Merhaba Kış 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Transkript
Merhaba Kış 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir Yayına Hazırlayanlar: Buğra ŞAMLI Sâmiha ULUANT Gülnar MIZRAK Kapak Tasarım: Havva Tûba ATİLLA Basım: ÖZAL Matbaası Yazışma Adresi : Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72 www.kubbealti.org.tr [email protected] Merhaba – Kış 20111 / İÇİNDEKİLER KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA -------------------------------- 3 ŞİİR Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------- 33 MEZARCI Sâmiha AYVERDİ ------------------------ 4 YAĞMUR GÜNCESİ Gülnar MIZRAK ----------------------- 34 ON BEŞİNCİ YIL Buğra ŞAMLI ------------------------------ 8 ŞİİRİ GİBİ DÜĞÜNÜ DE BİR BAŞKADIR DÎVAN ŞÂİRİNİN Nesibe YAZGAN ----------------------- 36 ADALAR ŞEHRİ STOKHOLM Güleda ENGİN ------------------------- 10 MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 3 Çelik BAHAROĞLU ------------------ 13 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 20 BİR KONFERANSIN ARDINDAN Ceren KESİCİ -------------------------- 22 SÂMİHA AYVERDİ Ömer TURAN ------------------------- 25 2 / Merhaba – Kış 2011 MASAL Selim GÖKIŞIK -------------------------- 45 AYNI HAYATLARDA FARKLI METİNLER YARATMAK Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU --------------- 53 İLKOKUL ÖĞRETMENİM E. Yegân ERDEM ------------------------ 55 BİLMECE - BULMACA 9 ------------ 58 KISA KISA Murat OKTAY -------------------------- 61 KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA Değerli Merhaba Okurları, Dergimizin on beşinci yılında sizlere yeniden “Merhaba” demekten büyük bir mutluluk duyuyoruz. Yıllardır dergimizi takip eden siz değerli okurlarımıza, yazılarıyla dergiye renk ve zenginlik katan yazarlarımıza, mizanpajından, kapak tasarımına, tashihinden dağıtımına dergide emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz. Öncelikle Kasım ayında vefatının birinci yıldönümünü idrak ettiğimiz Vakfımızın kurucularından, muhterem büyüğümüz İlhan Ayverdi’yi rahmet ve hasretle yad ediyoruz. Siz bu satırları okurken hem hicrî hem miladî yeni bir yılı idrak etmiş olacağız. Bu vesileyle yeni yılınızı tebrik ediyor, hayırlar getirmesini diliyoruz. Daha nice seneler bu sayfalarda buluşmak dileğiyle... Merhaba Yayın Kurulu Merhaba – Kış 2011 / 3 MEZARCI1 Sâmiha AYVERDİ Sık servilerle başlıyan kabristanın methalinde2 mezarcı Abdinin iki odalı bir evi vardır. Kışın soğuklarını da, yazın sıcak günlerini de o hep burada geçirir. Zira mesleği, işinin başından uzaklaşmasına müsaid değildir. Yalnız geceleri kahveye gidip ısınmak ve yorgunluğunu hafifletmek arzusunu duyarsa da, o bunu da yapmaz; zira hem çok hasistir 3, hem de iki defa üstüste evi soyulmuş olduğu için bir üçüncüye meydan vermekten korkarak uzağa gitmek istemez. Bütün eğlencesi, evinin önündeki küçük bahçesidir. Mevsime göre burada lâtin, yıldız, horoz ibiği yetiştirir; bir kaç saksı ıtırla sardunya da bahçenin en mutena4 çiçeği olarak, yine kendi eliyle yapmış olduğu havuzun etrafında durur. Düşünceli ve kasâvetli5 zamanlarında kapısının eşiğine oturarak küreklerin, kazmaların çamurunu temizler, iğrilmiş bozulmuş madenî kısımlarını düzeltir, sapları kırılmışsa yeniden takar. Keyifli zamanlarında ise bahçesine çıkarak havuzundaki kırmızı balıklara kırıntı ekmek atar. Fakat bir gün nasılsa, yolcunun birinden balıkların sudaki gıdalarla geçinebileceğini duyduktan sonra, artık bu ikramdan da vazgeçti. O, büdçesinden on para tasarrufu bile bir kazanç sayardı. Asık ve çetin mizaclı olduğu için hemen hemen hiç dostu yoktu; ömrünü tek başına geçirir, masraf etmekten korktuğu için evlenmeyi hiç düşünmezdi. Onu zevkle avutan yegâne dost, her gün bir az daha yekûnunu6 kabartmıya uğraştığı paralarıydı. Pek kızmadıkça kimseye çatmadığı için düşmanı da yok denebilirdi; lâkin şu iki defa evini soyan hırsız asla af edemiyeceği tek hasmıidi. Aksi gibi bütün araştırmalarına rağmen onu, rüyalarından başka hiç bir yerde ele 1 geçirememişti. Gerçi kar fırtınalariyle büsbütün 22 Kasım 1946’da Büyük Doğu dergisinin 55.sayısında neşredilen bu yazıyı Merhaba’da yeniden yayınlarken o günün imlâsına sadık kalınmıştır. 2 Methal-Medhal: Giriş yeri, giriş. 3 Hasis: Cimri, pinti. 4 Mûtenâ: Seçkin. 5 Kasâvetli: Kederli, tasalı. 6 Yekûn: Toplam. 4 / Merhaba – Kış 2011 mahuflaşan1 kâbuslu gecelerinde onu kaç kere kalın sopasiyle döğmüş, elini ayağını bağlamış, hattâ kaç kere boazını sıkmış, boğazlamıştı. Fakat kâh cılız çelimsiz, kâh iri bir dev gibi karşısına çıkan bu adamla boğuştuğu geceler kan ter içinde uyanmaktan başka bir şey elde edemezdi. Abdiyi büsbütün hasis ve sıkı yapan bu hırsızlık vakaları, aynı zamanda biraz daha gaddar ve insafsız da yapmıştı. Bilhassa kendi kısmetine iştirak ettiklerine2 inandığı ıskatçıları3 hiç sevmez olmuştu. Evinin, mezarlığa hâkim olan büyük methale nazıroluşu ona, bu tufeylî4 saydığı zümreile haylı mücadele imkânı verirdi. Bilhassa bunların içinde iki çocuk vardı ki Abdi, onları hiç sevmezdi. - Yumurcaklar nasıl da yolunu bulup içeri giriyorlar? der ve her görüşünde arkalarından kovalardı. *** 5 Servilerin mağrur ve mevzun6 gölgeleri altında, biri yedi, digeri on yaşlarında iki kız oynuyor. Başlarında kirli birer yemeni, çamurlu bir suya batırılıp kurutulmuş hissini veren renksiz yırtık elbiseleri topuklarına kadar uzun, iki cılız mahlûk... Ölüleri kendilerine ekmek kapısı intihab etmiş 7 bu küçük mahlûklar, işte Abdiyi ifrit görmüş gibi çileden çıkaran iki kızdır. Devamlı yağan yağmurlarla balçık halini almış kabristanda serviden serviye koşarak oynuyorlar. Genzi yakan reçine kokuları ve mezar taşları arasında geçen bu oyun ve gülüp eğlenme sahneleri ancak tazallum edilecek8 bir zair9 olmadığı zamanların hakkıdır. İşte nitekim iki çocuk da, mesleklerine yakışmıyan bir neşe ile oynayıp dururlarken, karşıdan bir ziyaretçinin geldiğini görür görmez, gözliyen bir mahlûk atikliği ile bambaşka birer hüviyet giydiler. Birden bire 1 Mahuf: Korkunç. İştirak etmek: Ortak olmak. 3 Iskatçı: Mezarlıklarda dilenen, sadaka toplayan kimse. 4 Tufeylî: Dalkavuk, başkasının sırtından geçinen (kimse). 5 Mağrur: Kibirli, gururlu. 6 Mevzun:Biçimli, düzgün, âhenkli. 7 İntihap etmek: Seçmek. 8 Tazallüm etmek:Sızlanmak, şikayet etmek. 9 Zâir: Ziyaretçi. 2 Merhaba – Kış 2011 / 5 yüzlerine magmum1, hazin, muhtaç ve aciz birer nikab2 iniverdi. Yavaş yavaş zaire doğru yürümeğe başladılar. Bu maske değiştirme, sanatlarının en hassas ve mühim tarafı idi. Onlar pek küçük yaştan itibaren başladıkları bu temrinlerden 3 kazandıkları muvaffakiyetle, sürat ve suhuletle 4 (makyaj) değiştiren bir sanatkâr gibi, şimdi her ikisi de, aile mezarlığının başında duran yolcuya sokulmuş, bir toprak heykelin ellerini andıran kirli ve çamurlu elleri açık, bekliyorlardı. Kısa bir intizardan5 sonra bu küçük ve mülevves6 ellerin birine kırk, digerine yirmi para düştü. Hissesine tesadüfen az para isabet eden büyük çocuktu. Arkadaşının tâliine7 haced eden de yine o oldu ve yolcu uzaklaşır uzaklaşmaz küçügün ensesine bir yumruk vurarak yemenili başını bir mezar taşına çarptı. Alnından ince bir kan yolu sızan küçük kız; bu tokadın kasdettiği mânâyı anlıyarak, kuvvet karşısında zebun olanların 8 kırık haleti ruhiyesiile, kendi kırklığını arkadaşının yirmiliği ile tebdile 9 razı oldu. Ve bir eliyle yanağından çenesine doğru uzayan kanı silerek öteki eliyle de kırklığını uzattı. Fakat parayı alan büyük kız, kendi yirmiliğini iade etmeden küçüğe ikinci bir yumruk vurarak hızla koşmıya başladı. *** Mezarcı Abdinin her zaman kuşkuda olan kulakları servilerin arasındaki hâdiseden az çok bir şeyler sezmişti. Sopasını alarak evinden çıkar çıkmaz, mezarlığın methalinden koşa koşa çıkmak üzere olan büyük kızla karşılaştı. Kız, Abdinin korkunç hayalinin nöbet beklediği bu kapının yanından hep böyle koşarak geçer ve mezarcı ile karşılaşmaktan şiddetle korkardı. Fakat bu gün kaçamamıştı işte. Abdi, donmuş bir ejderhaya benzeyen dimdik kalın sopasıyla karşısına dikilmişti. - Amca, bırak, geçeyim, annem hasta! 1 Mağmum: Kederli, hüzünlü. Nikap-nikab:Peçe. 3 Temrin: Egzersiz. 4 Sühûletle: Kolaylıkla, kolayca. 5 İntizar: Bekleme, bekleyiş. 6 Mülevves: Pis, kirli. 7 Tâli: Baht, tâlih. 8 Zebun olmak: Zayıf ve düşkün duruma gelmek. 9 Tebdil: Değiştirme. 2 6 / Merhaba – Kış 2011 Mezarcının mavi gözlerinin soluk ışığı bir burgu gibi, kızın sımsıkı kapalı duran sol avucuna dikilmişti. - Amca anneme ekmek alacağım, bırak gideyim... Abdiyi bu küçük ve kurnaz mahlûkun beylik yalanları büsbütün çileden çıkarmıştı. Kalın, dik sesi bu sakin diyarda büsbütün heybetli, çınladı: - Aç avucunu köpek! Mezarcı, titreyen küçük elin uzattığı altmış parayı cebine koyarken, başını bir serviye dayayarak ağlıyan kız, pek tabiî olarak, dünyanın, şaşmaz hükümler verilen bir siyasetgâh olduğunu düşünmüyor ve insanlara insanlardan vaki olan sitem ve cevrlere 1 de bizzat kendi hareketleri, fiilleri yüzünden yine kendilerinin talib olduklarını bilmiyordu. Zalime karşı bir başka zalimle mücehhez olan 2 hilkatın ne hayret verici bir dikkat ve teselsülle3 bu işi yaptığını zavallı küçük zalim nereden bilsin ki, ona, hâkî4 bir meyille başı göğsüne düşmüş salhurdeler 5, ilim ve hüner iddiası ile yere göğe sığmayan bilgiçlerden kaç kişi vakıftı6? Mükevvenatı7 şaşmaz ve aksamaz kanunlarla idare eden büyük zekâ, hilkat manzumesi içinde mütevazi cirmi8 ile dönüp duran şu dünyayı, bu dersi tâlim etmek9 için, daha milyonlarca sene devrinde ve seyrinde devam ettirse, yine de ârif ve hakîm10 zümrenin bir noktalık mütevazı yekûnu çoğalmıyacaktır. 1 Cevir-Cevr: Eziyet, cefa, zulüm. Mücehhez olmak:Donatılmış olmak. 3 Teselsül: Zincirleme devam etme. 4 Hâkî: Hikâye eden, anlatan (kimse). 5 Salhurde-Salhorde: Kocamış, çok yaşlı. 6 Vâkıf: Bilen, haberdar. 7 Mükevvenat: Yaratılmış şeylerin tamamı, varlıklar, mahlûkat. 8 Cirim-Cirm:Cisim. 9 Tâlim etmek: Öğretmek. 10 Hakîm: Filozof. 2 Merhaba – Kış 2011 / 7 ON BEŞİNCİ YIL Buğra ŞAMLI [email protected] İnsanlık tarihinin yazının icadıyla başladığı kabul edilir. Hak vermemek mümkün mü? Yazıya dökülmedikçe, anlatan ve işitenlerin insaf ve idrakine kalmış gerçekler aslına ne kadar sadık kalarak aktarılabilir ki? Hele “hâfıza-i beşer nisyan ile mâlüldür” hükmünün işaret ettiği gibi olan biten zamanla müşterek hafızadan geri dönülmez biçimde silinmekteyken... Devletler arasındaki ilk yazılı anlaşma olarak kabul edilen ve Hititler ile Mısırlılar arasında imzalanan Kadeş Anlaşması’nın tarihteki yüzlerce diğer anlaşmadan ayrı bir yere konulması bu sebeptendir. Bugünlerde dijital kıyamet, siber savaş, bilgi çağının vardığı son nokta gibi etiketler yakıştırılan Wikileaks hâdisesi, gücünü ifşa edilen belgelerin resmi yazışmalar olmasından almaktadır. Görülmektedir ki bilgiyi aktarmak ve saklamak için ister hiyeroglif ister bilgisayar dilinin 1 ve 0 dizileri kullanılsın, bu kubbede bâki kalan asıl yazı olmaktadır. Günlükler dahi kişinin kendi kendinin vakanüvisi olarak kaleme aldığı bir nevî şahsi tarih olarak görülebilir. Nitekim, insan yıllar sonra geriye dönüp de karıştırdığı o sayfalarda hayat serencâmının kendisinde nasıl bir iz bıraktığını, fikir ve his dünyalarında nasıl bir rota takip ettiğini görebilir. Kur’an’da kaleme ve onun yazdıklarına edilen yemin, yazının zahirî âlemde olduğu kadar bâtında da müşahhas ve dikkate şâyan bir mevkide olduğuna delil olarak kâfidir. Bir yazar fideliği, genç kalemlere sunulan bir fırsat, Kubbealtı gençlerinin fikir ve duygularını yazıyla paylaşabilecekleri bir platform olarak muhterem İlhan Ayverdi’nin teşvikleriyle bundan on beş sene evvel ilk sayısı çıkan Merhaba, elbette yukarıdaki girişte bahsi geçen yazılı eser ve belgelerle kıyaslanmamaktadır. Ancak dergimizin Kubbealtı gençleri tarafından tutulmuş bir tür seyir defteri olarak görülmesinin mübalağa sayılmayacağı kanaatindeyiz. Bugüne kadar, Türk dili, kültürü ve tarihi üzerine yazılmış denemeler, şiirler, edebiyat ve gezi yazıları, hikâyeler, film eleştirileri, vakfımızdan haberler gibi geniş bir yelpazeye yayılmış yazıları içeren, kimi zaman büyüklerin de katkılarıyla zenginleşen sayılar Kubbealtı 8 / Merhaba – Kış 2011 gençlerinin mesaileri neticesinde Merhaba’nın sayfalarında yer bulmuştur. Dergimizin Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi özel sayıları Vakfımızın bânilerine, onların talebeleri olma sorumluluğunu taşıyan gençlerin bir vefa ve şükran ifadesi olarak hazırlanmıştır. Ayrıca Mehmed Âkif, Yahya Kemal, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Cinuçen Tanrıkorur gibi sanat ve edebiyat dünyamızın unutulmaz şahsiyetleri çeşitli vesilelerle anılmış, Türkçe’nin sırlarına vâkıf Nihad Sami Banarlı için özel sayı çıkarılmıştır. Merhaba, Temmuz 1996’dan bugüne hizmet bayrağını birbirine devreden onlarca gencin katkısıyla raflarda yer alırken, Türk kültür, tarih, sanat ve dilinde izlediği çizgiyi daima Kubbealtı standartlarında tutma gayretinde olmuştur. On beş yıl boyunca yazılıp çizilmiş yüzlerce yazının bu gayretin şahidi ve yazılı delili olması dileğiyle... Merhaba – Kış 2011 / 9 ADALAR ŞEHRİ STOKHOLM Güleda ENGİN [email protected] Avrupa Birliği’nin 2010 yılında Stokholm’e (Stockholm) “Avrupa’nın yeşil başkenti” lakabını vermesi altında yatan gerekçeler listesi bir hayli uzun. Aslında bir çevre mühendisi olarak bu gerekçeleri anlatmam beklenir belki de. Bana sorarsanız şehrin lakabı “Avrupa’nın mavi-yeşil başkenti” olmalı idi! Zira 14 büyük ada ve 35,000 adacığın üzerinde kurulu bu güzel şehirde yürürken mavi ve yeşil birbiriyle iç içe ve ayrılmaz görünüyor. İskandinavya’nın başkenti olarak nitelendirilen şehir, Mälaren Gölü’nün Baltık Denizi’ne açıldığı bir noktada kurulmuş. Stokholm’un kelime mânâsının “adalar ağacı” olduğunu mihmandarımızdan öğrendim. İlk duyduğumda pek de anlam verememiştim ama nasıl İtalya’nın kuşbakışı görünüşü çizmeye benzetilirse, Mälaren Gölü’nün Baltık Denizi’ne açılırken adaların arasında dağılışı da bir ağaca benzetilebilir. %30’u sularla, %30’u da park ve yeşil alanlarla kaplı şehri yaya olarak gezmek ve ziyâret etmek istediğiniz yerlerin tamamını görmek mümkün. Tabii hava şartlarının el verdiği ölçüde… Kış şartlarında toplu taşımacılığı kullanmak kaçınılmaz oluyor. Bana kalırsa bir şehrin gelişmişliğinin önemli ölçütlerinden biri de şehir içi ulaşım. Avrupa’nın en iyi ulaşım sistemine sahip Stokholm’de üç ana hat üzerine kurulmuş olan bir metro sistemi ile son derece dakik çalışan otobüsler hizmet veriyor. Son derece