Merhaba Bahar 2006 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Transkript
Merhaba Bahar 2006 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir Yayına Hazırlayanlar: Buğra ŞAMLI Sâmiha ULUANT Kapak Tasarım: Havva Tûba ATİLLA Basım: ÖZAL Matbaası Dağıtım: Ertuğrul MAYUK Yazışma Adresi : Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72 www.kubbealti.org.tr [email protected] Merhaba – Yaz 2010 / 1 İÇİNDEKİLER KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA -------------------------------- 3 AYRILIĞIN 10. YILI… CİNUÇEN TANRIKORUR Yüce GÜMÜŞ -------------------------- 20 DÜŞMAN TAMAM -------------------- 4 BAŞKA BİR ÂLEM Buğra ŞAMLI ------------------------------ 6 TOKYO’DA SAKURA ZAMANI… Doç. Dr. Güleda ENGİN ------------- 10 MÎMÂRÎ HASBİHALLER 1 Çelik BAHAROĞLU ------------------ 13 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 16 BİTMEYEN BEKLEYİŞ Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 19 2 / Merhaba – Yaz 2010 YAĞMURDA Semanur ALTUĞ FAYDA ------------ 25 O’NUN OLMADIĞI YER YOK Kİ! Gülnar MIZRAK ----------------------- 28 GELECEKSİN Orhan DURSUN ------------------------ 29 SÖZÜN ARKASI Nazlı SARI ------------------------------- 30 BİLMECE-BULMACA Şeref Naci ENGİN ---------------------- 32 KISA KISA Murat OKTAY -------------------------- 34 KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA Değerli Merhaba Okurları, Dergimizin 52.sayısı yayın kurulunda bir nöbet devri ve dergi içeriğinde beğeneceğinizi umduğumuz bazı yeniliklerle birlikte sizlere ulaşıyor. Birçok sayıda, hem yazılarıyla hem de yayın kurulundaki özverili çalışmalarıyla dergide imzaları bulunmuş Dr. Nevnihal BAYAR ve Kübra YETİŞ ŞAMLI’ya hizmetlerinden dolayı teşekkür ediyoruz. Bu sayıdan itibaren dergimizde mîmarî ve Türk mûsıkîsi ile ilgili iki yeni köşe bulacaksınız. Bilindiği üzere Türk kültür ve sanatına hizmet eden Kubbealtı Vakfı gençlerinin bu başlıktaki yazılarını beğeneceğinizi umuyoruz. Bir diğer yenilik de dilediğinizde bizlerle irtibata geçebilmeniz için kullandığımız e-posta adresimizde. Bundan sonra her türlü görüş ve önerilerinizi [email protected] adresine yollayabilirsiniz. Bilhassa paylaşmak istediğiniz veya bir kenarda saklı kalmış yazılarınızı bekliyoruz. Dergimizin müstakil dağıtıldığı günlerde kapağında yazan “Sizindir, alabilirsiniz.” yerine amatör bir ruhla diyoruz ki “Sizindir, yazabilirsiniz.” Bir sonraki sayıda buluşmak dileğiyle… Yayın Kurulu Merhaba – Yaz 2010 / 3 4 / Merhaba – Yaz 2010 DÜŞMAN TAMAM Bir defasında Sâmiha Anne, Mesnevî-i Şerif’te geçen meşhur Yahudi kralının hikâyesini nakletmişlerdi: “Yahudi kralı endişe içindedir, memleketinde Hıristiyanlar artmakta, pek çok Yahudi, dinini terk ederek yeni dinin salikleri arasına girmektedir. Alınan tedbirler, tatbik edilen işkenceler bunu önleyememektedir. Kralın senelerdir hizmetinde bulunan bir has veziri vardır. Has vezir de Hıristiyanların artması karşısında dehşet içerisindedir; kralı ile baş başa vererek çâreler aramaktadır. Nihâyet bir sabah vezir, krala gelerek, dehşetengiz planını ona anlatır. Vezirin krala teklifi şudur: Kralım, sen beni gûya ki gizli Hıristiyan olarak yakalattır, zindana attır, işkencelere tâbi tuttur. Bunca sene meğer koynumda yılan beslemişim diye hayıflan ve beni işkenceyle ölüme mahkûm et. Evvelâ bir gözümü kör ettir, sonra bir kolumu kırdırt, ardından da idam sehpasında tam boynuma ip geçirilip de asılacakken bir ulak gönder; haindir amma onunla bunca senedir bir hukukumuz oldu, bunca sene bana hizmet etti. Onu bağışlıyorum, ancak gözümün görmeyeceği bir ülkeye götürün deyip beni Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Şam’a sürdürüver. Gerisini ben hallederim der. Bu plan aynen tatbik edilir. Neticede Şam’a sürülen vezirin etrafında bütün Hıristiyanlar toplanır; zîrâ vezir hem okumuş âlim bir kişi hem de Yahudi kralın işkencesine katlanmış ve îmanını terk etmemiş kuvvetli bir Hıristiyandır! Böylece Hıristiyanların gözünde aziz mertebesine çıkarılan vezir, onları 12 kabileye ayırarak ömrünün sonuna kadar insanlara Hıristiyanlığın kaidelerini anlatır, tâlim eder. Nihâyet yaşlandığını ve ölümünün yaklaştığını hissettiğinde, farklı zamanlarda olmak üzere, kabile reislerini teker teker yanına çağırarak her birinin eline, vasiyetimdir, benden sonra bu mucibince hareket edile diyerek birer tomar kağıt verir. Vakta ki vezir ölür, büyük bir merâsimle gözyaşları arasında defnedilir. Yas günleri geçip de duygular durulunca, 12 kabile reisi bir araya gelerek vasiyetnâmeyi açarlar. Bir de ne görsünler? Aziz diye yere göğe sığdıramadıkları vezir, her kabile reisini kendine halîfe olarak tâyin etmemiş mi? Reislerin her biri, benimki gerçek vâsiyetnâmedir, sizinki uydurmadır, diyerek birbirlerine girerler. Reislerin arkasından Merhaba – Yaz 2010 / 5 kabileler de birbirine girerek dövüşürler, kırarlar, kırılırlar. Ortada Hıristiyan kalmaz. Has vezir ölür ama kralına verdiği sözü de böylece yerine getirir.” Sâmiha Anne bu Mesnevî hikâyesini anlattıktan sonra şöyle buyurdular: “Düşman tamam. Bizim elimize 12 tomarı verdi. O vaziyetteyiz!”1 1 Kubbealtı Yayınları tarafından neşredilecek olan, Fevzi Samuk’un “Edep Kapısı” kitabından alınmıştır. 6 / Merhaba – Yaz 2010 BAŞKA BİR ÂLEM Buğra ŞAMLI [email protected] Keşifler çağının, Avrupa’da gelişen denizciliğe paralel olarak pusulanın kullanılmasıyla başladığı kabul edilir. Elbette insanoğlu için her zaman ufukta görülen adayı, çölün ardındaki vahayı, dağın arkasındaki toprakları bilmek, oralara gitmek bir arzu, önlenemez bir heyecan kaynağı olmuştur. Ancak 15. yüzyıldan itibaren Avrupa limanlarından tamah ve hırs rüzgârlarıyla yelken açan gemiler, yeni ticaret yolları ve kıtalar bulup, değerli maden ve hammaddeyle dolu olarak Avrupa’ya zenginlik taşırken bu hakikate tarih sayfalarında ayrıca bir kayıt düşmek şarttır. Nitekim sanayi çağıyla birlikte iyice zenginleşip dünyaya sömürgeci bir hükümranlık damgası vurmakla övünen Avrupa devletleri, özellikle 19.yüzyılda karada henüz ayak basmadıkları topraklara coğrafî keşif bahanesiyle erişmek için devlet destekli büyük ölçekli fonlara sahip coğrafya cemiyetleri vasıtasıyla yayılmacı politikalarını sürdürmüşlerdir. Bilhassa Afrika kıtasının içlerine yapılan keşif gezileri, hem misyoner faaliyetlerinin hem de köle ve değerli maden ticaretinin sistemli ön adımlarıdır. Öyle ki daha önce “beyaz adam” tarafından gidilmemiş yerlere başkalarından önce varmak tam bir üstünlük mücadelesine dönüşmüştür. Böyle bir anlayışın ulaştığı son merhale olarak güney kutup noktasına ilk ulaşan olmak için girdiği yarışta hayatını kaybeden İngiliz Robert Falcon Scott ve ekibi, bir zamanların Marco Polo, İbn-i Batuta veya Evliya Çelebi gibi seyyahlarından çok başka karakter ve motivasyona sahiptirler. Artık günümüzde dünyada ayak basılmayan veya haritası çıkarılmayan bir kara parçası kalmamış olsa da yeryüzünün %70’inden fazlasını kaplayan ve uzaydan bakınca dünyanın mavi gezegen diye adlandırılmasının sebebi olan okyanuslar ve denizler insanoğlu için hâlâ bir muamma. Üstelik söz konusu bilinmeyen bölgenin ne denli devâsa olduğunu anlamak için yüzölçümünün yaklaşık 361 milyon km2 olduğunu ifâde etmek bile yetmez. Okyanusların ortalama 3730 metre derinlikleriyle, yaklaşık 1.347 milyar km3 olan hacmi1 göz önüne alınırsa işin boyutu anlaşılabilir. Hâl böyleyken insan her gece seyrettiği uzayı merak ettiği için teleskopu îcat etmekle tatmin olmayıp, sonsuz karanlıklara ve başka gezegenlere uydular yollar, hatta kendisi fezâya çıkar da kıyılarına vuran dalgaların neleri gizlediğine tecessüs göstermez mi? Elbette gösterir. Hele o 1 "The World Ocean." The Columbia Encyclopedia. CD-ROM. 2007, 6. baskı. New York, Columbia University Press. Merhaba – Yaz 2010 / 7 ummandan kendisine gıda, gerdanına süs çıkarır da bu gizli hazinede saklı nice başka harikaların olduğunu nasıl olur da düşünmez? İşte kimi mâsum kimi değil bu gibi iştiyaklar ile Âdemoğlu nasıl ki kuş misâli uçmaya özenip de bunu kâh kanat takıp kâh kanatlı dev makineler yaparak başarmışsa, denizlerin altında balık misâli kalabilmek için de yine tekniği ve maddeyi kendine râm etme gayretinde olmuştur. Tüm icatların önceleri mahdut ve profesyonel bir zümre tarafından kullanılması tabiîdir. Ancak zamanla hem icadın detaylarında mükemmelleşme hem de üretim maliyetlerinin düşmesi sayesinde söz konusu ürünlerin