlediği Ekim Devrimi tarafından dö- luş devriminin sırası gelmiş büyük bir zafeşenmişti. riydi. Bu zafer, emperyalizmin ajanı olan ve Birinci Kuvayimilliyeciler kurdular, ağır saEkim Devrimi’nin ilk yaptığı işlerden biri, ulusal bağımsız bir Türk devletinin kurulma- nayi tesislerini, madenleri, limanları, iletişim Türkiye üzerine oynanan Emperyalist oyunları sı yolunu tıkayan içteki gerici güçlere karşı sistemlerini, Sümerbank’ı, fabrikaları, demirbozmak ve emperyalistlerin aşağılık planlarını kazanılmıştı.” (agy, s. 347) yollarını. Bugün bu ekonomik değerlerimiz vaaçığa çıkartmak oldu. Birinci KuvayimilliyeciZafer kazanıldığı andan itibaren AB-D Em- tan tanımaz, halk düşmanı ümmetçi kafalar taler, “Rus Devrimi doğudan bir güneş gibi gel- peryalistleri, Yerli Satılmış Tayyipgiller, Fethul- rafından, yangından mal kaçırırcasına, haraç di ve ezilen insanlığın yüreğini parlak bir ge- lahçılar, Özel Tören Paşaları, Birinci Ulusal mezat yerli-yabancı Parababalarına, Özelleştirleceğe umutla doldurdu. Bu şanlı devrim, Kurtuluşun intikamını alma, Mustafa Kemal ve me adı altında peşkeş çekildi-çekiliyor. emperyalist batıya karşı yeni bir cephe oluş- silah arkadaşlarını öldürme, yok etme, onların Zaferle taçlanan Antiemperyalist Birinci turdu” diyerek selamlıyorlardı Ekim Devrimi- izini-tozunu silme çalışmalarına başladılar. Ulusal Kurtuluşumuz yol gösterdi ni. (Abdula Mardonoviç Şamşutdinov, Bir Sov- Mustafa Kemal’in kaybından sonra da bu aşağı- Ortadoğu’nun, Afrika’nın, Latin Amerika’nın yet Tarihçisinin Gözüyle Türkiye Ulusal Kurtu- lık çalışmaları çok büyük bir yol aldı. mazlum halklarına. Mustafa Kemal’in ve dava luş Savaşı (1918-1923), s. 67) Mustafa Kemal’in bedence aramızdan ayrı- arkadaşlarının mücadelesini, bu vatan için yapYine Mustafa Kemal şöyle demekteydi: lışının 74’üncü yılı olan bugünlerde de bu hai- tıklarını örnek aldı Nasır, Musaddık, Che, Fi“Kendi zincirlerini parçalamakla yetin- nane amaçları doğrultusunda büyük kazanımlar del… Emperyalistlere karşı mücadelenin fitilini meyerek tüm dünateşledi, Antiemperyanın kurtuluşu yalist Birinci Ulusal İkinci Kuvayimilliyeciler, Antiemperyalist Birinci Kurtuluş için iki yıldan beKurtuluş Savaşı’mız. ridir benzersiz bir Savaşı’mızın Bugün AB-D Empersavaş yürüten ve Önderi Mustafa Kemal’i andı yalistlerinin Müslüyeryüzünden zulman Arap Halklarına ntiemperyalist Birinci Kurtuluş Sava- rak, bayraklarımızı dalgalandırarak kitle ile giriştikleri Haçlı samün sonsuzca şı’mızın Önderi Mustafa Kemal’i ve birlikte Anıtkabir önüne vardık. kalkması için inavaşında Tayyipgiller, nılmaz acıları coşAnıtkabir’in giriş kapısı önünde dikkat Türk Birinci Kuvayimillliyecileri Ankara’da Ordusu’nun kuyla göğüsleyen andık. çeken vurucu pankartlarımızı indirmeden alana Özel Tören Paşaları Rus Halkına karşı Zafer Çarşısı’ndan Tandoğan’a kadar korte- yayılarak binlerce bildiri dağıtımı yaptık. gönüllü maşa olarak Türk Halkının jimizle, coşkulu sloganlarımızı atarak ilerledik. Ankara Halkına ve Tayyipgiller’e inat, yer almakta. Tabiî ki beslediği hayran- Yürüyüş boyunca “Emperyalistler İşbirlikçi- Mustafa Kemal’i anmak için yurdun dört bir alavere dalavereyle lık duygusunu size ler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yeni tarafından gelen Halkımıza İkinci Kuvayimill- cepheye sürülecek bildirmekten büolan, Türk ve Kürt Sevr’e Karşı Yaşasın 2. Kurtuluş liyecilerin ışığını yansıttık. yük bir sevinç Sloganlarımızla, pankartlarımızla, bildiri- Memetlerdir… Savaşı’mız”, “e ABD e AB Tam Bağımsız duymaktayım… Çanakkale’de, SaBir yandan Batılı Türkiye”, “Kahrolsun Amerikan Uşakları” mizle gösterdik halkımıza, Birinci Kuvayimil- karya’da, İnönü’de, emekçiler, öte yan- sloganlarını atarak ve attırarak “1. Antiemper- liyecilerin yarım bıraktıklarını tamamlayacağı- Dumlupınar’da, Mehdan Asya ve Afri- yalist Kurtuluş Savaşımızın Önderi Mustafa mızı. Bu görev bizim omuzlarımızda. Ant metçiklere bu vatan ka’nın tutsak edil- Kemal ve Onun En büyük Müttefiki Lenin” olsun ki başaracağız! topraklarına emperyamiş halkları, için- ile “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın 2. Kurtuluş listlerin adım atmade bulunduğumuz Savaşımız” pankartlarımızı yükseklere taşıyaAnkara’dan Kurtuluş Partililer ması-atamaması için şu sırada, uluslarölmesi emrediliyordu. arası kapitalin, Bugün Mehmetçikleegemenliğinin en yükelde ettiler, ne yazık ki… re, emperyalistlerin aşağılık çıkarlarına hizmet sek kârını elde etmek için onları birbirlerini Çok büyük bedeller ödeyerek inlerine gön- etmesi için ölmesi emrediliyor. yok etmek ve tutsaklaştırmak yolunda kul- derdiğimiz emperyalistler, bugün artık ellerini Türklerin ve Kürtlerin ortak mücadelesiyle landığını anladıkları gün; sömürgeci politi- kollarını sallayarak giriyorlar ülkemize. bu vatan Batılı Emperyalistlerden kurtarıldı. kanın caniliğinin bilinci, dünya emekçi yığınBir karış toprağı emperyalistlere vermemek Bugün bin yıllık kardeşlik, AB-D Emperyalistlarının yüreğine işlediği gün, burjuvazinin için kanlar döküldü oluk oluk, bugün toprakları- lerinin bin ülkeli bir dünya projesi uğruna düşegemenliği sona erecektir. Ben buna derinli- mızı inlerine gönderdiğimiz emperyalistler manlığa dönüştürülmekte. ğine inanmaktayım ve tüm yurttaşlarım da mazlum halklardan aşırdıkları paralarla satın Mustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyecibu inancımı paylaşmaktadır.” (agy. s. 218) alıyorlar. lerin önderliğinde verilen mücadelenin arkasınEmperyalist 7 Düvele karşı yalnız değildik. Emperyalistlerin Sevr planını da, onlara ku- da Lenin vardı, Sovyet Halkları vardı. Mustafa Uyanan ve davranışa geçen milyonlarca emekçi cak açan Ortaçağcı İrticacıları da parçalayıp at- Suphiler, Onbeşler, gerçek TKP, Usta’mız HikTürkün ve Kürdün umutlarını daha da bir ye- tı atalarımız, bugün Yeni Sevr’e doğru götürü- met Kıvılcımlı desteklediler bu kutsal savaşı. şertti Ekim Devrimi. lüyor bu vatan. Denizler de, Mahirler de sahiplendiler bu müBu savaşta en büyük müttefikimiz olan LEMustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyeci- cadeleyi ve kendilerini bu ülkenin İkinci KurNİN önderliğindeki Sovyetler Birliği tarafından lerin mücadelesi; onur mücadelesiydi aynı za- tuluş Savaşçıları olarak nitelendirdiler. Bugün yapılan her türden silah, teçhizat ve para yar- manda. Yok sayılmaya, “Hasta Adam” muame- gafil solcularımız Mustafa Kemal’i emperyalizdımları zafere giden yolu daha bir kısalttı. Mus- lesine, aşağılanmaya, itilmeye bir isyandı halk- min ajanı, Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş Satafa Kemal, son derece duru bir şekilde dile ge- larımızın mücadelesi. Bugün Türk Ordusu’nun vaşı’nı da “Türk-Yunan Savaşı” olarak görüyortiriyordu, Lenin Usta ve Sovyet Halkının can si- başına çuval geçiriliyor ABD Emperyalistleri lar. midi yardımlarını: tarafından, Yurtsever askerler, bilim insanları Birinci Kuvayimilliyecilerin eksik de olsa “Eğer Rusya’nın yardımı olmasaydı yeni adi birer suçlu gibi zindanlara tıkılıyor, AB-D getirdikleri Laiklik, bugün Ortaçağcı İrticacılar Türkiye’nin İngiliz-Fransız ve Yunan Müda- Emperyalistlerinin talimatlarıyla. Onurdan nasi- eliyle ortadan kaldırılıyor. halecilere karşı zaferi ya bugünküyle karşı- bini almamış Ortaçağcı İrticacılar alkış tutuyorAntiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Salaştırılamaz ölçüde büyük kurbanlar pahası- lar. A Tayyipgiller halkımızı Ortaçağ karanlığına bir adım daha yaklaştırdı!.. Tkaranlığına götürüyor. ayyipgiller adım adım halkımızı Ortaçağ Bilindiği gibi 4+4+4 sistemi ile eğitimde tam bir kaos ortamı yaratan Tayyipgiller, halkımız daha bu şoku üzerinden atamadan yeni bir karanlık uygulamayla daha karşı karşıya bıraktı halkımızı. 2013 yılından itibaren YGS ve LYS’de Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden de sorular olacakmış. “ÖSYM Başkanı Ali Demir, ortaöğretimde zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden 2013’te yapılacak YGS ve LYS-4’te toplam 13 soru sorulacağını bildirdi. Demir, dün yaptığı açıklamada, yükseköğretim kurumlarına öğrenci seçme ve yerleştirme esaslarını belirleyen 2013-ÖSYS kılavuzunun Yükseköğretim Genel Kurulu kararıyla yayımlanarak uygulanacağını söyledi. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ortaöğretimde zorunlu ders olarak okutulmasına rağmen üniversite sınavında bu dersle ilgili soru sorulmadığını hatırlatan Demir, bu yıldan itibaren YÖK Genel Kurulu kararı ile bu dersten de sorular yöneltileceğini kaydetti. Demir, yapılan düzenlemenin 2013’ten itibaren yürürlüğe gireceğini belirterek, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinden YGS’de 5, LYS-4’te de 8 soru yöneltileceğini bildirdi.” (Milliyet, 18 Aralık 2012) Demir, Hürriyet’e yaptığı açıklamada ise “Alevi, Hıristiyan veya Yahudi öğrenciler bu soruları nasıl cevaplayacak? Onlar için de zorunlu mu” sorusuna, “O konuda yorum yapmam doğru olmaz. Bu YÖK Genel Kurulu’nun kararı ve biz de uygulayıcısıyız. Biz sadece kılavuzu yayınladık” dedi. (18 Aralık 2012) Daha önce defalarca yazdık, bunların din ile iman ile Kur’an ile Müslümanlık ile uzaktan yakından ilişkisi yoktur diye. Ha!.. Pardon düzeltelim, ilişkileri tek bir noktada var: Soygun, vurgun ve küp doldurma düzenleri açığa çıkmasın, halk bunların vurgunculuğunu öğrenmesin diye dine ihtiyaçları var! Ve bunların Tanrısının para tanrısı olduğunu, para tanrısının yanında başka bir Tanrı’ya izin vermeklerini de yazmıştık. Üniversitelere girebilmek için emekçi halkımız kendi zorunlu ihtiyaçlarından keserek, yani aç, açık kalarak milyarlarca lirayı dershanelere aktarırken, yani birkaç puan fazla alabilmek için her türlü fedakârlığa katlanırken karşılaştıkları duruma bakın… Adaylar açısından tek bir gerçek var; YGS’deki (Yükseköğretime Giriş Sınavı) 5 din dersi sorusunu çözmeyenler yaklaşık 1213 puan ve LYS’deki (Lisans Yerleştirme Sınavı) 8 din sorusunu çözmeyenler ise sınava yaklaşık 14-15 puan kayıpla başlayacak. Bu durum aşağıdaki sonuçları ortaya çıkaracak; 1- Dershanelerde Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi okutulacak ve/veya özel din dersi takviyesine ihtiyaç duyulacak, 2- İmam Hatip Liselerine 13 ile 15 puan kıyak çekilecek dolayısıyla öğrenciler İHL’lere yönlendirilecek, 3- Zamanla Üniversitenin yolunun İmam Hatip Liselerinden geçmesi sağlanacak, 4- İmam Hatip Liseleri dışındaki okullara yoğun olarak atanan din dersi öğretmeni atamaları artarak devam edecek, 5- Zamlar, işsizlik, asgari ücret yani işsizlik ve pahalılık unutturularak halk mışıl mışıl uyutulacak, 6- Suriye’ye yönelik emperyalist saldırıda koçbaşılık, füze kalkanı, patriot vb. de cabası… Laik, bilimsel eğitimde bu tür uygulamaların yeri yoktur. Ancak Tayyipgiller yetersiz de olsa var olan laik ve bilimsel uygulamaları hızla ortadan kaldırarak, okullarımızı bir taraftan zorunlu ve seçmeli din dersleriyle dini bir eğitime yönlendirirlerken diğer taraftan bilimsel ve laik eğitimin izi tozu silinerek müfredatların içi boşaltılacak, sanat ve spor eğitimi okullardan dışlanacaktır. Mezhepler bakımından çeşitlilik olan ül- vaşında kadınımız cepheye cephane taşıyordu, savaşıyordu. “Yarımız olan kadını”ın yeri “öküzümüzden sonra gel”miyordu. Zaferden sonra da sosyal hayatta ve iş yaşamında yer alması için uğraş veriliyordu. Bugün kadınlarımız, kafası Şeriatın bayrağı Türbanla kapatılırken aynı zamanda da tüm sosyal ve iş yaşamlarından soyutlanmaya çalışılıyor. Ortaçağda olduğu gibi evin dört duvarı arasına, dünyadan bihaber olarak, hapsedilmek isteniyor. Birinci Kuvayimilliyecilerin kurdukları Köy Enstitüleriyle gençler aydınlığa kavuşturuluyordu. Bugün İmam Hatip Okullarıyla birlikte gençlerimiz Ortaçağ Karanlığına doğru yuvarlanıyorlar. Ve bugün Mustafa Kemal’in makamını, Mustafa Kemal ve mücadele arkadaşlarının kurdukları Meclisi, Onların sindirdikleri, yeraltına gönderdikleri Ortaçağcı güçler işgal etmiş durumda. Görüldüğü gibi, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarına göre durum daha vahim. Karşıdevrimci cephe AB-D Emperyalist canavarlarının yanında yerli Parababaları (TÜSİAD, TİSK, TOBB, MÜSİAD), Ortaçağcı-Şeriatçı Tayyipgiller, Parababaları medyasının kalemşorları, gafilliğinden AB-D yolunu savunan, farkında olmadan solculuk yaptığını sanıp bu cephenin içinde yer alan Sahte Solcular, hainliğinden ABD kucağında gönüllü yer alan Sorosçu uşaklarla, daha da genişlemiş durumda. Öylesine örgütlüler ki, azınlık olmalarına rağmen çok büyük bir güçmüş gibi görünüyorlar. Artık pervasızlar. Mustafa Kemal ve Birinci Kuvayimilliyecilerin kapattıkları tekke ve zaviyelerin açılmasına, 29 Ekim’in, 19 Mayıs’ın kutlanmasına, 10 Kasım’da törenler yapılmasına yasaklar koymaya kadar vardırdılar işi. Ama sökmüyor yasaklar, Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın kazanımlarını kaybetmek istemeyen Halkımıza. Halkımız gösterdi gücünü 29 Ekim’de AB-D Emperyalistlerine ve yerli satılmışlara. Yüz binler deldi yasakları, kâr etmedi gaz bombası, biber gazı, tazyikli sular. Halkımız örgütsüz iken gösterdi bu gücünü. Bir de örgütlenirse neler olur o zaman. İşte o zaman Birinci Kuvayimilliyecilerin yarım bıraktıkları tamamlanacaktır. Ulusal Kurtuluş Sosyal Kurtuluşla taçlanacaktır. İşçi Sınıfımız, üretmen halkımız, esnafımız, namuslu aydınlarımız, Sivil-Asker Gençliğimiz ve Kürt kardeşlerimizle omuz omuza, hainlerinişbirlikçilerin egemen olduğu bu soygun ve vurgun düzeni, yerli-yabancı Parababaları düzeni yıkılıp, Demokratik Halk İktidarı kurulacaktır o zaman. Mustafa Kemal’e, Birinci Kuvayimilliyecilere, Çanakkale Şehitlerine sözümüz olsun. Bunu başaracağız. 10 Kasım 2012 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi kemizde, toplumu ve eğitimi bir mezhebe göre düzenlemenin önemli sorunlar yaratacağı ve halkımızı birbirine kırdıracağı ortadadır ve bu metot emperyalist haydutlar tarafından geçmişte de sık başvurulan bir metot olmuştur. Bu durum birleştirici olmaktan çok ayrıştırıcı olacaktır. Ancak Tayyipgiller iktidarı, siyasi hedeflerine varabilmek, toplumu Ortaçağ karanlığına götürmek için, etnikçi-mezhepçi uygulamalarla ayrıştırarak açık açık din sömürüsü yapmaktan kaçınmamaktadır. Eğitim bir bilimdir. Yüzlerce ve binlerce yılın deneyimi ve birikimi sonucu ortaya çıkmış ve bilimsel, deneysel normlara ulaşmıştır. Ülkemizin gelişmesi, halkımızın soygun, vurgun ve hayvanlık çağı demek emperyalist düzenden kurtulması için düşüncesinin, aklının özgürleşmesi gerekmektedir. Yani halkımızın bilimsel, laik ve demokratik bir eğitimden geçirilmesi onun kurtuluşa ulaşmasında önemli kilometre taşı olacaktır. Bize düşün görev Tayyipgiller’in din bezirgânı, din tüccarı maskelerini indirmek, gerçek İblis yüzlerini açığa çıkarmak, halklarımıza teşhir etmektir. Halklarımız tarihsel kazanımlarından ve deneyimlerinden aldığı güçle Proletarya Partisinin etrafında ordulaşarak, bu büyük hedefine ulaşarak Demokratik Halk İktidarını kuracaktır. Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri 20 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Dünyada ve ülkemizde tarih nasıl akıyor? Ne yapmalıyız? Derleniş Yayınları, 17-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda bir konferans düzenledi. 18 Kasım tarihinde “AB-D’nin BOP Planı çerçevesinde Suriye ve Türkiye” başlığıyla gerçekleşen konferansı Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı gerçekleştirdi. Konuşmasını aynen aktarıyoruz. D Sevgi ve Saygıdeğer Arkadaşlarım, ünyada, doğada ve toplumda her şey bir bütünlük arz ediyor. Her şey birbirine bağlı olarak ilerliyor, gelişiyor, yeni biçimler alıyor ve hayat, doğa, toplum sürekli olarak ileriye doğru akıyor. Bu evrensel bir kanun. Bu kanunu bilirsek toplumsal olayları anlamamız, kavramamız ve toplumsal olaylara yön vermemiz, değiştirmemiz olanaklı hale gelir. Eğer öyle davranmazsak, olayları birbirinden kopuk, birbirinden bağımsız ve ilgisiz olaylar olarak ele alırsak ne dünü, ne bugünü, ne yarını anlamamız mümkün olmaz. Karanlıkta yolumuzu şaşırır, olaylar karşısında bocalar ve hiçbir şey yapamaz duruma geliriz. Olayların esiri oluruz. Oysa toplumsal mücadele yürüten insanlar, toplumsal hayata katılan kurumlar, partiler toplumsal olayları önceden görmek ve ona uygun bir hat çizmek, yön çizmek, yol belirlemek durumundadırlar. Çünkü o zaman olaylar karşısında apışmazlar, karanlıkta kalmazlar; aksine gidecekleri ve gitmek istedikleri, toplumu da yönlendirmek istedikleri yöne doğru düzgün bir şekilde yönelirler ve toplumu da yönlendirirler. O zaman zeytinyağı damlasının kâğıt üzerinde yayılışı gibi yayılır gider toplumsal olaylar önümüzde. İşte biz bu Konferans’ımızda, bu bakış açısıyla, Suriye olaylarına ilişkin düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız sizlerle. Bildiğimiz gibi ülkemizde “93 Harbi” diye adlandırılan (eski -Rumî- takvime göre 1293 yılında gerçekleştiği için), 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı’nın sonucunda Osmanlı Orduları yenildi. Bu savaş esas olarak Balkanlar’da cereyan etti ve Rus Orduları, şu anda bulunduğumuz toprakları da (Hadımköy’ü-Beylikdüzü’nü de) geçerek tâ Yeşilköy’e, o günkü adıyla Ayastefanos’a kadar geldiler. Haliç’e girmelerine de, Topkapı’ya girmelerine de hiçbir engel kalmamıştı aslında askeri bakımdan. Osmanlı Ordusu tümüyle yenilmiş ve savaşma gücünü kaybetmişti. Rus Ordusu istediği kadar ilerleyebilirdi. Boğazlar’ı ele geçirebilirdi. Ama Rusların bu yayılmacı girişimleri karşısında, Osmanlı topraklarında gözü olan İngiliz Emperyalistleri başta olmak üzere, Fransız, Avusturya-Macaristan İmparatorlukları, Rusya’nın bu girişimine dur demek zorunluluğunu hissettiler kendi çıkarları bakımından. Ve savaşın bir aşamasında, donanmalarını Boğaz’a soktular. Karadeniz’i ve Çanakkale’nin girişini tuttular. Zırhlılarını Dolmabahçe’ye demirlediler ve karaya askerler çıkardılar, “Hıristiyanları korumak gerekir” sözde gerekçesiyle. Osmanlı Hıristiyanlarını korumak gerekçesiyle. Ve Ruslarla Osmanlı, “Ayastefanos Antlaşması” diye bilinen anlaşmayı imzaladılar. Bu anlaşmayla Balkanlar’ın büyük bir kısmı Bulgaristan’a veriliyordu ve “Büyük Bulgaristan Prensliği” diye bir prenslik yaratılıyordu. Ve Balkanlar’da esas olarak Ruslar hâkim, denetleyici güç durumuna geçiyorlardı. Hakeza Osmanlı’ya bedel biçilen 5 milyon 5 yüz bin frank tazminatın da ödenmediği takdirde Kars, Ardahan, Batum gibi vilayetlerin de Rusya’nın kontrolüne geçeceği saptanmıştı. Osmanlı’da 5 milyon 5 yüz bin lira ödeyecek maddi güç zaten kalmamıştı ve bu topraklar Rusların hâkimiyetine girdi. Ve Kars, Ardahan kırk yıl Rusların işgali altında kaldı, arkadaşlar. Ancak Kurtuluş Savaşı ile birlikte Anadolu topraklarına katıldı buralar. Bu anlaşmanın bir diğer maddesi de Balkanlar’da yaşayan halkların koruyucusu rolünü Ruslara veriyordu. Hıristiyan tebaaya yönelik reformlar yapılması isteniyordu ve bu reformların kontrolünü de Rusya üstleniyordu. Emperyalistlerin Balkanlar’da kanlı oyunu İşte başta İngiliz Emperyalistleri olmak üzere, Fransız, Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Emperyalistleri bu anlaşmadan korktular, ürktüler ve kendi çıkarlarının tehlikeye girdiğini gördüler. Bunun üzerine Rusya ile Osmanlı’yı yeniden bir araya getirdiler ve kendilerinin katılımıyla Berlin’de bir kongre düzenlediler. “Berlin Kongresi’ndeki görüşmelere hâkim olan ruh, Doğu tehlikesini hiç değilse az çok sürekli biçimde ortadan kaldırma isteği değil, devletlerin aralarındaki rekabet ve kıs- kançlıktı. Antlaşmayı imzalayan delegelerin hepsi de sağlam bir barışı perçinlemediklerini, Avrupa Türkiyesinde çizdikleri sınırların, Balkan milletlerini hoşnut bırakmaktan uzak olduğunu pekâlâ biliyorlardı. e yeni kurulan Bulgar prensliği, ne Sırbistan, ne Karadağ, ne de Yunanistan doğal sınırlarına kavuşabilmişti. Dolayısıyla hiçbiri her türlü genişleme isteğini bir yana atıp kesin olarak barış içinde kalkınmaya koyulamayacak, bu belalı yarımada yeni yeni karışıklıklara sahne olacaktı. Ve burada kopan herhangi bir fırtına hızla tüm Avrupa’yı etkisi altına alabilir, dünya barışı için ağır bir tehlike meydana getirebilirdi. “Antlaşmanın en tehlikeli kısmı, üç ayrı Bulgaristan yaratılmasıydı. Oysa üç bölgede yaşayan Bulgarlar birbirinden farksızdı, aynı dili konuşurlardı, aynı örf ve adetlere sahiptiler, aynı kıyafeti giyerlerdi, tarih boyunca aynı kaderi paylaşmışlardı. Aynı ruhu, aynı ülküyü taşıyan soydaş halkı üç kısma bölmek, elbette ki barışı garantiye alacak bir yol değildi. Diğer Balkan halkları da aynı durumdaydı. Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan, kanları ve ağır fedakârlıklar pahasına bağımsızlıklarını elde etmeyi başarmışlardı; fakat bu, ne tüm Sırpların, ne tüm Karadağlıların, ne de tüm Yunanlıların kurtuluşu olmuştu. Esaretten kurtulan Yunanlı, Karadağlı ve Sırplar yanında başka Yunanlılar, başka Karadağlılar, başka Sırplar bağımlı kalmakta devam ediyorlardı. Bu durumda, aynı halkın şanssız bölümünün, şanslı bölümü gibi özgürlüğe kavuşmaya çabalamamasına, şanslı bölümünün ise özgürlükten nasibini alamamış olan soydaşlarının emellerini gerçekleştirmelerine yardımcı olmamasına elbette imkân olmazdı. Hiçbir güç engelleyemezdi bunu. “Bu bakımdan Berlin Kongresi’nde yapılan düzenlemeler yalnız barışı garantileme- mekle kalmıyor bilakis öyle şartlar yaratıyordu ki, olayların göstermiş olduğu gibi, gelecekteki karışıklıkların tohumlarını atmaktan başka işe yaramıyordu. “Ama bunda şaşılacak bir şey yoktu. Kongreye katılan devletler, özellikle İngiltere ile Avusturya-Avusturya’nın arkasında da Almanya- gelecekte barışı ve hakkı korumaktan ziyade Ayastefanos Antlaşmasını tahrip etmek için toplanmışlardı Berlin’de. O anda tehlike bu antlaşmadan geliyordu ve onlar için bu tehlikeyi savuşturmak, uygulaması imkânsız olmayan yeni bir antlaşmadan doğabilecek uzak tehlikelerden kaçınma endişesinden daha acil bir ihtiyaçtı. itekim bütün bir ay süren görüşmeler boyunca bu gaye için çalıştılar: Düzelttiler, kesip biçtiler, durup dinlenmeden değiştiler; ne incesine baktılar, ne yarının sakıncalarından çekindiler. Berlin Antlaşması karanlık ve karışık bir gelecek vaat ediyordu. Fakat böyle karanlık ve karışık bir gelecek, çıkar birliği yapan devletlerin Doğu’da giriştiği avcılık için en uygun ortam değil miydi? Osmanlı İmparatorluğu’nu yağmalamak fikri hepsini büyülüyordu. Yağmaya niyetlenenler içinse, karanlık ve bulanık bir ortamdan daha yararlı ne olabilirdi?” (Aram Andonyan, Balkan Savaşı, s. 29-31) 1913 yılında İstanbul’da Ermenice yayımlanan, Osmanlı Ermenisi bir vatandaşımızın, Aram Andonyan’ın “Balkan Savaşı” adlı kitabının hemen girişi böyle başlıyor. Ve Aram Andonyan, çok açık ve net bir biçimde Batılı büyük devletlerin Osmanlı’yı yağmalamak, parçalamak, kesip-biçmek istediklerini ve halkların arasına nasıl nifak soktuklarını gösteriyor bize tâ 1913 yılında. Ve bunu, dediğim gibi, Osman- lı Ermenisi bir vatandaşımız gösteriyor, arkadaşlar. Ermeni Halkının o günkü temsilcilerinden bir tanesi söylüyor bunları... (Aynı Aram Andonyan, daha sonraki süreçte, Batılılar ve Osmanlı hakkındaki bu objektifliğini kaybedecek, bağnaz bir haksız Ermeni talepleri savunucusu olacak hatta bu haksız tezini savunabilmek için “Talat Paşa Telgrafları” diye adlandırılan sahte belgeler bile üretecektir.) Emperyalistlerin çizdikleri sınırlar doğal değil yapay sınırlardır İşte konuşmamın başında da söylediğim gibi Balkanlar’da böylesine kesip-biçen, yağmalayan Batılı emperyalistler, bugün de Ortadoğu’yu kesiyor, biçiyor ve yağmalıyorlar bir kez daha. Bildiğimiz gibi, 1. Emperyalist Evren Savaşı’ndan sonra Batılı Emperyalistler, Batılı büyük devletler, Ortadoğu’yu kurt dalamış sürüye çevirdiler. Bir tek Arap Ulusu’ndan 22 devlet çıkardılar. Bir tek Kürt Ulusu’nu 4 parçaya böldüler. Arap Halklarını, Arap Ulusu’nu ayrı devletlere bölerek birbirine düşürdüler. Masa üstünde cetvellerle sınırlar çizdiler. Ama o çizdikleri sınırların halkların doğal sınırları olmadığını ve bu sınırların karışıklıklardan başka bir işe yaramayacağını adları gibi biliyorlardı. Ama bu onların karanlık emellerini gerçekleştirme isteklerine tamamen uyan bir durumdu. 08 Ekim 1912’de başlayan Balkan Savaşı’nda yaptıklarını ve Balkanlar’da 100 yıl önce hayata geçirdikleri bu kanlı planı, işte bugün de oynanmaya devam ediyorlar. Suriye meselesi, 100 yıllardır süregelen, Osmanlı’nın ve Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklardaki halkların bölünmesi, parçalanması, yağmalanması, talan edilmesi, yeraltı ve yerüstü servetlerinin ele geçirilmesi savaşının parçasıdır, bir devamıdır. Bu savaş ne yazık ki bundan sonra da bir müddet daha devam edecek. İşte 1912-13 yılında, Balkan Savaşları diye iki aşamada gerçekleşen savaşların sonucunda Osmanlı’nın hâkim olduğu topraklardaki uluslar, ulusal bağımsızlıklarını kesin olarak kazandılar. Bu tarihsel sürecin önüne geçilemezdi, geçilmemeliydi. Uluslar, Kendi Kaderlerini Tayin Etme Hakkına sahiptirler. Ve o hakkı mutlak bir gün elde ederler; Barışla ya da Zorla. Balkan Halkları bakımından da bu tarihsel süreç böyle oldu, böyle yaşandı. Ama zorla çizilen bu sınırlar, Balkan ülkeleri sınırları, ne yazık ki, kurulan Balkan devletleri için de bildiğimiz gibi nihai sınırlar olmadı. Ve o sınırlarda bugün hâlâ bölme, parçalama, yağmalama devam ediyor. Bir tek sosyalist Yugoslavya devletinden, emperyalistler 7 devlet çıkardılar, arkadaşlar. Daha da çıkartacaklarından başka… Bugün de Arnavutlarla-Sırplar, Yunanlarla-Bulgarlar, Yunanlarla-Makedonlar arasında büyük toprak kavgaları var. Fiilen savaşa dönüşmüyor olsa da tarihsel şartlar gerçekleştiği anda savaşla bir kez daha topraklar paylaşılmak istenecek. Emperyalistler o sınırları bu yüzden böyle belirlediler. İşte bugün de, 1918’den-1920’den sonra şekil verdikleri Ortadoğu’yu bir kez daha şekillendirmeye kalkıyorlar. Ve bugün bunun adına “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)” diyorlar. Bu proje, Afrika’nın kuzeyinden, Kafkaslar’a, Pakistan’a kadar uzanan çok geniş bir coğrafyayı kapsıyor ve bu coğrafya çok büyük stratejik öneme sahip. Bir yandan denizler bakımından, dünya ulaşımının sağlanması bakımından çok büyük öneme sahip. İki; yeraltı servetleri bakımından büyük öneme sahip. Yani petrol ve doğalgaz bakımından dünyanın çok önemli bir bölgesi ve işte bu bölgeyi bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında bir kez daha, bu kez ABD Emperyalizmi şekillendirmeye kalkıyor. Bu bölgelerde yaşanan acıların kaynağı 100 yıl öncesine, 150 yıl öncesine dayanıyor, arkadaşlar. Yani bugün, dünün devamı, yarın da bugünün devamı olacağı için Suriye meselesini bu bağlamda, bu bütünlük içinde, bu tarihsel süreç içinde göz önüne aldığımızda, tarihsel önemi kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bugün Batılı büyük devletler, bizim AB-D Emperyalistleri diye adlandırdığımız; Amerika Birleşik Devletleri Emperyalizmi ve Avrupa Birliği Emperyalizmi Suriye Halkını kan ve ateş içinde bıraktı. Her gün 40, 50, 100, 200 insanın canına kıyılmasına neden oluyorlar. Suriye, daha geçen yıla kadar en az 30, 40 yıldır 1960’dan bu yana Esad yönetiminde, BAAS Partisinin iktidarda olduğu bir ülkeydi ve gerçekten, insanlarının Hıristiyan, Müslüman, Yezidi, Kürt, Türk, Alevi, Sünni bütün ırklardan, bütün uluslardan insanların, kardeşçe, eşitçe yaşadığı bir ülkeydi. Suriye sosyalist bir ülke değil. Demokratik bir halk iktidarı yok. Ama emperyalistlerin uşağı olmuş, kölesi olmuş bir iktidar da yok Suriye’de. BAAS iktidarı bildiğimiz gibi (BAAS, Arap Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi’nin kısaltılmışıdır) Arap Halkının birliğini savunan, bu uğurda mücadele eden ve Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da parçaları olan bir partiydi ve o parti Arap Halkının birliğini savunuyordu. Bu topraklarda yaşayan halkların birliğini gerçekleştirmeye, kardeşçe yaşamasını sağlamaya çalışıyordu. Evet, sınıflar vardı. Evet, hâkim sınıflar Parababalarıydı ama halklara çok yoğun zulüm eden bir iktidar da söz konusu değildi. Dolayısıyla sorun olmayan Suriye’de bir anda sorunlar ortaya çıktı. Ama bu sorunların kaynağında ABD Emperyalistleri yatıyor, arkadaşlar. AB-D Emperyalizminin Savaş Ekonomisi “Dünyada satılan her dört silahtan üçünü, ABD satıyor. “ABD’de Kongre’nin raporu küresel gücün silah satışını 3 kat arttırarak 66.3 milyar dolara ulaştırdığını açıkladı. Rapora göre ABD geçen yıl sadece Suudi Arabistan’a 84 savaş jeti ve onlarca helikopter sattı. “Suriye’deki krizin iç savaşa dönüşerek Ortadoğu’nun dengelerini altüst ettiği bir dönemde ABD’nin Körfez ülkelerine silah satışını rekor bir düzeye ulaştırdığı ortaya çıktı. Yasama organı Kongre tarafından hazırlanan ve siyasi çevrelerde etkili ew York Times gazetesi tarafından açığa çıkartılan denizaşırı ülkelere silah satışları raporuna göre ABD’nin toplam satışı 66.3 milyar dolara ulaştı. Dünya silah pazarının 85.3 milyar dolarlık bir hacme ulaştığı 2011’de ABD pazarın dörtte üçüne sahip oldu. Rusya ise 4.8 milyar dolar silah satışıyla ikinci olsa da birinci sıradaki ABD’yle arasında derin bir uçurum bulunuyor. “EREDEYSE İKİYE KATLADI “Yıllık olarak hazırlanan rapor, 2010 yılında ABD’nin silah satışının sadece 21.4 milyar dolar olduğunu hatırlatarak ‘olağanüstü artışın’ altını çizdi. Amerikan tarihinin en yüksek silah satışını oluşturan koşullar incelediğinde Ortadoğu’daki jeopolitik