dakik diyerek abartmıyorum. Hakikaten duraklarda ilan edilmiş hatlara ait saatlere tam olarak riâyet ediliyor. Stokholm’de yaşayan bir arkadaşımıza İstanbul’da bazen 20 dakika otobüs beklenebileceğini söylediğimizde Stokholm’de kış aylarında 20 dakika otobüs beklenirse donma tehlikesinin yaşanabileceğini bize gülerek anlattı. İsveçliler için soğukla mücadele hayatın bir gerçeği. Kara, buza, dondurucu soğuklara karşı bir hayli tedbirliler. Ülke olarak iddialı oldukları endüstriyel ürün tasarımı sahasındaki güçleri kendilerine bu konuda da yardımcı olmuş. Mesela ülkede üretilen veya ithal edilen otomobillerin birçoğunda koltuklar alttan ısıtmalı. Araç çalıştığı müddetçe farlar yanmakta. Otoparklarda her bir araç için bir priz tahsis edilmiş; 10 / Merhaba – Kış 2011 aracınızı park ettikten sonra prizden elektrik alarak uzun süreli parklarda aracınızın donmasını önleyebiliyorsunuz. Metro ağı, 62 km’si yeraltında olmak üzere toplam 108 km’den oluşuyor. Üstelik toplam uzunluğu bu kadar fazla olan metro sadece 800,000 kişilik bir nüfus için… Mevcut üç hattan sonuncusu olarak açılan mavi hattın Dolayısıyla, tüm istasyonları istasyonda farklı yürürken çok sanatçılar ilginç tarafından tasarımlar ve bezenmiş. eserlerle karşılaşabiliyorsunuz. Köklü bir geçmişe sahip olan diğer şehirlerde olduğu gibi, 750 yıllık bir tarihe sahip Stokholm’de de albenili eski şehir ile yeni, modern şehir iç içe. Şehrin özellikle modern kısmında İsveçlilerin tasarım konusundaki ünleri hemen fark ediliyor. Modern binaların arasında suya bu kadar yakın olmak çok hoş bir duygu… “Riksdag” adlı İsveç parlamento binası eski şehrin üzerine kurulduğu adaların en küçüğü olan "Helgeandsholmen" yani “Kutsal Ruh” adasının üzerine 15. yüzyılda kurulmuş. Müştemilat binalarını saymazsak adanın üzerindeki tek bina olarak yükseliyor. Günün belli saatlerinde yapılan bando gösterisinin birine biz de şahit olduk. Gerçi karakış geçmiş, hava yavaş yavaş ılınmaya başlamıştı ama yerlerde hâlâ kar vardı. Dolayısıyla, üşütmekten de korktuğum için olacak benim üzerimde kalınca bir kaban, bere, atkı, eldiven ne gerekiyorsa tam takım olarak bulunuyordu. Aynı gösteriyi babalarıyla izleyen dokuz-on yaşlarında iki kız çocuğu dikkatimi çekti. Yere serdikleri kabanlarının üzerinde uzun kollu penye tişörtleriyle oturarak dondurma yiyorlardı! Bu ilginç görüntüyü fotoğraflamak da eşime düştü. Gamla Stan olarak adlandırılan eski şehir de gezilip görülmesi gereken yerlerden bir diğeri. Daracık sokakları, bu sokaklar üzerinde yer alan kafeteryalar, pastaneler, restoranlar, butikler, hediyelik eşya satan küçücük dükkânlarıyla Gamla Stan’dan hiç ayrılmak istemiyor insan. Özellikle hediyelik eşya satan dükkânlarda, bazılarını çocukluğumdan hatırladığım, çizgi film kahramanlarıyla ilgili ürünler dikkatimi çekti. Muminler, Uzun Çoraplı Kız Pippi, Vikingler gibi çizgi filmlerin İsveç yapımı olduklarını orada öğrendim. Stokholm’ün merkezine çok da uzak olmayan yemyeşil bir ada olan Djurgården Parkı ile ortaçağ İsveç’ini sergileyen açık hava müzesi Skansen Merhaba – Kış 2011 / 11 de ziyâret listemizde yer alıyordu. Ancak zaman kısıtından dolayı her ikisine de gitme fırsatı bulamadık. Seyahatimizin bir kısmını da Stokholm’ün kuzeybatısında bulunan göllerin arasına gizlenmiş bir başka şehirde Borlänge’de geçirdik. Dediğim gibi artık bahar yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladığından göllerin üzeri buzla kaplı olduğu halde tehlike arz ettiği için üzerinde yürümeye izin verilmiyordu. Oysa bize mihmandarlık yapan arkadaşımızdan kış aylarında kamyonların dahi buzla kaplı göllerin üzerinde seyahat etmelerine izin verildiğini öğrenmiştik. Bildiğiniz gibi, buz pateni İsveç’te oldukça yaygın olarak yapılan bir spor dalı. Herhalde her evden yürüyerek bir göle ulaşılabilir desem abartmış olmam, zira ülkede irili ufaklı 96,000’den fazla göl olduğunu da yine mihmandarımızdan öğrenmiştik. Mihmandarımızdan bu kadar bahsetmişken ondan ve kendi “cemaati”nden de bahsetmek isterim. Eşimin eski bir öğrencisi olan ve bu ülkede yüksek lisans yapan bu gençten İsveç’te Türkiye’den göçen 50,000 civarında Süryani yaşamakta olduğu şaşırtıcı bilgisini aldık. Bizim için bir diğer şaşırtıcı bilgi de tıpkı Belçika ile Afyon Emir Dağı arasındaki münasebet gibi bu ülkeyle de Konya Kulu arasında sıkı bir bağ var. Öyle ki bir suikaste kurban giden İsveç’in ünlü başbakanı Olof Palme Kulu’yu ziyâret etmiş ve Kululular ölümünden sonra bu ziyâretin hatırasına onun ismini ilçedeki cadde ve parklara vermişlerdir. Seyahatimizin son ayağı, Falun adlı biraz daha kuzeyde yer alan çok daha küçük bir şehir. Bu şehri ziyâretimizin esas sebebi 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine giren Büyük Bakır Madeni’ni gezmek. 1992 yılında kapatılan madenin bir kısmı ziyâretçilere açık. Eski madenci kıyafetiyle bizleri karşılayan müze görevlileri bizleri de yansıtmalı özel kıyafetler, kask, kaska monte edilebilen fener ile donattıktan sonra yerin 65 m altına indirerek bambaşka bir dünyaya götürdüler. Devlet büyükleri de dâhil olmak üzere pek çok ünlünün ziyâret ettiği ve duvarlarını imzaladığı bu dev maden 1,000 yıla yakın bir süre tüm Avrupa’nın en büyük bakır madeni olarak işletilmiş. Şimdiye kadar ayak bastığım en kuzeydeki şehir Falun’dan Borlänge’ye, oradan da Stokholm’e dönerek güzel anılarla dolu İsveç seyahatimizi tamamlamış olduk. 12 / Merhaba – Kış 2011 MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 3 Çelik BAHAROĞLU [email protected] MÎMAR RAIMONDO D’ARONCO Dünya mîmârî mîrası içinde uluslararası sanat akımı tanımına uyan ilk mîmârî üslûp olarak sayılabilecek Art Nouveau stilinin en fazla yapı örneğini İstanbul’da barındırdığı düşünülmektedir. İngiltere’de ortaya çıkarak birçok Avrupa ülkesinde farklı isimler altında benimsenen bu akımın İstanbul’daki uygulayıcıları içinde belki de en önemli isim, İtalyan mîmar Raimondo D’Aronco olmuştur. Raimondo D’Aronco, 1857’de İtalya’nın küçük bir taşra kenti olan Gemona’da dünyaya gelmiştir. 1877 – 1880 yıllarında Venedik Akademisi’nde Dekorasyon ve Mimarlık dersleri alan mimar, daha önce örgün bir mimarlık eğitimi görmemiş olduğu için biçimsel ve stilistik deneyimlere alabildiğince açık ve özgürce çalışır. D’Aronco akademik öğrenimini büyük bir başarı ile tamamladıktan sonra birbiri ardına yarışmalara katılır; bu yarışmalarda projelerinin özgünlüğü, düş gücü ve belirgin kişiliği sayesinde sivrilir. Mîmar 1890’da ilk büyük başarısına ulaşır: Torino’da Birinci İtalyan Mimarlık Sergisi’nin cephesi için açılan yarışmayı kazanır1. Osmanlı İmparatorluğu 1851 Londra Evrensel Sergisi ile başlayarak hemen bütün uluslararası sergilere katılmıştır 2. Bu kez İstanbul’da 1896 senesinde Ziraat Orman ve Maadin Nâzırı Selim Paşa başkanlığında II. Osmanlı Ulusal Sergisi’nin düzenlenmesi çalışmaları başlar. Sultan II Abdülhamit 1890 Torino Sergisi’ni göstererek İstanbul Sergisi’nin bu modele göre düzenlenmesini ister ve böylece I. İtalyan Mimarlık Sergisi Pavyonu’nun dekorasyon yarışmasını kazanan D’Aronco ile temasa geçilir ve 11 Temmuz 1893’te sergi projelerini hazırlamak için D’Aronco ile anlaşma yapılır3. 1 Batur, A.; (2004), Raimondo D’Aronco, Onduline Dünyası Dergisi, 23: 6 – 9. Batur, A.; (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, D’Aronco Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. 3 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 2 Merhaba – Kış 2011 / 13 Resim 1: D’Aronco – II. Ulusal Osmanlı Sergisi için köşe pavyonu projesi1 D’Aronco İstanbul’a yeni mîmârî ifâdelere açık, Avrupa akademilerinin basmakalıp yaklaşımlarından uzak ve genel olarak Osmanlı ve İslam mîmârîsi ile bir diyalog kurmaya kesinlikle açık bir şekilde gelmiştir 2. Sergi çalışmaları 1893 yılının ağustos ayında başlamıştır. Temel atma töreninin hazırlıkları tamamlandığı sırada 10 Temmuz 1894 günü İstanbul’da büyük bir hasara neden olan şiddetli bir deprem meydana gelmiştir3. Maddî zararın büyük olduğu deprem sonrasında sergiden vazgeçilmesi mecburiyeti ortaya çıkmış, buna rağmen işine bağlılığı ve profesyonelliği edinmesini Osmanlı sağladığı idâresinin için nezdinde D’Aronco Saray’ın kayda ve değer Evkaf bir îtibar Nezâreti’nin kadrosunda başka yabancı mimarlarla birlikte önemli yapıların onarımında çalışmaya başlamıştır4. Osmanlı ve Bizans mîmârîsinde kullanılan inşâ teknikleri, malzeme ve süsleme konularında çok geniş bir bilgi birikimi edinen mimar, kısa süre içinde Saray’ın önemli şahsiyetlerinden ve 1 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarisi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. 2 Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4. 3 Batur, A.; (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, D’Aronco Maddesi, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul. 4 Evrenosoğlu, P. ve Acar, B.; (2007), Raimondo D’Aronco, Tasarım Merkezi Dergisi, 2: 14–17. 14 / Merhaba – Kış 2011 dönemin İstanbul sosyetesinden bazı önemli müşteriler kazanır 1. Sultan kendisine Mecidiye ve Osmaniye Nişanları, eşi Madam D’Aronco’ya da Şefkât Nişanı vermiştir2. D’Aronco’nun mîmârîsi çevre etkilerine açık, deneyimlerle zenginleşen bir kurgu modeli ve kişiye özgü bir dil olarak tasvir edilebilir. İstanbul’da bulunduğu 16 sene O’nun tasarımının uluslararası bir çizgi ile İstanbul arasında derin bağlar geliştiğini sergilemektedir3. Art Nouveau üslûbu içinde önemli bir yeri olan D’Aronco bu mîmârî üslûbu Osmanlı – İslam sanatı ile birleştirerek doğu ve batı kültürleri arasında bir köprü görevi görmüştür4. D’Aronco özellikle yalı ve köşklerin tasarımında Osmanlı evinin mekânlarını yeniden yorumlar, yavaş yavaş onu eklektizmin taklitçi pratiğini terk etmeye götüren daha büyük bir tasarım özgürlüğü sergiler 5. D’Aronco’nun daha önceki yapılara, şehir ve peyzaj bağlamına yönelik dikkati onu genellikle yerin ruhuna saygılı işlemler yapmaya yönlendirir6. Eleştirmenlerin 1902 – 1906 yılları arasındaki Türk dönemi mîmarîlerine atfettikleri moderniteyi D’Aronco’nun yerel ruhu kişisel bir yorumla yeniden yoğurmasına bağlamak gerekir. D’Aronco’nun farklılığını ve sanatının özünü oluşturan şey eleştirel yaklaşımıdır, çünkü pasif taklitten uzak durur; zaten sürekli analiz – sentez alıştırması geçmişi özlemle anmaktan çok geleceğe bakmaktan yana dinamik bir vizyonu öne çıkarır7. Güncelliği ise kendi geleneğine çok farklı bir kültürde çalışırken modernlik temasını göğüslemesine izin veren cesareti ile ölçülür 8. 1 Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4. 2 Batur, A.; (2004), Raimondo D’Aronco, Onduline Dünyası Dergisi, 23: 6 – 9. 3 a. g. e. 4 Evrenosoğlu, P. ve Acar, B.; (2007), Raimondo D’Aronco, Tasarım Merkezi Dergisi, 2: 14 – 17. 5 a. g. e. 6 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 7 a. g. e. 8 Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4. Merhaba – Kış 2011 / 15 Yapılarından Bazıları Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Binâsı Yapı 1894 – 1903 seneleri arasında Haydarpaşa’da D’Aronco ve Vallaury tarafından tasarlanmıştır. Yapının ana kısımlarının batılı kompozisyon şemalarına göre düzenlenmiş olduğu simetrik özellikleri ve kısımların birbiri ile olan ilişkisine bakılarak anlaşılabilir. Yapı kullanım amacına bağlı olarak bütünüyle batılı bir anlayış sergiler, gerek koridorların varlığı, gerek yüksekliği binânın üç katı boyunca olan bir boşluğa yerleştirilmiş anıtsal teşrifat merdiveni bu özelliği ortaya koymaktadır 1. Yapı günümüzde Marmara Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır. Resim 2: D’Aronco ve Vallaury – Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane – 1894 - 19032 Mehmet Sâdık Efendi Evi 1904 senesinde Feneryolu’nda gerçekleştirilmiş Mehmet Sâdık Efendi evi günümüze ulaşamamış bir yapıdır. Bu tasarımda D’Aronco Türk konutunu Orta Avrupa modernizmi ile tasarlamaya çalışmıştır. Kare plan çıkıntılı saçaklar ile yükselir. Odayı bir birim olarak değerlendiren mîmar işlevine göre doluluk ya da boşluklar şeklinde cepheye yansıttığı hacim kompozisyonlarını bu birimden oluşturmuştur. Üst kattaki çıkıntılı bölümler 1 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 2 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. 16 / Merhaba – Kış 2011 ve çatı kenarlarının asimetrik düzeni alışılagelmiş plan tipine canlılık katmaktadır1. Resim 3: D’Aronco – Feneryolu’nda Mehmet Sadık Efendi Evi – 19042 Botter Apartmanı 1900 – 1901 yılları arasında D’Aronco padişahın özel terzisi Jean Botter için İstiklal Caddesi’nde bir apartman tasarlar. Bu bina kentsel ölçekte Art Nouveau mîmarîsinin İstanbul’daki ilk önemli örneğini oluşturur. Uygulanan tipoloji dar ve uzun bir parselde inşa edilmiş, konut işlevinin ve ticaret etkinliğinin beraber bulunduğu, sokağa cephesi olan bina tipolojisidir. İki etkinliğin bir arada bulundurulması anlayışı temelini Avrupa geleneğinden alır. Botter Apartmanı’nın genişliği 11 m, derinliği ise 42 m’dir3. Botter Apartmanı’nın cephesinde sıkça kullanılan bir motif Art Nouveau florasının tipik öğesi güldür. Burada natüralistik haliyle giriş kapısının üstündeki çerçeve içine alınmış motifte, yan panolarda, konut katlarını ayıran cephedeki plastırların bitiş kabartmalarında, bazen de iyice 1 Gültaş, D.; (2008), Raimondo D’Aronco: İstanbul’daki Yapılarında Cephe Biçimlenişi ve Detayları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. 2 Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 3 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. Merhaba – Kış 2011 / 17 stilize edilmiş olarak pencere çerçevelerinin üst kısmında taçlar halinde sunulmuştur1. Resim 4: D’Aronco – Botter Apartmanı – 1900 - 19012 1 a. g. e. Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006) Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul 2 18 / Merhaba – Kış 2011 Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi D’Aronco 1903 – 1904 yılları arasında Karaköy Meydanı’na açılan bir köşede Cafe d’Orient’ın bulunduğu gayrimenkulün üstünde inşa edilecek Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi’ni tasarlamıştır. Bu yapı cephesinin temel öğesi haline gelen minare ve iç mekânın sekizgen hacmi, farklı yüksekliklere sahip aralıklı parapet ve duvar setlerinin oluşturduğu bir kompozisyonla oluşturulmuştur1. Pencere düzenleri ortada dar ve yüksek, iki yanda ise daha küçük T formunda açıklıklar oluşturan üçlemeler şeklindedir. Bu üçlülerin üstünde ise floral motifli mermer oyma bir bezeme kuşağı yer alır. Minare mescidin batı köşesinde arsanın öne doğru çıktığı noktada yer almakta ve böylece vurgulayıcı bir konum edinmektedir. Bu yapı 1958’deki Yıldırım Harekâtı operasyonunda yıktırılmıştır 2. Resim 21: D’Aronco – Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi –1903 - 19043 1 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. 