Merhaba Sonbahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Transkript
Merhaba Sonbahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir Yayına Hazırlayanlar: Dr. Nevnihal BAYAR Şehkâr FAYDA KINIK Kübra YETİŞ ŞAMLI Kapak Tasarım: Gazi ÖZTÜRK Basım: ÖZAL Matbaası Yazışma Adresi : Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokak No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72 Yazılarınız, görüş ve eleştirileriniz için [email protected] www.kubbealti.org.tr Merhaba - Sonbahar 2008 / 1 İÇİNDEKİLER KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA ----------------------------------- 3 ŞİİR: KAPILAR Kerem ERDEM ----------------------------38 BİR ANKET Sâmiha AYVERDİ -------------------------- 4 HALEP Dr. Gülberk BİLECİK ---------------------39 ZEHİR DEDE Hayri BİLECİK ------------------------------ 6 TÂRİHE YÖN VERMİŞ ÜÇ ŞEHİR Buğra ŞAMLI -------------------------------- 8 ŞİİR: ÇOCUĞUM Orhan DURSUN --------------------------- 14 HATÎCE HANIM’LA RAMAZAN SOHBETİ Gülmisal GÜRSOY ----------------------- 15 SON OSMANLI; “BANDIRMALI TATLICI ALİ AMCA” Murat OKTAY ---------------------------- 21 DAVULCU... DAVULCU... Dr. Işıl İlknur SERT ----------------------- 23 ÇEKİM YASASI Gülniyaz TAHRALI ---------------------- 26 TESÂDÜF... Semânur ALTUĞ FAYDA -------------- 29 BİLMECE – BULMACA Şeref Naci ENGİN ------------------------ 36 2 / Merhaba - Sonbahar 2008 HAYÂTA DÂİR Aliye ALTIN --------------------------------42 KISACA KİM? Şehkâr FAYDA KINIK -------------------46 KİMLİKSİZ DİL Kemâl Y. AREN ----------------------------48 ŞİİR: BULACAĞIM SENİ Hasan ÖZKAN ------------------------------51 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI ---------------------52 YAZI ATÖLYESİ’NDEN BODRUM BODRUM Gülnar MIZRAK ---------------------------56 İFTAR KONUŞMASI’NDAN Cihat ZAFER --------------------------------58 NEŞRİYAT Vedat ÖZSÜLLÜ ---------------------------60 Bulmacanın Çözümü ----------------------63 KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA Değerli Merhaba Okurları, Sonbahar sayımızla yeniden karşınızdayız. Bu sayımızda, geçen seneki Sonbahar sayımızda olduğu gibi, siz bu sayfaları okurken geride bırakmış olacağımız mübârek ramazan ayıyla ilgili yazılara yer verdik. Bahar ve Yaz sayılarında sayfalarımıza eklenen iş arama sürecindeki gençlerin önemli bir ihtiyâcına cevap veren “Hayâta Dâir” köşemiz ve “Bilmece – Bulmaca” köşemiz bu sayımızda da devam ediyor. Bu vesîleyle söz konusu köşeleri hazırlayarak Merhaba âilesine renk katan Aliye Altın ve Şeref Naci Engin’e teşekkür ediyoruz. Yakın zamanda vefat eden kıymetli büyüklerimiz Ali Ertaylan ve Ahmet Yüksel Özemre’ye Allah’tan rahmet, yakınlarına da sabırlar diliyoruz. Gelecek sayımızda görüşmek üzere. Merhaba Yayın Kurulu Merhaba - Sonbahar 2008 / 3 BİR ANKET Sâmiha AYVERDİ Bir ahlâk, fazîlet, îman ve prensip enkāzının altında kalmış olan Türk toplumu, bu yıkıntının acısını her nefeste bir başka türlü duymaktadır. Zîra Türk’ün içtimâî târihinde görülmemiş bir ahlâk düşkünlüğü ve ferdî egoizm, bugünkü Türk cemiyetini kemiren en korkunç âfettir. Bu ahlâk iflâsı ve bencillik ise, onun gāye olan vatan ve îman aşkını tahrip ederek, çekirge hücûmuna uğramış bir orman gibi, varını yoğunu kaybettirip kupkuru ve çırılçıplak bırakmıştır. Artık Türk toplumu, bir zamanlar yâre de ağyâre de gıpta ve hayranlık veren değerlerin sâhibi değildir. Şecâatini, hamiyetini, dürüstlüğünü, vakārını, doğruluğunu, fazîletini ve iffetini, içten dıştan saldıran o çekirge sürüleri silip götürmüş bulunmaktadır. Onun için de, bu îman ve ahlâk libâsından soyunarak kuruyup kalmış bünyede yer yer sırıtan manzara, fecî bir soysuzlaşma ve netîce îtibârıyla da hatıra gelen ve gelmeyen kötülüklerin yüz kızartıcı tablolarıdır. Şu halde cemiyetin bütününü tuz buz etmiş bir darbeden, gençliğin mâsum ve uzak kalabileceğini düşünmek elbette ki safdillik (saflık) olur. Kendi kendimizi tahrip ederken, evlâtlarımıza da kıymış olduğumuzu artık îtiraf etmek zamânı gelmiş hatta geçmiştir. Burada, gene yabancıların şahâdetine dönerek, eski Türk cemiyetini biraz daha onların ağzından dinlemek istiyorum: A.Ubucini diyor ki: “İhtiyarlık, Türkiye’de olduğu kadar, hiçbir yerde mazhar olmadığı îtibar yüzünden, bu memlekette yaşlı Türkler günlerini pek tatlı geçirirler.” Neden diyecek olursak, cevâbı veren gene yabancılardır: “Türkiye’de analarla babalar ve ninelerle büyük babalar, çocuklara en tatlı sözlerle hitap edip en candan ihtimam ile bakarlar. Bu şefkat tezâhürüne başka memleketlerde de tesâdüf edilmekle berâber, arada dağlar kadar fark vardır. Sâmiha Ayverdi, Millî Kültür Mes’eleleri ve Maârif Dâvâmız, Kubbealtı Neşriyâtı, İstanbul 2003, s. 83-85. 4 / Merhaba - Sonbahar 2008 Öyle ki, garpta birtakım boş menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettikleri ticârî muâmeleler, çocuklara karşı âilenin alâka ve şefkatini azalttığı halde, Türklerin ev hayâtı, evlâtlarına karşı duyulan sevgi ve şefkatin, bir merkezde toplanıp artmasını temin eder. İşte bu yüzden Türkiye’de çocuklar yetişip adam oldukları zaman, anaları ile babalarını başlarında bulundurmaktan iftihar ederler. Ve küçük iken onlardan gördükleri şefkate mukābele etmekle bahtiyar olurlar. Başka memleketlerde ise, çocuklar olgunluk yaşına girer girmez, anaları ile babalarından ayrılmakta ve mâlî menfaatler için onlarla çekişe çekişe münâkaşa etmekte hatta bâzen kendileri refah içinde yaşadıkları halde, onları sefâlete yakın bir hayat içerisinde bırakmakta ve zavallılara karşı, âdeta yabancılaşmaktadırlar.” İşte cemiyetin çekirdeği olan âile müessesesi, çatısı altına, aykırı ve bozucu unsur kabul etmeyen böyle bir kapalı sınıf karakteriyle sağlama alındığı müddetçe, memleketin hayat temînâtı olmakta devam etmek sûretiyle, tehlikelerin emniyet supabı olmuştur. Şüphe yok ki, yeni çağların yeni şartlarına göre istihâle(değişim, değişme)ye tâbi olması gereken her müessese gibi, âile hayâtının da bâzı tâdillere uğraması tabiî idi. Ancak bir intibak, zamâna bir uyuş demek olan bu tâdilin yerini bir çöküntünün alması, işte asıl dert, asıl teşhis ve tedâviye muhtaç olan âfet, bu olsa gerek. Merhaba - Sonbahar 2008 / 5 ZEHİR DEDE Hayri BİLECİK Âkif Efendi, îmanlı, ahlâklı, güçlü kuvvetli bir insandı. Çoğu geceler, evinin içinde el-etek çekilince, bahçeye bakan penceresinin önüne oturur, düşünürdü. Bu düşünme, aslında, kende kendisiyle bir hesaplaşmaydı. O, yaptıklarının hesâbını kendi vicdânına veren nâdir insanlardan biriydi. Yine böyle gecelerden birinde, bahçe duvarına tırmanan bir insan gölgesi gördü. Hareketlerinden hırsız olduğu açıkça belli oluyordu. Âkif Efendi sür’atle aşağı kata inip, ne kadar kapı varsa hepsini kilitledi. Yukarıda da sâdece kendi odasının kapısını açık bıraktı. Bütün kapıları yoklayan hırsız, açık bulduğu tek kapıdan odaya girdi. Girmesiyle de arkasından kalın bir iple sımsıkı sarılarak bağlanması bir oldu. Işığı uyandıran Âkif Efendi, şaşkınlık içinde kendine bakakalan hırsıza sordu: — Evime niye girdin? Neye uğradığını şaşıran hırsız: — Açım, diye cevap verdi. Son derece duygulu bir insan olan Âkif Efendi, cüssesinden umulmayan yumuşak bir sesle: — Öyle ise benimle aşağıya gel! deyip, adamın iplerini çözdü. Birlikte alt kattaki kilere indiler. Âkif Efendi güzel bir sofra donatıp hırsızın önüne koydu. Adam hakîkaten açtı. Önüne konanları büyük bir iştahla son kırıntısına kadar yedi. Birlikte Âkif Efendi’nin odasına çıktılar. Âkif Efendi aynı yumuşak sesle: — Oğlum, bu gece seni bırakmam, misâfirimsin. Haydi sen şu minderde yat. Ben de, şilteyi göstererek, burada yatarım dedi. Adam minnettar bir boyun büküşle: Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’den faydalanılarak, İstanbul 1980. 6 / Merhaba - Sonbahar 2008 — Peki... diyebildi. Karşılıklı yatıp uyudular. *** Güneşin üstlerine doğmasına kalmadan uyanan eski insanlardan biri olan Âkif Efendi, bir çocuk rahatlığı ile uyuyan misâfirine: — Haydi kalk! Abdest al, sabah namazını kılalım, dedi. Huzur içinde uyanan adam, bu dâvete hayır, diyemezdi. O, çocukluğunda ninesinin namaz kıldığını görmüş ama kendisi hiç kılmamıştı. Sür’atle yerinden fırladı. Abdest alıp berâberce namaz kıldılar. Zavallı adamın tedirginliği gitmiş, yerini emniyet, sükûnet ve huzur almıştı. Âkif Efendi’nin: — Haydi aşağı! kumandasına uyarak alaca karanlıkta tekrar kilere indiler. Bu defa iyiliksever insan: — Oğlum dedi, benim yaptığım helvayı herkes beğenir; gel sana bir tepsi helva yapayım, götür sat. Kazandığın senin olsun. Akşama gene buraya gel. *** Akşam genç adam boş tepsi ile geldiğinde, alın teriyle para kazanmanın huzûrunu duyuyordu. Âkif Efendi misâfirine üç gün kendi eliyle helva yaptıktan sonra: — Ehh dedi, artık bu işi öğredin. Yağ, şeker ne lâzımsa hepsi kilerde var. Bundan böyle kendin yapar, gider satar, yatmaya buraya gelirsin. *** Geldi, hem öylesine geldi ki, bütün kötülüklerinden arınmış, son derece îmanlı ve ahlâklı bir insan olarak tam kırk yıl Âkif Efendi’nin kapısından ayrılmadı. Her türlü kötülüğe ve ahlâksızlığa karşı amansız bir savaş açmıştı. En küçük bir kötü hareket gördü mü kükrer, aman vermez, göz açtırmazdı. Bu sebepten küçük büyük herkes onu “ZEHİR DEDE” diye tanımıştı. Merhaba - Sonbahar 2008 / 7 TÂRİHE YÖN VERMİŞ ÜÇ ŞEHİR Buğra ŞAMLI [email protected] Şehre girdikten sonra Goethe’ye “Ancak şimdi yaşamaya başlıyorum.” dedirten ve oradan ayrıldıktan sonra tam anlamıyla mutlu bir gün geçirmediğini îtiraf ettiren Roma’yı, böyle etkili kılan neydi? Şüphesiz 2500 yıllık târihi olan bu şehir yalnızca Goethe’yi etkilememişti. On sekizinci yüzyılda Avrupa’nın zenginleri, Roma’yı ziyâret etmeyi ve orada bir süre yaşamayı eğitimlerinin bir parçası olarak görüyorlardı. Özellikle bu konuda başı çeken İngiliz nüfûsu Roma’da öyle çoktu ki bugün turistlerin mutlaka uğradığı İspanya Meydanı civârına İngiliz gettosu deniyordu. Nitekim İngiliz şâir Keates’in öldüğü ev, meydanın alâmet-i fârikası merdivenlerin hemen yanında, bugün müze olarak korunmaktadır. Bu merdivenlerin tam karşısındaki Condotti caddesinin girişinde yer alan târihî Café Greco’nun dekorasyonu, smokinli garsonları, yıllar boyu orayı bir buluşma mekânı olarak bellemiş ünlü yazar, şâir ve sanatçıların mekâna dağıtılmış hâtıraları, içilen espressoya ve yenen leziz pastaya ayrı bir tat katar. Duvarlara asılı eski aynalar, geçen yüzyıllarla birlikte önlerinde konuşulanlara sırdaş olmanın bacını kendi sırlarını dökerek ödemiş gibidirler. Bu caddenin bir diğer husûsiyeti de dünyâca meşhur lüks markaların cadde boyunca sıralanmış mağazalarıdır. Arabaların tek tük geçtiği, yayaların kaldırımdan taşıp yolları doldurduğu bu caddede, ellerinde bunlardan birinin paketleri ile dolaşanlar özellikle hanımların dikkatini hemen celb eder. Bu yolun çıktığı Via del Corso’nun bir ucunda Piazza del Popolo (Halk Meydanı), diğer ucunda da birleşik İtalya’nın ilk kralı II. Vittorio Emanuele adına dikilmiş devâsa anıt görülür. Bu anıtın bulunduğu Venedik Meydanı’nın üç köşesinde üç farklı devirden eserler vardır. Anıtın yapımına 19. yüzyılda başlanmıştır. Diğer tarafta Roma İmparatoru Traianus tarafından yaptırılmış üç katlı devâsa market alanının kalıntıları ve önünde M.S 113 yılında dikilmiş, imparatorun Daçya (Romanya) topraklarına yaptığı seferleri anlatan 2500 figürle bezeli sütun bulunur. Karşı tarafta ise 15. yüzyılda Rönesans mîmârîsiyle inşa edilmiş Venedik Sarayı vardır. 8 / Merhaba - Sonbahar 2008 Önceleri papalık ikāmetgâhı olarak kullanılan bina daha sonra Venedik Cumhuriyeti’ne elçilik binası olarak tahsis edilmiş. 