Adil Yargılanma Hakkı Ve Makul Süre
Transkript
Adil Yargılanma Hakkı Ve Makul Süre
ADİL YARGILANMA HAKKI VE MAKUL SÜRE Kenan ÖZDEMİR Adalet Bakanlığı KGM Yetkili Tet.Hak. GİRİŞ Çağdaş toplumlarda insanlar, haklarını yargı önünde ararlar. Devletin temelini oluşturan toplumsal sözleşmede, insanların haklarını aramak için bizzat kuvvete başvurmamaları, haklarını yetkili yargı mercileri önünde aramaları anlaşması vardır. Yargılama ve bunun sonucunda adaletle uyuşmazlıkları çözme, bir devletin vatandaşlarına verebileceği en büyük ve en önemli hizmettir. Bu husus “Adalet mülkün temelidir.” Atasözüyle güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Adaletin dağıtılması sistemi düzgün işlemiyorsa o devletin temelleri sağlam değil demektir. Bir vatandaşın uyuşmazlık sonucunda hakkını doğru bir şekilde alabileceğine inanması gerekir. Haklı olanın mutlaka hakkını bulması ve haksız olanın da beklediğini bulamaması hukuk devletinin temel özelliklerinden birisidir. Adil yargılama, devletin adalet dağıtma görevinin özüdür. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi‟nin 10 uncu maddesinde; insanların aralarında çıkan uyuşmazlıklardan dolayı, bağımsız ve tarafsız mahkemelerce adil ve açık olarak dinlenmesi hakkına sahip oldukları belirtilmiştir. İnsan haklarının uluslararası düzeyde korunması için devletlerin tek taraflı olarak ihlâl, edemeyecekleri uluslararası standartların saptanması gerektiğinden hareketle, Avrupa insan hakları standardının sağlanması amacıyla hazırlanan en önemli belgeler, 4.11.1950 tarihinde Roma‟ da imzalanan ve 3.9.1953 tarihinde yürürlüğe giren Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleridir. Türkiye‟de bu Sözleşmeyi ve eki protokolü 18.5.1954 tarihinde 6366 sayılı Kanunla, diğer ek protokollerin de çoğunu değişik zamanlarda onaylamıştır. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu‟ na bireysel başvuru hakkını, 22.1.1987 tarihli ve 87/11439 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı uyarınca 28.1.1987 tarihli beyanıyla¸ 3 yıl için kimi çekincelerle kabul etmiş; daha sonra da 24.1.1990 tarihli ve 90/82 sayılı Bakanlar Kurulu Kararına dayanarak bu kabulünü 3 yıl için yenilemiştir. Bakanlar Kurulu, bireysel başvuru hakkını tanırken ileri sürdüğü çekinceleri 27.4.1992 tarihli ve 92/2982 sayılı kararıyla kaldırmıştır. Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‟nin bağlayıcı yetkisini de 25.9.1989 tarihli ve 89/14563 sayılı kararnameyle tanınmıştır. Adil yargılanma hakkı ve makul süre konusunun inceleneceği bu çalışmada öncelikle, genel olarak adil yargılanma hakkına değinildikten sonra yargılamanın makul bir süre içinde sonuçlandırılması, makul sürenin saptanmasındaki esaslar, makul süre ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin makul süre ile ilgili örnek kararları ve Türk Hukukundaki durum başlıkları altında açıklamalar yapılacaktır. I. ADİL YARGILANMA HAKKI A. Genel Olarak “ İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetlerini Korumaya Dair Sözleşme” kısa adı ile “(AİHS) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‟nin 6 ncı maddesinde yargının işleyişine ilişkin bazı usul kuralları yer almaktadır. Bu kuralların amacı kişinin hak arama özgürlüğünü ve adil bir şekilde yargılanmasını güvence altına almaktır. AİHS‟nin 6 ncı maddesi hükmü önceleri “sağlıklı adalet yönetimi isteme hakkı olarak adlandırılan, sonraları “adil yargılanma” (hakkaniyete uygun yargılanma) kavramı ile belirlenen hakkı güvence altına almaktadır. Adil veya hakkaniyete uygun yargılanma hakkı, birden fazla ve çeşitli unsurları içeren bir bütündür. Bu unsurlardan bir kısmı maddede açıkça belirtilmiş; diğer bazıları ise bu kavramın zorunlu sonuçları sıfatıyla, madde hükmüne zımmen dahil unsurlar olarak Divan tarafından saptanmıştır. Maddede adil yargılanma hakkının asgari koşulları gösterilmiştir. Adil yargılanma hakkındaki “adil” sözcüğüyle, amaçlanan, adalete uygunluk olup, yargılamanın adalete uygun bir biçimde yürütülmesi ve bitirilmesi gereklidir. Maddenin genel kuralı koyan, 1 inci fıkrasında adil yargılanma hakkını oluşturan unsurlardan bir kısmı açıkça sayılmış olup, bunlar davanın; a) kanunla kurulan, b) bağımsız ve tarafsız, c) mahkeme önünde, d) makul sürede, e) açık duruşmada, görülmesidir. 1 inci fıkranın 1 inci cümlesinde de davanın, aynı zamanda “hakkaniyete uygun surette” dinlenmesi de hükme bağlanmıştır. Strasbourg denetim organları ve Divan, içtihatlarında bu ibareden hareketle, adil yargılama kavramının fıkrada açıkça sayılanlar yanında, “dava hakkı” (veya mahkeme önünde hak arama özgürlüğü), “taraflar arasında silâh eşitliği”, “yargılamada çelişiklik” (vicahilik yahut yüzyüzelik) gibi, zımnî unsurları da içerdiği sonucuna varmışlardır. AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrası farklı boyutlarıyla ele alınarak; mahkeme yargılamasında, yargılama hukukunun maddî haklar ve demokratik toplum için anlamının önemi ortaya konulmaktadır. Bu suretle, yargılama hukuku içinde mütalâa edilen kuralların etkin şekilde yürürlüğünün gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır. Adil yargılama kavramının demokratik toplumda işgal ettiği önemli yer hem bu hakkın pratik mülahazalara feda edilmesine, hem de genel kuralı içeren 1 inci fıkra hükmünün dar yorumuna engeldir. Divana göre, 6 ıncı madde, aynı zamanda demokratik yönetimin temel öğelerinden biri olan hukukun üstünlüğü ilkesini de içermektedir. 