2 Gültaş, D.; (2008), Raimondo D’Aronco: İstanbul’daki Yapılarında Cephe Biçimlenişi ve Detayları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. 3 Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları, çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul. Merhaba – Kış 2011 / 19 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected] CHRISTOPHER NOLAN DOSYASI II Kara Şövalye Orijinal ismi: The Dark Knight Yönetmen: Christopher Nolan Senaryo: Jonathan Nolan, Christopher Nolan Oyuncular: Christian Bale, Heath Ledger, Michael Caine, Gary Oldman, Aaron Eckhart, Morgan Freeman, Maggie Gyllenhaal Notu: Hedef kitlesi: Christopher Nolan’ın yarattığı yeni Batman dünyasını sevdiyseniz; Heath Ledger’in dillere destan Joker yorumunu henüz seyretmediyseniz; Nolan’ın Joker analizini merak ediyorsanız; sizi soluksuz bırakacak bir aksiyon filmi arıyorsanız; beyazperdenin ilk gerçek “ileriye doğru takla atan tır” sahnesini görmek istiyorsanız, bu film tam size göre. “Batman Başlıyor” ile kendi Batman yorumuna bir başlangıç yapan Nolan, bu filmde hem Bruce Wayne’in Batman’a dönüşümünü anlatmayı, hem kendi Batman evrenini kurmayı başarmış, bunların yanında dört başı mamur bir Batman macerasını da ihmal etmemişti. Serinin ilk filmiyle tüm taşları yerli yerine oturtan yönetmen böylelikle “Kara Şövalye”de enerjisini büyük ölçüde işin hikâye kısmına aktarabildi. “Kara Şövalye”yi gelmiş geçmiş (ve belki de gelecek) Batman filmleri arasında bir zirve noktası kılan etkenlerden en önemlisi de, aslında yapısının ilk filmle mükemmel şekilde kurulmuş olması. Diğer bir deyişle ilk filmin bu anlamda hiçbir açık vermemesi sayesinde “Kara Şövalye”nin dünyasında her şey tıkır tıkır işlediğinden filmin odağında hikâyesi yer alıyor. Bu da üç odaklı “Batman Başlıyor”a kıyasla “Kara Şövalye”nin daha dengeli bir yapıda ilerlemesini sağlıyor. Nolan’ın Batman evrenine giriş mahiyetindeki “Batman Başlıyor”, 20 / Merhaba – Kış 2011 Batman hayranları nezdinde ayrı bir yerde dursa da, gönüllere taht kuran filmin “Kara Şövalye” olması boşuna değil. Filmin odağında hikâyesi yer alsa da, Nolan bu filmde de kendi Batman yorumunun felsefesini ihmal etmemiş. Nolan, Joker karakterini gerçek bir karakter gibi ele alıp tahlil etmiş olmalı ki Gotham’ın en anlaşılmaz ve korkunç kötüsünü anlayıp çözümlemeyi başarmış. Alfred’in (Michael Caine) Bruce Wayne’e anlattığı öykü, Nolan’ın Joker’i nasıl anladığının da özeti aslında. Nolan’ın Joker’i, hem yarattığı ayakları yere basan dünya ile, hem Joker’in karakteri ve yaptıkları ile uyumlu, hem de “Kara Şövalye”nin kendi bütünlüğü içinde son derece tutarlı. Nolan’ın Joker yorumunu kusursuzca görünür kılan ise Heath Ledger’in Joker yorumu. Tim Burton’un 1989 tarihli “Batman” filminde akıllara zarar bir Joker portresi çizen Jack Nicholson’ınkinden oldukça farklı bu yorum. Nicholson’ın Joker’inde, çılgınlık fazlasıyla ön planda yer alıyordu. Usta aktörün alamet-i farikası diyebileceğimiz dışa dönük performansı ise bu deliliği daha da belirgin hâle getiriyordu. Burton’ın versiyonunda, hani neredeyse sadece şaka yapmak isteyen ama şakasının nerelere varabileceğini pek de hesaplayamayan; eğlenceli ve eğlencenin dozunu kaçırma sorunundan muzdarip dahi bir deli görünümündeki Joker’in ne kadar tehlikeli bir kötü olduğunu insan sık sık unutuyordu. Ledger’in Joker’i ise perdede görünmesiyle birlikte sizi tedirginliğin ve tekinsizliğin pençesine atıyor. Joker’in salt görüntüsünü bir gerilim unsuruna dönüştüren ise, Nolan’ın yönetmenlik becerisi değil. Bu başarı tek başına Heath Ledger’in. Nolan’ın Joker’i doğru anlayan ve ilk filmin izinden giderek gerçekçi zemine oturtan Joker yorumu ile Ledger’in bir aktör olarak elindeki malzemeyi yaşını başını aşan bir kudretle “canlandırması” bir araya gelince bu müthiş kimyadan yalnızca Batman serisinin değil belki de sinema tarihinin en korkunç ve kusursuz kötü karakteri doğuyor. İşte sinemanın en derinlikli, sahici ve dört başı mamur karakterlerinden biri olan Joker, Kara Şövalye’nin de en büyük artısı. Merhaba – Kış 2011 / 21 BİR KONFERANSIN ARDINDAN Ceren KESİCİ 2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Philadelphia eyaletine gelerek lise eğitimime ve 2008 yılında Temple Üniversitesi’nde Halkla İlişkiler bölümünde okumaya başladım. 2008 senesinde okulumuzda Türk öğrenci grubu kuruldu. Philadelphia’daki çoğu genç doktora eğitimi için burada bulunmakta ama aynı zamanda birinci lisanslarını almak için okuyan öğrenciler de bulunuyor. Türk Öğrenci Derneği’nin başkanı olarak, 20 Kasım 2010 tarihinde, “Sâmiha Ayverdi” konulu bir konferans düzenlemeyi arzu ettim. Bunun nedeni, Sâmiha Ayverdi’nin, Türk kültür ve sanat hayatına çok yararı dokunmuş bir büyüğümüz olmasıydı. Sâmiha Ayverdi, dünya görüşü ve insanlık anlayışı yolunda hayatı boyunca özellikle gençlere memleket sevgisi aşılamaya çalışmış, hizmet ehli bir insandı. Burada bulunan gençlerin de kendisini tanımaları, eserlerini okumaları gerektiğini düşündük. Sadece Türklere değil Amerikalılara da hitap edebilmek için okulun bütün öğrencilerine açık bir konferans düzenledik. Amerika’da bulunan birçok tanıdığımız, genci yaşlısı, Sâmiha Ayverdi ismini maalesef duymamış. Bu konferans aracılığıyla Sâmiha Ayverdi’yi Amerika’daki tanıdıklarımızı Prof. Dr. Ömer Turan tarafından yapılan konuşma ile bilgilendirmeye çalıştık. Ömer Turan, lisans ve master eğitimini Ankara Üniversitesi’nde, ikinci master ve doktorasını Belçika’da, Catholic University of Leuven’de yaptı. 1997 yılından beri Orta Doğu Teknik Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Kendisi birkaç yıldır Amerika’da. Princeton ve William Paterson üniversitelerinde misafir öğretim üyesi olarak bulundu, dersler verdi. Son dönem Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi çalışması, Balkanlar, Ermeniler ve misyonerler hakkında eserlerinin olması ve kültür tarihi ile ilgilenmesi sebebiyle bu konferansı kendisinin vermesini istedik. Aklımıza Sâmiha Ayverdi ile ilgili bir konferans düzenlemek fikri gelince annem ve ben çok heyecanlandık. Aynı zamanda endişelendik, her şey nasıl olup bitecek, bu kadar yükün altından nasıl kalkacağız diye düşündük. Fakat biliyorduk ki Allah bize yardım edecek, her şeyi yoluna 22 / Merhaba – Kış 2011 sokacak; çünkü Sâmiha Ayverdi gibi büyük bir insanı Amerika gibi bir yerde tanıtacağız. Prof. Dr. Ömer Turan konuşmayı yapmayı kabul edince kafamızdaki en büyük soru işareti de kalkmış oldu. Sonra Temple Üniversitesi’nde konferansı yapabileceğimiz bir salon ayarladım. Ömer Bey’in de yardımları ile davetiyeleri hazırladık. Davetiyeler hazırlandıktan sonra öğretmenlerime, arkadaşlarıma ve Türkiye’ye e-posta göndererek konu ile ilgili elimden geldiğince çok kişiyi bilgilendirdim. Öğretmenlerim bana cevap yazıp konferansın çok değişik ve ilgi çekici olduğunu, beni tebrik ettiklerini ve gelmeye çalışacaklarını yazdılar. Aynı zamanda Türkiye’deki büyüklerimden de e-postalar aldım ve bunlar beni daha da yüreklendirdi. Çok şükür her şey yolunda gitti ve konferans günü heyecanını rüyalarımızda yaşamaya başladık. Nihayet konferans sabahı son hazırlıkları yaptıktan sonra yola çıktık. Prof. Dr. Turan, konuşmasında Sâmiha Ayverdi’nin hayatından küçük anılar, önemli anlar, kendilerinin önemli faaliyetleri ve eserlerinden bazılarının içeriğine yer verdi. En çok vurgulanan ise, Sâmiha Ayverdi’nin, gençleri unutturulmak istenen geçmişimizden, kültürümüzden ve değerlerimizden haber vermek çabası ve hizmet sevgisi idi. Benim konferans sırasında en çok ilgimi çeken “Halka hizmet Hakk’a hizmettir” cümlesi idi. Sâmiha Ayverdi’nin hizmet etmeyi kendisine yaşam gayesi edinmesi, beni kişiliğinin en çok etkileyen yanı olmuştur. Tabii ki bu kadar çok sayıda eseri olan ve hakkında öğrenilecek çok şeyler bulunan Sâmiha Ayverdi’yi bir ya da iki saatlik bir konferansta anlatmak çok zor ama hep birlikte elimizden geleni yapmaya çalıştık. Konferans sonrasında Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı tarafından Sâmiha Ayverdi külliyatından oluşan bir sergi düzenlendi. Aynı zamanda Vakıf Başkanı Sinan Uluant’ın bize gönderdiği Samiha Ayverdi resimleri de sergide yer aldı. Konferansa katılanlar, Prof. Dr. Ömer Turan’ın konuşmasından sonra Sâmiha Ayverdi’nin eserlerini okumayı ve kendisiyle ilgili daha fazla bilgi edinmeyi arzu ettiklerini ifade ettiler. Sergilenen kitaplar aynı zamanda satışa sunuldu. Konferansımıza New York’tan katılan, yazar Ayşe Tunceroğlu da Sâmiha Ayverdi hakkındaki anılarını anlattı. Ayşe Tunceroğlu 1984 yılında Amerika’ya gelmiş. Geldikleri yıl Türk Edebiyatı dergisi, Sâmiha Ayverdi Özel Sayısı’nı yayınlamış. Ayşe Hanım, konferansa katılanlara göstermek için onu beraberinde getirmişti. Yazar ile Merhaba – Kış 2011 / 23 tanıştıklarında, kendisine bir anahtarlık hediye ettiğini ve onu hâlâ kütüphanelerinin çekmecesinde sakladıklarını anlattılar. Bizler büyüklerimiz sayesinde bu güzelliklerden haberdar olduk, bilgi edindik ancak etrafımızda bulunan birçok kişi bunlardan habersiz. Onların da bu güzelliklere, bilgilere ulaşmalarına bir vesile olmayı ümit ettik. Prof. Dr. Ömer Turan’a da bize sağladığı sınırsız yardımları için müteşekkiriz. Gülen Olgaç ve Dr. Erol Olgaç’a bizi böyle güzelliklerden haberdar ettikleri için sonsuz teşekkürler, onların torunu olduğum için gurur duyuyorum. Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı çalışanlarına ve beni e-postaları ile destekleyen bütün büyüklerime teşekkür ederim. 24 / Merhaba – Kış 2011 SÂMİHA AYVERDİ1 Ömer TURAN Sâmiha Ayverdi çok yönlü bir kişiliktir. Ne tarafından bakarsanız o cephesi gözünüzü alır. Bâzıları için kırkın üzerinde kitabı olan bir yazardır; roman ve hikâye ile başladığı yazarlık mâcerâsı, biyografi, anı, târih ve sosyal meseleleri ele alan kitaplarla devam etmiştir. Bâzıları için tasavvufu hırka ve tacdan ibâret görenlerin aksine, özü ile görmüş ve göstermiş bir mutasavvıftır. Bâzıları için ise Sâmiha Anne’dir; yüzlerce binlerce vatan evlâdının maddî mânevî yetişmesine öncülük etmiştir. Belki de diğer sayamadıklarımızla birlikte bunların hepsidir Sâmiha Ayverdi. Haktan aldığını halka vermeyi kendisine yaşama gāyesi edinen bir vakıf kadındır. 1905 yılında İstanbul’da doğmuştur. Hem anne hem de baba tarafından İstanbul’un yerli köklü âilelerinden birine mensuptur. Dedesi Girit’te şehit olmuştur. Babası da dedesi gibi subaydır. Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’nda gāzi olmuştur. İki kardeştir. Ağabeyi Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunmuş sanat târihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi’dir. Sâmiha Ayverdi özel bir insandır. Verdiği bir röportajda çocukluğunu bir buçuk yaşından îtibâren hatırladığını belirtmektedir. Bol akrabâlı dadılı halayıklı büyük aristokrasisini, yaşamıştır. bir âile konak Daha ortamında hayâtını, üç kültür yaşındayken büyümüş; ve dönemin medeniyetini babasının İstanbul görmüş selamlığında ve toplanan meclislere katılmış, Ziyâ Paşa, Cevdet Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa ve Ressam Ali Rızâ Bey gibi zevâtın sohbetlerinde bulunmuş, duyduklarını hâfızasına kaydetmiştir. II. Abdülhamid yönetimine, II. Meşrûtiyet’e, İttihat ve Terakki dönemine, Trablusgarp ve Balkan savaşlarına ve Birinci Dünya Savaşı’na, velhasıl bir imparatorluğun lime lime dağılışına şâhitlik etmiştir. Sâmiha Ayverdi, 1921 yılında Süleymâniye İnas Nümûne Mektebi’nden (Kız Lisesi) mezun olmuştur. Kalan tahsili özeldir. Fransızca bilir. Okumaya ve öğrenmeye iştahı oluşu hocalarının dikkatini çekmiş, 1 Amerika Birleşik Devletleri’nin Philadelphia Eyaleti’nde bulunan Temple University’de, 20 Kasım 2010 tarihinde gerçekleştirilen Sâmiha Ayverdi konferansında sunulan konuşma metni. Merhaba – Kış 2011 / 25 evlerindeki kütüphâne bu bakımdan işini kolaylaştırmıştır. Ancak fikrî ve mânevî şahsiyetinin oluşumundaki esas âmil dayısı Server Hilmi Bey’in hem okul arkadaşı hem rehberi olan eğitimci Kenan Rifâî’dir. “Vatan ve îmânı, kılıcın iki yüzü gibi birleştirmiş bir âilenin evlâdı olmakla berâber, dünya görüşü ve insanlık anlayışı yolunda atmaya çalıştığım her adımı, hocam Kenan Rifâî’ye borçluyum” demektedir. Kenan Rifâî 1867-1950 yılları arasında yaşamış bir eğitimci mutasavvıftır. Galatasaray Sultânisi’ni bitirdikten sonra Medîne dâhil İmparatorluğun muhtelif şehirlerinde öğretmenlik ve maârif müdürlüğü yaptıktan sonra 1908’de İstanbul’da açtığı Altay Dergâhı’nda irşad faaliyetlerini yürütmüştür. Tercüme ve telif kitapları vardır. Onun asıl eserleri yetiştirdiği öğrencileridir ki Sâmiha Ayverdi bunlardan biridir. Sâmiha Ayverdi’nin yazı hayâtı, aşk hakkındaki duygularını ve düşüncelerini rencide eden bir kitaba tepki olarak kaleme aldığı Aşk Budur isimli romanıyla 1938 yılında başlamıştır. Diğer eserlerinden farklı olarak târihin eski dönemlerine, mîlattan önceki yıllara uzanır. Irak çöllerini eserine mekân seçerek aşkı anlatır. Tâkip eden on yıl içerisinde sekiz romanı, bir hikâye kitabı ve bir mensur şiir kitabı yayımlanır. Kitaplarının isimleri bile muhtevâlarına dâir bir fikir verir: Batmayan Gün, Ateş Ağacı, Yaşayan Ölü, İnsan ve Şeytan, Son Menzil, Yolcu Nereye Gidiyorsun, Mabedde Bir Gece, Yusufcuk. Bu eserlerde aşk ve mânevî rehberlik ağırlıklı olarak ele alınmaktadır. Mehmet Demirci, tasavvuf inancının yansıtılması bakımından Sâmiha Ayverdi’nin bu eserleriyle Mevlânâ’nın Mesnevî’si arasında paralelliğe işâret eder. Dergâhların kapalı olduğu yıllarda tasavvuf kültürünü eserlerinde yaşatmıştır. Ayverdi’nin bu kitaplarında cemiyetin kendi değerlerine yabancılaşması, yaşanan sosyal sarsıntılar da işlenmektedir. Sâmiha Ayverdi üslup sâhibi olan bir yazardır. Kelime hazînesi zengindir. Diline tam olarak hâkimdir. Yalpalamamaktadır. Klasik Osmanlı’nın dilini ve kültürünü tam mânâsıyla içselleştirdiği hemen farkedilir. Eserlerinin edebî değeri yüksektir. Mâmâfih, şöhret olmak, bilinmek gibi bir kaygısı yoktur. Küplüce’deki Köşk isimli eseri münâsebetiyle Târihçi Yılmaz Öztuna’nın bir tespiti çok önemlidir: “Sâmiha Ayverdi ünlü romancıların çoğu gibi, hayal ettiklerini yazmıyor. Yaşadıklarını, tanıdıklarını, unutmadıklarını kaleme alıyor. Birçoğumuzun bakıp da göremediğimiz kişileri, şeyleri bize anlatıyor. Birçok hâtırâyı ölümsüz kılıyor...” Hayal ettiklerini değil yaşadıklarını ve tanıdıklarını yazmak Sâmiha 26 / Merhaba – Kış 2011 Ayverdi’nin bütün edebî eserlerinde söz konusudur. Mesela, hocası, Bat- mayan Gün isimli romanında İrfan Paşa, Yolcu Nereye Gidiyorsun isimli romanında hem Cem Bey, hem de Adli’nin arkadaşı Sinan’dır. Birkaç dönemin panoramasını veren eseri İbrahim Efendi Konağı isimli romanının kahramânı İbrâhim Efendi kendi büyük dedesi Hilmi Bey’in ağabeyidir. Gerek bu romanlarında gerekse diğerlerindeki kahramanların hemen tamâmı ya akrabâsı, ya komşusu olarak yakın çevresindendir. Romanlarındaki hâdiselerin önemli bir kısmı gerçekten yaşanmıştır. Balkan Savaşlarının İstanbul’daki yansımasını ele alan en güzel romanlardan biri olan Mesihpaşa İmamı Ayverdi’nin birebir şâhitlik ettiği olayların bir roman diliyle kaleme alınmış hâlidir. Belki biraz da bunlardan dolayı bu konuları ele alan diğer yazarlardan farklıdır. Hocasının 1950 yılında vefâtından bir sene sonra üç arkadaşıyla birlikte Kenan Rifâî ve Yirminci Asın Işığında Müslümanlık kitabını yayınlar. Kenan Rifâî’yi kitlelere sunmayı amaçlayan kitapta, evvela hayâtı anlatılır, sonra fikirleri tanıtılır, en sonunda da sohbetlerinden notlar aktarılır. Eserde Kenan Rifâî’nin madde-mânâ dengesine verdiği önem vurgulanır: Terbiyesine aldığı insanları mânâ ile zenginleştirip iyi bir cemiyet insanı ve dünya ölçülerinde başarılı bir değer hâline getirmeyi amaçlamıştır. İnsanların evvela kendi kendileriyle barışmalarını, sonra da cemiyetle ilişkilerinde âhenk ve adâleti ilk adım olarak benimsemiştir. Ona göre tasavvuf incinmemek ve incitmemektir. Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü münâsebetiyle, 1953 yılında Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih isimli kitabını yazmıştır. İstanbul’un fethi sâdece askerî bir zafer değildir. Fâtih sâdece başarılı bir kumandan değildir. İstanbul’un fethinin ve fâtihinin bir mânevî ve kültürel boyutu vardır. Ayverdi işte bu boyutu ortaya koymayı ve dolayısıyla o derinliği ve dinamizmi yeni nesillere aktarmayı amaçlar. Sâmiha Ayverdi sayılı İstanbul yazarlarından biridir. İstanbul doğduğu ve yaşadığı şehirdir. Hocasını tanıdığı şehirdir. Büyük bir kültüre ve medeniyete başkentlik etmiş bir şehirdir. Her köşesinde bu büyük kültür ve medeniyete tanıklık eden bir târih gizlidir. Hem çok kozmopolittir, hem de tektir. Kesrette vahdetin bir örneğidir âdeta. Dolayısıyla romanlarının çoğu İstanbul’da geçer. Yetmez; İstanbul’a dâir müstakil kitaplar yazar. Bunların ilki 1952 yılında yayınlanan İstanbul Geceleri’dir. Kitapta bir şiir diliyle İstanbul’un târihî semtleri anlatılır. Yer yer anekdotlara yer verilir. Gerçeklere, hâtırâlara dayalı olarak İstanbul’un târihî semtleri üzerinden bir Merhaba – Kış 2011 / 27 dönemin kültürü, gelenekleri, sosyal hayâtı, kurumları tanıtılır. 1966 yılında da aynı şekilde Boğaziçi’nde Târih basılmıştır. Sâmiha Ayverdi’nin bu kitaplarının hâricindeki pek çok hâtıra kitabında da İstanbul, semtleri, medeniyeti ve güzellikleriyle konu edilmiştir. Sâmiha Ayverdi 1960’lı ve 70’li yıllarda da târih alanında eserler yayınlamıştır. Daha evvel temas etiğimiz İbrâhim Efendi Konağı hem roman, hem hâtırat, hem de târihtir. Bu eser tek başına Ayverdi’nin kaleminin kudretini göstermeye kâfidir. Büyük bir âile çerçevesinde Osmanlı’nın son dönemindeki sosyal çözülme anlatılır. 1970 yılında Türk Rus Münâsebetleri ve Muhârebeleri yayınlanır. Muhtemelen o yıllarda Türk gençliği arasında komünist ve Rus hayrânı grupların ortaya çıkmasına bir tepki olarak yazılmıştır. Rusların emellerine ve târih boyunca tâkip ettikleri politikalara dikkat çekilerek Türk gençliği uyarılmaktadır. Türk Târihinde Osmanlı Asırları Ayverdi’nin târih alanındaki en kapsamlı eseridir. 1975 yılında üç cilt olarak yayınlanmıştır. Türklerin Selçuklu ve Osmanlı gibi iki büyük imparatorluk kurabilmelerinin hazırlayıcı ve yapıcı sebeplerini inceler. Bu devletlerin dünya medeniyeti karşısındaki durumlarını araştırır. Siyâsî târihten ziyâde sosyal târih üzerinde duran Sâmiha Ayverdi târihçi değildir. Târihe bir katkıda bulunmak kaygısı yoktur. Târihi terbiyevî bir bilgi kaynağı olarak görür. Târihe ilişkin eserlerinde milletini yeniden ayağa kaldıracak değerleri târihten çıkarmak ve geleceğe sunmak amacını güder. Târih geleceği inşâ edebilmek için lâzımdır yoksa geçmişin şanlı günlerine saplanıp mâziperestlik yapmak için değil. Görüldüğü gibi Sâmiha Ayverdi, teorik, cemiyetle alakasız bir tasavvuf ve yaşanılan zamandan kopuk bir târih anlayışında değildir. Gerek tasavvuf gerekse târih, yaratılışımızı, tabiatımızı ve geçmişimizi çok iyi bir şekilde bilerek hem fert hem de toplum seviyesinde günümüzü en iyi şekilde yaşayabilmek içindir. Vefâtına yakın günlerin birinde bir öğrencisi ile sohbet etmektedir. Öğrencisi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmayı öğütleyen hadise atıfta bulunur. Ölmeyecekmiş gibi düşündüklerini, ama yarın ölecekmiş gibi düşünmeyi ihmal ettiklerini söyler. Sâmiha Ayverdi’nin cevâbı, “Evet, hadis. Gene bir hadis var, ‘Hemen öleceğini bilsen dahi elinde ağaç fidesi varsa onu dikeceksin’” olur! İçinde yaşanılan dönemin toplumsal meseleleri böyle bir yazarın ilgi alanının dışında kalamaz. Yaşanılan kültür buhrânı, çözülmeye yüz tutan 28 / Merhaba – Kış 2011 âile, bozulan dil, millî değerlerde yaşanan erozyon ve bütün bu problemlerin eğitim yoluyla nasıl aşılabileceğine dâir fikir yazılarından oluşan kitabı Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Dâvâmız 1976 yılında yayınlanmıştır. Sâmiha Ayverdi İslâm âlemiyle de ilgilidir. İslâmiyetin 1400. yılı münâsebetiyle kaleme aldığı Kölelikten Efendiliğe isimli kitabı 1978 yılında yayımlanmıştır. Eser daha sonra İngilizce, Arapça ve Urduca gibi dillere çevrilerek bütün Müslüman devlet başkanlarına gönderilmiştir. İslâmiyetin 1400. yılında İslam âlemi her alanda bilgisizliğin, ahlâkî zaaf ve düzensizliğin esiri konumundadır. Yazar İslâm âleminin idârecilerine, düşünürlerine, sanatkarlarına ve ilim adamlarına seslenmekte, İslâm âlemini esâretten çıkışa ve efendiliğe dâvet etmekte, bunun için somut teklifler sunmaktadır. Mânevî uyanış, eğitim, her alanda dayanışma, yardımlaşma ve birlik bunların başında gelmektedir. 1980 yılında Hocası Kenan Rifâî’nin hayâtını, görüşlerini ve sohbetlerini kaleme aldığı Dost isimli eseri yayımlandı. Ayverdi’ye göre, anlama ve inanma dünyâda kazanılan bir imtiyaz olmaktan ziyâde bir ezelî nasip işidir. Dolayısıyla nefislerinden gayrı dâvâları olmayanlara haktan hakikatten bahsetmek, hayâtı boyunca alış verişini Allah’la yapmış, hesâbını Allah’a vermiş, O’nu görmüş, O’nu söylemiş bir ulu kişinin insanlık dâvâsını anlatmaya kalkmak muhaldir. Mâmâfih dostlarının ricâlarını kıramamış ve bu işe girişmiştir. 1985 yılında yayımlanan Rahmet Kapısı yine ağırlıklı olarak hocası ile ilgili hâtırâlarından oluşan bir kitaptır. Tâkip eden yıllarda da Sâmiha Ayverdi’nin yine hâtıra, seyahat yazıları, deneme ve artistik nesir türünden yazılarını içeren kitapları çıkmıştır. Aşkı okumuş, aşkı yazmış, aşkı yaşamıştır. 1986’da çıkan Hancı, o yakan, yıkan, yapan aşk ateşinin bize kadar gelen yalazlarıdır. 1993 yılında vefat etmiştir. Sağlığında kaleme aldığı yazıların basımı devam etmektedir. Herhalde devam edecektir de. Konuşmamız ağırlıklı olarak onun kitaplarının üzerindendir ama bütün kitaplarını tek tek anlatmak bu konuşmanın sınırlarını zorlar. Sâmiha Ayverdi samîmî bir mümindir. Sâmiha Ayverdi’ye göre inanmak, tabiatı, insanı ve Allah’ı birlemektir. İnanan insan hırslarını yenmiştir, kendisiyle ve cemiyetle barışıktır. İnsanlar onun elinden ve dilinden emindir. Türkiye’de Hristiyanlığı yaymaya çalışan misyonerlerle uzun bir süre yazışmış, Hristiyanlık ve İslamiyet hakkında onların görüşlerini öğrenmiş kendi görüşlerini onlara anlatmıştır. Bu mektuplaşmalar da daha sonra bir Merhaba – Kış 2011 / 29 kitap olarak yayımlanmıştır. Onlara imkânlarını Müslüman ülkelerde Hristiyanlık propagandası yapmaya kullanmak yerine, Yirminci Yüzyılda bir çığ gibi büyüyen inançsızlığa ve komünizme karşı birlikte mücâdele etmeyi teklif etmiştir. Karşı tarafı anlamak ve ona kendini anlatmak anlamında ilk dinlerarası diyalogu başlatan olduğunu söylemek mümkündür. Dindarlık adına taassubu, Sâmiha Ayverdi, en az inançsızlık kadar tehlikeli görür. Câhillik ve dar kafalılıktan kaynaklanmaktadır. Doğru inanç insanı yüceltir ve Allah’a yaklaştırır. İnanç adına taassup ise şiddeti, tahripkârlığı getirir. Toplumu birleştirmek yerine ayrıştırır. Derûnundan bîhaber olarak bir kavramı kullanırken onun içini boşaltmak evvela şekilperestliktir, sonra o mânâya zulümdür. Sâmiha Ayverdi, konularını târihten ve tasavvuftan seçen, edebiyâtın muhtelif alanlarında eserler vermiş, sâdece bir yazar değildir. Sâmiha Ayverdi’nin yaptıkları yalnız yazdıklarından ibâret değildir. Öğrenciler yetiştirmiş, kurumlar tesis etmiş, gelenek oluşturmuştur. Çünkü hocasından öyle hareket etmesi gerektiğini öğrenmiştir. Hocasına göre, dînin esâsı îman, yâni Allah’ı sevmek, îmânın rûhu ise amel, yâni halkı sevmek ve ona hizmet etmektir. Yâni onun din anlayışında iki anahtar kelime vardır: sevmek ve hizmet. Zenginlik bu hasletlere sâhip olabilmektir. İmtiyazlılık hizmet edebilmektir. Ve halka hizmet Hakk’a hizmettir. Sâmiha Ayverdi yüzlerce gence birinci elden ve binlerce gence dolaylı olarak rehberlik etmiştir. Bir anne sabrı ve şefkati ile o gençlerle kılık kıyâfetlerinden imlâlarına, iç dünyâlarından kariyerlerine kadar tek tek ilgilenmiş, hatâlarını gidermeleri, mânevî ve kültürel bakımlardan kendilerini geliştirebilmeleri için yol göstermiştir. Dolayısıyla anne olarak anılmıştır. Tanıyanları arasındaki ismi Sâmiha Anne’dir. Son yıllarda öğrencileri kendileriyle ilgili hâtırâlarını yayınlamaktadırlar. Bu hâtıralar okunduğunda öğrencileriyle ilişkilerinde teori ile pratiği, şefkatle disiplini, coşku ile sürekliliği nasıl bir dengede yürüttüğünü görmek mümkündür. Sâmiha Ayverdi aynı zamanda bir aktivisttir. Düşündüklerini, hissettiklerini etrâfına anlatmakla veya yazmakla yetinmemiş onları gerçekleştirme yolunda da ne yapabilecekse yapmıştır. Haddızâtında yazdıkları da yazmış olmak için değildir. Yazma gāyesi bir yanlışı düzeltmek, bir doğruyu göstermek, bir güzelliği paylaşmaktır. Kitaplarından telif ücreti almamıştır. Yazı hayâtına nasıl başladığını yukarıda belirtmiştik. Türkiye’nin Ermeni Meselesi isimli kitabının yazılış hikâyesi bu bakımdan çarpıcı bir örnektir. 30 / Merhaba – Kış 2011 Ermeni terör örgütü ASALA militanları Los Angeles`taki Konsolos yardımcısı Bahadır Demir’i 1973 yılında şehit etmişlerdir. Terör örgütü, 1915 yılında Ermenilerin tehcir edilmesini bir soykırım olarak niteleyerek, Türk milletinden ve devletinden intikam almak ve dünya kamuoyunun dikkatini bu konuya çekmek için suikastı gerçekleştirdiklerini duyurmuştur. Uluslararası koruma altındaki bir diplomatı öldürdükleri halde, teröristler, hak ettikleri cezâyı almamışlar, hattâ uluslararası kamuoyunda sempati ile karşılanmışlardır. Bu şekilde bir anlamda cesâretlendirilmiş teröristler tâkip eden yıllarda otuzun üzerinde Türk diplomatını şehit etmişlerdir. Sâmiha Ayverdi’ye göre bu durumun temel sebebi 1915 olaylarını doğru bir şekilde anlatan kitapların olmayışı, kamuoyunun tek yönlü bir propagandayla belli bir istikāmette şartlandırılmasıdır. Ve bu konuda gerçekleri anlatan bir kitabı yazmaya karar verir. Şehit diplomatın annesini ziyâret eder ve yazacağı kitabı onun ismiyle yayınlama iznini alır. Şehit diplomatın annesi, Neşide Kerem Demir imzâsıyla Bir Şehit Annesinin Târihe Söyledikleri: Türkiye’nin Ermeni Meselesi ismini taşıyan kitap 1976 yılında yayımlanır. Kitabın esas yazarının Sâmiha Ayverdi olduğunu yıllar sonra Ergun Göze açıklar. Sâmiha Ayverdi devlet başkanlarına, başbakanlara, bakanlara, devlet adamlarına, gazete editörlerine ve yazarlarına sürekli mektuplar yazmış, güzel hareketleri tebrik ederek cesâretlendirmiş, beğenmediği hususlarda uyarmıştır. Etrâfını da bu yönde teşvik etmiştir. Beğendiği gazete yazılarını keserek, etrâfındaki ilgili kişilere vermiş, uzaktakilere postalamıştır. Rahatsız olmasına ve konuşmakta güçlük çekmesine rağmen doktora tezimle ilgili olarak benimle görüşmeyi kabul etmiş, konumla ilgili hâtırâlarını anlatmış ve bana Tercüman gazetesinden Ahmet Kabaklı’nın bir yazısını vermişti. Önüne çıkan konularda büyük küçük, önemli önemsiz ayrımı yapmadan gördüğü yanlışın üzerine gitmiştir. Bir kooperatif îlânındaki isimlendirmenin düzeltilmesi için mektup yazmış ve yanlışı düzelttirmiştir. Tâkip eden günlerde bir başka kişinin o îlânla ilgili olarak çok üzüldüğünü ifâde etmek için “yüreğime indi” demesi üzerine, “keşke yüreğine ineceğine kalemine inseydi” diyerek, sâdece üzülmekle yetinmemesi, medenî bir şekilde tepkisini göstermesi gerektiğini söylemiştir. Bu hâliyle, “gördüğü bir kötülüğü eliyle düzeltmek, yapamıyorsa diliyle söylemek, onu da yapamıyorsa içinden buğz etmek” tavsiyesinin somut örneğidir. Bir iskelede satılan kültürümüze ve inançlarımıza saldıran bir dergiyi bizzat parasını vererek satın almış ve orada sayfa sayfa yırtarak tepkisini ortaya Merhaba – Kış 2011 / 31 koymuştur. Fâtih’te oturduğu Fevzi Paşa Caddesi’ndeki çınar ağaçlarını kendisi parasını vererek diktirmiştir. Bu yoğun mesâisine rağmen, yakınları, kendisine gelen hiçbir mektubu cevapsız bırakmadığını söylerler. Sâmiha Ayverdi sivil toplum kuruluşlarının kamuoyu oluşumunda ve toplumu yönlendirmedeki rolünü bilmektedir. Kurumsallaşmaya çok önem vermiştir. İstanbul’un fethinin 500. yılını kutlamak maksadıyla kurulan İstanbul Fetih Cemiyeti’nin aktif bir üyesidir. Mevlânâ’nın ve Yûnus’un yeniden gündeme getirilmesi, tanıtılıp sevdirilmesi için arkadaşları ile birlikte çalışmıştır. 1954 yılında Konya’da başlayan Şeb-i Arus törenlerine 1963 yılına kadar dokuz yıl boyunca dostları ve öğrencileri ile birlikte katılmış, konuşmalar yapmış, bu şekilde törenlerin kurumsallaşmasını sağlamıştır. 1958 yılında Yûnus Emre’yi Anma Derneği’nin tertiplemiş olduğu Eskişehir Sarıköy’deki Yûnus Emre’yi anma toplantılarına İstanbul’dan kalabalık bir aydın grubuyla iştirak ederek görkemli anma toplantılarının yapılmasına öncülük etmiştir. 1960’lı yılların başlarında İstanbul’da Yeni Doğuş isimli derneğin kurulmasına öncülük etmiş, halk âşıklarını organize ederek onların plak yapmalarına yardımcı olmuştur. 