dengelerin önemi anlaşılıyor. Küresel ekonomik kriz nedeniyle dünya genelinde silah satışları düşerken İran’la olası bir çatışmadan çekinen Körfez ülkeleri Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman rekor seviyelerde Amerikan malı silah alarak ordularını güçlendirdiler. “84 tane F-15 jeti “ABD’nin bölgedeki sıkı müttefikleri olan bu üç ülke İran’la sınırları olmadığı için kara ordusuna mühimmat yerine pahalı savaş uçakları ve kapsamlı füze savunma sistemleri alarak silah satışında tarihi rekor kırılmasını sağladılar. Suudi Arabistan 84 adet F-15 jeti ve düzinelerce Apache ve Black Hawk türü helikopter alırken toplam silah alımı 33.4 milyar doları buldu. Bu sayı ABD’nin 2011’deki rekor satışının yarısını oluşturuyor. Suudi krallığı gibi petrol zengini olan Birleşik Arap Emirlikleri ise bütçesinden 3.49 milyar doları füze kalkanına; 939 milyon doları Chinook türü askeri helikopterlere ayırdı. Umman’ın 18 adet F-16 jeti için ödediği 1.4 milyar dolar da doğrudan ABD’nin kasasına girdi. Raporda dikkat çeken diğer ülkeler ise 10 tane C-17 transfer uçağı için 1.4 milyar dolarlık anlaşmaya imza atan Hindistan ve Patriot füzeleri için 2 milyar doları gözden çıkaran Tayvan oldu. Silah satışı alanında gizli sınıflandırmasına girmeyen en önemli belge olan rapor bugün kamuoyuna açıklanacak. “Dünyada silah satışında ilk sırada ABD yer alıyor. ABD tek başına silah satışlarının yüzde 79’unu yaparken ikinci sıradaki Rusya yalnızca yüzde 6’sını yapıyor. Çin, Batı Avrupa ve diğer ülkelerin payı da yüzde 6’da kalıyor. ABD’nin silah satışındaki payının Körfez’de tırmanan gerilimle birlikte bir yıl içinde yüzde 44’ten yüzde 79’a yükselmesi dikkat çekiyor.” (Milliyet, 31 Ağustos 2012) ABD’nin savaş bütçesi genel bütçesinin yüzde 20’ine tekabül ediyor. Obama, artık dünyanın herhangi bir yerinde istediği adamı kaçırabiliyor çıkardığı yasalarla. Obama’nın casus uçak cumhuriyeti var ve insansız hava araçlarıyla en çok insanların öldürüldüğü, suikastların gerçekleştirildiği dönem, Obama’nın geçtiğimiz dört yıllık iktidarı. Yani böylesine, bütçesinin yüzde 20’sini, onlar savunma diyorlar ama saldırı silahlarına ayıran, dünyada satılan dört silahtan üçünü üreten ve satan ABD, halklar arasındaki kan davalarından büyük bir mutluluk duyuyor. Çünkü o silahlar buralarda alıcı buluyor; Kafkaslar’da, Afrika’da, Balkanlarda ve Ortadoğu’da… Habire ülkeler silahlanıyorlar. Habire uçaklar, tanklar, tüfekler, füzeler, bombalar alıyorlar. Komşularımızla neden savaş halindeyiz? Niçin? Amerikan silah tekelleri kârlarına kâr katsın, ABD Emperyalistleri yağmalarına devam edebilsinler, diye. Ve bizim ülkemizde de, Adana-İncirlik’te, nükleer silahlar onlarca yıldır durmaya ve tehdit olmaya devam ediyor. Rusya’yla çıkacak bir savaşta (geçmişte Sovyetler Birliği’yle bugün Rusya’yla çıkacak bir savaşta) ya da İran’la çıkacak bir savaşta ilk hedef İncirlik’teki nükleer silahlar ve Malatya’ya yerleştirilen füze savunma sistemi, arkadaşlar. Ve bütün bu araç gereçler, bütün bu depolar, nükleer silah depoları, Malatya’daki füze koruma kalkanları ABD’nin, AB’nin ve İsrail’in güvenliğini sağlamaya yönelik. Türk Halkının hiçbir çıkarı yok bunlarda. Aksine halklarla düşmanlık nedeni tüm bunlar. Ve Türkiye’deki nükleer silahlar sürekli olarak yenileniyor ve bu füzeleri taşıyacak savaş uçakları da habire yeni teknolojilerle donatılıyor: “Türkiye’deki nükleer silahlar yenilenecek’ “ ATO’nun, Belçika, Hollanda, İtalya, Almanya ve Türkiye’de bulundurduğu taktik nükleer silahları yenileyerek ABD yapımı F35 saldırı uçaklarınca taşınan hassas güdümlü silahları konuşlandıracağı bildirildi. Düşünce kuruluşu Avrupa Liderlik Ağı (EL ) tarafından yayımlanan, geçen yıla kadar ATO karargâhında ABD misyonunun silah kontrolü danışmanı olar Ted Seay’in kaleme aldığı raporda (…) Soğuk savaş döneminden kalan 180 adet B61 taktik nükleer bombasının yerine daha gelişmiş, hassas güdümlü B61-12’leri yerleştirmeyi planladığı bildirildi.” (Cumhuriyet, 12 Mayıs 2012) Bu nükleer bombalar, F-35 saldırı uçaklarınca kullanılabiliyormuş. Bu uçakların üreticisi de ABD tabiî… Ve biz de bu uçaklardan alacakmışız. “ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey’nin davetlisi olarak ABD’de bulunan Genelkurmay Başkanı Orgeneral ecdet Özel’in F-35’ler hakkında brifing aldığı ve Türkiye’nin 2 adet F-35 için ön sipariş verdiği biliniyor.” (agy) Söz konusu 180 nükleer bombanın 60-70 tanesi şu anda Türkiye’de, İncirlik’te, arkadaşlar: “(…) Türkiye’deki nükleer B61 tipi bombaların sayısı 60-70 arasında ve hepsi İncirlik’teki ABD hava üssünde bulunuyor. 2001 yılında bu rakam 90’dı. Ankara’da Akıncı ve Balıkesir’de bulunan hava üslerindeki 40 kadar nükleer silahı, buradaki üsler kapatıldığı için İncirlik’e kaydırıldı.” (Milliyet, 06 Şubat 2012) İşte tüm bu nedenlerden dolayı komşularımızla düşman hale geldik. “Sıfır sorun” politikasının gerçek içyüzünün tüm komşularla sorun olduğu açıkça ortaya çıktı yaşanan olaylarca. “Kahrolsun Esad Diktatörlüğü” demek emperyalizmden yana saf tutmaktır Suriye meselesi dünya meselesidir. Suriye meselesini eğer emperyalistlerin dünyayı yağmalama, talan etme, sömürme pazarlarını yeraltı-yerüstü servetlerini ele geçirme savaşından ayrı düşünürsek; yani dünyadaki mazlumlar ve zalimlerle olan savaştan bağını kopartırsak, Suriye olayını anlayabilmemiz mümkün olmaz. Suriye toprakları, Suriye sınırları, Türkiye sınırları bakımından yolgeçen hanına dönmüş durumda. Bu sınırların tamamında Türk devletinin, AKP iktidarının açık desteğiyle sınırın fiilen ortadan kaldırılmasıyla bütün karşıdevrimciler cirit atıyorlar. İstedikleri gibi Suriye topraklarına giriyorlar, istedikleri katliamı yapıyorlar ve sonra geliyorlar burada o bölgede kurduğumuz kamplarda dinlenip tekrar savaşmaya gidiyorlar. İşte 14 Kasım, dört gün önceki gazete, Hürriyet Gazetesi: “Hatay’dan geldiler Suriye’ye girdiler.” Yani Hatay’dan otobüslerle geliyorlar Ceylanpınar sınırından Suriye topraklarına, Resulayn’a giriyorlar. Yayladağ sınırı zaten açık. Giriyorlar çıkıyorlar... Yani hiçbir engel söz konusu değil ve her türlü savaş araç gerecini de bu sınırlardan istedikleri gibi geçiriyorlar. Burada başka başlıkları var. Cirit atıyor ABD ajanları. ABD, birlikler gönderdik Hatay’a diyor. İngiltere birlikler gönderdik, Fransa birlikler gönderdik diyor, AKP iktidarı çıkıyor yok böyle bir şey, diyor. Şimdi gönderdik diyene mi inanacağız? Yok diyene mi inanacağız?.. O askerler, o birlikler başta İncirlik olmak üzere, Pirinçlik olmak üzere bir karşıdevrim üssü olarak kullanmak için ve olası bir sıcak çatışma anında devreye girecek öncü kuvvetler, özel kuvvetler o topraklara geldiler ve yerleştiler! Suriye’de bugün gerçekten kan gövdeyi götürüyor. Ama emperyalistlerin söylediği gibi, bir iç savaştan söz etmek asla mümkün değil. Suriye’de bir iç savaş yaşanmıyor. Suriye’de AB-D Emperyalistlerinin desteklediği, kışkırttığı, büyüttüğü karşıdevrimcilerin Suriye yönetimine ve Suriye Halkına karşı zalimane saldırıları söz konusu. Times Gazetesi’nin yazarı, iki gün önceki yazısında diyor ki, karşıdevrimcilerin attığı slogan olarak; “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara.” Suriye’de yaşanan gerçeklik bu, arkadaşlar! Suriye sınırlarını, Suriye coğrafyasını parçalamak istiyorlar. Hıristiyanları Lübnan’a göndermek, Alevileri de bire dek kırmak istiyorlar. Ki Alevileri kırma niyetlerini de hiçbir şekilde gizlemiyorlar. Yani “Alevilere ölüm!” diye sloganlar atıyorlar. On gün kadar önce 21 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Zeynebiye diye bir bölgesini ele geçirdiler, Suriye’nin, Hz. Ali’nin kızı Hz. Zeynep’in türbesinin bulunduğu bölgeyi ele geçirdiler ve o bölgedeki bütün Alevileri bire dek asarak öldürdüler. Hz. Zeynep’in Türbesini de bombaladılar. Yani orada bir mezhebin diğer bir mezhebe karşı, bir mezhebin kendilerini benimsemeyen mezhepten insanlara karşı savaşı söz konusu. Eğer bunu böyle görmezsek, Suriye’de iç savaş var, dolmasını yutarsak, gerçekleri görmemiş, gerçeklere gözlerimizi kapamış, AB-D Emperyalistlerinin oyununa gelmiş oluruz. Bu yüzden Suriye meselesi dünya meselesidir; Suriye meselesi, Türkiye meselesidir. Karşıdevrimcilerin attıkları slogan açık: “Hıristiyanlar Lübnan’a, Aleviler mezara”. Bizim ülkemizde de Alevi ve Sünniler var. Aynı dinin iki mezhebi bu topraklarda da yaşıyor ve bu topraklarda da o kan davası kışkırtılmaya çalışılıyor. Mezhepler arasına kan davası sokulmaya çalışılıyor. Ve evler işaretleniyor, çarpılar konuluyor Malatya’da, Sivas’ta… Alevi insanlarımıza oruç tutmadıkları sözde gerekçesiyle geçtiğimiz Ramazanda saldırılar oldu, bildiğiniz gibi. Bunlar neyin göstergeleri? Aynı planın bu topraklarda da uygulanmak istendiğinin göstergeleri, arkadaşlar. Bütün bu gerçeklikleri görmek, bu yüzden de Suriye olayına böyle yaklaşmak durumundayız. Eğer Suriye gerçekliğini böyle görmezsek; “bize ne” ya da onların söylediği gibi “Kahrolsun Esad Diktatörlüğü” dersek işte o zaman kendi topraklarımızın da, kendi sınırlarımızın da, kendi halklarımızın da sonunu görmemiş oluruz. Rakamlarla AB-D Emperyalistlerinin insanlık dışı katliamları Emperyalistler dünya halklarının tümüne zulüm uyguluyorlar. İşte burada Milliyet Gazetesi yazarı ve eski Merkez Bankası Başkanı Yaman Törüner’in verdiği rakamlar var, kaç tane soykırım yaptıklarına dair. Sadece Amerika’da 40 milyon yerliyi katlettiler bildiğimiz gibi Avrupalılar (İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar, İspanyollar…). Sadece Hindistan’da açlıktan 27 milyon insanın ölmesine neden oldu İngiliz Emperyalistleri: “Ölümler, İngilizlerin Hindistan’ı sömürge olarak kullandıkları 1769-70, 1876-79, 1896-1900 yılları arasında toplam 11 yıl içinde oldu. İngilizler, Hindistan halkına ürettirdikleri hububatın tümüne el koyup, halka yaşayacakları kadar bile yiyecek vermeyince bu kıyım ortaya çıktı.” (Yaman Törüner, Milliyet, 12 Aralık 2011) Fransızlar bir gecede 20 bin kişiyi katlettiler. İşte burada, Milliyet Gazetesi’ndeki haberde: “1830-47 yıllarında Cezayir’i ele geçiren Fransız güçleri, 775.000’nin ölümüne sebep oldu. Savaş, Cezayirli tacirlere olan Fransız borçlarının istenmesi üzerine çıkarılmıştı. 1837’de Constantin şehrinde, bir günde 20.000 Arap katledildi. 1845’te Fransız Albay Pelissier, bir mağaraya karbon monoksit vererek, 500 çocuk, kadın ve erkeğin ölümüne neden oldu.” (Yaman Törüner, Milliyet, 26 Aralık 2011) Afrika’da ve dünyanın başka bölgelerinde katlettikleri de bunların dışında. Yani emperyalistler nereye gitmişlerse hep ölüm meleği de onlarla birlikte kol geziyor ve dünya halklarının üzerine bir kâbus gibi çöküyor. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin asıl sahipleri olan yerliler, sadece birkaç bölgede turistik amaçlı gösteri çadırları kurularak oralarda yaşatılıyor. Yani turistik malzeme derekesine düşürülmüş bir halk durumunda. ABD Emperyalistleri yaptıkları onlarca katliam yetmezmiş gibi, bu durumdan da sinekten yağ çıkartır gibi, o halkın acılarından da, kalan parçalarından da yararlanmaya kalkıyor. Turistlere gezi malzemesi yapıyor yerli halkı ve turistik bölge haline getiriyor yerlilerin yaşadıkları toprakları. Ve hep söylüyoruz, ABD Emperyalistleri sadece insana düşman değiller. Doğaya ve hayvana da düşmanlar. Amerika kıtasında bizon da bırakmadılar bildiğiniz gibi. Niye? Yerlilere karşı gerçekleştirdikleri savaşlarda, yerli halkı aç bırakarak teslim almak için… Vietnam’da dünyanın en kanlı savaşlarından, en zalim savaşlarından, en insanlık dışı savaşlarından birini yapan ABD o kadar çok kimyasal silah kullandı ki… Ve bu savaş sonucunda 1 milyon Vietnamlı savaşçı, 4 milyondan fazla da sivil Vietnamlı yaşamını yitirdi. Hakeza Japonya’da 2. Emperyalist Evren Savaşı’ndan sonra atılan atom bombasının sonuçları aradan onca yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ etkisini sürdürüyor ve onlarca, belki yüzlerce yıl daha etkisini sürdürmeye devam edecek. Japonya’da da Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları sonucu yüz binlerce insan hayatını kaybetti. Bütün bu katliamları kim gerçekleştirdi? ABD Emperyalistleri gerçekleştirdi. Bugün Suriye’de karşıdevrimcileri kim destekliyor? Aynı ABD Emperyalistleri… Yani hedefimizi doğru belirlemek durumundayız. Düşmanımızın kim olduğunu netçe bilmek durumundayız. Burada en ufak bir yanılgı, halkların arasına nifak sokmaktan başka bir işe yaramaz ve kendimize gelecek tehlikeleri de görmemize engel olur. Bu yüzden olayların adını netçe koyarsak, Suriye’de yaşanan; zalimlerin mazlumlara, sömürenlerin sömürülenlere, ezenlerin ezilenlere yaptığı uygulamalardan başka bir şey değildir. Sınıflar savaşının bir parçasıdır ve zalim sınıflar, mazlum sınıflara saldırılarını, zalim devlet mazlum devletlere, mazlum halklara saldırılarını Suriye olayında bir kez daha gösteriyorlar. Amaç, demin de söylediğim gibi, Ortadoğu coğrafyasını yeniden şekillendirmek, haritasını yeniden çizmektir. ABD’nin süper gücünün, bu coğrafyada kendisine bağlı kukla devletler, kukla iktidarlar yaratmak çabasından başka bir şey değildir. Ve bugün o saldırıya maruz kalan Suriye devletinin lideri Esad kahramanca diyor ki: “Ölmem gerekirse ülkemde ölürüm”. İşte biz bu yüzden Esad’ı destekliyoruz! “Ülkesini hiçbir koşulda terk etmeyeceğini belirten Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, “Ben Batı’nın kuklası değilim. Ben Suriye’de doğdum. Ölmem gerekirse de yine ülkem Suriye’de ölürüm.” diyor. (Hürriyet, 09 Kasım 2012) Beşşar Esad İşte biz Batı’nın kuklası olmayan, emperyalistlere kulca boyun eğmeyen Esad’ı ve iktidarını, Suriye halklarını bu yüzden destekliyoruz ve sonuna kadar da desteklemeye devam edeceğiz! (Alkışlar…) Bizim tutumumuz bu. Net, açık, kesin! Ya karşı tutumda olanlar? Onların da tutumlarına bir örnek verelim istiyorum. Kim mu bunlar? Örneğin “İnsan Hakları Savunucuları” maskesi altına saklanarak emperyalistlerin borazanlığını yapanlar var, arkadaşlar. Geçtiğimiz yaz aylarında Antakya’da “Suriye’de Savaşa Hayır” mitingi yapıldı. Bu mitinge çeşitli grupların yanı sıra İnsan Hakları Derneği (İHD) Antakya Şubesi de katıldı. Ama ertesi gün fırtına koptu. İHD Genel Merkezi bir açıklama yaptı ve dedi ki: Biz bu eylemi desteklemiyoruz. Aksine biz Esad’ın bir diktatör olduğunu biliyoruz ve iktidardan devrilmesini istiyoruz. Aynen böyle, arkadaşlar. Şimdi bu “İnsan Hakları Savunucuları”na ne demeli bilmem ki… Emperyalistlerin borazanlığını yapıyorsunuz, emperyalistlerin sahte “İnsan Hakkı” dolmasını yuttuğunuz gibi bize de yutturmaya kalkıyorsunuz dediğimizde, vay bize hakaret ediyorsunuz, biz her türlü insan hakkı ihlaline karşıyız, diyorlar. Böylece de sınıflarüstü insan hakkı savunuculuğu yapmış olduklarının farkına varmıyorlar. Daha doğrusu bunu bilerek ve isteyerek yapıyorlar. Çünkü anlayışları bu! Çünkü onlar emperyalist AB’nin fonlarıyla besleniyorlar. Ortadoğu’daki dengeler, sınırlar değişiyor Değerli arkadaşlar, Irak, Libya, Suriye ve İran, Türkiye, aynı zincirin, BOP zincirinin halkaları. Önce Irak, sonra Libya halledildi. Şimdi Suriye halledilmeye çalışılıyor. Arkasından sıra İran’a gelecek. Ve en son Türkiye olacak. Yani bu bölge, Ortadoğu, Anadolu, BOP’un hayata geçirilmesi için emperyalistler tarafından sürekli işleniyor. Bildiğimiz gibi, emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata geçirmelerinin ilk kilometre taşlarından bir tanesi Irak işgali oldu. Irak’ta büyük bir emperyalist ağababaları ve uşakları koalisyonu gerçekleştirerek ve Birleşmiş Milletler’i de kendi aşağılık amaçlarına alet ederek ve esasta onların kuklası olma niteliğini kazanmış Birleşmiş Milletler’den karar çıkartarak, bir koalisyon halinde Irak’a saldırdılar. Irak’ın antiemperyalist lideri Saddam’ı ve BAAS iktidarını devirdiler. Ve bugün o işgalin sonucu olarak, Irak fiilen üç parçaya bölünmüş durumda. Arkasından oradan aldıkları cesaretle Libya’ya saldırdılar. Libya’da da karşıdevrimci hainleri kullandılar. Yiğitçe direnen (hatalarını bir yana bırakalım, insanların hataları olabilir ama Müslümanlığın da söylediği gibi, son soluğunda ne yaptığın önemlidir. Son sözün, son davranışın önemlidir. İşte bu son davranışta da) Libya lideri Kaddafi ve Libya Halkının bir kısmı emperyalistlere karşı kararlıca direndiler ve ülkelerinin işgal edilmemesi için kahramanca savaştılar. Ama ne yazık ki, emperyalistlerin üstün savaş araç gereçleri, teknolojileri karşısında yenilmek zorunda kaldılar. Ve bugün Libya’da aynı bölünme tehlikesinin içine girmiş durumda. Aşiretler ele geçirebildikleri toprakları kendi toprakları, kendi sınırları olarak ilan ediyorlar ve Libya da hızla parçalanmaya doğru gidiyor. Çok iktidar var şu anda Libya’da. Merkezi hükümetin yanında belki onlarca yerel iktidar var. Yani emperyalistler hangi ülkeye giriyorlarsa, aynen Balkanlar’da yaptıkları gibi, bölüyor, parçalıyorlar. İşte şimdi sıranın Suriye’ye geldiğini düşünüyorlar. Suriye’yi halletmek istiyorlar. Şu ana kadar neden başarılı olamadılar? Tayyipgiller, başta başbakan Erdoğan, Suriye’yi kolay lokma sanmışlardı Libya’dan sonra. Hemen, birkaç gün içinde, bir ay içinde yutula- cak lokma olarak görmüşlerdi ve canla başla Suriye devletine karşı provokasyona başladılar. Neredeyse 82’nci il ilan ettikleri, ortak bakanlar kurulu toplantısı yaptıkları, Tayyip’in “Kardeşim” dediği Esad’ı ve Suriye’yi bir anda sattılar. Karşıdevrimcilere açıkça destek sunmaya başladılar. Tayyip artık emperyalistlere uşaklıkta sınır tanımıyordu, uşaklığını bir kez daha ispatlamaya kalkıyordu. Ama hesaplamadıkları bir durum vardı: 1) BAAS partisi ve Esad yönetiminin yurtseverliği, antiemperyalistliği, halkseverliği, 2) Libya’da ve Irak’ta oyuna gelen Rusya’nın ve sonra Çin’in Suriye’de oyuna gelmek istememeleri… İşte Rusya’nın ve Çin’in, AB-D Emperyalistlerinin Birleşmiş Milletler’den Suriye’ye karşı bir yaptırım kararı çıkartma, uluslararası bir koalisyon oluşturma girişimlerini veto etmeleri, emperyalistlerin oyunlarının şimdilik başarılı olmamasını sağlayan önemli etkenlerden bir tanesi oldu. Dolayısıyla Rusya ve Çin tutum değiştirmediği müddetçe, emperyalistlerin Suriye’de şu an için bir başarı kazanmaları söz konusu değil. Suriye Halkı direnmeye devam ediyor, Esad yönetimi direnmeye devam ediyor ve Rusya da kendi çıkarları için yani onu da hiç atlamayalım, gözümüzü, bilincimizi karartmayalım, Suriye Halkını sevdiği için, Suriye Halkından yana olduğu, halkları savunduğu için değil; kendi emperyalist çıkarları bakımından ABD Emperyalistlerinin Suriye’yi ele geçirmesini istemiyor. İşte bu tutumları devam ettiği müddetçe emperyalistlerin ve karşıdevrimcilerin Suriye’de başarılı olmaları mümkün değil. Ki karşıdevrimci güçler şu anda da askeri olarak aslında güçlü değiller. Ama dediğim gibi emperyalistlerin özel kuvvetlerinin, özel birliklerinin, sınırlarımızın apaçık olmasından, istedikleri gibi at oynatmalarından ötürü kısmî, mevzii başarılar kazanmıyor değiller elbette ama esas, tayin edici savaşta Suriye Halkı ve Esad yönetimi başarılı olmaya devam ediyor. Bütün kışkırtmalara, bütün baskılara karşın bir buçuk yılı aşkındır direnmeye devam ediyor ve direnmeye devam edecek. Ve dünyada herkes de şunu adı gibi biliyor ki, Suriye’den sonra sıra İran’da. İşte zalim İsrail, ABD demek olan İsrail, bakın gene Filistin Halkını kana buluyor. Her gün 40, 50 kişiyi katletmeye başladı. Füzelerle, savaş gemilerinden ve toplardan atılan bombalarla Gazze Halkını tekrar katletmeye başladı. Ve bunun önemli nedenlerinden bir tanesi seçim dense de, İsrail’deki seçim dense de İran meselesi, arkadaşlar. İran’a gözdağı vermeyi hedefliyor. Suriye’ye ve İran’a. Çünkü İran, Suriye ve Gazze’deki yönetim ABD Emperyalistlerinin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planlarına karşı çıkıyor şu anda. CIA İslamının, Amerikan İslamının hayata geçirilmesine karşı çıkıyor. Bildiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri “Ilımlı İslam” diye adlandırıyor o İslam anlayışını. Biz onu CIA İslamı olarak adlandırıyoruz ve Amerikan İslamı olarak adlandırıyoruz. Dört Halife’nin, Hz. Muhammed’in İslamıyla bu İslamın asla ilgisi yok. Hz. Muhammed “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen ve öldüğünde bir ibriğiyle, bir hırkasından başka bir şeyi olmayan bir liderdi, bir önderdi. Dört Halife de aynen öyle yaşadı. Ama bugünkü Amerikan, CIA İslamını savunan liderlere bakın, Tayyip’ten başlayarak bakın, milyar dolarlara sahipler. “Rahmetli” Erbakan altın küpüydü. Öldüğünde de kilolarca altını çıktı biliyorsunuz. Dolarlardan ve Türk Liralarından başka. Yüzlerce kilo altını çıktı. Yani Hz. Muhammed nerede, bunlar nerede?.. Bunlar da Müslüman geçiniyorlar ama bu Müslümanlar o Müslümanlar değil, arkadaşlar. Bu İslamcılar, o İslamcılar değil. Bunlar CIA İslamcısı, ABD İslamcısı! İşte o bakımdan da İsrail buradan bir savaş başlatarak Gazze’ye saldırarak, Filistin Halkını vurarak, yarın nükleer silah var bahanesiyle vurmak istediği, vuracağı, İran’a saldırmanın yollarını oluşturuyor. İran’ın çökmesi demek ABD Emperyalistlerinin bu bölgeyi tamamen ele geçirmesi demektir. Arkasından sıra hep söylediğimiz gibi Türkiye’ye geliyor, arkadaşlar. Bugünün Ermeni liderleri de “Büyük Ermenistan” ideallerini açıkça dile getiriyorlar Türkiye meselesinin zayıf noktaları var. Türkiye’de de halklar yaşıyor ve mezhepler var. Emperyalistler bu halkları birbirine düşman etmeye, kan davaları yaratmaya, birbirlerini kırdırmaya çalışıyor. Mezhepleri birbirine düşürmeye çalışıyor. Şimdi 2011 yılında, Temmuz ayında “5. Ermeni Dili ve Edebiyatı Olimpiyatı”nda bir Ermeni genci, Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’a, “Ağrı Dağı dâhil, Batı Ermenistan, Ermenistan’la birleşecek mi?” şeklinde bir soru soruyor. Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ın verdiği cevabı hatırlıyoruzdur, arkadaşlar: “Biz Dağlık Karabağ’ı aldık, Ağrı’yı da yeni nesil alsın” diyor. (Sami Kohen, Milliyet, 29 Temmuz 2011) Yani kandırılmış, aldatılmış Ermeni burjuvaları, kaderlerini 100-130 yıldır Batılı Emperyalistlerin kaderleriyle birleştirmiş Ermeni burjuvaları, taleplerinden vazgeçmiyorlar. Ağrı’yı ve “Büyük Ermenistan” diye adlandırdıkları, “Tarihi Ermenistan vatanı” diye adlandırdıkları, bugün Kürt Halkının yaşadığı coğrafyayı, çoğunlukla Kürt Halkının yaşadığı coğrafyayı ele geçirmek ve Ermenistan topraklarını büyütmek istiyorlar. “Denizden denize Ermenistan”ı hayata geçirmek istiyorlar. Yani İskenderun’a kadar gelmek istiyorlar. Peki, bugünkü tarihi şartlarda bu mümkün mü? Bu mümkün değil. Ama ya yarınki tarihi şartlarda?.. İşte emperyalistlere bel bağlamış Ermeni önderleri bunun hesabını yapıyorlar: “ABD’de Ermeni diasporasının lideri sayılan Harut Sassounian Armenian Weekly gazetesi için Ermenilerin “Batı Ermenistan” dediği bugünkü Doğu Anadolu toprakları üzerindeki taleplerini yazdı. Harut Sassounian makalesinde sıkça sorulan sorular ve bunlara verilen yanıtlar şöyle: “(…) “Ermenilerin Batı Ermenistan’ı (Doğu Anadolu) geri alması gerçekçi bir ihtimal mi? “Hiç kimse Türk liderlerin Ermenilere topraklarının tek bir parçasını bile gönüllü şekilde verecekleri ilüzyonuna kapılmamalı. Toprak genellikle güçle alınır. Ermenistan askeri anlamda Türkiye’den zayıf olduğu için Türkiye’de yaşanacak öngörülemeyen gelişmeleri beklemek zorunda. (Nedir o öngörülemeyen gelişmeler, arkadaşlar. – Gürdal Çıngı.) Mesela iç savaş, bölgesel çatışmalar, Kürt isyanı, doğal felaketler gibi güç boşluğu yaratacak ve dünyanın bu bölümünde sınırların değişmesine neden olacak gelişmeler... Hukuki haklarını talep edebilecekleri an gelene kadar Ermeniler bu isteklerini kuşaktan kuşağa aktarmalılar. “Eğer bu topraklar geri alınırsa Ermeniler burada azınlıkta kalmayacak mı? “Evet, eğer bugün Batı Ermenistan (Doğu Anadolu) Ermenilere verilirse bu doğru olur. Yani Ermenilerin burada azınlıkta olduğunu gerçek rakamlara göre de bir nüfus hesabı bakımından sıfır olduğunu onlar da biliyorlar. Fakat daha önce de dediğim gibi bu gerçekleşmeden önce büyük olayların yaşanması lazım ve bunların bölgedeki demografik sonuçları Kürtler, Türkler ve Ermenilerin kalan alanlardaki durumlarını değiştirebilir. Kimse demografik statükonun aynı kalacağını varsayamaz.” (Milliyet, 09 Ağustos 2012) İşte gerçek bu, arkadaşlar! Biz istediğimiz kadar gerçeğe gözlerimizi kapamaya çalışalım. Sevrci Soytarı Sahte Solcuların ve burjuva Ermeni yazarların, Sevr paranoyası içindeler, bölünme paranoyası içindeler dedikleri bizler, bu gerçeklikleri netçe görüyor ve biliyoruz. İşte Ermeni lider, ABD’nin Ermeni lideri, bu gerçeklikleri çok açık bir biçimde bir kez daha söylüyor. Oysa işte Ermeni gazeteci Aram Andonyan, 1913 yılında bunu söylüyor. Emperyalistlerin halklarla nasıl oynadıklarını, halkları nasıl birbirine düşürdüklerini ve demografik yapıyla nasıl oynadıklarını ve bu oynamaların da basit çocuk oyunu olmadığını; halkların nasıl acılar çektiğini, katliamlar yaşadığını çok somut örneklerle (bakın yukarıda aktarma yaptığım bu kitapta, şuralarının altlarını çizdim), çok açık örneklerle anlatıyor. Balkanlar’da yaşayan Müslüman halkın o savaşlar sonucunda nasıl katliamlara uğratıldıklarını ve can havliyle nasıl Anadolu toprak- Emperyalistlerin savaş makinesi... larına geçtiğini anlatıyor. Bizim Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı da, 1912 yılındaki Balkan Savaşları esnasında o göçlere maruz kalan insanlardan, çocuklardan bir tanesidir. Bildiğimiz gibi Hikmet Kıvılcımlı 10 yaşındayken Balkan Savaşları başlamıştır. Ve bakın Hikmet Kıvılcımlı, Balkan Savaşlarında yaşadıklarını, o savaşın acılarını, “Kendi Kaleminden Hayatı”nda, bize birkaç satırda nasıl anlatıyor: “Balkan harbi patladığı gün çocuk kendini yeniden İştip’te buluyor”. Bildiğimiz gibi Hikmet Kıvılcımlı, Priştine’de doğuyor. Bugün Kosova Cumhuriyeti’nin başşehri olan, o zaman Osmanlı’nın Kosova Eyaletinin bir şehri olan Priştine’de doğuyor. “Ulusların kanlı göçü başlamıştır. Çocuk birkaç güne kadar geri dönmemek üzere göçmenler mahşerine kapılıyor. Bir omuzda taşınamaz manliher tüfeği öbüründe Kur’an’ı Kerim kesesi. Yollarda kaybola ola yayan Köprülü’ye bir buğday vagonuna ulaşıyor. Trenle yarı aç gidilen Selanik’te çocukları insan ve hayvan ayakları altında çiğneyen Panik’i, bezirgân yanında bir hafta çıraklığın kırk para kazanmak için yarım saat süren tesadüfî hamallığın yatılıp da kalkılamayan Ölüm’ün ne olduğunu acı acı öğreniyor.” İşte Usta’mız o Balkan Savaşları’nda gördüğü, etinde kemiğinde hissettiği emperyalistlerin halkları birbirine düşman etme, nüfuslarla, sınırlarla, demografik yapıyla oynamalarının sonuçlarını en acı bir biçimde görüyor. Ve onu gördüğü için de yurdumuz emperyalistler tarafından işgale uğratıldığında, daha 17 yaşında savaşa katılıyor, bulunduğu Ege’de, Muğla’da. Ve Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı oluyor kısa süre içinde bildiğimiz gibi. Ve emperyalistlere karşı son soluğunu verene kadar da kesintisizce, kararlıca mücadele ediyor. İşte Kurtuluş Partisi bu önderin savunucusu olarak bu mücadeleyi sürdürüyor. Usta’mızın etinde, kemiğinde duyduğu, yaşadığı ve kararlıca mücadele ettiği emperyalizme karşı bugün biz de aynı kararlılıkla ve aynı boyun eğmez iradeyle mücadele ediyoruz. Ve emperyalistlerin oyunlarını bozarak mutlak zafere ulaşacağız! (Alkışlar…) Başta Suriye Halkı olmak üzere Ortadoğu halklarıyla birlikte bu vatanı yıkılmaz, çelikten bir kale yapacağız. Ortadoğu, emperyalistlere karşı yenilemeyen, geçit vermeyen bir kale olacak. Bundan adımız gibi eminiz. Görmek istemesek de yok saysak da gerçekler kendini dayatır Bakın yerli Parababaları vatan topraklarını AB’ye peşkeş çekmek için elinden geleni yapıyor. 2002 yılında iktidara gelen AKP, AB’ye girmek için her türlü ödünü verdi. 2005 yılında görüşmeler başlayınca gazeteleri, televizyonları hatırlayacaksınız bayram ilan edildi. AB’ye alınıyoruz, AB’ye giriyoruz diye. Oysa bakın emperyalistlerin birliği olan AB’nin yöneticileri ve Papa 16’ncı Benedictus Türkiye’nin AB’ye girmesi için ne diyorlar (üstelik bunları aktaran da Andrew Wheatcroft adlı Avrupalı bir yazar): “Fiilen olanlarla özenle uydurulan efsaneler arasındaki çelişkiler çarpıcı. 