Merhaba Sonbahar 2010 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Transkript
Merhaba Sonbahar 2010 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir Yayına Hazırlayanlar: Buğra ŞAMLI Sâmiha ULUANT Gülnar MIZRAK Kapak Tasarım: Havva Tûba ATİLLA Basım: ÖZAL Matbaası Yazışma Adresi : Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72 www.kubbealti.org.tr [email protected] Merhaba – Sonbahar 2010 / 1 İÇİNDEKİLER KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA -------------------------------- 3 DEĞİŞMEDEN GÜN OLMAZ Gülnar MIZRAK ----------------------- 26 BİR BAYRAM HÂTIRASI Sâmiha AYVERDİ ------------------------ 4 AVRUPA’NIN KUZEYİNDE BİR ŞEHİR: LULEǺ E. Yegân ERDEM ------------------------ 29 GEÇMİŞLE BUGÜNÜN UYUMLU BİRLİKTELİĞİ: QUÉBEC ŞEHRİ Güleda ENGİN --------------------------- 5 YİRMİLİ YAŞLARDAN ÖDÜNÇ DÖRT KÜÇÜCÜK DENEMECİK Selim GÖKIŞIK -------------------------- 33 DEVLET – DEVLET ADAMI Buğra ŞAMLI ------------------------------ 7 BİLMECE - BULMACA 8 ------------ 38 MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 2 Çelik BAHAROĞLU ------------------ 12 KISA KISA Murat OKTAY -------------------------- 40 ŞİİR Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 17 ESKİ DOSTUM Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU -------------- 41 BİR DÖNEM ROMANI: PERTEV BEY’İN ÜÇ KIZI Sâmiha ULUANT --------------------- 18 ŞİİR Kerem ERDEM -------------------------- 43 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------- 22 2 / Merhaba – Sonbahar 2010 DİNLEMEK - 1 Ayşe Erdal -------------------------------- 44 KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA Dergimizin bu sayısı iki bayram arasında huzurlarınızda oluyor. Bu vesileyle sizlerin hem geçmiş Ramazan, hem gelecek Kurban bayramlarınızı tebrik ediyoruz. Bilindiği üzere bayramlar geniş kitlelerin ortak sevinci nispetinde asıl mânâsına erer. Ekim ayında Vakfımızın 40.yılı münasebetiyle bir etkinlik düzenlenecek. Hizmetin nimet olduğuna inanan Kubbealtı gönüldaşlarının hizmet ve gayret yolunda 40 yıl önce ettikleri ahdin tazelenmesi olarak da görülebilecek bu gibi etkinlikleri bir nevî bayram addetmek acaba mübalağa mı olur? Hizmet nöbetini devralmak üzere elini uzatmış olan Kubbealtı Gençleri ahde vefanın sayılı zaman ile kayıtlı olmadığının şuurunda olarak Vakfımızın aziz kurucularını minnet ve tazim ile anmaktadır. Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle… Yayın Kurulu Merhaba – Sonbahar 2010 / 3 BİR BAYRAM HÂTIRASI Sâmiha AYVERDİ Bayramlarda erkek çocuklar için en makbul eğlence, at ya da eşeğe binerek, saatlerce sokak sokak dolaşmak olurdu. Bu eğlence, sırasında öyle uzun sürerdi ki üstünde oturdukları eyer, bacaklarını zedeler, hatta yara açacak hâle getirirdi. Ata ya da eşeğe binen gençler böyle hırpalanırsa onları saatlerce taşıyan hayvanların yorulmaması nasıl mümkün olurdu? Öyle ki, at ya da eşek sâhipleri, âilelerinden bolca bayram harçlığı almış gençlere ses çıkarmaz, bu yorgun hayvanları bir kenara çekerken, yenilerini delikanlılara vermekten geri kalmazdı. Kolan salıncaklarda uçarcasına sallanmak da gene erkek çocukların eğlenceleri arasında sayılırdı. Bayramlarda, çocukları eğlendirmek için kurulan çadırlarda, yarısı balık, yarısı insan olan deniz kızını gören çocuklar, görmemiş olanlardan daha çok olsa gerekti. Genç kızlar ata, eşeğe binemezlerse de atlı karıncanın yuvarlağında, tahtadan yapma atlar, arabalar ve otomobil şekli verilmiş daha nice oyuncaklar, onların istifadesine açıktı. Hele beşik salıncaklar… Kız çocuklarının karşılıklı oturabildikleri beşik salıncaklar, ileri geri gidip gelirken bir türlü sonu gelmeyeceğini zannettikleri bu sallantı, onu idâre eden bayramcının, birden bire: “Yandı!” diyen sesi ile dururdu. Bu sesi duyan kızlar, bunun, sıranız tamam oldu artık ineceksiniz, demek istediğini anlamakta gecikmeyerek mahzun olurlarsa da yavaş yavaş inmeye başlarken arkada sıra beklemekte olan grubun, onların indikleri salıncağa binmek üzere bekleştiklerini görürlerdi. Böylece, sıralarını savmış ve bayramcıya parasını da vermiş oldukları için, bir başka eğlenceyi gözlemeye başlarlardı. Şu da var ki bir kısım çocuğun inip öteki kısmın binmesi için gene bayramcının “Yandı’” diyerek sıralarını bekleyenlere fırsat vermesini bu salıncaktan henüz inenler elbette hoş karşılamazlardı. Ne ki, bu dünyâda insanlara: “Senin de hayat devrin tamamdır. Vazifen bitti,” dendiği zaman: “Hiç olmazsa az daha kalmak isterim” diyenlerin, çocukların beşik salıcaktan inmeye hoşnutlukla râzı olamayışından ne farkı vardı? Bunun gibi, rûhen çocuk kalmışların da kendilerine “Yandı” dendiği zaman direnmeleri herhalde yadırganmamalıdır. İşte bunlar, işin yaşta değil başta olduğunu bir türlü anlamamakta bulunuyorlar. 4 / Merhaba – Sonbahar 2010 GEÇMİŞLE BUGÜNÜN UYUMLU BİRLİKTELİĞİ: QUÉBEC ŞEHRİ Güleda ENGİN [email protected] Amerika kıtasının en tarihî şehirlerinden biri diyebileceğim Québec (Kebek) şehri, St. Lawrence nehrinin kuzeyinde, nehrin denize kavuşmak üzere açıldığı bir noktada, yaklaşık 100 metre yüksekliğe sahip dik kayalık ve falezlerin üzerinde bulunan hâkim bir tepede Fransız kolonisi tarafından 1600lü yılların başında kurulmuş. Günümüzde Kanada’nın Fransız kesiminin başkenti olan Québec şehri, çok iyi bir şekilde korunmuş surları, burçları, kalesi ve şatosu ile romantik, tarihî bir filmin setine benziyor. “Nehrin daraldığı yer” anlamına gelen şehrin adı, zaman içerisinde Qebhek, Québecq ve Québec olarak değişmiş. Arnavut kaldırımlı sokakları, şehri kuşatmış kale duvarları, Galya mutfağı ve St. Lawrence Nehri manzarası ile 400 yaşındaki Québec, Kuzey Amerika’nın Paris’i âdeta. Pek çok ülkede tecrübe ettiğim gibi bir şehri tanımanın en güzel yolu şehri yürüyerek keşfetmektir. Adını verdiği Québec eyâletinin Montreal’den sonra ikinci büyük şehri olan Québec şehrinin özellikle sur içi diye tâbir edilen kısmının tarihî dokusu çok iyi muhafaza ediliyor. Eski şehir olarak anılan sur içini yürüyerek gezmek hem kolay, hem zor. Zira, sur içi aslında sadece 3 km2, ancak inişli, yokuşlu yollarını yürümek o kadar da kolay değil. Neyse ki, turistlerin akın ettiği küçük dükkânların bulunduğu rıhtımdaki Petit Champlain sokağından dik kayalıklar üzerine kurulmuş sur içine ulaşımı sağlayan, Taksim-Kabataş arasındaki füniküler sisteme benzer, panoramik tarihî füniküler sistem, özellikle turistlerin imdadına yetişiyor. Bu, aynı zamanda eski şehre hâtıraları süsleyen bir özellik katıyor. Québec şehrinin diğer bir güzel yönü, 400 yıllık tarihî eserlerin yanında yer alan günümüz mimârisine ait binaların insanı hiç rahatsız etmiyor olması. Tarihî eserlerin bol olduğu şehirlerde sanatçılar da bol oluyor sanırım. Tabii olarak, Québec’in sokak aralarında da ressamlar, karikatüristler, müzisyenlerin her biri bir köşede eserlerini sergiliyorlar. Merhaba – Sonbahar 2010 / 5 Şehirdeki önemli tarihî yapılar arasında, hâlen otel olarak kullanılan Frontenac Şatosu, Parlemento binası, iki kere yanmış ve restore edilmiş Notre-Dame Katedrali, Santa Ursula Manastırı ve Kuzey Amerika'nın en eski Fransız üniversitesi olan Laval Üniversitesi sayılabilir. Paris’te bulunan meşhur Notre-Dame Katedrali’nin aynı isimli bir benzerinin Québec’te de olduğunu duyunca şaşırdığımı söyleyemeyeceğim. Fransızların damgalarını vurduğu bu şehirde Eyfel kulesinin olduğunu bile söyleseler inanırdım herhalde. Québec’in sokakları Fransız şehirlerine benzer şekilde bir şeyler atıştırabileceğiniz, kahvenizi yudumlayabileceğiniz ya da sokaktan geçen insanları seyredebileceğiniz kafelerle ve butik restoranlarla dolu. Diğer kuzey şehirleri gibi Québec’in yazları oldukça kısa, fakat Québecliler bu kısa zaman dilimini, yeşil park ve bahçelerini çiçeklerle süsleyerek âdeta bir şölen havasında doya doya ve zevkle yaşıyorlar. Tarihî yapıların yanı sıra, nehir boyunca uzanan dar ovanın yükseldiği noktada yer alan kalenin bahçesi görülmeye değer yerlerden bir diğeri. Geçmişle bugünün uyumlu birlikteliğinin görülebileceği nâdir şehirlerinden biri olan Québec için söylenecek daha çok şey var aslında. Bir gün Kanada’ya yolunuz düşerse Kuzey Amerika’nın küçük Paris’i denen bu şehri seyahat planınıza dâhil etmeyi unutmayın. Amerika kıtasında Avrupa’dan kareler görmenin en güzel yeri burası olsa gerek. Bir başka seyahat notlarıyla “Merhaba”da buluşmak dileğiyle… 6 / Merhaba – Sonbahar 2010 DEVLET – DEVLET ADAMI Buğra ŞAMLI [email protected] Avrupa Birliği’nin bir medeniyet projesi olarak ele alınması, birliğin kuruluş şartları ve kurucuların târihî geçmişlerinde birbirleri ile olan münasebetlerine bakıldığında acaba ne kadar gerçekçi kalır? Şüphesiz ki 20. yüzyıl sadece ikincisinde elli milyondan fazla insanın ölümüne sebep olmuş iki dünya savaşını içine sığdırmakla tarihin en kanlı asrı olarak hatırlanmaya sezâdır. Dahası, her iki savaşın da aynı coğrafyada aynı devletlerin hesaplaşması olarak başlaması, bu bitmek bilmeyen davanın ne olduğuna dair bir merak uyandırır. Aslında Avusturya – Macaristan veliaht prensinin suikasta uğraması veya Polonya’nın işgal edilmesi, bardağı taşıran son damladan daha fazla etkiye sahip değildir. Bahsi geçen bu hadiselere gelene kadarki olaylar, siyasetler ve stratejiler silsilesine bakıldığında, tarihin başka türlü de gelişebileceğine olan iyimserlik ister istemez kaybolur. Yüzyıllar boyunca barış zamanlarında yapılan tercihler, benimsenen politikalar ve hedeflere varmak için izlenen yollara bakılırsa, her iki savaşın da insanoğlunun hür iradesiyle kendini ifna etmeye duyduğu arzunun neticesi olduğuna kanî olmak işten değildir. Üstelik tüm bu acılar, millet ve devletlerin beka iddiası uğruna yaşanmıştır. Her iki savaşın sebepleri arasındaki ortak noktalardan hangisinin çekirdeği teşkil edebileceğine biraz daha yakından bakılırsa, Almanya’nın ezelî rakiplerine geriden yetişip onlara tahakkümünü kabul ettirme iddia ve gayreti öne çıkar. Oysa 1880’lerde Almanya ve İngiltere arasında günümüzde de çokça duyduğumuz bir ifadeyle stratejik bir ortaklık ve işbirliği söz konusudur. O tarihlerde Almanya’nın Avrupa’daki topraklarınınkinden beş katı sömürgesi vardır, dünyanın ikinci büyük ticaret filosuna sahiptir ve dünya çapında ticaretlerini Britanya savaş gemilerinin himayesinde sürdürmektedir. Alman deniz subayları Britanya yapısı gemilerde yetişmekte, Britanya teknik ve taktiklerini kullanmaktadır. Her iki ülkenin denizcileri dış görünüşlerinde bile bir kardeş kadar birbirlerine benzemektedir. Oysa Alman Kayzeri ve halkının