1966 yılında Ankara ve İstanbul’da Türk Kadınları Kültür Derneği’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Bu şekilde kadınların cemiyet hayâtına aktif bir şekilde katılmaları, burada verilen mûsıkî ve klasik sanatlara ilişkin kurslarla gençlerin klasik kültürü tanıyarak yetişmeleri sağlanmıştır. 1970 yılında ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi, onun eşi İlhan Ayverdi ile diğer dostlarıyla birlikte İstanbul’da Kubbealtı Cemiyeti’ni kurmuştur. Daha sonra vakfa dönüşen Kubbealtı, düzenlediği seminerler, konferanslar, kurslar ve gerçekleştirmiş olduğu yayınlarla binlerce memleket evlâdının târihi, kültürü ve sanatıyla buluşmasını ve tanışmasını sağlamıştır. O, bizi bizimle, aslımızla tanıştırandır. O, bize unutturulmak istenen geçmişimizden, kültürümüzden, değerlerimizden haber verendir. O, bize güzeli gösteren, güzelden haber verendir. Onu ana hatlarıyla yazdıkları ve yaptıklarıyla anlatmaya çalıştım. Bu kadar yapabildim. Ne yaparsam yapayım bir şekilde eksik kalacağını biliyordum. Aramızda onun yakınında bulunmuş, sohbetlerinden istifâde etmiş insanlar da var. Yanlışlarımı düzeltsinler, eksiklerimi tamamlasınlar lütfen. Esâsen bu konuşmayı onların yapmaları îcap ederdi. Bana bu konuşmayı yapma onurunu verdikleri için Temple Üniversitesi Türk Öğrencileri Derneği Başkanı Ceren Kesici’ye ve beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum. 32 / Merhaba – Kış 2011 ŞİİR Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected] MÜEBBET Zaman denen zindanda mahpusum Bileğimde günlerden kelepçeler Saatler benim değil ki... Mevsimler geçiyor sayamadan Belki de çakılıp kaldım güze Dökülen yaprakları tutamıyorum Yeşertmeye gücüm yetmez ki... Senelerin elinde mahkumum Ayağımda aylardan prangalar Dakikalar benim değil ki... Ömür geçiyor yaşamadan Belki de çakılıp kaldım çıkmaza Yönümü bulamıyorum Pusula bende mi ki? Merhaba – Kış 2011 / 33 YAĞMUR GÜNCESİ Gülnar MIZRAK [email protected] Sonbahar hüküm ve kış ayları sürerken başkalaştığını, hayatın bütün soluklaştığını, renklerin İstanbul’un içine kapandığını düşünürdüm eskiden. Yaşadığım beni kenti böyle hüzünlendirirdi kalmadıkça görmek ve dışarı mecbur çıkmak istemezdim. Zîra gideceğiniz yere ulaşmak hiç kolay olmaz böyle günlerde... Herkes için âdeta bir savaş meydanı olur yollar. Özellikle toplu taşıma araçlarını kullananlar için... İstediğiniz yere sapasağlam varmak için Örümcek Adam gibi süper yetenekleriniz olmalı. Öncelikle sağa, sola, her yöne dikkat etmelisiniz. Araba çıkabilir, nehir gibi akan suların ve şelaleye dönüşmüş merdivenlerin üzerinden akrobatik hareketler yaparak atlamanız gerekebilir, size doğru uçan bir şemsiye, bir poşet olabilir... Hayal gücünüzün sınırlarını zorlarsanız şıkları arttırmak mümkün. Bunlar sadece ısınma turları tabii. Mühim olan kaldırım kenarlarındaki su birikintileri... Çünkü arabası olanlar, puslu camlarının dışında kalanları böyle zamanlarda düşünemezler. Onlar da, sizin gibi, gidecekleri yere ulaşmanın çabası içindedirler. Dolayısıyla araçlarını hızlıca sürerler. Fakat bu davranış, birikmiş suları gösteri yaparcasına havaya sıçratmalarına ve talihsiz yayalardan bazılarını yıkamalarına neden olur. İşte siz de buna maruz kalmamak için tam adım atacakken geri çekilir, bir türlü karşıya geçemezsiniz. Etabı ancak dakikalar sonra başarıyla tamamlarsınız. Ardından, ıslanmamak için, durakta bir boşluğa sığmak zorundasınız. 34 / Merhaba – Kış 2011 Bilhassa şemsiyeniz yoksa başka şansınız da yoktur. Geriye sadece iki adım kalır: Otobüsü beklemek ve oturacak bir yer bulmak... *** Bu maceralardan sonra İstanbul’un her hâlini ne yazık ki sevemiyordum. Yağışlı havalarda hep huysuz oluyordum. Bunun birkaç nedeni vardı. Örneğin; birikmiş suların üzerinden atlamak istediğimde bacaklarım kısa gelirdi, dolayısıyla bazen basmak zorunda kalırdım ve ayakkabılarımın içi bile ıslanırdı. Ayrıca rüzgârdan ben mi şemsiyeyi kullanıyorum, şemsiye mi beni kullanıyor, anlamak pek mümkün olmazdı! Bu yüzden kullanmazdım, yıkanmaya mahkûm olurdum. Genellikle sahilden gitmeyi tercih ederdim. Denizi seyretmek için cam kenarına oturup gözlerimle kısa seyahatler yapardım ama böyle havalarda karşı kıyıları görmek imkânsız olurdu. Anadoluhisarı, Çengelköyü... Artık sislerin ardındaki masal ülkeleriydi. Ben de yağmur tanelerinin pencereye vuruşunu seyrederdim ve güneşin sıcaklığını, tenimde hissettiğim özgürlüğü, kaldırımları işgal edip yüzmeye gelenleri, balıkçıları arardım her defasında. Sonra vazgeçip başımı cama yaslardım, bilinmeyen kıyılarda bırakırdım gözlerimi... *** İstanbul bulutlandığında hâlâ hüzünlensem de, soğuklarda üşümekten, kalın giyinmekten hiç hoşlanmasam da sonbahar ve kış aylarını artık seviyorum. Birdenbire oldu bu. Bir gün yağmurun toprakla bütünleşmesini, âdeta secde edişini seyrederken mutlu olduğumu hissettim. Zîra karamsarlığa kapılarak değil, ondaki güzelliği görerek seyrediyordum. Sadece bakış açımı değiştirmiştim. Yaşamak bu kadar kolaydı işte. Bunun için olağanüstü bir kabiliyete, çaba harcamaya lüzum yoktu. Çünkü yaratılan her şeyin ve yaşanan her hadisenin güzel tarafını görebilmek, sadece bize lûtfedilmiş bir yetenekti! Merhaba – Kış 2011 / 35 ŞİİRİ GİBİ DÜĞÜNÜ DE BİR BAŞKADIR DÎVAN ŞÂİRİNİN* Nesibe YAZGAN [email protected] Osmanlı toplumunun renkli sosyal hayatına dâir ipuçları Klasik Edebiyat metinlerinde saklıdır. Bu satırlar tetkik edilip yorumlandıkça, unutulmaya yüz tutmuş renkler de gün yüzüne çıkacaktır. Şüphesiz düğünler, bireysel ve toplumsal açıdan önemli törenlerdir. Bu önemli törenler Osmanlı kutlanmakta; İmparatorluğu’nda şâirler çoğu kez devletin bu şânına eğlenceli yakışır törenleri şekilde şiirlerine yansıtmaktaydı. İşte bu tebliğde evlilik münasebetiyle düzenlenen düğünlerden, bunun etrafında gelişen âdetlerden, düğün âlâtından bahsedilecek ve bunların 16. yüzyıl şâirlerinin mısralarına yansıyan kısımları üzerinde durulacaktır. Mevcut bilgilere göre Türk edebiyatına mahsus bir tür olan “sûrnâmeler” de sultan kızlarının ya da kız kardeşlerinin evlilik törenleri ile şehzâdelerin sünnetleri anlatılır. “Sûrîyye tarihleri” ve “sûriyye kasideleri”nde de bu konuya değinilmektedir. Sûrnamelerle ilgili kapsamlı bir çalışma, değerli araştırıcı Mehmet Aslan tarafından yapılmıştır. 1 Bu tebliğ ise, bakışları daha çok sarayın dışına yöneltmektedir. Genel Olarak Evlilik Bahsi ve Osmanlı Yaşantısında Evlilik : Kadın ve erkeğin hayatlarını birleştirmeleri olarak tanımlayabileceğimiz evlilik, insanlar arasında bolluk ve bereketin simgesi sayılmış, evliliğin gerçekleştirildiği gün, öncesi ve sonrasıyla birlikte çeşitli eğlencelerle kutlanmıştır. Türk toplumu için “aile” kutsaldır ve bu kutsal kuruma ilk adım sayı* Mayıs 2008 tarihinde Marmara Üniversitesi 2. Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Sempozyumu'nda sunulmuştur. 1 Mehmet ARSLAN, “Türk Edebiyatı’nda Manzum Surnameler(Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri)” 36 / Merhaba – Kış 2011 lan evlilik oldukça mühimdir. Günümüzde her ne kadar geleneklerimizden uzaklaştığımız söylense de evlilik söz konusu olunca insanların, anne ve babalarından gördüğü âdetleri tekrarlamaya çalıştıklarına şâhit olunur. Esli Türk âdetleri, İslâmiyet, yerleşik hayat ve imparatorluk sınırları içindeki çeşitli milletlerin kültürlerinden beslenen Osmanlı yaşantısında, evlilik öncesi ve sonrasında görülen bazı özel uygulamalar mevcuttur. Bunlar şu şekilde tasnif edilebilir: 1-) Düğün Öncesi Hazırlıklar Düğünün Yapılacağı Yer: Düğünler, insanların bir araya gelerek eğlendikleri törenlerdir. Bu törenlerin gerçekleştirileceği mekânlar da özel olmalıdır. Davetlilerin sayısı, düğünün kaç gün süreceği gibi unsurlar düğünün yapılacağı mekânı belirler. Söz konusu saray olunca, ihtişamın daha iyi yansıtılması için mekân olarak meydanların seçildiği görülür. Örneğin; 16. yüzyıla damgasını vuran Hatice Sultan ile İbrahim Paşa’nın düğünü, At Meydanı’nda yapılmış ve meydanı süsleme gibi işler günler öncesinden başlamıştır. Sarayın dışındaki düğünler söz konusu olduğundaysa, düğün mekânı damadın ailesinin evidir. Düğün yaz mevsiminde yapılacaksa bahçe tercih edilir. Düğüne gelecek kişi sayısı ortalama olarak bellidir; ancak her ihtimale karşı, gelen konuklara ikramlıkları rahatça sunabilmek ve mahcup olmamak için fazladan kap-kacak gerekir. Eksik eşyalar yakınlardan temin edilir. Bazı durumlarda da misafirler, düğün evine kendi eşyalarıyla gider. Bu âdete “çanak taşıma” denir. Zâtî bir gazelinde “Sevgiliye kavuşmak için içki içmeyen kişi, 1 gibidir” düğün evini bilmeden oraya çanak taşıyan kimse diyerek bu âdetten bahsetmiştir. Davetlilerin Düğüne Çağrılması: Davetlileri düğüne çağırmaya “mum okumak”, ”mumla okumak” ya da “çerağ okumak” denir. Bu deyimlerde “okumak” fiilinin “çağırmak” anlamından yararlanılmaktadır. “Çok istekle davet etmek” 2 anlamına gelen 1 Zâtî Dîvanı, Gazeller 261/3 Mehmet Ali TANYERİ, “Örnekleriyle Dîvan Şiirinde Deyimler” Akçağ Yayınları, Ankara 1999, sf.194 2 Merhaba – Kış 2011 / 37 “mumla okumak” deyimi, Nev’î tarafından şu şekilde kullanılmıştır: Mûm-ile düğüne okumak âdet olmagın Alduk ele çerağımızı cür’et eyledük 1 Düğün Öncesi Eğlenceler (Kına Gecesi ve Gelin Hamamı) Düğün kadınlar arasında, “Velîme”, ”Velîme Cemiyeti”, ”Yüz Yazısı” adlarıyla anılmaktadır. Bu günün öncesinde de kadınlar kendi aralarında çeşitli eğlenceler düzenlerler. Bu eğlenceler “kına gecesi” ve “gelin hamamı”dır. Nev’î bir beytinde: “Mum gelini ayağına kına yakınmış, pervânesinin kanına girip (onu) öldürmek ister” 2 diyerek gelinlerin ayağına kına yakılması âdetini, Şem ü Pervâne hikâyesinin anlam tabakalarından da yaralanarak oldukça sanatlı bir şekilde kullanmıştır. Şem ü Pervâne hikâyesinde Şem; mum, Pervâne de bir kuş cinsidir. Pervâne Şem’e âşıktır, Şem’e ulaştığında yok olacağını bile bile onun etrafındaki dönüşünü sürdürür. Bu çift kahramanlı aşk öyküsü tasavvufî mânâda da sıklıkla kullanılmıştır. Nev’î de bu beytinde şem’i, yani mumu ayakları kınalı bir geline benzetmiş, onun bu şekilde kına yakıp, âşığın canına kast ettiğini belirtmiştir. Burada mumun yanarken etrafına kırmızı bir ışık vermesiyle, gelinin ayağına yakılan kızıl renkli kına arasında bir benzerlik kurulmuştur. Nev’î başka bir beytinde de “Ay cariyesi, kına gecesi mum tutup, felek tası içindeki şafağı hazır kıldı” 3 diyerek, kına gecelerinde kınanın taslarda karıştırılıp, cariyeler tarafından mum ile birlikte tutulması âdetine değinmiştir. Bu beyitte, ay cariyeye benzetilmiş ve onun kına tası olarak düşünülen feleğin içinde, kınayı yani şafağı hazırlamasından bahsedilmiştir. 2-) Düğün Bahsi ve Düğün Âlâtı: Düğün öncesi eğlenceler, asıl eğlenceye, yani düğün gününe hazırlık olarak yorumlanabilir. Düğün deyince, belki de akla ilk gelen “gelin”dir. Gelin, Klâsik edebiyatta “a’rûs”, “nev-a’rûs” 1 2 3 kelimeleriyle ifade edilir. Mertol TULUM–Mehmet Ali TANYERİ, ”Nev’î Dîvan-Tenkitli Basım”, Kaside: LIV /3 Nev’î, a.g .e. Gazeller : 433/3 Nev’î a.g. e. Kasideler : 3/11 38 / Merhaba – Kış 2011 Gelinin taktığı süsler, benzetildiği unsurlar, giydiği kıyafetler pek çok beyite ilham olmuştur. Gelinle ilgili kullanımlar şu şekilde tasnif edilebilir: Geline Benzetilen Unsurlar : İncelenen eserlerde Güneş, Dünya, gökyüzü, felek, nazım, lâle, gül, mum, şiir, güzellik, devlet ve vezâret kelimelerinin çeşitli yönleriyle geline benzetildiği tespit edilmiştir. Şâirler, bu kavramlarla, gelinin güzelliği, gençliği, tazeliği, konuşmaması ve damada karşı tavırları arasında bir benzerlik kurmuşlardır. Nev’î ‘nin kendi şiiri için kullandığı “Nev’î şiir gelinine edâsının süsünü vererek nazım ustalarına Selman1 tarzını unutturacak” 2 ifadesi gelin - şiir benzetmesine ilginç bir örnek teşkîl eder. Hayâlî, gül-gelin benzetmesi yapmış ve gülü, al valalı (kırmızı uzun boylu) bir gelin olarak düşünmüştür. Gelinin Kıyafeti ve Süslenmesiyle İlgili Kullanımlar: Günümüzde Batılı giyim tarzının etkisiyle beyaz renkte giyilen gelinlik, Osmanlı’da Eski Türk âdetlerinin bir devamı olarak al renkteydi. Gelinler al gelinlik giyer, al duvak takar ve yüzlerine allık sürerlerdi. Zâtî bir beytinde bu durumdan “Kırmızı duvağı, turuncu güzellik bayrağı (olan) al yanaklı o gelin (acaba) kimdir?” 3 ifadesiyle bahseder. Gelin, düğün alanına getirilirken, çevresi cibinliğe benzer bir örtüyle sarılmıştır. Bu cibinliğe benzer örtü, görevliler tarafından taşınır, adı “tutuk”tur. Tutuk sayesinde gelin dışarıdan görülmez. Hayâlî Bey bir beytinde tutuk meselesine farklı bir pencereden bakmıştır: Subh-dem ki yakınup şafakdan hınnâ Nev-arûs-ı tutuk-ı çârüm ola çihre güşâ 4 Bu beyitte Nev-arûs sözüyle karşılanan “güneş”tir. Güneş sabah vakti 1 Selman: Ünlü İranlı şairdir, Divan şairleri nazım vadisinde onu örnek almış ve geçmeye çalışmışlardır. 2 Nev’î, a.g .e. Gazeller : 319/5 3 Zâtî a.g. e. Gazeller : 341/1 4 Hayâlî Dîvanı Gazeller: 101/1 Merhaba – Kış 2011 / 39 şafak kanından kına yakıp, tutuğu kaldırarak yüzünü göstermesi istenen yeni gelindir. Tutuk-ı çârüm terkibiyle de Güneş’in felek sisteminde 4. katta yer alması kastedilmektedir. Gelinler başlarına duvak; yüzlerine peçe, burka’ ve nikâb takarlar. Nev’î gelinlerin burka’ ile örtünmesini akşam perdesi olarak düşünür ve rüzgârın sabah vakti esmesiyle bu örtünün kalktığı, şafağın Güneş gelininin örtüsünü açtığını ifade eder. 1 Gelini süslemek, saçını taramakla görevli olan kadınlara “meşşata“ 2 denir ; ancak şâirlerin bahsettiği gelinler öyle güzeldir ki onların süslenmeye ve meşşataya ihtiyacı yoktur. Nev’î bir beytinde bununla ilgili olarak sevgilisine: “Ey servi güzelliğinin gelinine meşşata gerekli değildir. Zülfünün ucuyla toprağa baş eğme (bu nedenle) el altında bulunan halk gibi olma!” der.3 Nev’î’nin başka bir beytinde ise devlet gelin olarak düşünülmüş ve zaman bu geline, şâhın ayağının toprağından “müşgîn hâl” (misk kokulu ben) yapan bir meşşata olarak hayâl etmiştir. 4 Dîvan şâirlerinin geniş hayâl dünyasını yansıtan bu beyit gelin ve meşşata bahsine farklı bir açıdan yaklaşması nedeniyle dikkat çeker. Gelini, meşşatadan başka kişiler de süsler. Bunlara “yüz yazıcı” denir. Yüz yazıcılar gelinin alnına, iki yanağına ve çenesine ”yapıştırma” denilen dört elmas yapıştırır, yüzünün çeşitli yerlerine zamk yardımıyla çeşitli süsler koyarlar.5 Gelinin saçına gümüş teller takılır, beline kuşak bağlanır. Zâtî bir beytinde soyut bir kavram olan gayret kuşağını şu şekilde kullanmıştır: “Aculuk görmesin ol kimse ki gayret kuşağın Ney-şeker gibi safâ ile mükerrer kuşanur.” 