1683’deki Viyana Kuşatması, yüzyıllar önce olduğu gibi bir kez daha Batı’ya karşı Doğu’nun, Müslümanlara karşı Hıristiyanların sürekli mücadelesine ilham veren bir metafor haline geliyor. Olay bir kez daha tartışmalı bir amaca hizmet ediyor. Artık yeni bir Avrupa mücadelesi verildiği fikrini destekliyor. Hıristiyanlığı yok edeceği gerekçesiyle XXI. yüzyıl Türklerinin Avrupa Birliği’ne girmesine izin verilmemesi gerektiği, aksi takdirde Türklerin Osmanlı atalarının 1683’te yenildikleri yere girmeyi başarmış olacağı söyleniyor. “Bu görüşleri savunanlar arasında çok tanınmış kişiler de var. Bunlardan biri çok aleni bir biçimde, eğer Türkiye AB’ye girseydi “Viyana 1683’de boşuna kurtarılmış olacaktı” diyen Avrupa Birliği Komisyonu eski üyesi Frits Bolkenstein’di. Daha sonra Papa XVI. Benedictus olan Kardinal Joseph Ratzinger de tarihe başvurdu: “Avrupa’yı oluşturan, bu kıtanın oluşmasına izin veren kökler Hıristiyanlığın kökleridir. Türkiye daima Avrupa ile kalıcı karşıtlık içindeki başka bir kıtayı temsil etti. Bizans İmparatorluğu’na karşı savaştılar, Konstantinopolis düştü, Balkan Savaşları yapıldı ve Viyana ile Avusturya tehdit edildi. İki kıtayı eşit görmek hata olacaktır. Türkiye’nin AB’ye girmesi tarih karşıtlığı olacaktır.” (Andrew Wheatcroft, Kapıdaki Düşman Habsburglar ile Osmanlıların Avrupa Mücadelesi, Doğan Kitap, s. 287-288) İşte AB Emperyalistlerinin; Türkiye’nin yerli Parababalarının ve Tayyipgiller iktidarının canla başla çalıştıkları AB’ye giriş maceralarına böyle bakıyorlar, böyle değerlendiriyorlar, arkadaşlar. Biz istediğimiz kadar gerçeklere gözlerimizi kapayalım, istediğimiz kadar gerçekleri görmek istemeyelim ama gerçekler devrimcidir ve gerçekler inatçıdır. Her gün, her gün, her gün yeni yeni olaylarla kendisini bizlerin gözüne sokmaya devam eder. O yüzden biz devrimciyiz ve gerçeklerin devrimci olduğunu biliyoruz. O yüzden biliyoruz ki ABD Emperyalistleri Suriye’de, Ortadoğu’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da kısa sürede başarılı olsalar da eninde sonunda kazanan halklar olacaktır. Bu topraklar, bu vatan, bu halklar, bu dava, bu insanlık davası için ömrünün 50 yılını adamış ve bu dava için son soluğunu vermiş Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencileri olarak, Kurtuluş Partililer olarak emperyalistlere karşı mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğiz ve savaşımı zaferle sonuçlandıracağız. Bundan adımız gibi eminiz! (Alkışlar...) Ve biz insanlığımızdan başka her şeyimizi halkların kurtuluşu için harcamaktan çekinmeyiz. Doğruları söylemekten çekinmeyiz. Neyse odur doğrular. Bugün AKP iktidarı Kürt Halkına karşı da zulüm uyguluyor. Kürt Halkını acıtıyor ve kanatıyor. Bu topraklarda yaşayan Kürt Ulusu’nu yok sayarak; dilini, kültürünü, varlığını yok sayarak Kürt Halkıyla 1071’den beri aramızda süren kardeşliği bozmaya çalışıyorlar. Bizans’a karşı 1071’de Kürt Halkıyla beraber bu vatanı kurduk. Çanakkale’de birlikte savaştık ve kazandık. Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaştık ve kazandık. Bugün ve yarın da Kürt Halkıyla birlikte emperyalistlere karşı savaşımızı mutlaka kazanacağız. Emperyalistlerin hevesleri bir kez daha kursaklarında kalacak. Sevr’i nasıl parçalayıp attıysak, Yeni Sevr’i de bir kez daha parçalayıp atacağız ve bu coğrafyada bütün halklarla kardeşçe yaşayacağız. Emperyalistleri inlerine sokacağız ve o zalim düzenin savunucularını, Parababalarını, Finans-Kapitalistlerini Tarihin çöplüğüne atacağız. Zafer halkların olacak! Çok teşekkür ederim. (Uzun Alkışlar…) 22 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 CHE ölmez yapıtlar bırakarak ölümsüzlüğe ulaştı “Ö seniz, ölmez bir yapıt bırakınız” Baştarafı sayfa 1’de ldükten sonra da yaşamak ister- diyordu en savaşçı Halife Hz. Ali. Kahraman Gerilla Che Yoldaş da, insanlığın kullanımına sunduğu ölmez yapıtlar bırakarak bedence aramızdan ayrıldı. Şimdi bu yapıtları kullanıyor insanlığın kurtuluş mücadelesinde savaşan devrimciler, ABD ve AB Emperyalistlerine karşı mücadele yürüten halklar. Nerede haksızlığa karşı mücadele yürütülüyorsa Che Yoldaş da orada hak yiyenlere karşı mücadelede en ön safta. Nerede zalimin zulmüne karşı mazlumlar ayaklanıp yürüyorsa Che Yoldaş da bu yürüyüşün en önünde. Nerede Emperyalist İşgale karşı Halklar direnişe geçiyor, mücadeleyi yükseltiyorsa Che Yoldaş da direnişin en ön safında mücadeleyi yükseltmekte. Devrimciler, Dünya Halkları Che Yoldaş’ın insanlığın kullanımına sunulan ölmez yapıtlarını kullanarak mücadele ediyorlar, direniyorlar, savaşıyorlar, zaferler kazanıyorlar. Nedir bu ölmez yapıtlar? Cesaret, Che Yoldaş’ın insanlığa bıraktığı büyük yapıtıdır. Önderimiz Nurullah Ankut’un dediği gibi, cesaret vatanına sahip olduğu için ölümsüzdür CHE. Cesaret vatanına sahip olduğu içindir Dünya Halklarının, mücadelelerinde Che Yoldaş’ı bayrak yapmaları. İnsanlığın kurtuluş mücadelesinde ölümü “hoş geldi sefa geldi” diye karşıladığı için ölümsüzdür CHE. Onurdur Che’nin diğer bir ölümsüz yapıtı. Onuru yaşamdan değerli kıldığı içindir Dünya Halklarının CHE Yoldaş’ı efsaneleştirmesi. Başını önüne eğmediği, Yoldaşlarının, Önderlerinin başını önüne eğdirmediği içindir CHE’nin Devrimcilere, Halklara Devrimci Mücadelelerinde 45 yıl sonra da yol gösteriyor olması. Başını öne eğmediği, güneşten alnı yandığı içindir emperyalistler arasında heyulasının dolaşması. İnançtır Che’nin ölmez yapıtı. “İnsanlığın tek bir sosyalist aile olma” mücadelesine ve bilimine olan inancında, mücadelenin en kızıştığı, en zor durumda kaldığı anda bile zerre kadar dahi bir azalma meydana gelmediği içindir yok olmaması. Kararlılıktır Che’den kalan bir diğer yapıt. Emindir Che Yoldaş attığı her adımdan. Geri adım atmaz, geri adım attıramaz hiç kimse. Çünkü O, gittiği yolun kurtuluş yolu olduğundan emindir, o yüzden tereddüde düşmez, kararsızlık göstermez. İşte bunun içindir Che’nin insanlığın unutulmasına izin vermeyeceği insanlar arasına girmesi. Umuttur, ki bugünlerde en çok ihtiyacı duyulan, Che’nin bir diğer ölümsüz yapıtı. Umudunu hiçbir zaman kaybetmez Che Yoldaş, ne düşmanın en çok, en güçlü, en saldırgan olduğu durumda, ne de sayılarının en az, güçlerinin en zayıf, yoldaşlarını kaybettiği o acı günlerde. Bilir ki Che, umut biterse savaşılmaz, mücadele edilmez. O yüzdendir mücadele eden insanların yol göstericisi olarak Che’yi seçmeleri, Umutlarını yitirmemeleri. İnsan sevgisi de en büyük miraslarından biridir Che Yoldaş’ın. Dünyanın neresinde olursa olsun insana yapılan bir haksızlığa yüreği sızladığı içindir Dünya Halklarının ve Devrimcilerin gönlünde taht kurması Che Yoldaş’ın. Bilimdir Che Yoldaş’ın en büyük yapıtı. İnsanlığın kurtuluş bilimi olan Marksizm-Leninizme inanmış, bu bilimi etüt et- miş, mücadelesine yol gösterici yapmış, yaşamının her alanına bu yüce teorinin kurallarını uygulamaya çalışmış, kendinden sonraki kuşakların yararlanması için bilimin ışığı doğrultusunda kitaplar yazmış ve insanlığın kullanımına sunmuştur. Bu ölmez yapıtları tek mirası olarak bıraktığı için Che sadece bedence aramızdan ayrılmış ve ölümsüzleşmiştir. Bugün bu yapıtları kullanan halklar ve devrimciler yükseltebiliyor mücadeleyi. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de halkların AB-D Emperyalistlerine karşı mücadelesinde Che en ön saflarda. Venezüella’da Hugo Chavez Yoldaş’la, Che’nin bedence aramızdan ayrıldığı Bolivya’da Evo Morales Yoldaş’la, Chavez ve Morales’e yol gösteren Fidel ve Raul Yoldaşlarla birlikte sol rüzgarları estiriyor Che Yoldaş. Onların yanında, onlarla birlikte mücadelenin her anında yanlarında Che. Bu topraklarda Kıvılcımlı Usta’nın öğrencilerinin Devrimci Mücadelesinde Che Yoldaş’ın ölmez yapıtları yol gösteriyor. Bu topraklarda cesaretin, onurun, inancın, kararlılığın, umudun, insan sevgisinin ve bilimin adıdır Halkın Kurtuluş Partisi. Bunun içindir ki biz Latin Amerikalı Yoldaşlarla çok iyi anlaşıyoruz. Bu ölmez yapıtları mücadelemize mihenk taşı yaptığımız içindir Dünyanın her yanındaki devrimci mücadelede Che var Che Guevara’nın katledilişinin 45’inci yıldönümünde Küba Cumhuriyeti Elçilik Müsteşarı Jorge Luis Fernandez Chamero Yoldaş’ın Konuşması: B Yoldaşlar; ugün Ernesto Che Guevara’yı ölüm yıldönümünde anıyoruz. Ölümünün 45’inci yılında O hâlâ yaşıyor ve O’nun devrimci düşünceleri günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyor. Ernesto Che Guevara de la Serna’nın, Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı CIA’nın emrindeki Bolivya Ordusu tarafından katledilmesinin ardından 45 yıl geçti. Evrensel olarak Che Guevara olarak bilinen Arjantinli bir doktor, dünya gençliğinin bilincinde sonsuza kadar var olmak üzere bir yolculuğa çıktı. Che, 08 Ekim 1967’de Bolivya’da Quebrada del Yuro’da bir çatışmada yaralandı ve bir gün sonra da ABD’nin hizmetindeki Bolivya Ordusu mensupları tarafından katledildi. Bu katliamı gerçekleştiren kişiler Che’nin sesini kesebileceklerine inandılar fakat şimdi onun sesi, bugün daha iyi bir dünya için mücadele eden kitlelerin yüreğinde her zamankinden daha güçlü bir şekilde çınlıyor. Che, ateşli bir Latin Amerika yurtseveriydi. Fakat Che bunun da ötesindedir. O bugün, ne eksik ne fazla; tam anlamıyla antiemperyalizm kelimesinin sembolüdür. Bu, öyle bir yurtseverliktir ki, Che’ye, burjuvazi karşısında çekingen ve tereddütlü davranmanın sonuç getirmeyeceğini göstermiştir. Şu anda, şu saatlerde Latin Amerika ve dünya yeni bir sınıftan, İşçi Sınıfından ilham almalıdır; doğrudan ülkelerimizin bağımsızlığına saldıran emperyalizme, oligarşiye ve büyük kapitale güçlü bir şekilde saldırmalıdır. Che Guevara, dün olduğu gibi bugün de mücadele ve antiemperyalist dayanışma ile tarihe yön veren en önemli duygudan esinlenmiştir. Bugün biz Che’nin düşüncelerini her zamankinden daha fazla temsil ediyoruz. Bugün biz onun ulaştığı gerçek mutluluğa her zamankinden daha fazla inanıyoruz. Biz bugün işkencecilere ve sömürgenlere asla göz yummayan devrimcilerin mutluluğuna inanıyoruz. Che bir bakan ve aynı zamanda en büyük uluslararası forumlarda bir konuşmacıydı. Fakat o aynı zamanda Küba’da gönüllü çalışmanın da yaratıcısıydı. Ve Che Küba’da Pazar günleri doğruca limana giderek yük boşaltır, şeker kamışı keser, yani nerede bir iş varsa oraya koşardı. Büyük anlardaki kahramanlıklar günlük hayattaki kahramanlıklardan belli olur. Che devrim için canını verdi. Yani diğerlerinin yaşayabilmesi için canını verdi. Biz de yaşayabilmek için mücadele ediyoruz. Çocukların aç kalmamaları ve üşümemeleri için mücadele ediyoruz. İnsanların enerjilerinin ve umutlarının boşa gitmemesi için mücadele ediyoruz. Devrimci eylemler, ölümlerin en kötüsü olan kapitalizm ve sömürüyü ortadan kaldırmak içindir. Bugün dünyanın dört bir tarafındaki devrimci mücadelede Che vardır. O, Küba Devrimi’nin kalıcı ve ölümsüz ruhunda vardır. O, geçen hafta sonu Hugo Chavez önderliğinde bir kez daha önemli bir seçim zaferi kazanan Bolivarcı Venezüela Cumhuriyeti’nin mücadelesinde vardır. Bize nihai zafere kadar aralıksız bir şekilde mücadele etme azmi veren Che’nin devrimci yaşam örneğidir. Bu eylemler Che’nin bize bıraktığı derslerdir ve onun düşünceleri dünyanın bu bölgesinde yaşamaya devam ediyor. Sözlerimizi Che’nin katledilmesini Küba Halkının öğrendiği gün Fidel Castro’nun söylediği sözlerle bitirelim. Fidel o gün şunları söylemişti: “Eğer devrimci savaşçılarımızın, üyelerimizin, insanlarımızın nasıl olmaları gerektiğini anlatmak istersek, hiç tereddütsüz şunu söyleyebiliriz: Che gibi olmalılar! “Gelecek nesillerimizin nasıl olması gerektiğini açıklamak istiyorsak, hiç tereddütsüz Che gibi olmalarını istediğimizi söylemeliyiz. “Eğer çocuklarımızın gelecekte nasıl eğitilmelerini istediğimizi söylersek, hiç tereddütsüz Che ruhuyla eğitilmelerini istediğimizi söylemeliyiz. “Eğer bu zamana ait olmayan, geleceğe ait olan, yaptığı işlerde hiçbir hata bulunmayan, yaklaşımlarında ve eylemlerinde hiçbir leke bulunmayan bir model arıyorsak, o model Che’nin ta kendisidir. “Çocuklarımızın nasıl olmaları gerektiğini bilmek istiyorsak, yüreğimizin tüm devrimci heyecanıyla şunu söylemeliyiz: Biz, çocuklarımızın Che gibi olmalarını istiyoruz.” Bu anma etkinliğini düzenlediğiniz ve bizi de böylesine bir etkinliğe davet ettiğiniz için Küba adına tekrar teşekkür etmek istiyoruz. Çok teşekkür ederiz. bugün Che’yi sadece bizim anlayabilmemiz. Onlarla dünyanın değişik bölgelerinde mücadele eden ordunun farklı birliklerinin birer neferi olduğumuz içindir Che Yoldaş’ı her 9 Ekimde Latin Amerikalı Yoldaşlarla birlikte anmamız. Che Yoldaş’ın bedence aramızdan ayrılışının 45’nci yılında Kübalı Yoldaşlarla birlikteydik yine. Küba Cumhuriyeti Elçilik Müsteşarı Jorge Luıs Fernandez Chamero Yoldaş ve eşi katıldı etkinliğimize. Partimiz Ankara İl Örgütü Sekreteri Av. Doğan Erkan Yoldaş’ın açış konuşması ve Che nezdinde tüm Devrim Şehitleri adına 1 dakikalık saygı duruşuyla başladı etkinliğimiz. Fernandez Chamero Yoldaş konuşmasında Che’nin ne demek olduğunu ve önemini anlattı bizlere. (Yoldaş’ın konuşmasını aşağıda yayımlıyoruz.) Partimiz adına konuşan Doğan Erkan Yoldaş’ımız konuşmasına, Kübalı Yoldaşlarla, aramızda okyanuslar olmasına rağmen aynı şeyleri düşünüyor ve söylüyor olmamızdan ne kadar gurur duyduğunu söyleyerek başladı. Ve içinde bulunduğumuz durumda ABD ve AB Emperyalistlerinin saldırılarını yoğunlaştırdığını, Ortadoğu Halklarına ve bugünlerde Suriye’ye saldırarak bin devletçikten oluşan bir dünya projesini yaşama geçirmede hatırı sayılır bir yol aldıklarını aktardı. Böyle günlerde Che Yoldaş’ın mücadelesinin Halkların mücadelesine yol gösterdiğini aktardı. Yoldaş’ımız en karanlık günlerde, Faşist Batista Ordusu’nun, Yoldaşlarına pusu kurup kırdığı günlerde bile Che’nin inancından, kararlılığından, mücadele azminden bir şey kaybetmediğini, Che Yoldaş’ın Küba Devrimi’yle yetinmeyip mütevazı katkılarını sunmak için dünyanın farklı bölgelerine savaşmaya gittiğini söyleyerek, O’nun enternasyonalist dayanışmasına vurgu yaptı ve bu uğurda Bolivya’da CIA tarafından katledildiğini söyledi. Doğan Erkan Yoldaş, Che’nin ölüm anında bile örnek devrimci davranış sergilediğini, boyun eğmediğini, katledildiği köydeki bir öğretmene yaralıyken tahtadaki yazıda bir kelimenin bir harfinin hatalı olduğunu söyleyecek kadar hayata bağlı ve soğukkanlı olduğunu; önderliğine ölümüne saatler kaldığını bilse bile devam ettiğini aktardı. Kısa bir soru cevap bölümü ve bir arkadaşımızın duygu ve düşüncelerini aktarmasıyla etkinliğimiz sona erdi. Kübalı Yoldaşlarımızın uğurlama sırasında söylediği; “Biz biliyoruz ki bu ülkedeki gerçek dostlarımız sizlersiniz” sözü bizim için bir onurdu. Biz, AB-D Emperyalistlerine karşı mücadele yürüten bütün halkların gerçek ve en yakın dostlarıyız. Biz, insanlığın tek bir sosyalist aile olması için mücadele eden bütün devrimcilerin her zaman, her yerde yanlarında olduk, mütevazı katkılarımızı gücümüzün yettiğince sunmaya çalıştık, destek olduk. Biz, bu ülkede Che Yoldaş’ın ölmez yapıtlarını mücadelemize örnek olarak aldık. Marks-Engels-Lenin-Kıvılcımlı Ustaların teorisi ve pratiği doğrultusunda da Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist mücadeleyi yükseltip, Demokratik Halk İktidarını kuracak ve Che Yoldaş’ın insan soyunun en büyük düşmanı olarak nitelendirdiği ABD Emperyalistlerini, sadece Tarihin karanlık sayfalarında yer almak üzere ortadan kaldıracağız. Bizim umudumuz hiç sönmedi. İnancımız hiç zayıflamadı. Kararlılığımız hiç azalmadı. İnsanlığın kurtuluş biliminin ışığı yolumuzu aydınlattı. İnsanlık düşmanlarının gözünü kör eden bilimin ışığı bizim mücadelemizde hep parladı. Bunun içindir ki omuzlarımıza tarihen yüklenen devrim yapma görevini de gerçekleştireceğiz. Ankara’dan Kurtuluş Partililer Güle güle Raul Yoldaş Kavgamızda hep yanımızdasın, kavganda hep yanındayız Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş, yeni görev yeri olan Macaristan’a gitmeden önce Parti’mize veda ziyaretinde bulundu. A ynı dili konuşamıyorduk ama aynı duyguları paylaştığımız içindir, yıllardır bir arada olmuş, kavga vermiş arkadaşlar gibiydi anlaşmamız. Yüreklerimiz aynı frekansta attığı içindi mahallemizin birlikte büyüdüğümüz çocuğu kadar bize yakın olması. Ülkemizde bulunduğu 4,5 yıl içerisinde yoldaş olduk, dost olduk, aile olduk. O artık bizim Raul’umuzdu. tak pırıltısıyla izleyememek, ona sarılamamak, hüzünlendiriyor insanı. Geriye kalan tek tesellimiz, aramızdaki uzaklık ne kadar fazla olursa olsun, kavgamızda hep yanımızda olacağına, kavgasında hep yanında olacağımıza olan inancımızın tam olmasıdır. Aramızdaki mesafe ne kadar olursa olsun biz biliyoruz ki, biz çok yakınız. Çünkü biz, insanlığın eninde sonunda tek bir Sosyalist aile olması için dünyanın değişik bölgelerinde ABD ve AB Emperyalistlerinin korkulu rüyası Yiğit Başkan Chavez Yoldaş’ın Türkiye Temsilcisi, Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Büyükelçisi Raúl José Be- mücadele eden ordunun farklı birliklerinin birer neferiyiz. Biz aynı davaya, insanlığın en kutsal davası olan Sosyalizm Davasına baş koymuşuz. Her ne kadar bu ayrılık hüzünlendirse de biliyoruz ki, Raul Yoldaş, Yiğit Başkan Chavez Yoldaş’ın estirdiği rüzgârları, Bolivar’ın, Miranda’nın, Che’nin, Fidel’in kokularını görev yapacağı ülkeye de taşıyacak. O yüzden de gönlümüz rahat… tancourt Seeland Yoldaş, kendi deyimiyle “Sevgili Aile”sine veda etmek için geldi Parti’mizin Genel Merkezine. Biz, yoldaşımızla hep seminerlerde, basın açıklamalarında, anmalarda, kitap tanıtımlarında, aile sohbetlerinde, yemeklerde bir arada olmaya alışmıştık. Bu veda bize zor geldi. İlk defa Yoldaş’ımızdan hüzünlü ayrıldık. Yüreklerimizin aynı frekansta attığını, duygularımızın aynı olduğunu, kavgamızda hep yanımızda olduğunu biliyoruz. Ama yine de istediğimiz zaman Raul Yoldaş’ı görememek, onun coşkusunu, heyecanını gözlerimizin or- Güle Güle Raul Yoldaş. Yolun Açık Olsun. Seni unutmayacağız. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 23 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 YURTKUR uyuma, depreme dayanıklı, sağlıklı yurtlar kur! Y urtkura bağlı Bornova Öğrenci Yurtları 15 bloktan oluşmakta, yüzlerce kız ve erkek öğrenciyi barındırmaktadır. Tam da üniversitelerin açılacağı bu dönemde istenilen, öğrencilerin sağlıklı, depreme dayanıklı binalarda barınmasıdır. Anadolu’nun çeşitli kentlerinden kopup gelmiş öğrencilerin en doğal hakkıdır bu. Aynı zamanda barınma hakkı, insan hakkıdır. İşte bugünlerde gazetelere yansıyan skandal haber öğrencileri ve öğrenci velilerini kaygılandırmıştır. İzmir, bildiğimiz gibi Birinci Derece Deprem Bölgesidir. Bu nedenle toplum deprem konusunda çok hassastır. İnsanlar sağlıklı, depreme dayanıklı konutlarda yaşamak istemektedir, tabiî öğrenciler de… Yurtkur bu konuda görevini yapmakta mıdır? Bizce HAYIR. İşte belgesi: “Deprem Riskine Skandal Çözüm” başlıklı, 12 Ağustos 2011 tarihli Milliyet Ege haberi: Bir taraftan “kentsel dönüşüm” planlaması içine gireceksin, Ekim ayında yıkıma başlayacağım diyeceksin, diğer taraftan sağlıksız, dayanıksız yurtlarda genç fidanların barınmasına göz yumacaksın. Bu kabul edilemez. Net önerimiz: Kentsel dönüşümü önce, afet riski net olarak belirlenmiş bu dokuz bloktan başlatın ve tüm öğrencilere sağlıklı, barınabilecekleri konutlar ayarlayın. Kiralar mısınız, satın mı alırsınız, prefabrik konutlar mı yaparsınız, bu idarenizin bileceği iştir. Şu anda bizim bildiğimiz tek gerçek, 6 kişilik odaları 4 kişiye de indirseniz, depreme dayanıksız bu binalarda yaşayan öğrencileri olası bir şiddetli depremde ölüme atmış olacaksınız, yani öğrencilerin katili olacaksınız. 30.07.2012 tarihli “www.yeniasır.com.tr”nin bu konudaki bir haberini okuyalım, yetkililerin bu konudaki görüşlerini öğrenelim ve değerlendirelim: “Yeni Asır Gazetesi’nin Ege Üniversi- “Kredi Yurtlar Kurumu İzmir Bölge Müdürlüğü, 3 bin 500 öğrencinin kaldığı yurt binalarındaki deprem riskine geçici formül buldu. “Ege’de sonsöz internet sitesinin haberine göre yetkililer, 6 kişilik odaları 4’e düşürerek betona binen yükü azaltacak. Ege Üniversitesindeki Kredi Yurtlar Kurumuna ait 15 Bloktan oluşan yurtların 9 tanesi için verilen “depremde yıkılabilir” raporuyla çalışma başlatılmıştı. Çalışmadan ilginç bir fikir çıktı. “Yoğunluk azaltacaklar” “Bu çok ilginç formüle göre şiddetli depremde yıkılma tehlikesi olan dokuz blokta kalan 3 bin 500 öğrencinin sayısı azaltılacak. Her odada 6 kişi kalan öğrenci sayısı 4’e düşürülecek. Böylece betona binen ve kolonların zorlanmasına neden olan ağırlık azaltılmış olacak. Yurtlardan bin 200 kişi dışarı çıkartılacak. Her öğrenci için ortalama 70 kilo kotası koyan yetkililer böylece betona binen 84 ton ağırlığı almış olacak. Boşta kalan öğrenciler için kiralama sistemi ile çözüm bulunacak.” Bu gerçekten tam bir skandal. Sen 1200 öğrenciyi çıkarınca kalan 2300 öğrenciyi “Allah’a emanet” edeceksin, onlar da her gün Allah’a dua edecekler “deprem olmasın, binamız yıkılmasın, biz de açıkta kalmayalım”, diye. Bu ne biçim bir mantık? Bu, göz göre göre öğrencilerin yaşama hakkını elinden almaktır. Bu, göz göre göre ölüme davetiye çıkarmaktır. tesi Kampusunda yer alan Kredi ve Yurtlar Kurumuna (KYK) ait yurt binalarının depreme dayanaksız olduğu ve yeniden inşa edilmesi gerektiğini ortaya koyan dünkü manşeti ses getirdi. Ege Üniversitesi Rektörlüğü, KYK nezdinde yurtların yenilenmesi için girişim başlatma kararı aldı. Yurtların yönetiminin kendilerine bağlı olmadığını ancak bu yurtların öğrencileri tarafından kullanıldığını belirten Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, “Depreme dayanıksız yurtlar mutlaka yenilenmeli. Yenilenmenin yanı sıra çağın yurt anlayışına göre dizayn edilmeli. O açıdan bir an önce harekete geçilmesi gerekiyor” dedi. “Hali hazırda kampusları içinde yer alan bazı alanları yeni yurtlar yapılması için KYK’ye tahsis ettiklerini belirten Yılmaz, “Konuyla ilgili KYK yönetimi ve ilgili bakanlık nezdinde girişimde bulunacağız” dedi. “DOKUZ BLOK RİSKLİ “Ege Üniversitesi Kampusu içindeki Kredi ve Yurtlar Genel Müdürlüğü’ne bağlı olan ve 35 yıldır hizmet veren yurt binalarıyla ilgili İzmir Valiliğinin hazırlattığı rapor çarpıcı veriler ortaya koydu. Raporda, yurtların 9 bloğunun ciddi bir depremde yıkılmasının söz konusu olduğu ve yeniden inşa edilmesi gerektiği belirtildi. “Bu da 1992’si kız, 1660’ı erkek, toplam 3 bin 652 öğrencinin hayatının deprem tehdidi altında olduğunu ortaya koydu. Yeni Asır’da dünkü manşetiyle tehlikeye dikkat çekti.” Düşünün, İzmir Valiliği rapor hazırlıyor, depremde 9 bloğun yıkılacağını belirtiyor. Bu konuda acil önlem alması gereken KYK yetkilileri ise öğrenci sayısını azaltarak çözüm arayacak kadar bilimsel düşünceden kopuk insanlar. Ya Rektöre ne buyurursunuz?.. Bu gençler sizin öğrenciniz sayın Rektör! Bu gençlerin en güvenli, en sağlıklı bir şekilde eğitim-öğreniminden siz sorumlusunuz. KYK yönetiminin, barınma hakkı konusundaki bu aptalca çözümlerine hayır demek cesaretini göstermelisiniz. Oysa siz hâlâ “KYK’ye yer gösterdim, gerekli girişimde bulunacağım” diye sorunu savsaklıyorsunuz, ama üniversiteler açılıyor ve öğrenciler zorunluluktan depreme dayanıksız bu binalarda barınmak zorunda kalacaklar. Peki, siz sayın Rektör, siz sayın KYK yetkilileri yataklarınızda rahat uyuyabilecek misiniz? Vicdanınız hiç sızlamayacak mı? Şimdi, “yurt çıktı!” diye ne kadar sevinçlidir öğrencilerimiz ama onlar bu gerçeği biliyorlar mı?.. Barınacakları yurtlar birer ölüm tuzağıdır. Rektör bu konuda elinden geleni yapmalı ve 9 Blok Barınmaya açılmamalıdır, öğrencilere barınmaları için başka konutlar bulmaya çaba gösterilmelidir, bulmalıdır! 9 Blok acilen yıkılmalı ve depreme dayanıklı yeni yurt binaları hızla yapılmalıdır. Böyle bilimsellikten uzak çözüm bulanlar hakkında soruşturma açılmalı ve gereken yapılmalıdır. Gençlik ve Spor Bakanı uyuma, öğrencilere sahip çık, yarın onlar için de “takdiri ilahi” deme! Malum Tayyipgiller, nerede insan öldüyse, nerede asker öldüyse “takdiri ilahi” diyerek olaydan sıyrılmaya bakarlar. Ama bu iş “takdiri ilahi “değil, gençleri bilerek, görerek ölüme göndermektir… Sayın Vali de rapor hazırlatmış… Güzel de arkasından ne yapmış? Öğrencilerin barınması için hangi çabayı göstermiş?.. Bu soruların cevabını tüm yetkililer vermek zorundadır. Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü bu raporlardan sonra bilim dışı öneriler karşısında neden susuyor? Neden gereğinin yapılması için davranışa geçilmesi gerektiğini açıklamıyor? Meslek odalarımız bu konularda duyarlı olmalı ve kamuoyunu bilgilendirmelidir. Öğrenciler, sağlıklı ve depreme dayanıklı binalarda barınmak için mücadele vermelidir. UNUTMAYALIM, bu gençlerin başına yurt binalarının sağlıksızlığı nedeniyle gelecek her türlü olumsuzluğun sorumlusu öğrencileri o yurtlarda barındıranlardır. Nasıl sel yataklarına TOKİ binaları yaparak yurttaşların ölümüne neden oldularsa bugün de gençlerimizin ölümüne neden olurlar, onlar için insanın değeri yoktur. Eğer yurt binaları yerine rant getirecek konutlar veya alışveriş merkezleri yapılacak olsaydı şimdiye kadar yıkılıp inşaatlar yapılıp bitirilirdi. Yeni yurtlar yapılırsa halk çocukları sağlıklı ve güvenli bir yaşam sürer ve onlar da rezalet çözümler aramak yerine insanca bir çözüm bulmuş olurlar. Öyleyse “YURTKUR uyuma depreme dayanıklı yurtlar yap!”, diyoruz. Yoksa iki elimiz yakanızdadır. Halk iktidarında zaman aşımı yoktur. 22.09 2012 İzmir’den Bir Yoldaş Üniversitelerdeki faşist saldırılar bizi yıldıramaz G eçtiğimiz haftalarda Ankara Üniversitesi Dil Ve Tarih Coğrafya Fakültesinde polis destekli faşist saldırılar yapıldı. İlk olarak devrimci öğrencilere sözlü sataşan faşist grup, daha sonra okul dışından destek alarak devrimcilere satırlarla, sallamalarla ve soda şişeleriyle; arkalarına polis ve ÖGB desteğini alarak saldırdılar. Bu saldırıda çok sayıda arkadaşımız yaralanmasına rağmen faşist güruh okuldan püskürtüldü. Bu olayların sonucunda okulumuz bir hafta tatil edildi. Ve okula dışarıdan satırlarla gelen, hedef ayırmaksızın bütün öğrencilere taş soda şişesi atanlar devrimci öğrencilermiş gibi, birçok devrimci öğrenciye okul tarafından soruşturma açıldı. Biz biliyoruz ki, bu polis destekli faşist saldırıların son bulması için, devrimcilerin bu saldırılara karşı dağınıklık batağından kurtulup ilkeli devrimci birliktelikler oluşturmaları gerekmektedir. Kendi okulu- muzda en açık şekilde görülmektedir ki, demokrat-ilerici tüm öğrencileri hedefe koyan tüm saldırılar on-on beş kişilik faşist bir güruh tarafından örgütlenmektedir. Demokrat tüm unsurlar bir araya geldiğinde kolaylıkla bu faşist güruha DTCF’yi dar edebilir. Bunun yolu kitleye güven vermiş, sadece faşist saldırıları gündem etmeyen antişovenist-antiemperyalist-antiemperyalist ve sonuç olarak antifaşist gel-geç olmayan birlikteliklerden geçmektedir. Faşizme Karşı Ya Birleşmek Ya Ölüm! Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi! AÜDTCF’den Kurtuluş Partisi Gençliği YÖK’e boyun eğmeyeceğiz! Parasız Demokratik Laik Anadilde Eğitim İstiyoruz! 1 Ankara 2 Eylül Faşizminin doğurduğu YÖK’ün kuruluşu olan 6 Kasım’da Yüksel Caddesi’nde Kurtuluş Partisi Gençliği olarak basın açıklamamızı gerçekleştirdik. Kuruluş amacına da uygun olarak üniversitelerimizdeki baskılarını her geçen gün arttırarak sürdüren YÖK’ü protesto etmek için yaptığımız açıklamayı Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Yoldaş’ımız okudu. Tayyipgiller’in YÖK kanalıyla üniversite öğrencilerine dayattığı paralı, gerici, baskıcı eğitim sistemine karşı her türlü mücadeleyi sürdüreceğimizi söyleyen Yoldaş’ımız, eğitimin eşit, parasız, bilimsel, demokratik, laik ve anadilde olması gerektiği noktalarını vurguladı. Devrimci-demokrat-yurtsever gençliği engelleyerek, geleceğe de umutla bakmamıza engel olmaya çalışan Tayyipgiller’in kuklası YÖK’e karşı meşalelerimizle, bayraklarımızla basın açıklamamızı gerçekleştirdik. Açıklama boyunca “Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz”, “Yaşasın Demokratik Halk Üniversiteleri Mücadelemiz”, “Yaşasın Eşit, Parasız, Bilimsel Eğitim Mücadelemiz”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganları Kurtuluş Partisi Gençliği’nin coşkusuyla atıldı. Mücadelemiz” sloganıyla başlayıp “Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi”, “YÖK-PolisMedya, Bu Abluka Dağıtılacak”, “YÖK’ü Tarihe Gömeceğiz” “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganlarıyla sona eren açıklamaya, yemekhanede bulunan 300 - 350 kadar öğrenci alkışlarıyla destek verdi. Açıklamada “Bizler, bulunduğumuz okullarda AB-D Emperyalistleri ve satılmış uşaklarına karşı laik, demokratik, bilimsel, parasız, anadilde eğitim için her türlü mücadeleyi vermeye devam edeceğiz. Vatanımızı AB-D Emperyalistlerinden yerli satılmışlardan temizleyecek ve Demokratik Halk Devrimi’ni başaracağız. İşte o zaman gerçek “Demokratik Halk Üniversiteleri” ile halkımız, bilime sınırsızca ve parasız olarak kavuşacaktır. Sizleri, yurtsever, demokrat tüm gençleri Kurtuluş Partisi saflarında mücadeleye davet ediyoruz” denildi. Açıklama sonrasında yapılan bildiri ve afiş çalışmalarıyla eylem sonlandırıldı. kı, üniversite öğrencilerine dayattığı paralı, gerici eğitim sistemi Ege Üniversitesinde protesto edildi. 06 Kasım’a birkaç gün kala okulu afişlerimizle donatarak başlattığımız çalışma, 06 Kasım günü öğle yemeği saati yemekhaneye girerek yapılan konuşma ve basın açıklamasıyla sürdürüldü. “YÖK’e Boyun Eğmeyeceğiz”, “Yaşasın Parasız Demokratik Laik Anadilde Eğitim de haykırdı 06 Kasım günü “YÖK’e hayır!” diye. Akdeniz Üniversitesinden Kurtuluş Partisi Gençliği olarak 06 Kasım günü yaptığımız bildiri dağıtımıyla gençliği baskıya inat susmamaya, örgütlü olmaya ve YÖK’e karşı olmaya çağırdık. **** İzmir 12 Eylül Faşizminin çocuğu, Tayyipgiller’in kuklası YÖK’ün, kuruluşundan bu yana devam ettirdiği ve polis-ÖGB eliyle her geçen gün daha da soysuzlaşarak arttırdığı bas- A *** Antalya Kurtuluş Partisi Gençliği 12 Eylül Faşizminin Kurumu olan YÖK’ü Akdeniz Üniversitesinde ve çevresinde günler öncesinden yaptığı afiş, yazılama ve sonrasında bildiri dağıtımıyla protesto etti. Kurulduğu dönemden bugüne işlevini yerine getiren YÖK üniversiteleri bastırmak ve susturmakla kendi çarkının daha rahat döneceğini biliyor. O günden bugüne değin bunu başarmış gibi görünse de başaramadı: Kurtuluş Partisi Gençliği bulunduğu her yer- Kurtuluş Partisi Gençliği AYÖP, 24 Kasım’da “Sınavsız Koşulsuz Atama” talebiyle alanlardaydı Kurtuluş Yolu/İstanbul taması Yapılmayan Öğretmenler, 24 Kasım’da haklı taleplerini dile getirmek için çeşitli illerde eylemler düzenledi. Bu kapsamda İstanbul’da saat 13.00’da Taksim Tramvay Durağı’nda toplanan Ataması Yapılmayan Öğretmenler Platformu üyeleri, pankartlar ve sloganlarla Galatasaray Lisesi önüne kadar yürüdüler. Eğitim-Sen’in de destek verdiği eylemde sık sık, “Sınavsız Koşulsuz Atamalar Yapılsın”, “Ücretli Köle Olmayacağız”, “Güvercin Değil Öğretmeniz”, “Öğretmenler İşsiz Okullar Öğretmensiz” sloganları atıldı. Galatasaray Lisesi önünde yapılan eylemde basın açıklamasını Semra Alimoğlu okudu. 