6 ncı madde hükmü bu maddenin kapsamına giren davalarda, olağan yargılama makamlarınca verilecek kararların esasını etkilemeleri söz konusu ise anayasa mahkemelerini de bağlamaktadır. Bu durumda, anayasa mahkemelerinin bakmakta oldukları davaların özel niteliği gözönünde tutulmakta ve değerlendirme bu açıdan yapılmaktadır. Söz konusu maddede hükme bağlanmış olan adil yargılanma hakkı, AİHS‟nde öngörülen hakların kamu görevlileri tarafından ihlâl, edilmesi halinde, kişinin şikâyet hakkını düzenleyen 13. maddesiyle de yakından ilgili olup, bu hakkın kapsamı 7 No lu Ek Protokolle genişletilmiş ve kişiye yeni bazı haklar tanınarak adil yargılanma hakkı sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. 7 No‟lu Ek Protokol‟ün 2 nci maddesi bir yana AİHS, taraf devletleri çok dereceli bir yargılama usulünü kabul etmeye zorunlu kılmış değildir. Ancak, ilk dereceyi izleyen sonraki derece yargılamaları da sanığın durumunu etkileyecek olduğundan ve kesinleşmemiş bir mahkûmiyet veya beraat kararının “işin esasanı” çözüme bağladığı söylenemeyeceğinden, bir devlet istinaf ya da temyiz yargılamasını da öngörmüş ise, 6 ncı madde hükmüne bu merciler önünde de bunların kendilerine has yargılama özellikleri hesaba katılmak kaydıyla uyulacaktır. Diğer yandan, yargılamanın belli bir aşamasında ihmal edilen bir hususun sonraki aşamalarda düzeltilmiş olması her zaman mümkün olduğundan, Komisyon veya Divan, 6 ıncı madde hükmünün ihlâl olunup olunmadığını araştırırken ulusal hukuk düzeyinde yargılamanın bütününü göz önünde tutmaktadır. AİHS‟ nin diğer hükümlerine oranla sayı itibarıyla en fazla başvurunun 6 ncı madde çerçevesinde yapılmış olması, bu hükmün yaşamsal önemini açıklıkla ortaya koymaktadır. B. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6 ncı Maddesinin Kapsamı AİHS‟ nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrası, özel hukuka ilişkin hak ve yükümlülüklerin belirlenmesi ve bir suç isnadı hakkında karar verilmesi gibi hem özel hukuka, hem de ceza hukukuna ilişkin konuları, 2 ve 3 ncü fıkraları ise sadece ceza davalarını kapsamaktadır. AİHS, kişinin adil yargılanmayı isteme hakkını “medenî hak ve vecibelerle ilgili nizalar” ve “cezayı sahada serdedilen bir isnat” esasına, başka bir ifadeyle medenî hak davaları ile ceza davalarına inhisar ettirmek suretiyle söz konusu hakkı kısmen sınırlı tutmuştur. Örneğin, idari davalar yahut disiplin hukuku veya anayasaya aykırılık iddiaları, kural olarak, bu madde uygulanmasının dışındadır. Bununla birlikte, Komisyon ve Divanın “otonom kavramları” doktrini uyarınca, maddedeki “medenî hak” ve “suç isnadı” deyimleri maddî kriter esas alınmak suretiyle geniş şekilde yorumlanmış ve bu nedenle, şeklen kamu hukuku düzeyinde yer alan pek çok anlaşmazlık özü bakımından medenî haklara ilişkin niza kabul edilerek madde kapsamına sokulmuştur. Komisyon, ilk kararlarında söz konusu hükmün idarî tasarruflar ve davalar konusunda uygulanmayacağı görüşünü savunmuştur. Divan ise aksi görüşü savunarak, özel hak ve yükümlülüklere ilişkin bütün uyuşmazlıkların 6 ncı madde çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini kararlaştırmıştır. Divana göre, olay hakkında uygulanan kanunların niteliği önemli olmayıp, bunlar ister hukukî, ister ticarî ve isterse idarî kanunlar olsun ve olaya idarî bir makam veya mahkemeden hangisi bakarsa baksın, konu özel bir hak ve yükümlülüğü ilgilendirdiği takdirde, 6 ncı madde uygulanmalıdır. Divan, daha sonraki içtihatlarında bu görüşünü geliştirerek, kamulaştırma, inşaat ruhsatı verilmesi; aynı şekilde bir meslek veya ekonomik faaliyetin yürütülmesi için yapılan ruhsat başvuralarının geri çevrilmesine ilişkin kararlar dolayısıyla çıkan uyuşmazlıkları da 6 ncı madde kapsamına almıştır. Buna karşılık Komisyon ve Divan, seçme ve seçilme hakkı gibi siyasî hakların, kamu görevinde istihdam edilme hakkının, iltica hukukunun, salınan vergiye itirazın, şartlı salıverilme talebinin reddinin ve bu sayılanlar gibi salt kamu hukukuna ilişkin konularda çıkan uyuşmazlıkların 6 ncı maddenin kapsamına alınamayacağı görüşündedir. Divan, önüne gelen davalarda kamu hukuku düzeyinde yer almasına rağmen bazı tasarrufları, medenî hak ve yükümlülük niteliğinde niza sayarak 6 ncı maddenin uygulama alanına sokmuştur. Divan içtihadında bir özel hukuk tasarrufunun, geçerlik için idarenin izin yahut denetimine tabi tutulmuş bulunmasının bu tasarrufun özünü, yani medenî hak niteliğini ortadan kaldırmayacağını karara bağlamış; ulusal hukukun “kamusal” saydığı bir tasarruf, denetim organı Divan tarafından 6 ncı madde bağlamında değerlendirilirken, önce söz konusu tasarruftan doğan hakkın içeriği veya bu tasarrufun sonuçları ele alınmış, “kamusal” veya “özel” nitelikten hangisinin ağır bastığı araştırılarak bir sonuca varılmıştır. AİHS‟nin 6 ncı maddesi hükmünün uygulanabilmesi için “hak” ve “niza” şeklinde iki koşulun gerçekleşmesi gerekir. Ulusal hukukça “hak” olarak tanınmayan, başka bir ifadeyle ulusal merciler önünde hak sıfatıyla ileri sürülüp “makul zeminde savunulamayan” bir iddia, 6 ncı madde kapsamında ele alınamaz. AİHS‟nin, Fransızca metninde yer almakla beraber, İngilizce metinde mevcut olmadığı noktasından hareket eden Divan, “niza” kavramının yargılama hukukundaki şekli ve dar anlamda değil, geniş ve maddî anlamda, yani “iddia” olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. “Niza” hakkın mevcudiyeti konusunda olabileceği gibi kapsamı veya kullanımı yahut yararlanma şekliyle de ilgili bulunabilir. 