1797’de ise o zamanlar İtalya’yı hükümranlığı altına almış Napolyon, Formio Savaşı Barış Antlaşması hükmünce Venedik’le berâber binâyı da Avusturya İmparatorluğu’na vermiş, İtalya ancak 1. Dünya Savaşı’nda Avusturya İmparatorluğu’nun mağlûbiyetinden sonra sarayın mülkiyetini geri almıştı. Sarayın târihte oynadığı son rol ise Mussolini’nin karargâhı olarak kullanılmasıdır. Hatta Mussolini halka konuşmalarını, sarayın Venedik Meydanı’na bakan balkonundan yaparmış. Bugün İtalya’nın bir başka önemli turistik şehri olan Venedik’in Roma’da elçilikle temsil edildiği zamanlarda, bir taraftan da Akdeniz’de hâkimiyet kurmak için Osmanlı Devleti ile mücâdele eden bir cumhuriyet olduğunu bilmeyen yoktur. Ancak tâ târih derslerinden kazanılmış bu bilgi, bu tüccar ve savaşçı devletin kanallarla parça parça olmuş küçük adalardan müteşekkil bir coğrafya üzerinde kurulduğunu gören gözleri şaşkınlığa düşmekten alıkoyamaz. Ancak Venedik’te insanı şaşırtan yalnızca bu değildir. Venedik denince akla ilk gelen gondolların kanallar arasında dolaşmalarını izlemek ne kadar keyifliyse, gondolcuların mahâretle o daracık kanallarda gondolu kullanmalarını seyretmek de hayretle karışık ayrı bir keyiftir. Napolyon’un “dünyânın salonu” diye tasvir ettiği San Marco Meydanı ise uzaydan görülebilecek kadar büyük olsa da çoğu zaman yürümeyi zorlaştıracak kadar turistlerle doludur. İnsan, “Burası geçmişte de bir savaş karârının îlânını Dükler Sarayı’nın önünde bekleyenlerle bu kadar dolar mıydı?” diye düşünmeden edemiyor. Gotik bir devlet binâsı olan Dükler Sarayı’nda yüzyıllar boyu cumhûriyetin kaderi çizildi. Dâvâların görülmesi, idârî organların ve temyiz organlarının çalışması, yabancı elçilerin kabul edilmesi, senatonun toplanması gibi her türlü devlet işi için mevcut devâsa salonlarıyla sarayın tamamına azamet ve büyüklük hâkim. Hele senatonun toplandığı salonda Venedik’in önde gelenlerine ayrılmış koltukların eskimiş deri yüzlerine baktıkça, sanki hâlâ duvarlarda çınlayan harâretli tartışmaları veya gizli kumpasların fısıltılarını duyuyorsunuz. Hiç şüphesiz İnebahtı Savaşı’na giden karar burada verildi. Nitekim sarayın büyük salonlarından birinde, İnebahtı Savaşı’ndaki gālibiyetlerinin şerefine yaptırılmış Merhaba - Sonbahar 2008 / 9 devâsa bir tabloyu, bir diğer Osmanlı – Venedik mücâdelesinin tasvîrinin yanında buluyoruz. Roma’da da Ara Coeli kilisesinin tavan süslemesinin aynı olayın anısına yaptırıldığı hatırlanırsa, bir zamanlar Avrupa’da Osmanlı’ya karşı koyabilmenin bir gurur meselesi ve târihî açıdan dönüm noktası olarak görüldüğü kolayca idrak edilebilir. Dükler Sarayı’nın hemen yanında meydana hâkim olan San Marco Bazilikası’nın yapımına 832 yılında başlanmış. Bu yüzden iç mîmârîsi ve süslemelerinin Ayasofya’yı hatırlatmasına şaşmamalı. Zâten binânın planı da alışılageldiği üzere Latin değil, Yunan haçı şeklinde. Ancak bizce en önemli özelliği, Latinler’in İstanbul’u işgal ederek kırk yıl yönetmelerinin ardından şehri terkederken, bugün Sultanahmet Meydanı (At Meydanı) diye bildiğimiz yerdeki hipodromdan alarak Venedik’e getirdikleri yaklaşık 2500 yıllık bronz at heykelleri. İstanbul’a da Roma İmparatorluğu zamanında Mezopotamya’dan getirildiği sanılan bu dört heykel, hipodromda imparatorun locasının iki yanında dururmuş. Venedik’e getirildiklerinde bazilikanın giriş kapısının üzerine yerleştirilse de artık bu muhteşem heykeller açık havanın yıpratıcı etkilerinden korunmak için bazilikanın içinde sergileniyor. Bir ibâdethânede at heykeline insan ilk bakışta bir anlam veremese de aslında kiliselerin -hele baroksa- insanı kendisiyle baş başa bırakmaktan ziyâde bir tiyatro sahnesi kadar zengin ve kalabalık dekoru olduğu düşünüldüğünde, bu durum o kadar da garipsenmez. Okuma yazma bilmeyen kilise cemaatine ilk zamanlarda Hristiyan öğretisini fresklerle anlatma gayretinin yanında, zamanla kiliseye gelenleri etkileme isteğinin de öne çıktığı, farklı devirlerde yapılmış eserlerin mukāyesesiyle görülebiliyor. Bunun altında kilisenin reform hareketlerinin etkisiyle tâkipçilerini yitirme endîşesi yatsa gerek. Venedik bir deniz gücü olarak Akdeniz’e yayılırken İtalya’nın kuzey iç kesimlerinde, verimli Toskana topraklarında bankerlikle giderek zenginleşen bir aile vardı: Mediciler. Krallara bile borç verecek kadar büyük bir servetin sahibi olarak önce Floransa şehrinin ve daha sonra da bölgenin diktatör yöneticilerine dönüşen Mediciler’nin zenginliği o seviyedeymiş ki halk “Acaba Medici mi, yoksa Türk sultanı mı (o devirde Kānûnî) daha zengin” diye kıyaslarmış. Hiç şüphesiz 10 / Merhaba - Sonbahar 2008 Mediciler, Avrupa tarihinde Romanovlar, Habsburglar gibi özel ilgiyi hak eden bir hanedan. Zira zenginlikleri sanata olan düşkünlükleriyle birleşince, Michelangelo, Rafaello, Donatello ve daha nice dâhi sanatçıyı himayelerine alıp Floransa’yı Rönesans’ın beşiği yapmışlar. Vaktiyle şehre adını veren çiçekli bahçeleriyle emekli Roma lejyonerleri için kurulmuş kentin bugünkü ünü de buradan geliyor. Nitekim hanedan mensuplarının yıllarca topladıkları muazzam genişlikteki sanat eserleri koleksiyonunu barındıran Galleria degli Uffizzi’de imkânlar sadece küçük bir bölümün sergilenmesine el verse de bu bile saatler süren bir ziyâret gerektiriyor. Adından da anlaşılabileceği gibi bu büyük bina aslında eski Floransa cumhuriyetinin idârî ofislerinden müteşekkil. İlgi çekici olan ise buraya her sabah Floransa’nın ortasından akan Arno Nehri’nin diğer yakasındaki ikāmetgâhı Pitti Sarayı’ndan gelen Medici’nin, üzerinden geçtiği köprünün doğu tarafındaki binâların üzerine, halka karışmamak için Vasari Koridoru’nu inşa ettirmiş olması. Sarayından ofisine kadar yukarıdan giden kendine tahsis edilen bu yol da yetmemiş ve Medici, köprü üzerindeki ya balıkçı ya kasap gibi kokular yayan dükkânları da satın alarak bunları kendine lâyık gördüğü mücevhercilere çevirmiş. Bu hâliyle Eski Köprü şehrin simgelerinden. O kadar sıradışı bir güzelliği var ki II. Dünya Savaşı sırasında şehri yöneten Alman komutanı, ordusu çekilirken Arno üzerindeki her köprü havaya uçurulduğu halde, çok sevdiği bu köprüye dokunulmamasını sağlamış. Bugünün Floransalıları kendilerini yöneten, önce müttefik sonra düşman komutanın bu hareketinden duydukları minneti, köprüye çakılmış bir plaketle ifâde etmişler. İdârî binânın diğer taraftan bir pasajla bağlı olduğu Eski Saray ise 1302’de tamamlandığı günden bu yana şehrin yöneticisinin makāmı olmuş. Hatta İtalyan birliği kurulmadan hemen önceki 1865-71 yılları arasında, Floransa İtalya’nın başkentiyken parlamento ve dış işleri bakanlığına da ev sâhipliği yapmış. Venedik’teki Dükler Sarayı’nda olduğu gibi burada da Floransa Cumhuriyeti’nin söz sâhiplerinin (hükümran beşyüzler) toplandığı oda devâsa boyutlarda: 53.5 m.’ye, 22 m. genişliğinde ve 18 m. yüksekliğinde. İnsan bunları görünce böyle birer şehir devlet değil, üç kıtaya yayılmış koca bir imparatorluk olan Osmanlı Merhaba - Sonbahar 2008 / 11 Devleti’nin idâresi için Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı odasının nasıl kâfi geldiğini düşünmeden edemiyor. Bu, Osmanlı’nın idârî başarısının mîmârîden yansıyan bir ipucu olabilir mi? Cumhuriyet idâresinin üzerinde Mediciler’in tiranlık derecesindeki baskınlığı göz önüne alınırsa, Eski Saray’ın Piazza della Signoria’daki (Senyör Meydanı) giriş kapısının önüne, paha biçilemez bir sanat eseri ve belki de yeryüzündeki heykellerin en etkileyicisi olan Michelangelo’nun Davut heykelinin konması mânîdar bulunmalıdır. Zîra elinde sapanıyla Golyat’ı bekleyen Davut, bakışlarını Medici’nin her sabah geldiği yola doğru çevirmiştir. Floransa şehrinin Michelangelo meydanından görülen panoramasına damgasını, hiç şüphesiz Santa Maria del Fiori (Çiçeklerin Aziz Meryem’i) Katedral’i vurur. Dünyânın en büyük beş katedralinden biri olan Duomo, 13. yüzyılda inşa edilmeye başlanmışsa da ön cephesi 19. yüzyıldan önce tamamlanamamıştır. Roma’daki St. Pietro, Venedik’teki St. Marco da dâhil olmak üzere hemen her katedralin ortak özelliği, yüzyıllarca süren inşa faslı. Katedralin ana üslûbuna zamanla değişen farklı üslûpların karışması ve ömürleri vefa etmediği için değişen baş mîmarların birbirinden farklı yorumları nedeniyle katedraller mîmârî bütünlük içinde olamayabiliyorlar. Bu sebeple, güzeli seçen gözlerin bu durumdan rahatsızlık duyması yadırganmamalı. Süleymâniye veya Selîmiye’nin bu cihetten de kusursuz olması bizler için bir kazançtır. Aradaki fark ise hayâtı ve maddeyi idrakteki ve ifâdedeki ayrılıktan gelir. Hacimli azametleriyle binalar, iç mekânlarda insanın üzerine doğru eğilen devâsa boyutlarıyla heykeller, hep karşısındakileri ezmek, küçültmek ve sindirmek ister gibi. Etkileyici olduklarına şüphe yok. Ancak insanı huzursuz eden bir tarafları da var. Saraylardaki altın varaklı santim boşluk bırakılmamış tavan süslemeleri, zenginlik ve debdebenin iç içe geçmesiyle saraya gelen ziyâretçiye meydan okur sanki. Toskana bölgesinin yılda birkaç kez hasat alınan bereketli topraklarında, bir köyün biraz ilerisindeki tepede görülen ortaçağdan kalma şato veya Roma veya Floransa sokaklarında dolaşırken evlerin arasında karşınıza çıkıveren bir âileye âit müstahkem kuleye, Osmanlı şehir ve köylerinde rastlanmıyorsa, bunun sebebi mîmârî bir tercihten ziyâde, Safiye Erol’un Ciğerdelen’de, Sâmiha Ayverdi’nin İbrahim Efendi Konağı’nda bahsettiği, 12 / Merhaba - Sonbahar 2008 yöneten ile yönetilen arasındaki münâsebette aranmalıdır. Tüm bunların işâret ettiği bir sonuç var: Evvelden bir Türk kültürü vardı ki mîmârîde, Avrupa saraylarından farklı olarak Topkapı Sarayı’nı, katedrallerden farklı olarak Selîmiye’yi ortaya çıkarmıştı; cam işçiliğinde Murano’dan farklı olarak Beykoz’un çeşm-i bülbülü vardı; mûsikîde Mehter bölüğüyle Avrupa ordu bandolarının kurulmasına ilham vermişti; dokuma halıları Avrupa’da zenginlik nişânesi olarak görülür ve yere serilmez, duvara asılırdı; ordusunu, donanmasını mağlûp etmek, sarayları, kiliseleri süsletecek kadar gurur meselesiydi, ilh. Hülâsa kendi idealleri, îmânı ve yaşama tarzıyla Türk, Avrupa’ya bir alternatifti. Bütün haçlı seferlerinin ve fetihlerin, Fatih ölünce İtalya’daki kiliselerin çanlarını çalmasının asıl sebebi de buydu. İtalya, Roma imparatorluğu ile Avrupa’nın idârî yapısına, Vatikan ile îmanına, Rönesans ile de kültürel yeniden doğuşuna beşiklik etmesi sebebiyle Avrupa’yı anlamak için başlama noktası olmaya lâyıktır. Belki de bu yüzden Avrupa değerlerinin kaynağında gezinirken bunlara alternatif olmuş mâzîmizi bu kadar sık hatırlıyoruz. Merhaba - Sonbahar 2008 / 13 ŞİİR Orhan DURSUN ÇOCUĞUM Kısaldı mesâfeler Yerle gök arasında Çocuğum Kuşların kanatları Değdiğinde bulutlara Fazla sevinme artık. Vatanından kopmuş Ağaç kökleri Kaçmışlar her renkten Çocuğum Sen kendini terk ettiğinde Üzülmek bile yersiz artık. Satılık canlar pazarıdır Asırlık çınar dipleri Çocuğum Rûhun sana düşman olduğunda Kazanmak büyük savaşları Anlamsız artık. 14 / Merhaba - Sonbahar 2008 HATÎCE HANIM’LA RAMAZAN SOHBETİ Gülmisal GÜRSOY [email protected] Ramazan ayının gelmesine birkaç hafta vardı. İstanbul’un mütevâzı semtlerinden birinde kendi hâlinde yaşayan Hatîce Hanım, pek çok müslümanın yaptığı gibi erkendir, geçtir demedi ve yaklaşmakta olan ramazân-ı şerîf için kendince hazırlıklara girişti. Önce evini barkını derledi topladı sonra erzâkına bir göz attı. Erzak eksiği vardı, gücü nispetinde onları tamamlamaya çalıştı. Her türlü eşyâsı arasından, ihtiyaç sâhiplerine vereceklerini de belirledi hatta yiyecek içeceklerinden de bir kısım dağıtmak üzere bölüp, torbaladı. Böylesine tatlı bir heyecan içinde oradan oraya koşuşturuyorken, yaşadığı mahallede sıradan fakat sıradan oluşuyla da dikkat çeken birkaç hâdiseye şâhit oldu ve bakın neler söyledi: “Çok yorulmuştum. Pencereye gelip sokağa bir göz atayım dedim. Hava çok güzeldi, ılık bir rüzgâr vardı. Bizim apartmanın baktığı sokak boyunca, yine arabalar dizi dizi park etmişlerdi. Mahallenin çocukları, arabalardan arta kalan daracık yerlerde oyun oynamaya çalışıyorlardı. Çocukları bilirsin çok severim. Bizim mahallenin çocuklarına da çok acırım. Anaları babaları, onların pek çoğunu atar sokağa, sabahtan akşama kadar, o yavrucaklar aç karnına, bir kuru ekmek ellerinde oynar dururlar. Okullar açıkken de bu böyledir, tatildeyken de bu böyledir... Neyse, çocuklardan bir tânesi en fazla yedi sekiz yaşlarında -tatlı sevimli bir oğlan- penceremin altındaki arabalardan birinin arkasına saklanmış, belli ki saklambaç oynanıyor. Fakat ebe arkadaşı, onu görmüş. Vay efendim, sen misin gören! Bizim haylaz saklandığı yerden çıktı, avazı çıktığı kadar bağırdı çağırdı: “Beni görmedin, beni görmedin.” dedi durdu. Ebe de zavallı şaşırdı: “Aaa!” dedi, “Bak işte buradasın ya, karşımdasın ya, sobe de sobe!” Sobeydi, değildi derken iş büyüdü, çocuklar arasında kavga dövüş başladı. “Aman ne yapıyorsunuz?” demeye de kalmadan anneleri cama çıkmaz mı! Onlar da kendi aralarında kavgaya tutuştular, gerçi birbirlerini terbiyesizlikle, iyi çocuk yetiştirememekle suçladılar ama, haylazın annesi çok baskındı. Küfürlerin biri bin para havada uçuştu... Hadi o gün öyle geldi geçti, fakat sonra bizim haylazı karşı komşuya kafa tutarken yakaladım. Kadın benden yaşlı, sokağa kolay kolay çıkamıyor. Haylaza Merhaba - Sonbahar 2008 / 15 para vermiş, “Bakkaldan ekmek al.” demiş. Haylaz gitmiş ekmek almaya, ama saatlerce ortalıklarda gözükmemiş, neden sonra gelmiş elinde bir ekmek, fakat kadıncağızın verdiği paranın üstü ortalarda yok. Kadın bağırıyor: “Evlâdım!” diyor, “Para üstü nerede?” Çocuk: “Ben ne bileyim?” diyor, “Bakkal amca vermedi.” Ah ah bu çocuklar! Hepsi güzeldir, hepsi mâsumdur, hepsi de sevilmeye lâyıktır... Neyse... Aradan yine bir zaman geçti. Bir gün bir yere gitmem îcap etti. Süslendim püslendim yola çıktım. Çocuklar kavgalarını unutmuşlar, oyunlarına dalmışlardı. Aralarından yürüdüm geçtim. Fakat işin ilginç tarafı 100 – 150 metrelik sokağımızda haylaz, krallığını îlân etmiş gibi arkadaşları arasında salınıp duruyordu. Olan bitene anlam veremedim. Hele bir iki gün önce kavgaya tutuştuğu ebe çocuğun, haylazın her dediğini yaptığını görünce çok şaşırdım. “Ne güzel, çocukların hiç kîni yok.” deyip, onları kendi dünyâsında bıraktım. Fakat dönüşümde haylazı yine haylazlığını yaparken buldum. Bu sefer de bir başka arkadaşına kızmış, bacak kadar boyuna bakmadan sille tokat onu da yumruklamaya uğraşmıyor mu! İşin çok daha acı tarafı; geçen gece televizyonda yayımlanan filmde olduğu gibi işâret parmaklarını arkadaşının gözüne sokuyor, tekmeleri filmdeki aktör gibi savurmaya uğraşıyor... Şaşırdım, ah ah dedim, bütün çocuklar güzeldir, bütün çocuklar melektir ama... Ben artık ümîdi kestim. Yeni kuşaklara aktaracak insanı insan kılan değerler tükenmiş, nerede o eski terbiye? Biz de kabahatliyiz, evlâtlarımıza bir şey veremedik. Onları bu hâle biz getirdik. Bereket ki, on bir ayın sultânı ramazan geliyor. Ramazân-ı şerîfin ne anlattığını bir dinlesek evlâtlarımız, toplum, insanlık, selâmete erecek ama onu duyan kim? Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de buyurur ki: “Ey îmân sâhipleri! Oruç sizden öncekiler üzerine yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sâyede korunmanız umulmaktadır./ Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidâyetten deliller getiren Kur’ân, onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız, onu oruçlu geçirsin. Hasta olan veya yolculuk hâlinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; O, sizin için zorluk istemez. Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, sizi doğru yola kılavuzladığı için Allah’ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz umulmaktadır.” 1 1 Bakara sûresi, 183 ve 185. âyetler. 16 / Merhaba - Sonbahar 2008 Oruç; üzerinde fazla düşünmeyen biri için elbet bir çeşit perhiz demektir. İmsakten1 iftara2, aç susuz kalmayı anlatır. Fakat, Allah zâlim değildir ki! Neden bizi böyle bir zorluğa itsin. Bu hâlin bir hikmeti olması gerekmez mi?! Tok, açın hâlinden anlamaz evlâdım. Ne zaman ki aç kalırsın, o zaman aç olanı anlarsın. Oruçlu olan, Allah için perhize girerek nefsinin arzularını zaptetmeyi bilir. Bugün yemesini içmesini frenleyebilen, şehvetten uzak kalan, bunu da Allah için yapan, yarın Allah için kul hakkı yememeyi, adâletli olmayı, harâma el uzatmamayı başarır. Açlığı da bilir, tokluğu da. Oruç, imtihan diyârı şu dünyâda başa gelen hâdiselere doğru cevaplar verebilmek için, alıştırma yapmak gibidir. Tokuz diye kibirlenişin üzerine inen bir kamçıya da benzer. O kamçının her inişiyle, nefisten öze bir yol belirir. İşte o zaman gerçek ortaya çıkar. O gerçek de şudur ki; veren Allah’tır. Rızkı da veren O’dur. İnsan sâdece gayretiyle himmete avuç açar, o kadar. Dünyânın dört bir yanı nîmet kesilse, Allah istemedikten sonra bu nîmetlerden zerresi kişiye ulaşamaz. Hal böyle olunca da ramazan şükür ayı olur. Ah çocuklarımız! Onlara ramazanın hakîkatini anlatmakta belki zorlanırsın ama onlara Allah’ı sevdir. Yaradanını bildir. Ufak tefek oyunlarla sözünde durmayı, emânete sâhip çıkmayı, bunu da Allah için yapmayı öğret. Ramazanın hakîkatinde bu özellikler de vardır. Oruç tutan, istese kimse görmeden, bilmeden yiyip içebilir fakat o îman sâhibidir. Îman sâhibi olan, ahdinin Allah’la olduğunun farkındadır. Kabaca söylersek, imsakten iftara perhizde olmak için, Allah’a verilmiş bir sözü vardır. Çocuklara sözünde durmayı, sözünün eri olmayı bunu da kul için değil, Allah için yapmayı öğretirsen onları ramazana, dolayısıyla da hayâta hazırlamış olursun. Bu bilinçle büyüyen çocuk, hayâtı boyunca kendisine verilenlere karşı son derece dikkatli davranır. Bu dikkat onu, nefsinin kölesi olmaktan kurtarır. Nefsine esir olmayan, gerçek mânâda özgürdür. Çünkü tek hakîkat vardır o da Cenâb-ı Hakk’ın hakîkatidir. Bu hakîkate kendini rapteden, nefsinin istekleriyle başa çıkmanın, bu isteklere doğru şekiller vermenin yolunu bulacak ve hırslarını, öfkesini zaptetmeyi bilecektir. Bu noktaya ulaşanın da nefsi şüphesiz İslâmlaşmıştır. Oruçla kendinden veren nefis, Kadir gecesinin hakîkatiyle de bezenir. Kadir gecesinin hakîkati demek; İslâmiyeti giyinmek demektir. Zîra 1 2 Yatsı vaktinin bittiği an, nefsine hâkim olup bir şeyden el çekme, perhiz. Güneşin batış ânı, orucu açma vakti. Merhaba - Sonbahar 2008 / 17 Kur’ân o mübârek gecede nâzil1 olmuş ve nefsinden arınmanın, benliğinden sıyrılmanın çabası içindeki yürekleri, İslâmiyetle yeniden şekillendirmek üzere, âyet sağnağı hâlinde âleme yağmıştır. Kadir gecesi, ramazan ayının 26’sını 27’sine bağlayan gece olarak İslâm âlimleri tarafından belirlenir. Kadir sûresinde ise, bu mübârek gece şöyle anlatılır: (Rahman ve rahîm olan Allah’ın adıyla) “Biz o Kur’ân-ı Kadir gecesinde indirdik./ Kadir gecesinin niteliğini sana gösteren nedir?/ Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır./ Melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner./ Bir esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, tan yeri ağırıncaya kadar.” Evlâdım, bilirim otuzdan fazla çocuk vardır yanında. Kimisinin annesi yok kimisinin babası, kimisi terk edilmiş, kimisi ötelenmiş itelenmiş, kuruma yolları bir şekilde hasbelkader düşmüş. Onlar çocuktur, daha çok sevilmek, daha çok kayrılmak ister. Çukulata beklerler, oyuncak isterler, arkadaşının silgisine, kalemine gözleri takılır. Bir yavrucak onların yanında ola ki annesine “anne” diye seslense, onların içi parçalanır. Sen onların içindeki sevgiyi insanlık sevgisine, yaratılmışı Yaradandan ötürü sevmeye yönelt. Tok gözlülüğü kanâati öğret. Kaderleriyle barışık olmayı, kaderlerini sevmeyi öğret. İslâm kanâat dînidir. Kanâat sâhibi olan, kendiyle de herkesle de barışık olur. Hayır olandadır demeyi, isyandan uzak durmayı başardıkça, mutluluğun kapısı aralanır. Şunu bil ki yavrum, hayat çoğu kez sâdece kurumda geçen on, on beş yıldan ibâret de değildir. Kurumdaki evlâtlarımıza Allah’ın isrâfı -ziyânı- sevmediğini de bildir. Oruç, insana ister istemez iktisâdı da öğretir. Evlâtlarımıza orucun bu özelliğinden de bahsedip, emeklerine sâhip çıkmayı, kazançlarını doğru ve yerinde değerlendirmenin önemini anlat. Maddî mânevî sıkıntılara düşüldüğünde dirâyetli olmanın yolunu bul, buldur. Her kim olursa olsun, sırtını Allah’a yaslarsa hayat tatlı bir armağan olur. Acı tatlı yaşanan her hâdiseden keyif alınır. Bu sözlerimi işiti, bu sözleri aktarmayı kendine görev biçen bir postacı olmayı benimseme. Bu sözlerden kendi payına düşeni al. Mukābele ve terâvihin önemini de göz ardı etme. Mukābele; ramazân-ı şerîfte okunan Kur’ân-ı Kerîm, terâvih; ramazanda kılınan namaz demektir. 1 İnen, yukarıdan aşağıya inen. 18 / Merhaba - Sonbahar 2008 Allah buyurur: “Ey Muhammed! Sana bu mübârek kitabı (Kur’ân’ı) âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik” 1 der. Yâni anlaşılır ki; Kur’ân’ı okumaktan maksat, âyetteki mânâ ile yoğrulmaktır. Mukābeleden de beklenen zîra budur. Terâvih namazı ise, okunan Kur’ân’dan alınan feyz ile, gün geçtikçe derinleşen bir hakîkat tûfânına baş eğip, secdeye kapanışı bildirir. Canım evlâdım, Allah’ın hiçbir buyruğu yoktur ki; mânevî cepheyi zenginleştirirken, maddî âlemi de ferahlatıyor olmasın. Bir işçi sabahtan akşama kadar çalışıyor, sonra geliyor, istirâhate çekiliyor. Vücut da zaman zaman istirâhate çekilmek ister. Oruç, vücûdun istirâhat ânıdır, kan deverânını düzenler, zararlı yiyeceklerden vücûdu korur, şişmanlığı doğuran sebepleri ortadan kaldırır, sigara, içki gibi alışkanlıkların yolunu keser, zaman içinde bertaraf edilmesine sebep olur vs., vs. Bugün bakıyorum, şaşkın gözlerle beni izliyorsun. Ya bu sözleri ilk kez duyar gibisin ya da bu sözleri benim gibi basit, sıradan bir kadıncağızın ağzından duymak seni şaşırttı. Olsun. Beni anlamasan da, beni ciddîye almasan da, beni duy. Belki bir gün duyduklarını hatırlar, hatırladıklarınla alışveriş eder ve senden sonra gelecek kuşaklara da bunları aktarırsın. Hepsinden önemlisi evlâdım, şâyet bir gün, sözlerin nakledicisi olmaktan bir adım öteye geçebilirsen, yâni; mânâ avcısı olabilmek yolunda gayret sarfetmeye başlarsan, o zaman kendini, kendi nefsinden ve sinsi-âşikâr türlü türlü nefislerin elinde oyuncak olmaktan kurtarırsın. Sen kurtulursan emin ol o, bu, şu da kurtulur. Onlar kurtulursa, toplum kurtulur. Toplum kurtulursa, insanlık kurtulur ve yalnız ve yalnız Allah’a kulluk edebilmenin coşkusu, zevki, huzûru, mutluğu yaşanır. Gayret senden, himmet Allah’tandır.” Hatîce Hanım söyleyeceğini söyledi, bu gün için unutulamaya yüz tutmuş bir îman zevkini, kültür mîrâsını paylaştı, ramazân-ı şerîf aşkını ve bu aşkın önemini, sorumluluğunu hatırlatıp, bir bardak çayımı içti ve gitti. Ben ise “Ne yapsam ne etsem, beni yanlış anlamalarına sebep olmadan, nasıl olur da Hatîce Hanım’ın tattırdığı ramazan zevkini başkalarıyla da paylaşsam?” deyip durdum. En sonunda bana “Yobaz!?” derler diye, sustum oturdum. Fakat ramazan geldi. Sahurlara kalkıldı, niyetler edildi, oruçlar tutuldu, mukābele başladı, terâvihe 1 Sad sûresi, 29. âyet. Merhaba - Sonbahar 2008 / 19 gidildi. Attığım her adımda Hatîce Hanım’ın sözleri gönlümde, zihnimde dolandı durdu. Bir süre sonra onun bu sözleri gönlüme, zihnime sığmaz oldu ve eşimle dostumla “Ramazanın mânâsı ne ola ki?” diye konuşurken kendimi buldum. Bu hâlim zaman zaman kurumdaki çocuklara, hatta Hatîce Hanım’ın haylazına bile yansıdı. Çevremde “Nerede o eski ramazanlar?” diyenler de Hatîce Hanım’ın anlattıklarını paylaştıkça pek kalmadı. Meğer ramazanı ramazan kılan insanın kendisiymiş, mânâ ile haşır neşir oldukça ramazan güzelliklerle, huzurla, mutlulukla, hatta eğlenceyle dolup taşarmış. Neyse... Geçen zamâna yazık ama, zarârın neresinden -bir zerre boyu da- dönülse kârdır... Gāliba hayâtımın en güzel ramazanını geçiriyorum. Teşekkür ederim Hatîce Hanım. 20 / Merhaba - Sonbahar 2008 SON OSMANLI; “BANDIRMALI TATLICI ALİ AMCA” Murat OKTAY [email protected] Konuşması boyunca Süheyl Ünver’den, Neyzen Tevfik’ten, Necmeddin Okyay, Fuat Köprülü, Şemseddin Günaltay, İbnül Emin, Necip Fâzıl, Rıza Tevfik, Hasan Basri Çantay’dan bahseden Ali Öztaylan, yâni “Bandırmalı Ali Amca”, veyâhut nâm-ı diğer “Tatlıcı Ali Efendi”: “Gönülle yapılan işlerde feyz vardır. İhlâsın verdiği huzûru hiçbir şeyde bulamazsınız... İnsana şahsiyet veren İslâmiyet’tir... Türk’ün dînini alırsanız Hülâgû askerinden beter olur... Allah’tan korkmayana kānun ne yapabilir? Aradığın şey yaban yerde biten yemiş değildir...” diyor. İsmini ilk kez bir başka güzel insandan, Orhan Seyfi Yücetürk’ün ağzından işitmiştik ilk olarak. Hakkında anlatılanlar bizi o kadar büyülemişti ki, kendimizi, henüz yirmili yaşların başındayken beş gönül dostu arkadaşımla berâber Bandırma’ya gidip Ali Amca’yı ziyâret etmekten alıkoyamamıştık. Kendisini evinin salonunda beklerken kızının yardımıyla içeri girdi. Her şeyinden çok etkilenmiştik. Yüzünden, ellerinden, sesinden, o eşsiz üslûbuyla anlattıklarından. Bizlere pek çok insanı fazlasıyla şaşırtacak, belki de kabullenilemeyecek kadar zengin bir hoşgörü ve merhametten bahsetmişti. Bunları anlatırken öğüt vermemiş, kendi hayâtından kıssalarla aktarmıştı. Sonra aradan yıllar geçti, şimdi ismini ne zaman duysak hep içimiz titrer. Son olarak 2008 senesi içerisinde bir iş münâsebetiyle gitmiştim Bandırma’ya. Ne yalan söyleyeyim giderken de gelirken de Ali Amca’dan başka bir şey yoktu aklımda. İşlerim biter bitmez randevu alıp evinde buldum kendimi. “Efendim” ile başlayan, “Öyle değil mi efendim?” ile biten o eşsiz sohbetinin arasında, ziyârete berâber gittiğimiz arkadaşları tek tek süzdükten sonra, bana dönüp “Siz nereden geliyorsunuz evlâdım?” diye sordular. İstanbul’dan geldiğimi ve kendisine İlhan Ayverdi Hanımefendi’nin selâmlarını getirdiğimi söylediğimde, o ana kadar hayâtımda hiç görmediğim bir selâm alma şekline şâhit oldum. İlhan Hanım’ın ismini duyar duymaz, bütün fiziksel rahatsızlıklarına rağmen, olduğu yerden ayağa kalktılar ve gözyaşları içerisinde, “Ben bu selâmı oturarak alamam Merhaba - Sonbahar 2008 / 21 efendim!” dediler. O an her şey, herkes susmuştu, sâdece Ali Amca, ağlama sesi ve gözyaşları vardı. Hepimiz donakalmıştık. Böylesine bir nezâketin ve edebin karşısında ne yapılabileceğini bilmeden kıvrandık. Ziyâretimizin sonuna doğru kendisine Vakfımız tarafından yayımlanan “Türkçe Sözlük”ten hediye ettim. İlhan Hanım’ın hazırladığı lugatın muhtasarı olduğunu söylediğimde yine tüm gücünü kullanarak ve gözyaşları içerisinde ayağa kalktılar ve “Bu eseri oturarak nasıl alırım?” dediler. O anda kimse orada değildi, kimse Bandırma’da ya da bu dünyâda değildi. Herkes kendi hayat muhasebesi içerisinde, kendi içine doğru derin bir yola çıkmıştı. Herkes donuk bakıyor, az önce gözleri ile gördükleri, belki hayatları boyunca bir daha göremeyecekleri bir edeb dersinin yorgunluğunu taşıyordu. Kısa bir süre sonra yanından, akşamüstü de Bandırma’dan ayrıldık. Ali Amca’yı anlamak da anlatmak da şüphesiz bana düşmez, bundan edeb ederim. Cenâzesinde Tuğrul İnançer Bey’in buyurdukları gibi, “Ali Amca’ya, haklarınızı helâl ediyor musunuz diye sorulmaz, Ali Amca inşaallah bize hakkını helâl etmiştir diye dua edilir. Ali Bey’i nasıl bilirdiniz diye sorulmaz, O’nun iyi bildiklerinden oluruz inşaallah diye niyazda bulunulur.” ifâdesi zâten çok şeyi anlatıyor aslında. 