24 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Gençliğin kurtuluşu mücadelede S osyalist Kamp’ın yıkılışı ile beraber, dünyadaki sosyal gelişimin yavaşladığı, emperyalizmin (adına küreselleşme akımı, neo-liberal politikalar dedikleri) sömürü ve talan politikalarıyla resmen kan emdiği ve sonunda 2008’deki krizle çürümesine devam ettiği bir döneme şahit olmaktayız. Kafaların bulanıklaştırıldığı, halkların kuşatıldığı ve insanların kontrol altında tutulduğu bu dönemde, gençliğin cevaplar aradığı ve çelişkilere daha acil cevap verilmesi gerektiği bir dönemden geçiyoruz. Bazı metropollerde gördüğümüz sakin hayatın arkasında saklanan çarpık ilişkilerin, hırsların, ihtirasların boğduğu insanlık, kendi özüne dönüş savaşında, olması gerektiği yerden geride. Rahatına düşkün, gözü muhasebe tablosundaki artıdan başka bir şeyi görmeyen insanlık düşmanı Parababaları ise pis pis sırıtarak bu tabloyu izlemekte. Bu durumun etkisi altındaki gençlik, şehirlerde emperyalizmin ona dayattığı kültürle yozlaşmaya maruz kalmakta, taşrada gerici Ortaçağcılığın dayattığı dogmalarla gözlerine mil çekilmekte. Tüm bunlara rağmen, Marks’ın “dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerek” sözüne uygun bir değişimin gerçekleştirilmesini bekleyen milyarların olduğu bir dönemde, gençliğin değişime olan ihtiyacı, her türlü baskıya rağmen devam ediyor. Bu noktada gençliğin en büyük sorunu olarak, hiç kuşkusuz okul ve geleceği ile ilgili sorunları geliyor önümüze. Son süreçte, üniversitelerde örgün öğretimlerde harçlar kaldırılırken, ikinci öğretimlerin, hazırlık sınıflarının ve özel üniversitelerin fiyatlarına yapılan zamlar kaygı yaratıyor ve sorgulamaya sebep oluyor. Örgün öğretimlerin bir kısmında, bütünleme ve fazladan yıl okuyan öğrencilerin harç ödemesi de, sistemin daha da ticarileşeceğinin göstergesi. Şu anda öğrencilere verilen “sus payının” ardından, asıl kargaşanın final ve bütünleme döneminde ortaya çıkacağını anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Giderek pahalılaşan ulaşım, barınma ve beslenme fiyatları da öğrencilerin ve velilerin belini bükmeye devam ediyor. Daha öncesinde Ortaçağcı hükümet, 4+4+4 sistemi ile ilköğretimi ve ortaöğretimi birleştirerek “güya” 12 yıllık kesintisiz eğitim sistemini yürürlüğe koyarken; bu sistemin ortaya ucuz ve çocuk işgücü çıkaracağı ve Orta- çağcı Şeriatçılığa müritler yetiştireceği belliydi. Bu gerçek, artık bu sistemin mimarları tarafından da açıkça dile getiriliyor. Tayyipgiller hükümeti, emperyalizmin emirleri doğrultusunda “etine göre budu” laik sistem ile yetişen gençlikten tatmin olmayarak, gençliğe son müdahaleleri yapmak için elinden geleni ardına koymuyor. Tüm bunların yanı sıra, üniversite mezuniyeti sonrası iş bulamadığı için intihar eden birçok işsiz genç, durumun ne kadar kötü olduğunu daha çok gözlere sokuyor. Her sene İ yapılan KPSS sınavlarındaki kopya ve soruların çalınması iddiaları, birçok gencin kafasını karıştırırken, ÖSYM’nin her sınavının tartışmalı hale gelişi ve en sonunda bu sınavların düzenlenmesindeki özelleştirme projesi, milyonların hayatını belirleyen bu sınav ile güvenilirliğin daha çok sorgulamasına neden olmakta. Gençliği etkileyen ve tepki duymasına yol açan başka bir konu ise, emperyalizmin ülkemiz üzerinde oynadığı kirli oyunların sonucu olarak ortaya çıkan Suriye planıdır. Tayyipgiller hükümetinin haince ve kuklaca uyguladığı Suriye politikası sonucunda, bu yıl suni bir şekilde gündeme gelen olası bir Suriye operasyonu konusu, zorunlu askerlik hizmetinin hâlâ yürürlükte olduğu bir süreçte gençleri endişelendiriyor. Geçmiş süreçte emperyalist güçlerin Afganistan ve Irak’ta uğradığı hezimet, gençleri daha duyarlı, gerçekleri öğrenmeye daha istekli bir hale getiriyor. Ne yazık ki, Parababaları medyasının çarpıtmaları nedeniyle, Suriye hakkındaki gerçekler saptırılıyor, buna rağmen halk, savaşın yıkıcı sonuçları olacağını netçe görüyor. Yapılan anketlerde Suriye’ye yönelik bir müdahaleyi, halkımızın yüksek bir oranda istemediği ortaya çıkıyor. Ancak kafası Ortaçağcı gericilikle doldurulmuş bir kısım kitle, gerek emperyalizmin güdümündeki İHH gibi sözde yardım kuruluşlarına yardımda bulunarak, gerekse Özgür Suriye Ordusu adındaki Suriyeliden başka herkesin bulunduğu kafatasçı örgütlenmenin sözcülüğünü ve yataklığını yaparak, bu savaş girişiminde emperyalist efendilerinin verdiği rolü layığı ile yerine getiriyorlar. Sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde gençliğe yönelik kontrol altına alma ve baskı çalışmaları son sürat sürmekte. Emperyalizm, sorgulamayan, bilimin önemini kavrayamamış, bencilce düşünen bir gençliği yaratmak için, ektiği tohumların meyvesini topluyor. Yine de böyle mi gitmeli bu durum? Gençlik bu kadar karmaşa içinde neler yapabilir, çözümü nerede arayabilir? İşte bu noktada, gençliğe çıkış yolunu gösteren ve bir hazine gibi ortada duran Marksizm-Leninizmin iki yüz yıla yakın birikimi, gençliğe ışık tutuyor ve tartışılmayı, geliştirilmeyi, daha da önemlisi uygulanmayı bekliyor. Günümüzde kürsü aydınlarının bu- run kıvırdığı ya da çarpıttığı bu bilim, daha Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda insanlara savaşın pis yüzünü teşhir edip, insancıl bir yaşamın ilk nüvelerini sunarken, şimdi günümüzde kendisine olan ihtiyacı bir kez daha ortaya koyuyor. Gençliğe düşen en önemli görev ise Marksizm-Leninizmi kavramak, Türkiye’de Marksizm-Leninizmi en iyi kavramış, Türkiye’nin özüne en iyi şekilde uyarlamış olan Hikmet Kıvılcımlı’nın fikirsel ve eylemsel birikimlerini benimsemek ve bu fikrin Türkiye’de tek Yamanlar’da 4+4+4 semineri... zmir’de Yamanlar Mahallesi’nde 4+4+4 Kademeli Eğitim Sisteminin okullarımızda, öğrencilerimiz, öğretmenlerimiz ve velilerimiz üzerinde yarattığı kaosu-tahribatı teşhir etmek ve bu sistemin çocuklarımızı Ortaçağ karanlığına kısa yoldan götürmek olduğunu mahalle halkına anlatmak için bir pa- nel gerçekleştirdik. İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD) ve Yamanlar Spor Kulübü olarak 06 Ekim’de gerçekleştirdiğimiz panele, Eğitim-Sen 2 o’lu Şube Başkanı Mustafa Beyazbal ve Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak’ı panelist savunucusu olan Halkın Kurtuluş Partisin’de gençliğin örgütlenmesini sağlamak, bu uğurda mücadele etmektir. Peki, bu sürekli üstüne basılarak tekrar edilen “kavramak” ve “örgütlenmek” kelimeleri gençlik için ne anlama geliyor? Kavramak, hayatın teorik tarifinin olgularla olan ilişkisinin uyumunu anlamaktır. Bu hiç kuşkusuz, önyargılarından arınmış, sınıflı toplumun insanı yozlaştıran ilişkilerinden az da olsa uzak kalmış emekçi ya da emekçi ailesi kökenli gençliğin daha kolay yapabileceği bir eylemdir. Algıları açık, meraklı, olaylara daha maddeci yaklaşımda bulunan gençliğin, olanı olduğu gibi görebileceği gibi, olanı olduğundan daha farklı kavraması da olasıdır, çünkü insanoğlunun en özel yeteneği olan hayal gücü, gençlikte en çok işlev gören yetenektir. Hayal gücü, iki ucu keskin bir bıçaktır, sizi en çözülmez karmaşaları çözen bir devrim patlamasının içine de atabilir, en çözülmesi gereken bağların zamanlama hatasıyla daha da karıştığı karmaşalara da sokabilir. İşte bu bakımdan gençlikte kavrama dediğimizde kastettiğimiz; olanın dışında, hayal dünyasında bir deryaya dalıp gerçekleri ona uydurma zorlaması değildir. Kavramak, olguları anlamaktır. İşte bu noktada Marksizm-Leninizmi kavramak ise hayal gücünü, olanı gelecekte değiştirebilmek adına ve olandan kopmadan kullanmak ve tarihin halkalarına eklenmesi gereken “gelecek” adlı zinciri düşünürken, buna göre hareket etmektir. Örgütlenmek ise, sadece sayılabilecek adam sayısı toplamak değildir. Kavrama işini en çabuk yapabilenlerin çekirdekte olduğu, başka türlü yetenekleri olanların onların etrafını sardığı bir organizmadır. Ancak sadece kavramak yeterli değildir örgütlenmek için. Bir eylemi daha ileriye taşıyacak olanakları sağlamak için en basiretli şekilde yetişmek, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimi ile “nefs ile cenk etmektir”. Bu, anlamsız, boş bir cümle değildir, çünkü bu basireti sağlamak için gerekli olan birçok erdemi kazanabilmek, büyük uğraşlar gerektirmektedir. Özeleştiri yapabilmek, neyin eleştiri olduğunu bilmek ve eleştirinin kurallarına uymak, zamanlamaya uyma alışkanlığı kazanmak ve bunun için feragat, organı ilgilendiren konuları yerinde, zamanında ve sağlıklı bir şekilde konuşmak, örgütteki kişilerle ilişkilere dikkat etmek ve bunların toplamda formülleşmesi ise özetçe şudur: Bilgi+Anlayış+Moral+Direnç+Yiğitlik (Anarşi Yok, Büyük Derleniş, IV-Örgüt Güdümü) Her ne kadar bu sayılanlar sözde kolay gözükse de, bu alışkanlıkları kazanmaya çalışmak ve uygulamaya geçirmek, örgütlü olmanın basit gibi görünen ismi altında yatan karmaşık yapıdır. Ve birçok örgütsüz gencimiz, bu yapıyı ya anlamayarak, ya da o fedakârlıkta bulunmayarak, örgütsüzlük safında Parababalarına kul, burjuva parti çobanlarına koyun olmakta. İşte bu iki kelime (kavramak ve örgütlenmek), gençliğin mücadelesinin ana taşları ve gençliğe düşen görevlerdir. Gençlik, bazen büyük görevler de alabilir, bazen en iyi kavrayışıyla daha ön saflara geçebilir. Ancak gençlik, İşçi Sınıfının fikri ve olgusu ile birleşince hayal gücünü olgulara bağlayan o zinciri yakalamış olur. Gençliğin aradığı kurtuluş, İşçi Sınıfı saflarında mücadeledir. Mücadeledeki en önemli iki görev ise kavramak ve örgütlü olabilmeye hazırlanmaktır. Bunun dışındaki her türlü “tekerleği yeniden icat ediş”, zaman kaybıdır. Gençliğin zaman kaybetmemesi ve bu mücadeleye atılması için Halkın Kurtuluş Partisi hazırdır ve gençliği mücadeleye çağırmaktadır. İstanbul Kurtuluş Partisi Gençliği’nden bir Yoldaş olarak davet ettik. Açılış konuşmasını yapan İPSD İzmir İl Yöneticisi esibe Gençer, 4+4+4 ile asıl amaçlananın ülkemizi Ortaçağın karanlıklarına götürmek olduğunu, bu sistemin eğitimin hiçbir alanıyla uyuşmadığını hazırladığı sinevizyon eşliğinde anlattı. N. Gençer, konuşmasında “Bu sistem, özel okulları ve dershaneleri daha da yaygınlaştırmanın, tarikatlara-cemaatlere mürit yetiştirmenin, AB-D Emperyalistlerinin ülkemizi Tayyipgiller eliyle Ilımlı İslam adı altında Şeriata mahkum etme projesinin sinsi planıdır” dedi ve sözü EğitimSen Şube Başkanı Mustafa Beyazbal’a bıraktı. M. Beyazbal konuşmasında, yeni getirilen bu sistemin pedagojik olarak hiçbir uygunluğunun bulunmadığını belirtti. Zaten siyasi olarak da bu durumun eşyanın tabiatına aykırı olmadığını söyledi. M. Beyazbal konuşmasında, “4+4+4 sisteminin ülkemiz ihtiyaçlarından kaynaklanan bir sistem olmadığını söyleyerek, ülkemizin ihtiyaçlarından kaynaklanan eği- B Derleniş Yayınları’na, Kitap Fuarı’nda yoğun ilgi u yıl 31’incisi düzenlenen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı 17-25 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirildi. Her yıl olduğu gibi bu yıl da kızıl standımızı fuarın başlangıcında kurduk. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı ve Genel Başkan’ımızın latarak devam eden Yoldaş’ımız, Halkın Kurtuluş Partisi olarak, emperyalizme karşı yiğitçe direnen Beşşar Esad’ın yanında olduğumuzu, tıpkı Sevr’e karşı yiğitçe direnip emperyalistlerin heveslerini kursaklarında bıraktığımız gibi, Büyük Ortadoğu teorik eserleriyle zaten zengin olan standımız, bu seneki fuarda birinci baskılarını yaptığımız ve yeni baskılarını yaptığımız kitaplarımızla daha da zenginleşti. Parti’mizin şaşmaz teorisi ışığında hazırlanan kitaplarımız, astığımız posterler ve afişler halkımızın en can yakıcı sorunlarına değindiği için, halkımızın duygularına tercüman olduğu için iki günlük kısa sürede dahi ilgi odağı oldu standımız. Sadece halkımız değil, örneğin Obama’ya selam duran Tayyip’in resmini içeren afişimizi gören yabancı ziyaretçiler bile ne kadar doğru bir tespit yaptığımızı belirterek bizleri tebrik etti. Fuar kapsamında her yıl olduğu gibi bu yıl da halkımızla doğru teorimizi buluşturmak için bir konferans etkinliği düzenledik. 18 Kasım tarihinde “ABD’nin BOP Planı Çerçevesinde Suriye ve Türkiye” başlığıyla gerçekleşen konferansı, Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş gerçekleştirdi. Gürdal Çıngı Yoldaş’ımız, yoğun bir emeğin ürünü olarak gerçekleştirdiği sunumunda; AB-D Emperyalistlerinin tarihinin katliamlar, soykırımlar tarihi olduğunu kanıtlarıyla ortaya koydu. Bugünkü Suriye Meselesinin, emperyalistlerin yüzyıllar öncesine dayanan kirli emellerinden bağımsız düşünülemeyeceğini dile getiren Yoldaş’ımız, bu yıl 100’üncü yılını yaşadığımız Balkan Savaşları ve Balkanlar Sorunu’nun Ortadoğu Sorunu’nun da kökenlerini oluşturduğunu vurguladı. Ve somut örneklerle bağlantıları açıkladı. Irak-Libya ve şimdi Suriye, sonrasında İran ve Türkiye’nin BOP kapsamında bir zincir halinde Batılı Emperyalistler tarafından parçalanmaya, yeraltı ve yerüstü servetlerinin ele geçirilmeye çalışıldığını ifade etti. Konuşmasına AB-D Emperyalistlerinin taşeronluğunu yapan Tayyipgiller’in Türkiye ve dünya halklarına yaptığı ihanetleri an- Projesi ve Yeni Sevr Planını da yırtıp atacağımızı, emperyalistleri hak ettikleri yere, tarihin çöplüğüne mutlaka göndereceğimizi vurguladı. Salonun tamamen dolduğu ve büyük bir ilgiyle izlenen söyleşimiz, dinleyicilerin coşkulu alkışlarıyla son buldu. Katılımcıların son derece memnun biçimde ayrıldığı konferansımızı takip eden günlerde de Parti’mize ve yayınlarımıza olan ilgi katlanarak arttı. Önceki yıllara oranla, bu yıl kızıl standımızı ziyarete gelen insanlarımızın sayısında gözlemlediğimiz belirgin artış bizleri daha bir mutlu etti, cesaretlendirdi. Kısacası söylediğimiz ve yaptığımız şeylerin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha gösterdi halkımızın kızıl standımıza olan yoğun ilgisi… Ve bu yılki fuardan sonra biliyoruz ki da- tim sisteminin Köy Enstitüleri olduğunu bunun da kapatıldığını” söyledi. Tayyipgiller’in siyasi görüşünde olanların zaten böyle davranacağını ve yaşamın en önemli alanlarının başında gelen “eğitim” alanını kendi istedikleri doğrultuda tasarlamalarının doğal olduğunu belirtti. Bunların karşısında da maalesef sesimizin güçsüz çıktığını, Tayyipgiller’in güçlerini bizim örgütsüzlüğümüz ve dağınıklığımızdan aldığını söyledi. Son konuşmacı HKP İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak, konuşmasına “Akrebin sokması kininden değildir, doğasındandır.” diyerek başladı. Ve Tayyipgiller’in kendi açılarından yaptıklarının meşrepleri gereği olduğunu vurguladı. T. Çolak konuşmasına, Tefeci-Bezirgân Sermayenin ortaya çıkışını anlatmasıyla başladı. Tayyipgiller’in ve CIA İslamcılarının ülkemiz tarihi boyunca neden ve nasıl yetiştirildiklerini, hangi dernek ve cemaatlerde örgütlendiklerini ve şu an hayallerinin büyük oranda gerçekleşip Devletin en önemli noktalarının başını tuttuklarını söyledi. ha fazla insan Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın ve öğrencisi, Parti’miz Genel Başkanı Nurullah Ankut’un teorik eserlerini okuyacak. Usta’mızın, Marks-Engels’in, Lenin’in, Deniz’in, Mahir’in ve diğer devrimci önderlerin posterleri daha fazla duvarı süsleyecek. Daha fazla insan, AB-D Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in insanlığa karşı işlediği suçları kanıtlarıyla görecek. Ve elbette bir gün insanlarımızın tepkisi Parti’miz saflarında bir volkana dönüşecek, halkımızla birlikte Türkiye Devrimi’ni gerçekleştireceğiz. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer T. Çolak konuşmasında, “laiklik olmadan demokratik ve bilimsel eğitimin olamayacağını” vurguladı. Verdiği örnekler ve alıntılarla anlatımını zenginleştirdi. Gelinen aşamada bazı sol grupların da payı olduğunu, özellikle türban eylemlerinde Ortaçağcı Gericilerin yanında saf tuttuklarını yine referandumda “yetmez ama evet’çilerin” de payı olduğunu söyledi. T. Çolak, konuşmasında, Parti olarak başından beri Tayyipgiller’in emellerini bildiklerini ve bunu her fırsatta dile getirdiklerini ve bunun için mücadele etiklerini, söyledi. Tüm bunların karşısında tek bir ses olursak, tek bir Proletarya Partisi etrafında örgütlenip savaşırsak yenemeyeceğimiz hiçbir gücün olmadığını belirtti. Mahallemizde gerçekleştirdiğimiz panelimiz soru-cevap ve görüşlerle sona erdi. Bulunduğumuz her yerde 4+4+4 gerici eğitim sistemini teşhir etmeye devam edeceğiz. Yamanlar’dan Kurtuluş Partililer 25 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 akliyat-İş’ten Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü’nde Topkapı Ambarlarda iş bırakma eylemi Baştarafı sayfa 32’de Bu kararı Nakliyat İş Sendikası hayata geçirdi. Bu tavrı, yurtdışındaki sendikalar tarafından da taktir topladı, tebrik edildi. 14 Kasım’da saat 09.00’da Topkapı Ambarlar’da Nakliyat İş üyesi 1000 işçi bir saatlik iş bırakma eylemi yaptı. İş bırakma eyleminden sonra saat 10.00’da bir basın açıklaması yapıldı. Basın Açıklamasını DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçüksomanoğlu yaptı. Coşkulu ve kitlesel bir şekilde gerçekleşen eylemde, ETUC ve DİSK imzalı, “Avrupa Eylem ve Dayanışma Günüİstihdam ve Dayanışma İçin Kemer Sıkma Politikalarına Hayır” ve “Sendikal Barajlar Kaldırılsın Sözleşme Hakkımız Engellenemez”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” “akliyatİş” pankartları açıldı. Eylemde, “Yaşasın Sınıf Dayanışması”, “Direne Direne Kazanacağız”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” sloganları atıldı. Eyleme Üyelerimizle birlikte Sendikanın Merkez ve Şube Yöneticileri, DİSK Örgütlenme Daire Başkanı İsmail Yurtseven, Gene-İş Şube Başkanı ve yöneticileri katıldı. Aşağıda, DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun yaptığı açıklamayı yayımlıyoruz: Bugün, Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü... Bugün Avrupa’nın dört bir yanında Avrupa Birliği tarihinin şimdiye kadar gördüğü en büyük işçi ve yurttaş eylemleri gerçekleşiyor... Kıtanın bir ucundan bir ucuna bütün ülkelerde genel grev, iş bırakma, iş yavaşlat- ma, yürüyüş ve miting gibi farklı eylem biçimleri düzenleniyor... Portekiz, İspanya, Fransa, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs, Malta ve Litvanya’da sendikalar greve gidiyor. Bütün diğer ülkelerde destek amaçlı miting ve yürüyüşler var. Küresel ekonomik krizin ardından sermaye kuruluşları krizin bedelini emekçilere ödetmek için harekete geçtiler. İşçilerin ücretlerini düşürmek istediler, sosyal hakları geriletmek ve emeklilik yaşını yükseltmek istediler. Sendikalar, uluslararası finans kuruluşlarını, onların güdümündeki AB kurumlarını ve hükümetleri grevlerle, eylemlerle protesto etti. Yaklaşık iki yıldır Avrupa sokakları işçilerin adımlarıyla aşınıyor. İspanya’dan Yunanistan’a genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle Avrupa halkları kemer sıkma politikalarına karşı, kazanılmış haklarını kurmak için sokaklara çıktı. İşçilerin ve işsizlerin ön saflarda olduğu bu eylemler bazı hükümetlerin devrilmesine neden oldu. Ancak Avrupa’nın egemenleri kendi yurttaşlarına kulak vermek yerine IMF’yi ve Dünya Bankası’nı dinlemeye devam ediyor. Dayatılan kemer sıkma politikaları milyonlarca kişiyi yoksulluğa sürükledi. Kamu hizmetleri çöktü, emeklilik primleri yağmalandı, ücretler düşürüldü. Bu tablo karşısında artık simgesel eylemler yetersiz kalmaktadır. Hayatın akışını etkileyen yaygın ve güçlü eylemleri zamanı gelmiştir. Bugün eylemler ilk kez Avrupa kıtasının tamamında eş zamanlı olarak gerçekleşmektedir. Biz de Türkiye işçi sınıfı olarak bugün Avrupalı işçi kardeşlerimizin yanındayız. Yunan işçileri birikimlerinin AB emperyalizmi tarafından yağmalanmasına karşı aylardır sokaklardalar. Bugün biz de onların yanındayız. İspanya ekonomisi aylardır bir boğa güreşini andırıyor. Bugün kalbimiz Nakliyat-İş, kargo-lojistikte örgütlenme seferberliğinde! DİSK akliyat İş Sendikası’nın örgütsüz, kölelik koşullarında Türkiye genelinde on binlerce işçinin çalıştığı kargo-lojistik işletmelerinde başlattığı örgütlenme seferberliği devam ediyor. N akliyat İş, “İnsanca Yaşanabilecek Bir Ücret, İnsan Onuruna Yaraşır Çalışma Koşulları İçin Örgütlenelim! akliyat-İş Sendikasına Üye Olalım” başlıklı bildirilerini başta İstanbul olmak üzere tüm Türkiye genelindeki kargo, lojistik işletmelerinin merkez ve bölge müdürlükleri, aktarma merkezleri, şube ve acentelerdeki çalışanlara dağıtmaya devam ediyor. Sendika, 18 Ekim saat 10.30’da İstanbul Samandıra’da bulunan Yurtiçi Kargo Marmara Aktarma Merkezi önünde yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirdi. Açıklamanın ardından Anadolu Yakasında bulunan kargo ve lojistik firmalarının şube ve depolarına çalışan işçilere bildiriler dağıtıldı. Basın açıklamasını DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yaptı. Yurtiçi Kargo Marmara Aktarma Merkezi önünde yapılan basın açıklamasında Küçükosmanoğlu, kargo ve lojistik firmalarındaki çalışma koşullarının ağırlığını anlattı. Bu işkolunda çalışanlarını en uzun çalışma süresiyle ve düşük ücretlerle çalıştıklarını, Anayasada yasaklanmış olan angarya koşulları altında çalıştırılmaya mahkûm edilmiş durumda olduklarını ifade etti. Buna karşılık kargo ve lojistik firmalarında sendikalaşmanı oranın da Türkiye’deki en düşük işkollarından biri olduğunu belirtti. Sendikanın geçmişte Yurtiçi Kargo, Aras Kargo gibi firmalarda örgütlenme çalışması yaptığını bu nedenle kargolarda Nakliyat-İş Sendikası’nın örgütlenme deneyiminin olduğunu belirterek, işçileri Nakliyat-İş Sendikası’nda örgütlenmeye çağırdı. Küçükosmanoğlu, kargo ve lojistik firmalarında başlatılan örgütlenme seferberliği sonucunda sendikalaşma talebinin arttığını ifade etti. Bu taleplerin önümüzdeki günlerde değerlendirilmesi sonucunda kar- İspanyol işçileriyle birlikte atıyor. Bugün Londra, bugün Berlin, bugün Brüksel, Paris, Roma, Atina, Madrid, Prag... işçileri selamlıyor. Avrupa’nın direnen işçilerini biz de selamlıyoruz. Bugün DİSK Avrupalı işçilerle dayanışma göstermek için İstanbul’da Nakliyat ambarlarında da 1000 üyesi ile iş bırakıyor, Ankara’da Almanya Büyükelçiliği’nin önünde kitlesel bir basın açıklaması gerçekleştiriyor ve İzmir’de binlerce üyesi eylem yapıyor. Avrupa’da yabancı düşmanlığı ve faşizm yükseliyor. Özellikle Müslüman göçmenlere yönelik ayrımcılık artıyor. Bugün Avrupalı işçiler ırkçılığa karşı çok kültürlü bir Avrupa talebini de dile getiriyorlar. Bugün Avrupalı işçiler dini, dili, rengi ve etnik kökeni ne olursa olsun herkesin insanca çalışma hakkına, insanca yaşama hakkına sahip çıkıyorlar. Bugün Avrupa grevi konuşuyor Türkiye grev yasaklarını... AKP hükümeti grev hakkını kullanılmaz hale getiren bir sendikalar yasası hazırladı. Çok sayıda iş kolunda grev yasağı var. Dayanışma grevi, siyasi grev veya genel grev yasak. Ama bugün Avrupa ülkelerinde uluslararası bir grev var. Birbirinin yüzünü hiç görmemiş, bir kez olsun tanışmamış İspanyol işçileri Yunan işçilerle birlikte greve çıkıyorlar. Fransız işçiler hiç tanımadıkları İtalyan işçilere destek olmak için iş bırakıyorlar... İşte işçi sınıfının uluslararası dayanışmasının en somut örneği. İşçiler bugün birimiz hepimiz hepimiz birimiz içindir diyor. Bugün Avrupa hükümetleri iyi bir ders alacaklar. İşçilerin üretimden gelen gücünün önemini öğrenecekler. Grev sendikal eylemlerin, işçi eylemlerinin en yüksek aşamasıdır. Bugün Avrupa hükümetleri halkı değil uluslararası tekelleri dinlemenin bedelini ödeyecekler. İşçi sınıfının uluslararası dayanışması içi boş bir söz değildir. Biz işçiler dünyanın her yerine yayılmış büyük bir aileyiz. Sermaye işçileri sömürürken, kazanılmış hakları gasp ederken sınır tanıyor. O zaman işçilerde sınırları aşan uluslararası eylemlerle karşılık vermelidir. “14 Kasım Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü” sadece bir başlangıç. Avrupa Grevi’nin daha sonraki eylemlere ilham ve cesaret vereceğine inanıyoruz. Avrupa işçilerinin grevlerini ve eylemlerini birkez daha selamlıyoruz. Yaşasın 14 Kasım Avrupa Grevi Yaşasın İşçi Sınıfının Uluslararası Birliği Yaşasın Sınıf Dayanışması go ve lojistik firmalarında örgütlenme sürecinin hızlanacağını söyledi. Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun konuşmasından sonra Yurtiçi Kargo Mağdur Şube Müdürleri Dayanışma Birliği adına açıklamalar yapıldı. Mağdur Şube Müdürleri, yıllarca Yurtiçi Kargo’ya hizmet ettiklerini, Yurtiçi Kargo tarafında borç batağına sürüklendiklerini, şubelerinin elinde alınarak kapı önüne konulduklarını anlattılar. Basın açıklamasına Birleşik Metal-İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Özkan Atar, Nakliyat İş Genel Merkez ve Şube Yöneticileri, İşyeri Sendika Temsilcileri ve üyelerle birlikte Yurtiçi Kargo Mağdur Şube Müdürleri Dayanışma Birliği katıldı. Kitlesel katılım sağlanan eylemde, “İnsanca Yaşayabilecek Bir Ücret, İnsan Onuruna Yaraşır Çalışma Koşulları İçin Örgütlenelim, akliyatİş Sendikasına Üye Olalım”, “Kargo Lojistik İşçileri Köleliğe Boyun Eğme, Yasal Hakkına Sahip Çık Sendikamıza Üye Ol”, “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” pankartları açıldı. Ayrıca Yurtiçi Kargo Mağdur Şube Müdürleri Dayanışma Birliği adına da çeşitli pankartlar açıldı. Eylemde “İşçiyiz Haklıyız Kazancağız”, “Sabah 07:00 Akşam 10:00 Al sana Mutlu Son” “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Biz Bir Aileyiz Dediler Hakkımız Yediler”, “İnadına Sendika İnadına DİSK”, “Kölece Çalışmaya Hayır” sloganları atıldı. Eylem halaylarla son buldu. İ Nakliyat İş, “İhanet Belgesi”ni protesto etti şçi Sınıfı sendikacılığını yok eden, onun yerine AKP yandaşı ve işveren yanlısı sendikacılığın önün açan ve ülkemizi sermayenin ucuz işgücü cennetine çeviren “Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu”, işveren örgütlerinin hükümetle kol kola girmesi, AKP milletvekillerinin İşçi Sınıfına karşı fazla mesai yaparak canla başla çalışmaları sonucunda 18 Ekim 2012 Perşembe günü TBMM’de onaylandı. Bir sosyal sınıfın başka bir sosyal sınıf üzerindeki hâkimiyetini tesis ederek Anayasal suç işleyen ve 9 milyon işçinin en temel hakkını gasp eden yasa DİSK Nakliyat İş Sendikası, 20 Ekim Cumartesi günü Topkapı Ambarlarında protesto edildi. Topkapı Ambarlar Sitesi önünde toplanan işçiler, “DİSK”, ardından “Sendika ve Sözleşme Hakkımız Gasp edilemez”, “Kahrolsun Sarı Sendikacılık” , “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz, İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Sendikal Barajlar Kaldırılsın, Sözleşme Hakkımız Engellenemez”, pankartlarını açtılar, site içerisinde bulunan İstanbul Şubesi önüne kadar yürüyüş yapıldı. “TÜRK-İŞ+HAK-İŞ Yönetimi İhanetinin Bedelini İşçi Sınıfımıza Verecektir”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “AKP’nin Kölelik Yasalarına Boyun Eğmeyeceğiz”, “Kölelik Yasalarına Hayır”, “12 Eylül Yasası ile Sözleşme Yapan Sendika Sayısı 51, AKP Yasasıyla Sözleşme Yapan Sendika Sayısı 22”, “AKP Yasasıyla 12 Milyon İşçiden 6,5 Milyonu Sözleşme Yapacak Sendika Bulamayacak” dövizleri açıldı. “AKP Yasanı Al Başına Çal”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek” , “Hainler İşçi Sınıfına Hesap Verecek”, “İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız”, “Kahrolsun Sarı Sendikacılık”, “Sendika Hakkımız Engellenemez” sloganları atıldı. Eyleme, Topkapı Ambarlarında çalışan üye bin işçi ve sendika yöneticileri katıldı. Ayrıca DİSK Örgütlenme Daire Başkanı İsmail Yurtseven, Genel-İş Şube Başkan ve yöneticileri destek verdi. Protesto eyleminde DİSK Genel Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu bir açıklama yaptı. Küçükosmanoğlu konuşmasında; “Toplu İş İlişkiler Yasası, 12 Eylül yasalarından yüz bin kere daha iyidir” diyen Çalışma Bakanına seslendi. 