6 ncı maddenin başka bir uygulanabilirlik koşulu da nizanın gerçek ve ciddi savunulabilir olmasının yanında, sonucunun uzak ve dolaylı şekilde değil, dolaysız yani doğrudan doğruya ilgilinin medenî hakkına ilişkin, başka bir ifadeyle, iddia konusu hak bakımından belirleyici nitelikte bulunması gereklidir. Komisyon ve Divan kararlarında, özel hukuk alanındaki hak ve yükümlülük kavramlarının açık bir tanımı yapılmamış olup, kişiler arasındaki haksız fiilden kaynaklanan tazminat talepleri, akdî ilişkilerden kaynaklanan hak ve yükümlülükler, aile hukuku alanındaki uyuşmazlıklar gibi geleneksel özel hukuk uyuşmazlıkları, madde kapsamında kabul edilmektedir. Bireyler arasındaki veya özel kişi ile özel hukuka tâbi kamu tüzel kişileri arasındaki özel hukuk ilişkisi ve nizalarının, medenî hak ve yükümlülüklerle ilgili nizalar olduğu kuşkusuzdur. Mülkiyet hakkı, eşya, miras gibi hakların da medenî haklardan olduğu hususunda herhangi bir tereddüt bulunmamaktadır. Komisyon ve Divan, somut bir olayda uygulanan yaptırımın, hukukî bir konuyu ceza hukuku alanına intikal ettirilebileceği görüşüne de sahiptir. Örneğin, bir para cezasının ödenmemesi, kişi hakkında bir ceza hükmü verilmesini gerektirebilir. Divana göre, bir suçun, cürüm veya basit bir kabahat yahut düzen ihlâli olup olmadığının belirlenmesinin âkit devletlerin takdirine bırakılması durumunda AİHS „nin temel hükümleri olan 6. ve 7 nci maddelerin uygulanması bertaraf edilmiş olacağından böyle bir sonucun AİHS‟nin amacıyla bağdaştırılmasına olanak bulunmamaktadır. AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1. fıkrasında düzenlenen ikinci konu, bir suç ithamı hakkında karar verilmesi olup, bu hüküm suç ithamı altındaki kişinin tarafsız bir mahkemede adil yargılanma hakkını güvence altına almaktadır. Divana göre, suç ithamı, bir makamın, kişiye işlediği bir suç dolayısıyla resmî bildiride bulunmasıdır. İtham konusunun suç olup olmadığı ulusal hukuka göre belirlenecektir. Ancak, somut bir olayda itham konusunun iç hukuk tarafından suç değil, disiplin işlemini gerektiren bir ihlâl olarak nitelendirilmesi halinde, olayın Sözleşme hükümlerinin ışığı altındaki kesin değerlendirmesi, Komisyon ve Divana ait bulunmaktadır. Başka bir ifade ile Komisyon ve Divan her somut olayda suç niteliğini kendisi belirleyerek yetkili olduğuna karar verdikten sonra, konuyu 6 ncı madde çerçevesinde değerlendirmektedir. AİHS‟ne taraf olan devletler herhangi bir fiili suç haline getirmekte serbest bulunmakla birlikte ulusal mevzuatın suç saydığı fiil, AİHS ile koruma altına alınmış hak veya özgürlüklerden birisinin normal kullanımını etkilemiş ise ulusal mevzuatın suç saydığı fiil AİHS uygulamasında da suçtur. Buna karşılık, ulusal mevzuatın suç olarak nitelemediği bir fiil, örneğin disipline ilişkin kabahat, AİHS anlamında suç oluşturabilecek ve bu sıfatla da 6 ncı maddenin uygulama alanına girebilecektir. Gerçekte AİHS organları bir fiilin 6 ncı madde uygulamasında suç işlemi görüp görmüyeceğini, bu fiilin; ulusal hukuktaki, niteliğini zatî niteliğini (örneğin disipline ilişkin kabahatlerde olduğu gibi sınırlı bir meslek grubunu yahut toplumun bütününü ilgilendirmesini) ve son olarak da söz konusu fiil için öngörülen yaptırımın niteliğini ve ağırlık derecesini, (örne-ğin hapis cezasının süresi gibi) gözönünde tutarak bir sonuca varmaktadırlar. Divana göre, bir suçlamanın varlığı konusunda suçlamanın şekli veya zamanı yahut suçlayan makamın sıfatı değil, isnadın içeriği yani konusu önemlidir. Kişinin bir suç işlediğinden şüphelenilmesi, böyle bir şüphe ile yakalanması veya tutuklanması, hakkında bir polis ya da hazırlık soruşturması açımış bulunması ilgilinin durumunu etkileyeceğinden bu durumlar “suç isnadı” niteliğindedir. 6 ncı madde hükmünün madde bakımından uygulama alanının sınırlı tutulduğunu, adil yargılanma hakkının “medeni hak ve vecibelerle ilgili nizalar” ile “suç ithamı”na ilişkin yargılamalara inhisar ettirildiği yukarıda belirtmişti. Bu kavramlar da, AİHS‟ndeki diğer kavramlar gibi, ulusal niteleme ve değerlendirmelerden bağımsız otonom kavramlardır. Strasbourg denetim organları, bu kavramları yorumlarken maddî kritere başvurmuş, yani yargılamaya konu teşkil eden hak veya iddianın cevherini (dava konusunu) esas almış, Divan söz konusu kavramları anlamlandırırken, bütün durum ve olasılıkları kapsayacak soyut ve genel bir formül vermekten çok her somut olayı kendi özel koşulları içinde değerlendirerek bir sonuca varmıştır. II. YARGILAMANIN MAKUL BİR SÜRE İÇİNDE SONUÇLANDIRILMASI A. Genel Olarak Cezayı gerektiren bir eylemin, belirli bir usul kapsamında değerlendirilerek sonuçlandırılması, bu eylem için davanın başlaması, sona ermesi ve bunların makul süre içinde yapılması, çerçevesinde gerçekleşir. Başvuruda bulunanın içinde bulunduğu somut şartlar ile onun düşüncesinin yönlendirici etkisi ışığında, bu üç sorunun tümünde şeklî anlayıştan maddî anlayışa doğru bir gelişme gözlenir. Davaların yargılama makamları önünde zaman içinde uzayıp gitmesi, sürüncemede kalması, birçok ülkede şikâyetlere neden olmaktadır. Adil yargılama taahhüdünde bulunmuş, AİHS‟ne taraf olmuş devletlerin bu duruma çare bulmaları kaçınılmaz bir zorunluluktur. Mahkemelerin özellikle çok sanıklı davalardan kaynaklanan veya uluslararası adlî yardımlaşma kanalıyla bilgi ve belge sağlama zorunda olduğu bazı davalarda makûliyet ölçüsü aşıldığında AİHS‟nin 6 ncı maddesinin ihlâli söz konusu olmaktadır. AİHS‟nin 6 ncı maddesi, yargılamanın makul bir süre içinde tamamlanmasını aramakta olup, bu hüküm esas itibarıyla 5 inci maddede yer alan ve yakalanan veya tutuklanan kişinin “makul bir süre içinde yargılanması veya duruşmalar esnasında salıverilmesi” hakkının bir görünümü niteliğindedir. Gerçekten 5 nci madde, özgürlüğü yakalama ve tutuklama gibi geçici tedbirlerle kısıtlanmış kişiyi hedef alarak, bunun makul süre içinde yargılanmasını veya salıverilmesini öngörmektedir. Buna karşılık 6 ncı madde, özgürlüğü herhangi bir nedenle kısıtlanmamış kişinin davasının makul süre içinde dinlenmesini hükme bağlamaktadır. Komisyon da sanığın tutuklanması ile hüküm verilmesi arasında geçen sürenin makul olmasını aramaktadır. Ancak belirtmek gerekir ki, AİHS‟ nin 5 nci maddesinde düzenlenmiş olan “tutuklulukta makul süre” ile 6 ncı maddesinde düzenlenmiş olan yargılamada makul süre birbirinden bağımsız hususlardır.