6 Beyitte, gayret kuşağını şeker kamışı gibi daima mutlulukla kuşanan 1 Nev’î a.g. e. Kasideler: XI/1 İskender PALA, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü “meşşata” maddesi 3 Nev’î, a.g .e. Gazeller: 411/2 4 Nev’î a.g. e. Kasideler: XXIX/4 5 Orhan Şaik GÖKYAY, “Beklenmedik Kaynaklarda Folklor”, 1.Uluslararası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, İstanbul 1976, Cilt : 1, sf. 119-125 6 Zâtî a.g. e. Gazeller : 430/4 2 40 / Merhaba – Kış 2011 kişinin keder görmemesi dilenir. Musâhipzâde Celâl’in aktardığı bilgiye göre: “Gelin olacak kız süslendikten sonra baba evinden ayrılmak üzere ortaya çıkar. Kız, babasını elini öper ve baba da kızının beline Türk an’anesine göre gayret kuşağı olmak üzere bir şal bağlar ve kılıçtan atlatır.” 1 Gelinle İlgili Diğer Durumlar ve Gelinin Davranışları Nev’î bir beyitinde “Karanfil yeni gelin olmuş, güzellerin şâhı olan senin için, kendini süsler, başına gümüş teller takınır” ifadesini kullanmıştır. Şâirin yeni gelin olarak düşündüğü karanfilin çiçek açması, gelinlerin başlarına gümüş teller takması âdetiyle ilişkilendirilmiştir. Düğünlerde gelinlere altın, para, şeker vb. şeylerden oluşan saçı saçılır. Nev’î, Sultan Mehmet’e sunduğu bir kasidesinde onun cömertliğini anlatmak için “Düğün günü denizler saçı olarak saçılsa senin cömertliğinin bir damlası gibi olmaz” demiş ve saçı âdetini farklı bir şekilde kullanmıştır. 2 Hayâlî Bey ise yüz görümlüğü âdetini “yükünü yukarı yığmak” deyiminin anlam zenginliğinden de yararlanarak şu şekilde ifade etmiştir: “Çün nev-a’rûs-ı gülşen-i bâğ-ı zemânedür Yükün yukarı yığar ise vechi var serv ” 3 “Nazlanmak, kendini naza çekmek” 4 [20] anlamına gelen yükünü yukarı yığmak deyimi bu beyitte olduğu gibi yeni gelinlerin nazlı tavırlarını oldukça iyi açıklamaktadır. Yeni gelinler naz eder, yüzünü göstermek istemez, dâmatlar ise onların yüzünü görebilmek için geline yüzük, küpe, altın vb. değerli şeyler hediye eder. Bu âdet “yüz görümlüğü” olarak bilinmektedir. Hayâlî “Şükrâne sîm-i eşk gerek görmege yüzün” dizesiyle de gümüş paranın yüz görümlüğü olarak verildiğini ifade etmektedir. Düğünün Diğer Kahramanı : Dâmat Dîvan Şiiri’nde düğün konusunun ele alındığı beyit ya da eserlerde 1 2 3 4 Müsahipzâde Celâl ,” Eski İstanbul Yaşayışı”, İstanbul 1946, sf. 13 Nev’î a.g. e. Kasideler : XIII/34 Hayâlî Dîvanı Kasideler : 35/8 Mehmet Ali TANYERİ a.g. e. sf. 258 Merhaba – Kış 2011 / 41 gelinin ön planda olduğu, dâmattan gelin kadar söz edilmediği görülür. Hayâlî’nin bir gazelinde dâmat, geline ödediği “kâbîn” nedeniyle zikredilmiştir. “Kâbîn” ya da “ kebîn” damadın geline ödediği paradır. Bu para, Osmanlı toplumunda ekonomik hayatın içinde aktif olarak yer almayan kadının sosyal güvencesi olarak düşünülür. Kâbîn ailelerin sosyal ve ekonomik durumlarına göre değişir. Örneğin; Sarıkçı Mustafa Paşa, hem saraya dâmat olmanın getirdiği sorumluluk, hem de geline ödemesi gereken yüklü kâbîn nedeniyle İbrahim Paşa’nın kızıyla evlenmek 1 istememiştir. Hayâlî Bey Dîvanı’nda “kâbîn” şu şekilde işlenir: “Arûs-ı dehre baş eğmek begâyet hûb idi elhak Eger kim nakd-i ‘ömr-i nâzenîn olmasa kâbîni” 2 Hayâlî bu beyitte, “Dünya gelininin kâbîni canın nakdi (ödenmesi) olmasaydı, dünya gelinine baş eğmek gerçekten de gayet hoştu” diyerek, bu dünyanın kâbînini canın teslimi olarak vasıflandırmış ve dünyanın geçiciliğinden dem vurmuştur. Nev’î Vezir Siyavuş Paşa’ya sunduğu kasidesinde “Sana vezirlik gelininin mührü verildi, himmetinin damadıyla onu açman yakışır”3 diyerek; damadın, gelinin yüzünü açması âdetini Siyavuş Paşa’nın vezirlik gelininin mührünü açmasıyla yani vezir olmasıyla ilişkilendirmiştir. Düğün Âlâtı ve Çeşitli Alaylar Düğünlerle ilgili en dikkat çekici özelliklerden biri de çeşitli “alaylar”dır. Evlilik münasebetiyle düzenlenen düğünlerde “cihaz alayı”, “nahıl alayı” ve “şeker âlâtı” yer almaktadır. Gelinin, evlilik hayatında kullanacağı çeşitli eşyalara “cihaz”, “çeyiz” veya “çehiz” denir. Özellikle saray kadınlarının çeyizleri oldukça yüklüdür. Örneğin; İbrahim Paşa’yla evlenen Hatice Sultan’ın çeyizinin taşınması sabahtan akşama kadar sürmüştür.4 1 Metin AND, “Makbul İbrahim Paşa ve Düğünü” , Hayat Tarih Mecmuası, Ağustos 1969 sf. 5-9 2 Hayâlî Dîvanı Gazeller : 409/3 3 Nev’î a.g. e. Kasideler : L/5 4 Metin AND a.g. e. 42 / Merhaba – Kış 2011 “Nahıl, gelin ve sünnet alaylarında ağaç biçiminde yapılan, üzerinde balmumundan yapılmış, insan, hayvan, yemiş, çiçek vb. şeklinde süsler bulunan, ayrıca değerli taşlar, altın, gümüş yapraklarla, renkli, yaldızlı kâğıtlarla kaplanan önemli bir düğün ve şenlik unsurudur.” 1 Nahıl kelimesinin aslı, “nahl”dır. Fidan anlamına gelen kelime zamanla, düğün ve şenliklerde yer alan süs unsurunu belirtmek için kullanılır olmuştur. Nev’î, Hayâlî ve Zâtî de dîvanlarında kelimeyi fidan anlamında kullanmış, düğünle ilgili beyitlerde ise bu kelimeden bahsetmemişlerdir. Düğün ve şenliklerde şekerden yapılan muhtelif şekiller, ağaçlar, hayvanlar, çiçekler, meyveler, vb. unsurlar sûrnâmelerde “Şeker Âlâtı” adıyla kayıtlıdır.2[26] Nev’î, Hayâlî ve Zâtî’nin şiirlerindeyse şeker kelimesi daha çok sıfatı görevinde kullanılmış, şiirlerde şeker âlâtına değinilmemiştir. Düğünde İkramlar Düğünlerin ana ikramı tatlıdır. Düğünlerde özellikle şerbetli tatlılar olmak üzere tatlının her çeşidini ikramlık olarak görmek mümkündür. Bu konuyla ilgili Zâtî‘nin şu beyiti oldukça ilginçtir: Bezmûnda gelüb medh-i lebün okıdı Zâtî Ma’zûr buyur şekker ile düğüne geldi3 Şâir, bu beyitte sevgilinin meclisine gidip, dudağının övgüsünü yapmış olduğunu ifade eder ve bu hareketi nedeniyle af diler. Çünkü sevgilinin olduğu mecliste ondan ve güzelliğinden bahsetmek oldukça ayıp sayılır. Zâtî bu davranışıyla tatlının oldukça bol olduğu düğün evine, şekerle giden bir kimseye benzer. Düğün evinde şekere nasıl ihtiyaç yoksa, sevgilinin olduğu mecliste ondan övgüyle söz etmeye de ihtiyaç yoktur, bu ayıptır. 1 Mehmet ARSLAN, “Osmanlı Dönemi Düğün ve Şenliklerinde Nahıl Geleneği, 1675 Edirne Şenliği ve Bu Şenlikte Nahıllar”, Yedi İklim Dergisi s: 48, Mart 1994, sf. 71-85 2 Mehmet Arslan, “ Osmanlı Saray Şenliklerinde Şekerden Tasvirler”, Türk Dünyası Dergisi s: 71, Kasım 1992 İstanbul , sf. 35-42 3 Zâtî a.g. e. Gazeller : 1809/5 Merhaba – Kış 2011 / 43 Düğünlerde tatlının dışında çeşitli yemekler de mevcuttur. Saray düğünlerinde, eski Türklerdeki potlaç anlayışını yansıtan yağma geleneği görülür. 1 Hayâlî’nin İbrahim Paşa’nın düğünü için yazdığı Sûriyye Kasidesi’nde yiyecek olarak pilav, kuzu büryan, çörek, buğday ve badem adları zikredilir; sınırsız olarak saf şerbetin sunulduğu belirtilir. Nimetlerin çokluğu binlerle ifade edilir, o gün felek sofra kuşanmıştır, Güneş ve Ay ise bu sofranın iki ekmeğidir. SONUÇ Orijinal hayalleri, ince dilleri ve yarattıkları mazmunlarla farklı bir dünyaları olan Dîvan Şâirleri, söz konusu düğünler olduğunda da sınırsız hayal güçlerini kuvvetli kalemleriyle yoğurabilmeyi başarmış ve dizeleri aracılığıyla bu farklı dünyanın kapılarını aralamışlardır. Bu tebliğ, son yılarda hızla gelişen Klâsik Türk Şiiri’ne sosyal hayat penceresinden bakma çabalarından biridir. Bu yazıyla, bazı yanlış yorumlamalar sonucu sosyal hayattan kopuk diye adlandırılan Klâsik Türk Şiiri’nin toplumsal hayatın önemli portreleri olan düğünleri anlatmadaki başarısı vurgulanmak istenmiş ve Dîvan Şiiri’nin hayatla iç içeliğinin bir kez daha gösterilmesi amaçlanmıştır. KAYNAKÇA 1- Abdülaziz BEY, “Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri” ,Tarih Vakfı Yurt Yayınları:20, İstanbul, Ekim 2002 2- Ali Nihad TARLAN, “Hayâlî Bey Dîvanı” , İstanbul 1945 3- Cemal KURNAZ,”Hayali Bey Divanı’nın Tahlili”, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1996 4- İskender PALA, “Ansiklopedik Dîvan Şiiri Sözlüğü”, Kapı Yayınları, İstanbul 2005 5- Mehmet ARSLAN, “Türk Edebiyatı’nda Manzum Surnameler(Osmanlı Saray Düğünleri ve Şenlikleri)”, AKM Yayınları Ankara, 1999 6- Mehmet Ali TANYERİ, “Örnekleriyle Dîvan Şiirinde Deyimler” , Akçağ Yay., Ank. 1999 7- Mertol TULUM – Mehmet Ali TANYERİ, ”Nev’î Dîvan-Tenkitli Basım, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No:2160, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1977. 8- Nejat SEFERCİOĞLU, “Nev’î Dîvanı’nın Tahlili”, Kültür Bakanlığı Yayınları:1159, Kaynak Eserler: 45, Gaye Matbaası, Ankara 1990 9- Vildan SERDAROĞLU,”Sosyal Hayat Işığında Zâtî Dîvanı”, İSAM Yayınları, İstanbul 2006 1 Mehmet Arslan, “Osmanlı Saray Düğünlerinde Yağma Geleneği”, Milli Folklor Dergisi, S:10, YAZ 1991, Ankara, sf. 54-57 44 / Merhaba – Kış 2011 MASAL Selim GÖKIŞIK selimgokısı[email protected] Bir varmış, bir yokmuş… Ülkelerin birinde çok güzel bir orman, hemen yanında da alabildiğine uzanan geniş bir vadi varmış. Bu vadinin ortasındaki küçük gölün etrafında çeşit çeşit hayvan yaşar, gündüzleri çayırlıkta otlayıp, geceleri ormanda gizlenerek yaşayıp giderlermiş. Bu güzel tabiat köşesinde, geniş bir at ailesi yaşıyormuş. Baba at, aynı zamanda sürünün lideriymiş. Bir gün, anne at yeni bir tay doğurmuş ve adını Acul koymuşlar. Acul’un ağabeyi ve ablası çok sevinmişler, bütün gün anneleriyle bebeğin etrafında koşup kişneyerek ona hoş geldin demişler. Acul da hemen meraklı gözlerle etrafına bakmaya başlamış. Bir ara annesi ayağa kalkınca ne yapacağını bilememiş, ağlamaklı olmuş. Onun bu halini gören ablası burnuyla hafifçe iterek ayağa kalkması gerektiğini anlatmış. Acul ayağa kalkmak istiyormuş ama bacaklarının ne işe yaradığından henüz pek emin değilmiş. Titreye titreye doğrulmuş, iki adım atmış. Tam düşecekken ağabeyi koşup ona yaslanmış ve dengesini düzeltmiş. Acul bir iki adımı düzgün atınca çok sevinmiş, kendine güveni gelmiş ve hemen koşmaya başlamış. Babası uzaktan onu izleyip endişelenmiş, bu çocuğun aceleciliği başına iş açacak gibi duruyor diye kendi kendine söylenmiş. Günler günleri kovalamış, Acul büyüyüp yaramaz bir aygır olmuş. Ağabeyi birkaç yıl önce onlardan ayrılıp kendi sürüsünün başına geçmiş ve vadinin diğer tarafında yaşıyormuş. Sürüde en hızlı koşan at artık o olduğu için ileride babasının yerine geçeceğine kesin gözü ile bakılıyormuş. Fakat babası çok dertliymiş, Acul’un bir sürüyü idare edebilecek kadar sorumluluk sahibi olduğunu düşünmüyormuş. Annesi bu yaramaz tayı pek sevdiğinden onun her işini görüyor, gün içinde sürü otlarken etrafta gezip daha hızlı koşma çalışmaları yapan oğlunun gece karanlıkta aç kalmaması için ormanda ot biriktiriyormuş. Acul da akşamları gelip bu otları yiyerek ekmek elden su gölden, hayatına devam ediyormuş. Acul’un sürüden ayrılıp ayrılıp uzaklara gitmesi babasının hiç hoşuna gitmiyormuş. Başlarında durmayacaksa benden sonra bu sürüyü nasıl idare edecek bu çocuk diye dertleniyormuş. Artık yaşlandığı için kalp krizi geçirmesinin an Merhaba – Kış 2011 / 45 meselesi olduğunu hissediyor, sürüyü yabancı atlar ele geçirecek diye çok korkuyormuş. Bir gün, Acul’un annesi ot taşırken babası bunu görmüş ve çok öfkelenmiş. Her zaman sen beslersen bu çocuk hangi otları yiyebileceğini, topraktan nasıl ot koparacağını nasıl öğrenecek? diye annesine çıkışmış. Annesi biraz düşününce kocasına hak vermiş, bu şekilde Acul’a aslında yardım değil kötülük ettiğini anlamış. Topladığı otları kendisi yemiş ve her zaman yemek bıraktığı yer boş kalmış. Hava karardığında Acul tek başına çıktığı sürat denemelerinden birini daha bitirip eve dönmüş ama yiyecek bir şey bulamamış. Karnı da çok açmış ama karanlıkta hiçbir ot görünmüyormuş, üstelik bu saatte çayıra inmek çok tehlikeli olabilirmiş. O gün sabaha kadar aç biilaç uyumaya çalışmış. Ertesi sabah hemen annesini bulup ne olduğunu sormuş. Annesi de babasıyla konuştuklarını, artık büyüdüğünü ve kendi başına yemek bulup yemesi gerektiğine karar verdiklerini söylemiş. Herkesin yemek yediği saatlerde herkesle birlikte çayıra gelip yemeğini kendi kendine yemezse aç kalacağını söylemiş. Acul: -Ama ben o saatlerde koşmak istiyorum, hava aydınlıkken yemekle vakit kaybetmek çok sıkıcı bir iş. demiş. Annesi bu sözlere biraz kızmış, -Üzgünüm, bundan sonra sana yemek getiremem. Minicik taylar gibi kendi kendinin sorumluğunu bile taşımıyorsun, birazcık düşün ve kendine çeki düzen ver! demiş. Acul da annesine kızmış ve -Ben de aç otururum. diye hızlı hızlı koşarak uzaklaşmaya başlamış. Bu sırada babası yanına gelmiş. Acul o kadar hızlı koşuyormuş ki, babasını geçtiği için gururluymuş. Tam o sırada babası önünde belirivermiş. Acul onun ne zaman önüne geçtiğini bile anlayamamış, şaşkınlıktan olduğu yerde donakalmış. İkisi yan yana yürümeye başlamışlar. Babası söze başlamış: - Oğlum, bir süredir seni takip ediyorum. Her gün uzaklaşıp tek başına koşuyorsun. Diğer atlarla bir arada olmaktan niye çekiniyorsun? - Onların hepsi çok sıkıcı baba, bütün gün otlayıp duruyorlar. 