12 Eylül Yasası ile sözleşme yapan sendika sayısının 51, AKP yasasıyla sözleşme yapan sendika sayısının ise 22 olduğunu söyledi. Ayrıca, AKP’nin yasası ile 12 milyon işçiden 6,5 milyon işçinin sözleşme yapamayacağını söyleyerek, “İyi dediğiniz yasa bu mudur?” diye sordu. “Bakanlığın önünde Sosyal Güvenlik Kurumunun verileri varsa, tartışamaya DİSK olarak hazırız. Burada yalana ve dolana gerek yok” diye konuştu. Çalışma Bakanının bir toplantı sırasında “bu yasaları TOBB istedi bizde yaptık”, dediğini belirten Küçükosmanoğlu, “AKP ve Çalışma Bakanı, patronların, sermayenin istediklerini yerine getiriyor; bunu kendileri açıkça dile getirdiler” dedi. Çalışma Bakanının ve AKP’nin TOBB, işveren örgütleri ve sarı konfederasyonlarla beraber bir ihanet belgesi olan protokolü imzaladıklarını vurgulayan Küçükosmanoğlu, “30 ve 30 işçinin altında çalışan işyerlerinde sendikal güvenceyi ortada kaldıran belgeye imza atan TÜRKİŞ ve HAK-İŞ işçi sendikacılığı adına yüz karasıdır. Bu bir ihanet belgesidir. Bu ihanet belgesiyle, işçilerin ekmeklerine sahip çıkma ve onu geliştirme mücadelesi ortadan kaldırıldı. İşçilerin örgütlenme mücadelesine yeni engeller getiren yasayı çıkardılar” dedi. Küçükosmanoğlu konuşmasında, Toplu İş İlişkileri Yasasına yönelik uluslararası işçi konfederasyonlarının, Dünya Sendikalar Federasyonu’nun, Başbakana bu yasanın uluslararası sözleşmelere göre yapılmadığı, bu yasaların uluslararası standartlar uygun hale getirilmesi gerektiğine yönelik protesto mesajları gönderdiğini ifade etti. Küçükosmanoğlu, bu yasadan önce kara taşımacılığı işkolunda işçi sayısının 140 bin, % 10 işkolu barajının ise 14 bin olduğunu; yasa ile kara, hava, demiryolu taşımacılığı, taşımacılık işkolu adında birleşince, işçi sayısının 700 bine, % 3 işkolu barajının ise 21 bine çıktığını söyledi. Küçükosmanoğlu sözlerini şöyle sürdürdü: “Ve % 3 işkolu barajı ile TİS yapacak sendika kalmamaktadır. % 10 olan baraj sözde % 3’e düşmekte ama aslında bu işkolunda % 15’e çıkmaktadır. Bu durumda, taşımacılık işkolunda hiçbir sendika barajı geçemeyecek; taşımacılık sektöründe işçiler sözleşme yapacak sendika bulamayacak. Aynı şekilde birçok işkolunda da benzer durum geçerli.” Küçükosmanoğlu konuşmasının sonunda, DİSK’in, Nakliyat-İş’in tarihinin belli olduğunu, Türkiye İşçi Sınıfının bu yasalara hapsedilemeyeceğini vurguladı. DİSK’in icazetle kurulmadığını, mücadelelerle, direnişlerle kurulduğuna vurgu yaptı. Küçükosmanoğlu, DİSK’in yasa meclisin gündemine geldiğinden beri tüm bölgelerde, meclisin önünde gerektiğinde gaz bombalarına karşı direndiğini bundan sonra da mücadeleye devam edeceğini söyledi. Topkapı Ambar İşçileri: binlerce işçinin, emekçinin ekmeği ile oynanmasın! UKOME Kararları kaldırılsın! İ stanbul Büyükşehir Belediyesi, Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME)’nin Zeytinburnu Nakliyeciler Sitesi’ne 31.12.2012 tarihi itibarıyla yük taşıyan araçların girmesini yasaklayan kararı, 12 Aralık’ta Nakliyat-İş’e üye 1000 işçi ile protesto edildi. 12 Aralık sabahı saat 10.00’da yapılan basın açıklamasına, Topkapı Ambarlarda çalışan 1000 işçi sabah işbaşı yapmayarak katıldı. UKOME kararlarına göre, Nakliyeciler Sitesi’ne araç girişi yasaklanıyor ve Site’de bulunan işyerlerinin HadımköyDelikkaya’ya taşınması gerekiyor. Ancak Hadımköy’de tahsis edilen bölgede belediyenin hiçbir altyapı ve bağlantı yollarını yapmaması, işyerlerinin buraya taşınmasını imkânsız hale getiriyor. Yapılan basın açıklamasında; Site’de 1000’e yakın, taşradaki karşılıklarında 2000’e yakın işçinin çalıştığı ve bu sayıya işverenler, kamyoncular, esnaflık yapanlar ve aileleri de eklenince, on binlerce insanın geçimini etkileyeceği, dolayısıyla bu kararın kaldırılması ve işçilerin emekçilerin ekmeğiyle oynanmaması gerektiği vurgulandı. Basın açıklaması DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Sendika Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu tarafından yapıldı. Basın açıklamasında sık sık “UKOME Kararları Kaldırılsın”, “UKOME Ekmeğimizle Oynama”, “İşçiyiz, Haklıyız, Kazanacağız” sloganları atıldı. “UKOME Kararlarını Kaldırın Ekmeğimizle Oynamayın DİSK akliyat-İş Üyesi Topkapı Ambar İşçileri” ve “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz İşçiyiz Haklıyız Kazanacağız” pankartları açıldı. 26 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 Yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası: Devrimci Sınıf Sendikacılığına karşı, Sarı-Gangster Sendikacılığın, Patronların ve Parababaları Örgütlerinin önünü açan bir düzenlemedir O rtaçağcı Tayyipgiller hükümeti, Türk-İş ve Hak-İş gibi sarı-gangster sendikalar ve TÜSİAD, MÜSİAD, TİSK, TOBB gibi işveren örgütleri ile el ele vererek, 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasasını 18 Ekim 2012 günü Meclisten çıkarttı. Çankaya’daki Noterin onayından da geçirerek 07 Kasım 2012 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe soktu. Bilindiği gibi, bundan önceki 2821 Sayılı Sendikalar ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasaları 12 Eylül Faşist Darbesi’nden sonra çıkartılmıştı. Aradan geçen 32 yılda, Faşist Cunta tarafından çıkartılan birçok yasa ortadan kaldırıldığı ve birçoğunda da esaslı değişiklikler yapıldığı halde 2821 ve 2822 Sayılı Yasalarda ciddi hiçbir değişiklik yapılmamıştı. Niçin? Çünkü bu yasalar, sendika kurucusu olabilmek için 10 yıllık işçi olma zorunluluğu, % 10 işkolu ve % 50’nin üzerinde işyeri barajlarıyla, sendikalara üyelik ve istifalarda getirilen Noter şartıyla, Toplu İş Sözleşmesi yapabilmek için 6 işgünü, 15 gün vb. hak düşürücü sürelerden oluşan karmaşık prosedür labirentleriyle İşçi Sınıfımızın örgütlenme ve toplu iş sözleşme yapma hakkının önünde binbir türlü engelleri barındırıyordu. Bu durum da işverenlerle sarı sendikacıların işine geliyordu. 12 Eylül Faşist Darbesiyle birlikte DİSK ve diğer Bağımsız Devrimci Sendikalar kapatıldı, yöneticileri cezaevlerine dolduruldu. Bu dönemde Sarı-Gangster Türk-İş Yönetimi ise, Genel Sekreteri’ni cunta hükümetine Çalışma Bakanı olarak vererek, 12 Eylül Faşizmince çıkartılan ihanet yasalarına ortak olmuştu. Faşist Cunta’nın bu yasalarla getirdiği baraj vb. engeller DİSK ve diğer bağımsız Devrimci Sendikaların yeniden örgütlenmelerini engellemeyi amaçlıyordu. Tabiî bunda da başarılı oldular. 12 Eylül’den sonra kapatılan sendikalara üye işçilerin tamamı Türk-İş ve Hak-İş gibi sendikalara (örgütsüz ve toplusözleşmesiz kalmamak için) gitmek zorunda kaldılar. 1991 yılında DİSK’in faaliyetlerine izin verilmesinden sonra da DİSK’e bağlı sendikaların tamamı 2821 ve 2822 Sayılı Yasalardaki barajlar nedeniyle Toplu İş Sözleşmesi (TİS) yapamadılar. Daha doğrusu 12 Eylül’ün getirdiği bu barajları aşmak için aylarca yıllarca mücadele etmek zorunda kaldılar. Buna rağmen ancak bir kısmı TİS imzalama yetkisine sahip olabildi. Bu dönemde Türk-İş ve Hak-İş gibi sarı sendikalar, Faşist Cunta tarafından çıkartılan bu yasaların ortadan kaldırılması için mücadele etmek yerine bu yasaların kendilerine tanıdığı olanaklar sayesinde haksız yere üye sayılarını artırdılar, palazlandılar. Şimdi ise 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasasının çıkartılması aşamasında Tayyipgiller Hükümeti ve işveren örgütleriyle birlikte protokoller imzalayarak, bu işçi düşmanı, antidemokratik yasanın çıkmasına ön ayak oldular. Öyle ki Hak-İş; yasanın Abdullah Gül tarafından onaylanmasının ardından yaptığı basın açıklamasında; “6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile 12 Eylül ürünü sendikal mevzuata ilişkin çalışma hayatından paslı bir çivi çıkmıştır.” diyerek ihanetinin ardında durmayı sürdürmüştür. Oysa bu yasa ile bırakın “çalışma hayatından bir paslı çivinin çıkartılması”nı tam tersine ÇALIŞMA HAYATINA PASLI BİR KAMA SAPLANMIŞTIR. Aşağıda önemlilerinden birkaçına değinilecek işçi düşmanı, antidemokratik düzenlemelerle 12 Eylül yasalarını aratır niteliktedir, bu yasa... Öyle ki, bazı ısmarlama düzenlemelerle, sarı-gangster Hak-İş’e bağlı sendikaların TİS yapmasının önünün açılmak istendiği bariz bir şekilde görülmektedir. Elbette Hak-İş’li sarılar bu yasayı savunacaklardır. Dolayısıyla ihanet cephesinde değişen bir şey yok... “Kış kışlığını, puşt puştluğunu yapar” özdeyişinde olduğu gibi, sarılar da sarılıklarını yapmaya devam ediyor… Sözde bu yasa tasarısı hazırlanırken, Uluslararası Sözleşmelerdeki sendikal örgütlenme ve toplu iş sözleşmesi özgürlüğüne yönelik hükümler dikkate alınacak deniyordu. Ancak Mecliste yasalaşan haliyle bu yasa; bırakalım bu özgürlüklerin dikkate alınmasını, tamamen geçmişteki 2821 ve 2822 sayılı yasaların ruhunu barındırmaktadır. Hatta Toplu İş Sözleşmesi prosedürü, Grev ve Lokavt, Arabulucu, Yüksek Hakem Kurulu vb. düzenlemelerin bir kısmı kelime kelime aynen eski yasadan aktarılmış, bu hakların özünü ortadan kaldıran gerici düzenlemelerdir. Oysa 2821 ve 2822 sayılı yasalardan önce yürürlükte bulunan 274 ve 275 sayılı yasalarda sınırlı da olsa İşçi Sınıfının sendikalaşma ve toplusözleşme hakları daha geniş bir şekilde tanınmaktaydı. 27 Mayıs Politik Devri- mi’nin ürünü olan bu yasalardan önce İşçi Sınıfının grev yapması dahi yasaktı. Ama 1961 Anayasası ile işçilerin sendika, toplusözleşme ve grev hakkı, anayasal güvence altına alındı. Hemen belirtelim ki, 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK) 1961 Anayasası’nda tanınan haklardan daha geri bir düzenlemedir. Örneğin, işçilerin Grev hakkının karşılığı olarak işverenlere Lokavt hak olarak tanınmıştır. Oysa lokavt bir hak değil; suçtur... Ancak 274 ve 275 sayılı yasalar bu geriliklerine rağmen, sonradan çıkartılan 2821 ve 2822 sayılı yasalar ve en son Tayyipgiller Hükümeti tarafından çıkartılan 6356 sayılı yasadan çok çok ileridedir. 274 ve 275 sayılı yasalar döneminde sendikalar, TİS imzalamak için işkolu barajı gibi engelle karşılaşmıyor, tek bir işyerinde bile örgütlenen sendika üyeleri adına TİS imzalayabiliyordu. İşçilerin sendikaya üyelik ve istifalarında noter şartı, e-devlet kapısı gibi aracılar bulunmuyordu, “Hak Grevi” yapabilecekleri kabul edilmişti. Nitekim bu düzenlemelerin ardından o dönemlerde, İşçi Sınıfımız örgütlenme, toplusözleşme ve grev hakkına sonuna kadar sahip çıkmış, 1967 yılında DİSK kurulmuştur. DİSK, kurulur kurulmaz İşçi Sınıfımız için bir cazibe merkezi haline gelmiş, kısa sürede 500 bin üyeye ulaşmıştır. Bütün bu özgürlükçü ortamın 27 Mayıs Politik Devrimi ile sağlandığı tartışmasızdır. Dolayısıyla son günlerde moda olduğu gibi, “her türlü darbeye karşıyız” edebiyatıyla 12 Eylül ve 12 Mart Faşist Darbeleri ile 27 Mayıs Politik Devrimi’nin aynı kefeye konulmasının koca bir yalan, bilinçli bir sahtekârlık olduğu olaylarla sabittir. Gelelim 6356 sayılı yasanın ayrıntılarına: İşkolu Barajının % 3’e düşürülmesi aldatmacadır, uygulanması ise eşit ve adil değildir Öncelikle belirtmeliyiz ki, 6356 sayılı yasada bazı işkolları birleştirilerek 28 olan işkolu sayısı 20’ye, % 10 olan işkolu barajı % 3’e düşürülmüştür. Bu düzenlemeler ilk bakışta olumluymuş gibi görünmekteyse de aslında tipik bir Tayyipgiller klasiğidir; sol gösterip sağ vurmak... Birleştirilen işkollarında toplam çalışan sayısı artmış olacağından, işkolu barajının % 10’dan 3’e düşürülmesinin hiçbir cazibesi olmadığı gibi, bu işkollarındaki sendikaların TİS imzalama yetkileri de ortadan kaldırılmıştır. Dolasıyla bu yasayla birlikte, Toplu İş Sözleşmesi yapabilen 51 sendikadan 29’unun yetkisi düşecek, ancak 22 sendika TİS imzalama yetkisine sahip olabilecektir. Örneğin; önceki yasadaki Kara, Hava ve Demiryolu Taşımacılığı işkolları, bu yasada “Taşımacılık” işkolu olarak birleştirilmiştir. 6356 Sayılı Yasadan önce yayımlanan en son istatistik olan 2009 yılı istatistiklerinde “Kara Taşımacılığı” işkolunda çalışan işçi sayısı 140 bin, % 10 işkolu barajı ise 14 bin idi. Bu üç işkolunun birleştirilmesiyle oluşturulan “Taşımacılık” işkolundaki işçi sayısı 700 bine % 3 barajı da 21 bine çıkmaktadır! Bir başka anlatımla, 2821 sayılı yasa döneminde, Kara, Hava ve Demiryolu Taşımacılığı işkolundaki sendikalar % 10 olan işkolu barajına rağmen TİS imzalama yetkisine sahip iken, bu birleşmeden sonra % 3 işkolu barajını aşmaları bugünkü üye sayılarıyla mümkün değildir. Dolayısıyla bu işkolunda baraj sözde % 3’e düşmekte ama aslında % 15’e çıkmıştır. Hal böyle olunca, bugün için bu işkolunda % 3 işkolu barajını aşıp TİS yapacak sendika kalmamıştır. Daha da önemlisi taşımacılık işkolunu tekleştirirken, Kara, Hava ve Demiryolu Taşımacılığını birleştirmeye dahil eden Tayyipgiller, Denizyolu taşımacılığını bu birleşmenin dışında tutmuştur. Denizyolu taşımacılığı işkolunu “Gemi Yapımı” işkolu, “Ardiye ve Antrepoculuk” işkolları ile birleştirmiştir. Deniz Taşımacılığının gemi yapımı ve antrepoculukla ne ilgisi vardır? Bu ısmarlama düzenlemeyle Hak-İş’e geçeceği konuşulan bazı sendikaların önünün açıldığı kesindir. Önümüzdeki günlerde bunu yaşayarak göreceğiz. Öte yandan, Ticaret, Eğitim, Büro, Güzel Sanatlar işkolunda Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre şu an 2 milyon 900 bin işçi çalışmaktadır. Bu işkolunda toplu iş sözleşmesi yapan DİSK ve Türk-İş’e bağlı üç sendikanın (Sosyal-İş, Tez-Kop İş ve Kop-İş) sözleşme kapsamındaki üye toplamı ancak 70 bine ulaşmaktadır. Yani bu yasaya göre üç sendikanın toplam üye sayısı dahi yüzde üç işkolu barajını aşmaya yetmemektedir. Dolayısıyla bu işkolunda çalışan işçilerin tamamı, bu yasaya göre, sözleşme yapma hakkına sahip sendika bulamayacaklar ve sendikasız kalacaklardır. Yandaş sendikaların önünü açmak için baraj sıfıra indirilmiştir AKP Hükümetinin ısmarlama yasasının hükümleri bununla da sınırlı değil... Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapabilmeleri için getirilen % 3 işkolu barajı da eşit bir şekilde uygulanmayacak. Geçici 6. Madde ile Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK) üyesi Konfederasyonlara (Türk-İş, DİSK, Hak-İş) bağlı sendikalara % 3 işkolu barajı yumuşatılarak (Ocak 2013 istatistiğinin yayımı tarihinden 01/07/2016 tarihine kadar yüzde bir, 01/07/2018 tarihine kadar yüzde iki) uygulanacaktır. Bu düzenleme ile ESK üyesi Konfederasyonların sendikaları beş yıllığına ödüllendirilmiş, Bağımsız Sendikaların TİS yapmalarının önüne ciddi engeller konulmuştur. Aynı geçici maddenin (2.) fıkrası ise evlere şenlik... Buna göre; “En son yayımlanan 2009 istatistiği sonrasında, 150/9/2012 tarihine kadar kurulmuş ve Ekonomik ve Sosyal Konseye üye konfederasyonlara üye olmuş işçi sendikalarının bu Kanunun yürürlük tarihinden Ocak 2013 istatistiklerinin yayımlandığı tarihe kadar yapacakları yetki tespit taleplerinde” işkolu barajı aranmayacaktır. Bu madde, Mart 2012’de AKP tarafından Anadolu Ajansı çalışanlarına kurdurulan ve hemen Hak-İş’e bağlanan Gazetecilik İşkolundaki Medya-İş ve 10 No.lu Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar İşkolunda Hak-İş tarafından kurdurulan Öz Büro-İş Sendikalarının önünü açmaya yöneliktir. Hak-İş’in bu antidemokratik gerici yasayı canhıraş bir şekilde savunmasının nedenlerinden bir tanesi de budur... Önceki yasadaki yapay işkolu ayrımları aynen korunmuştur Bu yasada da sendikaların işkolu esasına göre kurulabilecekleri öngörülmektedir. Oysa yukarıda sadece birkaçına değindiğimiz nedenlerle işkolu ayrımları tamamen keyfi ve yapay gerekçelere dayandırılabilmektedir. Yine işkolu birleştirmeleri de bazı sendikalarının önünü kesmeye hatta birleştirilen işkolundaki yüz binlerce işçinin sendikasız ve toplusözleşmesiz kalabilmelerine de neden olmaktadır. Oysa olması gereken, bu yapay işkolu ayrımlarının tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Ya da en fazla Hizmet ve Üretim İşkolu diye iki ayrı işkolu ile yetinilmelidir. Altına imza atılan uluslararası sözleşmelerde de bizdeki gibi işkolu ayırımlarına gidilmemiştir. Kaldı ki, Çalışma Bakanlığı tarafından bugüne kadar uygulanan işkolu ayırımları, yani bir işyerinin hangi işkoluna girdiğine dair uygulama, işverenlerin bakanlığa yaptığı tek yanlı bildirimlere göre tespit ediliyordu. Uygulamada bu durum sürekli yargısal uyuşmazlıklara neden oluyordu. Bu yasayla yine aynı durum kaçınılmaz olarak devam edecektir. Tayyipgiller, tutarsızlığında dahi tutarlı değildir 6356 Sayılı yasada yukarıda belirtildiği gibi bir yandan işkolu esasına göre sendika kurulabileceği öngörülürken, diğer yandan sendika kurucusu olabilmek için işkolu ayrımı gözetilmemiştir. Bu durum, yasayı hazırlayanların tutarsızlıklarında bile tutarlı olmadıklarını göstermektedir. Örneğin yasanın “Kuruculuk Şartları” başlıklı 6/1. Maddesinde; “Fiil ehliyetine sahip ve fiilen çalışan gerçek veya tüzel kişiler sendika kurma hakkına sahiptir.” denilmektedir. Bu düzenlemeyle, sendika kurucusu olabilmek için o sendikanın faaliyet göstereceği işkolunda çalışıyor olma koşulu aranmamaktadır. Oysa aynı yasanın “Sendika Üyeliğinin Sona Ermesi ve Askıya Alınması” başlıklı 19. Maddesinin 7. fıkrasında; “İşkolunu değiştirenin sendika üyeliği kendiliğinden sona erer.” hükmü yer almaktadır. Bu düzenlemelerden de açıkça görüldüğü gibi bu yasa çalakalem hazırlanmıştır. Başı ile ortası ve sonu arasında tutarlılık olmadığı gibi, Tayyipgiller’in sürekli övündükleri “ileri demokrasi”nin; yalandan, üçkağıttan, adam kayırma, vurgun ve talandan başka bir şey olmadığının kanıtıdır. Tayyipgiller’in Referandum sahtekârlığı deşifre oldu: yasada grevin adı var kendi yok! Bu yasayla işçilerin grev hakkı yine kuşa çevrilmiş, önceki yasada olduğu gibi ancak “menfaat grevi” yapılabileceği öngörülmüştür. Oysa Tayyipgiller, 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu’nda, çalışma yaşamındaki Genel, Siyasi ve Dayanışma Grevleri önündeki yasakların kaldırılacağı propagandasını yaptı. Bir başka anlatımla, bu referandum sonucunda 82 Anayasası’nın 54. Maddesinin 7. fıkrasının kaldırılarak Genel Grevin, Siyasi ve Dayanışma Grevinin önünün açılacağı ya- lanını her türden dönek, liboş burjuva yazarçizerleriyle halka yutturdular. Hatta bu yalanlara “yetmez ama evet”çi hain döneklerin içinde yer alan sarı sendikacılar da ortak olmuştu. Ancak, çıkarttıkları bu yasayla “yalancının mumu yatsıya kadar” ancak yanabildi, “takke düştü kel göründü”. 6356 sayılı yasanın “Grevin Tanımı” başlıklı 58/2. Maddesinde, “Toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması hâlinde, (..) bu Kanun hükümlerine uygun olarak yapılan greve kanuni grev denir.” Aynı maddenin 3. fıkrasında da; “Kanuni grev için aranan şartlar gerçekleşmeden yapılan grev kanun dışıdır.” denilerek grev olgusu tamamen toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında çıkan uyuşmazlık sonucuna ve devamı maddelerdeki karmaşık grev prosedürlerine bağlanmıştır. Yani önceki 2822 sayılı yasada olduğu gibi bu yasada da “menfaat grevi” düzenlemesiyle, İşçi Sınıfımızın Hak Grevi, Dayanışma Grevi, Siyasi Grev gibi hakları, yasanın deyimiyle “Kanun Dışı Grev” kapsamına sokularak, 78. Maddede de cezai yaptırıma bağlanmıştır. Tabiî bu durumun, devletin altına imza attığı ve Anayasa’nın 90. Maddesine göre iç hukuk normu haline gelen Uluslararası Sözleşmelerle de hiçbir ilgisi yoktur. Oysa 12 Eylül Faşizminden önce yürürlükte bulunan 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasasında işçilerin “Hak Grevi” yapma hakları bulunmaktaydı. Yani işçiler grev haklarını, sadece TİS yapılması aşamasında çıkan uyuşmazlık sonunda değil, imzalanan TİS’le kazanılmış hakların işveren tarafından verilmemesi/uygulanmaması durumunda da kullanabiliyorlardı. Siyasi iktidar, beğenmediği grevi erteleyerek, sendikaları, işverenlerin istediği zeminde TİS imzalamaya zorlayabilecek, anlaşmayan sendikaların yetkisi düşecektir 6356 Sayılı Yasanın Grevin Ertelenmesini düzenleyen 63. Maddesiyle hükümete, grev erteleme hakkı tanınmıştır. Bu düzenlemeye göre, hükümetin 60 gün süreyle grevi ertelemesi halinde, taraflar bu süre içinde anlaşamazlarsa sendikanın yetkisinin düşeceği öngörülmüştür. Yani bundan böyle hükümet, beğenmediği grevi ya da grevleri erteleyerek sendikaları 60 gün içinde TİS imzalatmaya zorlayabilecektir. Oysa beğenmediğimiz 12 Eylül ürünü 2822 sayılı yasanın 34. Maddesinde sendikanın yetkisinin düşmesi değil de erteleme süresinde tarafların anlaşamamaları halinde uyuşmazlığın çözümü için Çalışma Bakanının Yüksek Hakem Kuruluna (YHK) başvuracağı öngörülüyordu. Yani birinde (yeni yasada) her ne kadar sendikaya YHK’ye başvurma hakkı tanınmışsa da, sendikanın bu hakkı kullanmadığı veya süreyi kaçırdığı durumda sendikanın yetkisi düşürülerek işçiler toplu sözleşmesiz bırakılacak, diğerinde ise (eski yasada) uyuşmazlığın çözümü YHK’ye havale edilerek kötü de olsa bir TİS düzenine geçilebiliyordu. Dolayısıyla Tayyipgiller, yasanın bu hükmüyle ve daha başka hükümleriyle eskiyi aratmaktadır. İşyeri barajları da sendikal örgütlenmeyi engellemeye devam edecek 6356 Sayılı Yasa’nın başka bir barajı olan işyeri ve işletme barajlarında da tutarlılık olmadığı gibi eski yasadan bir farkı bulunmamaktadır. Zira bir işyerinde TİS imzalamak için sendikanın % 3 işkolu barajının yanında işyerinde de % 50’den fazla üye yapma barajını da aşması gerekiyor. Eğer TİS imzalanacak işyeri işletme düzeyinde ise bu baraj % 40’a düşürülüyor. Bu düzenlemeyle sanki bir işletmede iki ayrı sendika yetki alabilirmiş gibi bir algı oluşsa da yasanın 41/3. Maddesindeki; “İşletmede birden çok sendikanın yüzde kırk veya fazla üyesinin olması durumunda başvuru tarihinde en çok üyeye sahip sendika toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.” denilerek, eski yasada olduğu gibi, bir işyerinde tek sözleşme anlayışı benimsenmiştir. Dolayısıyla işletmelerde işyeri barajının düşürülmüş olmasının demokratik hiçbir yönü yoktur. Otuz ve otuzdan az işçinin çalıştığı işyerlerinde çalışanların iş güvencesi kapsamında olmadıkları gibi, sendikal tazminat davası açamamaları da Tefeci-Bezirgân Sermayeye verilen ikinci bir ödüldür Tayyipgiller, bu yasa ile 4857 Sayılı İş Yasasının 18. Maddesi ile iş güvencesi kapsamı dışında bırakılan Otuz ya da Otuz kişiden az işçi çalıştırılan işyerlerinde sendikal örgütlenme nedeniyle işten çıkartılan işçileri de bu kapsama alarak iş güvencesinden mahrum bırakmıştır. Oysa bu kapsamdaki işçiler, önceki yasaya göre işe iade davası açamamalarına karşın, (2821 sayılı Sendikalar Yasasının 31. Maddesi uyarınca) sendikal tazminat davası açabilmekteydiler. Yasanın bu haliyle çıkmasında Türk-İş ve Hak-İş’in hükümet ve işveren örgütleriyle kapalı kapılar arkasındaki satış protokollerinin etkisi büyük olmuştur. Ayrıca bu düzenlemeyle Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) rahatlatılmıştır. Bilindiği gibi TOBB, tepesi Finans-Kapital temsilcilerince tutulsa da Tefeci-Bezirgân ve tekel dışı kalmış sermaye şirketlerinin oluşturduğu bir üst örgütlenmedir. Tayyipgiller de bu ortaçağcı gerici sınıfın siyasi plandaki temsilcisi olduğundan, kendi sınıf çıkarlarını korumuşlardır. Dolayısıyla bu düzenlemeyle de bu yasa eskisini aratmaktadır. e-devlet kapısı; sendikal örgütlenme güvenliğini ortadan kaldıracak, noter şartını aratacaktır! 6356 sayılı yasanın eskisini aratan bir başka düzenlemesi ise sendikaya üye olmak ve sendikadan istifa etmek için getirilen e-devlet kapısı uygulamasıdır. Bilindiği gibi önceki 2821 sayılı yasa döneminde işçilerin sendikaya üye olmaları ve üyelikten ayrılmaları Noter şartına bağlı idi. Bu uygulamayla işçiler, sendikalara üyelik ve istifada Noterlere para kazandırmaları bir yana, bu yasanın 30 yıllık uygulamasında üyelik ve istifalarda yoğun sahteciliklerin de yaşandığı bir gerçektir. 6356 Sayılı Yasanın 17 ve 19. Maddelerindeki düzenlemelere göre sendikaya üyelik ve üyelikten ayrılmada her ne kadar Noter şartı kalkmış ise de e-Devlet kapısından yapılan işlemlerde işçinin şifresinin işverenlerce ya da rakip sendikalarca ele geçirilmesi pekâlâ mümkündür. Dolayısıyla işçinin özgür iradesi olmadan ve hatta hiçbir bilgisi dahi olmadan bir sendikaya üye yapılması veya bir sendikadan istifa ettirilmesi önümüzdeki günlerde sıkça karşılaşacağımız sorunlar olacaktır. Ayrıca yasanın düzenlemesine göre e-devlet kapısından sendikaya üye olan ya da sendikadan istifa eden işçinin bu işlemi “eş zamanlı olarak” işverene, karşı sendikaya ve bakanlığa ulaşacaktır. Bu durumda sendikal örgütlenme güvenliğinin tehlikeye düşeceği ve hatta ciddi işçi kıyımlarının yaşanacağı da açıktır. Sonuç olarak; Resmi kayıtlara göre ülkemizde 12 milyon civarındaki işçinin ancak 500 bin civarındaki kısmı Sendikalı ve Toplusözleşmeli çalışabilmektedir. Bunların da bir kısmı yukarıdan beri sarı-gangster ve işçi düşmanı yüzlerini teşhir etmeye çalıştığımız Türk-İş ve Hak-İş’in üyesidirler. Yani İşçi Sınıfımız sanki “dağ başında kurda emanet edilen kuzu” gibi sarı sendikalar elinde tutsak edilmiş durumdadır. Yeni yasa ile birlikte bu tutsaklık daha da boyutlanacaktır. Ortaçağcı Tayyipgiller Hükümeti, Türk-İş ve Hak-İş gibi sarı-gangster sendikalar ve işveren örgütleriyle el ele vererek “12 Eylül’ün izinin silindiği”, “demokratikleşme” gibi yalanlarla bu yasayı çıkartmıştır. Oysa yukarıda da belirtildiği gibi, bu yasanın 12 Eylül ürünü önceki 2821 ve 2822 sayılı yasalardan tek farkı bu her iki yasanın tek bir metin haline getirilmesidir. Bazı hükümleriyle de eskiyi aratır durumdadır. Tayyipgiller, Yasanın Meclis Genel Kurulunda görüşülmesi sırasında DİSK’in öncülüğünde yapılan protesto gösterilerine ise polisi acımasızca saldırtmıştır. Binlerce işçiyi, devrimciyi biber gazıyla, tazyikli suyla, coplakalkanla yıldırmaya çalışmıştır. Maalesef bunda da şimdilik başarılı olmuştur. Ancak bu geçici bir yenilgidir. Bu yenilgiden kurtulmak için İşçi Sınıfımızın daha örgütlü ve kalıcı mücadeleler içine girmesi gerekmektedir. İşçi Sınıfımızın tarihinde, sermaye düzeninin bu türden saldırılarının püskürtüldüğü ve sonuçsuz bırakıldığı militan mücadele örnekleri bulunmaktadır. İşçi Sınıfımız, devrimci sendikaların önüne bugünkü gibi barajların çekilmek ve 274-275 sayılı yasalardaki işçi lehine düzenlemelerin ortadan kaldırılmak istendiği dönemlerde düşmanlarına gereken cevabı vermişti. Tıpkı bugün olduğu gibi, 1970’lerde de sarı-gangster Türk-İş’le İşveren örgütleri ve zamanın gerici Demirel Hükümeti el ele vererek, 27 Mayıs Politik Devrimi ile İşçi Sınıfımıza tanınan sendikal hakları ortadan kaldırmak ve DİSK’i kapatmak için saldırıya geçmişlerdi. Ancak İşçi Sınıfımız, Partimizin Genel Başkanı Nurullah ANKUT’un da içinde bulunduğu devrimci önderleriyle birlikte ayağa kalkarak örgütlediği Şanlı 15-16 Haziran Direnişi ile Parababalarının ve sarı sendikaların bu hevesini kursağında bırakmış, düşmanlarının bu saldırısını püskürtmüştü. Bugün ise İşçi Sınıfımız, AB-D Emperyalizmi ve yerli satılmışlar cephesi eliyle gerici ve Ortaçağcı bir kuşatma altında tutulmaktadır. Yani 15-16 Haziran günlerinden daha da geriye düşürülmüş durumdadır. Ancak buna rağmen, Devrimci Sınıf Sendikacılığı ilkesini benimseyen önderleriyle birlikte ayağa kalkarak, tarihsel olarak sahip olduğu Devrimci Özünü harekete geçirmelidir. Çünkü biliyoruz ki, ülkemizde Devrimci Sınıf Sendikacılığı ilkelerini benimseyen önderlerde ve bu önderlerin harekete geçireceği İşçi Sınıfımızda, tüm antidemokratik yasalar gibi 12 Eylül Faşizminin ürünü eski yeni tüm yasaları çöplüğe atacak potansiyel bir güç vardır. İşte bu güç, ekonomik-demokratik-sosyal hak mücadelesini kazanmanın yanında gerçek öz örgütü Halkın Kurtuluş Partisi saflarında ordulaşarak Demokratik Halk İktidarını kuracaktır. Buna inancımız tamdır. 15.12.2012 27 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 HKP’den, ülkemiz topraklarına yerleştirilmek istenen Patriot Füzelerine ve NATO’ya hayır eylemi P Kurtuluş Yolu/İzmir atriot Füzelerinin ülkemize yerleştirilmesini protesto eden Kurtuluş Partililer, 15 Aralık’ta Şirinyer İZBAN istasyonundan, NATO Karargâhına kadar yürüyüş yaptılar. Saat 13.00’da bir araya gelen Partililer, dövizler ve pankartlar açarak, sloganlarla yürüyüşe geçtiler. NATO’nun Şirinyer’deki Karargâhının önüne doğru yürüyen Partilileri polis, Karargâhın önüne sokmamak için engellenmeye çalıştı. Ancak Partililerin kararlı duruşu ile polise geri adım attırıldı. NATO Karargâhının karşısındaki yol kapatılarak açıklama yapıldı. NATO Karargâhı önünde Halkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Başkanı Av. Tacettin Çolak tarafından bir açıklama yapıldı. T. Çolak konuşmasına, polisin eylemi engelleme girişimini kınayarak başladı. T. Çolak, konuşmasında “Patriotlar, Emperyalistlerin Suriye’ye ya da İran’a yapacakları bir müdahale anında ATO-ABD Üslerini ve İsrail’i korumak içindir, halkımızı ve topraklarımızı korumakla hiçbir ilgisi yoktur.” dedi. Konuşması sık sık sloganlarla kesilen T. Çolak, “İncirlik, Kürecik, Patriotçuk derken ülkemizi emperyalistlerin silah deposuna çevirdiniz. “Halklara kan kusturacak bu ölüm makinelerini ateşleme emrinin verileceği komuta merkezini güzel İzmir’imizin topraklarına yerleştirdiniz. Bilin ki bu silahlar patlamaya başladığı zaman, sizi efendileriniz bile kurtaramayacak. Bu ülkenin tarihinde Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı gibi bir anıt var ve siz bu anıttan korkmaktasınız. “Biliyoruz, korkunuzu da “Ergenekon, Balyoz” gibi operasyonlarla gidermeye çalışıyorsunuz; ama nafile. Siz uşaklıkta devam ettikçe halklarımız örgütlenecek, size gereken cevabı verecektir. Tıpkı bundan 89 yıl önce olduğu gibi efendileriniz Batılı emperyalist haydutlarla birlikte bu topraklardan denize döküleceksiniz. Bunu adımız gibi biliyoruz!” dedi. Yürüyüş ve açıklama sırasında sık sık “Katil NATO Ortadoğu’dan Defol”, “Katil NATO Patriotlarınla Defol”,”Patriotlar Halklara Zulümdür”, “Hoşt Amerika, Puşt Amerika”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganları atıldı. T. Çolak’ın konuşmasının bütününü aşağıda yayımlıyoruz: 1 19 Aralık Cezaevleri Katliamı ve Maraş Katliamı’nın hesabı sorulacak 2 yıl önce bombalarla, silahlarla saldırdılar bizlere binlerce yıldır olduğu gibi. Parçaladılar, yaktılar, yıktılar. Dehak’ın torunları, yok edeceklerini sandılar. 19 Aralık 2000’de, 20 cezaevinde aynı anda gerçekleştirdiler ve adına “Hayata Dönüş Operasyonu” dediler. 3 gün sürdü Devrimci katliamı. 28’imizi katlettiler, 237’mizi yaraladılar. Yine yanıldılar, bu insanlık düşmanları. 