kullanımı yaygınlaşır. Böyle bir tekâmül, insanın su altında rahatça kalabilmesi için geliştirilmiş ekipman için de özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra görülmüştür. Artan imkânlar merak ve ilgiyle birleşince de su altının uçsuz bucaksız dünyasını küçük bir maskenin camları ardından da olsa seyretmek, geniş halk kitleleri için mümkün kılınmıştır. Dahası, insanın o dünyanın mâhluklarını bizzat müşahede edebilmesi, deniz canlılarının bilinmesi ve deniz ve okyanusbilimin gelişmesi için büyük adımlar demekti. Ancak biz konunun ilmî araştırmalar kısmını bu yazının dışında bırakıp, amatörlerin âhenk, huzur ve sükûnet deryalarına misafir olmasından bahsetmek istiyoruz. Bizim kuşağa su altı dünyasını tanıtan, Jacques-Yves Cousteau’nun, nâm-ı diğer Kaptan Cousteau’nun belgeselleridir dense yeridir. Tâ tek kanallı siyah beyaz televizyonların olduğu günlere uzanan bu tanışıklık, sessiz, gizemli ve bilinmeyenlerle dolu bir başka âlemi evlerimize taşırken sayısı hiç de az olmayan o günlerin meraklı çocukları ekran başında ayrı bir heyecanı tatmıştır. Su altı severler, basınçlı bir hava tüpündeki havayı su altındaki derinlikle değişen basınca uygun şekilde dengeleyerek, kullananın rahatça nefes almasını mümkün kılan regülatörü 1943 yılında, birlikte îcat eden Kaptan Cousteau ve Fransız asıllı bir Kanadalı olan mühendis Emile Gagnan’a da müteşekkirdir. Bu aygıt sayesinde balıklardaki mükemmel solungaç sisteminden mahrum olan insanın sınırlı bir süre de olsa su altında bir makineye muhtaç olmaksızın kalabilmesi mümkün olmuştur. Dalış süreleri bir saatten çok daha az da olsa, bu kısıtlı sürede yaşanan tecrübe ve duygular, sevdalılarını su altı dünyasına müptelâ etmeye yetmektedir. “Aletli dalış” olarak da adlandırılan amatör su altı dalgıçlığı, kesinlikle vücutta salgılanan adrenalin miktarında patlamaya sebep olan aşırı uçlardaki sporlarla karıştırılmamalıdır. Aksine, bir dalıcının dalmadan evvelki ruh hâlinin sâkin ve kendine hâkim olması gereklidir. Zira ortada uçurumların kenarından geçerken tehlikeli akrobatik hareketler yapmayı veya neredeyse uçakların eriştikleri hızlarla virajlara girmeyi 8 / Merhaba – Yaz 2010 gerektirecek bir durum yoktur. Bilâkis, su altındaki hareketler, biraz da yerçekiminden kurtulmuş olmanın sağladığı imkânla, gayet yavaş ve temkinlidir. Üstelik, acele etmek için ne sebep olabilir? Dalıcının su altında geçireceği zaman, ineceği derinlik, izleyeceği rota daha dalıcı teknedeyken belirlenmişken, hangi deniz biraz daha acele gezmekle bitirilebilir ki? Zaten spor bir disiplin gerektirir, her spor dalının kuralları vardır. Bu kurallar ya rekabet, ya oyun zevki, ya da güvenlik göz önüne alınarak konmuştur. Aletli dalış, zevkli olmasına rağmen bir oyun olmadığı ve karşıda bir rakip bulunmadığı için mevcut kuralların dalıcıların güvenliği için konduğunu ve her durumda bu kuralları bilip onlara riayet etmek gerektiğini kabul etmek îcap eder. Yeri gelmişken, aletli dalışı ürkütücü bulanlar için başta gelen “derinlik” fobisine değinmek isteriz. Bu tip sportif dalışlarda inilebilecek âzamî derinlik 30 metredir. Kimilerinin “Sanki çok az!” dediğini duyar gibiyiz. Ancak şehir içinde, saatte 50 km hızla giden bir arabanın içindeki yolcunun üzerindeki kinetik enerjiyle neler olabileceğini yazmaya başlasak, bu da bizi yeteri kadar rahatsız edebilirdi. Bu kadar ince hesaba lüzum yok, istatistiklere göre en güvenli ulaşım yöntemi olan uçmanın da kimilerini ne kadar tedirgin ettiği mâlum. Bunu dikkate alınca, asıl olanın her şeyi kitabına, kuralına göre ve ehil ellerle yapmak gerektiği noktasında herkes hemfikir olacaktır. Bu bahiste değinmeden geçemeyeceğimiz husus, beylik bir laf olmasına rağmen doğruluğu şüphe götürmeyen “eğitim şart” düsturudur. Sayıları artan dalış merkezleri içinde sportif dalış brövelerini sürümden kazanmak mantığıyla ve hızlandırılmış eğitimlerle, adeta cömertçe dağıtanlar olduğunu üzülerek görmekteyiz. Hele tatil yörelerinde bir-iki haftalık deniz tatiline gelen ve “fırsatını bulmuşken bröveyi de alayım” mantığıyla hareket eden talep sahiplerine kısacık bir eğitimle istediklerini arz edenler, bu işin ciddiyet ve güvenlik unsurlarını hiçe sayabilmektedir. Bir zamanlar, motorlu taşıt ehliyetine sahip olanların sayısında Avrupa Birliği standartlarını yakalamak için imtihanları kolaylaştıran sakat zihniyetin benzeri bu anlayış, keyifli, güvenli ve zevkli bir sporu hak etmediği bir töhmet altına sokmaktadır. Modern olimpiyatların kurucusu Baron Pierre de Coubertin, günün birinde okullararası bir spor müsabakasının ardından verilen bir nutukta duyduğu “Citius, Altius, Fortius" (Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü) vecizesinden etkilenince bunu “rekor kırmaya cüret edenler” için olimpiyatların düsturu olarak îlan etmiş. Zira sporda sınırları zorlamak, bir öncekinden daha iyi bir derece yapmak veya rakibini alt etmek esastır. “Spor olsun diye” yapılan sporlarda dahi ya yakılan kalori, ya atılan tur, ya da koşu bandında geçen dakikaların hesabı tutularak rakamlar geliştirilmeye çalışılır. Oysa sportif dalışlarda bunlardan hiçbiri mevzubahis değildir. Bu yüzden ne daha derine inmek, ne Merhaba – Yaz 2010 / 9 daha fazla dipte kalmak hedeflenir. Tek gâye keyif almaktır. İster balıkların süzülerek yüzüşlerinden, ister denizlerin derinliklerinde gizlenmiş akla sığmaz renk cümbüşünden, ister yerçekiminden kurtulmuş olmanın hissettirdiği hafiflik ve ferahlıktan olsun dalış ekibi ortak bir keyfi paylaşmaktadır. Laktik asidin kaslarda birikmesinin verdiği acı veya başkasını alt etmekten duyulan gurur yoktur burada. Kendini mühim sanan nefsin, hiç bilmediği bir âlemde nasıl da bir âhenk ve düzen olduğuna şâhit olmakla duyduğu hayranlık vardır ancak. Gece yatağına yatmadan evvel yeryüzündeki tüm yaratılmışlardan daha aşağı olduğunu düşünerek nefsini terbiye etmekten gâfil olan birinin, üzerindeki onlarca kiloluk ekipman sayesinde edindiği geçici imtiyazların bile, deniz dibinde kumların rengiyle kamufle olmuş küçücük bir deniz mâhlukunun yapabildikleri karşısında ne kadar basit kaldığını görüp aczini hatırlaması vardır. Buralara hiç gelmemiş ve bir kayanın içinde saklanan balığı veya kayaya tutunmuş kıpkırmızı bir mercanı hiç görmemiş olsaydı da hayat zincirinin birer halkasını teşkil eden bu varlıklar bile bir maksada hizmet etmekteyken kendisine ne büyük bir mesuliyet yüklendiğini tefekkür etmesi vardır. Kimi zaman ise bunlardan çok daha basit bir duygu sarar dalıcıyı: Devasa bir deniz kaplumbağasının suda ne kadar da zerâfetle yüzdüğünü kendi gözleriyle gördüğünde, hatta onunla yüzdüğünde, bir zamanlar yakından bakmaması sık sık tembih edilen o televizyondaki belgesellerde gördüğü dalgıçlardan biri olmuş gibidir. Çocukça da olsa bu hissin, günlerin telaşlarıyla yıpranan zihni tedavi edici vasfı yabana atılmamalıdır. İnsanoğlunun bildiği, bilmediğine kıyasla her zaman okyanusta bir damla nispetince. Hele bildiğiyle nasıl amel ettiğine bakacak olursak, “faydalı ilmin” iyice asgarîde kaldığına hükmetmek yanlış olmayacaktır. Böylesi bir ilim de cilt cilt kitaplardan ziyâde, insanın asıl okuması gereken kendi kitabında mevcut olduğuna göre, su altına dâir ilk intibâ oranın başka bir âlem olduğu yönünde olsa da, değil mi ki insan orada kendini bulur, ruhunda muhkem nice âlemden bir âlemin daha sayfasını o saat çevirmiş de okumakta değil midir? 