22 / Merhaba - Sonbahar 2008 DAVULCU... DAVULCU... Dr. Işıl İlknur SERT [email protected] Ramazan ayı ile ilgili üzerinde yeterince düşünmediğimiz ya da hayâtımızın bir parçası hâline getirip onunla berâber yaşayıp gittiğimiz ne kadar çok mefhum var değil mi? Başka milletlerde olmayan, bize özgü, hatta atalarımızdan mîras kalıp özenle korumaya çalıştığımız bir o kadar da an’anemiz bulunmakta. İlber Ortaylı bir yazısında: “An’ane baldan tatlıdır. Abartıldıkça abartılır. Ama ister eski zamanlarda olsun ister günümüzde Türk İslâmı’nın farklı yönlerinden biri de Ramazan âdetleridir.”1 diyerek, Türk milletinin bu yönüne dikkat çekmiş. Diş kirâsı, Direklerarası, Mahyalar, Güllaç akla gelen ilk Türkİslâm Ramazan motifleri… Bunların arasında biri var ki, devam edip etmemesi konusunda her yıl çeşitli sıkıntılar yaşanıyor. Karşıt görüşlere rağmen ramazan davulcuları, yüzyıllardır Türk ramazanlarında sahuru müjdeleyen bir âdetin devâmı olarak hâlâ yaşatılıyor. Gerçi günümüzün davulcuları biraz farklı. Onlar kartvizit dağıtmak, bahşişi sahte davulculara kaptırmamak için uğraşan modern zaman davulcularına dönüşmüşler. Yine de davulculuğu o saf hâliyle ele alsak çok safdillik etmiş olmayız, değil mi? Osmanlı’da ramazan davulu sâdece sahurda değil, ramazan hilâli görününce de çalınırmış. Hâlit Fahri Ozansoy’un satırlarına göre: “Şeyhülislâm kapısında, İstanbul kadısının önünde, yüksek bir yerden yâhut bir minâreden ilk defa hilâli gören bir gözcü, bu gözlemini iki şâhit önünde ispat eder, ondan sonra ramazan îlân olunurdu. Mahalleler davul sesiyle çınlayınca, “rü’yet-i hilâl” deyimi ile ayın görünmüş olduğu îlân edilirdi. Davula inen her tokmakla evlerin kapıları açılır, her yaştan çocuklar davulcunun peşine takılırdı.”2 1 İlber Ortaylı, “Eski ve Yeni Ramazanlar” Milliyet, 8.10.2006, Çevrimiçi (http://www.milliyet.com.tr/2006/10/08/pazar/yazortay.html) 2 Hâlit Fahri Ozansoy, Eski İstanbul Ramazanları, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1968, s. 8-9. Merhaba - Sonbahar 2008 / 23 Bu yıl Edirne’de sahur vaktini müzisyen davulcular haber verecek. İzmir’de, güzel ve tatlı ritimlere mâniler de eşlik edecek. Adıyaman’da, geçmiş yıllarda davulcular Adıyaman Kalesi’nde toplanıp sokaklara dağılır, sahur için mahalleliyi uyandırırmış. Davul çalan ekipler, kentin önemli meydan ve kavşaklarında karşılaştıklarında ise kahvehânelerden ya da akşam gezmesinden dönen vatandaşlara halay çektirir, şenliğe dönüşen bir kutlama yapılırmış. Adıyaman’da bu yıl böylesi şenlikler olacak mı bilemiyoruz, ancak davulcular bölgelerinde sahur vaktini haber vermeye devam edecekler. Bu arada davulcu seçimiyle ilgili ilginç uygulamalar da var. Davulcular Erzurum ve Kars’ta kur’a ile belirlenecek, Ardahan ve Erzincan’da belediye tarafından seçilecek. Aksaray ilinde sertifikalı davulcular görev yapacak. Türkiye’nin dört yanına davulcu ihraç etmesiyle ünlü Nurdağı ilçesi de bu görevini yerine getirmeyi sürdürecek. Bursa’da önceki yıllarda kimin hangi mahallede çalacağının Kızılay tarafından yapılan ihâleyle âdil bir şekilde belirlenip, ihâlelerde verilen paraların da fakir, ihtiyaç sâhibi vatandaşlar için kullanıldığı biliniyor. Bugün de böyle olması isteniyor ama uygulama, genelde kimin davulcu olacağına mahalle muhtarının karar vermesi şeklinde yapılmakta. Ne yazık ki bu geleneğimizi sömürenlerin ortaya çıkardığı olumsuz şartlar ve vatandaşlardan gelen belki de kimi haklı şikâyetler nedeniyle Adana, Trabzon, Bingöl, Tunceli ve Muş gibi bazı illerde Ramazan ayında davul çalınmaması kararı alındı.1 Bu ramazanda İstanbul’daki davul yasağı ise şimdilik sâdece Bakırköy Kaymakamlığı tarafından konuldu. Geleneklerinin ardında yatan inceliği bilmeyen, hatta bu geleneği yaşatma vazîfesi verilmiş insanların bile farkına varmadığı o naifliği yakalayamamak yüzünden, nice geleneğimiz uçup gidiyor. Ramazan davulu yerine cep telefonu alarmı sesleriyle uyanmış olsak da kulağımız hiç mi davul sesi aramıyor mahallemizde? Bir de o davul sesine mâniler eklense ne iyi olacak. Ama o naifliği, mânilerdeki o hoş üslûbu bilen davulcuyu bulmak mümkün mü? Biz yine de kartvizitli davulcularımıza şükredip onların bir de özgeçmiş dağıtmadıklarına sevinelim! 1 “Davulcular Ramazan Mesaisine Başladı” Star, 27 Ağustos 2008, Çevrimiçi (http://www.stargazete.com/guncel/davulcular-ramazan-mesaisine-basladi-123658.htm) 24 / Merhaba - Sonbahar 2008 Mâni demişken, bilinenlerinin dışında, Adana’dan derlenmiş ve kaynak kişileri de belli olan birkaçını yazıverelim1: “Oruç tutmak izzettir / Bilene bir lezzettir / On bir ayın sultânı / Müminlere rahmettir.” –Kaynak kişi: Melihe Yücel, Ceyhan -Toktamış köyü, Adana. “İşte geldi Ramazan / Evlere şenlik getirdi / Haydi beyler bayanlar / Şimdi kalkın sahura.” Kaynak kişi: Zuhal Köprek, Düziçi, Adana. “Davulumun ipi koptu / Çocuklar neden korktu / Şu sokaktan geçerken / Burnuma börek koktu.” Kaynak kişi: Zeynep Avcıoğlu, Adana. “Geceleri kalkarız / Oruçları tutarız / Zemzem olup akarız / Ramazanda Ramazanda.” Kaynak kişi: Kenan Şahbaz. Ramazan ile ilgili o kadar mefhum varken ramazan davulcusu üzerine düşünmemi sağlayan kaynak kişi ise, onun gözüyle hayâtı yeniden yeniden keşfettiğim 3 yaşındaki oğlumdur. Uyku saati konusunda oldukça(!) esnek olan oğlumun, geçen ramazanda, mahallemizden geçen davulcunun sesini duyup ne olduğunu sorması, anneannesiyle bir davulcu ninnisi tutturmaları nedeniyle, davulcu mefhumu bizim için değişik anlamlar yüklendi. Son bir yıldır söylediğimiz “davulcu” ninnimizle, davulculuk işine yeni bir bakış açısı getirip, modern zamanların yeni ramazanına merhaba diyoruz oğlumla: “Davulcu… Davulcu… / Oyuncak getir davulcu / Kamyonlar, otobüsler, / Tren getir davulcu / Kocaman kepçeyi unutma!” Keşke davulcular, yüklü bahşişleri düşünmenin yanında, yüklendikleri “atalar emâneti”nin farkında olsalar… Keşke hepimiz de kendimize göre ağırlığı olan sorumluluklarımızın yanında bu tür emânetlerin farkında olsak… 1 Erman Artun, “Adana’da Mani Söyleme Geleneği”, Çukurova Üniversitesi Türkoloji Araştırmaları Merkezi Makaleleri, 27 Nisan 2006, Çevrimiçi (http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/artun_adana_mani.pdf) Merhaba - Sonbahar 2008 / 25 ÇEKİM YASASI Gülniyaz TAHRALI [email protected] Olumlu düşüncenin insanı hedeflerine ulaştırmadaki ve genel hayâtı üzerindeki etkisi, bütün dünyâca kabul edilmiş bir gerçek. Günümüzde de özellikle Batı/Amerikan kaynaklı olup “kişisel gelişim” ve “-mutlu yaşam-” rehberliği yapan kitap ve makāleler, TV programları vs., hep olumlu düşünmeyi ve “kendinize inanmayı” öğütler. Düşüncelerin olumlu ya da olumsuzluğunu, hayat üzerinde etkili olduğunu söylemekten biraz daha öteye götürerek, düşünüş tarzının getirdiği sonuçları otomatik işleyen bir “yasa” olarak kabul eden bir akım, dünyâda çok uzun süredir popülerliğini koruyor: Bu yasa, “Sır” (The Secret) ismiyle tanıtılan “Çekim Yasası” (Law of attraction). Çekim yasası, şöyle tanımlanıyor:1 “Hepimiz tek bir sonsuz güçle çalışıyoruz. Hepimiz aynı şekilde yolumuzu buluyoruz. Bu çekim yasasıdır: Başınıza gelen her şeyi siz hayâtınıza çekiyorsunuz. Ve hepsi zihninizde tuttuğunuz sûretlerden dolayı size geliyor; bu düşüncelerinizdir. Ne düşünürseniz onu kendinize çekersiniz… Bu prensip basitçe şöyle açıklanabilir: Düşünceler, nesnelere dönüşür.” Oldukça ilgi çekici olan bu sözlerin özelliği belki de çok yabancı gelmemesinden, ama bu tanışıklığın başka kelimelerle ifâde edilişinden geliyor. Çekim yasası korktuğunuz şeylere odaklanmaktan çok, olmasını istediğiniz şeylere odaklanmayı öğütlüyor. Çünkü çekim yasasına göre neye odaklanırsanız, başınıza gelecek olan odur. “Siz bir mıknatıssınız. Düşünceleri, insanları, olayları, hayatları kendinize çekersiniz.” Çekim yasası akımı temelini bu düşünce üzerine kuruyor ve işleyişine ilişkin yaşanmış hayatlardan örnekler veriyor. Verdikleri öğütler içinde şükretmek de var: “Şükredin, çünkü bu size daha fazlasını getirecektir. Sâhip olmadığınız 1 Alıntılar “The Secret” adlı filmde geçen ve bu akıma inanarak anlatan çeşitli kimselerin cümlelerinden yapılmıştır. 26 / Merhaba - Sonbahar 2008 şeyleri düşünüp durarak ve bundan yakınarak durumu değiştiremezsiniz. Ancak sâhip olduklarınızın değerini iyi bilirseniz daha fazlasını hayâtınıza çekersiniz.” Tüm bunlar anlatılırken bir şey dikkatinizi çekiyor. İstediklerinizi gerçekleştirmek için çekim yasasını kullanmayı iyi bilmenin öneminden bahsediliyor. İşte bu noktada bir şeylerin eksikliğini hissediyorsunuz. Bir anlayışı hayâtınıza taşımanız istenirken, sanki bir ürünün “pazarlandığı” hissine kapılıyorsunuz. İçeriğinde her ne kadar felsefî yoğunluk yakalanabilse de kullanmak, sâhip olmak-olmamak gibi kelimelerin yoğun kullanımıyla çerçevenin biraz darlaştığını hissediyorsunuz: “Eğer onun ne olduğunu bilirseniz size her şeyi verir: Mutluluk, sağlık, servet… Neyi seçersek ona sâhip olabiliriz; ne kadar büyük olduğu fark etmez… Yeter ki sırrı nasıl kullanmanız gerektiğini bilin.” Bu tarzı özellikle “paranın sırrı”yla ilgili anlatılanlarda hissediyorsunuz: “Çekim yasası doğru kullanırsanız size istediğiniz kadar para getirir. İstediğiniz miktar üzerine odaklanın ve inanın. Hemen olmasa da olaylar zinciri size sonunda onu elde ettirecektir. Evren bir katalogdur. Para da o katalog içinden seçtiğiniz şeylerden biri olabilir.” Önemli bir nokta da isteğinizi “evrenin” gerçekleştirecek olması: “Beklediğinizde, evrenin size getirdiklerine hayran kalacaksınız!” Ürünü satan taraf ondan memnun kalmanızı garanti eder gibi! Çekim yasasının anlatılış tarzı biraz bu etkiyi yaratırken, diğer öğütleriyle yine birkaç doğruyu yakaladığını hissediyorsunuz: Hasta bir insan için iyileşme inancının ve kendini iyi kabul etmenin, yaşanmış örnekleri veriliyor. Dünyada sürüp giden kötülükler karşısında da güzel bir yaklaşım öneriyor. “Savaş karşıtıysanız, savaş karşıtı eyleme katılmak yerine barış için çalışın. Açlığı yok etmek istiyorsanız, insanların daha çok yiyecek bulmasına çalışın… Bir felâketten ne kadar çok bahsederseniz, ondan o kadar çok yaratırsınız.” Çekim yasası, sonlara doğru anlayışını şu noktaya vardırıyor (aslında anlayışını bu noktadan hareketle ortaya koyuyor): “Dünyâda herkes aynı enerji kaynağına bağlıdır. Siz bir enerji kaynağının uzantısısınız. Bedenleriniz, sizi çoğunlukla gerçekte ne olduğunuzdan uzakta tutar. Siz sonsuz varlıklarsınız. Siz Tanrı’nın gücüsünüz. Tanrı’ya ne diyorsanız siz Merhaba - Sonbahar 2008 / 27 osunuz. Diyebiliriz ki bizler Tanrı’nın hayâli ve sûretiyiz… Her “değilim” bir yaratımdır. Değilim diyerek olmasını istediğiniz şeye mâni olursunuz.” Bu son sözlerle tassavufun mesajına yaklaşıyor gibi görünmekle birlikte çekim yasasının tasavvufla ya da İslam anlayışıyla bütünüyle aynı şeyi anlattığını ve aynı tadı verdiğini söylemek gerçekten zor. Çekim yasası, en baştan size “Her şey istediğiniz gibi olacak.” vaadini vermektedir. Gerçekten istediğiniz şeyin olmama ihtimâli yoktur. Olmadığı zamanlar için yapılan açıklama ise net değildir. “İsteğinizle aynı hatta olmalısınız.” Oysa ki Hz. Ali “Ben Allah’ı isteklerimin olmamasıyla bildim.” der. Bu ne kadar farklı ve bir o kadar da vurucu, bambaşka bir anlayıştır. Hz. Ali dünyânın “sırr”ını şüphesiz bilen büyük bir ulu kimse olarak niye bize “İste ve olsun.” dememiştir? Halbuki çekim yasası bütün dinlerin, bütün ulu kimse ve âlimlerin bu sırrı bildiklerini söylemektedir. Yine çekim yasası diyor ki: “Bir sınır var mı? Kesinlikle yok. Bizler sınırlandırılmamış varlıklarız. Yetenek, güç ve kapasitede bir tavanımız yok… Görevinizi kendiniz belirlersiniz. Hayâtınız kendi yarattığınız gibi olur… Siz muhteşem bir yaratıcısınız.” Tasavvuf da insanın Allah’tan bir parça olduğunu, O’nun yeryüzündeki sûretleri içinde en mükemmeli olduğunu anlatır. Ama bu, insanın içinde sınırlandırılmamış bir güce mi işâret eder? Kâmil insan beşerlikten sıyrılarak Allah’tan geleni âşikâr eder, çünkü insan olmanın sırrına ulaşmıştır. Ancak yine de “Bendelikten aldığım zevki efendilikte bulamadım.” demektedir. Gerçek şu ki, materyalist dünya üç beş yılda bir, birbirine benzer bu tip akımlara kapılmakta ve iç huzûrunu bulmak için yoğun bir çaba göstermektedir. Din dışı olan, ama dîne yakın çözümler üretmeye çalışan, yarı doğru yarı yanlış, biraz da akıl karıştırıcı ve oyalayıcı bu çözümler içinde bâzen kayda değer cümleler yakalanıyor. Daha güzelini, daha derinini, taklidini değil de aslını duyanlar çok şanslıdır. Ama bunun mesûliyeti de çok çok daha fazladır. 