kafasında, neden Britanya’nın üstünlüğünün bir hakmışçasına kabul edilmesi ve Alman İmparatorluğu’nun İngilizlerin müsamahasına sığınması gerektiği Merhaba – Sonbahar 2010 / 7 sorusu yatmaktadır: Almanya’ya ne yararı “Başka ülkelerin armağan 1 menfaatlerinin olurdu?” Devlet edeceği büyüklüğün her şeyden âli tutulması, aralarında kan bağı olan iki ülkenin taht sahiplerinde de titizlikle muhafaza edilmiştir. İngiliz tahtında en uzun süre (64 yıl) hüküm sürmüş idareci olan Kraliçe Viktorya, hem ana hem baba tarafından Alman olup bahsi geçen tarihlerdeki Alman Kayzeri II.Wilhelm’in anneannesi olmasına rağmen, bu durum İngiliz halkının kendisine olan bağlılık ve sevgisinde en ufak menfî bir tesirde bulunamamıştır zira Kraliçe’nin tercihi her zaman Britanya’nın çıkarları ve üstünlüğü yönünde olmuştur. İngiltere, çok iyi bilindiği gibi devlet geleneğini sıkıca muhafaza eden ve kişilerin değil devletin devamını esas alan bir sisteme sahip olmaya her zaman dikkat etmiştir. Nitekim, Kraliçe Viktorya öldüğünde, cenazesini Portsmouth’a götüren yatı, ardındaki bir diğer yattan oğlu, yeni Kral Edward takip ediyordu. Kendilerini selamlayan savaş gemilerinin arasından geçerken Kral başı üstündeki bayrağın yarım çekilmiş olduğunu görünce kaptana nedenini sormuş, aldığı yanıt “Kraliçe öldü, efendim,” olunca Kral, “İngiltere Kralı yaşıyor” diyerek bayrağı tam olarak çektirmiştir.2 Üstelik bu anlayış sadece protokol kurallarında kendini göstermez. Zaten milletin ruhuna işlememiş bir “devlet” mefhumu, slogan ve zorlamayla da yaşatılamaz. Tarihî şuurun ferdin mâneviyatına nakşettiği histir ki şahsî menfaatleri hizmet ve ferâgat kılıcına kurban eder. Bu his, otuz altı yaşında Bahriye Bakanı olan Churchill’i Nelson3’un günlerinden kalma 4 mobilyalarla dolu Amirallik binasına gelince kendisinden geçirmiştir . Başta da belirttiğimiz gibi Almanya’nın sürekli olarak İngiltere ve Fransa’nın gerisinden müthiş bir kararlılık ve hızla gelerek onlara galebe çalma gayretine rağmen dünyanın üç Avrupa devletinin tamahını doyuramayacak kadar küçük (!) olmasının arka planına baktığımızda, şahsî tercihlerini hizmet ettiği devletine kurban etmiş bir başka devlet adamını görürüz: 1624-1642 yılları arasında Fransa’nın başbakanlığını yapmış olan, Kilise’nin bir prensi, Armand Jean du Plesis, Kardinal Richelieu. Modern devlet 1 Dretnot: İngiltere, Almanya ve Yaklaşan Savaşın Ayak Sesleri, Massie, Robert K. , s: 7, Sabah Kitapları, İstanbul, 1995. a.g.e., s: 254. 3 Oramiral Lord Horatio Nelson: Birleşik Fransız ve İspanyol donanmalarını Trafalgar koyunda mağlup eden, bir kolu ve gözünü vatanı uğruna savaşlarda yitirmiş İngiliz deniz komutanı. Napoleon’un istila tehdidi altındaki İngiltere’nin 1805 Ekimi’ndeki bu zaferi, denizlerde yüz yıl sürecek İngiliz üstünlüğünün temelini atmıştır. Nelson bu savaşta ölmüş, halk zafer haberinin coşkusunu yaşarken bir yandan Nelson’un matemini de tutmuştur. 4 a.g.e., s: 620. 2 8 / Merhaba – Sonbahar 2010 sisteminin babası olarak görülen Richelieu iş başına geldiğinde, 1618’de Prag’da fitili ateşlenen ve insanlık tarihinin en acımasız ve en yıkıcı savaşlarından birine dönüşen Katolikler ve Protestanlar arasındaki Otuz Yıl Savaşları olanca hızıyla sürüyordu. Kilisenin bir prensi olarak Richelieu’nun Habsburg Kutsal Roma İmparatoru II.Ferdinand’ın Katolik dinine hizmet etme, Kilise’ye eski gücünü ve itibarını kazandırma ve Protestanlığı ezme adına çıktığı sefere destek vermesi beklenirken, o, Fransız millî çıkarlarını üstün tutmasının gerekçesi olarak şöyle der: “İnsan ölümsüzdür, kurtuluşu bu dünyadan sonradır. Devlet ise ölümlüdür, kurtuluşu ya şimdi sağlanır veya hiçbir zaman.” Ona göre Ferdinand’ın yaptığı dinî bir eylem değil, Avusturya’nın Orta Avrupa’da üstünlük sağlamak ve Fransa’yı ikinci sınıf bir statüye düşürmek için yaptığı siyasî bir manevraydı. Bu düşünceden hareketle devlet politikasını belirleyen Katolik Kardinal, Fransa’nın menfaatinin Orta Avrupa iyice tükenene kadar savaşın uzamasında yattığına hükmeder ve içeride Fransız Protestanlara ibadet özgürlüğü tanıyarak Orta Avrupa’yı parçalayan iç karışıklıklara karşı ülkesini korurken, dış politikada Protestan hükümetler ve Osmanlı Devleti’yle de anlaşmalar yaparak Fransa’nın siyasî yalnızlığına son verir. Uzatmak için her fırsatı kullandığı hâlde fiilen dâhil olmadığı savaşta Almanya harap olurken, Fransa savaşın on yedinci yılına kadar bir kenarda bekler ve vakti gelince nihaî amacına ulaşmak için Protestan prenslerin yanında savaşa girer. 1648’de savaşa son veren Westphalia Barışı yapıldığında artık Avrupa’da sözü geçen devlet, topraklarını büyük ölçüde genişleten Fransa’dır. Richelieu, Fransa adına ne derece başarılı sayılırsa, politikaları Orta Avrupa için tam tersi neticeler vermiştir. Birleşmiş bir Orta Avrupa’dan çekinmesi ölçüsünde daha yıkıcı hâle gelen siyaseti, Alman birliğini iki yüz yıl geciktirmiştir. Nitekim, Otuz Yıl Savaşları’nın ilk evresi, İngiltere’nin Normandiyalı bir hanedanın, Fransa’nın da birkaç yüzyıl sonra Capetlerin vesayetleri altında ulus-devlet olmalarına benzer şekilde Habsburgların da Almanya’yı kendi hanedanlıkları altında birleştirme çabası olarak görülebilir. Ancak Richelieu buna engel olmuş ve Almanya birbirlerine rakip ve bağımsız üç yüzden fazla özgür prensliğe bölünmüştür. Richelieu’dan sonra bu bölünmüşlük yüzünden Almanya birçoğu Fransa tarafından başlatılan Avrupa savaşlarının savaş meydanı hâline dönüşmüş ve bu şartların dayattığı geri kalmışlıkla Avrupa’nın denizaşırı sömürgecilik akımının ilk dalgasını Merhaba – Sonbahar 2010 / 9 kaçırmıştır1. Ulus-devlet vasfını kazandığı zaman ise belki de bu tarihî mirasın bilediği hırçınlık ve tekâmül etme fırsatı bulamamış bir milliyetçilik yüzünden yüzyılın en büyük felaketleri yaşandı. Almanya’nın 19. yüzyılda birleşmesini sağlayan, devrin ve tarihin en büyük devlet adamlarından Bismarck olmuştur. O, her şeyden evvel tüm Alman prensliklerinin Prusya hâkimiyeti altına girmesini temin etmek istiyordu. Böylece o zamana kadar prenslikler üzerinde kendine bir hâmi rolü biçen Avusturya’nın gölgesinden kurtulmak mümkün olacak ve bunun ardından Almanya’nın üstünlüğü bir gerçeklik kazanabilecekti. Prusya’nın yüksek disiplinli üstün savaş gücünü acımasızca bu hedef yönünde kullanmaktan çekinmeyen ve dış politikada çok dikkatli adımlar atan dâhi bir stratejist ve taktisyen olan Bismarck, Prusya başbakanı olduktan sadece altı ay sonra 400 yıl boyunca Danimarka tarafından yönetilmiş bulunan iki Alman dükalığı Schleswig ve Holstein üzerine çıkan bir krizi bu toprakları Prusya’ya katmak için bir fırsat olarak gördü. Aslında bu dükalıklar kendi bağımsızlıklarını istiyorlardı ve o bölgede yaşayan Almanlar da bölgesel milliyetçilik hisleriyle doluydular. Oysa Bismarck’ın politikası, söz konusu olan Alman millî menfaatleriyse çok açıktı, (kendi bağımsızlıklarını elde edemediler diye) “Holstein’deki Almanların mutlu olup olmadıkları bizi ilgilendirmez.” diyordu. Zamanla tüm bağımsız prenslikler Prusya’ya boyun eğmişler ve Prusya önce Avusturya’nın vesayetinden kurtulmuş, Holstein zaferinden sadece sekiz sene sonra da Fransa’yı mağlup ederek, Paris’te boyun eğdiren bir anlaşmayı imzaya mecbur bırakmıştır. Tarihin ne tuhaf bir cilvesidir ki birleşmiş Alman İmparatorluğu, 18 Ocak 1871’de Versailles Sarayı’nın Aynalı Salonu’nda, Paris’i döven topların gürültüsü camları sarsarken ilan edilmiştir 2. Devlet adamlığı namına adını Türk tarihine altın harflerle yazdırmış, Alpaslanlar, Kılıçaslanlar, Osman Beyler, Fatihler, Yavuzlar, Mustafa Kemaller, Sokollular, Köprülüler gibi adı sanı bilinenler kadar, devlet uğruna gözünden taht hırsını silerek nefsine değil, devletine hizmeti seçmiş Yakutlu Beyler gibi “Devlet-i ebed müddet” düsturunu benimsemiş daha nice kitle fedaîsi olmasaydı hiç şüphesiz bugün bir Türkiye Cumhuriyeti de olmazdı. Devlet adamlığı, seçim veya atamayla edinilen mevkiye benzer bir vasıf değildir, târihin yalan söylemeyen ağzı bu pâyeyi hak edene tarafsızca verir. Devlet 1 2 Diplomasi, Kissinger, Henry, s: 44-50, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1998. Dretnot, s: 68. 10 / Merhaba – Sonbahar 2010 adamlarının tercihleri kendi devletlerini olduğu kadar ilişkide oldukları dünyayı da şekillendirir. Üstünlük uğruna savaşı göze almak, târihin vazgeçilemeyen bir hâkikatı olagelmiştir. Eğer bu gerçeğe uygun hareket etmeselerdi, Türklerin zamanla tıpkı Peçenekler veya Uzlar gibi başka kavimlerin içinde eriyip kaybolmaları mukadderdi. Bizim için iftihar vesilesi odur ki, Türk devlet adamlarının tercihleri, kendimize ve hükmettiğimiz topluluklara yıkım, dehşet ve zulüm değil; adalet, huzur ve barış getirmiştir. Merhaba – Sonbahar 2010 / 11 MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 2* Çelik BAHAROĞLU [email protected] ART NOUVEAU ve İSTANBUL Kelime mânâsı “Yeni Sanat” olan bu Fransızca sözcük 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başında yaklaşık 25 yıl sürmüş olan bir sanat akımına verilen isimdir. Avrupa’da ortaya çıkışıyla ilginç bir eşzamanlılıkla İstanbul’da da yaygınlaşmıştır1. Art Nouveau akımı, 19. yüzyılın son çeyreğinde özellikle sanayileşmiş ülkelerde ortaya çıkmıştır. Akımın oluşması ve üzerine oturduğu kurgu, sanayileşmeden kaynaklanan problemler ile ilgilidir. Sanayi karşısında geçerliliğini ve değerini kaybeden zanaatkârlığın durumunu inceleyen çeşitli yazar ve mütefekkirlerin çalışmaları ve İngiltere’de ortaya çıkan “Arts and Crafts” isimli topluluğun eserleri ile yapı alanında yeni malzeme ve tekniklere karşın geleneksel kalıplara ve formlara bağlı olmanın yol açtığı tutarsızlıklar, bu sanat akımının doğmasına sebep olmuş, buna rağmen akım zaman içinde sanayileşmenin imkânları ile beslenerek gelişmiştir. İngiltere’de Modern Style adıyla başlayan Art Nouveau hareketi hemen Fransa ve Belçika’ya, oradan Hollanda’da Nieuwe Kunst, Almanya’da Jugendstil, Avusturya’da Secessionsstil, İtalya’da Stile Floreale ve İspanya’da Modernismo gibi farklı isimlerle diğer Avrupa ülkelerine geçmiştir. Bu bakımdan Art Nouveau uluslararası sanat akımı tanımına uyan ilk eğilim olmuş, tüm 19. yüzyıl boyunca benimsenmiş olan eski ve tarihî üslûpları yeniden canlandırma ve yineleme anlayışından farklı olarak yeni ve çağdaş olmayı önermiştir2. * 1 2 Geçen sayımızda Mîmârî Hasbihâller köşesinde yer verdiğimiz yazının başlığı "Saint Antoine'nin Düşündürdükleri" olup teknik bir aksaklıktan ötürü basılmamıştır. Yazarından ve okurlarımızdan özür dileriz. TMMOB Mimarlar Odası, UIA 2005 Kongre ve Konferansları, Yeni Sanat (1890 – 1930) Avrupa’dan İstanbul’a Art Nouveau Sergisi Katalogu, 30.6– 31.7 2005, İstanbul. Batur, A.; (1996), “Art Nouveau” Mimarlığı ve İstanbul, Mimarî Akımlar 1, Yapı’dan Seçmeler 8. Cilt, YEM Yayınları, İstanbul. 