10 / Merhaba – Yaz 2010 TOKYO’DA SAKURA ZAMANI!... Güleda ENGİN [email protected] Çocukluğumdan beri görmek istediğim Tokyo’ya bu sene Nisan ayında, tam da sakura zamanı, gitmek nasip oldu. Sakura, meyve vermeyen kiraz ağaçlarının çiçeklerine verilen ad. Neredeyse hemen her sokakta kiraz ağaçları, mart ayının sonlarından nisanın ortalarına kadar Tokyo’yu adeta bir gelin gibi süsleyerek pembe-beyaz bir renge sokuyor. Yüzyıllardır mart-nisan ayları bir kutlama, bayram havasında geçiyormuş Japonya’da. Herhalde, Japon kültüründe çok önemli bir yere sahip olan bu kiraz ağaçları için, Japonya’nın resmî olmayan millî ağacı desek yeridir. Bu mevsim için üretilen özel tatlılar, şekerlemeler ile âdeta bayram havasında geçiyor sakura zamanı. Bu sene, sakuraların hepsinin açtığı hafta yağmursuz, ılık bir haftaydı. Dolayısıyla, pek çok kişi parklarda, bahçelerde kiraz ağaçlarının altında piknikler yaptı. Akşam saatlerinde ise sokaklardaki ağaçların altında partiler verdi. Ama bana çok ilginç gelen, neredeyse herkesin, ellerinde dikkat çekici büyüklükteki fotoğraf makineleriyle dakikalarca bu ağaçların resimlerini çekmeleriydi. Orada bulunduğum hafta tanıştığım bir Japon, “Tokyo çok büyük ve farklı kültürleri barındırdığından böyle büyük bir şehrin insanları ancak sakura zamanında bir araya gelebiliyor.” demişti. Kiraz ağaçlarının caddenin her iki yanını metrelerce süslediği o kadar çok yer var ki. Özellikle trenle yaptığım seyahatlerde bu ağaçlar sırasınca ilerlerken hayretimi gizleyemedim. Çok ilginç olan bir başka nokta ise ilk çiçeklerine başka (kaika), hepsinin açtığı zamana ise başkaı bir ad (mankai) verilmesi. Bu ağaçları seyretmek bile farklı bir kelime (hanami) ile ifade ediliyor. Sakuralar dökülmeye başlayınca ise şehir daha farklı bir görüntüye bürünüyor. Bu sefer de yere düşen çiçekler hafif bir rüzgârla dahi kar yağıyormuşcasına sağa sola savrularak hoş bir görüntü oluşturuyor. Dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Tokyo için anlatılacak özelliklerden sadece bir tanesi sakuralar tabii. Şehrin her bir semti, kültürüyle, hayat şekliyle kendi içinde bir şehir adeta. Ben bu yazımda ışıltılı, renkli Tokyo’dan, gezme fırsatı bulduğum tarihî bir şehir olan Kamakura’dan ve nüfus bakımından ikinci büyük şehri olan Yokahama’dan bahsetmekten ziyade beni etkileyen üç farklı noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bunlar; şehir içi ulaşım, çöp toplama sistemi ve umumi tuvaletler… 35 milyonluk bir şehirde trafik sıkışıklığı olmadan ulaşımın sağlanması büyük bir Merhaba – Yaz 2010 / 11 başarı. Şehir içi ulaşım sadece tren ve metro ile sağlanıyor desem çok da yanlış olmaz sanırım. Zîra otobüsler sayıca yok denecek kadar az. Tren ve metro sisteminin ne kadar yaygın olduğunu şuradan anlamak mümkün: Bir kişi ulaşmak istediği noktaya tren istasyonundan en fazla 15 dakika yürüyerek ulaşabiliyor. Dolayısıyla, dünyanın en büyük şehir içi demiryolu ağı Tokyo’da bulunuyor. Aslında, demiryolu ağı demek çok da doğru değil, demiryolu ağları demek daha doğru. Çünkü altısı büyük olmak üzere 30 farklı özel şirkete ait demiryolu ağı var şehirde. Bu şirketlere ait toplam 121 hat bulunmakta. Japonlar tarafından etkin bir şekilde kullanılabilen bu ağlar benim gibi hiç Japoncası olmayan biri için imkânsız hale dönüşebiliyor. Çünkü demiryolu ağına sahip bu şirketlerin her biri kendi haritalarını oluşturduklarından iş içinden çıkılmaz bir hale bürünüyor. Maalesef 3G’li olmayan telefonum da Japonya’da çalışmayınca internetten yoksun bir hayat ile mücadele etmek zorunda kaldım. Yaşlı teyzeler de (80’inin üstünde olanları kastediyorum) dâhil olmak üzere herkes, telefonlarındaki sınırsız internet sayesinde gitmek istedikleri yer için gerekli hat listesini fiyata, süreye ya da hat sayısına bağlı olarak kolayca elde edebiliyorlar. Bu noktada internet kafe kullanmak aklına gelmedi mi diye içinden geçirenler olabilir. Haliyle herkesin cep telefonunda sınırsız internet olunca Japonya’da internet kafe diye bir olgu gelişmemiş. Serde çevrecilik olunca beni etkileyen ikinci konu, daha evvel bahsettiğim gibi çöp toplama sistemi oldu. Çöpler bizde olduğu gibi hepsi bir arada değil, ayrık toplanıyor. Ayrık toplama deyince akla tenekelerin, camların, plastiklerin ve kâğıtların organik dediğimiz yiyecek artıklarından ayrı toplandığı bir sistem geliyor. Japonya’da ise akla bu gelmiyor! Japonya’da ayrık toplama sistemi son derece gelişmiş. Mesela elinizdeki plastik şişenin muhteviyatına ve boyutuna göre de ayrım yapmanız gerekiyor. İçinde bal, yağ gibi yıkanması zor olan maddeler bulunan şişeler ayrı, yıkanabilir şişeler yıkandıktan sonra ayrı, hatta bunların kapakları da ayrı toplanıyor. Tabii küçük, orta ve büyük şişeler de ayrı toplanıyor. Bu bahsettiğim sadece plastik şişelerdi. İşin içine diğerleri de girince çöp ayırma ev içinde yapılması gereken başlı başına bir iş haline geliyor. Elektronik eşyalar uzunluk ölçülerine, tekstil ürünleri ağırlıklarına ve cinslerine göre ayrı toplanıyor. Bu kadar değişik ürünün ayrı toplanması için de tabii belediyeler o kadar çeşit değişik renkte ve ebatta çöp torbası dağıtıyor. Üstelik, dağıtılan çöp torbalarının üzerlerinde evinizin adresi yazılı. Dolayısıyla, yanlış bir ayrım yaparsanız bir hafta önce çöp konteynerine bıraktığınız çöp torbasını kapınızın önünde küçük bir uyarı notuyla bulabilirsiniz. Üç kereden fazla hata yapanlar para cezasına çarptırılıyormuş. Yolunuz oralara düşerse dikkat! Son olarak da umumi tuvaletlerinden bahsetmek istiyorum. Son derece temiz 12 / Merhaba – Yaz 2010 olan umumi tuvaletlerin bazı özellikleri var. Bizimkine benzer fakat tasarımları daha iyi olan alaturka tuvaletlerin yanında, yanlarında bulunan panel üzerinde bastığınız düğmelerle türlü işler yapabildiğiniz alafranga tuvaletler var. Panelde bulunan düğmelerle tuvalet kapağını dokunmadan açıp kapatabilir, oturağı istediğiniz sıcaklığa getirebilir, istediğiniz sıcaklıktaki suyla ellerinizi kullanmadan istenilen açıyla taharetlenebilir ve hatta kurulanabilirsiniz. Tuvalet çıkışında da tahmin edebileceğiniz gibi hiçbir yere dokunmadan ellerinizi yıkayıp kurulayabiliyor ve hatta çıkışlarda sunulan dezenfektan ile mikroplardan tam manasıyla arınıyorsunuz. Kalabalık, zengin, târihî ve fakat modern Tokyo; gezilmesi, görülmesi gereken ilginç bir şehir vesselam. Merhaba – Yaz 2010 / 13 MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 1 Çelik BAHAROĞLU [email protected] Türk îman ve kültür prensipleri her dönemde halkın gündelik hayatını, çalışmasını, yaşayışını hulâsa ferdin doğumdan ölüme hayatının her devresini şekillendirmiş, güzelleştirmiş, Hz. Peygamber’in ahlâkı ile yoğurmaya gayret etmiştir. Yunus’un “Yaratılmışı severiz, Yaradan’dan ötürü” deyişini umde edinen Türk insanı temas ettiği her canlıya, insana ve topluluğa saygı ve şefkatle yaklaşmıştır. Kezâ, idâresi altında olmasına rağmen, kendi milliyetinden ve dininden olmayan insanlara davranışı ile Osmanlı Devleti dönemi, bu ulvî anlayışın misâlleri ile doludur. Sadece devlet idâresi tarafından değil, her seviyedeki Türk insanının düstûr edindiği bu hikmeti, Muhterem Tekin Uğurel Beyefendi 1998 yılında Kubbealtı Gençleri’nin dâveti ile Kütahya’yı anlatması istenmesi neticesinde kaleme aldığı “Bizim Mahalle” isimli hâtırâtında çocukluğundaki Rum komşularından bahsederek şöyle anlatıyor: “Öyle iç içe ve o derece saygılı idik ki; Rum ailelerden birine oturmaya gidileceği zaman biz çocuklara sıkı sıkıya tembihte bulunan büyüklerimiz: “- Sakın ha, gâvur gibi; Rum, yâhut Yunanlı gibi kelimeleri kullanmayın!” diye, uyarırlardı. … Din, ırk ve milliyet ayrımı ifâde eden en küçük îmâdan bile bucak bucak kaçılırdı. Üstelik, bu kabil îkazları yapanlar, çoğu kimsenin “câhil” yerine koyduğu, dünkü analarımız – ninelerimizdi. … Bizim dinî günlerimizde, meselâ kandillerde yapılan ve dağıtılan her “adak” hiç atlanmaksızın Rum komşulara da verilirdi. Buna karşılık, onlar da kendi dinî günlerinde ne yaparlarsa bize de getirirler ve o şey her ne ise: “Allah kabul etsin!” denilerek alınırdı. Böyle şeyleri, biz çocuklar – her nedense – burun kıvırıp yemesek bile, büyüklerimiz: “Allâh’ın nîmeti..” diyerek, yerlerdi.” İnsan davranışlarını düzenleyen bu hikmetli prensipler sâyesinde Türk’ün idâreciliği ile bu topraklar ve çevresinde yüzyıllar boyu “cihâna parmak ısırtan” barış, dirlik, düzen hâkim olmuştur. Türk şehirlerinin ve mimârî mîrâsının öğeleri olan târihî yapılar ve yerleşmeler belge niteliği taşıyan görgü tanıkları olarak karşımıza çıkmaktadır. İstanbul Beyoğlu’nda İstiklâl Caddesi üzerinde Galatasaray’dan Tünel’e doğru ilerlerken 14 / Merhaba – Yaz 2010 sol kolda kalan Saint Antoine Katolik Kilisesi, bu yapılardan birisidir. İstiklal Caddesi’ne cephesi olan ve kiliseye akar sağlanması amacıyla inşâ edilen altı katlı apartman blokları, avlusu, kilise binâsı ve manastırı ile küçük bir yerleşke oluşturan yapının temel atma töreni 1906’da yapılmış, inşaat 1912’de tamamlanmıştır. İstanbul doğumlu olan İtalyan mîmar Giulio Mongeri tarafından neogotik üslûp içinde Lombardia Gotiği denilen tarzda tasarlanan kilise, İstanbul’un ilk betonarme yapılarından birisidir1. Kilise binası eğimli bir arâzide, doğu – batı doğrultusunda konumlanmıştır ve aksiyel simetrik Lâtin haçı planlıdır. Yapının ana taşıyıcıları deste sütun tarzındaki altışar ayaktır. Bu ayaklar birbirine sivri