(32) Bununla beraber bu iki madde birbirlerini tamamlamakta ve birbirlerinin görünümü olmaktadır. Makul süre içinde yargılanma hakkı, AİHS nin 6 ncı maddesi uyarınca tutukluluk hâline oranla daha geniş bir çerçeve içinde yorumlanmaktadır. Komisyona göre buradaki makul süre, kamu davasının açılması ile hüküm arasında geçen süreyi kapsamaktadır.(34) Bunun yanında 5 nci madde sadece ceza yargılamalarında; 6 ncı madde ise genel olarak tüm hukuk ve ceza davalarında uygulama alanı bulmaktadır. İki maddenin koruduğu hukukî yararlar da farklı olup; 5 nci madde geçici tedbir olarak özgürlüğün kısıtlanması süresini kısaltmak amacını güder; buna karşılık 6 ncı madde ise “adil yargılanma hakkının” bir sonucudur. Bununla beraber genellikle iki maddenin koruduğu yararlar iç içe bulunmaktadır. Nitekim tutukluluk süresinin uzaması aynı zamanda yargılamanın süresini de uzatacaktır. Hak arayanların hepsi için geçerli olan 6 ncı maddedeki hükmün amacını, kişileri yargılama işlemlerinin sürüncemede kalmasına karşı korumak, özellikle ceza davalarında, suçlanan veya herhangi bir nedenle mahkeme kararı bekleyen kişinin, uzun süre, davasının nasıl sonuçlanacağı endişesi ile yaşamasını önlemek, şeklinde vurgulayan Divan, daha ilk kararlarında, bu hükmün yargılamanın makul süre içinde tamamlanmasını emrettiğini açık bir dille ifade etmiştir. (37) Yargılama süresi uzadıkça, kişi özgürlüğü ve güvenliği için tehlike artmaktadır. Makul bir süre içinde yargılanma hakkının iki yönlü yararı bulunmaktadır. Gerçekten makul yargılama süresi, adaletin de erken belirlenmesi sonucunu doğuracaktır. Bunun sonucunda bir yandan “gecikmiş adaletten daha ağır adaletsizlik yoktur.” sözünün söylenmesine neden olan adaletin ağır işlemesi sakıncası ortadan kalkacak, diğer yandan sanık, istikbali için şüpheler yaratan sanıklık statüsünden ve bu statüden kaynaklanan şüpheli durumdan kurtulmuş olacaktır. Başka bir ifadeyle sanık olan bir şahsın uzun süre bir suç isnadı altında kalmaması da sağlanmış olacaktır. Yapılan açıklamalar da göstermektedir ki, yargılamada makul sürenin aşılmaması hükmünün amacı; hakkın bir an önce teslimi yanında ilgilileri uzayan bir yargılamanın maddî ve manevî sıkıntılarından korumaktır. Kamu davasının “zamanaşımı” nedeniyle düşmesi veya kovuş-turmanın “takipsizlik” kararıyla sonuçlanmış olması “makul süre” hükmünün ihlâline engel teşkil etmemekte olup, yargılamanın sürüp gittiği durumlarda yani devam eden ihlallerde makul sürenin aşıldığı iddiası ile Komisyona başvurulduğu zaman AİHS‟nin 26 ncı maddesindeki iç başvuru yollarının tüketilmesi şartı aranmamaktadır. B. Sürenin Başlangıcı Davanın başlangıcının belirlenmesi, sonucunun belirlenmesinden iki nedenle daha zordur. Bu zorluklardan birincisi, AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrasının iki dildeki metinlerinin anlam farklılıkları göstermesi, ikincisi ise AİHS‟nin içerdiği suç isnadı kavramı ile ilgilidir. Sözleşmenin otonom karakterine ve organlarının otonom davranmalarına karşılık AİHS‟ne taraf olan devletlerin farklı yargılama düzenlemelerine sahip olduğu gerçeği inkar edilemez. Bu sonuncu neden dolayısıyla suçlandırmanın başlangıcını, şekle dayalı olarak tartışmaya yer vermeyecek bir tespitle belirlemek olanaklı değildir. AİHM, daha önceki kararlarında uygulanmış olan tutuklama, suçlama, ön soruşturmanın açılması gibi yargılama aşamalarını, suç isnadının başlangıcının ölçüsü olarak kabul etmiştir. Mahkeme, daha sonra verdiği kararlarında ise, adil bir yargılamanın demokratik toplumdaki öneminin 6 ncı maddenin 1 inci fıkrası anlamında suç isnadının şeklî değil maddî esasa göre belirlenmesi gerektiği tespitini yapmıştır. AİHM daha sonraki kararlarında ise, sadece suçlama duyurusuna bakarak değil, buna ek olarak bu suçlamanın sanığın durumuna önemli etkilerinin olup olmadığını da araştırmak suretiyle, “başlangıcı” tespit etmeyi daha uygun görmüştür. Yukarıda da belirtildiği üzere “makul bir süre içinde” kelimeleri suçun işlenmesi ile iddianame arasındaki süreyi değil, iddianame ile hüküm arasındaki süreyi ifade etmektedir. Ceza davalarında 6 ncı maddenin 1 inci fıkrasındaki “suçlama” deyimi, Divanın “otonom kavramlar” doktrini uyarınca teknik hukukî anlamda, yani kamu davacısının işi yargıç veya mahkeme önüne götürmesi şeklinde değil, ilgilinin “suç işlediği şüphesi altında” olması anlamındadır. Bu itibarla makul süre çoğu zaman olayın ceza yargıcı önüne götürülmesinden belki çok önce, polis veya savcılık soruşturmasına başlandığı tarihten itibaren işlemeye başlıyabilecektir. Tutuklama kararı verilir verilmez makul süre içinde yargılanma hakkı da doğduğundan, tutuklu olanlar için bu sürenin başlangıcını tayinde bir güçlük yoktur. Bu nedenle, örneğin hazırlık soruşturması evresinde tutuklamaya karar verilmesi ile tutukluluğun son soruşturma evresinde duruşma hâkimi tarafından verilmesi, süre açısından bir farklılık göstermez. Makul bir sürede yargılanma hakkı ve davasının makul bir süre içinde dinlenmesini isteme hakkı, sadece yargılamanın yapılmasını değil duruşmanın bitirilmesini de ifade etmektedir. Bununla beraber duruşmanın bitirilmesi, son hükmün verilmesi olarak anlaşılmalıdır. 