12 / Merhaba – Sonbahar 2010 Resim 1: Tassel Evi1 Art Nouveau mîmârîsinin en tanınmış örnekleri arasında Brüksel’de Viktor Horta’nın tasarladığı Tassel Evi, Olbrich’in Viyana’da tasarladığı Secession Evi, Glasgow’da Charles Rennie Mackintosh tarafından yapılan Glasgow Sanat Okulu ve Barselona’da Gaudi’nin yaptığı Sagrada Familia Kilisesi gibi yapılar sayılabilir. Avrupa’da üslûp olarak o zamana dek bilinmeyen ya da sıra dışı olarak kalmış, klasik ve akademik çizginin dışında tutulmuş Antik Girit ve Minos kültürü gibi çeşitli kaynaklardan esinlenen Art Nouveau özellikle Japon grafik sanatının çiçeksi bezemeleriyle birleşen çizgisel düzenlemele-rinden çokça etkilenmiştir. Modern çağın ilk üslûbu olarak kabul edilen bu akım yapı tasarımında asimetriye, geometrik olarak tanımlanması zor olan tipoloji dışı planlamaya, kütlede serbest çıkmalara, bezemede coşkun bir eğrisellik ve çizgiselliğe, kıvrım ve bükümlere, doğaya ve doğanın akıcılığına eğimli bir yapı tasarımı anlayışı geliştirmiştir2. 1 2 a.g.e. a.g.e. Merhaba – Sonbahar 2010 / 13 Art Nouveau’nun ortaya çıkıp geliştiği yıllar, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş öncesi dönemine rastlamaktadır. Osmanlı başkenti tıp ya da askerlik gibi alanlarda Avrupa’dan gelen uzmanlara alışıktır. Ama mimarlık 19. yüzyılın başına kadar yerli sanatçıların alanı olarak kalmıştır. Bununla birlikte batıya açılmaya başlayan imparatorlukta yeni mîmârî program ve kavramların, yeni tekniklerin, yeni model ve biçimlerin mimarlık gündemi-ne girmesiyle yabancı mimarlara ihtiyaç ortaya çıkmış, böylece Sanâyi-i Nefîse Mekteb-i Âlisi kurulup mimarlık eğitimi verilmeye başlanılana kadar yaklaşık bir asır boyunca yapı alanı yabancı mimarları ağırlamıştır 1. Resim 2: Markiz Pastanesi’ndeki çini duvar panosu2 Art Nouveau, İstanbul mîmârîsine yüzyıl dönümünde katılır. Bu akı-mın sanayi toplumu anlayışının henüz yerleşmediği Osmanlı Devleti’nde Avrupa’da olduğu gibi sanayi ve makinenin ezdiği ya da yozlaştırdığı zanaat – sanat üzerine bir tartışma ile geliştirilmediğine kesin gözü ile bakılabilir 3. 1 2 3 a.g.e. a.g.e. a.g.e. 14 / Merhaba – Sonbahar 2010 Art Nouveau estetiğinin ve beğenisinin İstanbul’a giriş kanalları ara-sında o dönemde yayınlanan kadın dergileri, büyük lüks mağazalarda satı-lan ithal günlük kullanım eşyaları bulunur 1. Özellikle Galata ve Pera bölge-si şehrin modernleşmesinde ayrıcalıklı bir deney alanı konumundadır ve Art Nouveau üslûbu yapı alanında bu bölgeden başlayarak şehre katılmıştır2. Batur’a (1996) göre İstanbul’da Art Nouveau üslûbunun uygulamalarında başlıca iki dönem görülmektedir. Birinci dönem 1900 ile 1915 yılları arasını kapsamaktadır ve Art Nouveau’nun özgün akademik eğitim görmüş profesyonel mimarlar tarafından benimsenip uygulandığı bir zaman dilimini ifâde etmektedir. Bu dönemde Art Nouveau’nun kullanıldığı cami, türbe, çeşme, müze, okul, anıt, resmî yapılar, konutlar, oteller, saraylar gibi çeşitli yapı türlerinde belirli bir profesyonel kalite gözlenebilmektedir. İkinci dönem ise İstiklâl Harbi’nden 1930’lara kadar sürmekte ve profesyonel mîmârîden farklı olarak örgün eğitimden geçmemiş, usta – çırak ilişkisi ve uygulama içinde yetişmiş yapı ustalarının ürünü olan anonim mîmârîyi tanımlamaktadır3. Resim 3: D’Aronco – Beşiktaş Şeyh Zafir Efendi Kompleksi –1903 - 19044 1 2 3 4 a.g.e. Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. Batur, A.; 1994, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Art Nouveau Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mîmarîsi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. Merhaba – Sonbahar 2010 / 15 İstanbul mîmarlığı içinde ve metropoliten kent alanında Art Nouveau akımı Sultan Abdülhamit’in tahttan indirilişinde, İttihat ve Terakki Partisi’nin politik yükselişinde, Cumhûriyet’in kurulmasında ve başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasında uzun süre yaşayan ve ayakta kalabilen bir mîmârî üslûp olarak yer almıştır1. Avrupa’da ulaştığı her kültürde kendine özgü bir biçimde ortaya çıkması gibi İstanbul mimarisi ile yoğrularak farklılaşmış ve İstanbul’a özgü bir özellik oluşturmuştur. David Gabhard’ın 1967 tarihli makalesinde belirttiği gibi dünyada İstanbul bu mîmârî akımın en fazla örneğini bulunduran kent konumundadır2. Resim 19: D’Aronco – Nazime Sultan Yalısı – 1901 - 19023 1 2 3 a.g.e. a.g.e. a.g.e. 16 / Merhaba – Sonbahar 2010 ŞİİR Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected] KARAMSAR GÜNLER Karanlık günlerde Kapkara açan güllerle sınandı sabrım. Tövbeler nedametsiz Gökler merhametsizdi. İsyan, göğsümde diken diken kanayan bir yara… Hüznü bunca koyu demleyen hayat, Sanki baldırandı ağzımda. Anlamlarını eğip büktüğüm Güzelliğini kırıp döktüğüm Kelimeler Sükûttan dağların ardında kaldı. Umut kervanı hep susuz çöllerde Uğursuz yerlerde dolandı. Ve yağmalandı. Karanlık günlerde Kapkara açan güllerle sınandı sabrım. Tövbeler nedametsiz Gökler merhametsizdi. İsyan, göğsümde diken diken kanayan bir yara… Şafağı bunca kızıl kanatan hayat, Hain bir bıçaktı sırtımda. Renklerini silip bozduğum Güzelliğini yakıp yıktığım Kelebekler Çelikten kozalarında mahpus kaldı… Merhaba – Sonbahar 2010 / 17 BİR DÖNEM ROMANI: PERTEV BEY’İN ÜÇ KIZI Sâmiha ULUANT [email protected] Pertev Bey’in yıllarımdayken karıştırdığım Üç evimizin bir sırada Kızı… Ortaokul kütüphanesini elime geçen ve sonrasında bir solukta okuduğum Münevver Ayaşlı’nın son derece akıcı bir Türkçe’yle yazmış olduğu romanı… Aradan geçen yıllar içerisinde dönüp dönüp tekrar okuduğum bu nehir roman, eserleri Ayaşlı’nın arasında bende bütün apayrı kıymetli bir yere sahiptir. Bazı romanlar okuru önce anlamlandıramadığı bir şekilde içine çeker. Okurla roman hatta romancı arasında bir bağ oluşur. Böyle durumlarda bu etkilenmenin nedenini sorarım kendime hep. Pertev Bey’in Üç Kızı romanını düşündüğümde ise bu etkilenmede romanın sahip olduğu güçlü kurgu ve romancının dili ustalıkla kullanışının yanında, anlattığı dönem ve yarattığı karakterlerinin yapısının da çok önemli bir rolü olduğunu hissederim. Öyle bir dönemdir ki bu, bir imparatorluk çökmekte ve dolayısıyla asırların meydana getirdiği bir kültür, bir hayat tarzı, yerini bambaşka bir anlayışa bırakmaktadır. Sancılı, sancılı olduğu kadar hüzünlü ve zorlu olan bu süreç, romanda toplumsal yönleriyle verildiği gibi değişen hayat algısı da eski ve köklü bir İstanbul ailesinde, aile fertleri arasında kendini gösterir. Süreç o kadar hızlı yaşanmakta, değişim o kadar çabuk olmaktadır ki, bu çatışma kuşaklar arasında yaşanmakla kalmayıp kardeşler arasında bile varlığını hissettirmektedir. Tanzimat’tan beri Fransız ve İngiliz kültürü ile yetişmiş olan Miralay Pertev Bey ailesinin üç kızı vardır. En büyükleri olan Selmin piyano çalan, Alfred de Musset şiirleri seven, Chopin’e hayranlık duyan bir genç kızdır. Kalabalık bir ailede nineler, dadılar elinde yetişmiştir. Buna rağmen romanın ilerleyen bölümlerinde annesi ile birlikte eski kültürün izleri en belirgin şekilde kendisinde ortaya çıkacaktır. Ortanca kardeş Berrin ise Alman mürebbiyelerle 18 / Merhaba – Sonbahar 2010 yetişmiştir. Rasyonel ve güçlü bir kimliğe sahiptir. Düşünceleri ve kitapları ile tek başınadır. Annesi ve ablası, genç bir kadının çalışması hatta yalnız başına sokağa çıkması fikrine bile alışık değilken o, okuyup doktor olur. En küçük kardeşleri Nermin ise yeni kurulmuş olan ülkenin yarattığı genç kızlardandır. Üç kardeş birbirine sevgiyle derinden bağlı ama bir o kadar da birbirlerine uzaklardır aslında. Romanda kişi sayısı oldukça fazladır. Genel olarak iki temel noktada ayrılan kişiler, Osmanlı kültürünü temsil eden geleneksel yapıya alışmış, yeniye uyum sağlamakta zorlananlarla, yeni yapılanmanın doğurduğu modern cumhuriyet çocuklarıdır. Roman kişilerinin adları da bu doğrultudadır. Bir tarafta Karanfil Kalfa, Selmin Hanım, Pertev Bey, Hâlet, Nuhbe Hanımefendi ilk gruptaki kişileri oluştururken diğer tarafta Baskın, Ayten, Ergüç ailesi yeni Türkiye insanını temsil etmektedir. Geleneksel ve modern hayat algısı, romanda İstanbul ve Ankara yaşantısı ile de verilmektedir. Osmanlı’nın yıkılış yıllarından başlayıp Cumhuriyet’in kuruluşu, Halk Partisi ve Demokrat Parti dönemini de kapsayan uzun bir zaman dilimini ele alan roman, 1910’lu yıllardan 1960’lı yılların sonuna kadar olan dönemi anlatır. Roman kahramanların yanı sıra; Mustafa Kemal Paşa, İsmet İnönü, Adnan Menderes, Celâl Bayar gibi devrin önemli devlet adamları da romanda bahsi geçen kişilerden bazılarıdır. Kendisi de bir İstanbul hanımefendisi olan Münevver Ayaşlı, sık sık romanda kendini belli ederek dönem ve yaşanan tarihi olaylar karşısındaki şahsi görüşlerine yer vermekten çekinmez. Bunu da romanın kurgusu ve olayların akışını bozmadan büyük bir ustalıkla yapar. “Yalnız lisanından, Nermin mi? edebiyatından, Bütün Türkiye an’anesinden, 1929 senesinde tarihinden kopmuş, yazısından, kökünden kopmuştu. Köksüz, mazisiz, an’anesiz, edebiyatsız, tarihsiz ve sahipsiz oluvermişti. Harf inkılâbı; koca Türk çınarını yıkmış, onu bir mantar gibi köksüz hâle getirmişti. Kitab-ı Mukaddes, manevî keşmekeş ve felâket olarak Babil’deki lisan hercümercini anlatır. Kimse kimseyi anlamayan bir belde; ana evladı evlat anayı, sevgililer birbirlerini anlamıyorlar, ifade ve lisan anlaşılmaz bir hale gelirse hâliyle zekâ da felce uğruyor. İşte bu Bâbil felâketi, misli başka bir yerde gösterilemeyecek keşmekeş, modern zamanlarda yalnız Türkiye’nin başına geldi. Kökünden söküldü ve bütün bir millet kendi yazısını okuyamadı. Kendi lisanını anlayamadı, kendi kişileriyle bile konuşamadı, anlaşamadı… (S.134)” Merhaba – Sonbahar 2010 / 19 “İşte her şeyde olduğu gibi Türk komünistlerinin dramı da bu idi. Asıl değil hepsi ve her şey taklitti. Türk komünistlerinin hemen hemen hiçbiri işçi sınıfından değildi. Başta Nâzım Hikmet olmak üzere İşçi Partisi Başkanı Mehmet Ali Aybar da asil, daha doğrusu yüksek ve refahta bir burjuva sınıfına, büyük memur, yüksek rütbeli subay sınıfına mensup idiler. Müdafaasını üzerlerine aldıkları sınıfı tanımıyorlar, onun çektiği acıların hiçbirini çekmemişler, tatmamışlardı. (S. 405)” Ayaşlı, devrin önemli olaylarının yanı sıra eski İstanbul kültür ve yaşayışı hakkında da zaman zaman bilgi vermekten geri kalmaz. Bunu da kuru bir bilgi verme ya da olayları kesip araya girme şeklinde değil üslubu bozmadan çok zarif bir şekilde yapmayı başarır. “Osmanlı kültürünü bilmeyen ve Osmanlı hanımefendisini tanımayanlar tülbentin Osmanlı hayatındaki mevkiini bilemez, tahmin edemezler. Tülbent başlı başına bir kuvvet, vazgeçilmez bir ihtiyaçtı. Evvelâ tülbentin iyisi nerede satılır bunu bilmek lâzımdı. Yıkamasını, ütülemesini de bilmek ve buna itina etmek gerekirdi. Tülbent bohçası, o da çok mühimdi. İçinde lavanta çiçeği torbası eksik olmazdı. “ (S.13) Derin bir tarih bilgisine vâkıf olan Ayaşlı; ait olduğu kültürü çok iyi tanıyan, ona sahip çıkan bir yazar olarak bu romanında başarılı bir üslupla herkesin çok iyi bilmesi gereken bir döneme ışık tutuyor. Dönemin etkilerini hem bireysel hem de toplumsal yönde ele alarak romanına çok gerçekçi bir tarihi fon oluşturup roman kişilerini de bu fona ustalıkla yerleştiriyor. 