46 / Merhaba – Kış 2011 - Sen de bütün gün koşup duruyorsun, ama bak ben seni bu yaşlı halimde bile geçebiliyorum. Acul öylece susup kalmış, öyle ya, kendisi de aslında koşmak dışında hiçbir şey bilmiyor ve yapmıyormuş. Bütün işi gücü koşup oynamak, gününü gün etmekmiş. - Bir at, eğer arkasında onu takip eden ve yakalayacak başka atlar yoksa hiçbir zaman çok hızlı koşamaz Acul! Bizler yüzyıllardır sürüler halinde birlikte yaşarız. Gücümüz, kuvvetimiz, güzelliğimiz bu birliktelikten gelir. Birbirimizden öğrendiklerimizle gelişiriz, sadece kendi istediklerini yaparak, sadece kendi söylediklerini duyarak yeni bir şey öğrenemezsin. Bu kadar zamandır bütün atları küçümsedin ve tek başına koştun, bu sana ne kazandırdı? - Çok çalıştığım için çok hızlı koşuyorum. En hızlı ben koştuğum için lider olacağımı söylüyormuş sürüdekiler. - Gerçekten hızlı koşuyorsun ama az önce ben seni geçtim Acul. Sadece hızlı koşarak bir lider olamazsın. Gerektiğinde sürünü de en az senin kadar hızlı koşturabilmelisin. Bir tehlike karşısında hızlı koşmak sadece seni kurtarır ve başarısız bir lider olursun. Ama tehlike karşısında süründeki her bir atın nasıl davranacağını bilirsen herkesi kurtarırsın. Bunu da ancak onlarla vakit geçirerek, birlikte yemek yiyerek, birlikte koşarak, birlikte kişneyerek, çevrene onların gözlükleriyle de bakarak bilebilirsin. Sadece kendini düşünecek kadar bencilsen bile toplumu düşünmek zorundasın, çünkü birkaç kurt senin için tehlikedir, ama sürüyle beraber gezen en yaşlı at bile onlara gülüp geçer. Atlar sosyal varlıklardır, ancak topluluk içinde var olabilirler. Sen ölürsen yeni bir at lider olur, ama sen yalnız yaşayamazsın. Kendi varlığını sürdürebilmek için toplumuna hizmet etmelisin. Hem biliyor musun, başkalarına da yarar sağlamayan bir hayat zaten boştur. Sevdiğin şeyleri de yapacaksın tabii, ama bütün vaktini buna harcayıp görevlerini aksatmamalısın. Acul’un canı sıkılmış. Babam yine nutuğa başladı diye düşünmüş. -Peki, baba bundan sonra daha dikkatli olacağım. demiş. Gerçekten de sonraki birkaç gün herkesle beraber yemeği kendi çabasıyla yemiş, sakin sakin oynamış, birkaç arkadaş bile bulmuş. Ama Merhaba – Kış 2011 / 47 dördüncü günde canı yine sıkılmış, arkadaşlarından biri koşarken yanlışlıkla ona çarptığı için çok kızmış. Tek başına koşmanın daha eğlenceli olduğunu düşünüp yine çayırın ötesine doğru dörtnala gitmeye başlamış. Cennetin rüzgârı atın iki kulağının arasından eser derler. Ne kadar da doğru! Acul bu hızla koşarken kendini cennette hissediyormuş. Babasının vazife, sürü, öğrenmek hakkındaki sözleri o iki kulağın arasından çıkıp gitmiş. Akşama kadar dörtnala koşmuş. O kadar eğleniyormuş ki, ne evinden çok uzaklaştığını fark edebilmiş, ne de havanın karardığını… Birden güneş batıp da artık önünü seçemez hale gelince yavaşlamış. Olduğu yerde durarak etrafına bakınmış. Nerede olduğunu, hangi yöne koşması gerektiğini bilememiş. Çok korkmuş, ağlamaya başlamış. Annesini, babasını, ablasını boşu boşuna çağırmış, diğer atlardan o kadar uzaklaşmış ki kimse onu duyamıyormuş. Geceyi geçirecek bir yer bulması gerekliymiş. Acul o zamana kadar koşmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmediği, hep annesinin getirdiği yemekleri yiyip annesinin gösterdiği yerde uyuduğu için uyumak için elverişli bir yer neresidir bilemiyormuş. Bir süre sağa sola koşturmuş ama uygun bir yer bulamamış. Bu sırada hava iyice kararmış ve zavallı at vahşi ormanda tek başına kalakalmış. O zaman annesiyle babasının fazla uzaklaşmaması, yanlarından ayrılmaması konusundaki uyarıları aklına gelmiş ama ne çare? Olan olmuş bir kere, kaybolmuş. Gece vakti orman çok korkutucuymuş, ağaçların gölgeleri bulutların arkasından bir görünüp bir kaybolan ayın ışığıyla boylarından çok daha yüksek gölgeler oluşturuyor ve bu gölgelerin her biri ne hikmetse çok korkunç canavarlara benziyormuş. Çok uzaklardan kurt ulumaları ve yaprak hışırtıları işitiliyormuş. Acul hiç ses çıkarmamaya çalışarak kendine bir kuytu bulmuş ve içine büzülmüş. Tam o sırada cılız bir ses duymuş: - Şey, şu anda bastığınız yer benim kuyruğum oluyor. Acul hemen yerini değiştirerek sesin sahibini aramış: - Çok özür dilerim, ben kayboldum da. Sığınacak yer ararken sizi fark etmemiştim. Ama siz kimsiniz, daha önce hiç böyle bir hayvana rastlamamıştım? - Ben orman bekçisiyim. Ormandaki hayvanları izler, yaradılış sebebine uygun davranan, rolünü en iyi oynayanları ödüllendiririm. 48 / Merhaba – Kış 2011 - Peki kimin ne yapması gerektiğine ve en iyi oynadığına nasıl karar veriyorsun? - Bunu sana açıklayamam. Kimin ne yapması gerektiği bellidir ve kendi kalbinde kodlanmıştır. Verilen rolü iyi oynamak sana düşer, lakin bu rolü seçmek başkasına aittir. - İyi ama ben ne yapmam gerektiğini bile bildiğimi sanmıyorum, iyi oynadığımı nasıl bileceğim? - Öncelikle kendini tanıyacaksın, ama canının istediklerinden değil, ruhunun özünden bahsediyorum. Bu çok zahmetli bir iştir. Yeri geldiğinde kendi kendine ters düşersin, kendinle savaşmak zorunda kalırsın. Sınırlarını zorlayacaksın ve öğreneceksin. Ama öğreneceksin, aynı hataları tekrar tekrar yapmamaya çalışacaksın. Gülüyorsun ama bu da zor bir şeydir. Çok farklı işler gelir başına, üzülürsün, hayıflanırsın, her bir hatanı farklı görürsün, ama gerçek gözlükleriyle bakarsan hepsinin temelinde senin fikirlerin, senin yaşayışın, senin arzuların, senin eğilimlerin, senin nefretlerin yani senin hareketlerin vardır. Ama sen, başına gelen iyi olaylarla sevinir, kötü olaylarla üzülürsün. Gerçekte ise her şey oldukları gibidir. Olayları iyi veya kötü yapan senin onlar hakkındaki fikirlerindir. Hatayı tekrarlamamak bakış açısını değiştirmekle ilgilidir çoğu zaman… Ama biraz daha yaşlanınca bunun şu karşıdaki dağı devirmekten daha zor olduğunu öğreneceksin. - Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım, ama en azından rolümün ne olduğunu öğrenmek ve bunu iyi yapmak isterim. Kolay bir yolu yok mudur? - Bu dünyada güzel ve iyi olup da kolay olan hiçbir şey yoktur maalesef. Ama sana birkaç ipucu vereyim. Ne yaparsan yap, birilerine yararlı olacak şekilde düşünerek yap, en azından kimse senin yüzünden zarar görmesin. Çözümleri hep kendinde ara ve kendini başkalarının aynasında seyret. Ölçün de akıl, ahlak ve adalet olsun. Bunlar kadim değerlerdir, aslında insanlık bilgisidir ama bazı hayvanlarda da biraz bulunur, özellikle atlarda... Diğer atlardan çok şey öğrenirsin. Danış, ölene kadar öğren, bildiklerine pek güvenme ve asla ben oldum deme… - Peki sürümü nasıl bulabileceğim konusunda yardım edebilir misiniz? Merhaba – Kış 2011 / 49 - Öncelikle sabahı bekle, sonra şu taraftaki patikayı takip et. Yolun sonunda sağa dön, ileride gölü göreceksin, onun biraz ilerisinde otlayan atlardan yardım isteyebilirsin. - Çok teşekkür ederim, dediklerinizi unutmamaya çalışacağım. Acul ormanın seslerini dinlemekten pek uyuyamayarak sabahı etmiş. “Ailemle beraberken bu seslerin hiçbirini duymazdım, babam ne kadar haklıymış. Güvenliğim için başka atlara ihtiyacım var.” diye düşünmüş. Güneş iyice doğunca, patikada ilerlemeye başlamış. Bir yandan da düşünüyormuş, “evimin ters tarafta olduğundan eminim, bu yöne gitmekle daha çok kaybolmaz mıyım? Ters tarafa yürüyeyim en iyisi.” Geri dönüp birkaç adım atmış ki orman bekçisinin “bildiklerine pek güvenme, danış” sözü kulaklarında çınlamış. Tekrar dönüp patikayı izlemeye başlamış. Biraz ilerledikten sonra bir kavak ağacının dalındaki kargayı görmüş. Hiç tüyü yokmuş bu karganın. Dayanamayıp sormuş: - Hayırdır karga kardeş niye tüylerini döktün? Meğer bu sonbahar masalının kahramanı olan kargaymış: - Sorma, pire gibi yiğit öldü, bit başında döndü, ben de tüylerimi döktüm. demiş. “Karganın tüylerini dökmesinin bite ne yararı var ki?” diye düşünmüş, ama bitin acısını samimi bir şekilde paylaşmış ve onun için bir şeyler yapmak istemiş. Kargaya bitin yerini sormuş ve yanına gitmiş. - Bit kardeş, pirenin ölümüne çok üzüldüm, başın sağolsun. Seni biraz teselli etmek için başımın üzerinde biraz gezdirmek istiyorum, orada cennetin rüzgârları eser. demiş. Bit çok sevinmiş ve atın başına atlamış. Biraz gezmişler. Acul’un kafası çok kaşınıyormuş ama biti üzmemek için dişini sıkıp sabretmiş. Gezinti bittiğinde bit o kadar mutlu olmuş ki acısını unutuvermiş. - Çok teşekkür ederim. Sen çok iyi yürekli bir atsın! diye teşekkür etmiş bit. Acul tekrar yola koyulmuş, çok vakit kaybettiğini düşünüp hızla koşmaya başlamış. Koşarken ileride birbirlerine oldukça kızmış görünen iki geyik görmüş. Boynuzlarını birbirlerine geçirip kavga 50 / Merhaba – Kış 2011 ediyorlarmış. Önce yanlarından geçip gitmeyi düşünmüş, sonra dayanamayarak sormuş: - Özür dilerim geyik kardeşler, ama niçin kavga ediyorsunuz? - Kardeşimle buraya kardeş kardeş otlamaya geldik. Ama o o kadar inatçı ki illa otlamaya yuvarlak yapraklı otlardan başlamak istiyor. Halbuki her geyik bilir ki önce daha lezzetli uzun yapraklı otlar yenmelidir ki karın lezzetsiz yuvarlaklarla dolmasın. - Bana inatçı diyen kardeşim yanlış biliyor, her geyik bilir ki önce yuvarlak yapraklı otlar yenmelidir ki uzun yapraklıların tadı damakta kalsın, tatlı yemiş gibi olsun. Acul ikisini de dinlemiş, birazcık düşünmüş. - Peki sen önce yuvarlak yapraklıları yesen, sen de uzunları yesen olmaz mı? İkinizin de ağızları ayrı. Geyikler hep bir ağızdan bağırmışlar: - Ne adil bir çözüm! Hiç aklımıza gelmemişti. Daha sonra iştahla otlamaya başlamışlar. Acul gülmemek için kendini zor tutarak yürümüş, akıllı olduğu için haline şükretmiş. Patikanın sonuna geldiğinde, orman bekçisinin söylediği gibi sağa dönmüş ve gölü bulmuş. Çok susadığı için su içmeye başlamış. Bu sırada yanına çok güzel ve heybetli bir at gelmiş ve ona kim olduğunu sormuş. - Adım Acul, yolumu kaybettim ve sürümü bulmaya çalışıyorum. - Acul! Ne kadar da büyümüşsün evlat? Hâlâ muzırlıklara devam mı? Bu Acul’un ağabeyiymiş. Acul biraz utanmış ama ağabeyini gördüğü için de çok sevinmiş. Epey sohbet ettikten sonra havanın yeniden kararmakta olduğunu fark etmişler. Acul endişelenmiş: - Ben evin yolunu nasıl bulacağım şimdi? Bugün de dönmezsem annemle babam çok merak edecekler. - Nihayet kendinden başkalarını da düşünmeye başlaman çok büyük bir gelişme kardeşim. Biraz geç de olsa büyümeye başladın galiba artık. Merhaba – Kış 2011 / 51 Hiç tasalanma, yanına bizim sürüdeki iz sürücüyü katarım, seni hemen götürüp gelir. - İz sürücü mü? - Tabii, sürüdeki her bireyin bir görevi vardır, bilmiyor musun? Bu görevler herkesin gücü ve yeteneğine göre verilir. Eğer biri kapasitesinin üzerinde bir rolü üzerine alırsa, bu görevi iyi yapamadığı gibi yapabileceği işleri de terk etmiş olur. Acul orman bekçisinin sözlerini hatırlamış. Kendini ve görevini bir an önce bulması gerekiyormuş. Ağabeyiyle vedalaştıktan sonra “Yolcu” isimli atla yola çıkmış. O kadar hızlı koşuyorlarmış ki kendisinin dünyadaki en hızlı at olduğunu düşünüp diğerlerini küçümsediği zamanlar aklına gelmiş ve çok utanmış. Bir süre sonra Yolcu: - Bu şekilde yetişemeyeceğiz, biraz da uçmamız gerekiyor. demiş. Acul tam “Atlar uçamaz ki” diyecekken Yolcu mavi kanatlarını açıp havalanmış. Acul olduğu yerde kalakalmış ve her şeyi bildiğini düşünen küçük ukala at bir daha dönmemek üzere gitmiş. Onun yerine ağzından şu sözler dökülmüş: - Galiba artık bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim! Bu sırada Yolcu başını çevirip gökkuşağı renginde kanatları henüz çıkarken şaşkınlıkla sırtına bakmaya çalışan Acul’a gülümsemiş: - Hadi bakalım çırp kanatlarını, orman bekçisi gösterdiğin gelişmelerden memnun olmuşa benzer. O zaman Acul babasının her seferinde kendisi fark bile etmeden nasıl önüne geçiverdiğini biraz anlar gibi olmuş ve sevinçle gökyüzüne doğru kanatlanmış. Kendini tanımak yolunda bitmeyen bir öğrenme sürecine doğru… 52 / Merhaba – Kış 2011 AYNI HAYATLARDA FARKLI METİNLER YARATMAK Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU [email protected] Yazıyorum işte, kalemi elime aldım yazıyorum. Hayır, yalan söylüyorum. Kalem yok elimde. Bilgisayar başındayım. Evet, bilgisayar başındayım. Seni kandırmamalıyım, aramızı açmamalıyım. Yoksa kim okur bu yazdıklarımı? En iyisi başa alalım, ben her şeyi yalansız yazmaya başlayayım. Kalemim yok elimde ama yazacak bir sürü şey var aklımda. Durumlar, olaylar ve duygular… Hepsi de yazılmayı bekliyor. Ama başlamak güç. Ya diğerlerine benzerlerse, hem de onlar kadar yer tutmadan... Hep şu kalın, nâm-ı diğer hacimli kitaplar korkuttu gözümü. Onlar kalın olunca önemli oluyordu çünkü. Yazılacaksa onlar gibisi yazılmalıydı ya da daha hacimlisi... Geri adım atmak kabul edilemezdi. Bu yüzden çekindim hep yazmaktan. Yazılanlarla uğraşmak daha kolay geldi bana. Okudum, okuduğumu anlamaya, anladıktan sonra başkalarına anlatmaya başladım. Yazdım ama hep başkalarının kahramanlarını, başkalarının olaylarını anlatmak için. Onun üslubu nasılmış, bunun kurgusu nasılmışlarla uğraştım hep. İçimde sönmeyen bir ateş hep vardı; yazma ateşi. Kendi üslubumla, kurgumla, kendi kahramanlarımı yaratma ve kendi olaylarımın içine onları salma… Ama bu imkânsızdı. Öyle diyordu büyüklerimiz. Bir başka metne göndermeyen metin yokmuş, yazdıklarını okuyanlar illa yazılanlara gidermiş. Ya sadece yazıyorsam, gözlerim kör, kulaklarım sağırsa? Harfleri karanlığımda el yordamıyla seçip aydınlığa çıkartıyorsam, daha önce hiç hissetmediğim dokunuşlar yaratıyorsam, yine de götürür mü seni başka metinlere yazdıklarım, gider misin başka metinlere beni bulmak için? Her cümle sana başka bir metni hatırlatır mı? Merhaba – Kış 2011 / 53 Ne yazık ki gözlerim görüyor, okuyorum; kulaklarım işitiyor, dinliyorum. Alılmadıklarımdan etkileniyor muyum yazarken, her defasında onları mı tekrarlıyorum bilmiyorum, ama sadece beni okuduktan sonra başka kitapları karıştırma istiyorum. Biraz dur, gözlerini kapa ve düşün… Ne yarattın hayalinde kelimelerimle? Mazinden bir kare geldi mi gözlerinin önüne, doldu mu gözlerin hüzünle ya da dudakların aralandı mı tatlı bir tebessümle? *** Ufacık bir dünyada, kısacık hayatlarımızda ne kadar büyük farklılıklar yaratmaya çalışsak da birbirimize benziyoruz. Aşklarımız, savaşlarımız, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz… Ölümlerimiz bile birbirine benziyor. Bunları dillendiren metinlerimiz neden birbirine benzemesin? Biri daha önce okuyucusuna kavuştu diye, hiçbir şeyden haberi olmayan ikincisi neden benzeyen olarak hep küçümsensin? Ben demiyorum ki etkilenip de suçlanmamak için hiçbir şey okunmamalı. Tabii ki evvelini bilecek insan, yaşamadan tatmayı bilecek bazı duyguları, yanlış yapmadan da doğru yolu bulabilecek. Ve okumak kavuşturacak bunların hepsine insanı ama yazarken aynı yanlışı hep aynı gözden göstermeyecek, aynı duygularla hep aynı bayat heyecanları hissettirmeyecek. Bu söylediklerimi şu anda uygulayabilir miyim bilmiyorum. Ama yazıyorum işte! Seni kandırmadan, beni oku gayesi gütmeden, en önemlisi seni başkalarına göndermeden, yormadan. Sadece yazıyorum işte, öncemi bilerek, ama şimdimde her şeyi unutmuş gibi... 54 / Merhaba – Kış 2011 İLKOKUL ÖĞRETMENİM E. Yegân ERDEM [email protected] Hepimizin hayatında bir dönüm noktasıdır okula başlamak. Pek çok yenilik girer hayatımıza, sorumluluklar alırız. Sosyal bir çevremiz oluşmaya başlar, çalışmayı, disiplini, erken yatıp erken kalkmayı öğreniriz. Bu sebeple de alışma süreci pek çok çocuk için sancılıdır. Evdeki rahattan, anne-baba şefkatinden kopup tanımadığımız bir ortamda bütün gün belli bir programa göre hareket etmek zor gelir. Ben ilkokula başladığım günü çok net hatırlıyorum. Sırtımda yeni alınmış çantam, üzerimde formamla apartmanımızdan çıktığımda evimizin karşısında bulunan ana okulumdaki öğretmenimi görmüştüm. Kendisini çok severdim. Bana sarılmış, başarılar dilemiş, çok iyi bir öğrenci olacağıma emin olduğunu söyleyerek beni yüreklendirmişti. Bu güzel öğretmenden bunları duymak beni çok mutlu etmiş ve okulla ilgili heyecanımı arttırmıştı. Umarım ilkokul öğretmenim de böyle biridir demiştim içimden. Bize hep öğretmenlerin çok sevilmesi gerektiği öğretildiği için onu şimdiden çok seveceğimi düşünmüştüm. İlkokul öğretmenleri kuşkusuz çocukların gelişiminde çok önemli bir role sahiptirler. Sadece okuma-yazma ya da toplama-çıkarma öğretmekle görevli değil; çocuklara iyi bir örnek olmakla, vatanı sevdirmekle, iyi bir insan olmaya teşvik etmekle de yükümlülerdir. O yaştaki çocuklar önce ailelerini sonra da öğretmenlerini örnek alırlar. Bu sebeple sadece bir öğretmenlik diploması bu önemli vazifeyi yerine getirmek için yeterli değildir. Benim ilkokul öğretmenim elli yaşlarında dinç bir hanımdı. Daha önce devlet okullarında çalışmış, emekliliği yaklaşınca da özel okula geçmişti. Benim sınıfım, okutacağı son sınıf olacaktı. Gür bir sesi vardı ve bağırarak konuşurdu. Bu sebeple o konuşmaya başlayınca hemen susardık. Kendisi aynı zamanda Atatürk hayranıydı. Fırsat buldukça bize Atatürk şiirleri okur, bu sırada kelimenin tam anlamıyla kendinden geçerdi. Onun bu sevgisi hepimizi etkilemişti ve biz de Atatürk’ü çok sevmemiz gerektiğini anlamıştık. Fakat içimizden bir arkadaşımız bazı kavramları kafasında karıştırmış Merhaba – Kış 2011 / 55 olacak ki ‘Öğretmenim Atatürk de bir peygamber mi?’ diye sormuştu. Aynı akşam bu hâdiseyi ailemle paylaşınca, onlar da epey şaşırmışlardı. Ben her ne kadar ilkokul öğretmenimi sevmeye şartlanmış olsam da, sanırım o da kendini sevdirmemeye şartlanmıştı. Anneme sık sık beni çok sessiz, sakin ve titiz olduğum için şikayet eder, beni de bu konuda ikaz ederdi. Daha önce bu sebeplerle övgüye uğramış olduğumdan nasıl davranmam gerektiğini kestiremez olmuştum. Arkadaşlarımla ilgili bir rahatsızlığımı kendisine ilettiğimde her zaman huzursuzluğu çıkaranların tarafında olmuştu. Birkaç kere de yapmadığım şeylerden dolayı arkadaşlarımın önünde uzun uzun azar işitmiştim. İlkokul öğretmenime ait ilk belirgin hâtıram bir çanta meselesidir. Birinci sınıftaki okul çantamı annemle beraber çok severek almıştık. Oval, sarı ve üzerinde civciv resimleri olan çok şirin bir çantaydı. Çocukluk bu ya, çok sevdiğimden tozlanır diye yere koymak istemezdim, o sebeple oturduğum yerin üzerine koyardım. Bir gün teneffüste ön gözünden bir şey aldım ve çantayı masamın üzerinde bıraktım. Sonra ben bir şeylerle meşgulken ilkokul öğretmenim hışımla geldi ve ‘Bu çantayı alır atarım’ diye gür sesiyle bağırdı ve çantamı kaptığı gibi sınıfın öbür ucunda bulunan çöp tenekesine doğru fırlattı. Çanta uçarak çöpün içine girdi ve ben hayretler içinde arkasından bakakaldım. Öğretmenim söylenerek sınıftan çıktı. Ben şokun etkisiyle hala çöpe bakıyor ve öğretmenimi kızdıracak ne yaptım diye düşünüyordum. Arkadaşlarımdan birisi bu olayı görmüş, o da üzülmüştü. Çöpten çantamı çıkartıp getirdi, beni teselli etmeye çalıştı. Bu gün bu olaya hâlâ bir anlam verememekle birlikte o gün içimde öğretmenime karşı çok büyük bir kırgınlığın oluştuğunu hatırlayabiliyorum. İkinci hâdise ise beni daha da üzmüştü. Bir gün yemekhânede sınıfça yemek yiyorduk. Zaten iştahım oldukça azdı ve metal tepsilerde servis edilen bol yağlı yemekler büsbütün iştahımı kaçırıyordu. Bu sebeple yemeği yavaş ve isteksiz yiyordum. Birden masanın başında oturan öğretmenimiz ‘Bakın çocuklar, arkadaşınız nasıl yemek yiyor’ diyerek beni işaret etti ve sonra abartılı hareketlerle benim taklidimi yapıp ardından güldü. Sınıf arkadaşlarım bana bakarak gülmeye başladılar. Birden herkesin alay konusu olmuştum. Zaten o yaştaki çocukların yapmaktan çok hoşlandıkları bir şeydi birileriyle alay etmek ve öğretmenimiz onların ekmeğine yağ sürmüş, beni ise utandırmış, iştahımı büsbütün kaçırmıştı. 56 / Merhaba – Kış 2011 Öğretmenler günü gelip çattığında sınıf bir çiçek bahçesine dönerdi. Kocaman çiçek buketleri ve renkli kâğıtlara sarılı hediye paketleriyle dolardı öğretmenimizin imkânlarını her masası. Sınıftaki fırsatta bazın göstermekten zengin ailelerin hoşlanıyorlardı. çocukları Bir ailenin öğretmenimizin evine beyaz eşya bile aldığını duymuştuk. Altın takıların da hediye olarak verildiğine şahit olmuştum. Bana verilen terbiye ise bu tip hediyelerin sembolik ve abartısız olması gerektiğiydi. Sâde bir kırmızı gülü bir kutunun içinde vermiştim öğretmenime. Zaten kocaman çiçek buketleri almak da hiç içimden gelmiyordu. İlkokulda aklımda kalan diğer önemli bir olay da İngilizce öğretmenimizin düzenlediği bir aktiviteyle ilgili. Yeni yıla girmeden önce sınıfça bir kutlama yapacaktık ve kurada çektiğimiz arkadaşımıza hediye alacaktık. Bunun yanı sıra çikolata ve şekerleme getirecekti herkes. Ben de hediyemi alarak sınıfa gittim fakat ne yazık ki çikolataları getirmeyi unuttum. Öğretmenimiz bu durumu fark edince beni ve çikolata getirmeyi unutan bir diğer arkadaşımı tahtaya kaldırdı, bize kızdı ve sınıfa dönerek kimsenin bizimle çikolata veya şeker paylaşmamasını tembihledi. Tam iki saat süren ders sonunda nefis çikolata kokusuyla dolmuş sınıftan çıktığımda ben de bir daha unutamayacağım bir ders almıştım. Öğretmenimizin verdiği ceza bana canımın çektiği bir şeyi gözümün önünde başkaları yerken yiyememenin ne kadar kötü bir duygu olduğunu gösterdi. Annemin neden sokaktayken bir şey yememem gerektiğini söylediğini daha iyi anlamıştım ve o günden sonra yiyeceklerimi hep paylaşmaya özen gösterdim, özellikle de çikolatalarımı... İlkokul öğretmenime karşı hiç saygısızlık etmedim, bugün de ona kızgınlık ya da kırgınlık duymuyorum. Aksine bana öğrettikleri için ona şükran borçluyum ve belki de onun sayesinde bu yazıyı yazabiliyorum. Bütün bunları anlatmamın sebebi öğretmenliğin basit bir vazife olmadığını ve insan hayatını yakinen ilgilendiren kutsal bir görev olduğunu, sadece ders kitaplarında yazan bilgileri çocuklara aktarmaktan ibâret olmadığını hatırlatmaktı. İlkokula çok severek gitmemiş, her gün gitmemek için türlü bahaneler uydurmaya çalışmış olsam da daha sonraki öğrencilik yıllarımda tanıştığım değerli öğretmenlerim sayesinde okul sevgisi içimde gittikçe çoğaldı. Her zaman saygı ve sevgiyle hatırladığım birçok öğretmenim oldu. Bizlere emek veren, yetiştirip bu günlere hazırlayan bütün öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun... Merhaba – Kış 2011 / 57 BİLMECE – BULMACA 9 Kıymetli Bilmece – Bulmaca dostları! Merhaba’nın bu sayısı hazırlanırken yeni bir hicrî yıla daha girmenin heyecanını yaşıyoruz. Hicretin 1432. yıldönümünü idrak ettiğimiz bu yeni yılın hepimiz için hayırlara vesîle olmasını dileriz. Bildiğiniz gibi “haram kılınmış”, “hürmete lâyık” anlamlarına gelen hicrî yılın ilk ayı Muharrem, gerek Peygamberimizin yaşadığı dönemden çok önceleri gerekse de zamân-ı saâdetten hemen sonra birçok mühim hâdisenin yaşandığı müstesnâ bir aydır. Hz. Nûh’un gemisinin tûfandan kurtulması, Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edilmesi, Hz. İbrâhim’in Nemrut’un ateşinden kurtulması, Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuşması, Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları gibi insanlık için dönüm noktaları sayılabilecek birçok tarihî hâdisenin “Aşûre Günü” adı verilen 10 Muharrem gününde meydana geldiği rivâyet edilmiştir. Muharrem ayının İslam tarihindeki değeri ise son derece ibretlik hâdiselerin yaşanmasından kaynaklanır. Emevîler’in ikinci hükümdârı, Muâviye’nin oğlu Yezid zamanında, Hicrî 61, Miladî 680 yılı Muharrem ayının onuncu cuma günü, Hz. Hüseyin’in şahâdeti ile sona eren Ehl-i Beyt fertlerine ve onların taraftarlarına karşı son derece acıklı, elemli, kanlı, insafsız ve zâlim taarruzlar yapılmıştır. İslam âlemini derinden yaralayan bu hâdiselerin yıldönümünü idrak ettiğimiz bu zaman diliminin yaşattığı duyguların Bilmece – Bulmaca’mıza da yansıdığını hatırlatmak isteriz. Bu sayı elinize geçtiğinde, 2011 mîladî yılına girmiş olacağız. Yeni yılda sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz. 58 / Merhaba – Kış 2011 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 1 2 3 13 Soldan sağa: 1) 7 Aralık 2010’da hayırlara vesîle olması dileğiyle kutladığımız İslamî 4 takvim yılının 5 günü. 2) 6 ana (Arapça); bir 7 dileğin 8 mesi 9 10 yerine ilk Anne, gerçekleşdurumunda getirilmek üzere yapılan vaat veya vaat edilen 11 şey, 12 Muharrem 13 onuncu nezir; ayının günü ve bugün için yapılan tatlı. 3) Osmanlılarda Tanzimat’tan önce pâdişahlar için kullanılmış, daha sonraları üst rütbedeki askerlere verilen unvan; soya dayanarak bütün yetkileri elinde bulunduran devlet başkanı, konusunda en üstün. 4) Lütuflar; insan cinsinin belli başlı çeşitlerinden her biri; meydana getirme, yapma. 5) Ölçüleri olağandan daha hacimli olan, kocaman; başın saçsız kalmış yeri. 6) En önce, en önde; bir bağlaç; adet. 7) Resim ve heykel sanatında çıplak kadın figürü; işinde başta gelen, usta olan kimse; ters, zıt, aykırı, huysuz; bir nota. 8) Uzak doğuda yetişen bilâder ağacından elde edilen reçine, lake; birlikte anlamında bir bağlaç; arzulu, hevesli, şevkli. 9) Çok şey bilen ve yapabilen kimse; Fâtih Sultan Mehmed’in mahlâsı, yardımla ilgili. 10) En yüksek amaç, ülkü, mefkûre; eski dilde su; bir zaman dilimi. 11) Yıllık, senelik; sırt ve göğüste bir kemik sakatlığı veya hastalığı sebebiyle meydana gelen çıkıntı. 12) Yerkürenin peyki; -den başka, -den gayri mânâsına; mûsıkîmizde sol perdesinde karar kılan en eski ve basit makamlardan biri. 13) Ney üfleyen, neyzen; belirlenmiş deney, soru ve ölçülere göre nitelik ve niceliğini yoklama; Arapçada üçüncü tekil kişi zamiri, Allah’ın isimlerinin kısaltılmış şekli. Yukarıdan aşağıya: 1) Hz. Peygamber’in çok sevgili iki torunundan biri, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın ikinci oğlu (H.4-61/M.626-680), Kerbelâ şehidi; Merhaba – Kış 2011 / 59 Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın büyük oğlu (H.349/M.625-669), Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamberin neslini günümüze kadar devam ettiren iki şahsiyetten biri. 2) Yapma, işleyip üretme; kıvrım, Eskişehir taşı; avuç içi, (heceler uzun okunduğunda) ümit ve istekle sorma, acaba. 3) Çabuk hareket eden, tez davranan, çevik; görevine son verme, işinden çıkarma. 4) Radyo dalgaları gönderip yansılarını alarak cisimlerin yerlerini, hızlarını, büyüklüklerini ve hareket yönlerini belirlemeye yarayan cihaz; ilim, sanat ve edebiyat dallarında seçkin kimselerin meydana getirdiği kuruluş. 5) Saplantı, fikr-isâbit; bir nota. 6) Özel gezinti gemisi; bir şeye üstün gelme anlamında bir hanım ismi. 7) Rebap ve kemençeye benzer eski bir Türk çalgısı; her zaman olabilen, olağan, sıradan. 8) Çok üreten, üretme gücü olan; emme, soğurma. 9) Arap ve eski Türk alfabesinin ikinci harfi; aynı tabakadan insanların meydana getirdiği topluluk, üstün yetenekli, birinci sınıf. 10) Bir kimseye veya bir şeye karşı duyulan çok kuvvetli sevgi ve bağlılık, aşırı muhabbet; mûsıkîmizin en eski birleşik makamlardan biri. 11) Perişan, karışık, tutkun, cezbe hâlinde; karada ve yabânî hayvanları denizde balıkları tutma veya vurma işi; yol, usûl. 12) Uzak, Kerbelâ hâdiselerinin vuku bulduğu hâlen de büyük karmaşanın yaşandığı güney doğu komşumuz; şişe, cam, sırça, mine; canlılığın özü olan, renksiz, kokusuz sıvı. 13) Esneklik. Bilmece – Bulmaca 9’un çözümü son sayfada verilmiştir. 60 / Merhaba – Kış 2011 KISA KISA Murat OKTAY [email protected] Vakfımızın Kuruluşunun 40.Yılı Türk kültür ve fikir hayatının önde gelen isimlerinden Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve İlhan Ayverdi’nin 1970 yılında kurmuş oldukları vakfımızın kuruluşunun 40. yılı münâsebetiyle 5 Ekim 2010 Salı günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir program yapılmıştır. Açılış ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın konuşmalarının ardından “40. Yıl Ödülleri” sahiplerine verilmiş ve akabinde İstanbul Târihi Türk Müziği Topluluğu bir konser icra etmiştir. Türkiye'de ve Dünyada SÖZLÜK YAZIMI ve ARAŞTIRMALARI Uluslar Arası Sempozyumu: İlhan Ayverdi Hâtırasına 4-5-6 Kasım 2010 tarihlerinde Bahçeşehir Üniversitesi Beşiktaş Yerleşkesi'nde Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Elginkan Vakfı tarafından “Türkiye'de ve Dünyada Sözlük Yazımı ve Araştırmaları Uluslar Arası Sempozyumu” düzenlenmiştir. Merhaba – Kış 2011 / 61 Ekim-Kasım-Aralık aylarında vakfımızda yapılan sohbet programları; Mesnevî’de Mûsıkî 23 Ekim 2010 târihinde Dr. Emin Işık ve Dr. Adnan Çoban tarafından yapılmıştır. Vefâtının birinci senesinde İlhan Ayverdi 06 Kasım 2010 târihinde Aysel Yüksel - Prof. Dr. Mustafa Fayda tarafından yapılmıştır. Galata Mevlevîhânesi ve İsmail Ankaravî Hazretleri 13 Kasım 2010 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılmıştır. Bestekâr ve kanûnî Cüneyt Kosal 27 Kasım 2010 târihinde Cüneyt Kosal - Bülent Çeviksever tarafından yapılmıştır. Bilinmeyen Yönleri ile Mehmed Âkif Ersoy 4 Aralık 2010 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılmıştır. Dilimiz Kimliğimizdir 11 Aralık 2010 Ekrem Erdem tarafından yapılmıştır. 2010 Avrupa Kültür Başkentinde Türk Mûsıkîsi 18 Aralık 2010 târihinde Mehmet Güntekin tarafından yapılmıştır. Ocak-Şubat-Mart aylarında vakfımızda yapılacak olan programlar; Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın 40. yılı 08 Ocak 2011 târihinde yazarlarımızla ikramlı sohbet ve mini konser yapılacaktır. Bâb-ı âli Hâtıraları 15 Ocak 2011 târihinde Gürbüz Azak tarafından yapılacaktır. Bir kitap aşığı: Muallim Cevdet 22 Ocak 2011 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır. Fırat Kızıltuğ’un 75. yaş ve 50. sanat yılı 29 Ocak 2011 târihinde Necdet Yaşar ve Prof. Dr. Hüseyin Hâtemî 62 / Merhaba – Kış 2011 tarafından yapılacaktır. Yahyâ Kemâl Konseri 05 Şubat 2011 târihinde Münip Utandı ve Merve Utandı tarafından yapılacaktır. Ahmet Kabaklı’nın Vefâtının 10. Yılı 12 Şubat 2011 târihinde Yavuz Bülent Bâkiler tarafından yapılacaktır. Osmanlı Pâdişahlarının Son Yolculukları 19 Şubat 2011 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır. Sohbet ve Konser 26 Şubat 2011 târihinde Derya Türkan ve Murat Aydemir tarafından yapılacaktır. Divan Edebiyâtı Estetiği 05 Mart 2011 târihinde Prof. Dr. Cihan Okuyucu tarafından yapılacaktır. Uğur Derman’ın yazı hayâtının 50. yılı ve Ömrümün Bereketi kitabının takdîmi 12 Mart 2011 târihinde İrvin Cemil Schick tarafından yapılacaktır. Tâhir-ül Mevlevî ve Şefik Can 19 Mart târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır. Su Gibi Azîz Nağmeler Konseri 26 Mart 2011 târihinde Ahmet Şahin, Mehmet Kemiksiz, Özer Özel, Fâtih Zülfikar tarafından yapılacaktır. Merhaba – Kış 2011 / 63 BİLMECE - BULMACA’NIN ÇÖZÜMÜ 64 / Merhaba – Kış 2011
Benzer belgeler
Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
sayılmayacağı kanaatindeyiz. Bugüne kadar, Türk dili, kültürü ve tarihi
üzerine yazılmış denemeler, şiirler, edebiyat ve gezi yazıları, hikâyeler, film
eleştirileri, vakfımızdan haberler gibi geniş...
Merhaba Bahar 2006 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72