5 ve 6 ncı maddelerin yazımı karşısında hükmün kesinleşmesini de makul süre içinde kabul etmek mümkün değildir. Medenî hak davalarında ise süre, ilke olarak, davanın yetkili yargılama makamı önünde görüldüğü tarihte başlar. Mahkemeye başvurmadan önce, örneğin bir idarî makama başvurarak bir karar alma gibi özel bir durum öngörülmüş ise, süre bu tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır. C. Sürenin Sonu Yargılamada sürenin sonunun ve onun kabul edilebilir olmasının da değerlendirilmesi tartışma konusu olmuştur. Bu tartışma 6 ncı maddenin 1 inci fıkrasının metninden ve buna dayanan farklı yorumlardan dolayı yargılamada sürenin sonunun ve onun kabul edilebilir olmasının da değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Esas duruşmanın açılması, ilk derece veya son derece mahkeme hükümleri ile cezanın saptanması kararı, tartışma doğrultularını oluşturmuştur. Yukarıda da belirtildiği gibi, makul süre son soruşturmanın bir hükümle sonuçlanmasına kadar devam etmektedir. Başka bir ifadeyle, temyiz incelemesi bu süreye dahil edilmemelidir. Bu husus, 6 ncı maddenin lafzından kolaylıkla anlaşılmaktadır. Makul sürede dinlenme hakkının “İsnadın esası hakkında karar verecek mahkemede” geçerli olacağı maddede açıkça belirtilmektedir. İsnadın esası hakkında karar verecek mahkemenin ise ilk derece mahkemesi olduğu açıktır. Ancak, bu hususta, Komisyon ve Divan kararları arasında bir birliğin bulunmadığı gözlenmektedir. Makul sürenin sonu olarak ilk derece mahkemesinin son karar tarihini esas almak AİHS‟nin sistemine daha uygundur. Kanun yollarına başvurma halinde, gerçekte ilk derece mahkemelerinden verilen kararların hukuka uygunlukları incelendiğinden, işin temeli tartışılmamaktadır. 6 ncı madde hükmünün uygulanmasında dikkate alınacak süre, hüküm istinaf mahkemesinden alınsa bile berat veya mahkûmiyetin verildiği zamana kadar geçen süredir. Ağır yürüyen muhakeme usulüne karşı ilgiliyi korumanın bu devrede durdurulması için haklı bir neden yoktur. III. MAKUL SÜRENiN SAPTANMASINDAKi ESASLAR A. Genel Olarak Dava konusu her olay için geçerli, bütün ihtimalleri kapsayan standart bir “makul süre”nin tespiti imkânsızdır. Davanın niteliği, kanun yollarına başvurulup başvurulmadığı, dava taraflarının ve adlî makamların davayla ilgili tutum ve davranışları, her olayın özelliklerine göre farklılıklar gösterdiği ve bu nedenle dava süresini etkilediği için, bu konuda kesin bir süre belirlemek mümkün ve doğru değildir. Bu nedenle Komisyon ve Divan, bu konuda kesin bir süre vermeksizin, her olayın özelliğine göre ve olay bazında inceleme yaparak makul sürenin aşılıp aşılmadığını değerlendirmektedir. Yargılama süresinin makul olması kuralı, gerek tutuklama ve gerek davanın dinlenmesinde geçerlidir. Bu nedenle her iki konuda da makul sürenin belirlenmesi için geçerli olan esaslar aynı olmaktadır. Bununla beraber, bu esasların değerlendirilmesi, tutuklama süresi açısından daha daraltıcı olmaktadır. Hükümle tutuklama arasındaki sürenin ve yargılama süresinin makul olup olmadığını belirleyebilmek için, soyut, (in abstracto) değil, her davanın somut verileri gözönünde tutularak bir sonuca varılması gerekir. Bunun yanında Komisyonun, dava süresi ile tutuklama süresinin saptanması ve değerlendirilmesi konusunda aynı ölçüleri kullanmadığını da belirtmek gerekir. Komisyon, tutuklamanın sanık yönünden daha sakıncalı sonuçları nedeniyle soyut dava süresine oranla daha dar ölçüler içinde değerlendirilmesi görüşünü ileri sürmüştür. Bu nedenledir ki, davanın dinlenmesi konusunda makul sayılabilecek bir süre, tutuklama süresi için makul olarak nitelendirilmeyebilir. Komisyonun bu uygulaması doğru bir uygulamadır. Gerçekten de, kişilerin özgürlülerinin kısıtlandığı yakalama ve tutuklama gibi durumlarda bu tedbirler nitelikleri itibarıyla geçici olsalar bile, söz konusu tedbirlere konu olan kişiler, kesin hükümle mahkûm olana kadar masum sayılacaklarından, bu tedbirlerin davanın bitimine kadar devamı zorunlu değildir. Bu süreler, olayın oluşu ve yargılamanın yapılışındaki koşullar göz önünde tutularak “makul” sayılabilecek sınırlar içinde tutulmalıdır. Bir sürenin “makul” olup olmayacağı konusunda karar organı doğal olarak AİHM‟dir. Bu nedenledir ki AİHM, her somut olaya göre bu süreyi takdir ve tayin edecektir. Makul sürenin değerlendirilmesinde davanın sonucu önemli ve etkili değildir. Başka bir ifadeyle, dava makul süre içinde bitirilmiş olsaydı dahi sonucun değişmeyeceği hususu devlet lehine bir def‟i oluşturmaz. Yargılama süresinin bir bölümünün ratione temporis bakımından Divanın yetkisi dışında kalması durumunda, Divan yalnızca 46 ncı madde uyarınca yapılan beyandan sonraki süre bakımından yetkili olduğu dilimi hesaba katmakta ise de, makul süreyi değerlendirirken, beyan tarihinde yargılamanın ne durumda bulunduğunu da gözönünde tutmaktadır; başka bir ifadeyle, beyan tarihinden önceki sürenin uzunluğu “makul süreyi” etkilemektedir. Davada uygulanacak kanun hükmünün anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesi önüne götürülmüş olması nedeniyle geçen süre, Anayasa Mahkemesi tarafından dava veya suçlamayı konu alan bir karar verilmeyeceğinden ilke olarak hesaba katılmayacaktır. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesinin kararı asıl davanın esasını doğrudan etkileyecek nitelikte ise, bu mahkeme önünde geçen sürenin de “makul süre” hesabında göz önünde tutulmaması için sebep bulunmamaktadır. Zira, 6 ncı madde, yargılamanın türü ve niteliği göz önünde tutulmak koşuluyla, hiçbir ayırım gözetmeden, tüm yargılama mercilerini bağlamaktadır. AİHM, 1981 yılında vermiş olduğu Buchholz - Almanya davasıyla ilgili kararında, haksız yere işe son verilmesi iddiasında, başvurucu ile işvereni arasındaki davada Anayasa Mahkemesinin uyuşmazlığı çözme yetkisine sahip olmadığını gerekçe göstererek, bu mahkeme bakımından 6 ncı maddenin uygulanabilir olmadığına karar vermiştir. Daha sonra 1989 yılında vermiş olduğu Bock - Almanya davasıyla ilgili karararında ise, Anayasa Mahkemesi önündeki yargılamanın makul sürenin hesabında göz önünde tutulması gerekip gerekmediği hususunun, bu mahkemenin vereceği kararın yerel mahkeme önündeki davayı etkileyip etkilemediğine göre belirlenmesi gerektiğini ifade etmiştir. Komisyona göre, dava sonunda verilen kararın yorumu için mahkemeye yapılan başvuruda mahkemece yapılacak inceleme süresinin “makul süre”nin hesabına dahil edilmesi gerekir. Makul sürenin aşılıp aşılmadığına, her somut olayın ayrı ayrı incelenmesi sonucunda karar verildiği yukarıda belirtilmişti.