1906 yılında doğup 1999 yılında aramızdan ayrılan Ayaşlı, neredeyse bir asra yaklaşan ömründe; Dersaadet, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, Teşrini Sani ve Ötesi, Kıbrıs ve Fetvası, Vaniköyü’nde Fazıl Paşa Yalısı gibi pek çok esere de imza at-ıştır. Vaniköyü’nde Fazıl Paşa Yalısı incecik fakat çok tatlı bir üslupla kaleme alınmış bir başka romanıdır. Bu romanda da eski İstanbul; konakları, yalıları, insanları ve medeniye-tiyle karşımıza çıkar. Yazarın bu dönemi bizzat yaşayan bir insan olması da romanın gerçekçiliğini ve etkisini arttırır. Romanlarının yanında, edebiyatımızda eksikliği fazlasıyla hissedilen hatıra türünde de eserler veren Ayaşlı, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim adlı eseri herhalde herkesin kütüphanesinde bulunması gereken kitaplardan biridir. 20 / Merhaba – Sonbahar 2010 Kütüphane demişken, maalesef evlerinde kütüphane olan insanlarımız artık azınlıkta kalmışken acaba kaç genç okur Münevver Ayaşlı ya da onun gibi derin bir entelektüel birikime sahip yazarlarımıza ulaşma imkânını taşıyor? Büyük kitapçılarda bile böyle yazarların eserlerini bulabilmek için de epey çaba sarf etmek gerekmiyor mu? Timaş Yayınevi, 2005 yılında Münevver Ayaşlı’nın tüm eserlerini yeniden basarak okurlara bu büyük yazara yeniden ulaşma fırsatını sundu. Artık emsali pek görülmeyen bu eski zaman insanlarının yazdıklarını okuyabilmek bir şans… Yaşadığımız çağın getirdiği sıkıntılardan, bazen de günlük hayatın üzerimizde yarattığı baskı ve stresten kaçıp artık mazide kalmış ve bir daha geri gelmeyecek olan o tatlı ve zarif günlerin güzelliğine sığınmak, Ayaşlı’nın satırları arasında kaybolmak insanı ferahlatıyor, içinde yaşadığı zamanın kirinden pasından arındırıyor sanki… Merhaba – Sonbahar 2010 / 21 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected] CHRISTOPHER NOLAN DOSYASI Filmcinin Seçtikleri köşesinde, hayranlarının ve takipçilerinin sayısını her filmiyle adeta katlayan, son yılların dâhi yönetmeni Christopher Nolan dosyasını açıyoruz. Hayâl gücü ve zekâsı ile sivrilen yönetmenin bu sayımızda ele alacağımız ilk filmi, 2005 tarihli “Batman Başlıyor”. Filmin ve yönetmeninin farkını ortaya koyabilmek için daha önce çekilmiş olan diğer yakın tarihli Batman filmleri ile kısa bir karşılaştırma yapmanın faydalı olacağını düşündük. Gelecek sayıda mercek altına alacağımız film ise, şimdiden efsane hâline gelen “Kara Şövalye”. BATMAN BAŞLIYOR Orijinal ismi: Batman Begins Yönetmen: Christopher Nolan Senaryo: Christopher Nolan, David S. Goyer Oyuncular: Christian Bale, Michael Caine, Liam Neeson, Gary Oldman, Morgan Freeman, Katie Holmes, Cilian Murphy, Ken Watanabe Notu: Hedef kitlesi: Kendi gerçekliğini kuran filmleri seviyorsanız; bilinen hikâyelerin yeniden yorumlanmasını heyecan verici buluyorsanız; “Akıl Defteri”ni (Memento) seyredip hayran kaldıysanız; Nolan’ın adını çok duyup neyin nesidir diye merak ediyorsanız; ya da sadece sinema tarihine geçmiş efsane filmleri seyretmeye meraklıysanız, bu film tam size göre. Bob Kane’in yarattığı Batman karakteri ve onun maceraları DC Comics’in sayfalarında efsane bir çizgi roman serisine dönüşmüştü. Bu hikâye elbette Hollywood’un dikkatinden kaçmadı ve muhtelif yönetmenler tarafından defalarca filme alındı. Bu filmler içinde, yakın tarihli olmaları itibarıyla en çok bilinenler ve hemen akla 22 / Merhaba – Sonbahar 2010 gelenler, şüphesiz Tim Burton’un ve Joel Schumacher’in filmleri oldu. Tim Burton’un 1989 tarihli “Batman” filminde Batman’ı Micheal Keaton canlandırdı. Oyuncunun talihsizliği, unutulmaz ve akıllara zarar Joker yorumu ile Jack Nicholson’un filme feci şekilde damgasını vurması oldu. Ancak bu film, Joker’in Batman’ı sönük bırakacak kadar yıldızlaştığı ve ön plana çıktığı son Batman filmi olmayacaktı (bkz.: “Kara Şövalye”). Yine Tim Burton’un yönetmenliğini yaptığı 1992 yapımı “Batman’ın Dönüşü”, Kedi Kadın (Michelle Pfeiffer) ve çizgi serinin en karanlık karakterlerinden Penguen (Danny De Vito) gibi iki sağlam kötü karakterin yer aldığı, dolayısıyla Batman’ın (Michael Keaton) yine oldukça geri planda kaldığı bir film oldu. Bunun sebeplerinden biri senaryonun ağırlık merkezine yönelik tercihler, diğeri ise Danny De Vito ile Michelle Pfeiffer’in ekran karizmalarının Michael Keaton’ınkinden baskın çıkması idi. Dolayısıyla Burton’un filmleri, isimleri aksini söylese de, aslında Batman’ın baş düşmanlarını odağına alan filmler olarak değerlendirilebilir. Her iki film de kadrolarında yer alan prestijli oyuncularla güçlü bir çekim merkezi yarattılar. Yönetmenin “Noel Gecesi Kabusu”, “Edward Makaseller”, “Ölü Gelin” gibi şaheserlerinden de çok iyi tanıdığımız, gotik atmosferler ve grotesk karakterler yaratmaktaki eşsiz başarısı, karanlık hikâyeleri daha da karartan üslûbu ve bu hikâyelere çok yakışan kara mizah anlayışı ise, Batman karakterine, onun aklın sınırlarını zorlayan düşmanlarına ve bu sınır tanımayan, katıksız kötülere ev sahipliği yapan Gotham şehrine çok yakıştı. Joel Schumacher’in 1995 yapımı “Batman Daima” ve 1997 yapımı “Batman & Robin”ini seyrettikten sonra, Burton’un bir Batman projesini emanet etmek için ne kadar doğru bir seçim olduğu sanırız daha iyi anlaşılmıştır. Schumacher’in Batman yorumunu üç kelime ile özetlemek gerekirse ciddiyetsiz, karikatürize ve derinliksiz olduğu söylenebilir. Yönetmenin karaktere bakışındaki bu çarpıklık, abartılı canlı renkler kullanarak (niyeyse) daha da vurguladığı çizgi film estetiği ve oyuncu tercihleri ile birleşince (mesela Bulmacacı karakterini Jim Carrey’e emanet ederek karikatürleştirme durumunun altını kalınca çizmesi), ne serinin orijinali ile, ne de Batman karakteri ile bağdaşan filmler ortaya çıktı. Schumacher’in bu yaklaşımı bir Süpermen filminde çok büyük bir sorun teşkil etmeyebilirdi. Ancak Batman’ı diğer süper kahramanlardan önemli ölçüde ayıran bazı temel meseleler var ki, hiçbir yönetmenin Batman’ı bunlardan tamamen Merhaba – Sonbahar 2010 / 23 soyutlayarak film çekmesi mümkün değil. Nitekim bu meseleler işin içine girdiği için sonuç, tabiri caizse melez filmler oldu ve bunlar yerden yere vuruldu. Öyle ki, Harvey Dent’i canlandıran Tommy Lee Jones’un ve Batman’ı canlandıran Val Kilmer’in varlıkları bile Schumacher’in filmlerinin, serinin sinema uyarlamaları arasına kara bir leke olarak geçmesine mani olamadı. Bu uzun girizgâhtan sonra gelelim asıl konumuz olan “Batman Başlıyor”a… 1998 yapımı “Following” ve 2002 yapımı “Insomnia” ile dikkatleri üzerine çeken; 2000 yapımı “Akıl Defteri” ile filmkolikleri hayran, ağızlarını da bir karış açık bırakan Christopher Nolan, Schumacher’in filmleri nedeniyle artık pek ciddiye alınmaz olan Batman’ı ihya etmeye ve hem seriye hem de kahramanına hak ettiği saygınlığı geri kazandırmaya karar vererek sinemaseverleri heyecan ve ümit dolu bir bekleyişe soktu. Bu bekleyişin neticesinde kavuştuğumuz film, yönetmenin başyapıtları arasındaki yerini aldı ve başka hayırlara da (bkz.: “Kara Şövalye”) vesile oldu. Peki nedir “Batman Başlıyor”u bu denli önemli kılan? Çizgi serinin takipçilerinin de aynı fikri paylaşacağını tahmin ederek söyleyebilirim ki, Batman’ı diğer süper kahramanlardan ayıran en temel özellik, onun aslında bir süper kahraman olmamasıdır. Dolayısıyla Batman’ın bu anlamda ayaklarının yere bastığını söylemek mümkündür. Öte yandan, suça batmış ve yozlaşmış olan Gotham şehri (ki Batman serisinin baş karakterlerinden biridir dense yeridir) ve çılgınlık sınırını çoktan geçmiş Joker, Penguen gibi kötüleri ile serinin tamamen gerçekçi bir temele oturduğunu söylemek de mümkün değil elbette. İşte Nolan’ın dehası ve başarısı da burada gizli. Yönetmen, serinin kahramanını da, kahramanın yaşadığı şehri de gerçek bir zemine çekmek; hikâyesini bu zeminden anlatmak üzere yola çıkmış. Bu amaca ulaşmanın yolu ise başlangıcı, yani Bruce Wayne’nin nasıl Batman’a dönüştüğünü anlatmaktan geçiyor elbette. Nolan da kendi Batman yorumunu inşa edeceği serinin ilk filminde bu sıfır noktasını ele alıyor. Bununla da yetinmiyor, Gotham şehrini dünyamıza ve günümüze konumlandırarak hikâyeye yer ve zaman anlamında da sahicilik katıyor. Gündüz vakitlerinde geçen sahnelerinin çokluğuyla diğer tüm Batman filmlerinden ayrı bir yerde duran “”Batman Başlıyor”, yönetmenin bu bilinçli tercihiyle Batman’ı ve onu algılayışımızı gerçeküstülüğünden soyma yolunda dev bir adım daha atıyor. Nolan, Bruce Wayne’nin anne ve babasının başına gelenler; bunun Wayne’nin karakteri üzerindeki etkileri; intikam arzusu; intikam alması 24 / Merhaba – Sonbahar 2010 imkânsızlaşınca içine düştüğü boşluk; kafasındaki sorular; bunlara cevap arayışı; cevaplar bulmak için çıktığı yolda önce kaybolması; ardından geçirdiği değişim ve sonunda intikam arzusunun adalet arayışına dönüşmesi çerçevesinde Batman’ın önce fikir olarak doğumunu, sonra da bu fikrin fiiliyata geçirilişini anlatıyor. Çizdiği bu çerçevenin merkezindeki tablo, “Batman”ın felsefi altyapısı aslında. Bu bağlamda filmin işlevinin revizyonu aştığını; devrim olarak nitelendirilmesi gerektiğini söylemek yanlış olmaz. Zira Nolan Batman’ı öyle bir yeniden yorumluyor ki, yaptığı aslında bir çizgi romanı filme dönüştürmek değil; bir çizgi roman kahramanını sinemada ve sinema için yeniden yaratmak; başka bir deyişle sinemanın kendi Batman’ını yaratmak. Yönetmen, aracılığıyla, gerek hedeflediği olay örgüsü atmosferi gerekse tamamlıyor filmin ve diğer karakterleri hikâyenin sahiciliğini destekliyor. Bu noktada Batman’ın kostümü, alet edevatı, arabası (!?), mağarası, uçması, üstün (hatta üstünlüğü de aşmış) dövüş