kemerlerin oluşturduğu çapraz kaburgalı tonozlar ile bağlanır ve iri yaprak motifleri ile bezenmiş başlıklar ile sonlanır. Binânın ön cephesi sıvasızdır ve “şahbaz” markalı makine yapımı dolu tuğlalar ile kaplanmıştır2. Plastırlar ile sınırlanan giriş cephesi orta nefin biraz daha öne çıkması ile üç bölümlü olarak tasarlanmıştır. Bu aksiyel simetrik düzenlemede üzerlerinde Meryem Ana ve Aziz Antuan’ın resmedildiği, birisi ortada olan ve ana girişi oluşturan üç giriş kapısı bulunur. Bu kapıların üzerinde büyük gül pencereler yer alır. Geniş saçak silmesi altındaki mâvi renkte çiniler ve plastırlar üzerindeki dört yüksek baldaken ile sonlanır. Hıristiyan inanışı gereğince Hz Îsâ’nın çektiği acıları ve sıkıntıyı mümkün mertebe az ışık ve çeşitli tasvîrler kullanarak oluşturulan kasvetli iç dekorasyon ile ziyâretçilere yaşatmayı hedefleyen mîmârî üslûp, kilise iç mekânını pek çok vitray, heykel ve kabartmalarla süslemiştir. Kilise içinde altarın üzerinde asılı olan ahşap oyma “çarmıhtaki Îsâ” heykeli ve Aziz Antuan’ın ahşap üzerine altın varaklı heykeli İtalyan heykeltıraş Luici Bresciani tarafından yapılmıştır3. Apsiste mermer mihrâbın üzerinde üçlü kabartmalar bulunur. Ortadaki kabartmada başında hâle bulunan koyun Hz Îsâ’yı temsil etmektedir. Sol nef üzerinde ahşap gotik bir muhâfaza içinde Hz Îsâ’nın elleri çivili bir heykeli bulunur. Ayrıca her iki yan nef boyunca sıralanmış ayaklar üzerinde Hz Îsâ’nın çarmıha gerilişini konu alan ve “Haç Yolu” olarak adlandırılan bir dizi kabartma asılıdır 4. Döşeme kaplamalarında üç farklı tip karo mozaik kullanılmıştır. Orta nef ve yan nefleri ayıran ayakların arasında yanlarında ince bordürler bulunan ve üzerlerinde haç motifleri resmedilmiş mozaikler bulunmaktadır. 1 İstanbul Ansiklopedisi, Saint Antoine maddesi. Girardelli, P.; Can, C. (1997), “Beyoğlu’nda Bir Latin Anıtı”, Yapı Dergisi, 183: 89 – 99. 3 a.g.e. 4 Saint Antoine Kilisesi resmî internet sitesi, http://www.sentantuan.com/ 2 Merhaba – Yaz 2010 / 15 Günümüzde İstanbul’un en popüler ve en fazla cemâati olan Hıristiyan mâbedi Saint Antoine Kilisesi’dir. Kilise cemâati genel olarak Polonyalılar ve İtalyanlardan oluşmaktadır. Fakat gerek konumu, gerek mîmarlık ve sanat târihi içindeki önemli yeri sebebiyle sâdece kendi cemâati değil, pek çok din ve milletten insanın ziyâret ettiği bir mekân olma özelliği taşır. Özellikle Müslüman Türk ziyâretçileri fazladır. Başrâhip Peder Anton Bulai ile Temmuz 2005’te kilisenin tâdilâtına dâir yapılan görüşmede râhip, kilise iç dekorasyonunu oluşturan ve yüksek seviyede sanat ve târihî kıymeti hâiz bazı kaplamaların değiştirilmesini istediğini nakletmişti. Bu durum özellikle döşemelerin mevcut haç motifli târihî karo mozaik kaplamasının kaldırılarak başka bir kaplama ile yenilenmesi noktasını temel almaktaydı. Kilise yönetimini bu talebe götüren durumun ise özellikle kiliseyi ziyâret eden Müslüman Türklerin, Hıristiyanlarca kutsal sayılan bu haç motifinin yerde bulunmasından ve üzerine basmaktan rahatsız olmaları yönündeki yoğun şikâyetleri netîcesinde ortaya çıkmış olduğu ifâde edildi. Müslüman Türk kültüründeki sadece kendi mukaddesâtı için değil, tüm milletlerin kutsal saydığı husûsiyetlere hürmetin bir başka nişânesi olan bu irfan, Sâmiha Annemiz’in Hâtıralarla Başbaşa kitabındaki Biz ve Onlar isimli yazısında şöyle anlatılmıştır: “Londra’daydım. Bir İngiliz mîmar dostumun, teklîfi de aşan ısrarlarına hayır demek istemediğim için, nişanlısı ve bir Türk doktor ile akşamın oldukça geç saatinde dört kişi West Minister kilisesine gittik. (…) Esâsen, İngiliz dostum kiliseyi dolaşır ve dışarı çıkarken fark edilmesi çok güç bir noktayı sualleştirerek karşıma getirdi: - Neden kilise içinde gezerken hep yere bakıyor ve bâzı noktaları atlayarak geçiyordunuz? Sonra dışarı çıkarken eşiğe de basmadınız, dedi. Kilisenin zemîninde, aşağıdaki katta yatmakta olan kimselerin isimleri yazılı idi. Cesetlerin, tam bu isimlerin altında gömülü olduğunu biliyordum. - Bizim için saygıda, ölü ile diri fark etmez. İşte bu yüzden de mübâreklediğiniz kimselerin üstlerine basmamak husûsunda îtinâ gösteriyordum, dedim.” 16 / Merhaba – Yaz 2010 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected] Casino Yönetmen: Martin Scorsese Senaryo: Nicholas Pileggi, Martin Scorsese Oyuncular: Robert De Niro, Joe Pesci, Sharon Stone, James Woods Notu: Yıl 1973, yer Las Vegas. Efsanenin başlangıcındayız. Kumarhanelerin henüz büyük mafya patronlarının elinde olduğu; her türlü kanunsuzluğun kol gezdiği; Vegas’ın hemen dışındaki çöle sık sık birilerinin gömüldüğü yıllar. Kara paralarını Vegas kumarhanelerinde aklamak isteyen mafya patronları yalnız sermaye sağlamakla kalmıyor, kumarhane yönetimini de ellerinde tutuyorlar. Patronların isteğiyle Tangiers isimli kumarhanenin başına getirilen Sam Rothstein isimli kahramanımız, çocukluğundan beri içinde olduğu kumar ve bahis işlerindeki yeteneğinin ve ondan da önemlisi işi ciddiye almak şeklinde özetlenebilecek tarzının sağladığı avantajla Tangiers’i Vegas’ın en gözde ve en çok iş yapan kumarhanesi hâline getirmiştir. Para, statü, saygınlık, kısacası hayalini kurduğu her şey elinin altındadır. İşler yolunda giderken patronların paralarını korumak için Sam’in aklının yanına kas gücü niyetine ekledikleri Nicky Santoro’nun Vegas’a gelişi ve mafyanın kanlı yöntemlerini de beraberinde getirerek şehrin altını üstüne getirmesi Sam’in ve kumarhanenin tadını kaçıracak; Sam’in Vegas’ın en güvenilmez, en belalı ve en çok para harcayan kadınına aşık olup onunla evlenmesi de işleri büsbütün rayından çıkaracaktır. Konusunu bu şekilde özetleyebileceğimiz film, suç filmleri içinde kendine has bir yere ve üne sahip. İnanılmaz derecede canlı renkleri, hareketli kamera tekniği ile çekilen ve kesme olmaksızın devam eden uzun planları (para dolu çantanın elden ele geçtiği ve kameranın onu takip ettiği sahneye dikkat!), yavaş çekimleri, başka ellerde sıradan ve sıkıcı olabilecekken Scorsese’nin ustalığıyla son derece keyifli bir anlatım metoduna dönüşen ve seyirciyi yabancılaştırmayan, bilakis hikayenin içine daha çok çeken, hikayeyi daha inandırıcı kılan dış ses tekniği ile Casino, ustanın gerçek anlamda döktürdüğü bir film. Üstelik yönetmen, filmin baş karakterlerinden ikisini anlatıcı olarak kullanıp bazı olayların anlatımında her ikisinin de birbirinden farklı yorumlarına yer vererek, bu klişe yönteme de yeni bir soluk katmayı, adeta imzasını atmayı başarıyor. Merhaba – Yaz 2010 / 17 Biçimin bu göz alıcılığı, kusursuzluğu her türlü övgüyü hak ediyor etmesine; ama konunun önüne geçmemesini, amaca dönüşmemesini, tam tersine hikâyenin anlatımı için bir araç olmakta devam etmesini sağlamak apayrı bir hüner olsa gerek. Filmin bu derece sevilmesinde kuşkusuz anlattığı öyküden ziyade anlatış biçiminin rolü var. Böyle diyerek konuyu bir kalemde harcamış olmak istemem. Zira mafya, suç, renkli hayatlar, entrika, aşk, kumar, yükseliş öyküsü, kısacası sinemada seyretmenin cazip geldiği ne kadar mevzu varsa bu filmde bulmak mümkün. Üstelik filmin gerçek bir hayat hikayesine dayanmasının verdiği sahicilik hissi ve ayrıntı zenginliği de cabası. Ama şunu unutmamak lazım ki ne kadar cazip olursa olsun bir hikâyeyi rezil etmek de vezir etmek de yönetmenin elinde. Gelelim mucizevi oyuncu kadrosuna… Robert De Niro için söyleyecek fazla bir şey yok. Metot oyuncularının şahı bu filmde de bizi şaşırtmıyor. Ekrana baktığınızda gördüğünüz kişi De Niro değil Rothstein. Bilmem başka söze gerek var mı? Zaten insan Robert De Niro’nun performansını övmekten hicap etmeli. De Niro’nun yakın arkadaşı olan ve onunla bilikte oynadığı filmlerde pek bir döktüren Joe Pesci, hani Santoro karakterini radyo tiyatrosunda dinleseniz gözünüzde canlandıracağınız Nicky Santoro bence. Genel olarak dışadönük ve abartılı üslubuyla sevdiğimiz Pesci, Santoro karakterinin de buna elverişli olmasından mıdır nedir, Jack Nicholson’ı aratmayan bir performans sergilemiş. Filmin esas bombası ise Sharon Stone. Ne Casino’dan önce, ne Casino’dan sonra bir daha bu kadar “oynarken” göremediğimiz, hani tabiri caizse oynamak yerine “duran” ve bu esnada bir şeyler söyleyen Stone’dan böyle bir perfomans almak ancak Scorsese çapında bir ustanın harcıdır herhalde… Sıkı Dostlar Orijinal ismi:Goodfellas Yönetmen: Martin Scorsese Senaryo: Nicholas Pileggi, Martin Scorsese Oyuncular: Robert De Niro, Joe Pesci, Ray Liotta, Lorraine Bracco Notu: “Sıkı Dostlar” kimilerine göre en iyi mafya filmidir. Bu mertebeyi sadece Godfather’a layık gören benim gibi “mafya filmi severler” için bile, en iyi demeye dil varmasa da, en iyilerden biridir. Scorsese’nin, mafyayı romantikleştiren, estetikleştiren ve yücelten Coppola tarzına taban tabana zıt bir şekilde konuyu ele alışı; patronlara değil küçükler ligine odaklanması; filmin sonunda “sıkı” dostların birbirine hayatlarını emanet 18 / Merhaba – Yaz 2010 edemeyecek, sırtını dönemeyecek noktaya gelmesi gibi unsurların etkisiyle Sıkı Dostlar’ın en gerçekçi mafya filmi olduğu tartışılmaz. Bu filmde, mahallesindeki gansgterlere özenen, onlar gibi olmak isteyen bir çocuğun önce bu rüyasının gerçek olması, paraya ve onunla satın alınabilecek olan her şeye kavuşması; sonra işlerin sarpa sarması, batağa saplandıkça gözden düşmesi ve hayatının tepe taklak oluşu çerçevesinde mafyanın küçükler ligini mercek altına alan Scorsese, suç dünyasının alt katmanında yaşananları, ilişkileri, küçük suçları, işlerin nasıl kolayca çığırından çıkıverdiğini; karısıyla, çocuğuyla, annesiyle konuşurken sakin ve normal görünen bu insanların nasıl kolayca vahşetin ve şiddetin etkisinde canavara dönüşebildiğini anlatıyor. Sıkı Dostlar’dan sonra çekilen ve efsane mafya filmlerinden bir diğeri olan Donnie Brasco’da da (bizde “Köstebek” adı ile gösterilen otuz sekiz(?!) filmin ilki idi sanırım) Mike Newell aynı yöntemi takip ediyor, mafya içinde bir türlü yükselemeyen, “başarısız” Lefty (Al Pacino) karakterini ve onun çevresindekileri merkeze alarak kamerasını mafyanın alt kademesindeki suçlulara doğrultuyordu. Ancak gerçek bir hayat hikayesine dayanan filmde temel mesele mafyaya sızan FBI ajanı Donnie Brasco ve onun (Kurtlar Vadisi’ne de ilham veren) karakter dönüşümü idi. Dolayısıyla Sıkı Dostlar mafyanın bu en alt katmanını derinlemesine tahlil ederken, Donie Brasco’nun panoramik şehir turu mertebesinde kaldığını söylemek mümkün. Scorsese mafyanın hiç de parlak olmayan, hatta düpedüz sefil ve acınası yönlerini tüm gerçekçiliğiyle ele alırken, insanlara cazip gelen para ve güç gibi getirilerinin de cilasını kaldırmayı ihmal etmiyor. Filmin acele etmeyen ve kahramanın hayatının bir dönemine diğerine nazaran ağırlık vermeden ilerleyen kurgusu dış ses anlatımıyla birleşince seyircide kahramanın hayatına baştan sona tanıklık ediyormuş hissi uyanıyor. Bu his ise filmin gerçekçiliğini pekiştiriyor. Gelelim oyunculara. Robert De Niro ve Joe Pesci ikilisine tekrar değinmeye gerek var mı, bilmem. İnsan Joe Pesci sürekli çılgın ve acımasız gangster rolü oynasın, karşısında da daima Robert De Niro olsun istiyor. İşin aslı Joe Pesci’yi coşturan ne arkadaşı, ne de rolü, illa ki yönetmeni. Tıpkı Ray Liotta’da olduğu gibi. Bazen manik, bazen depresif, bazense düpedüz donuk Henry Hill yorumu ile unutulmaz bir performansa imza atan Ray Liotta, maalesef Sıkı Dostlar ile yaptığı çıkışın devamını getirememiştir. Gerek Joe Pesci’nin gerekse Ray Liotta’nın en iyi performanslarını Scorsese filmlerinde vermiş olmaları; Scorsese filmlerinde döktürmeleri tesadüf olmasa gerek… Merhaba – Yaz 2010 / 19 BİTMEYEN BEKLEYİŞ Kübra YETİŞ ŞAMLI [email protected] Yıldızlar sönük, Gülüşler buruk, Kadehler kırık bu gece. Sarı bir yağmur yağıyor üstüme. Zerrece ümidim yok ki! Beklediğim gemi Bitmeyen bir bekleyişe demirli. Bulutlar yaslı, Gözler nemli, Şarkılar dertli bu gece. Bir fenerde tutuşmuş yanıyor sabrım. Zerrece ışığı yok ki! Beklediğim gemi, Bitmeyen bir bekleyişe demirli. Ne olacaksa olsa… Fırtınada batsa, Kayalara çarpsa, Yeter ki yola çıksa… Zerrece hükmüm yok ki! Beklediğim gemi, Bitmeyen bir bekleyişe demirli. 20 / Merhaba – Yaz 2010 AYRILIĞIN 10. YILI… CİNUÇEN TANRIKORUR Yüce GÜMÜŞ [email protected] Masa takvimimde1 sıra haziran ayına gelmişti. Haziran ayı, kültür ve sanat dünyamızdan pek çok kişinin vefatıyla dolu… İnsan ister istemez hüzünleniyor doğrusu. Fakat daha sonra anladım ki bu hüznümün asıl sebebi kaybedilenler kadar, onlara karşı sorumluluklarımızı ne kadar yerine getirebildiğimiz fikriydi. Meslekî bir refleks olmalı, gözüm takvim yaprağındaki Cinuçen Tanrıkorur isminde takılı kaldı. İsmin altında birçok ûnvan vardı ve bir tarih... 28 Haziran 2000. Vefat edeli on yıl olmuş. Peki bu geçen on yılda bize ne olmuş? Ne olmuş da yapılan üç-beş anma konserinin önüne geçememişiz? O, 28 Haziran 2000’de, saat 19:40’ı gösterdiğinde emanetini sahibine teslim ederken, bir diğer emaneti kime bıraktı? Ölenin ardından övgüler yağdırmak –üzülerek söylüyorum- maalesef bize has bir şuursuzluk. Biz bu duruma ortak olmamak için merhum hoca Cinuçen Tanrıkorur’un sadece kısa bir biyografisini hazırlamayı uygun bulduk. Zîra ismi kadar yaşantısıyla da dikkat çeken bu hayatın hikâyesini ne kadar biliyoruz? O sadece bir besteci mi yoksa icrâcı mı? Ya da yazar yoksa hoca mı?... Belki de hepsi veya daha fazlası. Ama bilmeyenler için hiçbiri… Ömürünü Türk kültür hayatına adamış bir insanın yaptıklarını bilmek hepimizin boynunun borcu... * * * Cinuçen Tanrıkorur, 20 Şubat 1938 yılında İstanbul’un Fatih semtinde dünyaya geldi. Adâlet ve Zaferşan Tanrıkorur’un oğlu; Tepedelenli Ali Paşa soyundan gelen, Halep Jandarma Kumandanı, hiciv şairi Hacı Tahir Cidalı’nın torunudur. ( Dedesi, Sultan 2. Abdülhamid’e suikast hazırlığı içindeyken el bombasıyla yakalanıp Fizan’a sürülmüş ve İstanbul’a ancak Meşrutiyet’in ilânından sonra dönebilmiş yaman bir ittihatçıdır.) Dil devriminin ilk yıllarına rastlayan doğumu sebebiyle babası, kendi isminin karşılığı olarak oğluna, Cinuçen adını vermiştir. Daha sonraları bu ismin, Kazan Türkçesi’nde “her zaman yenen” anlamına gelen “Yenuçu- Yenici” kökünden olduğu öğrenilmiştir. İlkokula, 6 yaşında ve 2. sınıftan başlayan Cinuçen Tanrıkorur’un bu başarı ile tahsil hayatına başlamasında tam bir hezarfen2 olan babasının etkisi büyük olmuştur. 1 2 Kubbealtı Akademisi 40. Yıl Hatıra Takvimi. Hezarfen: Çok yetenekli olup elinden her iş ve sanat gelen kimse. Merhaba – Yaz 2010 / 21 Büyük bir edebiyat meraklısı olan babası, oğluna uzun ve sanatlı şiirleri ezberletmiş, bu ezberleri de Cinuçen Tanrıkorur’un muhteşem zekâ ve kabiliyetlerini ortaya çıkarıcı bir unsur olmuştur. Henüz 6 yaşındayken ilkokul müdiresine ezbere okuduğu Mehmed Akif Ersoy’un “ Çanakkale Şehitlerine” şiiri onu bu erken tahsil hayatına başlatan en sarih örnektir. 1948’de Fatih Çarşamba İlkokulu’nu, 1956’da İstanbul İtalyan Lisesi’ni, 1965’te de Devlet Güzel Sanatlar Akademisi1 Yüksek Mimarlık bölümünü bitirmiştir. Babası, iyi derecede dil öğrenmesi için oğlunu İtalyan Lisesi’ne göndermiştir. Biraz zoraki gittiği bu okul, onun hayatında dönüm noktası olacak bazı yetileri kazanacağı bir yer olmuştur. Pek çok değerli hocadan istifade etmiştir. Filolog-müsteşrik2 Dr. Guiseppe Garino’dan İtalyanca ve Lâtince, Pere Elie ve Pere Gautier’den Fransızca, Ali Nüzhet Göksel ve Hâlid Fahri Ozansoy’dan Türkçe öğrenmiştir. Mûsikîye, henüz 5-6 yaşlarında iken, o sırada İstanbul Belediye Konservatuvarı, Türk Mûsikîsi bölümüne devam eden, amcası Mecdinevin Bey’in kendisiyle alâkadar olması sonucu başlamıştır. Daha bu yaşlarında klâsik repertuvardan pek çok eseri önemli ölçüde öğrenmiş ve birçok önemli hocayı hayrete düşürecek olaylar yaşamıştır. Bunların en önemlilerinden birisi, 8 yaşındayken, annesinin Cibali Tütün Fabrikası’ndaki memuriyeti sırasında, kısım amiri olan Neyzen Süleyman Erguner’e usûlünü de vurarak okuduğu, 3. Selim’in Sûzidilâra Yürüksemâîsi olmuştur. Daha o yaşında bu büyük hocanın takdirini kazanmış ve mûsikîye yönlendirilmesi tavsiye olunmuştur. Bunun yanı sıra yine o yaşlarında udî- bestekâr Yesâri Asım Arsoy’u da hayrete düşürücü bir anısı da vardır. Yesâri Asım Bey, daha yeni bestelediği “Yâr saçların lüle lüle” isimli eserinin aranağmesi okuduğu çocuğun, tek dinlemede aynı aranağmeyi eksiksiz olarak okuması Asım Bey’i hayrete düşürmüştür. 10 yaşına geldiğinde, ilkokul bitirme hediyesi olarak babası tarafından götürüldüğü Çarşıkapı’daki Güleryüz Radyo Mağazası’nda, “Sen de Leylâ’dan mı öğrendin cefâkâr olmayı” ve “ Ellere uzaktan bak, bana yakın gel” şarkılarını, hâtıra plağına büyük bir ustalıkla okumuştur. Bu hatıra plağında daha da hayrete düşürücü başka bir olay daha vardır. İkinci şarkının meyanında hicâzkâr makamında okuduğu “Gülle hem-bezm-i visâliz, gerçi hâr olsak da biz; Geçmeyiz gülden güzelden ihtiyar olsak da biz” gazeli, çocuk yaşında, dehâsının sinyallerini veren başka bir olaydır. 