(63) Bununla beraber, gerek Komisyon ve gerek Divan bazı kararlarında konuyu açıklayıcı ilke kararları vermişlerdir.(64) Divan, yargılamada makul sürenin aşılıp aşılmadığını araştırırken üç ölçüt kullanmaktadır. Bunlar; dava konusunun niteliği, yargılama sırasında şikayetçinin veya sanığın tutumu ile yetkili makamların tutumudur. Bu üç ölçütten her birinin değerlendirilmesindeki etki derecesi, somut olaylara göre değişebilmektedir. B. Dava Konusunun Niteliği Dava konusunun niteliği, gerek hukukî sorunun çözümündeki güçlük, gerek dava ile ilgili delillerin toplanmasında karşılaşılan engel ve karmaşık durumlar gerek hastalık ve tutukluluk gibi ilgilinin özel durumuna ilişkin hususlardır. AİHM, işin niteliğini değerlendirirken, davanın hızla sonuçlandırılmasının ilgililer yönünden önemini, işin karmaşıklık derecesini, tanık ya da sanığın sayısal miktarını, delillerin toplanmasında karşılaşılan güçlüğü göz önünde tutmaktadır. Yargılamaya konu olan olayın, çok karmaşık olması ve bu karmaşıklık nedeniyle soruşturma dosyasının çok yüklü bulunması, makul sürenin tayininde ilk nedendir. Bu nedenle Komisyon, dava dosyasının 1200 sayfa ve yüzlerce kilo gelen parçayı içermesinin makul sürenin belirlenmesinde etken olması gerektiğine karar vermiştir. Tanık ve diğer delillerin coğrafi dağılımı nedeniyle davanın normal sürenin dışına taşması, makul süre ilkesini zedelemektedir. Gerçekten bu durumda mahkeme zorunlu olarak delilleri değerlendirebilmek için, bunları toplayacaktır. Delillerin toplanması ise, bunların coğrafi dağılım açısından ülkenin çeşitli bölgelerine, hatta ülke dışına taşmış olabileceğinden zaman alabilecektir. Adil bir yargılama için zorunlu olan bu işlemler makul süre ilkesini ihlal etmeyecektir. Komisyon, sanık sayısının fazlalığını ve tıbbî incelemelerin yapılması zorunluluğunu da makul sürenin aşılıp aşılmadığını belirlenmesinde dikkate almaktadır. C. Sanık veya Şikâyetçinin Tutumu Komisyon ve Divan, şikâyetçinin davadaki tutum ve davranışını da özel olarak değerlendirmekte ve yerine göre makul sürenin aşıldığına ilişkin şikâyeti reddetmektedir. AİHS organları önünde şikâyetçi durumundaki kişinin - bunlar davacı, davalı veya sanık olabilir - yargılamadaki davranış ve tutumu da makul sürenin aşılıp aşılmadığının belirlenmesinde Divan tarafından dikkate alınmaktadır. Hukuk davalarında, işin takip edilmesi taraflara ait bir sorun ise de, Divana göre bu husus mahkemenin davayı gerekli süratle yürütmesi yükümünü ortadan kaldırmaz. Bununla beraber, ilgilinin de yargılamada sürati sağlamak için kendine düşeni yaptığını kanıtlaması gerekmektedir. Sanığın, ceza davasında adllî makamlarla aktif bir işbirliği yapmak zorunda bulunmaması; şikâyetçinin kendisine açık kanun yollarını sonuna kadar kullanması ve bu yüzden yargılamanın uzaması halinde, makul sürenin aşılmasından şikâyetçiyi sorumlu tutmak mümkün değil ise de Divan, benzeri durumlarda sanığın kötü niyetli manevralarını da hesaba katmaktadır.Bu nedenle, sanığın gereksiz taleplerle soruşturmanın uzamasına bizzat sebebiyet vermesi durumunda makul süre ilkesinin zedelenmeyeceği görüşü egemendir. Özellikle, sanık soruşturma ve yargılamanın yürütülmesinde yetkili organlara yardım etmeyip, aksine geciktirici davranışlarda bulunmuşsa, sürenin uzaması, 6 ncı maddeye aykırılık oluşturmamaktadır. Şayet sanık, kendisine tanınan yasal hakları kullanmakta ise, bu hakların kullanılması halinde sürenin uzamasının makul süre ilkesini zedelemeyeceğini kabul etmek gerekir. Örneğin, susma hakkı, belirli kararlara itiraz etme hakkı, sanığın yasal haklarındandır. Sanığın bu hakları kullanması elbette ki yargılama süresini uzatacaktır. Susma hakkını kullanan sanık hakkındaki delillerin araştırılması ve tespiti zaman alacaktır. Bunun yanında itirazların incelenmesi de zaman sürecini uzatacaktır. Bütün bu süre uzamaları, olağan ve yasal nedenlere dayandığından yargılamanın makul süre içinde sonuçlandığını kabul etmek gerekir. D. Yetkili Makamların Tutumu Yargılamanın, yetkili makamların hatalı davranışları nedeniyle uzamış olması da makul süre kavramı ile bağdaşmaz. Buna göre, yargılamada yetkisi olanların kusurlu davranışlar yargılamayı uzatmışsa, makul süre aşılmış sayılır. Ancak, yetkili makam tabirinden mutlaka hâkimleri ve bunların doğrudan sebep oldukları hataları anlamamak gerekir. Örneğin, mahkeme kaleminde bazı evrakların bulunmaması, resmî mercilere sorulan sorulara zamanında cevap verilmemesi gibi durumlar da bu süreyi makul olmaktan çıkarır. Divan, yetkili makamların tutumu konusunda gecikmeden dolayı Devleti ancak ihmal veya kusuru nedeniyle sorumlu tutmaktadır. Bununla beraber, yargılama makamlarının kendilerinden bekleneni yapmış olmasına rağmen görev dışı başka nedenlerle makul sürenin aşılması halinde, devlet yine sorumlu tutulmaktadır. Zira devlet, 6 ncı madde gereklerinin yerine getirilmesini sağlayacak tüm tedbirleri almakla yükümlüdür. Adil yargılama kavramı, adli mekanizmanın yalnız işleyişini değil bunun, aynı zamanda, organizasyonunu da kapsadığından, hâkimlerin sayısının yetersiz olması, bazı hakimlerin iş dağılımı nedeniyle işlerinin çok fazla olması sürenin uzatılması için haklı bir neden olarak kabul edilmemektedir.Bu nedenle, AİHS‟ne taraf olan devletler