kabiliyeti gibi çizgi roman dünyası içinde normal kabul edip sorgulamadığımız, ama Nolan’ınki gibi gerçekçi yaklaşımları da zora sokma potansiyeli olan hususlara ayrı bir parantez açmak gerek. Nolan, yalnızca kahramanın kendisinin değil onun tüm bu alamet-i farikalarının da başlangıcına dönerek, başlangıcını açıklayarak sözünü ettiğimiz zorluktan kendisini sıyıveriyor. Açıklamak kelimesinin de hakkını verdiğini söyleyelim. Öyle ki, saydığımız tüm bu Batman “gerçekleri”ni, bunlara gerçek dünyada bulduğu karşılıklar yoluyla seyirciyi şaşırtacak kadar gerçek kılıyor. Seyirciye de “demek herşeyin böyle mantıklı bir açıklaması varmış” diye hayret etmek kalıyor. Velhasıl, herkesin tanıdığı, bildiği Batman’ı alıp baştan inşa etmeye kalkışmak bile takdire şayan bir cesaret işi iken, üstelik bundan alnının akıyla çıkmak ve Batman’a kendi mührünü vurmak da gösteriyor ki, Nolan’ın (bu köşenin yazarı da dahil) pek çok sinemasever tarafından son yılların en büyük yönetmeni olarak kabul edilmesi boşuna değil. Merhaba – Sonbahar 2010 / 25 DEĞİŞMEDEN GÜN OLMAZ Gülnar MIZRAK [email protected] İşle ilgili incelemesi gereken dosyalar vardı ama karnı aç olduğu için dikkatini toplayamıyordu. Pencereyi açıp çalışma masasının yanındaki kanepeye oturdu ve arkasına mor işlemeleri olan krem renkli yastığı koydu. Yorgundu. Gözlerini dinlendireceği sırada kapının arkasından evin en küçük ferdinin sesini duydu: - Cihan Abla, sofra on beş dakikaya hazır. “Tamam, geliyorum.” demesine rağmen duvarda asılı duran aile fotoğraflarını seyre daldı... Uzaktan akrabaydılar, hiç görüşmemişlerdi fakat onları yıllardır tanıyor gibiydi. Halbuki daha beş ay oldu buraya geleli. Peki değişmek için uzun bir süre miydi beş ay? Yoksa kısa mıydı? Masadaki el aynasını alıp yüzünü incelemeye başladı. “Gözlüğü iyi ki bırakmışım. Kısa saçlı da güzel oluyorum. O zaman bu hâlim yorgunluktan mı?” dedi ve ardından gülümsedi. “Bunlar önemli değil ki! Mühim olan içim... Yalan söylüyorum, dedikodu yapıyorum, insanları kırıyorum. Saymakla bitse keşke... İyi huylarım da var ama, Mürüvvet Teyze’nin dile getirdiği gibi, kötülerin yerine iyileri koyamadıktan sonra insan huzura ulaşamıyordu gerçekten. İnsan olamıyordu!” diye düşündü. Aynayı bir kenara koydu ve gözlerini penceresine sığmaya çalışan o eşsiz manzaraya çevirdi. Yemyeşil ağaçların süslediği dağlara, gökyüzünü mesken tutmuş âvâre bulutlara baktı. Buradaki ilk gününü hatırladı. Yeni hayatına alışamamaktan korkmuştu. İnsan doğup büyüdüğü yerden, alışkanlıklarından kolay ayrılamıyordu ama buna mecburdu. Daha çalışma hayatının başındaydı ve başka seçeneği yoktu. Mutlu olması gerekiyordu. Mutluydu da... Çünkü hiç olmadığı kadar şanslıydı. İyi bir ailenin yanında kalıyordu. Yaşadıkları yer kasaba gibiydi. Binaları yüksek değildi, yeşil alanları çoktu, trafik derdi yoktu. Mürüvvet Teyzeler ise dağın yamacındaki bir apartmanda kalıyordu. 26 / Merhaba – Sonbahar 2010 Maddî durumları çok iyi olmamasına rağmen hallerinden memnunlardı. Çünkü kendilerinden üstün olana bakmıyor, aşağı olana bakarak şükrediyorlardı. Bazen akşam yemeğinden sonra balkonda oturup gecenin gelişini seyrediyorlar, bazen sohbet ederek çekirdek çitliyorlar ya da ahbaplarıyla sâhilde yürüyüş yapıyorlardı. Bunlar kimilerine göre basit şeylerdi ama onlar birlik olmanın tadını çıkarıyordu sanki. Yorgun gözlerle, yüzünü tekrar fotoğraflara çevirerek “İnsanlar birbirlerinden ne kadar farklı hayatlar sürdürüyor, acaba herkes kendisine lûtfedilenin kıymetini idrak edebiliyor mu?” diye düşündü. Duvarda üç tane çerçeve vardı; sağdakinde Mehmet Ali ve Nur, soldakinde Mürüvvet Teyze’yle Celâl Amca, ortadakinde de aile fotoğrafı... Nur evin en küçüğüydü. Çekingen bir yapısı vardı. İlkokulda olmasına rağmen elindekilerle yetinmeyi bilen akıllı, hassas bir çocuktu. Kıyafetlerinin çoğu ikinci eldi. Oyuncakları başka çocuklara göre çok azdı. Ama yaşadığı hayattan dolayı üzgün olduğunu görmek mümkün değildi. Cihan kendisini düşündü. Tek çocuk olduğu için hep şımartılmıştı. Ve hiçbir zaman onun kadar mutlu olmamıştı! Bu çocuklar özenle işlenmişti sanki. Bir keresinde Mürüvvet Teyze’nin, ablasından kalan kolyesi kaybolmuştu. Nur da takılara meraklı olduğu için Mehmet Ali ona sormuştu. “Ben almadım.” diyordu ama ağabeyi ısrar ediyordu: “Yalan söyleme! Yoksa annem üzülür.” Küçüğün verdiği cevap Cihan’ı utandırmıştı: “Ben istesem de yalan söyleyemem ki!” Mehmet Ali ise babasının en büyük yardımcısıydı. Okul çıkışlarında dükkâna gider, çalışırdı. İki kardeş karakter olarak benziyorlardı. Ergenlikten dolayı biraz âsi olsa da özü iyiydi Mehmet’in. Fedâkâr, çalışkan bir çocuktu. Ona da güvenmemek elde değildi. Bu evde yalan, riyâ yoktu. Halbuki geldiği yerde nelerle karşılaşıyordu Cihan... Aslında kendisine bakması bile yeterdi. “Küçücük bir yalandan ne olur ki?” derdi. Ama yalan yalanı doğuruyordu, sonu gelmiyordu. “İnsan, yaptığının yanlış olduğunu bile bile niye o fiili terk edemiyor? Buna engel olan nefsi mi?” diye söylenerek soldaki fotoğrafa baktı. Anne ne kadar yumuşak ve samîmiyse, baba da o kadar sert ve mesâfeliydi. Mürüvvet Teyze, Cihan’ın âdeta ikinci annesi olmuştu. Keşke Celâl Amca için de babam gibi diyebilseydi. O da iyi bir insandı ama hatır sormaktan ileri giden bir muhabbetleri yoktu. Belki de onun asabî olması, Cihan’ın adım atmasını engelliyordu. Zîra Celâl Amca’nın bir ânı diğerini tutmuyordu. Merhaba – Sonbahar 2010 / 27 Çocuklar ise hiçbir şekilde babalarına darılmıyordu. Bunda annelerinin tesiri büyüktü. “Nefsinize ağır gelen şeyden dolayı üzülmeyin. Hem o sizin için çalışıyor, yoruluyor. Bize hoş görmek yakışır.” derdi hep dinlendiren sesiyle... Ne kadar anlayışlı, olgun bir kadındı. Dâima Allah sevgisiyle doluydu. Şüphesiz çocukları da bundan nasipleniyordu... İnsan, aile içinde ne görürse sonunda o oluyordu sanki. Mutlaka Mürüvvet Teyze’yi de yetiştiren, üstüne titreyen biri vardı. Belki annesi, belki babası, belki de başka bir kişi... Ve şimdi sıra ondaydı! Bu millet için, bu vatan için hayırlı iki evlat yetiştirecekti. Cihan ne kadar şanslıydı ki kaderi onu buraya getirmişti. Yavaş yavaş değişiyordu. Tebessüm ederek ortadaki çerçeveye baktı. “Yanındakilere benzemeyen bir kadın var bu karede. Onu öylesine sâhiplenmişler ki şüphesiz bu ailenin bir ferdi artık. Belki de bu yüzden gözlerinin içi gülüyor” diye düşündü. Oturduğu yerden kalkıp gökyüzüne bakarak derin bir nefes aldı: - O benim! dedi sessizce... Bu sırada kapı yavaşça aralandı. Gelen Mürüvvet Teyze’ydi: - Canım, sofraya oturuyoruz. 28 / Merhaba – Sonbahar 2010 AVRUPA’NIN KUZEYİNDE BİR ŞEHİR: LULEǺ E. Yegân ERDEM [email protected] Uçak bembeyaz bir alana iniş yapmak için alçalmaya başladığında saat erken olmasına rağmen hava çoktan kararmıştı. Uzaktaki evlerin ışıkları, bu uçsuz bucaksız beyazlığın ortasındaki küçük şehrin varlığını müjdeliyordu. Pencereden uçağın iniş yapacağı pisti görmeye çalıştım; fakat bu beyazlığın içinde o da kaybolmuştu. İsveç’in kuzey kutbu yakınlarındaki Luleå isimli bu küçük şehir, neredeyse bir tane ana cadde ve onun üzerinde bulunan az sayıdaki dükkan ve restoranlardan ibâretti. Ortalama yedi bin civarında olan bu şehrin nüfusunun yirmi iki bin kadarını buradaki tek üniversite olan Luleå Teknoloji Üniversitesi’nin öğrencileri oluşturuyordu. Ben de bu şehirde Erasmus öğrenci değişim programına katılmak üzere bulunuyordum. İsveç’teki ilk günlerim, seçtiğim derslere kayıt olmak, değişim öğrencileri için hazırlanan tanıtım programlarına katılmak, alışveriş yapmak ve farklı iklim koşullarına alışmaya çalışmakla geçti. Ocak ayı olduğu için hava ortalama -15˚C civarındaydı. Sabah saat onda aydınlanan hava öğleden sonra ikide kararmaya başlıyor ve gün batımı yaklaşık yarım saat sürüyordu. Arabaların tamponlarının altında bulunan ısıtıcılar, park yerlerindeki elektrik fişlerine takılıyor, böylece motorun donması engellenmiş oluyordu. Mevsim koşullarını bilerek geldiğimden yanımda bir sürü kazak, yün atkı ve bere getirmiştim. Fakat getirdiklerim arasında hiçbir şey kulaklarımı bu keskin soğuktan korumaya yetmiyordu. Bu sebeple şehirdeki ilk günlerimden birinde kulaklarımı tamamen içine alan ve rüzgarı kesen kulaklıklardan aldım. Herhalde bunun için biraz geç kalmış olsam gerek ki orada geçirdiğim ilk hafta sonunu müthiş bir soğuk algınlığı nedeniyle yatakta geçirdim. Şehirdeki ilk günlerimden birinde benimle aynı üniversiteden gelen bir Türk arkadaşımla beraber tabak-çanak, yastık-yorgan gibi ihtiyaçlarımızı almak için sabahın erken bir saatinde otobüsle şehre gittik. Fakat ne yazık ki bütün dükkânlar saat ondan sonra açılıyordu ve sokaklar bomboştu. Bu keskin soğukta dışarıda bekleyemeyeceğimiz için harıl harıl, sığınacak bir yer aradık Merhaba – Sonbahar 2010 / 29 ve sonunda yolda rastladığımız birinin tavsiyesiyle bir kiliseye sığındık. Kilisede çalışan yaşlı bir adam bize kapıyı açtı ve sıcak bir şekilde bizi içeri davet etti. Oturma odası olarak düzenlenmiş küçük bir odaya geçtik. Bir grup yaşlı insan sohbet ediyordu. Bizi içeriye kabul eden kişi kahve ikram ederken bu grubun toplanış sebebini de açıkladı. Bu insanların hepsi bir zamanlar alkol bağımlısıymış ve bunun hayatlarında bıraktığı kötü izleri silmek ve birbirlerine destek olmak için haftada bir kere kilise çatısı altında toplanıp sohbet ediyorlarmış. Ne yazık ki yılın çoğunun karanlık ve soğuk geçtiği bu sessiz, tenhâ şehirde güçlü bir inançtan ve sıcak bir aile ortamından mahrum pek çok insan, alkolün pençesine düşüyordu. İsveç’in genelinde ise intihar oranı oldukça yüksekti. Üniversite, kaldığım yere yarım saat yürüme mesafesindeydi. Ben de oradan aldığım bir bisiklet ile kar ve buzla kaplı yolları kullanarak bu süreyi on beş dakikaya indiriyordum. Yol önce evlerin arasından geçiyor, daha sonra da bir tren rayıyla kesişiyor ve sessiz bir ormana doğru devam ediyordu. Bu ıssız ormandan geçerken insanın içi ister istemez ürperiyordu; o sebeple sanırım yolda en çok hızlandığım nokta burasıydı. Ormandan sonra da bir sanayi bölgesini geçmek gerekiyor ve nihayet kampüse varılıyordu. Bir devlet üniversitesi olan Luleå Teknoloji Üniversitesi’nin kampüsü oldukça bakımlı ve güzeldi. Karşılıklı iki sıra halinde dizilmiş birbirine benzeyen renkli binalardan oluşuyordu. Bu binaların hepsi yeraltından giden tünellerle birbirlerine bağlıydı. Böylece dışarı çıkmaya gerek kalmadan binalar arasında geçiş yapılabiliyordu. Bu binalar içinde benim en çok sevdiğim yer pencerelerinden dışarıdaki beyazlığı seyrederken bazen