12-13 yaşlarına geldiğinde herhangi bir müzik eğitimi almamış olmasına rağmen 1 2 Mezuniyet tezi, bir Türk Mûsikîsi konservatuvarı binası projesi olmuştur. Doğu bilimci, Şarkiyatçı, Oryantalist. 22 / Merhaba – Yaz 2010 çok iyi derecede solfej bilgisine ulaşan Cinuçen Tanrıkorur, 14 yaşında ilk bestesi olan Ferahnâk Sazsemâîsi’ni yapmıştır.1 İtalyan Lisesi’ne başladığı yıl (1956), kistli böbrek hastalığı çeken annesi Adâlet Hanım’ı keybeder. Gençliğinde, kemâni-bestekâr Mustafa Sunar’ın öğrencisi olan annesi, Cinuçen Tanrıkorur’u ud ile tanıştıran ilk isim olmuştur. Annesinin ud tınılarıyla büyüyen Cinuçen Tanrıkorur, annesinin vefâtına kadar bu sazla hiç ilgilenmemesine rağmen, annesinin vefâtı sonrası bu saza sıkı sıkıya bağlanmış, yaşamında bu saza büyük bir yer ayırmıştır. Ud öğrenmeye çalıştığı yıllarda bu saz için yazılmış bir metod bulamaması, onda bir ud metodu yazma isteği uyandırmıştır. Güzel Sanatlar Akademisi’nden arkadaşı Mimar Tan Oral’ın da teşviki ile daha udîliğinin başında olmasına rağmen ilk etüdlerini yazmaya başlamıştır. Bu süreçte birçok mûsikî derneğine devam eden Cinuçen Tanrıkorur, özellikle İleri Türk Mûsikîsi Konservatuvarı2 ve Üsküdar Mûsikî 3 Cemiyeti’nden oldukça yararlanmıştır. O dönemlerde ud icracılığında, büyük oranda Yorgo Bacanos’u örnek almış olsa da zamanla kendine has özel bir tavır geliştirmiştir. 1960 yılında İstanbul Radyosu tarafından açılan sınavı 800 aday arasında tek ud stajyeri olarak kazanmış ve üç yıl radyo topluluklarında görev alarak adını kısa zamanda müzik camiasına duyurmuştur. ( Sınav Jürisi: Mes’ud Cemil, Kemal Niyazi Seyhun, Halil Bedii Yönetken, Sadettin Heper, Cevdet Kozanoğlu, Cevdet Çağla, Ercümend Berker.) Akademi tahsilini tamamlamak üzere 1962’de ayrılıp 1965 yılında mezun olduktan sonra tekrar müracaat ettiği İstanbul Radyosu’na, o zamanki radyo şube müdürünce bir yıl oyalanıp alınmayınca, 1966 yılında Ankara Radyosu sınavlarına başvurdu ve bu kez 1150 aday arasından ud sanatçısı olarak kabul edildi. Radyo, ayrıca İmar ve İskan Bakanlığı’ndaki çalışmalarının4 yanısıra, 1956 yılında yazmaya başladığı ud metodunu5 tamamlayarak, 1970 yılında TRT’ce açılan Kültür, Sanat ve Bilim ödülleri yarışmasına verdi ve dalındaki tek büyük ödülü kazandı. ( Jüri: Ferid Anlar, Ruşen Kam, İlhan Usmanbaş, Ercümend Berker, Selâmi Bertuğ.) Müzik üzerine ilk yazısı, 19 yaşında iken Çağrı dergisinde yayınlanmıştır. Daha sonraları, Çağrı, Otağ dergileri, Mûsikî Mecmuası, Son Havadis, Dünya Gazetesi, 1 Bu besteyi yaptığına, daha herhangi bir enstruman çalmamaktadır. Targan’ın öğrencisi Udi İsmet Alpaslan’dan istifade etmiştir. Emin Ongan’dan büyük ölçüde yararklanmıştır. 4 İmar ve İskân Bakanlığı’nda, Şehirci Mimar olarak çalışmıştır. 5 Hâlâ basılmamış olan bu büyük metodun, kısa süre sonra yayınlanması bekleniyor. Öğrencisi İlhan Başak’ın bu konuda çalışmaları devam etmektedir. 2 3 Merhaba – Yaz 2010 / 23 Kubbealtı Akademi Mecmuası, Aksiyon Dergisi, gibi pek çok yayında yazıları ve makaleleri yayınlandı. Müzik üzerine ilk konferansını 1967 yılında Ankara Kız Teknik Yüksek Öğretmen Okulu’nda “12. Ölüm Yıldönümünde Hüseyin Sadettin Arel” başlıklı konu üzerine yaptı. İlk yutdışı seyahatini, 1968 yılında Cezayir’e yapmıştır. Bu ilk seyahatiyle başlayan kültür elçiliğini, yaşamının sonuna kadar; Tayland’dan Amerika’ya, İsveç’ten Suudi Arabistan’a, Fransa’ya kadar birçok ülkede 22 solo konser, konferans ve seminer ile sürdürmüştür. Ayrıca 1971 yılında Irak Hükümeti’nin isteği üzerine, TRT Genel Müdürlüğü ile Dış İşleri Bakanlığı’nın verdiği görevle, Bağdat’ta bir Müzik Akademisi 1 kurmuştur. Buradan döndükten sonra, 1973 yılında Ankara Radyosu TSM Şube Müdürlüğü’ne getirlmiştir. 1982 yılında TRT Müzik Dairesi Başkan Vekilliği’nden istifa ederek, Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Müzik Eğitim Bölümü’nü kurdu. 1989 yılında Kültür Bakanlığı İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’na solist sanatçı olarak atandı. Aynı yıl kronik böbrek yetmezliği sebebiyle, bakanlık tarafından Washington D.C.’ye böbrek nakli ameliyatı için gönderilmiştir. Beste ve konserler açısından bundan sonraki 10 yıl, Cinuçen Tanrıkorur için çok verimli geçmiştir. Yine bu 10 yıllık dönemde 300 civarında eser bestelemiştir. Şedd-i Sabâ, Gülbûse, Zâvil-aşirân gibi kendi terkîb ettiği makamların yanısıra, Çargâh, Şehnâz, Nişâburek, Neveser ve Kürdîlihicâzkâr makamları gibi mevcut makamlardan klâsik takımları, Bayatiarabân, Evcara, Zâvil-aşiran ve Nişaburek makamlarında Mevlevi Âyinleri ve yine kendi terkîbi olan usûl ve formlarda toplam 505 eseri bulunmaktadır. Ayrıca İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Latince bilen Cinuçen Tanrıkorur, 28 Haziran 2000 yılında vefat etmiştir. YAYINLANAN KİTAPLARI Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler Biraz da Müzik Kültür-Dil-Müzik Saz ü Söz Arasında / C. Tanrıkorur’un Hatıraları Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi 1 Irak Mûsiki Akademisi 24 / Merhaba – Yaz 2010 YAYINLANAN KAYITLARI Kendi icrasından Bayatiarabân Âyini v.b. besteleri / Fransa Radyosu, 1986, LP & Kaset. 1994, CD. (Turquie – Cinucen Tanrikorur, Ocara – Radio france Harmonia Mundi C580045) Cinuçen Tanrıkorur 1 Albümü / Türkiye. Türk Müziği Faslı / 1995, CD. Leb Hant dua Monden. Cinuçen Tanrıkorur’un Bestelerinde Yahya Kemal / 1996, CD & Kaset. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları. Cinuçen Tanrıkorur’un Bestelerinde Aziz Mahmud Hudayi / 1996, CD & Kaset. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları. Şedd-i Sabâ Faslı ve İlâhiler / 1996, CD & Kaset. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları. Merhaba – Yaz 2010 / 25 YAĞMURDA Semanur ALTUĞ FAYDA [email protected] Serin bir yaz sabahıydı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun toprağın derinliklerinden bulup çıkardığı ve buharıyla havaya karıştırarak insanlara hediye ettiği o ferahlatıcı hayat kokusu her yeri kaplamıştı. İliklerine kadar ıslanan insanların bir kısmı son derece düşkün ve aciz, tir tir titrerken bile nasıl mutlu ve umutlu olunabileceğini şaşırarak hissediyor; bir kısmı da kendilerini bir an önce tabiata ve hayata karşı betondan inşa ettikleri sığınaklarına atmaya çalışıyordu. Kadıköy’ün ara sokaklarındaki küçük bir kitapçı dükkânının kapısı açıldı. Ahmet Bey kafasını okuduğu kitaptan kaldırarak gözlüklerinin üzerinden gelene baktı. Postacı Nabi Bey her zamanki güler yüzü ile koca çantasını içeri almaya çalışıyordu. -Selâmün aleyküm Ahmet Bey, ne rahmet yağdı bugün! Şu çanta bile kenarından azıcık su almış. Fark eder etmez buraya sığındım, okumanızı böldüysem kusura bakmayın artık… Bir de eskisi gibi mektup taşısam çok üzülecektim. Şimdi sadece fatura ve reklâm broşürü götürüp getiriyoruz, bir kenarından ıslansa bile en azından mânevi değeri yok. - Ne demek Nabi Bey, buyurun size bir çay söyleyeyim. Epeydir görünmüyorsunuz, her şey yolunda inşaallah? -Çok şükür. Sizi sormalı, rahatsızlandığınızı duydum ama bir türlü gelemedim. Ümraniye’ye bakan arkadaş izinliydi, o tarafı dağıtıyordum bir süredir. Neyiniz vardı? Şimdi iyisiniz inşaallah? -Doktorlar bir sürü şey saydı döktü ama hülâsası kafa kâğıdımız eskimiş, kalp yokladı biraz. Sarı kartı gördük, artık ikinci yarıyı dikkatli oynayacağız. -Ha ha ha, ilâhi Ahmet Bey, gelmiş geçmiş olsun. -Oğlum, bize iki çay getirir misin? Ama karbonatsız tarafından... -Gülendam Hanım nasıllar? Yağmurlar kötü etkilemiştir herhalde, değil mi? -Yok, yok. Her ihtimalin önlemini almıştır benim pimpirikli kardeşim. Gerekirse branda ile kaplar da yine korur o ekinlerini… Çık gel yanıma ne anlıyorsun çiftlikte tek başına diyorum ama dinleyen kim? İlla ki toprak, billâh ki toprak… 26 / Merhaba – Yaz 2010 -O da öyle mutlu oluyor işte ne yaparsınız? Geçenlerde Çetin Bey’e rastladım. Tam bu sırada çayları getiren çocuk kapıyı açarak içeri girdi. -Aşk olsun hocam, ne zaman karbonatlı çayımızı içtin? Bak bu yağmurda kendim ıslandım çayını ıslatmadan getirdim. -Eksik olma evladım, lâtife yapmıştım. Ahmet Bey bunları son derece ciddi bir ifâde ile söylemişti. Çaycı tatsız bir konuşmayı böldüğünü fark edecek kadar uyanık bir çocuktu. Fazla oyalanmadan servisi yapıp dışarı çıktı. İkisi de bir süre hiç konuşmadan düşüncelere daldıktan sonra sessizliği Ahmet Bey bozdu: -Eee? Konuştunuz mu? Neler yapıyormuş hazret? -İyiymiş, hâlâ sizin eski okulda öğretmenlik yapıyormuş. “Emekliliğim geldi ama ayrılsam ne yapacağım, sıkılırım” dedi. -Yapsın da, inşaallah artık sadece fizik öğretiyordur çocuklara... Çok söyledim vaktiyle, bu deizme takıldın kaldın ama kaybolur gidersin Çetin; önce kendi gideceğin yolu öğren, sonra öğretmeye kalk1 Çetin, neye inanmadığın kimseye bir şey katmaz, neye inandığını anlat bari Çetin, insanlara verdiğin emeklere acıyorsan kimseyi bu kadar kolay çöpe atma o zaman Çetin… -Biraz dediğim dedik sağ olsun. -Biraz? İnsanın yıllar içinde pusulayı biraz doğrultması lazım. Ama pusula nasıl doğrulur? Gider gelir, kuzeyi bulur orda sabitkadem olur. Kendi beğendiği yöne dönüp burası kuzey diye inat ederek çakılmak niye? -Tabi, tabi haklısınız hocam. Bir keresinde oğlan münazarada havlu attı diye hayıflanıyordum da, “Yanlış bir görüşü geri almak onu savunmaktan daha çok kişilik gerektirir” demiştiniz. Tükürdüğünü yalamamak inadı, gurur, bazen doğruların önüne geçebiliyor bizler gibi egosu şişman zayıflar için… -Ben değil, Schopenhauer demiş vaktiyle… Doğru da demiş, bir fikre saplanıp kulağını her daim münazarada gibi “işte buradan itiraz eder çürütürüm” radarıyla duyar hale getirirsen, karşındaki ne söylerse söylesin sana tesir etmez. İdrakine deli gömleğini giydirirsin, o da ondan sonra olduğu yerden bir tarafa kımıldayamaz. 1 Buddha Merhaba – Yaz 2010 / 27 -Öyle hocam, sizinle arkadaşlığı kesmesi hiç iyi olmadı bence onun için… Siz de biraz fevrî davrandınız ama, insan arkadaşına kızıp mesleğini bırakır mı? -Bırakır, bırakır. Okulu değiştireyim dedim olmadı, ben konuşmasam belki o söyler söyler susardı, ama o orada bol keseden peygamber diye bir şey yok, kitap diye bir şey yok, Allah’a ulaşmak için başka kimseye ihtiyacım yok, kendi aklım mantığım yeter derken benim susmam ikrar olmaz mıydı? Dedim ki madem “Hatemallâhü alâkulûbihim ve alâ sem’ihim ve alâ ebsârihim gışâveh” 1 , ne o günaha girsin ne ben… Zaten uzun yıllardır hayalimdi böyle bir yer açmak; nasipmiş demek ki… Allah bir kapıyı kapatır, diğerini açar ama bir kapının açık olup olmadığını itmeden nasıl anlayacaksın değil mi? Sen çalışacaksın ki O da verecek. -Doğru söylediniz hocam, yağmur durdu. Şimdi çalışmak zamanıdır. Çok özlemişim sizi, madem artık Kadıköy’deyim sık sık rahatsız ederim. Gülendam Hanım’a da hürmetlerimi iletirsiniz. -Rahatsızlık ne demek Nabi Bey, başımın üstünde yeriniz var. Siz de Çetin’i görürseniz benden selâm götürün. Söyleyene bakma söylenene bak demiş Hazret-i Ali, benim kızgınlığım söylenenlere, söyleyene değil… İnsan dediğin mahlûk öyle çok ve çabuk değişir ki, kızmak, küsmek, affetmemek olsa olsa “ben hiç hata yapmam” iddiası olur. Ondan da Allah korusun hepimizi… -Âmin, âmin. Kalın sağlıcakla. 1 “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir.”, Bakara 2/7. 28 / Merhaba – Yaz 2010 O’NUN OLMADIĞI YER YOK Kİ! Gülnar MIZRAK [email protected] Sonbahar her zamanki sonbahardır. Gece her zamanki gece... Uykun yine naz yapar, dört duvar arasında karanlığın büyüsüyle yalnız bırakır seni. Işık yaparsın kendine yıldızları. Bazen konuşacak birini bulursun, uykusuzluğunu paylaşırsın. Ama yetinemezsin... Hâlâ yalnızsındır. Sonra bir ateş kaplar içini, heyecanlanırsın. O’nu hissedersin her yanında ve göremeyeceğini bile bile ararsın odalarda… Yine de huzurlusundur. Uzaksınızdır birbirinize; ama gönül komşuluğunu kurmuşsunuzdur ezelden. Gözünü açtığın ilk andan beri seninledir, sendedir! Büyürsün… Artık duymak istediğin tek sestir; dudaklarının konmak istediği tek eldir ve içinde olmak istediğin tek gönüldür. Hele ki aylarca uzak kalmışsan… Yine de huzurlusundur. Gökyüzü sonsuz gibi görünür gözüne; ama bilirsin ki nefesleriniz bulur birbirini… Başkaları vardır yanında, kıskanırsın. Seni unutmasından korkarsın ama o an kucaklar seni. Orada olduğunu bilirsin, tebessüm edersin. Hayaller kurarsın: Söylemek istediklerin, O’nunla yaşamak istediklerin vardır! Büyümeye devam edersin… Hâlâ küçüksündür aslında. Henüz ölümle tanışmamışsındır çünkü! Düşünmezsin. Hiç ayrılmayacağınıza inandırırsın kendini. Aslında bile bile kanarsın… Farkında değilsindir. O sene dizlerinde son kez ağladın, saçlarını son kez okşadı, ismini son kez söyledi ve birbirinize bakıp son kez gülümsediniz… Bunları bir daha yaşayamayacağını bilemezsin. Ama ayrılık zamanı geldiğinde anlarsın. Gözlerinde yaşlar biriktirerek... Sonra büyümekten kaçarsın. O an hiç dinmez, dakikalar geçmek bilmez. Sığamazsın küçük yüreğine, taşarsın… Ve o gün hiç çıkmaz aklından: Beyazlar içinde, gözleri kapalı, sessiz… Ama zaman çabuk kabullenir, akmaya devam eder. Seninse aklında hep “son”lar vardır! Aylar geçmiştir üzerinden; ama hiçbir zaman kapanmayacak bir yaradır içinde! Yine de huzurlusundur, acı duymazsın. O gidiş, başlangıçtır aslında; Yaradan’a dönüştür… Ve sen farkında olmasan da hâlâ yanı başındadır… Merhaba – Yaz 2010 / 29 GELECEKSİN Orhan DURSUN [email protected] Yeri, zamanı yok ama geleceksin. En beklemediğim zamanda belireceksin. Seni görmedim ama kendim kadar tanıdıksın. İçimde bir boşluk var ki tarifsiz. Sen de boşluk kadar tarifsizsin, Boşluk kadar hissedilen. Bütün işaretler seni sayıklıyor hayatın içinden aşka doğru. Kalbimin kanat çırpışısın ve hayâlisin gözlerime yansıyan. Geçmişimden damıttığım, geleceğime aktardığımsın, Yokken inandığımsın. Ve çevirenimsin her günümü bir bayram arefesine. Biliyorum nefesim kadar yakınsın Her an gelebilecek kadar. 30 / Merhaba – Yaz 2010 SÖZÜN ARKASI Nazlı SARI “Ey seher rüzgârından incinen gül dalı! Madem ki sen bir gülsün, çok hafif ve tatlı bir şekilde esen seher rüzgârından ne diye inciniyorsun? Aslında bu hoş rüzgâr, güllere çekidüzen verir, onların yapraklarını okşar, onları süsler. Şaşılacak şey şu ki, sen Allah’ın lütfundan, ihsanından inciniyorsun.” Hz. Mevlânâ 1 Bir hakîkati ifâde eden binlerce cümle kurmak mümkün, ama bir sözün güzelliği ve tesir derecesi, söyleyenin içindeki denizin enginliği nispetince artıyor. Hz. Mevlânâ’nın her sözünde ayrı bir tat, ayrı bir tesir var… Yukarıdaki rubaisinde olduğu gibi… Çünkü bu sözlerin kopup geldiği bambaşka bir dünya, sonsuz bir aşk ve muhabbet deryası var… Şu da var ki, “Sözü kendisine tesir etmeyenin başkasına da tesiri olmaz” denir. Hz. Mevlânâ ve tüm büyük zâtların sözlerinin arka planındaki en can alıcı nokta, insanoğlunun yaşayabileceği her türlü acıyı ve sevinci, tüm duyguları tanıyor olmaları ve sözlerini, öğütlerini bu tanışıklıkla yoğurmalarıdır. Çocuğu hasta olan bir anne, büyük zâtlardan birine bu hastalığın teşhisi ve çâresi için danışmaya gider. Gittikleri zât, çocuğun hastalığının çâresinin tuzlu yememek olduğunu anladığı halde, onlara belirli bir süre verir ve o sürenin sonunda tekrar gelmeleri söyler. Bu süre boyunca ise kendisi tuz yemez. Anne ve çocuk tekrar geldiğinde hastalığın tedavisini artık söyleyebilecektir. Buradaki dikkate değer nokta, kendi tecrübe etmediği ve bilmediği bir duyguyu, bir “yasaklama”yı önce kendisinde tecrübe etmek ve ancak o zaman başkasına da yapma demeyi kendine hak görmektir. Ne büyük bir incelik… Yine Hz. Mevlânâ, “Kaba saba sûfi elbisesi giymekle sûfi olamazsın (….) Dinlediklerini tatbik etmen, bizzat yaşaman gerekir.”2 derken bizzat yaşanmamış bir prensibi dile getirmenin ya da sadece şeklen taşımanın mânâsı olmadığını belirtir. Bu 1 2 Şefik Can, Mevlana:Hayatı-Şahsiyeti-Fikirleri, Seçme Rubailer, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2009 s.463 A.g., s.461 Merhaba – Yaz 2010 / 31 sözün arkasında da bir anlamda kaderiyeci anlayışa karşı insandaki tatbik kuvvetine ve irâdeye işaret eder ve insanın iç dünyasındaki oyunlara yönelik bir uyarıda bulunur: “Mademki sen Allah’ın cebrini görmüyorsun, görüyorum deme. Görüyorsan gördüğünün nişanı, belirtisi nedir? Halbuki sen yapmak istediğin her işte, kendi kudretini yapma gücünü açıkça görüyor, cebri düşünmeden bunu ben yaptım diyorsun. Meylin ve isteğin olmayan işte de bu Allah’tandır diyerek cebri oluyorsun.” 1 Allah her daim uyanık olmayı ve hakikate dâir prensipleri tatbik etmeyi nasip etsin. 1 A.g.e., s.287-288 32 / Merhaba – Yaz 2010 BULMACA Şeref Naci ENGİN [email protected] Aziz Bilmece – Bulmaca dostları! Bildiğiniz gibi bu yıl Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın 40’ıncı kuruluş yıldönümü... Rahmetli Ayverdilerce 40 yıl önce bir ilim, irfan ve sanat ocağı olarak kurulan ve isim anneliğini Bilmece – Bulmaca’mızın ana kaynağı Kubbealtı Lugatı müellifi İlhan Ayverdi hanımefendinin yaptığı vakfımıza, daha nice hayırlı, bereketli ve başarılı hizmet yılları dileriz. Yine merhum İlhan Ayverdi hanımefendinin teşvikleriyle Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın bir “fideliği” olarak hazırlanan Merhaba dergisinin de mecmuayla birlikte uzun yıllar yayın hayatına devam etmesini temenni ederiz. Merhaba’nın ayrılmaz bir parçası haline gelen Bilmece – Bulmaca’mızın her zamanki gibi hatırlatıcı, öğretici ve eğlendirici olması dileğiyle… 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 Soldan sağa: 1) Bu yıl 1 40. kuruluş yıldönümünü 2 idrak ettiğimiz vakfımızın 3 adı, Osmanlı Devleti’nde 4 devlet işlerini görüşmek 5 6 7 üzere vezir ve diğer ilgili devlet adamlarının toplandığı yer; rüzgâr, meltem. meydana 9 organlar, 10 parçaları, 11 eden, 12 13 Vücûdu 2) 8 getiren bir bütünün üye; duâ çağıran; soya dayanarak bütün yetkileri elinde bulunduran devlet başkanı. 3) Kulağa hoş gelen âhenkli ses, ezgi; alüvyonlu, tortulu. 4) Leş artıklarıyla beslenen, iri, yırtıcı bir kuş; yapmakla sorumlu olunan iş, görev, memurluk (eski Merhaba – Yaz 2010 / 33 telaffuzuyla). 5) Çokça, çok sayıda; genellikle köy ve kasabalarda söz ve hatırı geçen, nüfuzlu, zengin kimse, yaşça büyük, halk arasında saygıdeğer, bey, beyefendi gibi bir hitap. 6) Kuş yuvası, ev; dar su yolu, kanal, birbirine yakın iki elektrot arasında meydana gelen ve yüksek bir ısı açığa çıkaran ışıklı elektrik atlaması; bal yapan böcek, temiz, saf. 7) Kızıl, kırmızı; konuşmada tutukluk, kekemelik, gevşeklik; dünyanın uydusu, kamer. 8) Çok sevilen bir güz meyvesi, ateş; kısaca Türk Lirası; uyku sırasında zihinde beliren görüntülerin bütünü, düş. 9) Bir şeyin yapılması için tâyin edilen süre, önceden belirlenen kullanma süresi; sâhip; ilgili, ilgili olan. 12) Ulaşma, bitişme, temas etme, yakınlık; önüne geldiği kelimeye “sâhip, -li” anlamı katar. 13) “-e kadar”, yükseltme, yüceltme; kadınların taktığı ziynet eşyası, edat, ilgeç; çok ıztırap veren, acıklı. Yukarıdan aşağıya: 1) Uçmaya başlamak, kanat açmak. 2) Uzun sürede gidilebilen, ırak; alâmetler, nişanlar, izler; vilayet, şehir. 3) Bağ bekçisi, bahçıvan; bağ, münâsebet, intisap. 4) Anne, vâlide; el. 5) Edebiyatla ilgili, edebiyat bakımından değer taşıyan; kemikle deri arasında bulunan kısım; köpek. 6) Kısaca Anadolu Ajansı; halk dilinde sözlü veya nişanlı; uzun sopa değnek, gibi. 7) Mitolojik bir telli çalgı; Arap alfabesinin onuncu, 1928 harf inkılâbı öncesi Türk alfabesinin on ikinci harfi; aptal, budala, ahmak. 8) Doğruluk ve insaf sahibi anlamında bir erkek ismi; deniz, göl ve nehir kenarlarındaki düz, açık arâzi, böyle arâzide yapılmış büyükçe ev. 9) Rebap ve kemençeye benzer çok eski bir Türk çalgısı. 10) Hoşnut ve memnu olma durumu, kalben kabul etme; üç fazlı. 11) İnâdına, zıddına davranma; ses, nam, şöhret; tatma organı, lisan, zeban. 12) Muhakkak, bilhassa, illâ; (hoş) koku. 13) Güzel kokular, kolonya, esans ve parfümler; itâat, boyun eğme, boyun eğen. Bulmacanın çözümü son sayfada verilmiştir. 34 / Merhaba – Yaz 2010 KISA KISA Murat OKTAY [email protected] Vâkıflarımızdan Safiye Diren Hanım vefât etti Vâkıfımız emekli öğretmen Safiye Diren Hanım, 25 Nisan 2010 Pazar günü sabaha karşı Edirne'de tedâvi görmekte olduğu hastanede vefât etmiştir. Cenâzesi aynı gün Edirne'deki Eski Câmi'de ikindi namazından sonra kılınan cenâze namazını müteâkip Karaağaç Mezarlığı’na defnedilmiştir. Merhumeye Allah'tan rahmet, dost ve akrabâlarına başsağlığı dileriz. Kubbealtı Mûsîki Topluluğu Konseri Kubbealtı Mûsıkî Topluluğu, 16 Mayıs 2010 tarihinde Yusuf Ömürlü idâresinde Altunizâde Kültür ve Sanat Merkezi'nde bir konser vermiştir. Konserde solist olarak Elif Uyar ve Vasfi Emre Ömürlü yer almıştır. Sâmiha Ayverdi, vefâtının 17. senesinde kabri başında anıldı. Sâmiha Ayverdi Anadolu Lisesi, Ümraniye Belediyesi Sâmiha Ayverdi Bilgi Evi öğretmen ve öğrencileri ile Kubbealtı Vakfı yetkililerince kabri başında anıldı. Lise müdürü Zeki Baki Uzun, müdür muavini E. Seval Yardım ve Prof. .Dr. Bayram Yüksel'in konuşmaları ve öğrencilerin, Ayverdi'nin eserlerinin çeşitli bölümlerinden örnekler okumasının ardından yapılan dua ile program sona erdi. Merhaba – Yaz 2010 / 35 Akhisar’da “İlhan Ayverdi Mahalle Konağı” açıldı. İlhan Ayverdi’nin, 06 Kasım 2009 tarihindeki vefâtından sonra isminin, doğum yeri olan Akhisar’da kalıcı bir yapıya verilmesi hususunda vakfımızın yapmış olduğu müracaatın neticesinde, Akhisar Belediyesi bir kadirşinaslık örneği göstererek yapımı yeni tamamlanan bir mahalle konağına “İlhan Ayverdi Mahalle Konağı” ismini vermiştir. Konağın açılışı, Akhisar Kaymakamı, Belediye Başkanı, Kubbealtı Vakfı temsilcileri, İstanbul, İzmir, Manisa, Kütahya ve farklı illerden gelen sevenlerinin katılımıyla 15 Mayıs 2010 Cumartesi günü yapılmıştır. Açılış programında Prof. Dr. Mustafa Fayda kendileri ile ilgili bir konuşma yapmış ve akabinde Manisa Klâsik Türk Mûsıkîsi Korosu, şef Prof. Dr. Ali Vefâ Yücetürk yönetiminde bir konser vermiştir. Ayrıca programa katılan tüm misafirler Akhisar Belediyesince öğle yemeğinde ağırlanmıştır. Makedonya Cumhuriyeti'nden Gelen Öğrenciler Vakfımızı Ziyaret Etti Makedonya Cumhuriyeti'nin Struga kasabasındaki Dr. İbrahim Temo Lisesi'nden 24 kişilik bir öğrenci grubu, öğretmenleri Güner Mahmut, Aliye Haydar ve Linda Şeh ile birlikte vakfımızı ziyaret ettiler. Yapılan ikram ve sohbetten sonra öğrencilere ve öğretmenlere yayınlarımızdan hediye edildi. Daha sonra İstanbul Fetih Cemiyeti'ne giden öğrenciler, Yahyâ Kemal Beyatlı Müzesi’ni ziyaret ettiler. Orada da kendilerine Yahyâ Kemal albümü ve rozet hediye edildi. 36 / Merhaba – Yaz 2010 Ergun Göze Anma Programı Sivas Valiliği ve vakfımız tarafından Sivas’ta 28 Mayıs 2010 Cuma günü, “Ergun Göze Anma Programı” yapılmıştır. Mütevelli Heyeti Başkanı Sinan Uluant’ın da katıldığı programın konuşmacıları; Hicran Göze, Rasim Cinisli ve Zeynep Uluant’tı. Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Ayverdi Enstitüsü İstanbul Liselerarası Deneme Yazma Yarışması 2010 yılı vakıfımızın kuruluşunun 40. yılıdır. Vakfımızın kuruluş amaçları ve faaliyet alanları içinde kültürümüz ve dilimiz önemli bir yer tutmaktadır. Kuruluşlarımızdan biri olan Ayverdi Enstitüsü, ülkemiz gençlerinin kültürümüz üzerine eğilmeleri ve bu konudaki düşüncelerini güzel bir Türkçe ile ifade etmeleri amacıyla, kurucularımız Sâmiha Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve İlhan Ayverdi'nin hâtırasına "Kültürel Devamlılık" konulu bir yarışma düzenlemektedir. Kubbealtı Sohbetleri 8 Konuşmacı : Mehmed Niyazi Konu :Modern Devlet ve İslâm Tarih :08 Mayıs 2010 Cumartesi 16:00 Yer :Köprülü Mehmet Paşa Medresesi Çemberlitaş Kubbealtı Mûsıkî Sohbetleri 7 Konuşmacı :Murat Aydemir, Derya Türkan Konu :"Âhenk" Tarih :17 Nisan 2010 Cumartesi, 16:00 Yer : Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş Kubbealtı Mûsıkî Sohbetleri 8 Konuşmacı :Murat Sâlim Tokaç Konu :"Resital" Tarih :22 Mayıs 2010 Cumartesi, 16:00 Yer : Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş Merhaba – Yaz 2010 / 37 Dursun Gürlek ile Tarih ve Kültür Sohbetleri 7 Konuşmacı :Dursun Gürlek Konu :"Sultan Abdülaziz Nasıl Katledildi" Tarih :10 Nisan 2010 Cumartesi, 16:00 Yer : Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş Dursun Gürlek ile Tarih ve Kültür Sohbetleri 8 Konuşmacı :Dursun Gürlek Konu :"İbnülemin'in Konağındaki Sohbetler" Tarih :15 Mayıs 2010 Cumartesi, 16:00 Yer : Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, Çemberlitaş 38 / Merhaba – Yaz 2010 Merhaba – Yaz 2010 / 39 M A 10 İ M 9 A N 8 L A 7 A L 6 A T 5 B K A 4 A N 3 Z A 2 U K 1 2 1 3 B B İ 4 B A Ğ N 5 E D M A D E 6 A K 7 8 T İ 9 L A K 10 I K I Ğ A Ğ M T İ A Z E 12 İ 13 H L L R A Ü N F K L I E I T R İ E R B Y A 11 R R I Z A K K I S A S A L H A R A L I R A İ T İ L R A D A E T D S T A L T A E B İ E R R A I K 11 12 13 Y İ İ Y A T H D A İ L R A İ M BULMACA’NIN ÇÖZÜMÜ
Benzer belgeler
Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
Merhaba Sonbahar 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA
Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir
Merhaba Kış 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72