yargı teşkilâtlarını davaları makul sürelerde bitirecek şekilde örgütlemek ve düzenli olarak çalışmalarını sağlamak yükümlülüğü altındadır. Makul sürenin belirlenmesinde, şikâyetçinin davadaki kötü niyetli manevraları dikkate alınmaktaysa da, yasal hakların kullanılmasında yetkili organların geciktirici davranışlarda bulunması da ilkeyi zedeleyebilecektir. Örneğin itirazın hemen incelenmesi olanağı varken, bu konuda uzun bir süre geçirilmesi, haklı bir neden olarak kabul edilemez. Gerek Komisyon gerek Divan kararlarında da böyle bir eğilimin bulunduğu görülmektedir. IV. AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN MAKUL SÜRE iLE İLGİLİ ÖRNEK KARARLARI Komisyona, makul süre konusunda en çok başvurunun İtalyan Hükümeti aleyhine yapıldığı gözlenmektedir. Örneğin, 1985-87 yılları arasında yapılan 30 başvurudan 22 tanesi haklı bulunmuş ve İtalyan Hükümeti şikayetçilere çeşitli miktarlarda tazminat ödemek zorunda kalmıştır. Gerek Komisyon gerek Divan, dava ve tutukluluk süresi ile ilgili olarak değişik kararlar vermişlerdir. Ancak bu sürelerin değerlendirilmesinde somut olayların etkisi açıkça gözlenmektedir. Komisyon ve Divan içtihatlarından, hangi sürenin makul süre olduğu konusunda kesin bir sonuç çıkarmanın mümkün olmadığı yukarıda belirtilmiş olmakla beraber, makul süre ile ilgili AİHM kararlarından bazıları, bu konuda bir fikir verebileceğinden aşağıya alınmıştır. Gıancarlo Lombardo - İtalya davasında AİHM, hâkimlikten emekli olan başvurucunun, aynı dereceye ve aynı hizmet süresine sahip olan kişilerin farklı emekli maaşları almalarının anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Adalet Bakanlığına yaptığı başvurunun reddedilmesi üzerine hesap mahkemesine açtığı davanın 8 yıl 4 ay sürmesini makul sürenin ihlâli olarak kabul etmiştir. Komisyon bir kararında hırsızlıktan altı yıl hürriyeti bağlayıcı cezaya mahkum olan kişinin 1 yıl tutuklu kalmasını makul bir süre olarak kabul etmiştir. Yine Komisyon başka bir kararında eşcinsellikten 4 yıl 3 aya mahkûm olan kişinin, 2 yıl tutuklu kalmasının makul süre içinde olduğunu belirtmiştir. Bir diğer kararında ise 12 aya mahkum olan kişinin 17 ay tutuklu kalmasını; 10 Marktan az bir miktar için dolandırıcılıktan sanık olan kişinin, daha önce 12 kez çeşitli suçlardan mahkûm olmuş olması, tutukluluk sürecinin uzamasına neden olmuşsa da, Komisyon davaya konu olan olayın özelliğini de göz önünde tutarak, AİHS‟ne aykırı bulmamıştır. Dobertin-Fransa davasında, casusluk yapmakla suçlanan şikâyetçinin davasına, Fransa‟ da Devlet Güvenlik Mahkemelerinin 1982 yılında kaldırılmasından sonra adlî yargıda bakılarak 12 yılda sonuçlandırılması; Kemache-Fransa davasında kalpazanlık suçundan hakkında dava açılan şikayetçinin davasının 8 yıl 6 ay sürmesi; Abdoela-Hollanda davasında cinayete azmettirmek suçundan yargılanan şikâyetçi hakkındaki davanın dört yıl dört ay sürmesi, AİHS‟nin 6 ncı maddesinin 1 nci fıkrasına aykırı bulunmuştur. Pizzet-İtalya davasında, şikayetçi ve dört arkadaşının hizmet ilişkisinden kaynaklanan alacakları ile emekli ve sakatlık aylıklarına ilişkin uyuşmazlıkların, 4 ila 16 yıl arasında sonuçlandırılması;Scuderi-İtalya davasında, terfide maaş hesaplanması dolayısıyla memurla-Maliye Bakanlığı arasında çıkan uyuşmazlığın 4 yıl 5 ay sürmesi; Massa-İtalya davasında aynı işi gören kadın ve erkeğin emekli maaşları arasındaki farklılık dolayısıyla açılan davanın Sayıştay„da 6 yıl sürmesi; Vallec-Fransa davasında kan hastası olan şikayetçiye kan nakli sırasında AİDS virüsü bulaştırılması ve bu yüzden açılanlan tazminat davasının 4 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen henüz sonuçlandırılmamış olmasıda AİHS‟ne aykırı bulunmuştur. Komisyon, bir başka kararında ise tutuklama tarihinden itibaren 33 ay sonra yargılamanın başlamasını makul süre olarak kabul etmemiştir. Divan ise, hileli iflas ve güveni kötüye kullanma suçundan sanık olan bir kişinin 2 yıl 4 ay tutuklu kaldıktan sonra, dolandırılıcıktan 3 yıla mahkum olmasını AİHS‟ne aykırı bulmamıştır. Wiesinger-Avusturya davasında, bir arazi toplulaştırma işleminin 9 yıl sürmesinde Divan, olayın karmaşıklığını ve şikayetçinin tutumunu değerlendirdikten sonra, gecikmenin belediye ve yerel arazi komisyonları arasındaki bürokratik işlemlerden kaynaklandığını tespit ederek, 6 ncı maddenin ihlâl edildiğini kararlaştırmıştır. Aynı şekilde, Silva Pontes-Portekiz davasında bir trafik kazası dolayısıyla açılan tazminat davasının 10 yılda sonuçlandırılması; Darnell-İngiltere davasında, görevine son verilen bir işçinin iş mahkemesine yaptığı başvurunun 9 yılda karara bağlanması AİHS‟ne aykırı bulunmuştur. V. TÜRK HUKUKUNDA DURUM 1982 Anayasasında, “adil yargılanma hakkı”nı düzenleyen bir hüküm bulunmamaktadır. Bu durum 1961 ve 1924 Anayasaları için de geçerlidir. Kişilerin adil yargılanma hakkının varlığı isanların ortak aklının ve değerlerinin ve evrensel nitelikteki temel hukuk ilkelerinin bir gereği olduğu için bu hakkın ayrıca Anayasada düzenlenmesine gerek görülmemiştir. Ülkemizdeki uygulamada, davaların makul veya belirli bir sürede sonuçlandırılmasına ilişkin herhangi bir somut hüküm bulunmadığından, özellikle hukuk davalarının yıllarca sürdüğü bilinen bir gerçektir. Buna karşın usûl kanunlarında zaman zaman yapılan değişiklikler dışında etkin önlemler alınamamıştır. Aynı şekilde ceza davalarının da çok uzun sürmesi ve bunun tutuklu yargılanan sanıkların mağduriyetine sebep olması karşısında, CMUK‟ nda değişiklik yapan 18.11.1992 tarihli ve 3842 sayılı Kanunla, ceza yargılamasının hızlandırılmasına yönelik bir önlem olarak tutukluluk süresine tavan getirilmiştir. Söz konusu Kanunun 7 nci maddesinde, hazırlık soruşturmasının 6 ay içinde bitirilerek dava açılması ve davanın da ilke olarak 2 yıl içinde sonuçlandırılması öngörülmüştür. Benzer hükümler başka ülkelerde de bulunmaktadır. Örneğin Federal Alman Ceza Mahkemesi Kanununun 112. maddesi belirli koşullar dışında tutuklamayı 6 ay ile sınırlamaktadır. Yunan Anayasasının 6. maddesinin 4 ncü fıkrasında yasaların tutuklunun yukarı sınırını saptayacağı ancak bunun cürümlerde bir yılı, cünhalarda ise altı ayı geçmeyeceği, fevkalâde hâl ve durumlarda yetkili makamların kararı ile bu sürelerin altı ve üç ay olarak uzatılabileceği hükmü yer almaktadır.(91) Tutuklama kararının da zaman içinde sınırlanması bazı ülke yasalarında yer almış ve öğretide de bazı yazarlar tarafından savunulmuştur. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 9.4.1965 tarihli kararında tutukluluk süresinin yasa ya da hâkim tarafından sınırlanmasını üye devlet hükümetlerine tavsiye etmiştir. Tutuklama için sınırlayıcı bir süre getirmenin çifte yararı bulunmaktadır. Öncelikle geçici bir koruma tedbiri olan tutukluluğunun “geçicilik” niteliği korunmuş olacaktır. Bunun yanında yargılama süresinin de uzamasına engel olacaktır. Örneğin, tutuklama süresi içinde kalmak zorunda olan hâkim yargılamayı bitirecek veya tutukluyu salıverecektir. 3005 sayılı Meşhud Suçların Muhakeme Usulü Kanununun 9 uncu maddesinin 2. fıkrası “Mahkemece duruşmanın bir celsede bitirilmesi lazımdır” hükmünü içermekte ise de, aynı fıkranın 2 nci cümlesinde bu ilkeden ayrılmanın mümkün olduğu belirtilmektedir. Uygulamada ise bir celsede bitirme hemen hemen hiç mümkün olmamaktadır. Bu hükümlerin yanında yargılama sürecinin kısaltılmasına yardımcı olabilmesi ve sanıklar için teminat oluşturabilmesi amacıyla bazı Kanunlar hazırlık soruşturmasının Cumhuriyet savcısı tarafından bizzat yapılması zorunluluğunu getirmiştir.Bu Kanunlara 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, 2253 sayılı Çocuk Mahkemelerinin Kuruluşu, Görev ve Yargılama Usûlleri Hakkında Kanun, 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu, 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun ile 1136 sayılı Avukatlık Kanunu örnek olarak gösterilebilir. Anılan Kanunlardaki bu düzenlemeler yargılamanın makul sürede bitirilmesine kolaylık sağlayıcı niteliktedir. SONUÇ AİHS‟ nin 6 ncı maddesi, tutuklama konusundaki 5 nci maddeden farklı olarak, yargılamanın makul süreyi aşmayacak şekilde sonuçlanmasını sağlamak için herhangi bir tedbir içermemektedir. Bunu bir yargılama engeli saymak gerektiği şeklinde bir müeyyide konulmasını isteyen görüşler bulunmakla birlikte bunlar isabetli değildir. Zira yalnız bu nedenle davanın düşmesine karar verilmesi sonuçta beraat edecek olan suçsuz bir kimsenin aleyhine olacaktır. Bu itibarla, sürenin uzunluğu sadece cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilir. Türkiye AİHS‟ne katıldığı ve bu sözleşmeyle kurulan ulusalüstü organların yetkilerini kabul ettiği için, Avrupa Devletlerine karşı vatandaşları için Avrupa İnsan Hakları Standardını tanıma yükümlülüğü altına girmiştir. Ülkemizde yargılamanın uzamasının çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bazıları tüm ülkelerde şikâyet edilen gecikme nedeni olarak mevcut bulunmaktadır. Gerçekten, Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna yapılan başvuruların önemli bir kısmı yargılama süresinin uzunluğu ile ilgilidir. Davaların sonuçlanmasının gecikmesini dokuz neden altında toplamak mümkündür. Bunlar, - Toplumda yaşayan kişilerin hukuka karşı sosyalleşmemesi, - Mahkemelerin yeterli şekilde personel ve cihazla donatılmaması, - Yeterli önsoruşturma yapılmaması, - Mahkemelerin gereksiz iş yükü altında olmaları, - Hâkim ve Cumhuriyet savcılarındaki meslekî eksiklikler, - Hâkimlerin bu konuda yeterince denetlenmemesi, - Avukatların davanın geciktirilmesindeki rolleri, - Üst mahkemelerin çabukluğu önleyici içtihatları ve bazı usûl kurallanın gereksiz olarak davaları, geciktirilmeleridir. Ülkemizde yargı ile ilgili temel şikâyet konusu, adaletin geç tecelli ettiği, davaların uzadığı, mahkemelerin iş yükü altında ezildikleridir. Bu şikâyetleri ortadan kaldırmak için hemen her dönemde “Adalet Reformu” adı altında bir tedbirler paketi ortaya konulmakta ve sorunun bu şekilde çözümlenmesi düşünülmektedir. Bunun için de Usûl Kanunlarında yapılacak değişikliklerden çare beklenmektedir. Bu çözüm tarzı sorunu tamamen çözmeye yeterli görünmemektedir. Ceza yargılamasının çabuk sonuçlanması ne kadar gerekli ise gerçeğin araştırılması da bir o kadar gereklidir. Hatta asıl amaç gerçeğin araştırılması olduğundan yargılamanın çabuk sonuçlanmasından daha da önemlidir. Bu nedenle ceza yargılamasının çabuk sonuçlanmasından değil, gerçeğin araştırılması bakımından mümkün olduğu kadar çabuk sonuçlanmasından söz etmek gerekir. Bu itibarla, çabuk değil, makul bir süre içinde yapılacak yargılama AİHS‟nin bir gereğidir. Yine bunun için, ceza yargılamasını çabuklaştırmak amacıyla ileri sürülen çarelerin gerçeğin araştırılması amacına zarar verip vermediği araştırılmalıdır. 1982 Anayasasının 141 nci maddesinin davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılmasından söz etmesi, gerçeği arama yönönden bu imkâna bakılacağını belirtmesi bakımından yerinde bir ifade tarzıdır.
Benzer belgeler
10-TAMAM-MERYEM GÜNAY
polis ya da hazırlık soruşturması açımış bulunması ilgilinin durumunu etkileyeceğinden bu
durumlar “suç isnadı” niteliğindedir.
6 ncı madde hükmünün madde bakımından uygulama alanının sınırlı tutul...
makul süre içerisinde yargılanma hakkı
devleti kavramının ilk akla getirdiği çağrışım, genellikle devlet gücünün hukuk ile bağlılığıdır. Ancak sıklıkla unutulan bir husus vardır ki,
o da hukuk devletinde kanunkoyucunun kanun hazırlarken...