çalıştığım, bazen kitap okuduğum, bazen de internette gezindiğim sıcacık sarı renkli kütüphaneydi. Hayatımda ilk defa bir kütüphanede çalışmaktan zevk almıştım, belki de bunun sebebi kütüphanenin genel kısmının aşırı sessiz olmamasıydı; çünkü sessizlik isteyenler için ayrı bölümler ve hatta odalar vardı. Bir de kütüphanenin alt katında çok lezzetli kurabiyeler ve tatlılar satan bir kahve dükkanı vardı ki İsveçlilerin ‘fika’ dedikleri kahve ve atıştırma molası için en sevdiğim mekândı. Bu vesileyle İsveçlilerin en çok kahve tüketen toplumlardan biri olduğunu belirteyim. Kampüste yemek yemek için birkaç kafeterya ve restoran bulunuyordu. Bunların içinde benim en çok tercih ettiğim yer öğrenci birliğinin kafeteryasıydı; çünkü çoğu değişim öğrencisi öğle yemeklerini burada beraber 30 / Merhaba – Sonbahar 2010 yiyordu. Her gün tek çeşit yemek çıkıyordu, yemekler birkaç görevli öğrenci tarafından pişiriliyor olsa da genellikle lezzetliydi. Ayrıca diğer kafeteryalarda olduğu gibi sınırsız ekmek, tereyağı, süt ve tabii ki kahve vardı. İsveçlilerin çoğu öğle yemeklerinde birkaç bardak süt içiyorlardı. Orada geçirdiğim beş ay boyunca yemek yapmayı da öğrenmek zorunda kaldım, çünkü her gün dışarıda yemek pahalıya mâl oluyordu; üstelik bu küçük şehirde gidilebilecek restoran sayısı da çok azdı. Bu serüvenin en eğlenceli tarafı da yabancı bir ülkeyi daha yakından tanımayı sağlayan süpermarketleri gezmekti. Tüp içinde satılan karides, havyar gibi deniz ürünleri, pideye benzeyen yuvarlak, yumuşak ekmekler, et, tavuk ve balık marine etmek için satılan çeşit çeşit soslar, değişik peynirler, reçeller ve çikolatalar benim her zaman alışveriş listemin içindeydi. Özellikle çikolata konusunda İsviçre kadar ünlü olmasalar da çok başarılı olduklarını söyleyebilirim. Süpermarketlerde alışveriş yaparken dikkatimi çeken bir husus da müşterilerin kasanın yanındaki banta tek sıra halinde koydukları ürünlerin barkot taraflarını kasiyere doğru çevirmeleriydi. Böylece kasiyer barkot aramakla uğraşmadan özenle dizilmiş ürünleri vakit kaybetmeden kasadan geçirebiliyordu. İsveçlilerin birbirlerine olan saygısının güzel bir örneğiydi. Süpermarketlerde poşetler de parayla satılıyordu, böylece ihtiyaç dışında poşet alınmasını engelleyerek çevreye de katkıda bulunuyorlardı. İsveç’te yaptığım en ilginç gezilerden birisi değişim öğrencileri için organize edilmiş Buz Otel1 turuydu. Tamamen buzdan yapılmış bu enteresan otel, bulunduğumuz şehrin biraz kuzeyinde kalıyordu. Bir cumartesi günü kalabalık bir grup olarak bizim için hazırlanmış otobüslere binerek kuzeye doğru yol almaya başladık. Otobüs yaklaşık bir saat sonra kutup çizgisinin başladığı noktada mola verdi. Hepimiz kuzey kutbuna ayak basmanın heyecanı içinde kutup çizgisinin başladığını gösteren levha önünde resim çektikten sonra tekrar otobüsümüze binerek yolumuza devam ettik. İki yüz kilometre kuzeye gittikten sonra nihâyet herkesin heyecanla görmeyi beklediği buzdan binanın önünde durduk ve turumuza başladık. Buz Otel her sene birçok uluslararası sanatçının ortak çalışmasıyla kuzey kutbunun İsveç sınırları içerisinde, beş bin beş yüz metrekarelik bir alana yirmi yıldan bu yana inşa ediliyordu. Bu projede pek çok tasarımcı çalışıyordu ve hepsi birbirinden farklı çok sayıdaki misafir odalarını dizayn ediyorlardı. Üstelik her sene yaptıkları otel bir öncekinden tamamen farklı oluyordu. Merhaba – Sonbahar 2010 / 31 Oteldeki yataklar, koltuklar, masalar, hatta tabak-çanaklar bile buzdan yapılmıştı. Yatakların üzerlerinde kalın geyik postları bulunuyordu. Odalarda pencere yoktu fakat küçük havalandırma delikleri vardı. Kapı yerine perde kullanılıyordu. Gündüz turistlere açık olan bu otel geceleri misafir ağırlıyordu. Otelin içerisinde sıcaklık eksi beş dereceydi. Bu sebeple gece kalan misafirler için kalın elbiseler temin ediliyordu. Sabah da otel çalışanları belli bir saatte misafirlerini uyandırıp sıcak içecek ikram ediyorlardı. Otelin bitişiğinde bir de kilise bulunuyordu. Kilisede oturacak sıralar da buzdan yapılmıştı ve üzerlerine geyik postları konulmuştu. Tur rehberinin söylediğine göre evlilik ve vaftiz törenleri için çok tercih edilen bir kiliseydi. Fakat bu kadar soğuk bir mekânda bir annenin üşümesine göz yumarak yeni doğmuş bebeğini vaftiz ettirebileceğine inanmakta zorluk çektik. Mayıs ayının sonlarına doğru karlar erimeye başlayınca Buz Otel de kapatıldı ve doğayla başbaşa bırakıldı. Geldiğimden beri karlarla örtülü olan yollar asıl renklerine kavuştu. Kaldığım apartmanın önündeki büyük kar yığının altından bir oyun parkı çıkması ev arkadaşlarımı ve beni şaşkınlık içerisinde bıraktı. Bir ay öncesine kadar beyaz bir vadiyi andıran göl artık mavi sularıyla şehri süslüyordu. Günler her geçen gün daha da uzadı; artık hava aksam saat onda kararmaya, gece de iki gibi aydınlanmaya başladı. Gece yarısı üçte kuş cıvıltılarıyla uyandığım oluyordu. Haziran başında okul kapandı ve nihâyet vedâ zamanı geldi… Oradaki arkadaşlarımdan ayrılacak olmanın hüznü olsa da, eve dönecek olmak beni içten içe mutlu ediyordu. Beş ay önce bembeyaz bir alana iniş yapan uçak bu sefer gri bir alandan kalkış yaptı. Küçük ve sessiz kent giderek küçüldü ve bulutların arasında kayboldu. Bu kısa fakat keyifli serüven de böylelikle bitmiş oldu, geriye paylaşmaya değer bulduğum bazı izlenimler kaldı... 32 / Merhaba – Sonbahar 2010 YİRMİLİ YAŞLARDAN ÖDÜNÇ DÖRT KÜÇÜCÜK DENEMECİK Selim GÖKIŞIK 26.06.1998 KARARSIZLIK ÜZERİNE... Kararsızlık bilgi eksikliğidir. İnsan bildiği hiçbir konuda kararsızlık göstermez, çünkü doğru çoğu zaman tektir ve bu biliniyorsa ortada seçim yapılacak, kararsızlık gösterilecek bir şey de yoktur. Ama insan, genel olarak bilgi eksikliğine mâruzdur ve devamlı, küçük büyük her konuda kararsızdır. Hediye alırken kararsızdır, aldığı kişinin beğenip beğenmeyeceğini bilmez. Kıyafet alırken kararsızdır, kendisine yakışıp yakışmayacağını bilmez. Arkadaş seçerken kararsızdır, dostluğu bilmez. Geleceği ile ilgili kararsızdır, ne istediğini bilmez. Hayatı için kararsızdır kendini bilmez... Bilmez, bilmez ve tereddüt eder her şeyde... Seçenekler vardır önünde hep, ama seçemez; çünkü seçmeyi bilmez. Kararsızlık aslında zaman kaybı, ucuz bir bahane, kolay bir kaçıştır. Hayatımızı azap şeklinde dolduran “keşke”ler kararsızlığımızın sonucu değil midir? Acaba şöyle mi yapsam, böyle mi? Haydi kaybedilen zamanı geç, seçim hiçbir zaman doğru değildir ki... En ufak aksaklıkta diğer alternatif kıymete biner. Seçilen yol kötü olur, yuhalanır... Hata hiçbir zaman bizlerde değildir ne hikmetse? Hani biz mükemmeliz ve her şeyi mükemmel yaparız da, olur ya bir terslik olur, nasıl yapsak acaba? Ya da hiçbir şeyi beceremeyiz de; en az zararla nasıl kurtulsak? Bu ikisinin ortası yok sanki... Ya kendimize aşırı güvenip “nasılsa yaparım” düşüncesiyle hiçbir şey yapmıyoruz, ya da “nasılsa yapamam” diye uğraşmıyoruz bile... Sonuçta ortaya bir şey çıkmadığına göre ikisi de bir. İnsanın her şeyi bilmesi mümkün olmadığına göre kararsızlık daima onunla birlikte var olmaya devam edecek. Peki, doğru mu bu? Yani eninde sonunda alınması gerekli kararlar başından alınamaz mı? Bilinmeyen bir konuda alınacak her karar eninde sonunda içgüdüye dayanacak. Peki, bu içgüdüler daha erken devreye sokulamaz mı? Kararsız kaldığımızda bilgi Merhaba – Sonbahar 2010 / 33 edinip daha doğru kararlar verme çabasına girmediğimiz ve sonunda yine içgüdülere yaslandığımız göz önüne alınırsa bari zamandan kazanılamaz mı? Belki... Bir de, verdiğimiz her karar doğru olmak zorunda mı? Hatalar insanlar içindir. Abartmamak kaydıyla birçok yanlış doğrulardan daha yol gösterici olabilir. O zaman niye bu kararsızlığımız, kendimize güvensizliğimiz? “Tamam, böyle bir karar verdim, hata yaptım. Bunu düzeltmeye çalışmalıyım.” Bu kadar zor mu bunları söyleyebilmek? Kararlarımızın arkasında durabilecek kudrete eriştiğimizde kararsızlığımız da son bulacak... 08.10.1998 İYİ TEĞMEN ÜZERİNE… Bir teğmen astına “Sana zahmet olacak ama şu evrakı albaya götürür müsün?” diyor ve buna şahit olanlar tarafından eziklik ve neredeyse enayilikle suçlanıyor. Yaşadığımız dünya bunu böyle kabul ederken, böyle üstler astlar tarafından saygı görmezken onlar suçlamış çok mu? Bilemiyorum ama bu bana niyeyse dokundu. Bu adamın kendinden aşağı bir memur tarafından azarlandığını duymak içimi burktu. Bence bu adam, tanımıyorum gerçi içinden geçeni bilemem, değil eziklik; büyüklük içinde. Halka iyi davranmakla Hakk’ı seviyor ve kendini azarlayan memurdan incinmiyor. Para çalan astı zarar görmesin diye kendi cebinden faiz ödüyor. Bizler de bunu yadırgayıp hatta için için kınıyoruz, suçluya ceza vermedi diye… Hâlbuki insan olan insan için böyle bir iyilik en ağır cezadan daha etkilidir. Bir yerlerde bir terslik var. Toplumda böyle teğmenler parmakla sayılacağına, üstünü azarlayan, para çalan astlar parmakla sayılmalıydı. Bir insanın diğerine kibar davranması değil, kaba davranması garipsenmeliydi. Anlayamıyorum, niye insanlar “Git şunu al gel lan!” şeklinde bir cümleye itaat ederken “Lütfen şunu alabilir misiniz? Zahmet olacak ama” şeklindeki bir cümleyle alay edip söyleyenin tepesine çıkıyor? Bu kadar mı hayvanız biz? Ne bu herkesteki otorite tutkusu? Niye kimse eşitliğe razı değil? Birbirine üstünlük sağlamaya çalışıyor? Ama yüzyılların alışkanlığı bu işte… Hindistan’da kastlar, Avrupa’da derebeylik, zengin-fakir, zenci-beyaz, köylü-kentli, kadınerkek vb… Tamam, her birey birbirinden farklı, insan sayısı kadar çeşidi, düşünce tarzı var; ama bu ne tuhaf bir anlayıştır ki, kimse bir diğerine insan olarak bakmaz. Farklılık, bu farklılığın öne çıkarılması daha önemlidir hep… 34 / Merhaba – Sonbahar 2010 Sonra ne mi yapılır? Bu çok önemli şey, yani farklılık kabul edilmez; ortadan kaldırılmaya çalışılır. Ama nasıl? İnsanları insan olarak kabul ederek ya da hep birlikte mutlak iyiye yönelerek mi? Hayır. Karşısındakini kendi kalıbına sokmaya çalışarak… Hem de kendinde en ufak bir değişmeye düzelmeye fırsat vermeden. Bunun için savaşılır bile… Sokrates diyor ki: “Âkil bir ruh mu, yoksa akılsız bir ruh mu istersiniz?” “Âkil bir ruh isteriz.” “Hangi âkil ruhtan bahsediyorsunuz? Sâlim ruhtan mı, hasta ruhtan mı?” “Sâlim ruhtan” “O halde onu niçin aramıyorsunuz?” “Ona mâlikiz de ondan” “Öyleyse aranızda bu mücadeleler ve ihtilâflar neden?” Bilmemekten, anlayamamaktan, at gözlüklerimizi elzem bir organımız kabul etmekten, hepsinden önemlisi senin seviyene erişememekten, yani bilmediğimizi bilememekten tabii Sokrates… Âkil bir