28 / Merhaba - Sonbahar 2008 TESÂDÜF... Semânur ALTUĞ FAYDA [email protected] Sinirli bir ifâde ile trenden inerken arkasına adeta tiksinerek baktı. Doktordu, her gün bin çeşit insanla karşılaşıyordu ama bir parfüm süremeyen bu örümcek kafalıları anlayamadan ölecekti. İçinden “Mâdem terliyorsun bâri her gün banyo yap be adam!” diye geçirdi. Arabası da bozulacak zaman bulmuştu hani... Hastahâneye yakın diye ilk defa demiryolunu tercih etmişti ama bu kesinlikle son olacaktı. Öyle ya, onun gibi modern, akıllı, şık, bakımlı, aydın, mükemmel bir kadının avamın ta göbeğinde ne işi vardı ki? Derin derin nefes alarak sâkinleşmeye çalıştı. Hastahânenin kapısından girerken, çürük dişlerini gösteren bir gülümsemeyle: — Günaydın Leyla Hocam! diyen Ökkeş Efendi’ye rastladı. Zoraki ve belli belirsiz bir tebessümle başını sallarken “yılışık herif” diye geçirdi içinden, zâten kendinden başka kimseyi beğendiği pek nâdirdi. Kantinden bir poğaça alarak odasına yöneldi. Ne çok hasta vardı bugün yine... Bütün gün otomatik bir şekilde onları muayene etti. Mesâi bittiğinde de çok yorgun hissediyordu. Hemen bir taksi çevirip arka koltuğa kuruldu. Dikiz aynasından soru işâreti bakışı atan şoföre: — Göztepe’ye... dedikten sonra gözlerini yumdu. Az ilerlemişlerdi ki ani bir fren ile afallayarak uyuklamasına cebren son verdi. — Neden durduk? — Ne bileyim abla, adam önüme atladı. İkisi de ne olduğunu anlayamadan arabaya bir adam bindi. Leyla şaşkınlıkla karışık bir öfkeyle: — Ne yapıyorsun kardeşim? Görmüyor musun araba dolu! diye çıkıştı. Adamcağız büzülerek: — Biliyorum hanımefendi, ama çok âcil bir durum söz konusu... Kaç dakîkadır geçen ilk taksi bu... diyecek oldu. Merhaba - Sonbahar 2008 / 29 — Olabilir ama dolu bir taksi. Siz bir sonrakini beklemek zorundasınız. Biz normal ve medenî insanlar genelde böyle yaparız, cevâbıyla iyice ezildi. Ama arabadan da inmiyordu ve taksici ne yapacağını şaşırıp kalmıştı. Derken, arkadaki arabanın kornası tartışmayı bölmüştü ki, sonradan binen adam şoföre eliyle ilerle işâreti yaptı. Hareket ettikleri sırada Leyla iyice delirerek bağırdı: — Arabadan iner misiniz? İyice dağbaşına benzedi bu şehir! Hatta daha kötü, en azından dağbaşında karşıma neler çıkabileceğini tahmin edebilirim. — Hanımefendi, haklısınız ama ağabeyim şu anda kalp krizi geçiriyor ve koşarak yetişmem mümkün değil! Doktor hanım bir süre donakaldıktan sonra patron edâsıyla taksiciye seslendi: — Beyefendiyi istediği yere bırakalım. — Herhalde bırakacağız abla, taş değiliz yani îcâbında... Nereye kardeş? — Göztepe Câmii’ne... Leyla, kendince haklıyken haksız duruma düştüğü, üstelik bir taksi şoförü tarafından da neredeyse azarlandığı için yardım teklif edip etmeme konusunda epey düşündü. Durup dururken huzûrunu bozduğu için adama karşı garip bir kin duymuştu. Câmiye vardıklarında, adam taksimetrede yazanın hayli üstünde bir parayı şoföre uzatarak Leyla’ya döndü: — Çok teşekkür ederim hanımefendi, yolunuzdan alıkoyduğum için üzgünüm. Leyla kısa bir tereddütten sonra kapıyı açarak adamla berâber arabadan indi. Doktorluğu mu ağır bastı, yoksa taksicinin muhtemel yorumlarını mı dinlemek istemedi bilmiyordu. Karşısındaki soru işâreti dolu gözlere bakarak: — Ben doktorum, sizinle geliyorum, dedi. Ne de güzel gözleri vardı adamın... — Kaç yaşında ağabeyiniz? — Kırk sekiz. — Bilinen bir kalp rahatsızlığı var mıydı? 30 / Merhaba - Sonbahar 2008 — Evet. — Kriz olduğunu nereden biliyorsunuz? — Daha önce de geçirmişti. — Dil altı hapı taşır mı? — Her zaman. — Size kim haber verdi? — Hissettim. Bu son cevap doktoru biraz yavaşlattı: — Ne demek o? “Hissettim”? — Daha önceki krizinde de böyle olmuştu. Gözümün önüne hayâli geldi. Anlatılabilecek bir şey değil. Leyla afalladı ve iyice yavaşladı: — Ne yani, bir his üzerine mi deli gibi atlayıp arabama bindiniz? Durup geri dönmek üzereyken adam elinden tutarak çekti; — Lütfen, doktor hanım! Normal şartlar altında elini çekmekle kalmaz, okkalı bir de tokat atardı ama yapamadı. İtaat ederek onunla birlikte câminin yanındaki dâireye koştu. Kapıyı kırarak içeri girdiklerinde yerde yatan bir adam, birkaç metre ilerisinde de hapları gördü. Hemen koşarak nabzına baktı. Ölmüştü. Üzgün bir sesle: — Geç kalmışız. Sanırım haplarını düşürmüş ve alamamış, başınız sağolsun, dedi ve hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaştı: — Hayır, tekrar bakın. Yaşıyor! İşine karışılmasından hiç hoşlanmazdı ama insanlar çok üzüldüklerinde saçmalardı böyle... Hoş karşıladı ve gönlü olsun diye hastanın nabzına tekrar baktı. Gerçekten de yaşıyordu. Panik hâlinde ilk müdâhalelerini yaptı ve ambulans çağırdılar. Adam teşekkür edip bir taksi çevirdi ama Leyla ambulansa binmeyi tercih etmişti. Doğrusu “hissederek” ağabeyini kurtaran bu adam, onda merak ve hayranlıkla karışık bir kaygı uyandırmıştı. Oldum olası şüpheci bir karakteri vardı; Merhaba - Sonbahar 2008 / 31 hani ağabey ölmüş olsa aklına ilk olarak “Ne mâlûm bunun öldürüp suçsuz görünmek için böyle bir mizansen tezgâhlamadığı?” fikri gelirdi. Ama bu durum karşısında hiçbir senaryo üretememiş, iyiden iyiye meraklanmıştı. — Ben de sizinle geleyim, belki bir yardımım dokunur. Ambulanstaki doktora kısa bir bilgi verdikten sonra, sırf sessizliği bozmak için sordu: — Geçmiş olsun, isminiz neydi? — Ali. — Biliyor musunuz Ali Bey, ilk defa canlı birinin nabzını alamadım, nasıl olur anlayamıyorum. — Hiç hata yapmaz mısınız? — Hiç. Ali acıyan bir gülümseme ile baktı. Ne kadar da anlamlı bakışları vardı adamın... — Bugün hata yapmanız çok iyi oldu o zaman. Ne de olsa insanı doğruluğa en çok yaklaştıran şey, hata yapmak ve bunu kabul etmektir. “Ukalâ!” diye düşündü Leyla, “Kesin felsefe hocası falandır bu, metafizik ekollerle de kafayı bozduysa, telepati benzeri bir şeyler çalışıyor olabilir. Nasıl başardı acaba?” Kısa süren sessizliği bu kez Ali bozdu: — Birbirini çok seven insanlar arasında görünmez telefon kabloları vardır. Birindeki titreşim diğerine de ulaşır, bilir misiniz? Hayır, bilmiyordu. Zâten gerçek anlamda kendisinden başka hiç kimseyi sevmemişti. Ama onun sevgisine lâyık birine rastlamamış olması da onun kabahati değildi ya! Mükemmellik zordu, berâberinde yalnızlık getiriyordu. Diyecek bir şey bulamadı: — Ne güzel! Bu sırada hastahâneye gelmişlerdi. Leyla artık tez tarafından olayı çözüp evine gitmek istiyordu. Ağabeyini seviyormuş, hastalandığını hissetmiş. Peki öyle olsun ama ölmediğini nasıl anlamıştı? Bunu muhakkak öğrenmesi lâzımdı. “Ali 32 / Merhaba - Sonbahar 2008 Bey tekniği” uygulayarak tekrar hata yapmaktan kurtulabilirdi. Hastayı yoğun bakıma kaldırdılar. Kapının önünde nasıl söze gireceğini düşünürken Ali: — Çok zahmet verdim Leyla Hanım, sizi daha fazla meşgul etmek istemem. Evinize bırakayım diyeceğim fakat buradan da ayrılmak istemiyorum, dedi. İsmini nereden biliyordu? Ya bu adamın doğaüstü güçleri varsa? Öyleyse tıp dünyâsında yankı uyandıracak bir vaka ile karşı karşıya olabilirdi. Yayımlardı, ondan sonra gelsin dünya çapında şöhret... — İsmimi nereden bildiniz? diye sordu şaşkınlıkla. Tıpkı ağabeyinizin ölmediğini bildiğiniz gibi... — Yaka kartınız boynunuzda asılı kalmış. — Öyle ya, tabiî... dedi kızararak. Hiç bu kadar utanmamıştı. Şu ölüm meselesine dönemedi bir daha, tokalaşmak üzere elini uzattı: — Umarım hastanız iyileşir. — Çok teşekkür ederim, size borcumu ödemek için muhakkak Lâtif Lokantası’na beklerim. Gelirseniz beni çok mutlu edersiniz. Gün ya da kartvizit vermeden lokantaya yapılan dâvetin gayriciddîliği karşısında ister istemez beliren müstehzî bir tebessüm eşliğinde sordu: — Çok sık gidiyorsunuz gāliba, ama orası biraz lükstür. — Öyledir ama şef aşçı olunca indirim yapıyorlar, dedi adam gülerek. Allah Allah, neler oluyordu bugün? Bu kadar çok ve sık bozulduğu pek nâdirdi, hatta belki de hiç olmamıştı. O kuvvetli önsezilerinin tamamı yanlış çıkmıştı. Hani felsefe hocasıydı bu adam? Basbayağı bir aşçıymış işte... — O zaman olur, gelmeye çalışırım, dedi kekeleyerek, ve arkasına bile bakmadan uzaklaştı. Aradan aylar geçti. Leyla, hoşuna gitmeyen her durumda yaptığı gibi, bu olayı çoktan unutmuştu. O gün hava arabaya binilemeyecek kadar güzeldi. Evine doğru yürürken câminin önünden geçti ve kalp krizi geçiren adamı hatırladı. Ne olmuştu acaba? Ürkek ürkek içeri girdi. En son bir câmiye gittiğinde, cemaatten işgüzar bir teyze tarafından arkadaşı ile konuştuğu için azarlanmış ve bir daha da Merhaba - Sonbahar 2008 / 33 ayağını atmamıştı. Yandaki küçük dâireye yöneldi ve kısa bir tereddütten sonra elini gevşek bir yumruk yaparak sert tahtaya iki kez vurdu. Tak tak... Kapıyı son derece sempatik, güleryüzlü ve şık bir adam açmıştı. Ali Bey’in ağabeyi... — Buyurun? — Eee... Merhaba... Ben... Bir süre önce bir kriz geçirmiştiniz, kardeşinizin tesâdüfen yanındaydım da... Buradan geçerken merak ettim. Hatırınızı sormak için... — Ooo... Leyla Hanım, hoşgeldiniz. Kardeşim bahsetti, hayâtımı kurtarmışsınız. Ama adresinizi almamış kerata, gelip teşekkür edemedim size. Lokantaya gelecek dedi ama hâlâ bekliyor velet... Kafasında bir şeyi kurdu mu muhakkak olacak zanneder. İçeri buyurmaz mısınız? Bir ayran ikram edeyim size. Niyeyse bu daveti geri çeviremedi. Ne kadar da şirin bir adamdı bu! — Çok teşekkür ederim. Câmide mi yaşıyorsunuz siz? — Evet, ben bu câminin imamıyım. Bir çeşit lojman gibi düşünebilirsiniz. — Yalnız mısınız? — Pek sayılmaz, genellikle cemaatten ziyâretime gelirler, sohbet ederiz. Arada Ali de uğrar sağolsun, meselâ birazdan gelecek. Ali Bey’le karşılaşma ihtimâli karşısında birden irkildi. Adam ona hiçbir şey yapmamıştı, bilâkis son derece kibardı ama niyeyse kendini rahatsız hissediyordu. Yanılmış olmaktan nefret ederdi ve bu adam onu fena halde yanılmıştı. Elini çabuk tutup kaçmayı düşündü ve yudumlarını hızlandırdı. — Bakın, susamışsınız. Ne iyi ettiniz de geldiniz, hem Ali de çok sevinecek. Çok iyi çocuktur, çok akıllıdır ama ince detayları önemsemez. Her işi de rast gider ama... Size meşhur yemeğinden ikram etmek istemiş ama ne adres ne telefon... Lokantaya gel dedi ya, muhakkak gelirsiniz diye düşünüyor. Hoş insandır ama farklı bir boyutta yaşıyor işte. — Görüşmeyi çok isterdim ama o kadar uzun kalamam, aslında bir yere yetişmem... 34 / Merhaba - Sonbahar 2008 Cümlesini bile tamamlayamadan kapı vuruldu. İçinden okkalı bir küfür savurdu ama artık çok geçti. Yakalanmıştı bir kere... Ali hüzünlü bir gülümseme ile elini uzattı, tokalaştılar. — Sizi gördüğüme çok sevindim. Yemeğimden yediremedim ama; gelmediniz. — Yaa, meşguldüm biraz... Başka zaman diyelim, şimdi maalesef bir yere yetişmem lâzım. Ağabeyinizi merak etmiştim, sizinle de karşılaşmam hoş bir tesâdüf oldu doğrusu... Ali, nemli gözlerini hissettirmemeye çalışarak: — Gerçekte tesâdüf yoktur, dedi ve ekledi, maalesef bir yere yetişmeniz lâzım... Leyla biraz şaşırdı, hiçbir şey de anlamadı aslında ama sevindi. Yine felsefe yapmaya çalışıyor gāliba diye düşündü. Doğrusu bu kadar kolay kurtulmayı beklemiyordu. İkisiyle de vedâlaşıp yola çıktı. Ali, arkasından bir süre baktıktan sonra başını iki elinin arasına aldı ve koltuğa çöktü. Ağabeyinin: — Ne oldu Ali? Niye gelmiştin bugün? sorusunu duymamış gibiydi. Neden sonra cevapladı: — Bir kez daha görmek istedim, bilmiyorum. — Yardım edemezsin değil mi? Hayır anlamında başını salladı ve daha fazla konuşmadılar. Tam o sıralarda Leyla artık evine yaklaşmıştı. Yayalara yeşil ışık yanıyordu; “Herkes kurallara uysun, bana ne?” der gibi, inadına etrafına bakma gereğini hissetmeden caddede iki adım attı. Derken acı bir fren sesi duyuldu. Leyla, aylar önce Ali beyin zorla bindiği taksideki şoförün panik hâlinde “Ne bileyim kardeşim, kadın önüme atladı.” diyen sesini hayal meyal seçebildi. Duyduğu son ses bu oldu. Sonrasında ise sonsuz bir sessizlik... Merhaba - Sonbahar 2008 / 35 BİLMECE – BULMACA Şeref Naci ENGİN Geçen sayıda ilkini yayınladığımız bulmacamıza gösterdiğiniz ilgi bizi cesâretlendirdi ve Bilmece-Bulmaca’mızı zamânımız, gücümüz elverdiğince devam ettirmeye karar verdik. Bulmacayı hazırlarken yine temel kaynağımız Kubbealtı Lugatı oldu. Bu sayıdaki bulmacamızın da keyifle çözülmesi, güzel şeyler çağrıştırması dileğiyle... 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 Soldan sağa: 1) 1905 Ramazanının 21 Kasım günü İstanbul’da doğan, 1993 Ramazanının 22 Mart günü Hakk’a yürüyen gönül insanı, yol gösterici. 2) Nişasta, yağ ve şekerle yapılan bir tatlı veya un bulamacının ortasına bamya ve et konarak yapılan bir yemek • dînî öğüt, nasîhat • akıl. 3) Azerî kardeşlerimiz turuncu rengi için kullanır • ekin biçme,ürün kaldırma. 4) Kurtulmuş, soyunmuş olan, berî • sır • yavru sâhibi dişi. 5) Geri verme • yaşlılar, yol büyükleri. 6) Sicim • zıt ve aykırı hüküm ifâde eden iki cümleyi birbirine bağlar • belirti, emâret • İng. “gemi 36 / Merhaba - Sonbahar 2008 bordasında teslim” sözünün kısaltılmış şekli. 7) En küçük zaman parçası, lâhza • matematiksel. 8) İnleme, inilti • kip • esinti, rüzgâr. 9) Tarz, üslûp, davranış • tüy, kıl, saç teli • binâların üzerindeki üstü ve etrâfı açık düz yer, taraça. 10) Mahkeme raporunun kısaltılmış sonuç kısmı, sorgu özeti • renksiz, kokusuz, yanıcı bir gaz, hidrokarbon gazı (C2H6). 11) Köpek • isim • harç sürme ve düzeltmede kullanılan âlet • bir şeyin bulunduğu, başladığı veya sona erdiği yeri veya zamânı anlatırken söze mübâlağa katar. 12) Sonuna kadar, sonsuza kadar. 13) “Dil-harâb-ı aşkınam sensin sebeb berbâdıma”, “Çözülme zülfüne ey dil-rübâ dil bağlayanlardan” gibi bestelenmiş şiirleriyle ünlü 19. yy. Dîvan şâirimiz. Yukarıdan aşağıya: 1) Güzel Sanatlar fakültesinin aynı anlama gelen eski adı. 2) Eserin çoğulu • görenek, alışkanlık, huy, tabiat. 3) Devlete âit, devlet malı olan • halk dilinde alev, yalaz • eski dilde bayram. 4) Eflâtun’a göre her varlığın madde ve cisim âleminde görünmesinden önce madde ve duyu ötesindeki aklî ve aslî örneği • yardım, yardım için toplanan para • zambakgiller familyasından, Asya menşeli olduğu sanılan, çok değişik türleri bulunan, mızrak biçiminde uzun yapraklı, çok yıllık soğanlı bir bitki. 5) Vakit, zaman, mevsim • dönme, dönüş, sebep, vâsıta, vesîle. 6) Bir şeyin yan tarafını meydana getiren veya etrâfını çevreleyen iç taraftaki yüzü • Birleşik Krallık • numara’nın kısaltılmışı. 7) Tavana asılan süslü aydınlatma aracı • işâret, alâmet, iz • güvenilir, îtimat edilir. 8) Ey mânâsına • atom numarası 53 olan, tabiatta, deniz suyunda sodyum iyodür durumunda rastlanan, bâzı deniz bitkilerinde çokça biriken, koyu mavimtırak katı bir element • Anadolu’da XIII. yy.’da başlayan ve hızla gelişen, amacı insânî hasletleri geliştirerek cemiyete yayma ve yardımlaşma olan büyük ocağın mensûbu. 9) “Heç bilmirem ne vakıt, harda / Meni menden nece aldın. / Mene menden yakın olup / Meni menden uzak saldın.” gibi lirik şiirlerinin yanısıra, “Dil yoksa millet yoktur. Dilimiz bizim bayrağımız, şerefimizdir. Milletin öz iffeti, öz sîmâsı olmalıdır.” gibi milliyetçi fikirleriyle tanınan, ünlü Azerbaycanlı şâirimizin soyadı • yanardağların püskürttüğü kızgın, ermiş madde. 10) 1910 yılına kadar kullandığımız, güneşin batışında 12’yi göstermek üzere ayarlanmış saat düzeni • bir hükümdârın yönetimi altında bulunan ve vergi veren halk. 11) Harcama, harcanan şeyler • müzikte duraklama zamânı ve bunu gösteren işâretin adı. 12) Allah’a yalvarma, bir şeyin olmasını veya olmamasını isteme • Anonim Ortaklık • pek hayırlı, mutlu anlamında bir erkek ismi. 13) En büyük şehrimiz, Osmanlı Devleti’nin son taht şehri (1453-1922) • tabiî, yapmacıksız. Bulmacanın çözümü son sayfada verilmiştir. Merhaba - Sonbahar 2008 / 37 ŞİİR Kerem ERDEM KAPILAR Açılınca kapıları zamânın Ansızın ışıklardan gölgeler Seçilir mi bahçedeki yüzler Ansızın ışıklardan gölgeler Kalkmış perdeler, binlerce yüz Yüzyıllardan gelen geçen Biz kimiz hangimiz nerdeyiz Sevgililer nerde, biz nerdeyiz Ufukta parlayan ne Sen nerde ben nerde biz nerdeyiz Biz kimdik şimdi biz kimiz… 38 / Merhaba - Sonbahar 2008 HALEP Dr. Gülberk BİLECİK [email protected] Halep şehri beni biraz şaşırttı desem, yalan olmaz. Kafamdaki Halep’le gördüğüm Halep bambaşka idi. Ben hurma ağaçlarıyla dolu, yeşillikler içinde sâkin ve küçük bir Arap şehri düşünürken, karşılaştığım manzara bunun tam aksi oldu. Çünkü Halep oldukça kalabalık, bol gürültülü, hemen her tarafı sarı renkte taş binalarla dolu kocaman bir şehirdi. İlk şoku atlatıp etrâfıma bakmaya başladığım zaman hayal kırıklığımın yerini şaşkınlık almaya başladı. Adlarını derslerde duyduğum, haklarında birçok kitap okuduğum, görüntülerini eski dialardan hatırladığım eserler yanıbaşımdaydı. İşte o andan îtibâren bu koca şehrin gürültüsü de, kalabalığı da ve maalesef pisliği de benim için ikinci planda kaldı. * * * Halep Şam’dan sonra Suriye’nin ikinci büyük şehri. Târihî çok eskilere dayanıyor. Buradaki eserlerin çoğu on birinci yüzyıldan îtibâren Suriye topraklarında hüküm sürmüş Büyük Selçuklular’a, Zengiler’e ve Eyyûbîler’e âit. Şehrin görülmeye değer yerlerinden ilki, kalesi. Yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş olan kale, muazzam ölçülere sâhip. Şehrin hemen her yerinden görülebiliyor. Neredeyse iki üç mahalleyi içine alabilecek büyüklükte. Şehirden etrâfını çevreleyen derin bir hendekle ayrılmış. Kaleye epeyce uzun ve dik basamaklardan oluşan dar bir yol vâsıtasıyla ulaşabiliyorsunuz. İçinde bir saray, câmiler, medreseler, hamamlar ve kasırlar var. Buradan eğer kum fırtınasına yakalanmazsanız -ki biz yakalandık- bütün şehri kuşbakışı görebilmeniz mümkün. Kaleden ayrılıp şehirde yürümeye başladığınız andan îtibâren neredeyse adım başı bir târihî eserle karşılaşıyorsunuz. Özellikle Zengiler’den ve Osmanlı dönemlerinden kalma câmiler, medreseler, hanlar, hamamlar, çeşmeler etrâfınızı çevreliyor. Zengi dönemi yapıları oldukça süslü. Osmanlı dönemi eserleri ise sâdelikleri ve azametleriyle kendilerini hemen belli ediyor. Merhaba - Sonbahar 2008 / 39 Eserlerin çoğu oldukça iyi durumda. Harap vaziyette olan veya kaderine terk edilmiş tek bir yapı bile görmeniz pek mümkün değil. Maalesef bizde olmayan eserlerine ve târihine sâhip çıkma fikri, Araplar’da pek yerleşmiş. Hemen her yerde bir restorasyon çalışması görebiliyor, pek çok yapının üzerinde de “Şu târihte restore edildi.” şeklinde bir ibâreyle karşılaşabiliyorsunuz. Şehrin en önemli yapısı Ulu Câmii. Şam’daki Emeviye Câmii’nin küçük bir benzeri. Yapının avlu kapısına yaklaştığınız anda bir görevli yanınıza geliyor ve ayakkabılarınızı çıkartmanız gerektiğini söylüyor. Üzerinize başınız dâhil vücûdunuzun hemen her yerini örtecek şekilde hazırlanmış cüppe tarzı bir kıyâfet giyip (maşlah), yalın ayak avluya giriyorsunuz. Câmi hakîkaten muazzam bir eser ve en ilginç yanı -bence- içerisinde Zekeriya Peygamber’in makam türbesinin bulunması. Benim gibi daha önce hiç peygamber kabri görmemiş biri iseniz, çok değişik duygular yaşıyorsunuz. Şam Emeviye Câmii’nde de Zekeriya Peygamber’in babası Yahyâ Peygamber’in makāmı var. Şehrin en ilginç yerlerinden biri Kapalıçarşı’sı. İstanbul’daki Kapalıçarşı’ya çok benziyor ancak Halep’tekinin sokakları biraz daha dar. Çarşı, alışveriş merkezi olmasının yanı sıra hoş süprizlerle de dolu. Şehrin hem her yerine ulaşabileceğiniz bir labirent gibi. Sıradan bir dükkânın yanındaki kapıdan Ulu Câmii’nin harim kısmına, diğer bir kapıdan bir Rifâî şeyhinin türbesine girebiliyorsunuz. Duvarlarında asılı gürzleri, teberleri, şişleri ve topuzlarıyla bir Rifâî türbesi görmek hakîkaten hoş bir sürprizdi. Çarşının bizimkine benzeyen diğer bir yanı da esnafı. Türk olduğunuzu anladıkları andan îtibâren bağırmaya başlıyorlar. “Ablâ gel ne alırsan bir lira.”, “Çok ucuz çoook, sudan ucuz. Almasan da bak.” Tâ İstanbul’dan gelmişsiniz. Almadan geçmek veya sâdece bakmak olur mu? Tabiî ki olmaz. Zâten bu pek de mümkün değil. Çünkü envâi çeşit ipekli kumaş, takı ve bakır eşya sizleri bekliyor. Para birimleri Suri. Fakat hemen her yerde Türk lirası geçiyor. Sıkı bir pazarlıktan sonra eliniz kolunuz dolu olarak çarşıdan ayrılıyorsunuz. Halep’e gelmişken kalmak istiyorsanız iki seçeneğiniz var. Biri Shareton, El-Emir gibi lüks oteller, diğeri de -ki bence tercih edilmeli- Halep’in konut mîmârîsinin bütün güzelliğini ve özelliğini gözler önüne seren, otel hâline getirilmiş evler. 40 / Merhaba - Sonbahar 2008 Halep’te ne yenir? sorusuna gelince... Et yemekleri ve özellikle kebapları meşhur. Adana, Urfa, patlıcanlı gibi bizdeki envâi çeşit kebap orada da var. Ama özellikle mezeler tercih edilmeli. Çünkü aklınıza gelemeyecek bollukta çeşit çeşit mezeler sizleri bekliyor. Ha, şunu da belirtmeden geçemeyeceğim; Halep’te mümkün oldukça taksilere binilmese iyi olur. Mecbur kalıp da binerseniz, bildiğiniz bütün duâları okuyun, Allah’a emânet deyin ve kelle koltukta bir yolculuk yapmaya hazır olun. Çünkü burada trafik kuralı, ışık, hız sınırı filan gibi gereksiz şeylerin hiçbirisi yok. Zâten kaza yapmamış sağlam bir taksi bulmanız veya görmeniz de pek mümkün değil gibi. * * * Evet.. İşte böyle. Benim için büyük hayal kırıklıklarıyla başlayan Halep seyâhati, burada geçirdiğim bir haftalık süre zarfında hem eğitici bir hâl aldı, hem de eğlenceli ve hoş hâtıralarıyla her zaman hatırlayacağım güzel bir gezi oldu. Eğer sizler de târihe meraklı ve gezmeyi seven kişilerdenseniz Halep’i görmenizi tavsiye edebilirim. Sözlerime îtibar etmiyor musunuz? O zaman diyebileceğim tek bir şey var: O da: “Buyurun. Halep oradaysa, arşın burada…” Merhaba - Sonbahar 2008 / 41 HAYÂTA DÂİR Aliye ALTIN [email protected] Mülâkatta Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar İş arama sürecinde hepimizin muhakkak dâhil olduğu ve en önemli nokta mülâkatlardır. Mülâkat iki yönlü bilgi alışverişidir. Mülâkatı yapan kişi sizi potansiyel bir çalışan olarak görmek ve sizi tanımak için, siz de işi ve tanımını öğrenmek için bilgi alışverişinde bulunursunuz. Bu bilgi alışverişi sırasında bâzen keşke bunu da söyleseydim ya da söylemeseydim diyerek hayıflandığımız konular olmuştur. Bâzen de heyecânımıza yenilmişizdir. Bu gibi durumlarla karşı karşıya kalmamanın çâresi mülâkata her yönüyle hazırlıklı olarak gitmektir. Peki mülâkat öncesinde ve sırasında neler yapmalı neler yapmamalıyız? 1. Mülâkat yapılacak kurumun adını, mülâkat târihini, saatini ve kurumun yerini kesin olarak öğrenin: Planlanan mülâkatlar ile ilgili sık rastlanan problemler; görüşmeye çağırılan kişinin gideceği firmanın adını tam olarak not almaması, herhangi bir değişiklik durumunda bilgi verebileceği bir telefon numarasının olmaması ve yanlış gün veya saatte mülâkata gelmesidir. Bu ve benzeri iletişim problemlerini ortadan kaldırmak için öncelikle sizi arayan kişinin söyledikleri not almak/etmek gerekmektedir. Telefon konuşması sırasında kaleminiz yoksa, kalabalık ve gürültülü bir yerdeyseniz sizi tekrar aramalarını istemenizde veya verilen bilgileri tekrar ettirmenizde herhangi bir sakınca yoktur. Sizi arayan kişinin telefonunu not alıp/edip ilgili kişiyi siz de arayabilirsiniz. Ayrıca şirketin internet sitesinden açık adres (kroki) ve telefon numarası bilgilerini almanız gideceğiniz yeri bulmanız konusunda kolaylık sağlayacaktır. 42 / Merhaba - Sonbahar 2008 2. Mülâkat öncesinde görüşmeye gideceğiniz kurumu tanıyın: Günümüzde küçük ölçekli kurumlar da dâhil olmak üzere hemen hemen bütün kurumlar internet sayfası hazırlamaktadır. Mülâkata gitmeden önce kurumla ilgili araştırma yapmanız aynı zamanda başvuru yaptığınız iş alanı ile ilgili de pek çok bilgi toplamanız mümkündür. Mülâkattan kısa bir süre sonra belki de çalışmaya başlayacağınız kurumu tanımanız sâdece mülâkat sırasında mülâkatı yapanın sorularına cevap vermeniz için değil, aynı zamanda sizin de çalışmayı istediğiniz kurum hakkında daha fazla bilgi sâhibi olmanız, mülâkatı yapan kişiye merak ettiklerinizi sorabilmeniz açısından da önemlidir. 3. Giyim: Görüşmeye gideceğiniz kurumun faaliyet gösterdiği iş sahasına göre giyim kuralları değişiklik gösterebilmektedir. Ancak her kurum için geçerli olan nokta temiz ve uyumlu giyinmiş olmanızdır. Bir banka veya resmî bir kurumla görüşmeye gidiyorsanız tercîhen koyu renk takım elbise giymeniz (erkekler için kravat) önemlidir. Meselâ bir reklam firması ile görüşmekte iseniz daha spor kıyâfetler giyebilirsiniz ancak renk uyumu, fazla karışık desenli kıyâfetler giyilmemesi, çok fazla makyaj yapılmaması ve çok ağır parfüm kullanılmaması dikkat edilmesi gereken hususlardır. Giydiğiniz kıyâfetin temiz olması da önemlidir. 4. Mülâkata geç kalmayın, çok erken gitmeyin: Gideceğiniz kurumun adresini ve yol târifini almanız, ilgili yere gidecek otobüs, metro, vapur vb. ulaşım araçlarının saatlerini öğrenmeniz mülâkata geç kalmanızı engelleyecektir. Ayrıca çok sık gitmediğiniz bir semtte görüşmeye gidiyorsanız trafik ve yol durumunu öğrenmeniz size kolaylık sağlayacaktır. Vaktinden çok önce vardıysanız görüşme yapacağınız yerin dışında bir yerde görüşme saatini bekleyebilirsiniz. 5. Mülâkat öncesinde bir soru listesi hazırlayın: Kurum ile ilgili merak ettiğiniz konular, uygulamalar ile ilgili sorularınızı önceden not almanız mülâkat sırasında size kolaylık sağlayacaktır. Böylelikle mülâkat sırasındaki heyecan ve stres nedeni ile sormak istediklerinizi unutmamış olursunuz. Merhaba - Sonbahar 2008 / 43 6. Mülâkat öncesinde özgeçmişinizi yanınızda bulundurun ve sizden isteniyorsa iş başvuru formunu eksiksiz olarak doldurun: Günümüzde şirketler eleman alımlarını sâdece kendilerine gelen başvurular içerisinden değil, aynı zamanda insan kaynakları firmalarının özgeçmiş bankalarından da yapmaktadırlar. İnsan kaynakları sitelerine üye olan şirketler özgeçmişinizi görebilmektedir. Ancak bu sitelerde zaman zaman kayıtlı özgeçmişler son hâli ile yer almamaktadır. Bu nedenle mümkün olduğunca ilgili sitelerdeki özgeçmişlerinizi güncellemeniz önemlidir. Görüşmeye giderken yanınızda özgeçmişinizi bulundurmayı da unutmayın. Pek çok kurum kendi hazırladığı iş başvuru formunu adayın doldurmasını talep etmektedir. Burada mezun olunan okul, iş tecrübeleri gibi alanlar dışında, referanslar, katıldığınız eğitimler gibi bilgiler de istenmektedir. Referanslarınızın telefonları yanınızda olmayabilir veya aldığınız eğitim târihlerini kesin olarak hatırlayamayabilirsiniz. Bu nedenle yanınızda bir özgeçmişinizin olması size kolaylık sağlayacaktır. 7. Mülâkatlarda sorulan soru tiplerini öğrenin: İnsan kaynakları siteleri, gazete ekleri ve dergilerde mülâkatlarda sorulan sorularla ilgili pek çok örnek yer almaktadır. Bu örnekleri incelemeniz mülâkat sırasında size yönlendirilecek sorulara karşı hazırlıklı olmanızı sağlar. Mülâkat sırasında farklı durumlarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse; - Bâzı durumlarda mülâkatı yapan kişi iş gereği gerekiyorsa bilinçli olarak sizi sinirlendirecek sorular sorabilir. - Yabancı dil seviyenizi ölçmek amacı ile mülâkatın belli bir yerinden sonra mülâkata yabancı dilde konuşularak devam edilebilir. (Yabancı dil bilginiz konusunda açık olmanız bu nedenle çok önemlidir.) - Mülâkatın başında veya sonunda size bir problem verip çözmeniz istenebilir, bâzı testler yapılabilir veya belirli bir konuda canlandırma yapmanız istenebilir. 44 / Merhaba - Sonbahar 2008 8. Sorulan sorulara doğru cevaplar verin: Mülâkatlarda en sık yapılan hatalardan birisi de sorulan sorulara doğru cevap vermek yerine verilmesi gerektiği düşünülen cevapların verilmesidir. Mülâkatı yapan kişinin beklediği cevapları vermek amacı ile sizde bulunmayan özelliklerden bahsetmeyin. Sorulan sorulara muhakkak vereceğiniz bir cevâbınız vardır, doğru olanı söylemekten çekinmeyin. Pek çok kişi mülâkat sırasında en iyi olan kişi gibi görünmeye çalışmaktadır. Oysaki en iyi değil en uygun aday işe alınmaktadır, bunu unutmayın. Bu bahsedilen hususların dışında mülâkat sırasında dikkat edilmesi gereken noktaları şöyle sıralayabiliriz: Yanınızda bir not defteri ve kalem bulundurun. Mülâkata bir yakınınız veya arkadaşınız ile berâber gitmeyin. Referans olarak gösterdiğiniz kişilerin aranabileceğini unutmayın, referanslarınız güncel ve gerçek olsun. Sizden belirli bir târihe kadar ilgili kuruma cevap vermeniz istenmişse o târihe kadar muhakkak cevâbınızı verin. Mülâkat sırasında saate sürekli olarak bakmayın. Merhaba - Sonbahar 2008 / 45 KISACA KİM? Şehkâr FAYDA KINIK [email protected] AHMED YÜKSEL ÖZEMRE (1935-2008)1 1 Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, 1935’te Üsküdar’da doğdu. 1954 yılında Galatasaray Lisesi'nden, 1957’de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü’nden ve 1958’de de Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü’nden mezun oldu. Türkiye’nin ilk Atom Mühendisidir. 1969 yılında profesör olan Özemre, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü ve Matematiksel Fizik Anabilim Dalı başkanlıklarını 11 yıl yürüttükten sonra 1984’de kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Ayrıca, Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Dekanı, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Bilim Kurulu Üyesi, TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Merkezi Kurucu Kurul Üyesi, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü gibi görevleri yürütmüştür. Türkiye’yi NATO Bilim Komitesi’nde, OECD Nükleer Enerji Ajansı Yönetim Kurulu’nda, CERN (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Konseyi’nde ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde yıllarca temsil etmiştir. 1998-2000 yılları arasında Türkiye Elektrik Üretim ve İletim A.Ş.’nin Genel Müdürü’nün, “Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi” konusunda danışmanı olarak çalışmıştır. Pozitif, sosyal ve dînî ilimler konularında 400 kadar makāle ve raporu bulunan Prof. Özemre’nin hâlen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden "http://www.ozemre.com" sitesinden derlenmiştir. 46 / Merhaba - Sonbahar 2008 basılmış olan 12 cilt ders kitabının yanında, 40 cilt kadar da genel kültür meselelerine âit kitapları ve tercümeleri vardır. Gebze Sanâyici ve İşadamları Derneği (GESİAD), Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre’ye 1993 yılında “Türkiye’de Yılın İlim Adamı” ödülünü vermiştir. Türkiye Yazarlar Birliği, kendisini, 1996 yılında “Üsküdar’da Dükkânı” isimli eseriyle Hâtırat dalında ve 1998 yılında da Toshihiko İzutsu’dan çevirdiği İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Kavramlar” başlıklı çevirisiyle Çeviri dalında “Yılın Sanatçısı” lâyık görmüştür. Üsküdar Belediyesi ise, 2002 yılında Çengelköy’de inşâ ettirdiği bir kültür merkezine, Prof. Dr. A. Yüksel Özemre’nin Üsküdar’a hizmetlerinden ötürü “Ahmed Yüksel Özemre Kültür Merkezi” adını vermiş bulunmaktadır. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen Prof. A. Yüksel Özemre evlidir; iki kızı ve bir de torunu vardır. Özemre, 25 Haziran 2008 târihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Bir Attâr Prof. Dr. “Anahtarödüllerine Merhaba - Sonbahar 2008 / 47 KİMLİKSİZ DİL Kemâl Y. AREN [email protected] Seyahat yazılarını zevkle okuduğum Mehmet Yaşin’den bir anı1: Yazarımız 24 Aralık’ta Zürih’e gider. Şehir ıpıssızdır. Elbette. Hıristiyan dünyasının noel günü! Yemek yiyecek yer bulamamanın telâşında iken “Kralların Yeri” adındaki restoranı açık bulur. İçeri girer. Barda esmer bir kız! Bardak kuruluyor. Başka hiç kimse yok. Birasını içerken sessizlik bozulsun diye kıza neden noel günü çalıştığını sorar. Kırık bir İngilizce ile: “Dînimizde böyle bir kutlama yok. Ben Türküm ve müslümanım.” cevâbını alır. Almanya’dan buraya göç eden bir âilenin ferdiymiş. Yazarımız kendisinin de Türk olduğunu söyler. Kız tepki vermez. Sâdece bozuk Türkçesi için özür diler ve üçüncü kuşağın dilinin “KİMLİKSİZ” olduğundan söz eder. Burada durdum ve düşünmeye başladım: Üçüncü kuşağın dili KİMLİKSİZ! Kırık bir İngilizce, bozuk bir Türkçe! Üçüncü kuşağın milliyeti KİMLİKSİZ! Yaban elde bir ırkdaşını görüyor, hiçbir tepki vermiyor. Bu buluşma onda bir duygu uyandırmıyor! Üçüncü kuşağa küreselleşmenin yarattığı bir “GLOBAL MANKUT” diyebilir miyiz? Deriz! Yukarıdaki özellikler bu mânânın alâmet-i fârikası!.. Peki, yaban ellerde bir dördüncü, bir beşinci kuşaktan bahsedebilir miyiz? Hayır! Onlar kayıp nesil!.. *** Bu anekdot bana bir süre önce Akademi Mecmuası’nda okuduğum Ayşe Göktürk Tunceroğlu’nun bir yazısındaki sözlerini hatırlattı2: 1 2 Mehmet Yaşin, Hürriyet gazetesi Pazar eki, 20 Ocak 2008, s. 15. Ayşe Göktürk Tunceroğlu, Kubbealtı Akademi Mecmuası, 2007/3, s. 109-112. 48 / Merhaba - Sonbahar 2008 Yazar, yabancı bir diyarda, sokakta rastladığı bir sahneyi şöyle anlatıyor: Bir küçük kız çocuğu, annesinin koluna asılarak: “Okey mi anne, okey mi?” demektedir. Yazar, devamla: “Burada yaşayan bütün Türklerin diline İngilizce bir kıl gibi dolaşmış! Şu hâle bakın!.. Okey mi anne, okey mi?” Derken, memlekete döndüm. Türkçesiz geçen üç uzun yıldan sonra. Ama o da ne? Burada da küçük bir kız annesinin koluna asılmış: “Okey mi anne, okey mi?” demekte. Kulaklarıma inanamadım. Memleketimde de İngilizce kıl gibi dillere dolanmış. Ve, ilâve ediyor: Demek dünya global bir köy oldu! Mûsıkîsiyle, inceliğiyle, zarâfetiyle ve derinliğiyle millî şâirimiz Yahyâ Kemal’e “Ağzımda anamın ak sütüdür.” dedirten Türkçe şimdilerde önüne, sonuna, ortasına takılıveren eklerle, İngilizcevâri söyleyişler ve yazılışlarla, yabancı dillerden, husûsiyle İngilizceden lüzumsuz yere alınmış kelimelerle her gün biraz daha hırpalanıyor. Uydurmacılık yerini hilkat garîbesi terkiplere bıraktı. Bu gelişmelerin yanında “Okey mi anne?” doğrusu pek mâsum kaldı. Şu cümleye bakınız: “Dün bana gönderdiğin mailleri forwardladığım adamın serverı crash etmiş.” Tunceroğlu, bu hâdiseye “Dünyanın globalleşmiş bir köy” oluşu noktasından bakıyor. Bana göre bu bakışta bir rota düzeltmesi yapmak gerekiyor: Dünya global bir köy olmuyor, sâdece ve sâdece AMERİKANLAŞIYOR! Hâdise bu! GLOBAL sözü, Amerika’ya öfke duyulmasın diye uydurulmuş bir kılıf! Yalnız dilde değil, aldığımız gıdalarda, yemek kültürümüzde, yapılan(!) müziklerde, oturuş-kalkışımızda, tavırlarımızda, kısacası insanları birbirinden farklı kılan ne kadar kültür unsuru varsa, ahlâkta, mîmârîde, şehircilikte, hepsinde, dünya bir çirkin Amerika ve Amerikalı oldu. Globalleşme ifâdesi AMERİKANİZM’in üzerine geçirilmiş bir yanıltma çuvalıdır. Globalleşme, küreselleşme demekle Amerikan tecâvüzünün yüzüne bir anlamsızlık perdesi çekmiş oluyoruz. ÇÂRE: Amerikanizm, görüldüğü yerde ezilmelidir! Bunca hukuk tanımazlık, bunca Amerikan egoizmi, bunca ahlâkî yozlaşma telkin ve teşvikleri -yazılı basın, televizyon, internet yoluyla- yayılan bu çirkef, ancak dünya milletlerinin şu gerçeği îman gücü ile benimsemesi sonucu yok edilebilir: AMERİKA HER ALANDA YENİLMELİDİR! Sporda, kültürde, Merhaba - Sonbahar 2008 / 49 şehirleşmede, yaşama tarzında, dilde ve nihâyet politikada, teknolojide ve askerî alanda yenilmelidir!.. “Rakîbin ölmesine çâre yok!” Hayır var!.. Hakk’ın GAYUR1 esmâsının halkta zuhûra gelmesi!.. Bu zuhur tecellî etsin, ne Mc.DONALDS kalır, ne FACEBOOK!.. Gayret insanlık, gayret!... 1 Gayur: Çok gayretli, çok çalışkan. 50 / Merhaba - Sonbahar 2008 ŞİİR Hasan ÖZKAN BULACAĞIM SENİ Şu dertli, çileli günlerde Zifîri karanlık gecelerde Kelimelerde, cümlelerde, hecelerde Meçhûlün mâlûma gizlendiği yerlerde Arayacağım, arayacağım ben seni... Havalarda, bulutlarda, rüzgârlarda Yağmurlarda, karlarda, dolularda Sahrâlarda, karalarda, deryâlarda Göllerde, nehirlerde, pınarlarda Arayacağım, arayacağım ben seni... Ovalarda, dağlarda, taşlarda Yazlarda, baharlarda, kışlarda Yaslı, kederli başlarda Kaşlarda, gözlerde, bakışlarda Arayacağım, arayacağım ben seni... Issız, sessiz, kimsesiz yollarda Sabahın karanlığında, seher çağında Ayda, yıldızlarda, gök kuşağında Gün doğuşunda, gün batışında Arayacağım, arayacağım ben seni... ...................................................... Şu arz ile arşın arasında Gözükmeyen perdelerin arkasında Gönüllerdeki aşkın yarasında Âlem-i kebîr olan vücut sahrâsında Dost’un iki kaşının arasında Arayıp, arayıp bulacağım ben seni... (14.03.1995) Merhaba - Sonbahar 2008 / 51 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected] 1900 EFSANESİ Orijinal ismi: La Leggenda del pianista sull'oceano Yönetmen: Giuseppe Tornatore Senaryo: Giuseppe Tornatore Oyuncular: Tim Roth, Clarence Williams, Pruitt Taylor Vince, Bill Nunn Notu: Alessandro Baricco’nun “Novecento” isimli romanından uyarlanan filmin senaryosunu, aynı zamanda filmin yönetmeni olan Giuseppe Tornatore yazmış. Hikâye son derece ilginç. Lüks bir yolcu gemisinde çalışmakta olan bir gemici, yolculuğun sona erdiği gün, yemek salonundaki piyanonun üzerinde, karton kutu içine konulmuş bir bebek bulur. Bebeğe doğduğu yıl olan 1900 ismini verir. Gemide büyüyen ve hayâtı boyunca karaya hiç ayak basmamış olan 1900, zamanla şöhreti geminin dışına taşan büyük bir piyano efsânesi hâline gelir. Öyle ki “Cazı ben îcat ettim.” diyecek kadar iddialı olan zamânın caz ikonu Jelly Roll Morton onunla bir “düello” yapmak üzere 1900’ün gemisi ile yolculuğa çıkar. Öte yandan 1900 plakçılardan da teklifler almaktadır. Arkadaşları ise 1900’ün büyük yeteneğinin para ve şöhret gibi getirilerinin olması gerektiğini, bunun ise ancak karada mümkün olabileceğini söyleyerek onu gemiden ayrılması konusunda ikna etmeye çalışmaktadırlar. Tam bu sırada 1900’ün yolculardan birine âşık olması karar vermesini kolaylaştıracak gibi görünse de işler yine karışır. Tim Roth’un büyük bir başarı ve sâdelikle canlandırdığı 1900, sinema târihinin en ilginç karakterlerinden biri gerçekten de. Ancak bu ilginçlik filmin seyredilmesi için yeterli değil elbette. Hikâyenin 1900’ün trompetçi arkadaşı Max Tooney’nin anlatımıyla ve geriye dönüşlerle aktarılması yerinde bir tercih olsa da, içine girilmesi güç öyküsü ve özdeşleşilmesi zor kahramânıyla gerçekten de seyretmesi kolay olmayan bir film duruyor karşımızda. Caz efsânesi Jelly ile 1900’ün düello sahnesi ve Ennio Morricone’nin müzikleri cazseverler için filmin en büyük kozları. Ancak ben yine de 1900 Efsanesi’ni, sâdece çok film görmüş geçirmiş, artık değişik tatlar arayan sinemaseverlere tavsiye ediyorum. 52 / Merhaba - Sonbahar 2008 RAYDAN ÇIKANLAR Orijinal ismi: Derailed Yönetmen: Mikael Hafström Senaryo: Stuart Bettie Oyuncular: Clive Owen, Jennifer Aniston, Vincent Cassel, Addison Timlin, Melissa George, RZA, Xzibit Notu: James Siegel’ın romanından uyarlanan Raydan Çıkanlar, edebiyatın sinema için ne kadar geniş, tükenmez ve verimli bir kaynak olduğunun güzîde bir örneği. Konuyu, evli barklı Charles güzeller güzeli Lucinda’yla tanışır, araya çok tehlikeli bir Fransız karışır şeklinde özetlemek mümkün. Filmin başlarındaki bir sahnede Charles’ın kızına ödevinde yardımcı olurken ödev konusu kitap için söyledikleri aynen film için de geçerli aslında. Sonuna kadar “Şimdi ne olacak?” diye seyrettiğiniz, ne olacağını tahmin edemediğiniz, gerilimi, temposu asla düşmeyen, merâkınızı devamlı körükleyen, deyim yerindeyse sağ gösterip sol vuran bir film Raydan Çıkanlar. Esasen filmin asıl mârifeti de, konusundan ziyâde konunun işlenişi. Oyuncu seçimindeki isâbet ve çarpıcı, dikkat dağıtmayan, yoğun kurgusu, Raydan Çıkanlar’ın başarısında kilit rol oynuyor. Filmin atmosferiyle ve temposuyla son derece uyum içinde olan müziklerse filmi âdeta tamamlıyor. Jennifer Aniston’ın inandırıcı ve özenli performansı, Vincent Cassel’in karakteriyle bütünleşmiş, karakterinin içinde âdeta erimiş LaRoche yorumu filme çok şey katmış. Ama Clive Owen’a kesinlikle ayrı bir parantez açmak şart. Owen’dan başka kimsenin hem bu kadar sıradan hem de bu kadar sıra dışı bir karaktere bu denli hayat verebileceğini zannetmiyorum. Clive Owen rol alacağı filmleri seçerken muazzam bir başarı gösterdiği için mi, yoksa içinde yer aldığı filmlere muazzam bir şeyler kattığı için mi bilemiyorum, “hârika” demediğim filmi yok (bkz.: Closer, Shoot’em Up, Inside Man). Hepsini tavsiye ederim, ama Raydan Çıkanlar’da zamânın nasıl geçtiğini anlamayacağınızı garanti de ederim. Merhaba - Sonbahar 2008 / 53 İHTİYARLARA YER YOK Orijinal ismi: No Country for Old Men Yönetmen: Ethan Coen, Joel Coen Senaryo: Ethan Coen, Joel Coen Oyuncular: Tommy Lee Jones, Javier Bardem, Josh Brolin, Woody Harrelson Notu: Pulitzer ödüllü yazar Cormac McCarthy’nin romanından uyarlanan film, Coen Kardeşler’in son dönem filmlerinden ayrı bir yerde duruyor. Köşemizi tâkip edenler hatırlar, Coen Kardeşler’in Orada Olmayan Adam isimli filmini tanıtırken (The Man Who Wasn’t There) yönetmen birâderlere olan hayranlığımızı belirtmiştik. İhtiyarlara Yer Yok’ta bildiğimiz Coen tarzından farklı olarak kara mizaha yer yok. Bu kez dertlerini açık seçik ortaya koymak isteyen Coen’ler değişen dünyânın acı gerçeklerini, acıtarak anlatmayı tercih etmişler. Olaylar, kahramanımızın çölün ortasında etrâfı cesetlerle çevrili beş kamyonet bulmasıyla başlar. İzler onu para dolu bir çantaya ulaştırır. Sıradan bir hayat yaşayan sıradan bir adam bu parayı alıp paranın peşindekilere meydan okumaya karar verir. Paranın peşindekilerden biri de Javier Bardem’in kelimenin tam mânâsıyla can verdiği kirâlık kātildir. Bu kovalamacanın içine bir de şerif dâhil olur ve ortalık karışır. Yine köşemizi tâkip eden okurlarımızın hatırlayacağı üzere, Yaz sayısında Tanrı’nın Vadisi’nde (In The Valley of Elah) isimli filmden söz ederken Tommy Lee Jones’u kastederek “Her filmde oynasa seyretmekten bıkılır mı?” sorusunu yöneltmiştik. Tommy Lee Jones gerçekten de bence kariyerinin en önemli rolünü oynuyor ve filmi kariyerinin en olgun performansıyla taçlandırıyor. Değişen dünyânın yeni, amaçsız ve nedensizce acımasız suçlu tipini anlayamayan eski usul şerif rolünde Jones, kendine bu yeni dünyâda yer bulamayan ihtiyarı aşırıya kaçmayan bir hüzünle perdeye yansıtıyor. İhtiyarlara Yer Yok’un bir diğer ağır topu Javier Bardem. Tommy Lee Jones’un yaşına hürmeten ondan daha önce söz etmiş olsak da, Bardem’in “yaşta değil başta” dedirten acımasız kirâlık kātil yorumu, gerçekten de bir numara. Aktörün, insana sinemayı sevdiren, ders bâbında okutulmasını arzu ettiğimiz bu performansı karşısında saygıyla eğiliyoruz. Bardem’in, filmdeki karakteriyle bütünleşen ve onu bir kat daha anlaşılmaz ve korkunç kılan saç modelini kendisinin bulduğunu da belirtmeden geçmeyelim. 