34 yıl önce Maraş’ta da aynı katliamı yapmışlardı bu insanlık düşmanları, çoluk çocuk, ihtiyar genç, kadın erkek demedi- den yürüyüşle başlattığımız ve Bankalar Caddesi’nde gerçekleştirdiğimiz eylemimizde, 19 Aralık’ta katledilen Devrimci Tutsaklar ve Maraş’ta katledilen Devrimciler, Demokratlar, Aleviler Kurtuluş Partisi saflarındaydı. Bizlerin, yani gerçek Devrimcilerin bedenlerinde vücut bulmuşlardı, bağırıyorlardı, inletiyorlardı Kartal sokaklarını: “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Şeriat Ortaçağdır”, “Dün Maraş Bugün Suriye”, diye. Yaptıkları bütün katliamların ler, yüzden fazla insanı hunharca katlettiler. Vahşette sınır tanımadılar. Ağaçlarda, katlettikleri insanlarımızı sallandırdılar, hamile kadınların karınlarını deştiler, anne karnındaki çocukları bile kurşunladılar, bıçakladılar, faşist-gerici katiller… Yüzlerce kez olduğu gibi yine yanıldılar. 23 Aralık Pazar günü Partimizin önün- hesabını soracağız, faşist gerici katillerden ve efendilerinden. Çünkü, Halk İktidarında zaman aşımı yoktur! Patriotlar, Emperyalistlerin Suriye’ye ya da İran’a yapacakları bir müdahale anında NATO-ABD Üslerini ve İsrail’i korumak içindir, Halkımızı ve Topraklarımızı korumakla bir ilgisi yoktur! G azetecilerin Patriotlarla ilgili bir sorusuna karşılık Tayyip; “Bu topraklar aynı zamanda ATO’nun da topraklarıdır” demiş ve ülkemize ne kadar NATO askeri geleceğini bilmediğini, bunun çok da önemli olmadığını söylemişti. Bunları söyleyebilen birisi, ancak kendini, halkını ve topraklarını kayıtsız şartsız ABD-AB Emperyalizmine teslim etmiş biri olabilir.NATO, 1949 yılında emperyalist devletler tarafından kurulmuş ve o günden bugüne kadar dünya halklarına hep acı çektirmiş bir askeri örgüttür. Irak’ta, Afganistan’da, Yugoslavya’da, Libya’da yaptığı katliamlarla ABD-AB emperyalistlerinin savaş ve katliam örgütü olduğunu kanıtlamıştır. Emperyalistlerin başhaydudu ABD ise NATO’nun asıl yöneticisidir. Yani herkesin de bildiği üzere NATO, ABD demektir. O zaman soruyoruz: “Bu topraklar aynı zamanda NATO’nun da topraklarıdır” demek neyin itirafıdır? Mantıklı düşünme yetisini yitirmemiş birisi bu soruya mutlaka şu cevabı verecektir: Tayyipgiller ve onların öncülü olan sağcı iktidarlar, kendilerini emperyalizme öylesine teslim etmişlerdir ki, ihanetleri zaman zaman böyle dillerine yansımakta, çıplak gerçek bir anda ağızlarından böyle çıkıvermektedir. Bu topraklara, sınırımızdaki devletlerle savaşmak için 1000’i geçkin AB-DNATO askeri gelecek ve sen bunun sayısının önemli olmadığını söyleyeceksin… Ortadoğu’yu yangın yerine çevirip, halklarını katliamlarla parça parça bölerek doğal kaynaklarını sömürme projesi olan BOP’un eşbaşkanı olacaksın, halklarımızı ateşin içine atacaksın; sonra o kadar da önemli değil, diyeceksin. Tayyipgiller’in NATO-ABD uşaklığı kapsamında en son hamlelerinden biri de ABD’nin emri doğrultusunda Patriot Füze Sistemlerinin Türkiye’ye kurulması talebi oldu bildiğimiz gibi. Türkiye’nin talebiymiş gibi gösterilerek getirilecek patriot füzeleri, sözde bizi bölge ülkelerinden ve Suriye’den korumak için kuruluyor. Asıl amaç, en sıradan insanın da bildiği gibi, Suriye’ye ve İran’a karşı ABD operasyonlarını gerçekleştirebilmek için olanakları genişletmek ve İsrail’i korumaktır. “Türkiye’nin savunulması”, halklarımızı bu emperyalist oyununa ikna etmek için yapılan bir demagojidir. Böylece Halklarımızla komşu ülke halkları arasına düşmanlık tohumları ekilmek isteniyor. Emperyalistler, Suriye’ye ve İran’a karşı yapacakları bir saldırıda Kürecik’e konuşlandırdıkları “Füze Savunma Sistemi” dedikleri radar sistemlerini kullanacaklardır. Bu da ülkemizi, AB-D Emperyalistlerinin saldırısına uğramış bu ülkelerin savunma amacıyla yapacakları saldırıların hedef haline getirmektedir. Patriot Füze Sistemleri ve Kürecik’e konuşlandırdıkları “Füze Savunma Sistemleri” herhangi bir saldırı sırasında halkımızı değil, NATO üslerini, AB-D’nin çıkarlarını ve İsrail’i koruma amaçlıdır. Bizim için ise emperyalistlerin yaratacağı bir savaşa girmek zorunda kalacağımız bir tuzaktır ancak. Tayyipgiller’in ülkemizi BOP Savaşının bir parçası durumuna getirdiği bugünlerde; Dışişleri Bakan Yardımcısı Naci Koru konuşuyor. Şu andaki durumdan hoşnut olmadıklarını, savaşın iyice ateşlenmesi gerektiği yönündeki görüşlerini dile getiriyor ve şöyle devam ediyor: “Giderek artan istikrarsızlığa, sınırlarımızın ihlal edilmesine ve vatandaşlarımızın tehlike altına atılmasına tepkisiz kalamayız. Suriye rejimi ATO’nun güneydoğu sınırı için ciddi bir tehdit haline gelmiştir” diyor. Dışişleri Bakan Yardımcısı, Patriotlar’ın Suriye’deki krizi çözemeyeceğini de vurgulayarak, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sayısının ise 200 bini aştığını” vurguluyor. İsrail’i savunmak, İran ve Suriye’ye (gereğinde Irak’a, Rusya’ya) saldırmak için emperyalistlerin ülkene radarlar, füze sistemleri kurmasına izin vereceksin sonra da bunu demagojilerle savunmaya kalkacaksın… Kurtuluş Partisi olarak uyarıyoruz onları! İncirlik, Kürecik, Patriotçuk derken ülkemizi emperyalistlerin silah deposuna çevirdiniz. Halklara kan kusturacak bu ölüm makinelerini ateşleme emrinin verileceği komuta merkezini güzel İzmir’imizin topraklarına yerleştirdiniz. Bilin ki bu silahlar patlamaya başladığı zaman, sizi efendileriniz bile kurtaramayacak. Bu ülkenin tarihinde Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı gibi bir anıt var ve siz bu anıttan korkmaktasınız. Biliyoruz, korkunuzu da “Ergenekon, Balyoz” gibi operasyonlarla gidermeye çalışıyorsunuz; ama nafile. Siz uşaklıkta devam ettikçe halklarımız örgütlenecek, size gereken cevabı verecektir. Tıpkı bundan 89 yıl önce olduğu gibi efendileriniz Batılı emperyalist haydutlarla birlikte bu topraklardan denize döküleceksiniz. Bunu adımız gibi biliyoruz! 15.12.2012 Yankee’nin Patriot’unu İstemiyoruz! Katil ATO Ortadoğu’dan Defol! Katil ABD-Tayyipgiller Suriye’den Elinizi Çekin! Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız! HKP İzmir İl Örgütü Devrim Şehidi Kubilay’ı coşkuyla andık H alkın Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü olarak Devrim Şehidi Kubilay’ı özüne uygun bir biçimde andık. 23 Aralık Pazar günü birçok siyasi parti ve demokratik kitle örgütünün yanı sıra, biz de Kubilay’ı anmak için Menemen’deydik. Havanın çok soğuk olmasına rağmen on binlerce kişinin katıldığı yürüyüşte attığımız sloganlarla, taşıdığımız pankart ve dövizlerle, dağıttığımız bildirilerle ilgi odağı olduk. Saat 09.30’da Menemen İtfaiyesi önünde buluştuk ve buradan sloganlarla ve hazırladığımız beş bin bildiriyi dağıtarak programımızı başlattık. Daha yürüyüşün başında attığımız sloganlarla dikkat çektik. Yürüyüş boyunca halkın yoğun ilgisiyle karşılaştık. Kortejimize katılıp fotoğraf çekenler, yanlarından geçerken attığımız sloganlara katılarak destek verenler, Mustafa Kemal-Lenin pankartını ilgiyle inceleyenler, önünde durup resim çekenler, bisikletleriyle gelip aramıza katılanlar, bunlar hep Kubilay Anıtı’na doğru yaptığımız yürüyüş sırasında yaşananların bazıları… Yürüyüş boyunca Devrim Şehidi Kubilay’ın resimlerini, en önde, en yaşlı (yürekleri genç) iki teyzemiz saatlerce, hiç ellerinden indirmeden, bıkmadan bir kez bile of demeden taşıdılar. Kubilay Anıtı’na vardığımızda, girişte bir süre daha sloganlar atarak bekledik. Daha sonra İl Başkanımız Av. Tacettin ÇOLAK tarafından açıklama yapıldı. Ardından Kubilay’ın Anıtı ve müzeyi ziyaret ettik. Müzede hoş bir sürprizle karşılaştık. 1 Kartal’dan Kurtuluş Partililer Maraş Katliamı 34’üncü yıldönümünde İzmir Yamanlar’da lanetlendi 2 Eylül Faşist Darbesine giden yoldaki en insanlık dışı katliamlardan olan Maraş Katliamı’nı yaptığımız yürüyüş ve basın açıklamasıyla lanetledik. Halkın Kurtuluş Partisi, İPSD, SEVDER, Yamanlar Spor Kulübü olarak yaptığımız anmaya, 24 Aralık Pazartesi günü Saat 18.00’da İPSD önünde toplanarak başladık. Burada oluşturulan kortejle yürüyüşe geçtik. Meşaleli yürüyüşümüzde, Maraş Katliamı’nı protesto eden dövizler ve parti bayrakları taşıdık. İPSD’nin önünden başlayan yürüyüşümüz, Yamanlar Mahallesi’nin ara sokaklarında devam etti, Kubilay Caddesi’ne çıkılarak, oradan da açıklamanın yapılacağı yere kadar yürüyüşe devam edildi. Yürüyüş boyunca Maraş Katliamı’nı lanetleyen konuşmalar yapıldı, sloganlar atıldı. Açıklamanın yapılacağı yerde, Partimiz Bayraklı İlçe Başkanı Yusuf Gençer tarafından Maraş Katliamı’nı lanetleyen parti açıklaması okundu. Katılanların sloganlarla destek verdiği açıklamada Yusuf Gençer, “Bu katliamı CIA güdümündeki Kontrgerilla planladı, uygulayan da Kontrgerilla’nın Özel Örgütü MHP’li faşistler oldu” dedi. Yürüyüş ve açıklama sırasında sık sık “Maraş’ın Katili Kontrgerilla”, “Ma- 2008 yılında yine bir Kubilay anması için yaptığımız eylemin basında çıkan haberleri ve bu eylemde de taşıdığımız “Kubilay’ın Hesabı Ortaçağcı İrticadan Mutlaka Sorulacaktır” dövizi ve arkasında eylem görüntülerimiz müzede sergileniyordu. Anıt’taki programın ardından tekrar kortej oluşturarak çeşitli kitle örgütleri tarafından Menemen Cumhuriyet Meydanı’nda düzenlenen mitinge katılım için yürüyüşe geçtik. Yaklaşık 3 km’lik yolu sloganlarımızla yürüdükten sonra miting alanına geldik. Burada da halkımızın ilgisi yoğundu. raş’ı Unutma Unutturma”, “Kahrolsun MİT-CİA-Kontrgerilla”, “Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”, “Kahrolsun Faşizm Yaşasın Sosyalizm”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Katiller Halka Hesap Verecek” sloganları atıldı. Açıklamanın bitmesinin ardından SEVDER’de Maraş Katliamı ile ilgili düzenlenen sinevizyon gösterimi ve söyleşiye geçildi. Buradaki sinevizyon gösteriminin ardından SEV-DER İzmir Şubesi Başkanı Fah- ri Kaya, Maraş Katliamı’nı örneklerle ve günümüzle karşılaştırmalar yaparak anlattı. Halktan söz alanların olduğu etkinlik, kısa bir müzik dinletisiyle sona erdi. İzmir’den Kurtuluş Partililer Bütün eylem boyunca, “Devrim Şehidi Kubilay Ölümsüzdür”, “Şeriat Ortaçağdır”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Kahrolsun ABD, AB Emperyalizmi”, “Katil ABD Halk Düşmanı AKP”, “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür”, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Hoşt Amerika Puşt Amerika” sloganları attık. Dönüş yolunda Devrim Şehidi Kubilay’ı özüne uygun anmanın ve Ortaçağcı gericiliğe karşı, AB-D Emperyalizmine karşı verdiğimiz haklı mücadelenin coşkusuyla doluyduk. 23.12.2012 İzmir’den Kurtuluş Partililer 28 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 HKP Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş’tan Söyleşi Kurtuluş Partililer haykırdı: Türkiye Devrimi’nin Kıvılcımı, Yol Göstericisi: Hikmet Kıvılcımlı Emperyalistlerin Arap Halkının bağrına soktuğu kama Siyonist İsrail Devleti, er geç yok olacaktır! V Ankara aroluş sebebi, AB-D Emperyalistlerinin Ortadoğu’daki bekçi köpekliğini yapmak; bu uğurda, başta Filistin Halkı gelmek üzere, Arap Halkına kan kusturmak olan katil İsrail Devleti, kim bilir kaçıncı cinayetlerini işlemekte Gazze’de… Öyle ki, “eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un oğlu Gilad Şaron, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve agazaki’ye attığı atom bombasına gönderme yaparak, “Gazze’yi dümdüz etmeliyiz” diyebildi. (haber.stargaze-te.com) Kurtuluş Partililer olarak, bu caniler sürüsünün Filistin Halkına karşı gerçekleştirmekte oldukları katliamı protesto etmek amacıyla, Ankara’daki İsrail Büyük- Ankara İzmir İstanbul Konya elçiliği önünde bir protesto eylemi gerçekleştirdik. 20 Kasım Salı günü yaptığımız eylemde, konuyla ilgili basın açıklamamızı Ankara İl Başkanımız Av. Sait Kıran okudu. Açıklama esnasında “Katil İsrail, Filistin’den Defol”, “Kahrolsun ABD, AB Emperyaliz- A mi”, “Emperyalistler Yenilecek, Direnen Halklar Kazanacak”, “Gün Gelecek, Devran Dönecek, Tayipgiller Halka Hesap Verecek”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları atıldı. *** İzmir İsrail’in Filistin Halkına yaptığı katliamı HKP İzmir İl Örgütü olarak Konak Kemeraltı Çarşısı girişinde 21 Kasım 2011 saat 12.30 da yaptığımız basın açıklamasıyla protesto ettik. İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak yaptığı basın açıklamasında, İsrail’in Gazze’de yaptığı vahşi katliamı, buna ABD’nin destek vermesini, İsrail’in Ortadoğu’daki rolünü ve Tayyipgiller’in bu katliam karşısında Obama’yla görüşmeden davranamadığını teşhir etti. Basın açıklaması sırasında “İsrail ABD’dir”, “Katil İsrail Filistin’den defol”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “ ve “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganları atıldı. *** İstanbul ABD Emperyalizminin Ortadoğu’daki bekçi köpeği İsrail, Gazze üstüne bombalar yağdırıyor, Filistin Halkını çocuk-kadın demeden katlediyor. AB-D Emperyalistlerinin, dolayısıyla da Siyonist İsrail’in müttefiki, Tayyipgiller ise tıpkı Davos’ta yaptıkları gibi yalancı pehlivanlık yapıyorlar. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer olarak, ABD’li efendilerinin çıkarları uğruna Arap Halklarının bağrına saplanmış, o halklara kan kusturtan Siyonist kukla devlet İsrail’in, Gazze Halkını bir kez daha kana ve gözyaşına boğmasını protesto etmek için Levent’teki İsrail Konsolosluğunun önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Levent metro durağından başlayarak yaptığımız kısa yürüyüşün ardından gerçekleştirdiğimiz basın açıklamamızı, İstanbul İl Başkanımız Av. Pınar Akbina okudu. Yoldaş’ımız açıklamasında; İsrail’in, ABD Emperyalizminin Ortadoğu’daki petrol bekçiliğini yapmak üzere kurulan sunî bir devlet olduğunu, kurulduğu günden bu yana ABD’li efendilerinin emri ile mazlum Arap Halklarına kan ağlattığını, Tayyipgiller’in ise AB-D Emperyalistlerinin işbirlikçiliğini yaptıkları için Siyonist İsrail’in bu katliamlarına ortak olduklarını dile getirdi. *** Konya Kurtuluş Partililer olarak, İsrail’in katliamlarını protesto etmek ve Filistin Halkıyla dayanışmak için DİSK İl Temsilciliği’nin düzenlediği eyleme katıldık. Eylemimizi 20 Kasım günü Zafer Meydanı’nda gerçekleştirdik. DİSK Konya İl Temsilciliği önünde toplanarak saat 12.00’da Zafer Meydanı’na yürüdük. Basın açıklamamızı DİSK İl Temsilcisi Ali Özçelik gerçekleştirdi. Yerel basının ve Konya Halkının ilgisini çeken eylemimizde İsrail’e ve ağababası ABD Emperyalistlerine, yerli piyonları Tayyipgiller’e öfkemizi haykırdık. Attığımız sloganlarla AB-D Emperyalistlerini ve İsrail’i lanetledik. Eyleme; Nakliyat-İş, Sosyal-İş, KESK Dönem Sözcüsü ve biz Kurtuluş Partililer katıldık. Kurtuluş Partililer Kürt Halkının evlatları ölüme terk edilemez! çlık Grevi ve Ölüm Orucu şeklindeki eylem biçimlerini genel olarak her ne kadar doğru bulmasak da, Kürt Hareketinin mevcut siyasi önderliğiyle aramızda ideolojik, teorik ayrılıklar bulunsa da cezaevlerinde ölümün sınırına gelen Kürt Halkının evlatlarının ölümlerinin engellenmesi acil bir hal almıştır. Emperyalist ağababalarının emriyle Meşru Suriye yönetimine karşı savaşmaları için Dünyanın dört bir yanından toplanan Şeriatçıları (Ortaçağcıları), çeşitli Arap ülkelerinden ipini koparmış çapulcu serserileri besleyen Tayyipgiller’in, ölümün eşiğinde olan kendi yurttaşlarına yönelik “şov yapıyorlar” açıklamaları, onların halklarımıza karşı ne kadar zalim olduklarının açık kanıtıdır. Tayyipgiller, aynı acımasızlıklarını ölümlerin önüne geçilmesini isteyen her eylem karşısında da göstermektedir. Evlatlarının ölmelerini engellemek için can havliyle kendini sokağa atan insanlara yaşlı demeden, çocuk demeden, kadın demeden biber gazlarıyla, tazyikli sularla, panzerlerle, coplarla saldırmaktalar vahşice. 1071 Malazgirt Savaşı’yla, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşlarıyla bu toprakları birlikte yaşanabilir bir yurt yapan Kürt ve Türk Halkı, “yedi düvelin”/çağdaş Dehakların (ABD ve AB Emperyalistlerinin) yeni Sevrci Saldırılarına/BOP’una ve onların yerli uşaklarına karşı da gereken dersi vereceklerdir elbette. Kürt Halkına dolayısıyla da Türk Halkına reva görülen bu zulümlere, bu evlat acılarına son vermek Kürt Sorunu’nun Amerikancı değil, Devrimci Çözümü etrafında kenetlenilmesiyle mümkündür ancak. Gayrısı her iki halkın da acılar çekmesinden başka sonuç doğurmaz. 12.11.2012 Cezaevlerindeki Olası Ölümlerin Önüne Geçilsin! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Kahrolsun Emperyalizm! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 11 Kasım 2012 Pazar günü Konya İl Örgütümüzde Partili yoldaşlarımızın, özellikle işçi arkadaşların yoğun katılımıyla, “Hikmet Kıvılcımlı ve Türkiye Devrim Tarihi” adlı bir konferans gerçekleştirdik. Başkanlık Kurulu Üyemiz Gürdal Çıngı Yoldaş’ın konuşmacı olarak katıldığı konferans; Hikmet Kıvılcımlı nezdinde tüm Devrim Şehitleri için bir dakikalık saygı duruşuyla başladı. Açılış konuşmasını yapan Av. Ümit ERDOĞA Yoldaş; Partimizin, Usta’mız Kıvılcımlı’nın “başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” öğüdüne uyarak İşçi Sınıfı içerisinde yoğun çalışmalar yaptığını, işçiyi aydınlaştırdığını aydını işçileştirdiğini, bunun en güzel örneklerinden birinin bu konferans olduğunu ifade etti. Daha sonra ise sözü Gürdal Çıngı Yoldaş aldı. G. Çıngı Yoldaş; “Konferansın ilk bakışta oldukça iddialı bir başlık taşıdığının, bir kişi ile bir ülkenin koca bir devrim tarihinin nasıl karşılaştırılacağının düşünülebileceğini, ancak bu başlığın süslü bir laf ile Kıvılcımlıyı büyütmek olmadığını, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı ile Türkiye Devrim Tarihi’nin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu” söyleyerek sözlerine başladı. G. Çıngı Yoldaş, genel olarak, bir ülkenin İşçi Sınıfı mücadelesi tarihine o ülkenin Devrim Tarihi dendiğini, İşçi Sınıfı Partisine ise Komünist veya Sosyalist Parti den diğini, İşçi Sınıfı mücadelesini yürütene ise Sosyalist veya Komü- nist dendiğini ifade etti. Ve Kıvılcımlı’nın yaşamından kesitler aktararak bu mücadeleyi anlattı. Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın 1902 yılında Priştine’de doğduğunu, daha çocuk yaşlarda I. Balkan Savaşı’yla birlikte emperyalizmin kanlı yüzüyle tanıştığını, tâ o günlerde emperyalizme bilenen kininin, emperyalizmin Anadolu’yu işgal etmesi ile birlikte daha da büyüdüğünü, bu nedenle de Ulusal Kurtuluş Savaşı’na elde silah katılarak, on yedi yaşında Köyceğiz Kuvayimilliye komutanı olduğunu dile getirdi. Çıngı Yoldaş sonrasında, sosyalizmle tanışan Usta’mızın doktor olmasına karşın, doktorluğun getirdiği tüm maddi olanakları elinin tersiyle iterek kendisini insanlığın kurtuluş davasına adadığını ve bu yolda yılmadan mücadele ettiğini söyledi. Usta’mızın; “Görev başında ömür merdiveninin son basamaklarına geldik, kimsenin kara yahut mavi yahut yeşil, ela gözü için yaşamadık. Kimseden proletarya doğruluğu ve yoldaşlığı dışında hiç bir şey beklemedik. Kimsenin de bizden başka şey istemesine göz yummadık. Görev yapıyorduk muhallebi değil… Görev yapmada çok iyi biliyoruz; vurmakta vardır vurulmakta, hepsi vız gelir ve de gelmelidir.” sözlerini hatırlatarak, ömrünün 22,5 yılını zindanlarda geçirmesine karşın yılmadan kararlılıkla mücadelesini sürdürdüğüne vurgu yapan Çıngı Yoldaş, Usta’mızın hayatından kesitler vererek, özellikle 1920 yılında kurulan gerçek TKP ve o döneme ilişkin mücadelelerden bahsetti. Sözlerine Usta’mızın kurduğu Vatan Partisi’nden ve parti ile yürütülen mücadelelerden alıntılarla devam eden Çıngı Yoldaş; Demokrat Parti Dönemi Türkiyesi’nin içinde bulunduğu sıkıntıları ve günümüzle benzerliklerine dikkat çekerek, özellikle Usta’mızın Eyüp Konuşması sonrası yaşananları anlattı. 27 Mayıs Politik Devrimi ile kısıtlı da olsa özgürlükler ortamının bir sonucu olarak kurulan DİSK ile birlikte hız kazanan İşçi Sınıfı hareketlerinden örneklerle konuşmasına devam eden Çıngı Yoldaş; özellikle hareketimizin Usta’mızdan devraldığı bayrağı nasıl dalgalandırdığını ve İşçi Sınıfımıza kazandırdığımız sayısız İşgal-Grev ve Direnişlerden, zaferlerden bahsetti. 12 Eylül döneminde bile Bağımsız Makine-İş Sendikasıyla mücadeleye devam edişimizi, sonrasında Dokuma-İş ve Nakliyat-İş Sendikası’yla bu mücadelenin sürdürüldüğünü dile getiren Gürdal Çıngı Yoldaş; “Türkiye’de bugün gerçekten İşçi Sınıfı devrimcisi tek siyaset Partimizdir. Ve Türkiye’de devrimi gerçekleştirecek siyaset bizden başkası olamaz. Zaferle sonuçlandırdığımız mücadeleler bunu net olarak kanıtlamıştır”, diyerek konuşmasını sonlandırdı. Verilen kısa bir aradan sonra yoldaşlarca hazırlanan sinevizyon gösteriminin ardından etkinliğimizi sonlandırdık. Konya’dan Kurtuluş Partililer “Bozkırın Tezenesi” Neşet Ertaş’a geçmiş olsun ziyareti G eçirdiği bir rahatsızlık sonucu İzmir’de bir hastanede tedavi altına alınan Halk Ozanı eşet Ertaş Kurtuluş Partisi İzmir İl ve İlçe Örgütü Yöneticileri tarafından 16 Eylül 2012 Pazar günü ziyaret edildi. O, Emperyalist-Kapitalist kültürün yoz, içtenlikten ve duygudan yoksun müziğine karşı, içinde tüm insani değerleri taşıyan bir müziğin; halk müziğinin yani halkın müziğinin temsilcisi oldu. Birçoğu kendi söz ve bestesi olan türkülere, aşkı, sevgiyi, ayrılığı, duyguyu ve coşkuyu da katarak sazına ve sözüne döken bir söz ve saz ustasıdır O. O, halkın dertlerini, mutluluklarını, tasalarını, umutlarını, üzüntülerini, sevinçlerini en anlaşılır halk diliyle kitlelere iletmiş bir ustadır. Bunu yaparken de bir öykünmeyle; öyle bir şey söyleyeyim ki halktan olsun, halkın olsun diye bir çabanın ürünü olarak değil; bizzat kendi dünyasından akıp gelen bir esinle, ruhla söylemiştir. Çünkü Neşat Ertaş, tam anlamıyla bir halk çocuğudur, bu toprakların çocuğudur. Öylesine halktan biridir ki, kendisine verilmek istenen “Devlet Sanatçısı” unvanını, elinin tersiyle itmiş, kendi deyişiyle; “Halkın Sanatçısı” olmayı yeğlemiştir. Daha doğrusu, O’nun herhangi bir şeyi yeğlemesi de gerekmiyor. O zaten halkın gönlünde taht kurmuş bir halk sanatçısıdır. Başka bir tanıma, başka bir unvana da ihtiyacı yoktur. Zaten sahip olduğu bu unvandan daha üstün bir unvan da yoktur yeryüzünde. “(…) aynı ruhun insanlarıyız.” dediği babası Muharrem Ertaş’tan aldığı mirası hem taşımış hem de geliştirmiştir. Türküleri yıllardır dilden dile dolaşmaktadır. Örneğin bu toprakların insanı olan hangimizin yüreğini titretmez “Türkmen Kızı”, “Zahidem”, “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm” vb. vb… Neredeyse bütün besteleri klasikleşmiş, türküleri birçok sanatçı tarafından seslendirilmiştir, halen de seslendirilmektedir. Otantik müziği, ulusal değerlerle bütünleştirmiş birkaç halk ozanından biridir. Ziyaret sırasında Kurtuluş Partisi temsilcileri Ertaş’ın eşine Genel Başkan’ımız Nurullah Ankut’un, geçmiş olsun dileklerini ilettiler. Bir an önce sağlığına kavuşarak o duygu yüklü türkülerine kavuşmasını dilediler. Daha sonra Neşet Ertaş için açılan deftere duygu ve düşüncelerini yazdılar. Dileğimiz Neşet Ertaş’ın bir an önce sağlığına kavuşmasıdır. *** Halkın Sanatçısı Neşet Ertaş bedence ayrıldı aramızdan Sonsuza kadar yaşayacaktır Daha geçen hafta geçmiş olsun ziyaretine gidip Genel Başkan’ımız ve Parti Örgütlerimizin geçmiş olsun dileklerini iletmiştik eşi aracılığıyla. Demek ki göçtü Usta, demek ki tezenesiz kaldı sazı… O, işini ticari kaygıyla yapmadı. Büyük bir aşkla yaptı, Mecnun’un Leyla’ya aşkı gibiydi onun işi. Onun içindir ki Halk Ozanı olarak kaldı ve halkın gönlünde öyle yaşayacak. Bunun içindir ki bedence aramızdan ayrıldı diyoruz. O, sağlığında, UNESCO tarafından “yaşayan insan hazinesi” olarak kabul edilmişti. Bundan sonra da “insan hazinesi” olarak yaşamaya devam edecektir. Pir Sultan Abdal yüzyıllardır yaşıyorsa, Âşık Mahzuni Şerif yıllardır yaşıyorsa, Neşet Ertaş da insanlık var olduğu sürece yaşayacaktır. Klasikleşmiş eserleri, dilden dile, telden tele dolaşacaktır. Biz, O’nun türküleriyle aşkımızı dile getirdik, ayrılığı yaşadık, güzelliğin ve insanî değerlerin tadına vardık. Bizden sonra gelecek kuşaklar da onun mirasından en güzel şekilde yararlanacaktır. Sadece sanatıyla değil, onurlu duruşuyla da örnek bir kişilikti Usta. Kendisine verilmek istenen Devlet Sanatçılığı payesini “ben halkın sanatçısı olarak kalmak istiyorum. Devlet Sanatçılığı ayrımcılıktır”, diyerek geri çevirmiştir. Yaratıcısı olduğu eserleri seslendiren birçok ünlü “sanatçı” köşeyi dönerken o, ödenmeyen telif haklarına tebessüm etmiştir. Yani kelimenin tam anlamıyla bir Abdal yaşamı sürmüştür. Babası Muharrem Ertaş için “aynı duyguların insanıyız”, demişti bir açıklamasında. Gerçekten de yaşamı boyunca bu hep böyle olmuştu. O, babasından kalan bu mirasın üzerine yatmamış; aksine geliştirmiş ve daha da ileri taşımıştır. Yerelden-Ulasala, Ulusaldan-Evrensele bir değer olmuştur. Halkın Kurtuluş Partisi O’nun yarattığı değerleri, yaşatacaktır. Ailesine ve yakınlarına baş sağlığı diliyoruz. Halklarımızın başı sağ olsun. 25.09.2012 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 29 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 5 Değişen Belediye-Büyükşehir Yasası ve Tayyipgiller’in yeni yağma planları 216 sayılı “Büyükşehir Belediyesi Kanunu”nda değişiklikler yapan 6360 sayılı ”On Üç İlde Büyükşehir Belediyesi ve Yirmi Altı İlçe Kurulması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”, kamuoyundan, TMMOB ve bağlı meslek örgütlerinden gelen tüm tepkilere rağmen, 06 Aralık 2012 Tarih ve 28489 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Bu yasaya göre, Aydın, Balıkesir, Denizli, Hatay, Malatya, Manisa, Kahramanmaraş, Mardin, Muğla, Tekirdağ, Trabzon, Şanlıurfa ve Van Büyükşehir Belediyesi oldu. Adana Ankara, Antalya, Bursa, Diyarbakır, Eskişehir, Erzurum, Gaziantep, İzmir, Kayseri, Konya, Mersin, Sakarya ve Samsun büyükşehir belediyelerinin sınırları, il mülki sınırı olarak belirlendi. Bu Kanunla, 29 il özel idaresinin, 1.591 belde belediyesi ile 16.082 köyün tüzel kişiliği yani resmî varlığı ortadan kaldırılmakta, büyükşehir sınırlarındaki beldeler mahalleleriyle birlikte, köyler ise mahalle olarak ilçe belediyelerine katılmakta, diğer illerde tüzel kişiliği sona erdirilen belde belediyeleri de köye dönüştürülmektedir. Yasa kapsamına alınan 13 il ile birlikte büyükşehir sayısı 29’a çıkmaktadır. Tayyipgiller durup dururken bu işi niye yaptı? Yasayı incelediğimizde bu sorunun cevabı da ortaya çıkacaktır. Belediyelerin dünyada ve Türkiye’de ortaya çıkışı, merkezi yönetimin daha uzak yerleşim yerlerine ora halkının zorunlu ihtiyaçlarını götürememesinden, halkın bu ihtiyaçların ivedilikle giderilmesi talebinden doğmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk Belediye 1854 yılında İstanbul’da Şehremaneti adı ile kurulmuştur. 1855 yılında yayımlanan bir Nizamname (Tüzük)’le belediye idari bir teşkilat birimi halini almıştır. 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesiyle, belediyeler bütün ülkede oluşturulmaya başlanmıştır. 1867 yılında şehir ve kasabalarda belediye kurumu fiilen kurulmuştur. Yani bugün Tayyipgiller’in or- tadan kaldırmaya çalıştığı yerel yönetimlerbelediyeler yaklaşık 150 yıllık bir geçmişe sahiptir. Cumhuriyet döneminde; 3 isan 1930 gün ve 1580 Sayılı Belediye Kanunu çıkarılmıştır. 2005 yılına kadar uygulamada olan Belediye Kanunu işte bu kanundur. Yerel yönetimleri oluşturan, genişleten, yerel yönetimlerin bulundukları yerden halkın sorunlarını çözmeleri için görev ve yetkilerini tanımlayan kanundur bu. 03 Temmuz 2005 yılında yine Tayyipgiller tarafından 5393 sayılı Belediye Kanunu kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Böylece, 1930 yılından bu yana yürürlükte olan 1580 sayılı Belediye Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır. Tayyipgiller bu değişiklikle, oy alamadığı yerleri bertaraf etmek, rant elde etmek gibi kaygılarla belediyelerin sayısını önemli oranda azaltmıştır. Türkiye’de belediye sayısı 2000 yılında 3.228 düzeyindeyken, bu sayı, 2010 yılında Büyükşehir Yasası ve Belediye Yasası’nda yapılan değişikliklerle 2.950’ye indirilmiştir. Yeni çıkan, yazının ana konusunu oluşturan 6360 sayılı kanunla bu sayı daha da azaltılacaktır. 