ruha sahip olmak en başta, kendinin âkil bir ruha sahip olmadığı ihtimalinin mevcudiyetini kabule dayanıyor galiba… Bilmediğini kabule… Bilmiyorum diyen öğrenir, biliyorum diyene ne söylenir sözünü düşünüp bilgi cahili olmamaya… Bazen bildiklerimiz bizi bilgisizliğe yöneltiyor çünkü. Değişik yaklaşımlara, anlayışlara ket vurup ufku yalnızca bildiğimiz ufak tefeğin minik penceresinden seyredebiliyoruz çoğu kez. Cehalette olduğu gibi salt mantık, pozitif ilim sevdalılarında da dogmatizm çok yaygın. Yalnız işin en komik yanı, bu süper âlimler dogmatik düşüncelere prim verilmemeli dedikleri dini konularda hiçbir düşüncenin doğru olmayacağını iddia ederken öylesine dogmatikler ki… 03.03.1999 TEKNOLOJİ ÜZERİNE… Belki şu İngilizce kompozisyon sınavlarının vazgeçilmez konusu yüz yıl öncesi ile bugünü karşılaştırmaya benzeyecek ama biraz da teknoloji hakkında düşündüklerimi yazayım. Merhaba – Sonbahar 2010 / 35 Teknoloji hayatı kolaylaştırdı mı zorlaştırdı mı bahsine girmeyeceğim. Peşinden koşturması itibarıyla zorlaştırdığı bir gerçekse de, hızlandırdığı, kolaylaştırdığı, bazı angaryaları sırtlandığı tartışılmaz. Fakat bu hızdan insanlar yavaş yavaş sıkılıyor sanki… Her yerde bir nostalji akımıdır gidiyor. Filmler romantikleşiyor, eski şarkılar, mobilyalar, antikalar, yazarlar, şairler yenilerden çok rağbet görüyor. O hızlı, tempolu disko parçaları yerini romantik şarkılara, (en azından benim evimde) televizyon yerini radyoya bıraktı. Klasik salon dansları yine popüler oldu. İnsanlar teknolojiden vazgeçemese de, bir çeşit rahatsızlık duydukları seziliyor. Bilgisayarlar korkutucu gelişmelere sahne oldu. Bilim-kurgu filmlerinin de etkisiyle yapay zekânın insanı alt edeceği, bilgisayar dehalarının kumandası altında sıradan insanların ezileceği, sosyal ilişkilerin önce ekranlara dökülüp sonra yok olacağı korkusu var bazı insanlarda… Bende de var biraz bu. Bilgisayar hayatı o kadar kolaylaştırıyor ki, bu kadar kolaylığın insan neslini çabucak tembelleştirebileceği inancındayım. En basitinden, kütüphane araştırmasında internete girip anında istenen bilgiye ulaşılabiliyor. Zaman kazandırıyor, tamam ama o kitap kokulu tozlu raflar arasında aslında aranmayan şeyleri bulmanın keyfi nerede? Ya da dükkân köşelerinde buluşup konuşan arkadaşlar, mahalleliler… Çatılan kaşlardan, gülen gözlerden alınan mesajlar hangi e-mailden tadılabiliyor? Yanlış anlaşılmasın, bunlara karşı değilim. Hatta çok güzel buluyorum; ama bir gün gelecek tüm kitaplar internet üzerinden okunacak, her yer internet ile bağlantı kuracak, mektupların yerini e-mailler alacak, insanlar çay bahçelerinde sohbet etmek yerine internet-cafelerde chatleşecek gibi dâhiyane Bill Gates tarzı kehanetlere karşıyım ben… Bunlar olmamalı, hiçbir şey diğerinin yerini almamalı, yeninin yanında eski de yaşamalı bir nebze… Genç nesiller, mektupları, çay bahçelerini de bilmeli, arada sırada da olsa kullanmalı. Aksi halde psikolojik olarak bozuk nesiller gelecek. Ekran başı sinir hastaları olacak yeni dünya sakinleri. Romantizm kaybolmamalı dünyadan… Şiirlerdeki şarkılardaki kuşlar, ağaçlar, çiçekler, aşklar yine devam etmeli… İnsanlar sanallaşmamalı… Bahar yine birilerine bir şeyler ifade edebilmeli. Teknoloji gelişmeli, insanlar bundan faydalanmalı ama aynı teknoloji Mostar köprüsünü yıkmamalı, insanları öldürmemeli, köleleştirmemeli, sömürmemeli, tabiatı zehirlememeli, Leylâk ağaçlarını kurutmamalı… Kurutmamalı ki yine ilkbaharlar yaşanabilsin… 36 / Merhaba – Sonbahar 2010 03.06.2003 VAPURDA… Mimarî ve cemiyetin fikrî yapısı arasında bir bağlantı var sanki… Ne zaman ki doğunun o her şeyin mümkün olabildiğini, olabileceğini bilen, kabul edebilen, hazmedebilen olgunluğundan uzaklaşıp, garp cenahından bir virüs gibi gelerek bünyemizi hasta eden o köşeli fikirlere teslim olmuşuz; binalarımız da sanki yuvarlak hatlarını kaybederek dört köşeli kütlelere dönüşmüşler. Eskiden de köşeler vardı muhakkak, ama bütün köşeler aynı hamur içerisine girince yuvarlaklaşmaz mı? Ortak kültür onları yoğurup kendine mâl etmez mi? Küre için sonsuz köşesi olan bir cisimdir derler; belki de bunun için bırakıldığında hep harekete geçer, birkaç köşeli cisimler gibi olduğu yerde çakılıp kalmaz. Merhaba – Sonbahar 2010 / 37 BİLMECE – BULMACA 8 Sevgili Bilmece – Bulmaca dostları! Ramazan ayında hazırladığımız yeni bir Merhaba sayısında daha sizlerle birlikteyiz. Bu ayın getirdiği güzel duygulardan olsa gerek, hususi çaba sarf etmediğimiz halde Bilmece – Bulmaca’mızın taşımakta. kelimeleri Severek, yaşadığımız eğlenerek bu çözmenizi güzel zaman diler, bu diliminden vesileyle izler Ramazan Bayramınızı tebrik ederiz… 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 Soldan sağa: 1 Kendisine 2 edene, 3 bulunup 4 minnet 1) iyilik lütufta koruyana ve şükran duygularıyla 5 bağlanma; günah 6 doğuracak, insanı 7 âhiret 8 sürükleyecek 9 ağır sorumluluk. 2) 10 11 azâbına olan Kalben tasdik ederek inanma; aleti, ölçü, tartı terazi. 3) 12 Uygun, yerinde söz 13 söyleme, uygun dil. 4) Dibinden kesme, kazıma, yontma; inanış yolu, îman; dahi, bile. 5) Beğenilen, hayırlı, uygun; adâlet ve hukûka ait işlerle uğraşan resmî teşkîlat, mahkeme binâsı. 6) Zambakgiller familyasından Asya menşeli 4,000’den fazla türü bulunan soğanlı bir bitki ve çiçeği, bu çiçeğe benzeyen pranga; birden, apansız. 7) Benlik, her şeyi kendi benliğine dayandırma; utanma, utanç, hayâ. 8) Eğer anlamında bir şart bağlacı; ilave; Kur’ân-ı Kerîm’de belirtildiği üzere Allah’ın ruhları yarattıktan sonra sorduğu sorunun kısaltılmış şekli. 9) Tek bir hücreden meydana getirilen ve genetik olarak birbirinin aynı olan 38 / Merhaba – Sonbahar 2010 canlılar grubu; en kısa zaman parçası, lahza, dem. 10) Keskin kokulu, kuvvetli oksitleyici bir gaz; îman, inanma; büyük tarla ve arazileri ölçmekte kullanılan 100 metrekarelik bir ölçü birimi. 11) Dinle ilgili; dumanı az, ısısı yüksek katı yakıt; önün tersi, görünmeyen taraf. 12) Baba; çinko elementinin sembolü; akıl erdirilemeyen, gizli, sırlı bir yönü olan, mistisizmle ilgili. 13) Dişi geyik; şehir, yöre; köle âzat etme. Yukarıdan aşağıya: 1) Birbirine bağlı yâhut birbiriyle ilgili şeylerin art arda veya yan yana dizilerek meydana getirdiği sıra, dizi, soy kütüğü, zincirleme olan; adı modülatör/demodulatör kelimelerinden türetilen bilgisayarımızın telefon hattına bağlanarak diğer bilgisayarlarla bağlantı kurmasına yarayan cihaz. 2) Gelecek olan, müstakbel; anlatılmak, açıklanmak istenen şeyden önce kullanılan bir söz; süslü, güzel. 3) Damıtma, tasfiye. 4) Gelir getiren mülk; birinci tekil şahıs zamiri, ben; çekişme, kavga, anlaşmazlık. 5) Kuşlarda ve böceklerde uçmayı sağlayan organ; internette Hollanda’nın kod harfleri. 6) Atma işi ve tarzı, silahla ateş etme; sahiplik, mülkiyet. 7) Mal ve hizmetlerin üretim, tüketim ve dağıtımına âit hususların bütünü, iktisat. 8) Süre, belirlenmiş sınırlı zaman, mühlet; taşıma, aktarma. 9) Aslı bir tür organik bileşikten olan sağlam plastik veya sentetik kumaş. 10) Güneşin batışında 12’yi göstermek üzere ayarlanmış olan, 1910 yılına kadar kullandığımız saat sistemi, alaturka saat; İzmir ili Çeşme ilçesinin tarihî evleri, rüzgâr sörfüne elverişli plajları ve son yıllarda kurulan rüzgâr santralleriyle ünlü bir beldesi. 11) En kalın erkek sesi, orkestradaki en kalın sesli çalgı; arkadaş, dost; dinî tören ve kurallar, mason töreni. 12) Birdenbire, ansızın; özellikle Cezzar Ahmet Paşa'nın, Napolyon'un ordularına karşı kahramanca savunarak koruduğu kalesiyle bildiğimiz Lübnan’ın güneyinde Akdeniz kıyısında tarihî bir şehir. 13) Ayak, dip, kök; bir kimseye aslı olmayan bir suç yükleme. Bulmacanın çözümü son sayfada verilmiştir. Merhaba – Sonbahar 2010 / 39 KISA KISA Murat OKTAY [email protected] “Kırk Yıllıklar” Konseri 40 yıl önce Kubbealtı Kursları'nda mûsikîye başlayan kursiyerlerin topluca verdikleri "40 Yıllıklar" konseri, 25 Eylül 2010 Cumartesi günü saat 16.00'da Köprülü Mehmed Paşa Medresesi’nde yapıldı. Vakfımızın hizmet binası olarak kullandığı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi’nin Restorasyonu tamamlandı. Divanyolu Caddesi cephesi ile giriş saçağını kapsayan restorasyon çalışmala-rına temmuz ayının sonlarında başlanmış ve eylül ayı îtibâriyle tamamlanmıştır. Vakfımızın kuruluşunun 40. yılı Türk kültür ve fikir hayâtının önde gelen isimlerden Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi, İlhan Ayverdi’nin öncülüğünde 1970 yılında kurulan, millî kültür ve sanatımıza hizmet yolunda çalışan Vakfımızın kuruluşunun 40. yılı münâsebetiyle 5 Ekim 2010 târihinde CRR konser salonunda bir toplantı düzenlenecektir. Saat 18:30’da başlayacak toplantımızda açılış konuşmasını Prof. Dr. İlber Ortaylı yapacaktır. Ayrıca 40.yıl ödüllerinin takdiminin yapılacağı programımızın sonunda İstanbul Târihi Türk Müziği Topluluğunun konseri olacaktır. Akademi Mecmuası yazarlarından Olcay Yazıcı vefât etmiştir. Akademi Mecmuası’nda daha önce şiirleri yayınlanan, şâir Olcay Yazıcı 12 Eylül 2010 günü vefât etmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, dost akrabalarına başsağlığı dileriz. Yeni Çıkan Kitaplarımız Prof Dr. Mehmet Akkuş tarafından yayına hazırlanan Hüseyin Vassâf’ın “Hicâz Hâtırâsı” isimli kitabı, Prof Dr. Fevzi Samuk tarafından kaleme alınan “Edep Kapısı” isimli kitap ile Gülbün Mesara’nın yayına hazırladığı “Süheyl Ünver’in Bursa Defterleri” bu dönem içerisinde yayın hayatına kazandırılmıştır. 40 / Merhaba – Sonbahar 2010 ve ESKİ DOSTUM Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU [email protected] Eski bir dostun sesi telefonda, zamanın yüküyle boğuk, kısık bir ses… - Görüşmeyeli ne kadar uzun zaman oldu değil mi? Nerden aklına geldi beni aramak diye düşünüyorsundur şimdi… Bir şey söylemeni beklemiyorum senden, sadece dinle beni. Aradan gecen onca zamanda çok acı birikti içimde. Artık taşıyamaz hale geldim. ‘Paylaşmak lazım dertleri, yerine yenilerini koyabilmek için’ demez miydin sen hep, işte aradım, içimde ne varsa anlatmak için. Dinlersin değil mi bu vefâsız dostu? Seni yıllarca arayıp sormayan bu okul arkadaşını? Dinlersin tabii. Sen hep severdin dinlemeyi zaten, az konuşurdun ama çok dinlerdin insanları. Onlar anlatırdı sen susardın, gözlerin hep uzaklarda ilgisiz görünürdün; ama lafı sona bağlayan hep sen olurdun. Bir cümlen özetlerdi her şeyi. Sen hep kısa ve öz söylerdin zaten. Biliyorum şimdi de gözlerin uzaklara bakıyor, ya pencerenden görünen bir ağacın salınışını izliyorsun ya da maviliğin nerede son bulduğunu anlamaya çalışıyorsun. Fakat aklın hep ben de biliyorum. Beyaz bulutları bana benzetmeye çalışıyorsun. Eee yıllar beni de beyazlattı tabii. Ak pak sevimli bir dede oldum. Biliyor musun torunlarım bile oldu, çocuk istemiyorum diye direnirken. Oysa ne hayaller kurardık geleceğe dâir. Bir dergi kurup sürekli yazacaktık mesela. Gerçi daha çok senin hayalindi bu. Çünkü dilin değil, kalemin severdi konuşmayı. Kulağın doldukça elin boşaltırdı onları kâğıtlara. İyi de yazardın hani. Hep özenirdim sana. Bilmiyordun bunu değil mi? Daha o kadar çok şey var ki bilmediğin. Geçenlerde yan sınıftaki gece saçlı güzel Sema’nı gördüm. -(“Sema!”