54 / Merhaba - Sonbahar 2008 Yasalın sınırlarını henüz aşmamış olmanın mâsumiyet anlamına gelmediğini vurgulayan film, günümüzde sıradan insanla sıradışı/kānundışı insan arasındaki çizginin ne kadar bulanıklaştığını da ortaya koyuyor. Bu yeni dünyâda kendisine yer bulamayan ihtiyarların sayısı ise giderek artıyor. BOLEYN KIZI Orijinal ismi: The Other Boleyn Girl Yönetmen: Justin Chadwick Senaryo: Peter Morgan Oyuncular: Natalie Portman, Scarlett Johansson, Eric Bana, Kristin Scott Thomas Notu: Târihin magazin boyutuna ilgi duyanlar Boleynler’in hikâyesini bilir. Bilmeyenler de CNBC-e’nin muhteşem dizisi “The Tudors”tan öğrenmiştir nasıl olsa. Ancak her ihtimâle karşı hikâyeyi ve bu arada Philippa Gregory’nin aynı adlı romanından uyarlanan filmin konusunu özetlemek gerekirse, kralın metresi Mary Boleyn’in kız kardeşi Anne Boleyn VIII. Henry’yi taammüden kendine âşık eder, İspanyol Kraliçesi olan karısından boşatır ve evlenirler. Bu arada boşanma Papalık ile İngiltere arasındaki ilişkilerin kopma noktasına gelmesine sebep olmuştur. Ancak kendisi bir Protestan olan Anne Boleyn’in tek derdi tahta bir vâris doğurmaktır. Belirtelim ki oğul sâhibi olmayı takıntı hâline getiren VIII. Henry ve kendini sağlama alma derdindeki yeni kraliçe Anne Boleyn fark etmemiş olsa da ülkeyi kırk yıldan fazla yönetecek ve en parlak devrini yaşatacak olan vâris dünyâya gelmiştir: Devri altın çağ olarak adlandırılan Elizabeth. Konu böyle akla zarar, oyuncu kadrosu bu kadar parlak olunca insan hevesleniyor tabiî ama ne yazık ki hevesi kursağında kalıyor. Zîra dizisinin bir sezonda yarısını anlattığı; romanının yüzlerce sayfada tamamladığı bu müthiş hikâyeyi 115 dakikaya sığdırmaya kalkan film, öyküyü de, oyuncuları da harcamış oluyor. Çok başarılı bir dönem filmi ve etkili bir dram olabilecekken ne dediği belli olmayan hızlandırılmış târih dersine dönüşüyor. Bir bakıyoruz, kral Mary Boleyn’le birlikte, bir bakıyoruz Anne Boleyn’le evlenmiş, bir bakıyoruz evlilik çatırdamaya başlamış. Kısacası hâdisat derinliksiz, karakterler derinliksiz kalıyor. Keşke Boleyn Kızı, hikâyeyi baştan sona anlatmayı diziye bıraksaydı. Olan Natalie Portman’ın Anne Boleyn yorumuna olmuş, ne diyelim. Merhaba - Sonbahar 2008 / 55 YAZI ATÖLYESİ’NDEN Gülnar MIZRAK [email protected] BODRUM BODRUM Bu kez hiç istemedim geri dönmeyi... Birbirinize benzemeseniz de senden bir şeyler buluyordum bu yerde. İstanbul! Sonunda sana ihânet mi ettim? Sana, kendime… Küçük Hanım’ı bırakmış gibiyim Ege’nin kıyılarına uzanmış, pembe çiçeklerle bezenmiş beyaz evlerin sıralandığı yaz kasabasında… Yabancıyım artık büyüdüğüm şehre. Aklımda hâlâ Bodrum… Amaçsızca dolaştım evin odalarını. Birilerini arıyordum belki de… Bavulumu boşalttım. Denizin kokusunu, saçlarımı savuran rüzgârı, kayan bütün yıldızları almış gibiyim yanıma. Kıyâfetlerimi kokladım birer birer. Çektiğim fotoğraflara, broşürlere, otobüs biletime, kokteylin sakladığım renkli şemsiyelerine, güneşlenirken karaladığım cümlelere baktım. Ve Yektâ’yla uzanırken defterime çizdiklerimize... Gülümsedim. Sonra aklımda kıpırdayıp duran hâtıralarımı karıştırdım. Kulaklarımda arkamda bırakmak istemediğim beni tanımayan insanların sesleri ve dinlediğim şarkılar… Bugün Bodrum’la doldurdum yüreğimi… Ayrılığın sebep olduğu bir kırgınlığın gölgesinde her ânımı yeniden yaşadım. Belki de “yaz”ın bitmesini istemiyorum. Tekdüzeliğin içinde sürükleneceğim: Kış gelecek, zamânımın çoğu evde geçecek, ayaklarım yine üşüyecek… Ve mevsimler gibi kabuk değiştireceğim... Belki de her şeyden uzak olmaya, yalnız kalmaya çok ihtiyâcım var… “Güneş”e karşı her uzanışımda kendimle bir hesaplaşma içindeydim. Küçük Hanım benden el-etek çekmiş, uzaktan sessizce seyrediyordu burada geçen zamânı... O sustukça ondan aldıklarım acıtıyordu canımı… İkimiz için yaptıklarım “hiç” denecek kadar az mıydı yoksa? Yüzüm yok söylemeye… Aslında bu yeknesaklık içinde yitirdiğimiz, göremediğimiz, yaşayamadığımız o kadar çok şey güzel var ki… Bâzı geceler Yektâ’yla kayan yıldızları seyretmek için havuzun kenarındaki şezlonglara uzandık. Üşüyorduk; fakat hiçbir şey göremesek de (ay, 56 / Merhaba - Sonbahar 2008 yıldızları birer birer silse de) bekleyişimiz rûhumuz için bir umuttu; hayâtın hakkını vermek istiyorduk. Huzurluyduk… Yavaş yavaş besleniyorduk sanki. Ve birlikte geçirdiğimiz her dakîka dostluğumuzu kucaklıyordu… Yeni umutların peşine yine berâber düşecektik: Teknenin korkuluklarından bedenlerimizi suya bırakarak dalıyorduk hayâl ettiğimiz umûda... Ben gözlerimi kapatıp denizi dinlemeyi seviyordum. Saçma mıydı? Hayır! Sâdece özgürlüğü iliklerimde hissetmeye ihtiyâcım vardı. Ayaklarım dibe değmeyecek kadar yüksekteydi. Dalgalar istediği yere sürüklüyordu bedenimi; ama korkmuyordum. Burası onun dünyâsıydı. Bu dünyâya güveniyordum… Ayrılmak artık benim için çok zordu… Bodrum, içimde sakladığım her şeyi almış gibi… Ya da ben isteyerek bıraktım neyim varsa… Yolcu ettiği âdeta cansız bir bedendi. Burası İstanbul’dan sonra Küçük Hanım’la kalbimizde hayat bulan tek yerdi. İkimiz de bu yaz kasabasında yaşadıklarımızı unutmaktan korkuyorduk. O, hâtıralarımızı içine attı, sustu; fakat ben bir türlü kabullenemedim onların artık geçmişten birer sayfa olduğunu… İstanbul’a döneli neredeyse üç hafta oldu. Belki varlığım “İşte buradayım.” diyor; ancak gözlerim hâlâ “Bu kez geri dönmek hiç istemedim.” diye haykırıyor. Ama şunu çok iyi biliyordum: Artık hayâtın farkındaydım. Bir şeyler yaşanıyordu ve sonunda bitiyordu. Önemli olan yaşanan ve paylaşılan anlardı… Merhaba - Sonbahar 2008 / 57 İFTAR KONUŞMASI’NDAN Cihat ZAFER “Canıma ezelden bir merhaba sundu, çeşm-i yâr Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim.” Şâir öyle diyor. Bu selâm Hakk’ın kendisine seçtiği selâmı, merhabâsı olmalı. Sonra, bir başkası… Nebiyy-i Zîşan’a yazılmış... “Merhaba ey şâh-ı sultan merhaba.” diye başlıyor. Bizim de içimize bu gurbette, bu kahırda, bu çâresizlikte, bu kimsesizlikte bir merhaba sunulsa. Bir merhaba sunulsa da, gurbet vuslata, kahır lütfa, çâresizlik çâreye, kimsesizlik vahdete dönse. Sırlansa, nurlansa. Allah’lı olsa. “Sen olmasaydın”ın mazharı olsa. Şâh-ı Velâyet’in yolu olsa. İbtilâlara şâd ve şâdümân olsa. Kahırlara omuz silkip şükürlü olsa. Gülmenin ve ağlamanın hudutlarının dışına çıksa. Hâsılı merhaba olsa. Sıcak, sımsıcak bir merhaba olsa. İçimizi sarsa. Yorgunluğumuzu alsa. Bizi yusa yıkısa. Arı ve pak kılsa... Sonra, her şeye yeniden başlayabilsek. Çocuklara, aşka, duâya, niyâza, teslîmiyete, küfre, sabra, şekvâya, îmâna.. Dönüp dönüp Hakk’a gelmeye, Sırât-ı müstakîmden, yılların yolundan Hakk dosta gelmeye. Merhaba’ların has sâhiplerinden yâhut tek sâhib’in has kullarından biri diyor ki: “Biz her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası.” Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı’nın geleneksel Vâkıflar İftarı’nın açılış konuşmasından alınmıştır. 58 / Merhaba - Sonbahar 2008 Bizim Yûnus öyle diyor. Merhaba diyor. Yerinde saymanın esirliğini salıyor, âzad ediyor. Nefis köleliğinin zünnârını kesiyor. Sonra yine merhaba diyorlar. Bu defa kınamalara karşı diyorlar. Horlanıp itilmelere, azarlanıp kakılmalara karşı diyorlar. Merhaba ol cihetden tulû ediyor. Konya nam şehirde, Kâbetü’l-uşşâk’ta, eşiğine yüz sürülesi, “Yüz defa tövbeni bozmuş olsan bile, geri gel, dön bize, gel.” diyor. Bu, Mevlânâ’nın merhabâsıdır. Merhaba kapısını ardına kadar aralıyor. Kapısız ediyor. Cemal kapılarını, nur kapılarını, bereket kapılarını, ihsan ve af kapılarını açıyor. Sonra, dem-i Mısrî geliyor. Ol cihete dönülüyor. “Bu Niyâzî’den de Mevlâ görünür.” diyor. Merhabâda yanıyor. Daha sonraları, bir garip âdem geliyor. Seyrangâha çıkmıştır. Adına Seyrânî diyorlar. “Kelb iken kelb yavrusundan geçmiyor.” diyor. Merhabânın sâhibi de geçmez, diyor. Bizden demiyor, ayrılık gayrilik olmaması için. Ben sen tefrîki kalksın ara yerden diye. “Kelb iken kelb yavrusundan geçmiyor Hakk Seyrânî’sinden geçer mi bilmem.” diyor. Sonra, yine yol yol merhabalar deniyor. Ezelden denen merhaba, ebede taşınıyor. Yolculuk budur. Yol budur. Erkân budur. Kutsal emânet merhabâ’dadır. Sözü düğümleyip biz dahî diyelim ki, “gamlanma gönül gamlanma” merhaba insanadır. Merhaba, sâhibin kendisine merhabâsıdır. Merhaba - Sonbahar 2008 / 59 NEŞRİYAT Vedat ÖZSÜLLÜ [email protected] Ulus İnşası Francis Fukuyama Profil Yayıncılık Tarihin Sonu ve Neo-Conların Sonu gibi çarpıcı kitaplarıyla tanınan Francis Fukuyama saygın akademisyenleri, siyâsî analiz uzmanlarını ve profesyonelleri bir araya getirerek, bu kişilerin târihsel temellerinden günümüzdeki sonuçlarına kadar Amerika’nın ulus inşâsı deneyimi üzerindeki görüşlerini alıyor. Amerika Birleşik Devletleri, İç Savaş sonrasında Güney’in yeniden inşâsından İkinci Dünya Savaşı sonrasında Japonya ve Almanya ve bugünkü Irak’ın yeniden inşâsına kadar defalarca savaştan zarar görmüş devletleri yeniden inşa etmeye çalışmıştır. Bu zengin deneyime rağmen savaş sonrası durumlarda güçlü ve kendi ayakları üzerinde durabilen devletlerin inşa edilmesine dış güçlerin ne şekilde yardımcı olabileceğine dâir dersleri almaya yönelik pek de kayda değer sistematik bir çaba olmamıştır. Bu kitaba katkıda bulunan isimler, Afganistan ve Irak örneklerindeki yanlışları, yanlış başlangıçları ve alınan dersleri aralarında Latin Amerika, Japonya ve Balkanların olduğu dünyânın diğer bölgelerindeki yeniden inşa çabaları bağlamında tüm ayrıntılarıyla ortaya koyuyorlar. Afganistan ve Irak’taki tezat modelleri inceleyen bu isimler, yetersiz planlamanın uyarı niteliğindeki bir örneği olarak Irak’taki Koalisyon Geçici Yönetimi’nin altını çizmektedirler. 60 / Merhaba - Sonbahar 2008 İlâhî İsimler Tuhfe-i Recebbiye İsmail Hakkı Bursevî Sufi Kitap Yayınları “… ister aba olsun ister kaftan her biri bir sûrettir, maksat ise mânâya ulaşmaktır.” Günümüzde de ilgi ile okunan Rûhü’l-Beyân tefsîrinin müellifi İsmail Hakkı Bursevî’nin kaleminden farklı bir esmâü’l-hüsnâ şerhi ilk defa okurla buluşuyor. İsimlerin şehir ve mekânlarla irtibâtı, eşya ve kâinattaki varlık silsilesi içinde kazandığı anlam, amelî noktadaki karşılıkları, kişinin bu isimlerden faydalanabilmesi için yapması gerekenler, ism-i âzam ve daha birçok konu bu eserde karşımıza çıkıyor… Aslında her şeyin bir sûretten ibâret olduğunu vurgulayan Bursevî, imam kabul ettiği 12 esmâyı da bu çerçevede açıklıyor. İlâhî İsimler, Allah’ın isimlerini yeni bir tatla okumak ve farklı yönleriyle öğrenmek isteyenleri mânâ dünyâsına çağırıyor… “İmdi, yüzyılların geçmesiyle eskimeyecek olan bu kitapta, kābiliyet sâhibi insanların bulunduğu memleketler için defnedilmiş bir mecmua vardır. Esâsı, hakîkî ilimler ve zevkî melekelerdir.” Limit Sizsiniz Mümin Sekman Alfa Yayınları “Önce kendi kanatlarına güven! Büyük başarı kalpten gelir, beyinde büyür, ellerden hayata akar. Dışımızdaki limitler, içimizdekiler kadar büyür ya da küçülürler. Kafesten çıkınca değil, kafesi içimizden çıkarınca özgürleşiriz. Kendi yolundan, kendi kanatlarıyla, kendi hayaline gidenlere, Kendi gücüyle başarmayı anlatan yeni bir ‘başarı müfredatı’: Merhaba - Sonbahar 2008 / 61 Başarı: ‘Baş’ olmak için ‘arı’ gibi çalışmak gerekir! Başarı sonuç alır susar, başarısızlık açıklama ister. Başarı (b)ilgi ister. ‘Bilgi’nin de beşte dördü ‘ilgi’dir! Sadece iyide değil, kötü yolda da rekabet vardır! Her başarının bir son kullanma tarihi bulunur! İnsanlar üçe ayrılır: Gerçekten başarılılar, başarılıyım diye geçinenler ve başarılı insanlar üzerinden geçinenler!” 62 / Merhaba - Sonbahar 2008 BULMACANIN ÇÖZÜMÜ 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 1 S A N  Y İ İ N E F İ S E 2  S A R P A D E T N 3 4 M İ Î D R E Î İ A A N L E A Z L A İ L D E 5 6 H A E N C G İ A D M A R M U E K D  N R U 7 A V İ Z E 8 Y A 9 10 11 12 13 V E R D İ A Z U S H A S A T A N A A P Î R A N İ Z F O B İ Y A Z İ U M O D Y E L T E R A S E E T A N M A L A T A İ H A Y E İ N Î V  S I F Merhaba - Sonbahar 2008 / 63
Benzer belgeler
Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve Sanat Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokak No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
Yazılarınız, görüş ve eleştirileriniz i...
Merhaba Sonbahar 2010 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve Sanat Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokak No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
Yazılarınız, görüş ve eleştirileriniz i...