1591 belediye daha kapatılmakta, belediye sayısı 1.359‘a indirilmektedir. Bu sayıya yeni kurulan ilçe belediyelerinin eklenmesiyle sayı 1.384 olmuştur. Bu durum Tayyipgiller’in iktidarda olduğu 10 yılda belediye sayısının yaklaşık % 60 azalması anlamına gelmektedir. Yerel yönetim birimlerinin kapatılmasıyla belediye hizmetinin bir bölümünün en yakın ilçe merkezinden, bir bölümünün de Büyükşehir belediyesinden karşılanacak olması, hizmetin tek elden yürütülmemesinden kaynaklı karışıklıklara yol açacak, hizmete hızlı ve kolay erişimi neredeyse imkânsız hale getirecektir. Bu durum Anayasanın 127’nci maddesinde yer alan “yerinden yönetim” ilkesine aykırıdır. Ne der 127’nci madde? “Mahalli idareler; il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere, kuruluş esasları kanun- la belirtilen ve karar organları gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileridir. “Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.” Kapatılan İl özel idarelerinin yerine kurulması öngörülen Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi, merkezi yönetimin otoritesini güçlendirme aracı olabilir ancak. Ayrıca bu kuruma “gerektiğinde” merkezi idarenin taşrada yapacağı yatırımların yapılması ile “görevini yerine getirmediği durumlarda” diğer kurumların yetkisinde olan görevleri de yapma yetkisi verilmiştir. Böylece Yatırım İzleme ve Koordinasyon Merkezi, Tayyipgiller’in yağma ve talan merkezi olacaktır. Bu yasayla, kendi muhtarını seçerek kendi yaşadığı yerde söz sahibi olabilen köylüler, yaşadıkları yerde artık etkisiz ve yetkisiz olacaktır. Altyapı hizmetlerine düşük oranlarda bedel ödeyen ya da hiç bedel ödemeden sahip olan dar gelirli köylüler, belediyelere bağlanınca bu hizmetlere yüksek ücretler ödeyecektir. Zaten çok azalan tarımsal faaliyetler de yaşam koşullarının zorlaşmasıyla daha da bendinin birinci cümlesinde yer alan “sağlıkla ilgili her türlü tesisi açabilir ve işletebilir;” ibaresinden sonra gelmek üzere “mabetlerin yapımı, bakımı, onarımını yapabilir;” ibaresi eklenmiş, ikinci cümlesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş ve birinci fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir. “Belediye ve bağlı idareler, meclis kararıyla mabetlere indirimli bedelle ya da ücretsiz olarak içme ve kullanma suyu verebilirler.” Yasada mabet ifadesiyle genel-geçer, tüm dinler ve mezhepler için olabilir görüntüsü yaratmaya çalışılmıştır. Ancak Tayyipgiller’in, başta, sapkınlık olarak nitelendirdiği Alevilik olmak üzere, diğer dinlere de nasıl düşmanca baktığı ortadadır. Dolayısıyla bu madde “mabet” adı altında Ortaçağcı-Şeriatçı örgütlenmeye daha fazla olanaklar sunma amacıyla eklenmiştir. Ayrıca Yasada Geçici Madde-1 başlığı altında: “(14) Bu Kanunla mahalleye dönüşen köylerde, bu Kanunun yayımlandığı tarih itibarıyla 25/4/2006 tarihli ve 5490 sayılı üfus Hizmetleri Kanununa göre oluştu- azalacaktır. Yeni kabul edilen yasada mezhepler arası ayrımı daha da keskinleştirecek ve Ortaçağcı örgütlenmenin zaten var olan olanaklarını daha da arttıracak maddeler mevcuttur: “5393 sayılı Kanunun 14 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin son cümlesi yürürlükten kaldırılmış, aynı bende aşağıdaki cümleler eklenmiş, fıkranın (b) rulan Ulusal Adres Bilgi Sistemine kayıtlı veya Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından uydu fotoğraflarıyla tespit edilen, entegre tesis niteliğinde olmayan tarım ve hayvancılık amaçlı yapılardaki işletmeler ile bu yerlerde oturanların ihtiyaçlarını karşılayacak bakkal, manav, berber, fırın, kahve, lokanta, pansiyon, tanıtım ve teşhir büfeleri, yerleşim yeri halkı tarafından ku- Tayyipgiller, bu sefer de köprü ve yollarımızı yok pahasına peşkeş çektiler! Kamunun (Halkın) malını Koç’a, Ülker’e, UEM’e yeyim ettirilenler ve yiyenler er geç hesap verecek Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü... Böyle diyordu yurtsever, namuslu, sosyalist halk ozanımız Ahmed Arif… Ne kadar güzel bir betimleme değil mi? Bakın bu tanım kimlere “cuk” oturuyor… “Özelleştirme İdaresi’nde yapılan otoyollar ve köprüler ihalesini 5 milyar 720 milyon TL ile Koç Holding A.Ş-UEM Group Berhad-Gözde Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı AŞ Ortak Girişim Grubu kazandı… Köprü ve otoyollardan bu yılın ilk on bir ayında 331 milyon araç geçti ve 740 milyon lira gelir elde edildi. Yıllık geliri 800 milyon liranın üzerinde… İhale, Karayolları Genel Müdürlüğü’nün sorumluluğunda olan, yapım, bakım, onarım ve işletimini üstlendiği, bağlantı yolları ile birlikte, “Edirne-İstanbul-Ankara Otoyolu”, “Pozantı-Tarsus-Mersin Otoyolu”, “Tarsus-Adana-Gaziantep Otoyolu”, “Toprakkale-İskenderun Otoyolu”, “Gaziantep-Şanlıurfa Otoyolu”, “İzmirÇeşme Otoyolu”, “İzmir-Aydın Otoyolu”, “İzmir ve Ankara Çevre Otoyolu”, “Boğaziçi Köprüsü”, “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve Çevre Otoyolu”, bunlar üzerindeki hizmet tesisleri, bakım ve işletme tesisleri, ücret toplama merkezleri ve diğer mal ve hizmet üretim birimleri ile varlıklarını (OTOYOL) kapsıyor…” (Basından) Rakamların diline bakalım: Otoyollar ve köprülerin 25 yıllığına kiralanmasından elde edilen gelir(!) ne kadar? 5 milyar 720 milyon TL. Peki şu anda köprü ve otoyolların yıllık geliri ne kadar? 800 milyon liranın üzerinde (diğer tesisler, birimler, varlıklar hariç). Kiralamanın (peşkeşin) süresi ne kadar? 25 yıl… 25 yılda 800 milyon TL’den toplam ne kadar gelir elde edilir? 20 milyar TL? Aradaki 15 milyar TL’lik fark nerededir?.. İşte yeyim ettirilen miktar böylesine fahiştir. Tesisler ve diğer varlıklar da “promosyon” kıyağı olsa gerek. Oradan ne kadar götürüldü, bilemiyoruz… Halkın parası böylesine fahiş miktarda lüpletilmiştir. Kime? Koç Holding, Gözde Girişim (Ülker) ve Endonezya kökenli UEM) şirketlerine. KOÇ Finans-Kapital’ine… Hani şu yakın zamanda AKP’ye övgü düzen, “Başbakan 3 dönemlik görev süresince oldukça başarılıydı. Çok karizmatik ve harika bir konuşmacı. Başkanlık sistemi Türkiye’ye yardımcı olacaktır.” diyen Rahmi Koç’a. Tayyip’in Ülker’i ile ortaklık kuran KOÇ’a… Demek ki Finans-Kapital zümremiz, TefeciBezirgân Sermaye Sınıfına rüşvetini önceden vermiş. Kaz (15 milyar) gelecek yerden tavuğu esirgememiş… Envayi çeşit solcumuz, TÜSİAD, KOÇ, Sabancı vb. ile Tayyipgiller arasındaki kayıkçı dövüşünü “sermayenin el değiştirmesi”, “egemen sınıfların yer değiştirmesi” safsatalarıyla yuttular, yutturdular. Bizse yıllardır, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’dan beri, onun üstün-dâhiyane-tartışmasız Türkiye toprağı ve ekonomisi analizine dayana- rak ortaya koyduğu bir gerçeği vurguluyoruz: Tarih sahnesine çıkışı kamu malını aşırmakla gerçekleşen Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfı, evvel-ezel kamu-halk-vatan düşmanıdır. 20’nci Yüzyıl türedisi, kendisi gibi vatansız (kozmopolit) Finans-Kapital zümresiyle, sömürgenlik, hırsızlık, yağmalama niteliklerinde tabiî bir rezonans kurar. Bizim gibi kapitalizmle tekelci aşamasında tanışmış ülkelerde de Finans-Kapital zümresi ile Tefeci-Bezirgân Sınıfı bu “cibiliyetleri iktizası” (yaradılışları gereği), etle tırnak gibi kaynaşırlar. El ele verip halkımızı ekonomice, kültürce, siyasetçe sağmal sürü gibi sömürürler, tüm ortak değerlerini yeyim ederlerettirirler. Bu ülkenin 15 milyarlık değeri lüplenmiş, üç aile şirketine yeyim ettirilmiş, hiç zorlarına gitmez. Böylesine haindirler, utanmaz, arlanmazdırlar; dahası doğal görürler bunu… Engereklere, çıyanlara benzetmiştik bunları ya, onlar masum hayvanlardır bunların yanında. Ancak bu ihanetleri, peşkeşleri, hırsızlıkları hiç unutmayacak, unutturmayacak ve mutlaka hesabını görecek olanlar da var. Halkın Kurtuluş Partisi var. Bu ülkenin gerçek devrimcileri, yurtseverleri, sosyalistleri, emekçi halkımızın her kesimiyle, el birliğiyle “bu ülkenin iktidarı”nı kuracağız… Tayyipgiller, KOÇ’lar, Ülker’ler hanedanlığı yıkılacak. Ve her halk düşmanı hanedanlık gibi, defterleri dürülecek. Bu en az 15 milyar TL’lik yeyim de diğer insanlık suçlarının yanına yazılacak, en ağır şekilde cezalandırılacaklar. Bugün ele geçirdikleri yargının, bunların hesabını sormamasına güvenmesinler, halkın mahkemelerinde gerçek halkçı-yurtsever hâkimler, savcılar uygulayacak halkın adaletini. Halktan aşırdıkları her şeyi: fabrikalarımızı, yollarımızı, köprülerimizi, tarlalarımızı, derelerimizi, ovalarımızı, limanlarımızı, üniversitelerimizi, hepsini geri alacağız. İşledikleri suçlar, içerikleri nedeniyle insanlık suçu kapsamında olduğundan zamanaşımı da uygulanmayacak cezalarına. Kaçacak delik bulamayacaklar. Bundan asla şüphe etmedik, etmeyeceğiz! 22.12.2012 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi rulan ve işletilen kooperatifler işletme ruhsatı almış sayılır. Bu işletmelerin bulunduğu binalar ile konutlardan, bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar bitirilmiş olanlar, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı veya belediye ya da üniversiteler tarafından fen ve sanat kuralları ile ilgili mevzuat hükümlerine uygun yapıldığı tespit edilenler ruhsatlandırılmış sayılır. Ayrıca bu yapılar elektrik, su ve bunun gibi kamu hizmetlerinden yararlandırılır.” Masumane bir ifadeyle köy halkının ihtiyaçları için ruhsatsız binalar geçici olarak ruhsatlı olarak kabul edilecektir, deniyor. Bugüne kadar Tayyipgiller’den bir tek halk yararına bir şey çıkmadığından bu maddenin altında sırıtan gerçeği de görüveriyoruz. Köy statüsünden çıkarılan kırsal alanları-orman köylerini yağmalamak, meraları, su havzalarını “kentsel dönüşüm” adı altında talan etmek... Tarım arazilerini, doğayı, ormanları-orman köylerini yandaşlara, yerli-yabancı emperyalistlere peşkeş çekmek. Tam da burada Tayyipgiller’in bu yasayla asıl niyetlerinin ne olduğunu açıkça ortaya koyması açısından Tayyipgiller’den Kayseri Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Özhaseki’nin sözünü anmakta fayda var. Haseki, “Büyükşehir pastasını büyütmeyi hedefliyoruz” diyor. Onlar için tüzel kişiliği ortadan kaldırılarak büyükşehirlere devredilen kırsal alanlar lüplenecek birer pasta. Pastayı büyütmek için yerel yönetimleri yok edelim, ora halkı hizmet almış almamış, kardan kapanan yolları açılmamış, elektrik, su, kanalizasyon hizmeti almamış ya da bunları çok pahalıya alabilmiş, kimin umurunda. Biz küpümüzü dolduralım, bizi iktidarda tutan emperyalist ağababalarına ülkemizin her karış toprağını, suyunu yağmalatalım, diyorlar. Özetçe de olsa incelediğimizde bu yasanın, tamamen Tayyipgiller’in kırsal bölgelerimizi “kentsel dönüşüm” adı altında yağmalamak, yabancılara toprak satışını arttırmak, küplerini daha fazla doldurmak için çıkardıkları bir yasa olduğunu görüverdik. Halkımızın en temel insani hizmetleri bile hızlı ve kolay almasını engelleyecek ve ülkemizin doğal güzelliklerini, zenginliklerini, her köşesini talan ettirecek bu yasa, halk düşmanı Tayyipgiller’in insanlık düşmanı, vatan düşmanı yüzlerini bir kez daha tüm çirkinliğiyle ortaya çıkarıvermiştir. Günü geldiğinde bu vatan hainliğinin hesabı sorulacaktır. Kurtuluş Partili Avukatlar olarak İstanbul Baro seçimlerinde Ümit Kocasakal ve ekibini destekliyoruz Neden? Çünkü Kocasakal, Ülkemizin içinde bulunduğu durumu “Cumhuriyet’in büyük tehdit altında olduğu, Modern Sevr planlarının yapıldığı, ‘uyumlu yargı’dan sonra ‘uyumlu Barolar Birliği’ dizaynının hedeflendiği bir dönem” olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirme bire bir katıldığımız ve bizim de yıllardan beri ısrarla savunduğumuz tezlerle uyum sağlayan bir değerlendirmedir. CIA İslamından başka bir şey olmayan “Ilımlı İslam” dedikleri Şeriatçı bir yönetim eliyle Türkiye’yi en az üçe bölmeyi hedefleyen Yeni Sevrci saldırılara karşı “Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!” şiarını haykırmaktayız ve bu uğurda mücadele etmekteyiz biz Kurtuluş Partililer de. AB-D (AB ve ABD) Emperyalistlerinin, “project demokrasi” adını taktıkları, dünyayı bin devlete bölme planlarında Türkiye’nin “nasibine düşen” de Yeni Sevr’in hayata geçirilmesidir. Emperyalist AB-D çakalları, bu aşağılık hedeflerine, Ortaçağ karanlığı demek olan Şeriatçı bir düzene kavuşma arzusuyla yanıp tutuşan Tayyipgiller ve Fettullah Gülen eliyle adım adım yaklaşmaktadırlar. AB-D Emperyalistleri, bu saldırılarının karşısında en ciddi direnç noktası olarak da Mustafa Kemal’in antiemperyalist ve laik düşüncelerini savunan yurtsever ordu gençliğini ve aydınları görmektedirler. “Ergenekon, Balyoz, Oda TV” gibi davalar, bu direnç noktalarını kırmak için CIA eliyle tezgâhlanmakta, asla savcı/hâkim denemeyecek cemaatçi uşaklar eliyle uygulanmaktadır. Bu davalarda burjuva hukukunun bile zerresi yoktur. Ve bunun böyle olduğu gün gibi aşikârdır. Emniyeti, eğitimi, orduyu ele geçiren bu Şeriatçı (CIA İslamcısı) güruh, 12 Eylül referandumuyla Yargıyı da tümden ele geçirmiştir. Ne yazık ki, ne acıdır ki, bu Yeni Sevr- ci kuşatmada AB-D Emperyalistleri ve oların yerli uşakları en büyük desteği, “Sevrci Sol” dediğimiz kesimlerden almıştır. “İnanç ve kıyafet özgürlüğü” laflarıyla yıllardır türbana destek olmuşlar, CIA İslamcılarıyla güç birliği yaparak ortak paneller, eylemler gerçekleştirmişlerdir. “Faşist TC bölünse kötü mü olur, zaten antiemperyalist Kurtuluş Savaşı da olmamıştır, olan Türk-Yunan savaşıdır, Mustafa Kemal de İngiliz ajanıdır” aymazlıklarıyla Yeni Sevrci demagojilere lojistik destekler sunmuşlardır. 2012 seçimlerinde Yeni Sevrci Solun İstanbul Barosu içindeki uzantısı Filiz Kerestecioğlu başkanlığındaki ekiptir. Solculuk bu ekibin sadece kendi kendine takındığı bir sıfattır. Gerçek solculukla zerre kadar alakaları yoktur. İçinde AB Emperyalizmini savunanlardan, Kürt Sorununun Amerikancı çözümünü savunanlara; “Ergenekon davaları sonuna kadar gitmelidir” diyenlerden, CIA İslamcılarından 12 Eylül’ü yargılamasını bekleyenlere; Yetmez Ama EVET’çilerden, boykotçulara kadar envai türden Sevrci Sol bu ekibin içinde harman olmuştur. Rıza Saka Tayyip’çidir. Muammer Aydın ise kişisel hırsının ve kör inatçılığının kurbanıdır. Son üç adayı desteklememiz mümkün değildir. Her ne kadar Başta Kürt Sorunundaki şoven yaklaşımı gelmek üzere doğru bulmadığımız bazı görüşleri olsa da; Bir milim taviz vermeyeceğimiz ve hiçbir zaman vazgeçmeyeceğimiz Antiemperyalizm, Antifeodalizm ve Antişovenizm ilkelerimize bu gün için en yakın düşen aday Ümit Kocasakal olduğu ve diğer üç aday ile bu üç temel ilkemiz konusunda en ufak bir yakınlık kuramadığımız için bu seçimlerde bu ekibe oy vereceğiz. 12.10.2012 Kurtuluş Partili Avukatlar 30 Tüfek icat oldu! Baştarafı sayfa 32’de Emperyalizm kat be kat fazlasıyla sürdürüyor. Emperyalist kapitalizm döneminde her işkolunda hepi topu 2 elin parmaklarını geçmeyecek sayıda şirket dünya pazarını ele geçirir. Silah üretimi de başlı başına bir üretim koludur ve bugün esas olarak silah tekelleri tarafından sürdürülmektedir. Dolayısıyla günümüzde FinansKapital çetesinin önemli bileşenlerinden biri de silah tekelleridir. Emperyalizm çağında savaşların hiç bitmemesinin nedeni, Finans-Kapitalin sermaye ihracı ile dünya pazarını ele geçirme çabasının yanı sıra, Finans-Kapital çetesi içinde yer alan silah tekellerinin militarizmi kışkırtan politikalarıdır. Günümüzde silah tekelleri tarafından üretilen savaş araç gereçleri, özellikle bilgi teknolojisinin sayesinde, çok daha etkili, tahripkâr ve acımasız. Ve tabiî ki emperyalizmin hizmetinde… İkinci Emperyalist Savaş sonunda Amerikan Emperyalizminin nükleer silahlarla yaptığı Hiroşima ve !agazaki’deki kitle katliamlarını olsun, on yılı aşkın süre Vietnam Halkına çektirdiği acıları olsun unutmak mümkün değil. Bu acımasızlığın, vahşetin son örneklerini insanlık Birinci Körfez Savaşı’nda yaşadı. Çocuk denecek yaştaki Amerikan pilotları, bilgisayar oyunu oynar gibi sivil halkın üzerine bomba yağdırdılar ve emperyalist güdümlü medya organları bunu naklen yayınla dünya halklarına sundular. İkinci Körfez Savaşı’nda da durum daha gelişmiş hava araçlarıyla daha büyük boyutta tekrarlandı. Bu girişimlere savaş demek doğru değil aslında, haince, sinsice doğrudan yapılmış kitle katliamları. Emperyalizm, bu hain ve sinsi yaklaşımını hiç durmaksızın sürdürüyor. Dünya halklarını bu sayede terörize ediyor. Şimdi bu yılın Temmuz sonunda Hürriyet’te yayımlanan ve Tolga Tanış tarafından verilen şu haberi okuyalım: “Çölün ortasında gizli Predator-Reaper yuvası “Amerika’nın güneyinde, Meksika sınırına sıfır, El Paso’ya indim. Chihuahuan Çölü’nde iki saatlik kuzeye doğru bir otomobil yolculuğundan sonra buradayım. Ölüm saçan yeni savaş teknolojisi insansız hava araçlarının Amerika’daki merkezinde. Afganistan’dan Irak’a Türkiye’ye Predator ve Reaper kullanan bütün pilotlar, sensör operatörleri ve istihbarat analistleri işte buradan çıkıyor. Dört ay önce yapmıştım başvuruyu. Güvenlik ve geçmiş araştırmasından sonra izin geçen hafta çıktı. Yanımda bir mihmandar, üssü dolaşmaya başlıyorum… “Tel örgülerle çevrili bir alana 30’a yakın konteyner dizmişler. Hepsinin yanında havalandırmaları. Tepede bir rüzgâr gülü. Üzerilerinde de plaka gibi numaralar var. Bütün gün yanımdan ayrılmaması emri verilen üs görevlisi mihmandarım Colin Cates’e (27) soruyorum. “Burası nedir” diye: “Burası filo. Gördüğün kutular da yeni nesil pilotların uçakları” diyor. Eskiden her pilotun binip havalandığı, üzerine adını yazdığı bir uçağı olurdu. Ama şimdi konteyneri oluyor. İçeri giriyor. Koltuğuna oturuyor. Ve o gün dünyanın neresinde bir uçak uçurması istenirse yanındaki uydudan ona bağlanıyor, uçmaya başlıyor. “Holloman’a giderken, uçsuz bucaksız bir !ew Mexico çölünde 50 kilometre boyunca yandaki elektrik direkleri dışında hiçbir beşeri ize rastlamadan araba kullanırken, gizliliğin en üst düzeyde olduğu dünyanın en gelişmiş savaş teknolojisinin pilot merkezinin nasıl bir yer olacağını hayal ederken şunu düşündüm hep: Bu nasıl bir teknolojidir ki, Amerika’nın bütün askeri stratejisini baştan aşağı değiştiriyor? !asıl bir kapasitedir ki, !obel Barış Ödülü verilen birini, Amerikan tarihinin en fazla saldırı emri veren başkanına dönüştürüyor? Ve nasıl bir silahtır ki, binlerce kilometre öteden sadece bir düğmeye basarak size insan öldürme gücü veriyor? İşte bunların hepsinin cevabı karşımdaydı: Ufacık bir konteyner. “YEİ PREDATOR ALIMIYOR REAPER’LAR ÇOĞALIYOR “Amerikan Ordusu’nun muharip İHA (insansız hava aracı) filosunda bugün iki tip hava aracı var. İlki, 1995’ten beri kullanılan ve Predator adıyla bilinen MQ-1’lar. İkincisi de Reaper diye bilinen ve Predator’un daha fazla bomba atan, kamerası daha gelişmiş bir üst modeli MQ-9’lar. Ancak alınan kararla artık envantere Predator girmiyor. Yeni gelenler hep Reaper. “Holloman, Amerikan Ordusu’na bu araçlar için personel yetiştiren merkez. Üste 120 Predator ekibi, 240 da Reaper ekibi eğitim alıyor. Her İHA biriminde konteynere giren iki kişi var. Biri uçağı uçuran, silahı ateşleyen pilot. Diğeri öndeki kamerayı kullanan, görüntü okumayı bilen ve istihbarat analizi Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 yapan sensör operatörü. Komuta, subay olan pilotta. Sensörcüyse teknik çavuş. “EKİBİ ÇEKİRDEĞİ ÜÇ KİŞİDE OLUŞUYOR “Holloman’da bunlara ilave olarak, konteynerin dışında bulunan ama konteynerin bulunduğu üste güvenlikli bir binada göreve katılan istihbarat koordinatörleri de eğitiliyor. Onların görevi de, hedefle ilgili istihbarat koordinasyonunu sağlamak. Bunun için hem operasyonun yürütüldüğü bölgede bulunan yer ekibiyle hem de başka bir yerde kameradan gelen görüntüleri okuyan istihbarat analistinin verilerini değerlendirmek. Bu üçlü hep birlikte görev yapıyor. Her görevde de analist ve yer ekipleriyle koordineli çalışıyorlar. “Ekiplere eğitim verilen simülasyon odasını geziyorum. Eğitim filosunun komutanı Yarbay Mike Weaver (40) ile konuşuyoruz. “Söyler misiniz” dedim, eskiden F-15 kullanmış yeni nesil İHA pilotuna: “Aşağıya bombayı bırakırken, hiçbir fiziksel baskı ve tehlike riski taşımıyorken bunun bir video oyunu olmadığından nasıl emin olabiliyorsunuz?” “Doğrusu bu cihazlarda pilotların gerçeği daha iyi hissettiklerini düşünüyorum” dedi: “Çünkü karşınızda sekiz tane ekran var. Kameradan, haritadan her detayı görüyorsunuz. Kulağınızdaki telsizde yer ekibi oluyor ve çoğu zaman arkada silah seslerini duyuyorsunuz. Ayrıca görev sırasında bilgisayarda yazıştığınız birimlerden bilgi alırken o tansiyonu hissediyorsunuz. Klasik bir savaş uçağında bunların hiçbiri olmaz. Ve asıl orada bombayı bırakıp öylece gidersiniz. Burada gerçekliğe daha yakınsınız.” “BOMBAYI ATTIKTA BİR SAAT SORA LAS VEGAS’TASIIZ “1995’te Amerikalıların ilk olarak Macaristan’da kullanmaya başladıkları İHA’lar için önce belirlenen kontrol merkezi !evada’daki Creech Hava Üssü. Ancak bugün operasyonlar !ew Mexico (Cannon), Missouri her görevde G (çekim kuvveti) yiyen eski usul pilotlardan hiçbir farkı yoktu. Konuştuğum Predator pilotu Yarbay Brent, bunu İHA pilotlarının seçiminde de eski usul pilotlardaki fiziksel şartların aranmasıyla açıkladı. Hatta bir Reaper pilotunun dört aylık bir eğitimden sonra Colorado’ya giderek burada gerçek bir uçakla da uçmak zorunda olduğunu anlattı. “Kimler başvurabiliyor peki” dedim. “Eskiden tecrübeli pilotlar arasından seçiyorduk ama şimdi gerçek bir uçak uçurmamış adayları da alıyoruz. Hatta en son üç sınıf birincisi tecrübesiz pilotlardan çıktı” dedi. “24 FİLO, 56 GÖREV KAPASİTESİ VAR “Amerika’nın dünya genelinde aynı anda 56 İHA görevi yürütebilecek kapasitesi var. Türkiye’deki Predator’lar da bu kapasiteden yararlanıyor. Amerika genelinde 24 ayrı İHA filosu bulunuyor. Uçaklar yaklaşık 24 saat havada kalabiliyorlar. Pilotlar sekiz saatte bir değişiyor. İHA’ların kontrolünü sağlayan pilotların yüzde 95’i ABD’de. Yüzde 5 ise İHA’ların bulunduğu üslerde. “SİSİ KATİL “Pistte duran Reaper’lardan birinin yanındayım. Gövdesine dokunduğumda oyuncak gibi. Hafif. Piste inişi kalkışı sessiz. Tasarımı köşesiz. Karşımda duran aletin sinsi bir ölüm makinesi olduğuna dair tek işaret, kanatlarındaki bombalar. “YA ÖLE SİVİLLER “Kanadalı bir gazeteciden dinledim. Yemen’de El Kaide köyü olarak bilinen bir yeri Yemen Ordusu kuşatıyor. Ancak asker içeri giremiyor. Sonra Amerikalılar giriyor devreye. Bir ev belirleniyor. İçeride beş El Kaide üyesi var. İHA’larla bombalıyorlar. Hepsi ölüyor. Ama o sırada evin dışında oynayan bir çocuk da patlamada hayatını kaybediyor. “Köye girdik. O çocuğun ailesini bulduk. Ve o acıyı görüntüledik. El Kaide üyelerinin öldüğü elbette görev raporuna girmiştir. Ama o çocuktan kimsenin haberi yok- Bir biçici “Sinsi Katil” (Reaper) havada. Halk kahramanımız Köroğlu, bugün yaşasa her halde emperyalistlerde insanlığın da kalmadığını belirten bir deyiş düzerdi. Sonuç: “rüzgâr eken fırtına biçer” Emperyalist metropoller, ekonomik güç ellerinde olduğundan modern silahları da ellerinde tutuyorlar. Kendi emperyalist amaçları için yeni silahlar geliştiriyorlar. Ancak nereye kadar? Bu durum emperyalizmin dayanılmaz iç çelişkilerini azaltmıyor ki... Tersine arttırıyor! ABD Emperyalizminin 2010 yılı bütçesinin % 20’si (689 milyar dolar) sadece askeri harcamalara ayrılmış durumda. Bu durum, ABD’nin ekonomik durumunu kaçınılmaz olarak daha da bozuyor. Azaltma çabasına giriyorlar ve bu yüzden “Arkadan Yönet” gibi stratejiler uyguluyorlar. Böylece kestaneleri ateşten TayyipGül gibi uşakların çıkartmasını istiyorlar. Ancak bütün bu masrafları azaltma çabalarına rağmen, ABD’nin askeri harcamaları azalmıyor, tersine artıyor. Aşağıdaki grafikten de görüldüğü gibi, 2011 yılı silahlanma harcaması 700 milyar doları geçmiş durumda (719 milyar dolar). Yetmedi, sadece silah değil, tüm “savunma” amaçlı harcamalarını katınca bu meblağ daha da büyüyor; 2012 yılında bu miktarın 1.030 – 1.415 tril- yon dolar arasında olması bekleniyor. Bundan yaklaşık 150 yıl önce Engels, AntiDühring adlı eserinde militarizmin askeri harcamaları artırarak ekonomik dengeleri bozduğundan kendi kuyusunu kazdığını, aynı zamanda askerlik hizmetini de yaygınlaştırarak halkın silahlandırılmasına yol açtığını belirtir. Öte yandan, emperyalizm döktüğü kan ve yarattığı terörle, halkların daha da bilinçlenmesini ve emperyalizme karşı kininin büyümesini teşvik eder. Bütün bunlar emperyalizmin çelişkilerini artırır, halkın çözüm bulmasını kolaylaştırır. Dolayısıyla emperyalizm savaş kışkırtıcılığıyla kendi kuyusunu kazmaktadır. Ayrıca, silahlar ne kadar gelişkin olursa olsun, silahı üreten de, kullanan da sonuçta insandır. İnsanlık emperyalizmin vahşetine karşı ister istemez önlem alır ve emperyalizmin gücünü boşa çıkarır. Köroğlu, kapitalizm öncesi toplumun halk kahramanıydı. O günkü koşullarda modern İşçi Sınıfı yoktu, dolayısıyla kalıcı başarı sağlanamıyordu. Ancak günümüzde, modern toplumun Köroğluları diyebileceğimiz İşçi Sınıfı Devrimcileri, emekçi halk kesimlerini ve ezilen halkları arkasına alarak emperyalist saldırıları savuşturacak, halkı bilinçlendirerek insanlığı savaşsız, kansız, terörsüz bir dünyaya taşıyacaktır. Taksim Oyunu: yaya bırakılanlar kim? K İnsansız Hava Araçlarının Komuta Merkezi (Whiteman), Güney Dakota (Ellsworth) gibi eyaletlerdeki üslere de yayılmış durumda. Holloman’a Creech’ten gelen Reaper pilotu Yüzbaşı Chad (29) ile pistte bir Reaper’ın yanında görüşüyorum. Bir silahı ateşleyip can aldıktan sonra konteynerden çıkıp eve ailesiyle yemek yemeye giden bir pilotun ruh hali nasıl olabilir anlamaya çalışıyorum. “!ormale dönmek zaman alıyor elbette” diye anlatmaya başlıyor: “Eğer o gün görevde bir silah ateşlemişseniz, bitince kural gereği mutlaka psikoloğu aramanız gerekiyor. Telefonda konuşuyorsunuz. Size sorular soruyor. Ve gerek görürse ofisine çağırıyor. Bir travma yaşadığınızı düşünmezse de evinize gidiyorsunuz. Benim için normale dönüş, üsten eve doğru yaptığım otomobil yolculuğunda oluyor. Bütün beynimi boşaltmaya çalışıyorum. Ve ailemin yanına gittiğimde hiçbir şeyi yansıtmamaya çalışıyorum. Ayrıca Creech, Las Vegas’a sadece bir saat uzaklıkta bir yer. Dünyada böyle başka bir üs yok.” “TERMİOLOJİ KAVGASI “Bir terminoloji kavgası da var. İngilizce bu aletlere ‘drone’ denmesine çok kızıyorlar. Çünkü ‘drone’ kendi kendine çalışan bir makineyken doğru terimin RPA (uzaktan kumandalı hava aracı) olduğunu, hepsini bir insanın idare ettiğini söylüyorlar. “HER GÖREV OPERASYOEL “Konteynerın içinde pilotlar her zaman solda, sensör operatörleri de sağda oturuyor. İki yıl boyunca Creech’te muharebe yürüten Pilot Binbaşı Dave Cunningham’a (41) bunun eski usul uçaktan ne farkı olduğunu sordum. “Ben F-15C pilotuydum. Pek çok uçuştan hiçbir operasyona katılmadan döndüğüm oldu. Ama İHA kullanırken hemen her görev operasyonel” dedi. “ŞİŞMA, CİPS YİYE PİLOTLAR YOKTU “İçeri girmemle şişman, mütemadiyen cips yiyip kola içen gözlüklü game boy profilleri aradım. Ama göremedim. İHA pilotlarının tu” dedi. Konuştuğum bütün piltolara bunu sordum. İngilizce ‘collateral damage’ diyorlar. Herkesin ağzında. ‘Saldırıda ölen siviller’ demek. Pilotlardan ‘Disko’ lakaplı Yarbay John, bütün soğukkanlılığıyla aynen şöyle dedi: “İHA’lardaki kayıplar öldürülen hedeflerin yüzde 10’u hatta yüzde 15’i olsa bile bu oran oraya bir yer timi göndererek neden olacağınız kayıptan çok daha az. Bu aletler hayat kurtarıcı. Üstündeki silahları çıkarın, sadece kamerası sayesinde bile ne kadar insanın yaşamaya devam ettiğini tahmin edemezsiniz.” (Hürriyet, 29 Temmuz 2012) Bu uzun yazıyı Amerikan Emperyalizminin vahşeti ve savaş teknolojisinde günümüzde varılan nokta görülsün düşüncesiyle aynen, hiç kısaltmadan aldık. Bu silahların dünya halkları için ne kadar büyük tehlike olduğu adlarından belli: Predator, “yırtıcı hayvan” veya “yıkıcı, yutucu, avcı” demek. Reaper ise “biçici” anlamına geliyor. Yukarıda nasıl haince, sinsice kullanıldıkları belirtiliyor, bu vahşi silahların. Gazeteci Tolga Tanış bile “Sinsi Katil” adını veriyor. Bu araçlara savaş aracı demek doğru değil aslında. Savaştan çok, tek taraflı olarak emperyalistlerin düşman bellediklerini yok etmek için geliştirdikleri sinsi katiller. Bu araçlarla yapılan işse kesinlikle bir savaş (harp) veya muharebe değildir. Amaç asker sivil fark etmeksizin belirlenen hedefin acımasızca yok edilmesidir, halklara korku salınmasıdır. Bu araçlarla yapılan gerçek terörizmdir. Emperyalistler nerede bir antiemperyalist direniş hareketi olsa terörizmle suçlarlar. Terör, emperyalistlerin kendi dillerinde (İngilizce “Terror”) en basitinden korku salmak, şiddet uygulamak ve yok etmek anlamlarını taşır. Bu anlamda, emperyalistlerin yaptığı aslında savaş değil, düpedüz terörizmdir. Bugün dünyada terörizmin başlıca kaynağı Emperyalizm ama özellikle ABD Emperyalizmidir. Aynı şekilde emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarması İsrail de benzer acımasızlıkla Ortadoğu Halklarına kan kusturmaktadır. asım ayında kimse ne olduğunu anlamadan Taksim Meydanı trafiğe kapatılıverdi, birden iş makineleri sokuluverdi meydana. AKP, kimsenin, hatta Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın bile belirsizlikler olduğunu kabul ettiği projeyi, daha önce mecliste geçirdikleri kanunlar gibi, kaptıkaçtıya getirdi. Proje ne tartışıldı, ne gün ışığı gördü. Koca 20 milyonluk kent halkından gizlendi, yapılacaklar. Ne yazık ki, cılız bir iki sivil toplum kuruluşu veya platform dışında aykırı bir ses çıkmadı. Satılık Medya ise sözde projeyi allayıp pullayarak halka yutturmakla görevliydi, daha önce olduğu gibi… Amaç nedir? AKP’ye göre trafiği rahatlatmak, meydanı güzelleştirmek, Taksim’i eski ruhuyla buluşturmak (Tayyip böyle diyor!) vb. Tabiî bir de Tayyip’in emretmesi. Nitekim Kadir Topbaş, “Başbakan böyle istedi, yapılacak” dedi, çıktı. Tayyip’in iplerinin kimlerin elinde olduğuysa malum… Sivil toplum kuruluşlarından ve muhalif platformlardan gelen eleştiriler hep AKP’nin oldum olası yapageldiği rant veya yaratacağı çirkinlik üzerine. Doğrudur. AKP Taksim Projesi’nden de vurgun vuracaktır. O İki kere iki dört... Örneğin, Kadir Topbaş’ın “Eğer Gezi Parkı’nın kıymetini değerlendiremezsek, halk bizden hesabını sorar” deyişi, ikrardan gelir. Ağzından kaçırmıştır. Yeşil alanlar azaltılıp beton blokları (rezidanslar, oteller, alışveriş merkezleri) yükseltilecektir. Böylece AKP’nin hem vurgun vuracağı, hem de meydanı çirkinleştireceği doğrudur. Bilindiği gibi Ankara’da İ. Melih Gökçek, Atatürk Bulvarı’nı çirkinleştirdi, bulvar olmaktan çıkardı, kaldırımları daraltarak yayaların yürümesine, dolaşmasına bir anlamda kapattı. Taksim Projesi ile de bu çirkinleştirme sürdürülecek. Bu arada Taksim Meydanı insandan arındırılacak, ıssızlaştırılacak. Zaten Projenin diğer adı “Taksim Yayalaştırma Projesi”. “Yayalaştırma” sözü, güzel Türkçemizin “Yaya bırakma” deyimini çağrıştırıyor. “Yaya bırakma” deyiminin kökü büyük olasılıkla Osmanlı’nın ilk dönemlerinde eşit, kandaş, cihat uğruna savaşan, normal zamanda çiftçi, savaş zamanında ücretli olarak ölüme giden “Yaya” askerlerin derebeyleşme sonucu egemenler tarafından tasfiye edilerek yerlerine “Yeniçeri” sistemine dayanan silahlı gücün (kapıkullarının) getirilmesine dayanır (H. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi). Durum bugün de çok farklı değil. Yaya bırakanlar belli: Din bezirgânları! Ya yaya bırakılanlar? Bunun için projenin politik yönüne bakalım. Taksim Projesi 1 Mayıs ve İşçi Sınıfı düşmanıdır İlk planda saldırının hedefi İşçi Sınıfımızdır, bizce. Çünkü bu yıl Taksim Meydanı tarihinde görmediği bir kalabalığa şahit oldu, 1 Mayıs yüz binlerce emekçimiz tarafından coşkuyla, neşeyle kutlandı. İşte asıl neden budur. Taksim’in 1977 Kanlı 1 Mayıs’tan beri nasıl emekçilere kapatıldığını, nasıl başta Halkın Kurtuluş Partisi’nin doğru ve inatçı çizgisi ve gayretleriyle emekçilere açıldığını biliyoruz. (Bu hamaset değil, gerçektir.) Böylece artık “Taksim 1 Mayıs Meydanı’dır” sloganı “Hür Basın”ca bile kabullenildi. Öte yandan, son 1 Mayıs, kitlelerin korkuyu attığının bir göstergesiydi. Toplananların tümü de muhalifti. Sarılar, dönekler gelememişti. Böylece kafa bulanıklığı da yitmişti. Kanlı 1 Mayıs’tan beri Parababaları Medyasının insanlarda yarattığı “Terör” umacısı uçup gitmişti. Emekçiler güvenli, korku, kargaşa olmadan İşçi Bayramını nasıl kutlayabileceklerini kanıtladılar. Tabiî bu Parababaları için kötü bir örnek oldu. Bundan sonra her 1 Mayıs’ta, gittikçe çoğalarak düzene muhalif nitelikteki insanların buluşacağı bir meydan olacaktı Taksim. Bu hem AKP için, hem de Parababaları için ne büyük tehlikedir! Sonuçta alelacele Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına kapatılması gerekiyordu. Bunu açık açık söyleseler, ortalık karışabilirdi. Böyle sinsice meydanı meydan olmaktan çıkarmak ehvendi AKP ve Parababaları için. Meydana toplu girişler de alt geçitlerle engelleniyor, ancak birkaç kişinin birlikte yürüyebileceği darlıkta kaldırımlar bırakılıyor yürüyüşçülere… İşte Parababaları Medyasının sözde projeyi halkımıza yutturma çabaları da bundan kaynaklanır. Demek ki, Taksim Yayalaştırma Projesi’nin birincil hedefi İşçi Sınıfımızdır, emekçi halkımızdır. Emekçilerimizin 1 Mayıs Meydanı’dır. Emekçilerimizin 1 Mayıs Meydanı’nı kullanamamasına tepkisini hafifletmekiçin bir başka projeyi ise çoktan başlatmıştı AKP. Bu yılın Mayıs ayında Maltepe’de deniz doldurularak geniş bir alan kazanılacaktı projeye göre. Milliyet’ten Mehveş Evin daha o zamandan yarı alaylı amacını koymuştu bu projenin. Şöyle yazıyordu: “Müjdeler olsun İstanbullular! İBB, Maltepe’de denize doğru 400 metreyi dolduruyor. !e bölge sakinlerine, ne ilçe bele- 31 Yıl: 7 • Sayı: 62 / 27 Aralık 2012 diyesine sorulan bu projenin sonunda golf sahamız bile olacak. Bakarsınız geleceğin 1 Mayıs’ları Maltepe golf tesislerinde kutlanır.” (Milliyet, 03 Mayıs 2012) Evet, Tıpkı Taksim Projesi gibi Maltepe Projesi de gizli kapaklı kotarılıp kaptıkaçtıya getirilmişti. Ve bu iki proje İşçi Sınıfı Düşmanlığı, 1 Mayıs düşmanlığı açısından örtüşüyor. Bu yüzden Parababaları Medyasının has yayın organı Milliyet, sanki bir üstünlükmüş, güzellikmiş gibi “Maltepe Dubai Oluyor” başlıklı haberiyle (Milliyet, 12 Aralık 2012) bu kirli amaçları allayıp pulluyor. (Dolayısıyla Parababaları Medyası da AKP’nin şehir katliamlarının ortağıdır!) Bu durum daha önceki iktidarları aklamasa da… Burada Tayyip’in asıl vurguladığı “Taksim’de yıkılan tarihi yeniden canlandırma” işi. Bu ne anlama geliyor? Proje kapsamında Taksim Gezi Parkı’nın üzerine Taksim Kışlası oturtuluyor. Taksim Kışlası, tarihimizde 31 Mart Olayı olarak bilinen gerici-şeriatçı-emperyalist kırması ayaklanmanın karargâhıdır. Abdülhamit döneminde, 13 Nisan 1909’da İngiliz yönlendirmesi ve Şeriatçı Derviş Vahdeti’nin propagandasıyla “Alaylı” askerler İttihat Terakki Hükümeti’ne karşı ayaklandırıldı. Yaklaşık 10 gün gerici güruh İstanbul’u kasıp kavurdu, terörize etti. Gerici yükselişin Taksim Projesi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet düşmanıdır önünü kesen bir kez daha Ordu Gençliği’miz oldu. Mahmut Şevket Paşa’nın komuta ettiği, Mustafa Kemal, Resneli !iyazi gibi ilerici subayların bulunduğu Hareket Ordusu Şeriatçı gericilere gereken dersi verdi. İşte Tayyip’in üstü kapalı söylediği “Taksim’i tekrar ruhuyla buluşturuyoruz” ifadesinin altında yatan bu gerici ayaklanmadır. Kışla, 1940’ta şehir planlamacısı Henry Proust’un önerisiyle, Belediye Başkanı Lütfi Kırdar döneminde yıkılır (Vikipedi). Tayyip, kışlayı yeniden inşa ederek hem eski gerici ruhu canlandırma, hem rant hem de meydanı küçültme peşinde. Bizim kanımız, ilk fırsatta meydanda bulunan Taksim Cumhuriyet Anıtı’nı da imha edecektir Tayyip. Çünkü, bu anıt, Kurtuluş Savaşı’mızın nasıl kazanıldığını en iyi vurgulayan heykellerden birini içerir: Heykelde askerler ve halkla Birincil hedefi tamamlayan ikincil hedef ise Mustafa Kemal ve Cumhuriyettir. Tayyip bunu ağzından kaçırdı. Kasım ayında partisinin İl Başkanları Toplantısı’nda şöyle diyordu: “Bakacaksın nerelerde ne var. Yıkılması gereken neresi varsa hiç acımadan yıkacağız. Acırsak acınacak hale geliriz. Yol açmak bahanesiyle birçok şehirde tarih yok edildi. Şehirlerin ruhuna dokunmanın vebali çok fazladır. Taksim’de yıkılan tarihi yeniden canlandırmaya çalışıyoruz. Karşımıza ilk çıkan CHP oldu. Köşe yazarları yazmaya başladı. !e yazarsanız yazın Taksim’i tekrar ruhuyla buluşturuyoruz.” (Gazeteler, 14 Kasım 2012) Aslında şehirlerin ruhuna en fazla dokunan iktidar AKP oldu. Geçmiş olsun Chavez Yoldaş U çağın merdivenlerini tek başına çıktı Chavez Yoldaş, yumruğunu kaldırıp yüksek sesle, “Çok yaşa memleketimiz!” diye haykırdı. Yeniden nükseden kanser illeti için Sosyalist Küba’ya ameliyata gidiyordu. Belki de gidip dönmemek var ama O ülkesini, Halkını düşünüyor, “Bolivarcı Devrim’in sürekliliğini sağlamak zorundayız” diyor. Başka bir davranış beklenebilir mi Hugo Chavez Yoldaş’tan? O Chavez Yoldaş ki, AB-D Emperyalistlerinin topuna kafa tutmuş, onların son yıllardaki en büyük kâbusu olmuş, Latin Amerika’dan sol rüzgârları estirmiş, Dünya Halklarının umudu olmuş, Irak, Libya, Suriye, Filistin Halkının yanında olmuş bir yiğit önderdir. Dünyamızda kanser düzenini yaratan Emperyalistler yıldıramamış, sindirememiş, korkutamamış Chavez Yoldaş’ımızı, kanser hastalığı mı korkutacak, sindirecek, yıldıracak?.. O Chavez Yoldaş ki, bedeninde Latin Amerika Halklarının büyük dostları, yüce devrimciler Simon Bolivar, Jose Marti, Che ve Camillo’nun ruhunu taşıyor. Onların, yarım bıraktıkları yüce davayı sonucuna ulaştırmak istiyor, ABD Emperyalistlerini ve yerli uşaklarını Latin Amerika’dan defetmek ve bu mazlum halkları özgürleştirmek istiyor. O Chavez Yoldaş ki, verdiği devrimci savaş öylesine etkili, büyük devrimci fırtınalar, rüzgârlar yarattı ki, bahar yağmurları kadar verimli olan bu fırtınalar dünya halklarına da umut, moral ve mücadele azmi aşıladı. Chavez Yoldaş’ın Latin Amerika’da yükselttiği mücadele bayrağı ABD ve AB Emperyalist haydutlarını tüm dünyada tökezletti, yılgınlığa uğrattı. Bu nedenledir ki, Chavez Yoldaş’a Latin Amerika Halklarının değil, tüm dünya halklarının gereksinimi var. Çünkü Chavez Yoldaş’ın şanlı, onurlu, yiğitçe mücadelesi tüm dünya halklarına güç veriyor, güven veriyor. Halkın Kurtuluş Partisi olarak inanıyoruz ki, Chavez Yoldaş’ımız, emperyalist haydutlara karşı savaştığı gibi bu doğa saldırı- iç içe Mustafa Kemal, İnönü ve Çakmak, arkalarında ise Sovyet Generalleri Frunze ve Voroşilov yer alır. Böylece Heykel, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında halkın, askerin, asker önderlerin ve Sovyet yardımının rolünü ortaya koyar. Bugün artık Sovyetler Birliği kalmasa da, doğruları gösterme açısından gericilik, emperyalizm ve Parababaları için dayanılmaz niteliktedir bu heykel. Din Bezirgânlarının diğer bir hayali ise hep Taksim’e cami yapmak olmuştur. Bugün Taksim’e cami yapımı çok güçlü dile getirilmese de meydanın küçültülmesi, betonlaştırılması, emekçilere kapatılması, meydanda anıtın kaldırılmasını tamamlayan bir adım olacaktır. Şu anda gündemde tutulmaktadır. Sözde mimarlara projeler çizdirilmektedir. (Bu yıl Ahmet Vefik Alp’in çizdiği projeyi hatırlayalım!) Uygun zamanda bu adımı da atmaya yeltenecektir gericilik. (Ki geçtiğimiz günlerde Tayyip bu konuda da emri vermiş, yeri belirlemiş, Topbaş da “emriniz olur!” demiştir. Gazeteler) Bütün bu gerici yükselişe rağmen, biz biliyoruz ki her şey zıttıyla birliktedir. Başta İşçi Sınıfımız olmak üzere emekçi halkımız, onlarca şehit vererek kazandığı 1 Mayıs Meydanı’nı gericiliğe ve Parababalarına teslim etmeyecektir. Yazımızı 1977 Kanlı 1 Mayıs’ı üzerine Ruhi Su’nun sözleriyle bitirelim: Şişli Meydanı’nda üç kız Biri Çiğdem, biri !ergis Vuruldular güpegündüz Sorarlar bir gün sorarlar… Sabahın bir sahibi var Sorarlar bir gün sorarlar… Biter bu dertler acılar Sararlar bir gün sararlar. Bin dokuz yüz yetmiş yedi Unutulmaz yılın adı Bir Mayıs bayramı idi Beş yüz bin emekçi vardık Taksim Meydanı’na girdik Öyle bir İstanbul gördük. Ruhi Su sına karşı da savaşacak ve kazanacaktır. Yoldaş’ımızın bunu başaracağına içtenlikle inanıyoruz. Chavez Yoldaş, milyonlarca masum insanın kanına girmiş, doğanın Yoldaş’ımızı yenmesini dört gözle bekleyen Emperyalist çakalların, Amazon Nehri’nin sularının bile pisliğini temizlemeye yetmeyeceği iğrenç ellerini ovuşturmasına izin vermeyecektir. Dünya Halklarının ve Venezuela Halkının dileklerini Amerikalı Aktör Sean Penn dile getiriyordu: “Chavez, gezegenimizdeki en önemli liderlerden biri. Kısa zamanda güç kazanmasını ve iyileşmesini diliyorum” diyordu namuslu aktör. Chavez Yoldaşın halefi olarak atadığı Devlet Başkanı Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı !icolas Maduro, Chavez Yoldaşa sesleniyordu “Seni burada bekliyoruz. İyileşip aramıza dönmek zorundasın.” Venezuela Halkının ve Dünya Halklarının umutlarına tercüman oluyordu Maduro Yoldaş. Bize mahallemizin insanı kadar, birlikte büyüdüğümüz en yakın yoldaşımız kadar yakın olan Hugo Chavez Yoldaş, ara verdiği çalışmalarına yeniden dönüp, dünya halklarına umut aşılamaya, Sosyalizmi Venezuela’da örmeye, Emperyalizmin oyunlarını bozmaya, insanlığın başındaki kara bulutları dağıtmaya devam edecektir. Halkın Kurtuluş Partisi olarak inanıyoruz ki, Chavez Yoldaş, Kübalı Doktorların mahir elleriyle sağlığına çok kısa bir sürede kavuşup, Sosyalist Güneşin pırıltısını ve sıcaklığını Dünya Halklarına hissettirecek, insanlığın başbelası, Che’nin deyişiyle “insan soyunun en büyük düşmanı”, uluslararası emperyalist haydutlar çetesinin başhaydut devleti ABD Emperyalistlerine ve onların yerli işbirlikçisi hainlere karşı mücadeleye kaldığı yerden devam edecektir. Halkın Kurtuluş Partisi olarak, Chavez Yoldaş’ın sağlığına bir an önce kavuşup görevlerinin başına çok daha sağlıklı bir şekilde dönmesi temennilerimizle, Venezuelalı Yoldaşlarımıza en içten Devrimci selamlarımızı gönderiyor, Chavez Yoldaş’a acil şifalar diliyoruz. 13.12.2012 Venceremos! Hasta La Victoria Siempre! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi “Kılık kıyafet serbestliği” mi, yoksa?.. Baştarafı sayfa 32’de liselerin imam-hatip programlarında tüm derslerde, ortaokul ve liselerde ise seçmeli Kur’an-ı Kerim derslerinde başlarını örtebilir.” Zaten uygulamanın temel amacı da bu değil mi? Ülkemiz 3-4 sene öncesine kadar üniversiteye, kamusal alana türban girer mi diye tartışıyordu. Oysa şimdi CIA İslamının siyasi simgesi olan “türban” 5. sınıflardan itibaren resmen okullarda. Tabiî “şimdilik” ortaokullarda ve belirli derslerde! Hem de özgürlük adı altında ve yasal olarak! 4+4+4 gerici eğitim sistemiyle eğitimde açtıkları gedik, türbanın okullara yasal olarak girmesiyle devam ediyor. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç, yine o meşhur timsah gözyaşları eşliğinde, Bursa İmam Hatip Lisesinin 50. yıl kutlamalarında yaptığı konuşmada, çok acılar çektiklerini ve bugün İmam Hatiplerin geldiği noktanın “zafer noktası” olduğunu söylüyor. “İmam Hatip bir altın nesildir.”, diyor. Artık saklamıyorlar halk düşmanlıklarını, Ortaçağ özlemlerini. Gözlerinden akıttıkları timsah gözyaşlarıyla da örgütsüz halkımızı maalesef şimdilik zehirliyorlar. Laiklik adına tek bir kırıntı bırakmak istemiyorlar. Özlemini duydukları, bilimin hapsedildiği Ortaçağ toplumuna adım adım yaklaştıklarını düşünerek sevince boğuluyor, zafer naraları atıyor Tayyipgiller. “MADDE 3 – (1) 4’üncü maddede yer alan sınırlamalar (Öğrenciler, öğrenim gördükleri programın özelliğine göre atölye, işlik ve laboratuarlarda önlük veya tulum, işyerlerinde ise yapılan işin özelliğine uygun kıyafet giyer.) dışında okulöncesi, ilkokul, ortaokul ve liselerde kılık ve kıyafet serbesttir.” Bu uygulama; zaten var olan ve çocukların da yoğun bir şekilde yaşadığı sınıfsal farklılıkları daha da belirginleştirecek, çocukları her gün “Ben bugün ne giyeceğim?” kaygısına, markalı ve değişik giysiler giyinme telaşına düşürecek, özellikle ebeveynleri ciddi anlamda sıkıntıya sokacak, hatta bunalımlara sürükleyecektir. Bunu şimdiden görmek oldukça kolaydır. Ey Tayyipgiller; bu yaptığınız işçi, emekçi düşmanlığı, halk düşmanlığı, hainlik değil de nedir! Bi- linmez mi ki politikalarınız yüzünden halkımızın tamamına yakını işsizlik ve pahalılık cehenneminde kıvranıyor. Mucizeler yaratıp yaşamaya, çocuklarını okutmaya çalışıyor. Ve üstelik tüm bunları yırtık paltolar, altı delik ayakkabılarla yapıyor! Alay ediyorsunuz halkımızla, bunun hesabı sorulacak! “MADDE 5 – (1) Bu Yönetmelik hükümlerine aykırı hareket eden ortaokul öğrencilerine 27/8/2003 tarihli ve 25212 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği; lise öğrencilerine 19/1/2007 tarihli ve 26408 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Millî Eğitim Bakanlığı Ortaöğretim Kurumları Ödül ve Disiplin Yönetmeliği hükümleri uygulanır. “(2) Bu Yönetmelik hükümlerine aykırı hareket eden okul yöneticileri hakkında ilgili disiplin hükümleri uygulanır.” “Kılık Kıyafet Yönetmeliği”ndeki değişiklikler bu tehditlerle sona eriyor. Bu maddelere aykırı davranan öğrenciler ve idareciler hakkında bilmem kaç sayılı “Ödül Ve Disiplin Yönetmeliği” uygulanacakmış. Yani Tayyipgiller aba altından sopa gösteriyor, belli sınırlar dışında giyinen öğrencilerimize ve bu Ortaçağcı uygulamaları hayata geçirmek istemeyen okul idarecilerine… Ülkemizi Ortaçağ karanlığına adım adım götürmek isteyen Tayyipgiller, şimdilik attıkları adımları zaferle noktaladıklarını düşünüyorlar. Halkın Kurtuluş Partisi, çocuklarımızı ve geleceğimizi, bu karanlığa teslim etmemekte kararlıdır. Her ne pahasına olursa olsun, halklarımızın gerçek kurtuluşunu sağlayacak Proletarya Partisi’ni yeniden örgütleyeceğiz; halklarımızı, değer yaratan bütün kesimleri bu parti etrafında birleştireceğiz. Demokratik Halk İktidarını kuracağız. İşte o zaman sınıf farklılıkları ortadan kalkacak; özgürlük ve demokrasi bu topraklarda hayat bulacak. Buna, çocuklarımızın gözlerindeki, yüreğindeki temizliğe inandığımız kadar inancımız tamdır! Aralık 2012 Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri “Ergenekon” maskeli CIA Operasyonunun karar duruşmasında, halkımız tepkisini onbinlerle dile getirdi. Baştarafı sayfa 32’de Bu davanın hedefindekiler sadece ve sadece Mustafa Kemalci, antiemperyalist, bağımsızlıkçı, laik, yurtsever, namuslu aydınlar, bilim insanları ve askerlerdi. CIA-Fethullah-Tayyipgiller ortaklığının saldırısına o denli öfkelenmiş bir halk vardı ki alanda… Sık sık “Yıkalım, yıkalım!” sloganıyla jandarma barikatlarını aşmak isteyen kitle, barikatı mahkeme salonunun girişine kadar geriletti. Kitle mahkeme salonunda yaşanan gelişmeleri takip ederek satılık hakimler ve savcıların verdiği kararlara anlık tepki veriyor, mahkeme salonuna girmeye çalışarak, “yurtseverlere daha fazla eziyet edemezsiniz, mahkemeyi başınıza yıkmaya geliyoruz”, diyordwu. Geçekten de bir süre sonra bu çabalar sonuç vermiş ve mahkeme heyeti “Ergenekon davası” ile birleştirmeye çalışılan başka bir davanın birleştirilmesinden vazgeçmek zorunda kalmıştır. Halk bu davanın siyasi bir dava olduğunu görüyor ve tepkisini olanca gücüyle gösteriyordu. Alandaki tek sosyalist parti olarak “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız”, “Mustafa Kemal-Lenin” pankartımız ve “Ergenekon” maskeli saldırının CIA-Fethullah-Tayyipgiller üçlüsüyle yapıldığını teşhir eden pankartlarımızla halk tarafından ilgiyle karşılandık. “Birinci Kuvayimilliye’den İkinci Kuvayimilliye’ye Ulusal Kurtuluştan Toplumsal Kurtuluşa” başlıklı bildirilerimiz de yine ilgiyle karşılandı. Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi! Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! İstanbul’dan Kurtuluş Partililer Zulüm yasaları olan Toplu İş İlişkileri Yasası tasarısına karşı Konya’da ikinci protesto eylemini gerçekleştirdik Zulüm Yasalarına Direneceğiz! T ürkiye’deki toplusözleşme düzeni ve sendikal özgürlükler alanını düzenleyen “Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı”nın 30 maddesi geçmiş, diğer maddelerin görüşülmesi 16 Ekim 2012 Salı gününe kalmıştı. DİSK, İLO normlarına uygun bir yasa çıkarılması talebiyle bölgelerde eylemler düzenliyor. DİSK Konya İl temsilciliği, yukarıda da yazdığımız gibi, daha önce de (04 Ekim günü) eylem düzenlemişti. 16 ekim günü de DİSK İl Temsilciliği’nden Zafer Meydanı’na doğru kortej halinde sloganlarla yürüyüşe geçtik. Basın açıklamasını DİSK İl Temsilcisi Ali Özçelik okudu. Özçelik konuşmasında Yerli-yabancı Parababalarının kâra doymadığını, ülkemizi kendileri için dikensiz gül bahçesine, ucuz işgücü cennetine çevirmek istediklerini anlattı. Ali Özçelik konuşmasında, başta TOBB olmak üzere TİSK gibi işveren örgütleri ve onların siyasi iktidarı olan AKP, Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısıyla sözde işçi örgütleri olan sarı konfederasyonlarla elele vererek bu sürece ortak olduklarını dile getirdi. A. Özçelik, ayrıca yapılacak değişiklik ile Türk-İş’e bağlı 17, Hak-İş’e bağlı 5, DİSK’e bağlı 6, Bağımsız 1 sendikanın da yetkisiz kalacağını, toplam 51 yetkili sendikanın 29’unun yetkisinin düşeceğini söyledi. DİSK’in kimseden icazet almadan tamamen İşçi Sınıfının gücüyle kurulduğunu 15-16 Haziran şanlı Büyük İşçi Direnişini, Faşizme İhtar eylemlerini gerici, baskıcı Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerine karşı işgal, grev, direnişler gerçekleştirdiğini, yapılacak olan değişikliğin DİSK’in mücadelesini etkileyemeyeceğini söyleyerek, sözlerine son verdi. Basın açıklamasına halkın yoğun il- gisi olduğu gözlendi. Ağırlıklı olarak Nakliyat-İş Sendikası üyelerinin olduğu eyleme Sosyal-İş, Birleşik Metal-İş, Kurtuluş Partisi ve kimi halk örgütleri de katıldı. Basın açıklamasında “Kahrolsun Sarı Sendikacılık”, “Türk-İş, Hak-İş Yönetimi İhanetinin Bedelini İşçi Sınıfımıza Verecektir”, “AKP’nin Kölelik Yasalarına Boyun Eğmeyeceğiz”, “Kölelik Yasalarına Hayır” dövizleri taşıdık. Konya’dan Kurtuluş Partili İşçiler CMYK CMYK Tüfek icat oldu2 Düşman geldi tabur tabur dizildi Alnımıza kara yazı yazıldı Tüfek icat oldu mertlik bozuldu Eğri kılıç kında paslanmalıdır Devamı sayfa 31’de L aiklik yerine Ortaçağcı irticayı, bağımsızlıkçılığın, yurtseverliğin yerine emperyalizme koşulsuz uşaklığı koymak isteyenlere karşı bir halk vardı Silivri çıkartmasında. Tayyipgiller’e gerekirse barikatlarınızı da, cezaevleri duvarlarınızı da, mahkemelerinizi de yıkarız diyen bir halk vardı Silivri çıkartmasında. AB-D-Tayyipgiller ve Fethullahçıların ülkemizi Yeni Sevr’e ve Ortaçağa götürmek üzere başlattığı “Ergenekon” maskeli saldırıda Veli Küçük, İbrahim Şahin, Levent Ersöz, Muzaffer Tekin vb. gibi Kontrgerillanın has adamlarının da karıştırılmasıyla kafalar bulandırılmaya çalışılmıştı; ancak başta Partimiz olmak üzere halk, yapılan bu saldırıların amacının hep bir tek yöne olduğunu fark etmişti; CIA’nın tâ 1952’de kurup yönettiği Gerçek Kontrgerilla’nın işlediği hiçbir suça dokunulmuyordu. Ne Kanlı Pazarlar, ne Maraş, ne Çorum, ne Sivas Katliamı, ne Kürt Halkına yapılan katliamlar, ne de ilerici, devrimci aydınlara karşı işlenen faili meçhul cinayetler, hiçbiri ama hiçbiri önemli değildi bu dava için. Devamı sayfa 31’de akliyat-İş’ten Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü’nde Topkapı Ambarlarda iş bırakma eylemi A vrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC) 14 Kasım 2012’yi “Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü” olarak ilan etti. Bu kapsamda Avrupa’nın son dönemindeki en büyük işçi eylemleri gerçekleştirildi. Kıtanın bütün ülkelerinde genel grev, grev, iş yavaşlatma, yürüyüş ve miting gibi farklı eylem biçimleri düzenlendi. Portekiz, İspanya, İtalya, Yunanistan, Kıbrıs ve Malta genel grev, Fransa ve Litvanya’da ise bölge ve işkolu düzeyinde grevler düzenlendi. Diğer bütün ülkelerde mitingler ve çeşitli protestolar gerçekleştirildi. ETUC ve üye Konfederasyonlar, kemer sıkma politikalarına karşı sosyal haklar, daha iyi ücretler için 14 Kasım’da sokaklardaydı. Avrupa işçileri emeklilik hakkının gasp edilmesini, ücretlerin düşürülmesini ve sosyal hakların kesintiye uğramasını protesto etti. DİSK, ETUC’un bu çağrısına uyarak, İstanbul, Ankara ve İzmir’de çeşitli etkinlikler düzenleyerek, Avrupa’daki işçilerle dayanışma gösterilmesini kararlaştırmıştı. Devamı sayfa 25’te Geçmiş olsun Chavez Yoldaş Haberi sayfa 31’de Sefalet ücretini protesto ettik Köroğlu ya bugün yaşasa ne derdi? Genel kural: Ekonomik güç kimdeyse, etkin silah da ondadır. On Sekizinci ve On Dokuzuncu Yüzyıllarda burjuvazinin emekçi halka karşı gösterdiği acımasızlığı, bugün burjuvazi içinden sivrilen bir avuç Finans-Kapital çetesi, yani Devamı sayfa 30’da Kurtuluş Partisi Gençliği, YURT-KUR davasından beraat etti: Yaşasın gençliğin devrimci mücadelesi T ayyipgiller’in Maliye Bakanı İngiliz Memet açıklama yapıyor, “En yüksek maaşı Türkiye’deki emekliler alıyor”. Bir insan bu kadar nasıl yüzsüzleşebilir, bu kadar nasıl hainleşebilir? Halkına bu kadar nasıl yabancılaşabilir, nasıl düşmanlaşabilir? Emekçilerle nasıl bu kadar dalga geçilebilir?.. Demek ki bir insan ruhunu, onurunu, beynini emperyalistle- re satarsa bunları söyleyebiliyor. Kıt kanaat geçinmeye çalışan, ek bir iş yapmak zorunda kalan emeklilerin maaşlarını çok buluyor Tayyipgiller. Geçen yıllarda da Asgari Ücreti çok bulmuşlardı emperyalistlerin sözcüleri. 2013 yılı için de aynı oyun oynanıyor. Asgari Ücrette 2013 yılı için tespit edilen artış oranı Devamı sayfa. 2’de Roboski Katliamı’nın aslî faili olan Tayyipgiller ve ABD Halklarımıza er geç hesap verecek! K urtuluş Partisi Gençliği tarafından, üniversite öğrencilerinin barınma sorunlarına dikkat çekmek ve bu sorunların temelinde cemaat evlerine, tarikat yurtlarına alan açılması için YURT-KUR’un yeterli sayıda yurt açmaması olgusunun bulunduğunu teşhir etmek için “Yurt-Kur Uyuma, Öğrenciye Yurt Kur!” sloganı etrafında bir kampanya örgütlenmişti. Kampanyanın finalinde, ülke çapında toplanan binlerce imzayı YURT-KUR Genel Müdürlüğüne teslim etmek amacıyla yürüyüş ve temsili yurt temeli atma eylemi gerçekleştirilmişti. Eylemden sonra, imzaları kuruma teslim eden arkadaşlarımız, çıkışta kampanyayı duyuran bir pankart açtıklarında özel güvenlik görevlilerinin saldırısına maruz kalmışlar, ancak özel güvenlik terörüne yenilmeyen arkadaşlarımız, dışarıda bekleyen yoldaşların da desteğiyle eylemlerini sürdürebilmişlerdi. Pankart açan yoldaşlarına yapılan haksız saldırı karşısında haklı tepkilerini ortaya koyan Kurtuluş Partili Gençlerin bu tepkileri ise, polisin usulsüz ve haksız bir gözaltı işlemiyle karşılaşmıştı. İşte bu eylemlerin karşılığı çabuk tebliğ edilmişti Tayyipgiller tarafından. 43 yoldaşımıza “2911 sayılı yasaya muhalefet”, “İzinsiz gösteri yürüyüşü düzenlemek”, “Uyarıya rağmen dağılmamak”, “görevli memura direnmek”, “kamu malı- na zarar vermek” suçlarından dava açılmıştı. 2 yılı aşkın bir süredir süren davada, tüm sanıklar, tüm suçlamalardan beraat ettiler. Hukuka ve adalete uygun olan da buydu. Her şeye rağmen, “bağımsız” düşünebilen ve hukuka uygun karar verebilen gerçek hâkimlerin tükenmemiş olması da ayrıca sevindirici olmuştur. Ustamızın sözüyle bir kez daha muştuluyoruz: Yıldırılamaz Gençlik! Ankara’dan Kurtuluş Partililer I Her yaptıkları işte olduğu gibi bu değişikliği de bin bir laf cambazlığıyla yaptılar. Neymiş efendim çocuklar özgür olmalıymış, kimse tek tip giyinmeye zorlanamazmış ve birçok safsata! ABD’nin Ortadoğu’ya “özgürlük ve demokrasi” götürmesi gibidir Tayyipgiller’in ülkemize, çocuklarımıza “özgürlük” getirmesi. Önce yapılan değişikliklerden göze batanları görelim: “MADDE 3 – (6) Kız öğrenciler, imam-hatip ortaokul ve liseleri ile çok programlı T B ildiğimiz gibi 27 Kasım 2012 Salı günü, son yıllarda antidemokratik-halk düşmanı uygulamaların Tayyipgiller tarafından dayatılmasına yasal kılıf işlevi gören KHK (Kanun Hükmünde Kararname)’lerden bir yenisiyle, 2013-2014 eğitim öğretim yılında uygulamaya konulmak üzere “Kılık-Kıyafet Yönetmeliği”nde değişiklikler yapıldı Bakanlar Kurulu tarafından. Aslında artık gizleme gereği duymadıkları Ortaçağcı ve halk düşmanı yüzlerini bir kez daha kör göze batarcasına ortaya serdi Tayyipgiller. B IK “Kılık kıyafet serbestliği” aldatmacasıyla CIA İslamının simgesi Türbanın ilkokullarımıza kadar girmesine ve çocuklarımızın Ortaçağ karanlığına terk edilmesine izin vermeyeceğiz! “Ergenekon” maskeli CIA Operasyonunun karar duruşmasında,halkımız tepkisini onbinlerle dile getirdi2 Ç “Kılık kıyafet serbestliği” mi, yoksa?.. undan yüzyıllar önce böyle diyordu ünlü halk kahramanımız Köroğlu. Derebeyleşen Osmanlı düzenine karşı başkaldırıp dağa çıkan, yoksulların hakkını arayan, sömürgen beylerin belası olan bir halk kahramanımızdır, Köroğlu. Osmanlı, kuruluşunda çok adil bir toprak düzeni kurar. Başlıca üretim aracı olan toprağı, bölgede yaşayan halka adil olarak dağıtır. Düzenin korunması için de başlarına Dirlikçi denen bir silahlı atar. Ve bu düzene; Dirlik Düzeni denir. Ne var ki bu toprak düzeni kısa sürede, yaklaşık 100 yıl içinde yozlaştırılır. Müslümanların ortak malı olan Toprak, kitabına uydurularak kişi mülkü haline getirilir. Düzenin korunmasından sorumlu Dirlikçiler, ya kendileri derebeyi haline gelir ya da dirlikleri derebeylerince ellerinden alınır. Osmanlı’nın adil toprak düzeni bozulur, dirlik düzenlik kalmaz. İşte bu derebeyleşme sonucunda, kaçınılmaz olarak hak aramaya koyulan kahramanlar ortaya çıkar. Köroğlu da bu halk kahramanlarından biridir. Halk tarafından benimsenir ve yaşamı bir destan haline gelir Köroğlu’nun. Kanımızca, yukarıda değindiğimiz dörtlük Köroğlu’nun son deyişindendir. Kahramanlık çağının silahları olan ok, yay, mızrak, kılıç artık eskimiş, “delikli demir” icat edilmiştir. Savaşta, kavgada mertlik de bozulmuştur. Köroğlu bu duruma serzenişte bulunur. Bu durum doğaldır. Heraklit’in dediği gibi “Her şey akar”. Teknolojik gelişmeler savaş araç gereçlerinde de gelişmelere yol açar kaçınılmaz olarak. Savaş araç gereçlerindeki değişikliklerse savaş metotlarının değişimini getirir. Kahramanlık Çağını bitiren teknolojik gelişme, bir bakıma, Çinliler tarafından bulunan barutun 1 4 ’ ü n c ü Yüzyılda Araplar üzerinden Batı Avrupa’ya taşınması olm u ş t u r . Böylece ateşli silahlar ortaya çıkmış, hem savaş metotları, hem de siyasi ilişkiler değişmiş, yepyeni ekonomik-sınıfsal gelişmelere kapı açılmıştır. Barut ve ateşli silahların üretimi hem sanayi, hem sermaye gelişimi anlamını taşır. Sanayi ve sermaye ise Ortaçağ Avrupası’nda kentlerdeki burjuvazinin elindeydi. Bu yüzden, barut ve ateşli silahlar, krallığın ve burjuvazinin silahları oldu. Bu sayede derebeylerinin şatoları top ateşi altında darmadağın edildi, derebeylerinin zırhlı süvarileri tüfek ateşine dayanamadı. Böylece burjuvazi kapitalizmöncesi sınıfları temizledi, derebeylik topraklarını birleştirdi, ulusal sınırları oluşturdu, sonuçta kendi iktidarını kurdu ve topla, tüfekle “garanti” altına aldı. Ne var ki, bu ilerici gelişmeler, burjuvazinin çalışan halk yığınlarını yaya bırakmasıyla sonlandı. Burjuvazi, derebeyliği temizleyip devrimini yaparken emekçi halk yığınlarını yanına alarak silahlandırmıştı. Silahlı halk yığınlarının kendi iktidarı için en büyük tehlike olduğunu o saat gördü. Çünkü burjuvazinin güçlenmesi, İşçi Sınıfının da güçlenmesi demekti. Dolayısıyla İşçi Sınıfının iktidarı ufukta gözükmüştü. Silahlı İşçi Sınıfı burjuvazinin Azrail’i demekti. Burjuvazi hızla emekçi halkı silahsızlandırdı. Fransa’da 1848’de başlayıp tüm Batı Avrupa’yı etkileyen emekçi halk hareketlerini olsun, 1871 Paris Komünü’nü olsun, binlerce emekçiyi topla tüfekle katlederek, acımasızca bastırdı.
Benzer belgeler
93. sayıya ulaşmak için tıklayın
emekçilerinden köylülere, işsizlere, aydınlara varıncaya kadar
halk denizinin her bir parçasının
katıldığı etkinliğimiz, HKP Merkez Komite Üyesi İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak Yoldaş’ın
açış konuş...
44.sayıya ulaşmak için tıklayanız
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/...
71.sayıya ulaşmak için tıklayınız
saldırılarına karşı, başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere tüm emekçi halklarımızla
birlikte Halk Kurtuluş Cephesini öreceğiz.
Demokratik Halk İktidarını kurup,
Parababalarının, ekonomik ve siyasi
Yol ...