…) - Yıllar onu da eskitmiş. Yüzünde yaşadıklarının izi. Sesi ne kadar gizlemeye çalışsa da çizgilerin bir ucu hep seni gösteriyor. Çok aramış belli. Sen de onu aradın mı hiç? Neyse sen devam et yaprakların dans edişini izlemeye. Bir kahve ısmarladım ona. Uzun uzun senden konuştuk. Hiç aklından çıkartmamış seni. Bir görsen gözlerinin içi nasıl parlıyor senden bahsederken. Ama o da evlenmiş. Hayat işte, hep aynı rotada ilerletiyor bizi, Merhaba – Sonbahar 2010 / 41 hep aynı yazgıları yaşatıyor. Hayaller hep hayal olarak kalıyor. Ne bir dergi kurabildik ne de sevdiğimiz kadınlarla evlenebildik. Ama her şeye alışıyor insan değil mi? Başka bir işe, başka bir tene, hatta başka bir hayata… Şimdi son demlerimizi yaşıyoruz. İyi ya da kötü hissediyorum yaklaştık sona. Üstümde ömrün taşınmaz yükü… Çok yoruldum eski dostum çok. Hep boş konuşanlar çıktı karşıma. Zamanımı çalıp kaçtılar benden. Hiç, derdin var mı diye soran olmadı. Konuşamadım, zehrimi akıtamadım dışarı. Yuttum, hep kendimi zehirledim. Oysa paylaşılsaydı, zehirlemezdi kimseyi dertler. Daha çok kuvvetlendirirdi gevşeyen bağları. Bizim bağlarımız hiç gevşemedi değil mi eski dostum? Bak işte aradım seni. Daha dün görüşmüşüz gibi yakınım sana. Sen de okul yıllarındaki gibi dinliyorsun beni aralıksız. Ama bitmiyor sözler eski dostum. Seni bekliyorlar sona bağlanmak için. Yine söyleyeceksin değil mi özetleyen birkaç söz?” … “Duyuyorsun beni değil mi eski dostum? Çok ihtiyacım var sesini duymaya. Hadi bir şeyler söyle, ne olur? Sona dayanan hayatımızı sonsuza bağla hadi. ” … -“ Sema mutluydu, değil mi eski dostum?” 42 / Merhaba – Sonbahar 2010 ŞİİR Kerem ERDEM KAVUŞMA Şu denizi gördün mü, Hüznüne daldın mı Hemhal olup da Kendini buldun mu.. Tuttun mu saçlarından Aşılmaz dalgaların Yol aldın mı peşi sıra Fırtınanın, yağmurun. Eriştin mi ufkuna Engin mavilerin Sarıldın mı boynuna Hiç batmayan güneşin. Merhaba – Sonbahar 2010 / 43 DİNLEMEK - 1 Ayşe ERDAL [email protected] Üzerinde çok düşündüğüm, sık sık sıkıntısını yaşadığım bir konu: Dinlemek. Sadece müzikle alâkadar olanların değil, bütün bir insanlığın meselesidir bana göre. Dinlemek ki, Nezihe Araz'ın ifadesiyle "Aşk Peygamberi" olan Hz. Mevlânâ'nın mesnevî türünde verdiği meşhur eserine başlarken kullandığı ilk kelime, ilk mânâdır. Öyle ya, Allah insana iki kulak, bir ağız vermiştir, iki dinle bir söyle der gibi.. O zaman dinlemenin bir anlamı olmalı, değil mi?.. Dinlemek nedir, nasıl bir şeydir, nasıl yapılır, neden yapılır? Kelime olarak bakacak olursak dinlemek kelimesinin yakın anlamlısı olarak "işitmek" ve "duymak" gibi iki kelimemiz mevcuttur dilimizde. Ama bu iki kelime de, dinlemenin mânâsını tam olarak ifade edemez. İşitmek kelimesine baktığımızda, tamamen fizyolojik bir işlevden bahsettiğimizi fark ederiz. Kulak kepçesi ses dalgası olarak adlandırılan hava titreşimlerini toparlar, sinirler yardımıyla dış kulaktaki kulak yolundan orta kulağa, örs-çekiç-üzengi kemiklerini kıpırdatmaya gönderir, bu kemikler kıpırdadığında kulak zarı da titreşir, kulak zarından titreşimleri alan sinirler, aldıkları sinyalleri beyindeki işitme merkezine yönlendirip ulaştırır ve bu merkezde sinyaller algılanır. İşte buna işitme denir. İşitmek, dinlemek demek değildir. Duymak kelimesi ise, gündelik hayat içerisinde "işitmek" kelimesine daha yakın anlamda kullanılıyorsa da, aslen ve sanat konusu içerisinde "hissetmek, söylenen/işitilen şeyi yaşamış gibi olmak" anlamında kullanılır. Zaten TDK'nın "duygu" ve "duygulanmak" diye ifade ettiği bu ki anlam da duymak kelimesinin hissî mânâsıyla alâkadar değil midir? Duymak da dinlemek demek değildir. Dinlemek, hem maddî, hem mânevî bir fiildir. Hem fizyolojisi, hem de psikolojisi vardır. Yani dinlemek, hem işitmek hem de duymaktır. Bunları yaparken işitmek kadar otomatik, duymak kadar da iradeye ve bilince bağlı bir harekettir. İşte bu yüzden dinlemek, işitmek ya da duymak demek değildir. 44 / Merhaba – Sonbahar 2010 Dinlemek için, öncelikle işitmeyi talep edersiniz, işittiğinizde duyacağınız anlamlara vâkıf olabilmek, kâh bilgi alabilmek, kâh haberleşebilmek, kâh tedbir alabilmek, kâh gerekeni yapabilmek için.. İşitme talebinizi idrak edip düşünce dünyanızda onayladıktan sonra, işitmeniz gereken seslerin bulunduğu yere doğru bazen vücudunuzla, bazen dikkatinizle yönelirsiniz. Seslerin beyninize sağlıklı ve net bir şekilde ulaştığı nokta ve an geldiğinde dinlemeye başlarsınız.. İnsan dinleme işini yaparken, beyne ulaşan seslerin ifade ettiği mânâları, tıpkı dinleme kararını verirken olduğu gibi, sadece bir "an" içerisinde bulur. Çok kısa bir süredir bu. Beynimizin maharetlerinden biridir. Bu maharete, Allah'ın biz Adem oğullarına ve Havva kızlarına hediye ettiği "irade etmek" becerisi de eşlik eder, üstelik aynı hızda eşlik eder. Yani, insanda biri mânevî biri de maddî özellikler olan bu iki yetenek senkronize çalışır ve dinleme gerçekleşir. Gelelim, dinlemenin gündelik hayat içerisindeki yerine.. Gün içinde çoğu şeyleri dinleriz. Anne-babayı dinleriz, eşi-dostu dinleriz, trafikteki sesleri dinleriz, amirleri dinleriz, müzik dinleriz, kendimizi dinleriz, dert ortağımızı dinleriz, hocamızı/öğrencimizi dinleriz, hastamızı/doktorumuzu dinleriz... Acaba gerçekten dinlemekte miyiz? İnsan-insana iken dinlemekteyiz evet.. Peki müzik? Saydığım bu kadar dinleme cepheleri içerisinde beni ilgilendiren cephe elbette ki müzik dinlemek. Müziği dinlemenin ise, diğer dinleme cephelerinden daha farklı olduğunu, daha değişik bir çaba ve müziği dinlemenin daha ilginç bir rengi olduğunu düşünüyorum, buna inanıyorum. Müzik, hepimizce mâlumdur ki, birbiriyle uyumlu orantılardaki seslerin ve sessizliklerin bir bütün oluşturmasıdır. Birer hava titreşimi topluluğudur. Bu sebeple müzik, öncelikle işitilen bir şeydir. Ama aynı zamanda müzik, bir mânâlar topluluğudur. Bestecisinin iç dünyasının bir parçasını ifade eden, tiyatro oyunundaki bir sahne gibi, filmdeki bir kare gibi, resimdeki bir renk, figür gibidir. Bu yüzden, işitildikten sonraki anda duyulması, hissedilmesi gereken bir şeydir. Bu sebeple sanattır. İnsana dairdir, insanın mâneviyatını maharetle incelediği ve ortaya koyduğu için sanattır, insandan insana değiştiği, tamamen kaynak bulduğu insanın imkanlarıyla şekillendiği için, hatta bu teşekkülle birlikte başka insanları Merhaba – Sonbahar 2010 / 45 etkilediği ve çok değişik hisler uyandırdığı için sanattır. Sanat ise, bana göre, sadece işitilmemelidir. Duymak istenmeli ve duyulmalı, hissetmek istenmeli ve hissedilmeli, hayat bulduğu kaynağın anlatmak istediklerine hakim olan nağmelerin yükü paylaşılmak istenmeli ve paylaşılmalıdır. Müzik bunun için vardır. Biz insanlar; gerçi içinde yaşamadığım, bilmediğim halkları bu işin içine dâhil edemem ama çok da farklı olduğunu zannetmiyorum, ayrıca toplumun âlim-cahil her çeşitten insanını da kastediyorum ki; acaba "dinlemek" fiilini yanlış mı anlıyoruz? Dinlemek talep edip yönelmek, işitilenlerin mânâlarını kazanmak demektir. Peki biz "müzik dinliyorum" derken acaba bu işi yapıyor muyuz? Tabii bu mevzuun içine müzik zevkleri ve müzik türleri de girmeye başlıyor bu noktada… Sonra da benim konum: Türk Müziği ve dinlemek. Halkımızın her kesiminde gördüğüm bir sıkıntı var: İnsanımız beynini çok gereksiz şekilde doldurmakta.. Buna ihtiyaç duymakta. Nasıl? Mesela iş yerimizde çalışırken bir yanımızda duran radyoyu açıp işimize devam ederiz. Evimizde misafirimizi arkadaşımızla ağırlarken konuşurken fonda televizyonu muhakkak açık müzik tutarız. vardır. Arabada İşten eve geldiğinde, haberleri açmayanlarımız muhakkak müzik açarlar. Peki bu kadar fiil gerçekten dinlemek midir? Bu bahsettiğim hareketler esasen dinlemek değil işitmektir. Üstelik kendi isteğimizle yaparız bunları. Bir de kendi isteğimizin ve irademizin haricinde, kulağımıza dayatılanlar vardır: Mesela bir pastaneye gidip oturduğunuzda, illa ki yüksek sesle müzikler çalmakta. Bu seslerin arasında muhatabımızı işitmede ve anlamada zorlanmaktayız. Pastane yetkilisi müziği bir anda kesiverse, önce hiç farkına varmaz, beynimizin dinlendiği ve kendine geldiği noktadan itibaren "müziği niye kapattılar yahu?" diye aranmaya başlarız. Alışveriş merkezlerinden en ufak marketlere, hatta en küçük işletme olan bakkallara kadar muhakkak müzik ön plandadır. İlla ki o müziği duymalıyızdır, yoksa müşteri gelmez diye bir inanç vardır hatta. Taksilerde bile böyle değil mi? Hadi taksisi, dolmuşu mâzur görelim ama, çoğunlukla herhangi bir hastanenin kantininde bile bu müziklere rastlamıyor muyuz? Bunların da yanında, apartmandaki üst veya alt kat ve yahut yan komşumuzun yüksek sesle dinlediği müziklere kulak misafiri de oluyoruz. 46 / Merhaba – Sonbahar 2010 Bunlar gibi gereksiz yere beynimizi meşgul eden, lüzumsuzca yer kaplayan müziklerle muhatap olduğumuz daha nice örnekler var.. Fark ettiniz mi, ne kadar sağlıksız.. Sokak sesleri bile insanın kendi içindeki hayhuyunu bir anda bin katına çıkarabilecek sertlikte olabilirken, insanoğlunun beyni bu seslerden etkilenmemek ve hayâtî faaliyetlerini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilmek için, önce bu sesleri dinlememeye, sonra duymamaya, en sonunda işitmemeye yöneliyor. Beynimiz kendi hareketlerimizin, yapacaklarımızın ve düşüncelerimizin dışında kalan çoğu sesleri işitmediğinde ise, sanat kaygılarını bir kenara bırakalım, bir anda boyutları çok ciddi ölçülere ulaşabilen bir iletişimsizlik sorunuyla baş başa kalmış buluyoruz kendimizi.. Dinlemek çok önemli bence. Duymak, hissetmek için de; duymamak, huzursuz olmamak için de gereken bir şey. Dinlemek ya da dinlememek. İşte bütün mesele bu... Merhaba – Sonbahar 2010 / 47 BİLMECE - BULMACA’NIN ÇÖZÜMÜ 48 / Merhaba – Sonbahar 2010
Benzer belgeler
Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
Merhaba Sonbahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA
Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir