Çe tin Tu ran - Bağımsız Savunma
Transkript
Çe tin Tu ran - Bağımsız Savunma
Yargının Doğası Bozulursa Konumuz yeni yargı düzeni. Kamuoyunun dikkatini çeken ve artık infaza dönüşen tutuklama kararları, bitmeyen yargılama süreçleri, teknik takip ile yaratılan ‘büyük gözaltı’ travması, özel hayatın gizliliğinin ihlali ve siyasal malzeme olarak kullanılması, medyadaki muhalif seslerin susturulması, medyanın sindirilmesi; tutuklu askerler, milletvekilleri, öğretim üyeleri, gazeteciler, öğrenciler; güvenlik güçlerince uygulanan ‘orantısız güç’, giderek tırmanan terör… şehit cenazeleri… Bütün bunların normal zamanlarda görülmesi mümkün değil. İstediği yasayı kolayca çıkaracak çoğunluğa sahip bir siyasal iktidarın, aldığı 6 aylık yetkinin son anına kadar, üstelik tartışmalı ve kritik konularda 34 ‘kanun hükmünde kararname’ yayınlaması olağan mıdır? Bir siyasi projenin icrası cümlesinden olarak, Habur sınır kapısına özel mahkeme götürmek, giriş yapan terör örgütü üyelerinin tamamını serbest bırakmak, olağan mıdır? Bunun adı hukuki kriterleri terkedip siyasallaşmak değilse nedir?.. O projenin uygulamadan ÇetinTuran Avukat, İzmir Barosu kim ayı başında barolar tarafından özel soruşturma ve yargılama usullerinin, savunma ve adil yargılanma hakkını yok ettiği, bunun demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemez olduğu dile getirilerek, özel yetkili savcılık ve mahkemelerin kaldırılması istendi.(1) İstem son derece haklıdır. Ne var ki, özel yetkili savcılık ve mahkemelerin kaldırılması yetmez. Yargının doğasını bozan siyasetin de yargıdan elini çekmesi gerekir. E Türkiye’de son on yıl içinde halkın büyük oy desteği ile üç kez art arda seçilmiş, deyim yerinde ise ‘sivil’ bir iktidar var; rejim güvende, yönetimde istikrar, parlamentoda çoğunluk var; özetle her şeyin olağan ve yerli yerinde olması gerekmez mi?.. Oysa ortam sürekli gergin ve olağanüstü!.. Zaman zaman yükseltilen savaş söylemi, uluslararası ortamda yaratılan gerginlik, giderek tırmanan terör vs. bu yazının konusu dışında kalıyor. Jacques Audiard’ın Un prophète filminin afiş deseni Devamı sayfa 19’da YIL: 1 SAYI: 3 EKİM 2011 İmtiyaz Sahibi: Toplum İçin Hukuk Derneği adına Av. Azra SİRAY Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Av.Tamer DOĞAN Yayın Kurulu: Av. Ahmet Hamdi YILDIRIM Av. Azra SİRAY Av. Çağatay YILMAZ Av. Çetin TURAN Av. Hüseyin ÖZGÜR Av. Kemal YAZGAN Av. Mert SARAÇOĞLU Av. Tamer DOĞAN Av. Uluğ İlve YÜCESOY Yönetim Yeri: Milli Kütüphane Cad. No: 19/216 Konak-İZMİR • Tel: 0232 445 96 39 e-posta: [email protected] Basıma Hazırlık: Egetan Bas. Yay. Ltd. Şti. Tel: 0232 421 08 96 Baskı: LAMİNEKS Matbaacılık Ltd. Şti. Basım Tarihi: ........... Aralık 2011 İ Ç İ N D E K İ L E R 1 Yargının Doğası Bozulursa Çetin Turan 3 Cengiz İlhan : Bir Büyük İstifham Aydın Türkay 4 Evrensel İnsan Hakları Yorumcusu Olarak Anayasa Mahkemesi Dr. Başak Çalı 6 Yargı Reformu Devam Ediyor! 7 Celse Arası Gemisini Kurtaran Kaptan Kemal Yazgan 9 Baro/Metre “Öyle Bir Geçer Zaman Ki!..” Çetin Turan 10 Dosyalarda Devamlılık Gülşen Korkmaz Kahraman 11 Eski ve Yeni Hukuk Usulü Yasalarındaki Süreler 12 Hukuk Devleti ve HES Uygulamaları Derya Deviner Erguvan 16 Avukat Haluk Baykent ile Söyleşi Kemal Yazgan, Azra Siray, Tamer Doğan 21 Ne Yaptığını Görüyorum Tamer Doğan 24 Somali: Kıtlığın Gerçek Nedenleri Prof. Michel Chossudovsky 27 Yargı Kararları 31 Gizli Tanık Mert Saraçoğlu 32 Necati Cumalı’nın Urla’daki Avukatlık Yılları 2 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 Depremlere alışmak!.. Cumhuriyet tarihinin unutulmaması gereken olaylarından biri 30’lu yıllarda Avrupa’da faşizm kol gezerken, çok sayıda bilim adamının kendi ülkelerinden kaçıp ülkemize sığınmasıdır. Avrupa’da demokrasi yerle bir olmuştu. Gerçek yol göstericinin ‘bilim’ olduğunu halkına ilân eden Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyet’in devrimci kadroları bilime kucak açtılar. Alman nazizminden kaçıp genç Cumhuriyete sığınan bilim adamlarının Türkiye’nin özgür ortamındaki başarıları, üniversite ve Cumhuriyetçi dönüşüme katkıları unutulamaz. O günden bu yana epey yol alındı. Ne var ki uzun süredir, yargı alanında olduğu gibi, üniversitelerimizde de sıkıntılı bir dönemden geçilmekte. TÜBA üzerinde planlı bir siyasi operasyon adım adım yürü-yor. Tepki gösteren bilim insanları Türkiye Bilimler Akademisi’nden istifa etmeye başladı. 57 bilim insanı adına yapılan açıklamada; “Dünyanın her yanından birçok akademi ve uluslararası akademi birlikleri de ülkemizin en yetkili makamlarına ve TÜBA’ya ilettikleri mesajlarla üyelerini kendileri seçmeyen kurumların akademi olarak kabul edilemeyeceğini açıklıkla ifade ettiler. Bu nedenle TÜBA üyeliğinden üzülerek istifa ettiğimizi duyuruyoruz” denildi. Siyasetin gölgesinde ve vesayetinde, özerk olmayan üniversitelerle bilim yapılamaz. Atama yoluyla da kimseye gerçek anlamda bilim adamlığı unvanı kazandırılamaz. Bir KHK ile TÜBA’nın özerkliğine son veren bu siyasi müdahale, gerçek anlamda bilimin terkedilmesidir. Uzun dönemde depremden daha yıkıcı toplumsal sonuçları ortaya çıkacaktır. *** Enkazda kurtarılmayı beklerken saati sormuş Yunus. ‘Akşamın 10’u’ cevabını alınca da, “eyvah çok geç olmuş babama söylemeyin” demişti; ölüme o kadar uzaktı ki… *** Türkiye deprem kuşağında, binalar kum gibi dağılıp yerlere yığılıyor, insanlar ölüyor ya da bir anda bütün varlıklarını kaybediyorlar. Medyada cübbeli/cübbesiz cehalet, ‘ilim!..’ yapmaya, kendince fetva vermeye başlıyor; takdiri ilâhi imiş, imtihan ediliyormuşuz, felakete rıza göstermeli, şükretmeli hatta sevinmeliymişiz, deprem yoldan çıkanlara Allah’ın bir cezasıymış vs. Bir başka tarafta ise cılız da olsa yine bilim dışı ırkçı ürkütücü ‘intikam’ söylemi. Bilimin sesi kısılmış, kulak veren yok. Gerçek yol gösterici ‘bilim’i adım adım terkederseniz ortalığı taassup, irtica, cehalet kaplar. Sahtekâr müteahhidi, rantiyeyi, sağlıksız, çürük, denetimsiz yapılaşmayı, yönetsel suistimali görmeyip, deprem günlerinde “herşey Allahtandır” diye ‘şükür’ ederseniz, 13 yaşındaki Yunus’un ‘masum’ gözlerindeki ışığı söndüren ‘kader!..’i de el birliği ile yaratmış olursunuz. *** Deprem mukadder olabilir, ama bir çürük yapının altında depremi ve ölümü beklemek kader değildir. Çimentodan, demirden ve ömürden çalarak, (kömüre kanarak), kaderimizi kendi ellerimizle kendimiz çiziyoruz. İMO Van şubesi başkanı Şemsettin Bakır; “..malzeme, işçilik, denetimsizlik kaynaklı yıkım var” diyor. Şehir Plancıları Odası Başkanı Necati Uyar; KHK ile yapılan son düzenlemenin “köylerde ruhsatsız yapılaşmanın önünü açtığını” söylüyor. Yani çarpık yapılaşmaya devlet öncülük ediyor. İstanbul SMMMO, Kocaeli depreminden sonra, 1999 yılında kabul edilen 4481 sayılı yasa uyarınca vatandaşlardan on yılda 28,4 milyar lira ‘deprem vergisi’ toplandığını hesaplamış. Nereye gitti bu paralar?.. Van vurgunundan sonra, yeni uyanmış gibi ‘çürük bütün binalar boşaltılıp yıkılacak’ diyen yetkililere ‘günaydın’ demek gerekiyor. Cehalet, ‘inşallah bir şey olmaz!..’ diye, depremi ‘beklemeye alıp!..’ önceliği acilen kapatılması gereken cari açığa, seçim yatırımlarına, duble yollara vermiş... Bu tür hesaplarla 12 yıl kaybedildi. Bir de bütün bunlara alışmamız isteniyor; “Türkiye bir deprem ülkesi, depremle yaşamaya alışmalıyız” deniyor, nasıl alışacağız?.. *** Bir zamanlar slogan olmuştu, milyonlar meydanlarda haykırıyordu; ‘alışmayacağız!..’ Evet alışmayacağız. Alışmamamız ve unutmamamız gereken o kadar çok şey var ki…Onlar depremi bahane ederek okullarda Cumhuriyet Bayramı törenlerini iptal edebilirler, biz her koşulda sahip çıkacağız. Bu soygun düzenine alışmayacağız. Cumhuriyetin değerlerini sadece bayramlarda değil her fırsatta hatırlatacağız, ulusal bağımsızlığı, aydınlanma devrimini, laikliği, hukukun üstünlüğünü, gerçek demokrasiyi, bilimi savunacağız. Kurtuluş savaşı günlerinde zehir saçan işbirlikçi ‘mütareke basını’nı ve Sultan Vahdettin’i unutmadık. 10 Kasım törenlerinde Mustafa Kemal Atatürk’ün konuşulmasını hazmedemeyen, rejim giderek totaliterleşirken Atatürk’ün diktatörlüğünden sözeden ve de Cumhuriyet’in 88. yıldönümünde üç gün boyunca Sultan Abdülmecit’i törenlerle, sempozyumlarla, konserlerle anmaya hazırlanan güncel ‘refik’lerini de unutmayacağız. *** Hukuk Düzlemi, üçüncü sayısıyla yine dopdolu. İyi okumalar. Hukuk Düzlemi Cengizİlhan: Bir Büyük İstifham AydınTürkay Avukat, İzmir Barosu 30 Temmuz 2011’de kaybettiğimiz, üstadımız Cengiz İlhan, bence mutluydu, yaşamı seviyordu ama hastalığını umursamıyordu. Mart’ta her Çarşamba öğlesi gittiğimiz restoranda, bize “Beyler, ben kansermişim, günlerim sayılıymış, bana bir kadeh daha söyleyin” demişti de hepimiz, şaşırıp kalmış, ne diyeceğimizi bilememiştik. Hüzünlü gülümseyişi ile sanki kanserle alay ediyordu. İzmir, “… dünyanın, insanlar, bitkiler, hayvanlar ve bütün yaratıklar için yaşanacak en güzel köşelerinden birisidir. Burada yaşamış, yaşlanmış, ihtiyarlamış olmak, böyle bir çevrede ömrünü tamamlamak az mutluluk değildir. Bu mutluluğa ulaşmış bir kişi olarak, doğrusu kendimi çok şanslı görüyorum.” Nisan/2011 de yayımlanan “Özgün bir şehir - Gavur İzmir’den Türk İzmir’e” adlı, bence şaheser, kitabının (Karşıyaka Çocuğu) adlı ekinde bu paragrafı yazmıştı. fıkra kulübünden gelen renkli fıkraları anlatması için tartışılan konunun bilmesini beklerdik. Onun boşalan yeri kesinlikle doldurulamaz. Öyle güçlü bir hafızanın bizlerde olduğunu sanmıyorum. Aklıma gelen bir olayı paylaşayım: 1990’lı yıllarda bir ara birlikte çalıştık Cengiz Beyle, onun ifadesiyle (esaslı bir vekalet) almıştık. Hukuki problemi çözmüştük ama destekleyici içtihat bulmamız gerekiyordu. Ertesi sabah Cengiz Bey gelince, hemen “bulabildin mi?” diye sordu. Cengiz Beyin bir özelliği de problem çözülünceye kadar kafasından atamamasıydı. Benim olumsuz tavrımı görünce, “Bana 82’nin 2.ci cildini ver” dedi. O zamanlar Yargıtay Kararları Dergisini altışar aylık olarak ciltletiyordum. Verdiğim cildi karıştırıp, galiba Eylül/82 sayısında tam bize göre bir HGK kararını gösterip, “İşte sana içtihat” deyince, hem mahcubiyet, hem hayret ve hem de hayranlık duygularıyla bakakalmıştım. Bu hafızaya şaşmamak elde değildi. Yaşamında benim bildiğim iki büyük darbe yemişti Cengiz İlhan. En önemlisi, çok sevdiği ve bağlı olduğu ilk eşi Nermin ablanın ani ölümüydü. Girdiği şoku uzun süre atlatamamış, adeta yıkılmıştı. Sık, sık ziyaretine gidip teselli etmeye çalıştığım halde ancak 2-3 ay sonra bunalımdan ve evden çıkabildi. Sözünü tutup her gün yazıhaneye gelmeye başladı, kapıya onun da levhasını astık ve beraber çalışmaya başladık. Onun meslek bilgisi ve yaşam derslerinden çok yararlandım, benim yaşam kılavuzum oldu. Çarşamba toplantılarına en son 11 Mayıs’ta gelmiş, damağındaki yaraya rağmen performansından hiçbir şey kaybetmediğini göstermişti bize. Ondan sonra gelemedi ve bizim Çarşamba toplantılarının tadı kaçtı. Siyaset, felsefe, aktüalite, Baro tartışmaları yerini tavla partilerine bıraktı. Onun bulunduğu günler, ( bi Dakka….) diye söze girince hepimiz susar, zevkle onu dinlerdik. Çok şey öğrendik ondan, her konuda derin bilgisi ve müthiş bir hafızası vardı. İnternette üyesi olduğu bir Fransız Bir süre sonra, yürümesi zorlaşınca sadece çarşamba günleri gelmeye başladı, onu sevenler de çarşambaları gelmeye başlayınca çoğu meslektaşın bildiği “Çarşamba Grubu” doğmuş oldu. Grubun nüvesi 1970’li yıllara dayanır. Cengiz İlhan Baro Başkanı, ben de onun genel sekreteriydim. Yönetimden, rahmetli Muhsin Ergazi, Güneş Atabay, Altan Ülgen, Baykut Aktan, rahmetli Nedim Aksoy ve rahmetli Fehmi Çam hemen bize katıldılar. Sağlığı elverdiği sürede üstad Enver Arslanalp da geldi. Grubun kaynaşmasının nedeni 1972-1976 yılları arasında Cengiz beyin başkanlığındaki Baro Yönetim Kurulu toplantılarından sonra birlikte Veysel Cıkmazı’na gidip Ferit’in yerinde birer kadeh rakı içtikten sonra evlere gitmemizdi. Bu kaçamakla edilen sohbetler bizi kaynaştırmıştı. Torbalı yolunda müvekkilinin arabası ile geçirdiği trafik kazası Nermin ablanın ölümünden önceydi. O kazayı Cengiz Bey, kalça ve kaburga kırıklarıyla mucize eseri atlatmıştı. Kaza günü o zamanın Başkanı Güneş Atabay ile hastaneye gittik, içeri almıyorlardı, Güneş Bey başkanlığını kullanarak girdi ama 3-5 dakika sonra bembeyaz bir yüzle çıkıp “Aydın, sen gir” dedi. Girdiğimde gördüm ki Cengiz Beyi koridorda ayaklı bir sedyede yatırıp eline serum şişesini vermişler, yüzü gözü kan içinde ve perişan durumdaydı. Elini tuttuğumda, gözlerini zorla açtı ve gergin yüz hatları gevşedi. Hemen bir hemşire bulup temizliğini yaptırdım. Röntgen sırası bekliyormuş. O gün gece yarısına kadar onunlaydık, kalça üç yerinden kırıktı, sarıp sarmaladılar. Kafa darbe almıştı, başka servise taşıyıp beyin kontrolü yaptıkları sırada Nermin abla ile kızı Elif geldiler. O gün kalçasına takılan ve on yıl ömrü olan platinleri ömrünün sonuna kadar (yaklaşık 30 yıl) taşıdı, yürürken aksaması ondandı. Bizim gruptan rahmetli Muhsin Ergazi, bu yürüyüşü ve duruşundan dolayı ona “İstifham” adını takmıştı, bu isim onu yalnız duruşu ile değil, kolay anlaşılmaz oluşuyla da yakışmıştı. Sakin görünüşlü o “Büyük istifham” TBB veya Baro Genel Kurul kürsüsünde aslan gibi kükreyince herkes kulak kesilirdi. Muhsin’in zamansız ölümü de onu çok üzmüştü. Kalça platinlerinin değiştirilmesi ve dişlerinin yapılması konusunda yıllarca kendisini ikna edemedik. Reçetesini kendisi yazıyordu: “Az doktor bol rakı”. İlacı ve doktoru sevmezdi, çocuklarının zoruyla kemoterapiye başlayıncaya kadar akşam rakısını almaya devam etti. Rakıyı aperatif olarak yemekten önce içerdi, galiba doğrusu da bu, bizler yemeğe ve mezeye öncelik verdiğimizden fiziğimiz bozuluyor, Cengiz bey 48 kiloydu. Eşi Nermin ablanın ölümünde, Atilla İlhan, Cengiz beye yazdığı mektubunda “Acını da yaşa” demişti. Bizler de Cengiz İlhan’a büyük şükranlarımızla acımızı yaşıyoruz. Ruhu şad olsun… HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 3 Evrensel İnsan Hakları Hukuku Yorumcusu Olarak Anayasa Mahkemesi Dr.BaşakÇalı University College London (UCL) İnsan Hakları Hukuku ve Uluslararası Hukuk Öğretim Üyesi, Avrupa Konseyi nezdinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Uzmanı BireyselBaşvuruHakkıveEvrenselİnsan HaklarıHukuku Ocak 2012’de Anayasa Mahkemesi (AYM) norm denetimi yapan bir kurum olmaktan çıkacak. Dünyadaki birçok anayasa mahkemesi gibi bireysel başvuruları değerlendirerek hem bireysel adalet dağıtacak hem de somut olayların ele alındığı kararlarda ortaya koyacağı içtihatla Türkiye’deki insan hakları iklimine katkıda bulunacak. Dileğim AYM’nin yalnızca Türkiye’deki insan hakları hukukuna katkı yapmakla kalmaması ve dünyadaki diğer anayasa mahkemelerince kararlarına atıf yapılan ve evrensel insan hakları hukukuna getirdiği yorumlarla tanınan bir dünya mahkemesi olmasıdır.1 İnsan hakları yargısının evrenselleştiği, tüm yüksek yargı organlarının dünyadaki insan hakları sorunlarına ortak çözümler üretmek için birbirlerini yakından izlediği bir iklimde kendi AYM’mizden beklememiz gereken de elbette budur. 2010’da yapılan anayasa değişikliğine2 ve 30.03.2011 tarihinde kabul edilen Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanuna baktığımızda, AYM’nin evrensel insan hakkı hukukuna yapacağı katkılarda henüz faaliyetine başlamadan önemli sınırlamalarla karşı karşıya olduğunu görüyoruz. Kuşkusuz anayasa değişikliği ve onu takip eden usül kanununu birçok yönden değerlendirmek ve tartışmak gerekiyor. Örneğin, yapılan değişikliklerin Türkiye’deki yargı bütünü ve Anayasa ile uyumu, başvuru yolunun usül ve içerik açısından etkili olup olmayacağı ve yargı birliğine katkı yapıp yapmayacağı konuları kendi başlarına eni boyu değerlendirilmesi gereken konular arasında. Ancak ben, bu yazıda, yapılan değişiklikleri uluslararası açıdan, AYM’nin bireysel başvuruları değerlendirirken evrensel uluslararası hukuku ve Avrupa insan hakları hukuku ile sağlıklı bir diyaloğa girmesinin önündeki engeller açısından, değerlendirmek istiyorum. AYM’ye bireysel başvurunun düzenlenmesi AYM’nin evrensel insan haklarına yapacağı katkılara üç alanda önemli sınırlar getirmektedir. Bu alanlar: 1) Ekonomik ve sosyal haklar alanında bireysel başvuru yolunun kapalı olması, 4 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 Anayasa Mahkemesi 2) AYM’nin aslında belirli alanlarda yalnızca minimum standartlar ortaya koyan bir uluslararası mahkemenin (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin) takipçisi durumuna gelmesi riski, 3) Anayasa’nın 90. Maddesi ve 148. Maddesi arasında ortaya çıkan tutarsızlıklardır. Bu yazıda öncelikle bu üç alandaki sorunların çerçevesi çizilecek daha sonra da AYM tarafından aktif yorumlama teknikleri kullanılarak sorunların nasıl aşılabileceği tartışılacaktır. EkonomikveSosyalHaklarKayıpHaklar mı? Değerlendirmeye Anayasa’nın 148. maddesinde yapılan değişiklik ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun Dördüncü Kısım Dördüncü Bölümü (maddeler 45-51) çerçevesinde başlamamız gerekiyor. Anayasanın 148.maddesi “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin, kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir” demektedir. Kuruluş ve Yargılama Usulü Hakkında Kanun’un 45.Maddesine göre: (1) “Herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. (2) İhlale neden olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir. (3) Yasama işlemleri ile düzenleyici idari işlemler aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılamayacağı gibi Anayasa Mahkemesi kararları ile Anayasanın yargı denetimi dışında bıraktığı işlemler de bireysel başvurunun konusu olamaz.” Anayasa’nın 148. maddesi ve Yargılama Hakkında Kanunun 45. Maddesinin 1. bendi Anayasa Mahkemesinin içerik olarak yetki alanını, Anayasa’da güvenceye alınmış temel hak ve özgürlüklerden daha dar olarak tanımlamaktadır. Bu dar tanımlama özellikle Anayasa’nın 3. Bölümünde yer alan ekonomik ve sosyal hakların azımsanamayacak bir kısmını bireysel başvuru hakkının kapsamı dışında bırakmaktadır. Örneğin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin ‘yaşayan belge’ doktrini3 kullanılsa dahi, Anayasa’nın 55. Maddesinde yer alan çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları hakkının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin hak kapsamına girmesi mümkün görünmemektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ancak ücret alanında bir ayrımcılık olur ya da ücret kaybı kişinin mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1. Protokol 1. maddesi çerçevesinde ele alınırsa dolambaçlı bir yoldan bu sosyal hak konusunda esasa girebilir.4 Temel bir sosyal hak olan adil ücret hakkı Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Sosyal Şartının, Birleşmiş Milletler Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin, Göçmen İşçilerin Haklarına dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin ve Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesine Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesinin kapsamına daha doğrudan girmektedir. AYM’ye bireysel başvurunun yalnızca Sözleşme kapsamına giren haklarla sınırlandırılması, Anayasa’da yer alan haklar arasında ve anayasaya aykırılığı iddia edilemeyen ve edilen insan hakları sözleşmeleri arasında keyfi bir hiyerarşi oluşmasına yol açmaktadır. Bu hiyerarşide Anayasa’da ve Sözleşme’de bulunan siyasal ve medeni haklar alanında bireysel şikayet yolu açılırken ekonomik ve sosyal haklar alanında bu yol tanınmamaktadır. Bu sınırlama tüm dünyada Anayasa Mahkemelerinin liderliğinde ekonomik ve sosyal haklar içtihadı alanında adeta bir rönesansın yaşandığı bir dönemde AYM’nin bu gelişmelerin bir parçası olmasının önünü kesmektedir. Sosyal ve ekonomik eşitsizliğin yapısal bir sorun olduğu, yasamanın, hükümetin yürüttüğü ekonomik ve sosyal kamu politikalarını denetlemekte etkisiz kaldığı toplumumuzda AYM’nin bireysel başvurular yolu ile de evrensel standartlarda ekonomik ve sosyal hakların korunmasına katkıda bulunması fırsatının hiç tartışılmadan tepilmesi hem AYM için hem de Türkiye’de ekonomik ve sosyal hakların korunması için kaçırılmış büyük bir fırsattır. TavanHaklarmıTabanHaklarmı? 148. maddede getirilen ikinci sınırlama ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin kapsamında’ deyiminin netlikten uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin kapsamını belirlemede tek yetkili kurum Avrupa İnsan Hakları Mahkemesidir.5 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sözleşme haklarının alanını belirlerken üç önemli yöntem kullanmaktadır. Bunlardan birincisi yukarıda da bahsedildiği gibi ‘yaşayan belge’ doktrinidir. Mahkeme bu doktrini kullanarak sözleşmeyi günün koşul ve gereksinimlerine uygun olarak yorumlamakta, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sözleşmenin kapsamının ucu açık ve dinamik olduğunun altını çizmektedir. Mahkemenin kullandığı ikinci yöntem herhangi bir hak talebinin kapsam alanına girip girmediğini belirlemek için karşılaştırmalı Avrupa hukukundan yararlanması ve sözleşmede açık olarak belirtilmeyen ancak bir başvurucunun iddia ettiği bir hak konusunda Avrupa Konseyi devletleri arasında bir ‘uzlaşma’ olup olmadığına bakmaktır.6 Üçüncü olarak, Mahkeme karşılaştırmalı uluslararası insan hakları hukuku yöntemini kullanarak sözleşmede açık olarak belirtilmemiş bir hakkın diğer uluslararası belge ve yargılama kurumları tarafından nasıl ele alındığını dikkate almaktadır.7 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Avrupa’daki karşılaştırmalı hukuka dayanmasının temel sebebi bu mahkemenin uluslararası niteliğinden kaynaklanmaktadır. Mahkeme bu doktrini Avrupa’nın birçok ülkesinde kabul görmemiş bir konuda Sözleşmedeki hak kapsamını genişletmekte çekingen davrandığında kullanmaktadır. Bu doktrinlerden yalnızca birincisi ve üçüncüsü AYM için uygun yorumlama teknikleridir. AYM, Strazburg’un ‘yaşayan belge’ doktrinini elbette Anayasadaki temel hakların yorumunda kullanabilir. AYM’nin Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerini dikkate alma yükümlülüğü vardır. Bunun temel sebebi Türkiye Büyük Millet Meclisinin kendi Anayasasına aykırı uluslararası insan hakları sözleşmeleri yapmayacağı varsayımından kaynaklanmaktadır. Öyleyse Anayasa Mahkemesi, Anayasayı devletin uluslararası yükümlülüklerinin ışığında yorumlama sorumluluğuna sahiptir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ikinci yorum tekniği ise AYM için uygun değildir. AYM, hakları yorumlarken Avrupa’daki asgari standartları değil, kendi ülkesindeki azami standartları ortaya çıkarmakla yükümlüdür. Diğer bir deyişle Strazburg, insan haklarının Avrupa’daki tabanını belirlemekten sorumlu ise Avrupa Anayasa Mahkemeleri de kendi ülkelerinde anayasal hakların tavanını belirlemekle görevlidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Avrupa’da asgari standartlar oluşmamış diye kapsam dışına aldığı bir konuda AYM pekala bunun Anayasal hakların kapsamına girdiğini belirleyebilir. Bir bakıma bu AYM’nin en temel görevidir. Anayasa mahkemesinin yalnızca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamına giren haklar ile ilgili bireysel başvurulara bakması Anayasa Mahkemesinin Avrupa asgari standartlarının belirsiz olduğu konularda Türkiye’deki insan hakları korumasının çıtasını düşürmesi riskini beraberinde getirmektedir. 90.maddeninyalnızlığı AYM’nin evrensel insan haklarına katkı yapması önündeki üçüncü muhtemel engel, Anayasanın 90. maddesi ve 148. maddesi arasında ortaya çıkan dengesizliktir. 2004 yılında değiştirilen 90. maddenin yorumu henüz tam olarak oturmamışken 148. madde, 90. maddenin anlam ve önemine yeni bir sınırlama getirmektedir. Anayasa’nın 90. maddesi, insan hakları alanında Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin yasalardan daha üstün olduğunu söylerken öte yandan 148. madde bireysel başvuru hakkını yalnızca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamına giren haklarla kısıtlamaktadır. Oysa ki Türkiye, başta Birleşmiş Milletler Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler Ekonomik Soysal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi ve Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması sözleşmeleri olmak üzere birçok uluslararası insan hakları, Uluslararası Çalışma Örgütü bünyesinde sosyal haklar sözleşmelerine taraftır. Böylece Anayasa’nın 90. maddesi çerçevesinde herkesin sahip olduğu kabul edilen ve yasaların üstünde sayılan birçok hak, AYM’nin bireysel başvuru alanında koruması dışında kalmaktadır. 148. maddenin lafzı insan hakları sözleşmelerinde birinci sınıf ve ikinci sınıf olmak üzere iki farklı standardı getiriyor gibi görünmektedir. Yapılan düzenleme söz konusu değişikliğin uluslararası insan hakları hukuku ile Türk Anayasa hukukunun uyumunu ve yurttaşların uluslararası insan haklarını koruma saikinden çok Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye aleyhine açılacak davaların sayısını azaltılma saikiyle yapıldığını düşündürmektedir. Türkiye’de yaşayan herkesin Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinden kaynaklanan birçok hakkı olmasına rağmen bireysel başvurunun bu haklar kataloğundan cımbızla yalnızca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini çekmesi, AYM’nin uluslararası insan hakları içtihadına eklemlenmesinde çok bölgesel kalmasına yol açmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi elbette önemli bir insan hakları sözleşmesidir. Ancak bu metin ne Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan tüm insan hakları yükümlülüklerini içerir ne de her alanda, örneğin kadın hakları alanında, çok ayrıntılı düzenlemelere sahiptir. İnsan hakları alanında Türkiye’nin pusulası Avrupa’ya dönük olduğu kadar evrensel insan hakları hukukuna da dönük olmalıdır. HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 5 Türkiye kendisine yalnızca Avrupa Konseyi’nin başarılı bir öğrencisi olma hedefini biçmemelidir. Türkiye’nin Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerinde insan hakları içtihatlarına katkı yapabilmesi için imzaladığı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Sözleşmelerini de hayata geçirmesi gerekmektedir. Kötüyasayokdakötüyargıçmı vardır? Kısaca açıklamaya çalıştığım bu üç alan hukuki olarak AYM’nin evrensel insan hakları hukukuna yapacağı katkılara önemli sınırlamalar gerektirmektedir. Ancak bu noktada ‘iyi yasa kötü yasa yoktur, iyi yargıç, kötü yargıç vardır’ deyişinin çerçevesinde AYM’nin bireysel başvuru işlemeye başladığında kullanacağı yorum yöntemleri ile bu görünen sınırlamaların üstesinden gelip gelemeyeceğini tartışmamız gerekmektedir. İlk olarak AYM’nin önündeki en ciddi sınırlamaya, kendi hak kataloğuna Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamı zorunluluğu getirmesine değinelim. AYM’nin bu sınırlamanın üstesinden gelebilmek için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kendi önündeki dava ile ilgili olarak nasıl karar verebileceğini tahmin etmesi gerekmektedir. Eğer benzer bir konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde değerlendirilmişse AYM’nin işi biraz daha kolay görünmektedir. Örneğin cinsel tercihinden dolayı medeni, sosyal, ekonomik haklar alanında ayrımcılığa uğramak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde sayısız kez test edilmiş bir alandır. Benzer bir davanın AYM’nin önüne gelmesi durumunda Anayasayı yorumlarken göz önüne alabileceği zengin bir ayrımcılık içtihadı vardır. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde henüz test edilmemiş ya da test edildiğine Avrupa’da asgari ortak müşterek olmaması sebebi ile ihlal kararı çıkmayan davalarda AYM’nin işi daha zor görünmektedir. Strazburg’da benzeri olmayan bir davada AYM’nin, hem Strazburg’un ne yapacağını içtihadı ışığında tahmin etmesi hem de AYM’nin karar vermesinde uygun bir yöntem olmayan Avrupa’daki taban belirlemeye karşı Strazburg’un hassasiyetini göz ardı etmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle, AYM yaşayan belge doktrini ve diğer uluslararası insan hakları sözleşmeleri ışığında kararını vermelidir. Bu bakış açısı 90.ve 148. maddeler arasında lafzen açılmış olan aranın kapanmasında da önemli yol oynayacaktır. AYM’nin, Strazburg içtihadının hakların kapsamının önünü açıcı yöntemlerini benimsemesi, Anayasanın 3. bölümünde yer alan ekonomik ve sosyal hakların bireysel başvuru alanı dışında kalmasını yine de 6 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 engellememektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında ekonomik ve soysal hakların medeni ve siyasal haklarla kesiştiği alanlar olduğunu kabul etse de bu bakış açısı ekonomik ve sosyal hakların kendi başlarına yargı denetimi altında olması ile aynı değildir. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1. Protokol 2. maddesinde düzenlenen, hiç kimsenin eğitimden mahrum edilemeyeceği hakkı Birleşmiş Milletler Ekonomik Soysal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin 13. ve 14. maddelerinde düzenlenen eğitim hakkından çok daha dar bir kapsama sahiptir. Sonuç olarak, AYM’nin omuzlarına düşen insan hakları evrensel standartlarına göre yargılama sorumluluğu, Anayasada yapılan değişiklik ve usül kanunu ile kolaylaşmaktan çok zorlaşmıştır. AYM, Anayasanın 148.maddesinin kendine açtığı yolda yürürken at gözlüklerinden kurtulmanın da yollarını aramaya başlamalı ve bireysel başvuru hakkını, anayasal haklar ve 90. madde çerçevesinde Türk hukukunun parçası olan insan hakları hukuku arasındaki boşluğu daraltmak için bir fırsata çevirebilmelidir. AYM’nin 10 Mart 2011’de verdiği Medeni Kanunun kadının evlendikten sonra soyadı seçim hakkını engelleyen 187.Maddesinin Anayasa’ya aykırı olmadığı yönünde verdiği karar, bireysel başvuru yolu ile dünya anayasa mahkemeleriyle insan hakları hukuku diyaloğuna girmesinde umut kırıcı bir gelişme olmuştur. 1 Bireysel başvurular aracılığı ile insan hakları hukuku içtihadına önemli katkılar yapan mahkemeler arasında Almanya, ABD, Birleşik Krallık, Arjantin, Hindistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Kolombiya, Kosta Rika, Meksika Anayasa Mahkemelerini sayabiliriz. 2 Bkz: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası m. 148/3. 3 Yaşayan belge doktrini Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşme metninde açık olarak bulunmamasına rağmen insan hakları hukukunun değişen toplumsal, ekonomik ve siyasi koşullara ayak uydurması gerekliliğinden yola çıkarak sözleşmedeki hak tanımı alanını genişletmesini sağlamaktadır. Örneğin bizim Anayasamızda bulunan sağlıklı ve dengeli çevrede yaşama hakkı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde bulunmamakla beraber, Mahkeme bu hakkın özel hayat ve aile hayatını koruma kapsamında değerlendirilebileceğine karar vermiştir. Bkz: Lopez Ostra İspanya Kararı, başvuru no. 16798/90, 4 Aralık 1994. 4 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, mülkiyet hakkının kapsamını çok geniş yorumlamaktadır. Örneğin eğer bir kişi meşru bir beklentiye rağmen devletin kazanç hakkını engellediğini tespit edebilirse Strazburg bu tür talepleri mülkiyet hakkı çerçevesinde ele alacağını söylemiştir. Bkz: Iatridis - Yunanistan, başvuru no: 31107/96, 25 Mart1999. 5 Bkz: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 19. 6 Bkz: Schalk ve Kopf Avusturya Kararı, Başvuru No 30141/04, 24 Haziran 2010 (Büyük Daire). 7 Örneğin AİHS’de açık olarak düzenlenmese de kadına karşı şiddet konusunun değerlendirildiği Opuz Türkiye davasında bu yöntem ağırlıklı olarak kullanılmıştır. Opuz Türkiye Kararı, başvuru no: 33401/02, 9 Haziran 2009. Üç özel yetkili mahkeme daha kuruldu Varlığı tartışılan özel yetkili mahkemelere yenileri eklendi. HSYK, kamuoyunda yoğun eleştirilere konu olan ve hatta kaldırılması için yasa teklifi verilen özel yetkili mahkemelere 3 adet daha eklenmesine karar verdi. Yargı-Sen kapatıldı Ankara 15. İş Mahkemesi, Ankara Valiliği’nin başvurusu üzerine Yargıçlar ve Savcılar Sendikası’nın (Yargı-Sen) kapatılmasına karar verdi. Hükümetin yargıda yaptığı değişiklere sert çıkışlarıyla gündeme gelen Yargı-Sen, Yargıtay Savcılığı’ndan İstanbul’a tenzil-i rutbe ile atanan Ömer Faruk Eminağaoğlu tarafından 20 Ocak’ta kurulmuştu. Yaptığı açıklamada karara tepki gösteren Eminağaoğlu, “Önümüze, tamamen bir siyasi baskıyı yansıtırcasına bu dava açılarak çıkıldı. Bu süreçte Yargı-Sen’in yönetim kurulu üyeleri Ankara dışına atanarak sendikanın etkin bir şekilde çalışması engellendi. HSYK’nin yapmış olduğu o işlemler mahkemede bugünkü kararın yol göstericisi ve etkileyicisi niteliğindeki işlemlerdir. Mahkeme bu yolla etki altına da alınmıştır” dedi. Deniz Feneri savcıları görevlerinden alındı. Ankara Cumhuriyet Başsavcısı İbrahim Ethem Kuriş, Deniz Feneri e.V. vurgununu soruşturan savcılar Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz ve Abdulvahap Yaren’i görevden aldı. Soruşturma dosyası için iki yeni savcı görevlendirildi. Savcıların kararı yakın çevresine “soruşturmanın önü kesildi” şeklinde değerlendirdiği belirtildi. Savcıların, görevlerine devam etmeleri durumunda 16 Ekim 2009’da aranan Kanal 7’yle ilgili arama kararını önceden şüphelilere bildirerek delillerin silinmesine neden olan köstebekleri gözaltına aldıracakları ve sorgulayacakları öğrenildi. Savcılara kovuşturma izni Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu 2. Dairesi, Deniz Feneri e.V. bağlantılı soruşturmayı yürütürken görevden alınan cumhuriyet savcıları Nadi Türkaslan, Abdulvahap Yaren ve Mehmet Tamöz hakkında kovuşturma izni verilmesine karar verdi. Gemisini kurtaran kaptan... KemalYazgan Avukat, İzmir Barosu A DA ‘her koyun kendi bacağından asılır’ anlayışı yerine, herkesin herkesten sorumlu olduğu düşüncesi insanlık aleminin yerleşik kültürü olarak yaygınlaştırılabilse imiş dünya bugün ne durumda olurmuş diye düşünürken, dalmışım.. Elime fırsat geçmişken gönlüme göre dünyalar kuruyor, hülyalar aleminin huzur veren engin ufuklarına uzanıyorum. Önümde kımıltısız, masmavi, uçsuz bucaksız bir deniz. Üzerine inciler serilmiş gibi parıldayan ipek gibi kumsalında aydınlık yüzlü insanlar. Kimi bağdaş kurup oturmuş, kimisi uzanmış, kimi de eli cebinde dolaşıyor. Bir ada mı burası? Thomas More’un Utopia’sı 16. yüzyıllarda kaldı. Şimdi kalkıp da More’un hayallerinden yola çıkarak sınıfsız toplum, eşit paylaşım, kadın-erkek eşitliği, savaşa hayır… desem, kimbilir nasıl başıma ağrılar girer, beynime hafakanlar basar… demeye kalmadan ilerden bana el eden Cengiz İlhan Ağabey… - Şaşkınlıkla soruyorum.. Görmeyeli neler yapmaktasınız? Kimlerlesiniz? - Kimlerle değiliz ki.. Bizden öncekiler, sonrakiler… Özlediğin pek çok kişiyi burada görebilirsin demeye kalmadan az ileriden Nevzat (Erdemir) gülerek yanına çağırıyor. Fehmi (Çam), Kasım (Sönmez), İskender (Özturanlı) Ağabey, Hasan (Yalçın), Ümit (Aydil), Nedim (Aksoy), Muhsin (Ergazi). Hangisini sayayım. Meşveret hazır.. Gözlerimiz ışıldıyor. - Gel bakalım gel.. “elime düştün işte” diyor Fehmi.. bu kez Nevzat’la ben değil, sen konu mankeni olacaksın! Biz söyleşeceğiz, sen izleyeceksin.. Şimdi kaldığımız yerden devam edelim. İskender Ağabey “hukuk devleti”, diyordun. Y “BAŞINA BUYRUK YÖNETİMLER..” İskender Özturanlı bu, takılmadan durabilmesi mümkün mü? “Hayatta iken buluşup bir röportaj yapma olanağımız olmadı! Kısmette nerede karşılaşmak varmış. Otur da dinle bakalım.” “Arkadaşlar, siyasal iktidarın ancak ‘Aydınlanma Çağı’ ile birlikte laiklik ilkesinin uygulama alanına getirilmesi sonucunda gökten yere inip, ayağının toprağa bastığını ve yönetici kadroların hukukla sınırlandırıldığını unutmamak gerekir. Artık siyasal erk, hukuka bağlı olacak, işlem ve eylemlerini hukukun odak noktası olarak anayasa çerçevesinde gerçekleştirecektir. Başına buyruk yönetim itilmiş, atılmış ve dışlanmıştır. Hukuka bağlı devlet sistemi bu suretle çıkmıştır günyüzüne.”(1) Ne dersiniz Sayın İlhan? Cengiz İlhan söze kamu görevlilerinden girip somut bir saptamasını aktarıyor: “Yetmişli yıllardan itibaren ‘devlet’ özellikle Sayın Demirel’in etkisiyle siyasi jargona, günlük konuşma diline daha fazla oranda girmeğe başlamış, devlet kavramıyla yönetim, hatta kamu görevlileri özdeş hale getirilmiştir. Oysa, çağdaş demokratik hukuk devletinde hiç kimse, hiçbir yönetici devletin sahibi değildir, devletle özdeşleştirilemez. Devletin sahibi toplum, toplumu teşkil eden bireylerdir… Kamu görevlileri ile yurttaşların bir tutulması gerekir… Halen yürürlükte midir bilmiyorum, İtalyan Anayasasında bir hüküm vardı, diyordu ki, memur ‘halkın hizmetkârı’dır. ” (2-3) Kasım ironiyle gülümsüyor. “Görüyorsun dünyalı, biz bıraktığımız yerden devam ediyoruz, sen anlat şimdi, sıla ne alemde? Şu kanun hükmünde kararname gürültüsü nedir? Gerçi buradan tekmil evreni gözlemiyor değiliz, ama bir de senden dinlemek isteriz.” HAYALİ CİHANA BEDEL.. Ne demeli? Her gelen gün bir öncekinden daha iyi, daha umutlu! Bakın geldiğimde hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı gibi bildik konular üzerine söyleşiyordunuz. Artık bizler bunları konuşmuyor, yeni Anayasamız sayesinde günlük hayatımızda bunları yaşayarak görüyoruz. Bunu da ülkemiz, hukukun üstünlüğünü sağlayacak evrensel ilkeleri büyük ölçüde anayasa hükmü haline getirip, kuvvetler ayrılığı ilkesinin gerçek anlamıyla işlemesini sağlayacak kurallara anayasasında yer vermek suretiyle başardı. Bundan böyle ortaya çıkıp yasama ‘iktidar partisi başkanının güdümünde’ denilemeyecek. Çünkü artık seçim sisteminden milletvekili adaylığının belirlenmesine kadar pek çok önemli düzenleme yasalara bırakılmayıp anayasa hükmü haline geldi. Örnekse, 1965 seçimlerinde yasa hükmü olarak ilk kez gerçekleştirilen nispi temsil sisteminin ‘ulusal artık’ (milli bakiye) uygulaması bunlardan yalnızca biri. Üstelik bundan böyle milletvekili seçimlerinde baraj da söz konusu olmayacak. Böylece seçime katılan her siyasal parti aldığı oya göre milletvekili çıkarma olanağı bulabilecek. Gerçek demokratik bir sistem için elbette bununla yetinilecek değildi. Yasama organı yeni bir yasa ile milletvekili adaylarını belirleme yöntemini de değiştirdi. Yeni yasada milletvekili adaylarının saptanmasında, son altı aylık ödentilerini ödemiş olmak kaydıyla partilerin üyeleri tarafından seçimi ilkesi benimsendi. Önümüzdeki seçimlerden başlamak üzere Parti başkanlarınca gösterilecek çok az sayıdakilerin dışında adayların tümü bu yöntemle belirlenecek. Böylece seçilecek milletvekillerine yasama faaliyetlerinde kendilerini genel başkanın güdümünde olmadan özgürce hareket edebilme olanağı tanınmış oldu! SIKI DURUN! Bizleri de, sizin alemi de ilgilendiren, ‘bu da nereden çıktı?’ dedirtecek bir başka haberi vereyim. Artık yatıp kalkıp ‘yargı bağımsızlığı’ muhabbeti yapamayacağız! Az önce Cengiz İlhan, yargının ulus adına, yani hepimiz adına karar verdiğini, bunun da mahkemenin hüküm verme gücünü devletten değil, toplumdan aldığını söylüyordu. Bunun için de mahkemelerin bağımsız olması gerekiyordu. Cengiz Ağabeye müjdeyi vereyim. Hukukçuların, düşünürlerin gerçek adaletin sağlanması bağlamında yüzyıllardan bu yana tartışarak ulaştıkları ve geçmişte ülkemizdeki anayasal düzenlemelerde de gördüğümüz ilkelerin en önemsenilenlerine bu yeni anayasada yer verildi. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşumuna bir bakın. Kurulun, baroların seçeceği ikisi dışındaki diğer üyeleri yüksek mahkeme yargıçları tarafından kendi üyeleri arasından ve gizli oyla seçilecek. Böylece Cengiz İlhan’ın ısrarla savunduğu barolardan üye alınması gerektiği görüşü de gerçekleşmiş olmaktadır. HSYK toplantılarına eskiden olduğu gibi adalet bakanı da yine HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 7 katılabilecek. Ama kurulun başkanı olarak değil, oy hakkı bile olmayan bir gözlemci olarak. Müsteşarın ya da bir başka bakanlık yetkilisinin ise esâmisi bile okunmayacak! Bu arada özel yetkili mahkemeler kavramının da tarihe karışmış olduğunu kaydetmeliyim. Ayrıca Anayasanın KHK çıkarma yetkisini düzenleyen 91. maddesini karşılayan yeni maddede yasa hükmünde kararname düzenleme alanı eskisine göre önemli ölçüde daraltılıp sınırlandırılmış durumda. Daha da önemlisi, bu kararnameler eski uygulamanın aksine TBMM’ne sunulup onaylanmadan önce Resmi Gazete’de yayımlanıp yürürlüğe giremiyor. Ama yasamanın yürütmeye ayak bağı olma olasılığı da düşünülmemiş değil. Bunun için Anayasada yasamaya da ödevler yükleniyor. Meclis tatilde bile olsa onbeş gün içinde olağanüstü toplantı yapılıp üç gün için de kararname görüşülerek sonuçlandırılmak zorunda. Bu anlattıklarım ezelden beri süregelen geleneksel kuşkularınızı bir nebze azaltmış olsa gerektir. Öyleyse bundan böyle özel uğraşlarınıza daha fazla yoğunlaşıp keyfinize bakabilirsiniz. Cengiz Ağabeyim hikâyelerine, Fehmi arkadaşım fıkralarına, Nevzat kardeşim şiirlerine dönebilir… ..demeye kalmadan gözlerimi açıyorum! Kısa bir şaşkınlık, duraksama.. Toparlayıp kendime geliyorum. Meğer bütün bunlar rüya değil miymiş?!.. mek çok gariptir. İngilizlerin bu neticeden memnun oluşları kabinenin Avam Kamarasının bünyesinden meydana gelen bir teşekkül olmasından ve Avam kamarasının kamu oyunu gerçekten temsil eden bir kuruluş meydana getirmesindendir” (4) Bizde TBMM’nin kamuoyunu gerçekten temsil eden bir kuruluş olduğu konusunda bir kuşku mu var? Ayrıntıya girmeye gerek yok; bir düzenlemeyi enine boyuna inceleyip tartışarak, çerçevesini belirleyip yasa hükmü biçimine sokulması kolay değil! Gelinen zaman içinde ortaya çıkan gereksinmeyi geçmişteki mevzuatla karşılaştıracak, eksiklerini fazlalıklarını belirleyeceksin. Bilimsel görüşlere, uygulamadaki yerleşik yargısal içtihatlara bakacaksın. Yararını, zararını ölçüp biçeceksin. Bir tasarının, taslağın ‘komisyona havale’ edilmesi, tartışılması gülmeceye konu olsun diye değil, yürürlüğe girdiğinde toplumu, bireyi, düzeni etkileyecek olmasından. İyi de işler yavaş gidiyor! Bırakın ‘acele işe şeytan karışır” demeyi bir yana. Yürütme olarak aceleyle çıkardığım kararnamelerde hata yapılmış ise yine düzeltecek olan benim! Bakın, haziranın başında yeni bir bakanlık kurdum, baktım olmadı, ay sonunda yeni bir düzenleme ile bunu iki ayrı bakanlık haline getirdim! Yasamaya bıraksaydık bu kadar seri yapabilir miydi?! GÜN BAŞLARKEN Bu uygulama ile yasama kendisine tanınmış yetkileri yürütmeye devretmiş olur mu, olmaz mı, tartışıladursun… 6223 sayılı son yetki yasasının yürürlüğe girdiği 3 Mayıs 2011’den bugüne değin geçen 6 aylık süre içerisinde Bakanlar Kurulu’nca düzenlenip yürürlüğe konulan KHK sayısı 28’e ulaşmıştır. Bu tatlı düşlerden sonra neresinden başlamalı? Elbette en kolayından! İşin kolayı, pratiği, kafayı az yoranı tercih nedenidir. Bizde bir işin sürüncemede kaldığını anlatmak için “komisyona havale edildi!” denilir. Bu yüzden değil midir yasama yavaş çalıştığı için yürütmeye ayakbağı oluyor diye yakınılması. Kolayı nedir denilirse yanıt hazır: Yasa hükmünde kararname. Hele başbakanın başkanı olduğu iktidar partisi mecliste mutlak çoğunluğa sahipse bu yetkiyi bir çırpıda alıp yürürlüğe koymak güç değil. Değil mi ki yasama tatile çıkınca yürütmenin eli ayağı bağlanmış oluyor, neden kolay çözüm yoluna başvurulmasın! Bir de yetkiyi veren kurumun halkın özgür iradesiyle oluşturduğu dikkate alınırsa, onun görevini üstlenip yasamanın aylarca beceremeyeceği yasaları ‘kanun hükmünde kararname’ adıyla yürürlüğe koyabilirsin. Bülent Nuri Esen Hocam sağ olsaydı, büyük olasılıkla sözü İngiltere’ye getirerek, yine, “Bütün tarihi yürütme kuvvetinin üstünlüğüne karşı mücadele ile geçmiş ve bu mücadeleyi zafere ulaştırmış bir memlekette bugün yine yürütme üstünlüğünün cari olduğunu gör8 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 OSMANLI’DAN 1971’E.. Osmanlı’nın 1876 Kanun-u Esasi’sinden kalkıp gelen ve fakat Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluş yıllarında, sonrasında ve 1961 Anayasasında kendine yer bulamayan kanun hükmünde kararname yetkisi, 1971 döneminin devşirme Erim Kabinesi sayesinde Anayasaya girdikten bugüne değin aralıksız olarak yürütmenin kolunun gücü olarak varlığını sürdürüyor.. Benzer uygulamaları kırk yıldır içine sindirebilen bir toplumda, iktidarlardan, onun etkisindeki yasamadan çağdaş, demokratik bir anayasa bekleyenler bırakın düşlerinden uyanmasınlar!... (1) İzmir Barosu Dergisi, Ocak/2000, s. 30. (2-3) İzmir Barosu Dergisi, Nisan/2000 – Sayı:2, s.65 ve Nisan/1996, s. 58 (4) Prof. Dr. Bülent Nuri Esen, Anayasa Hukuku, Mayıs 1963. s. 197 TBB’nin Düşük Ücret Uyarısı Türkiye Barolar Birliği, barolara bir yazı göndererek bazı avukatların yasa ve yönetmelik hükümlerine aykırı biçimde asgari ücret tarifesi altında ya da müvekkilinden hiç ücret almaksızın iş takibi yaptıklarına ilişkin şikayetler aldıklarını belirterek usulüne uygun hareket etmeyen üyeleri hakkında disiplin soruşturması açılmasını istedi. Bazı avukatların bunun da ötesinde hizmet verdiği kurum ve kişilerle yaptıkları sözleşmeler gereğince mahkeme ve icra dairelerince taktir edilen vekalet ücretinden bir bölümünü müvekkiline verdiği kaydedilen yazıda, Avukatlık Yasasının 35/2. maddesi ile Yönetmeliği'nin 73/A ve devam maddelerinde öngörülen kurallara aykırı davranışların disiplin cezasını gerektireceği ve fiilin tekerrüründe artarak uygulanan cezalarla sonuçta meslekten çıkarma cezasının uygulanması gerektiği belirtildi. Birlik yazısında barolar da uyarılarak özetle şöyle denildi: “Barolarımızın mevzuata uygun davranışları sağlaması asli görevlerindendir. Konuya ilişkin baro bölgesindeki icra daireleri ve hukuk mahkemelerinden bölgede faaliyet gösteren bankaların, telefon şirketlerinin, elektrik dağıtım şirketlerinin leh ve aleyhlerinde açılan icra takipleri ve davalarda, barolarına kayıtlı avukatlarından vekalet görevi üstlenenlerin, isim ve soyadlarını yazılı olarak istemeleri, isimleri bildirilenlerin Avukatlık Kanunu Yönetmeliğine uygun belgeleri Baroya ibraz edip etmedikleri denetlemeli, belge vermeyen veya eksik belge veren avukatların sözleşme örnekleri ve ilgili belgeleri kendilerinden istenmeli, usulüne uygun davranış içinde bulunmayanlar hakkında disiplin soruşturması açılarak, mevzuata aykırı davrananlar hakkında yasal işlemlerin yapılması gerekmektedir. Yasa ve yönetmeliğe uygun davranarak, sırf bu nedenle işlerini kayıp eden meslektaşlarımızın haklarının korunması ve mevzuata aykırı davrananların mevzuatta öngörülen müeyyidelere muhatap kılınmaları mesleğimizin geleceği için gerekli bulunmaktadır.” Anımsanacağı gibi bu konu dergimizin 2. sayısında arkadaşımız Avukat Çetin Turan’ın “Çanlar Kimin İçin Çalıyor!..” başlıklı yazısında Yargıtay uygulaması ışığında ayrıntılarıyla ele alınıp ilgililer uyarılmış ve yasaya aykırı sözleşmelerin bir tarafında avukatın bulunmasının iğneyi kendimize batırmamızı gerektiren bir durum olduğu belirtilerek “Hukukun bir meta haline getirilmesine,alınıp satılmasına; adaletin ayağa düşürülmesine karşı direnmek gerekiyor” denilmişti. 6217sayılıyasaileceza mahkemelerinegetirilentemyiz harcıanayasamahkemesince iptaledildi Eskişehir Çocuk Mahkemesinin 31.3.2011 günlü, 6217 sayılı Yargı Hizmetlerinin Hızlandırılması Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 13. maddesiyle, 2.7.1964 günlü, 492 sayılı Harçlar Kanunu’nun değiştirilen “IV. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları” kısmının “Yargıtay ceza dairelerine yapılacak temyiz başvurularında 40 TL” biçimindeki (b) fıkrasının iptaline karar verilmesi istemini Anayasa Mahkemesi 20 Ekim 2011 Perşembe Günü Yapılan Mahkeme Toplantısında Değiştirilen “IV. Temyiz, istinaf ve itiraz harçları” kısmının (b) fıkrasının Anayasa Aykırı görerek iptal etti. İptal Kararı, kararın Resmi gazetede yayınlandığı tarihten altı ay sonra yürürlüğe girecek. “Öyle bir geçer zaman ki!..” çıkar gelir, karşınıza dikilir. Nasılsın diye sorar, nasılsın?.. Karşınızdaki belki kanlı canlı bir insandır, belki son günlerde gözünüzü her yumuşunuzda giderek belirginleşen bir silüet. O tek kelimelik sorunun yarattığı, yüzünüzdeki gülümsemeyi donduran müthiş bir vicdan muhasebesidir, cevabı ise bir ‘ömür’dür. ÇetinTuran Avukat, İzmir Barosu Diyalog son derece çarpıcıydı; * – – – – – – – – – – – – – Beni hatırladınız mı? Hatırlayamadım. Kolumu koparttınız, nasıl hatırlamazsınız? Öyle bir şey yok. Siz bakanken Burdur Cezaevi’ne düzenlenen operasyonda buldozer kolumu kopardı. Sonra çöplükte köpekler yerken bulundu. Olayın benimle ilgisi yok. Operasyon talimatını Adalet Bakanlığı vermez. Size tehlikeli görünüyor muyum? Hayır, niye? Bize “tehlikeli” diye neler yaptılar. Siz hatırlamadınız ama biz televizyonda sizi her gördüğümüzde anıyoruz. Bebeğimi hiç kucağıma alamıyorum. Mecburen boynuma astığım anakucağında taşıyorum... Operasyonun bizimle ilgisi yok, jandarma yapmıştı, umarım sorumlular cezalandırılmıştır. Kimse ceza bile almadı. AİHM’e gittim. İnşallah kazanırsınız. Siz de bu tabloyu hiç unutmazsınız umarım. * 23 Ekim 2011 tarihli Cumhuriyet Pazar’da Esra Açıkgöz’ün Veli Saçılık ile yaptığı röportajı bir solukta okudum. Zihnimde bir sürü çağrışım. Ben bu olayı hatırlıyorum. Fotoğrafta 34 yaşında bir adam. Sağ kolu Burdur Cezaevi’ndeki operasyon sırasında koparılmış. Yaşamını kalan tek kolu ile sürdürmeye çalışıyor, evlenmiş, sekiz aylık kızını kalan sol koluyla kucaklamış. Gözleri gülüyor. Onca badireden sonra hayata tutunmayı başarmış. “Nazım gibi, yaşamayı ciddiye alıyorum” diyor. “Kolumu itfaiyenin sıktığı suyun içinde molozların, gaz bombalarının arasında arayıp buldu arkadaşlarım, yaralıyı alın, diye bağırdılar, ama iki üç saat bekletildim. Hastanede kolum yanımdaydı. Birkaç saat beklettiler, oysa diyecekleri tek şey; mikrocerrahi yok! İkinci hastanede de mikrocerrahi olmadığı için işlem yapılamadı. İlkin Antalya’ya sevk etseler kurtarılacaktı kolum, daha sonra bir köpeğin ağzında bulundu!.. Bunu annemin getirdiği Cumhuriyet gazetesinden öğrendim... Burdur muhabiri Sergül Canıgür ortaya çıkarmış. Kolumun O gün eşi ve boynuna astığı anakucağındaki kızıyla gezmeye çıktığında, Hikmet Sami Türk ile karşılaşacağı aklının ucundan bile geçmiyordu Veli Saçılık’ın. O, seçim gezisindeydi. Kendisine doğru bebekli bir çiftin yaklaştığını gördüğünde ise gülümsüyordu.. * O anda Veli Saçılık sordu; “beni hatırladınız mı?..” * koparılması, ringde işkence, hastanede sağlam elime kelepçe, ayağıma kan toplayacak sıkılıkta zincir vurulması… Yine de benim için en garip olay, bir mahkûmun kolu köpeğin ağzında bulundu, haberiydi. Anlatması zor.” diyor. * Siz istediğiniz kadar ‘oldu bitti, geldi geçti’ diye düşünün. Gerçek bütün çıplaklığı ile hiç beklemediğiniz bir yerde, hiç ummadığınız bir anda 1999’da Burdur Cezaevinde operasyon yapıldığında Baro Başkanı’ydım. O gün Cumhuriyet gazetesinde bir hükümlünün operasyon sırasında kopan kolunun çöplükte bir köpeğin ağzında bulunduğu haberi yer almıştı. Yönetim Kurulu olarak çok sert tepki gösterdik. İlgilenenler bu tepkileri İzmir Barosu 2000 Çalışma Raporu’dan ayrıntılı olarak izleyebilir. Veli Saçılık’ın suçu neydi, hangi nedenle mahkum olmuştu, kaç yıla hüküm giymişti bilmiyorduk. Bunun hiçbir önemi de yoktu. Ortada bir insanlık ayıbı vardı. Şimdi röportajdan öğreniyorum, 1995’te bildiri dağıtırken yakalandığında 18 yaşındaymış, üç yıl dokuz ay ceza almış.. Yedi ay Ulucanlar Cezaevinde kalmış, sonra Burdur’a sevkedilmiş. Kamuoyuna geniş bir açıklama yaparak olayı kınadık, cezaevine kepçeli dozerli müdahalenin sorumlularının derhal görevden alınmalarını, haklarında idari ve cezai kovuşturma yapılarak cezalandırılmalarını, eşitlikçi, insan haklarına ve onuruna uygun ceza infaz uygulamasının derhal hayata geçirilmesini istedik. Aynı mahiyette bir başka yazı ile de Adalet Bakanlığı’na durumun vahametini hatırlatarak derhal soruşturma açılmasını ve soruşturmanın selameti için Burdur Valisinden cezaevi yetkililerine, gardiyanlara kadar, tümünün görevden alınması gereğini hatırlattık. * Evet, gününü geçirmeden, zamanında, her şey olup biterken, neredeydik, ne yapıyorduk, ne diyorduk?.. Bunu hepimiz kendi kendimize sormalıyız. Hiçbir koşulda, susmamalı, sinmemeliyiz. Ne yapacaksak, yerinde, zamanında ve yeterince yapmalıyız. Günü gelir bize de sorarlar, neredeydin?.. HUKUK DÜZLEMİ 3 • KASIM 2011 • 9 DOSYALARDA DEVAMLILIK!.. Başka mahkemeye atanan hakim dosyaları da götürecek mi? GülşenKorkmazKahraman Avukat, İzmir Barosu Son zamanlarda yargıda yaşananlar, hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsız olması gerektiğine gönülden inanmış, aklıselim sahibi hukukçuların dikkatini çekiyordur. Dikkat çekmek bir yana, artık her şey o kadar “gözümüze parmak batırırcasına” yapılıyor ki, hukukçu olsun olmasın, sağduyulu insanların yargıda yaşananların farkına varmaması mümkün değil. Ben de bu yazımda yargıda bizzat yaşadığım, “bu kadarı da olur mu artık?” diyecek kadar beni hayrete düşüren bir olayı meslektaşlarımla paylaşmak istedim. İzmir mahkemelerinde bir çek iptali davası açmıştım. Davanın düştüğü mahkeme belli oldu ve tarafıma duruşma günü tebliğ edildi. İlk duruşmaya girmek için mahkeme salonuna gittiğimde, dosyanın başka bir mahkemeye gönderildiğini, yargılamaya orada devam edileceğini söylediler. Bir anlam veremedim ama duruşmayı kaçırmamak için dosyanın gönderildiği mahkemeye gittim. Duruşma henüz başlamamıştı. Mahkeme salonunda birkaç avukat arkadaş ile birlikte hakimin gelmesini beklemeye başladık. Bir taraftan da dosyamın buraya gönderilmesine bir anlam veremediğim ve merakımı da gideremediğim için görevli memura sordum. Aramızda geçen konuşma aynen şöyle: meye, önceki görev yaptığı mahkemenin dosyalarını alıp nasıl götürebilirdi? Bu sayın hakimin mahkeme dosyalarıyla ne tür bir bağı vardı? Memurla aramızda bu konuşmalar geçerken, yanımda oturan bayan meslektaşım da hayretler içinde kalmış, tepkisini “Yani şimdi Hakkari’ye tayini çıksa, dosyaları oraya mı götürecekti?” diyerek dile getirmişti. Mahkeme hakimi geldi. Listenin ilk sırasında olduğundan, benim dosyamla duruşmaya başlandı. Dayanamadım gülerek sordum: - Hakim bey, bir yere gitmiyorsunuz değil mi? Hakim soran gözlerle bakınca ekledim: - Mahkemenizin diğer yargıcı giderken dosyaları da götürmüş de, giderseniz siz de götürür müsünüz diye endişe ettik arkadaşlarla. Hakim gülerek: - Ben götürmem merak etmeyin, dedi. - Yirmi iki senelik avukatım, böyle bir şey görmedim. Hakim bey hangi yasaya dayanarak dosyaları götürdü? - HSYK’nın genelgesinde “dosyalarda devamlılığın sağlanması” diye bir ibare varmış. Ona istinaden alıp götürdü sanırım. Sonra, salondaki avukat arkadaşlara da dönerek: - Bilmem sizler ne düşünürsünüz, diye sordu. Bizler de: - İyi şeyler düşünmüyoruz, dedik. - Benim dosyam niçin sizin mahkemenize gönderildi? - Yok yok, kötü bir şey düşünmeyin, dedi, meslektaşını korumak istercesine. - Yeni mahkeme açıldı avukat hanım, o nedenle. HSYK’nın dosyalarda devamlılığın sağlanması gerekçesi karşısında, hemen aklıma “Deniz Feneri Savcıları” geldi tabii ama ne yeri ne de zamanı olduğu için, konuyu açmadım ve duruşmaya geçtik. - Ama benim bildiğim yeni mahkeme kurulunca yeni dosyalar da o mahkemeye gider, benim dosyam neden size geldi? Memur biraz çekinerek: - Avukat hanım bir hakimimiz vardı. Yeni mahkemeye atandı. Giderken dosyalarını da aldı, götürdü. - Nasıl yani, şaka yapıyor olmalısınız . - Hayır, gayet ciddiyim. Bunca senelik memurum ben de böyle bir şey görmedim. Bizim işler de bu yüzden karıştı. İnanamıyordum. Bir hakim atandığı mahke10 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 Ticari davalarda dosyalarda devamlılığın sağlanması gerekçesiyle hakimin dosyaları alıp götürmesine izin veriyorsunuz, ancak kamuoyunu ilgilendiren çok önemli bir soruşturmayı yürüten savcıları görevlerinden alırken, dosyalarda devamlılık aklınıza bile gelmiyor. Bu sayın yargıç o dosyalarla ilgili olarak, dosyaların kendisi tarafından tamamlanıp karara bağlanması konusunda herhangi bir organ, makam, merci veya kişinin emir veya talimatına, tavsiye ya da telkinine maruz kalmış mıdır? Dosyaların götürülmesi konusunda komisyon başkanının tavrı ne olmuştur? Dosyaları taşıyan hakimin dosyalarında devamlılık gözetilirken, başka mahkemelerdeki dosyalar yer değiştirmekte olup, bu dosyalardaki devamlılık neden gözetilmemiştir? Yeni bir uygulama mı başlamıştır? Bundan sonra hakimler, atandıkları mahkemelere (görev alanı aynı olmak koşuluyla), canlarının istediği dosyaları da götürebilecekler midir? Soruları çoğaltmak mümkün. Hakimlik bir meslek memurluğudur. Herhangi bir memurun ilgilenmekte olduğu dosyayı, işi vs.’yi atandığı yere taşıması nasıl ki mümkün değilse, bir hakimin de mahkeme dosyalarıyla kişisel ilişki kurup, “Bu dosyalar benim dosyalarım” diyerek istediği yere taşıması mümkün değildir. Böyle bir uygulamanın önünü açarsanız, varlığı şüpheli olan yargı bağımsızlığını tamamen ortadan kaldırır, yargıda kaosa neden olursunuz. Unutmayalım ki bağımsız yargı ve hukukun üstünlüğü hepimiz için hatta devletimizin varlığı için olmazsa olmaz koşuldur. Hakimlerimiz, hukukun üstünlüğü kavramının, “devletin içindeki tüm mekanizmaların önceden tespit edilmiş bazı kanun ve kurallar içinde işleyeceği” kuralını da içerdiğinin bilincinde hareket etmelidirler. Kimsenin anayasanın ve diğer yasaların tespit ettiği görev ve yetkileri aşma, değiştirme gibi bir gücü yoktur.Hukuk herkesin üzerindedir ve dolayısıyla devlet keyfi değildir. Yarsav, Deniz Feneri soruşturmasını yürüten üç savcının görevlerinden alınarak yerlerine iki savcının görevlendirmesiyle ilgili olarak; Bu dosya taşıma olayı karşısında insanın aklına şu tür sorular geliyor: “Üzülerek ifade etmeliyiz ki artık epeyce aşınmış olduğunu gördüğümüz bağımsızlık duvarının arkasındaki yargıç ve savcılar her türlü tasarrufa açık hale gelmişlerdir.” açıklamasını yapmıştı. Bu sayın yargıç atandığı mahkemeye taşıdığı dosyalarla nasıl bir şahsi bağ kurmuştur? Yargıda olan biteni gördükçe, Yarsav’ın bu açıklamasına katılmamak mümkün mü? ESKİ VE YENİ HUKUK USULÜ YASALARINDAKİ SÜRELER Ankara Barosu avukatlarından Tahir Büyüktanır, 1 Ekim 2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda belirlenmiş olan süreleri, eski HUMK’daki sürelerle karşılaştırmalı olarak tablo halinde bir arada göstermek suretiyle uygulamada yardımcı olmak amacıyla meslektaşlarının bilgisine sunmuştur. Sayın Büyüktanır’ın hazırladığı tabloyu aşağıda aynen veriyoruz.. 1086 HUMK (Madde) SÜRELER (ESKİ) KONULAR 6100 HMK (Madde) SÜRELER (01.10.2011) 193 On gün Görevsizlik, yetkisizlik kararı üzerine görevli ve yetkili mahkemeye başvuru 20-(1) İki hafta 34 İlk duruşma Hâkimin reddi 38-(1) İlk Duruşma 34 Beş gün Hâkimin reddi dilekçesine, karşı yanın cevap süresi 38-(5) Bir hafta - - Ret talebinin incelenmesi 42-(6) İki hafta 36/A Yedi gün Ret talebine ilişkin karara karşı istinaf 43-(2) Bir hafta 361B Yedi gün Ret talebine ilişkin kararların temyizi 44-(2) Bir hafta 46-(3) Bir yıl Devletin sorumluluğu, rücu, zamanaşımı Av.K.41 On beş gün İstifa eden vekilin, sorumluluğunun devamı 82-(1) İki hafta 160 vd. - Sürelere ilişkin ortak hükümler 90 vd. - 168 10 gün Eski hale getirme süresi 96-(1) İki hafta 177 Yedi gün Adli tatilde biten sürenin uzaması 104-1) Bir hafta - - Harç ve gider avansı ödenmesi 120-( 1) Başvuruda - - Harç ve gider avansı tamamlanması için verilecek süre 120-(2) İki hafta 195 10 gün Davaya cevap süresi 127-(1) İki hafta 195 - Davaya cevap, hâkimin vereceği azami ek süre 127-(1) Bir ay 198 Üç gün Cevap dilekçesindeki eksikliğin giderilmesi için ek süre 130-(1) Bir hafta 203 On gün Karşı dava açma süresi, cevapla birlikte 133 İki hafta 209-2 On gün Cevaba cevap ve ikinci cevap dilekçesi 136-(1) İki hafta 215 On gün Ön inceleme duruşması, delil ibrazı 140-(5) İki hafta 409 Bir ay Dosyanın işlemden kaldırılması, harçsız yenileme 150-(3) Bir ay 409-3 Üç ay Davanın açılmamış sayılması 150-(4) Üç ay Islah nedeniyle yargı gideri ve karşı yanın zararları için teminat yatırılması 178-(1) Bir hafta Davanın tamamen ıslahı, dilekçe verilme süresi. 180-(1) Bir hafta Davayı kısmen ıslah edene işlem için verilecek süre. 181-(1) Bir hafta 89 Üç gün içinde 89 - - Resmi evraktaki yazı ve imzayı inkâr edene dava açması için verilecek kesin süre 208-(4) İki hafta 258 İki gün Tanığın davet edilmesi 243-(2) Bir hafta 277 Üç gün Bilirkişinin reddi 272-(3) Bir hafta - - Bilirkişinin görev süresi 274-(1) Üç ay - - Bilirkişinin mazereti, bildirme süresi 275-(1) Bir hafta 283 Bir hafta Bilirkişi raporuna itiraz süresi 281-(1) Bir hafta HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 11 Hukuk Devleti ve HES Uygulamaları DeryaDevinerERGUVAN Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi İdare Hukuku Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi. Giriş Ülkemizin birçok bölgesinde HES (Hidroelektirk Santrali) projelerinin hayata geçirilmesiyle birlikte, yenilenebilir enerji kaynakları meselesi de ekonomik, sosyal, çevresel ve hukuki boyutlarıyla tartışılmaya başlanmıştır. Fosil yakıt temelli enerji üretim ve tüketiminin doğaya olumsuz etkisinin bilimsel netlik kazanması ve söz konusu enerjiyi ithal ediyor olmamız nedeniyle, yenilenebilir enerji kaynaklarından olan HES’lerin akarsu zenginliği taşıyan ülkemizde gündeme gelmesi şaşırtıcı değildir. Diğer yandan, bir enerji kaynağının “yenilenebilir” olmasının, İdarenin öncelikle yasakoyucu ve sonrasında bizzat kendisi tarafından bilimsel verilere dayanılarak hazırlanan hukuk kurallarına ve bu bağlamda verilen İdari Yargı kararlarına uygun davranılması ile doğru orantılı olduğu da ortadadır. Biz de bu noktada, kanuni idare ilkesi ve idarenin yargısal denetimi unsurlarını da içeren “Hukuk Devleti” anlayışı ekseninde HES uygulamalarını, mevzuat hükümleri ve güncel kararlarla İdari Yargı’nın konuya yaklaşımı ile birlikte kısaca incelemeyi ve İdarenin bu anlamda yerine getirmekle hukuken yükümlü olduğunu düşündüğümüz noktaları vurgulamayı amaçlamaktayız. HukukDevleti:Hukukla KendiniBağlıSayan Devlet Ay. m.2’de ifade bulan Hukuk Devleti, Anayasa Mahkemesi tarafından “insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı dene12 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 HES inşaatından önceki ve sonraki görüntü: İşte HES tahribatı! timine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlet” olarak tanımlanmaktadır1. Danıştay da bir kararında2 “hukuk devleti anlayışı, bir ülkede yerleşmiş hukuk düzenine yalnız yönetilenlerin değil yönetimin de uymasını gerektirecek kurallar bütünüdür.” demektedir. O halde, Hukuk Devleti gerek kendi koyduğu hukuk kurallarıyla gerekse evrensel hukuk ilkeleri ile kendini bağlı sayan ve yargı denetimini kabul etmiş; aynı zamanda bu anlamda adaletli bir hukuk düzenini kurmak ve geliştirerek sürdürmek amacında olan devlettir. Kavram gerçek anlamda 20. y.y.’da ortaya çıkmış ve gelişmiş olmakla birlikte, felsefi köklerinin M.Ö. 4. y.y.’da dahi görüldüğünü söylemek mümkündür. Keza, yönetenlerin yönetilenlerle eş yasalara tabi olmadığı sürece; diğer bir ifadeyle Devletin kendi koyduğu yasalarla kendisinin de bağlı olduğunu kabul etmediği sürece Devlet ve toplumun, huzur ve güven ortamını yakalayamayacağı esası Platon (Eflatun) tarafından daha o zamanlarda ifade edilmiştir3. Demek ki, günümüz çağdaş hukuk düzenlerinde insanlık tarihine nazaran yeni normatifleşen bu kavramın felsefi kökleri oldukça eskilerdedir. Bununla birlikte esas önemli olanın kavramın özümsenmesi olduğu ise ortadadır. Hukuk Devleti’nin bir çok unsuru4 bulunmakla birlikte yukarıda belirttiğimiz gibi HES uygulamalarının hukuki değerlendirilmesi bakımından kanuni idare ilkesi ve idare- nin yargısal denetimi unsurlarını temel almaktayız. Çünkü, ileriki açıklamalarımızdan da anlaşılacağı üzere, temel sorunlar (en azından şimdilik) HES uygulamalarına izin veren mevzuat hükümlerinde değil, bu yasaları uygulayan İdare’nin işlemlerinden ve bu işlemlerle ilgili İdari Yargı kararlarının yerine getirilmemesinden ya da hukuki mahiyetlerinin özümsenememesinden kaynaklanmaktadır. Bu iki unsuru hatırlamak gerekirse şunları söyleyebiliriz: Kanuni İdare İlkesi: llkenin, İdarenin; 1) Kuruluş ve işleyişinin bir bütün olarak ancak kanunla düzenleneceğini (Ay.m.123), 2) Tüm eylem ve işlemlerinde Anayasa, yasa ve hukukun genel ilkeleri ile ve elbette kendi koyduğu hukuk kuralları (tüzük, yönetmelik vs.) ile bağlı olduğunu, belirten iki yönü vardır5. Buna göre, idarenin kuruluşu, görev ve yetkileri mutlaka kanunla ve bir bütün olarak düzenlenmek zorundadır. Diğer yandan, kanunla kurulmuş, görev ve yetkiler edinmiş olan idare, hukuka aykırı davranmamakla yükümlüdür. İdarenin Yargısal Denetimi: Bir Hukuk Devleti’inde idarenin yargısal denetimi hayati bir konudur. Zira, kamu hizmetini yürütmek ve kamu düzenini sağlamakla yükümlü olan idareye bu görev ve yetkileri yerine getirebilmesi için tek yanlı, icrai ve hukuka uygunluk karinesinden yararlanan düzenleyici ve birel işlemler yapma yetkisi tanınmıştır. Bunlar idarenin işlevini yerine getirebilmesi için kaçınılmaz olarak kendisine verilmiş üstün ve ayrıcalıklı yetkilerdir. Dolayısıyla bu yetkilerin hukuka aykırı ve keyfi kullanılıp kullanılmadığının ya da kanuni idare ilkesinin yaşama geçip geçmediğinin yargısal denetimi, doğrudan Hukuk Devleti’nin hayata geçip geçmediği meselesi olmaktadır. Dolayısıyla “İdarenin her tür eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır.” Ay. m. 125/1 ve “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” şeklindeki Ay. m.138/son hükümleri de bu ilkeyi hayata geçirmek amaçlı hükümler olmaktadır. HESUygulamalarındaÇED KararlarınınÖnemi Bir HES projesinin gerçekleştirilebilmesi için, Çevre Kanunu ve Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği hükümleri uyarınca, proje sahibinin hazırladığı projenin, görevli ve yetkili idare olan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan “ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi6) gerekli değildir” veya “ÇED olumlu” kararı alması hukuki bir zorunluluktur (Çevre Kanunu m.1, m.10 , ÇED Yönetmeliği m.4, m.6, m.7). Bu hükümlere göre bir proje sahibinin Çevre Kanunu ve ÇED Yönetmeliği kapsamında bir projeye teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı alması ve dolayısıyla proje için yatırıma başlayabilmesi için; projenin Yönetmeliğin Ek-1 listesinde yer alan projelerden olması halinde proje sahibi tarafından doğ- rudan hazırlanan ÇED Raporunun, Bakanlıkça “ÇED Olumlu Kararı” alması ya da projenin Yönetmeliğin Ek-2 listesinde yer alan projelerden olması halinde Bakanlıkça “ÇED Gerekli Değildir” kararı verilmesi veya “ÇED Gereklidir” kararı üzerine proje sahibi tarafından hazırlanmak zorunda olan ÇED raporunun, yine Bakanlıkça “ÇED olumlu” kararı alması gerekmektedir. Görüldüğü üzere ÇED kararları bir çok yatırım için olduğu gibi HES yatırımları için de “olmazsa olmaz” bir hukuki unsur olarak mevzuatta düzenlenmektedir. Peki yatırımcı şirketlerin hazırladıkları projeleri incelemek ve denetlemekle yükümlü ilgili idare bu hukuki zorunluluğun yerine getirilmesinde ne derecede hukuka uygun davranmaktadır? Bu noktada, özellikle Karadeniz Bölgesi’nde sayıları 300’ü aşan HES uygulamalarının7 çoğunun İdare Mahkemelerince (ÇED merkezli olarak) yürütmesinin durdurulduğunu veya iptal edildiğini söylersek bu soruya da sanırım cevap vermiş oluruz. HES’lerveİdariYargı Denetimi Geçtiğimiz yıllar içinde Karadeniz Bölgesi’ndeki İdare Mahkemeleri’nin bölgede projelendirilen HES’lerle ilgili oldukça geniş bir içtihat birikimine ulaşmaya başladığını söyleyebiliriz. Bunların bir kısmı Danıştay tarafından onanmış olmakla birlikte, hala temyiz aşamasında olanlar da bulunmaktadır. Bu noktada Rize İdare Mahkemesi’nin oldukça yeni tarihli iki kararında ortaya koyduğu gerekçeleri ve bu kararlar ışığında idarenin ne şekilde davranma hukuki yükümlülüğü olduğunu, yargı sürecinin hala devam ettiği gerçeğini de gözeterek irdelemeye geçebiliriz8. Rize İdare Mahkemesi, Rize/İkizdere’de yapımı planlanan Dereköy Regülatörü ve Demirkapı HES Projesi için Bakanlıkça verilen “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı”nın9 ve yine Rize/İkizdere’de yapımı planlanan Selin II Regülatörü ve HES Projesi için Bakanlıkça verilen “ÇED Gerekli Değildir Kararı”nın10 önce yürütmesini durdurmuş sonra da kararları iptal etmiştir. Aynı su havzasındaki iki projeye ilişkin olarak verilen bu iptal kararlarındaki İdare Mahkemesi’nin gerekçelerini, tüm HES projeleri için genel nitelikte olanlar ve daha çok ilgili havzaya özgü olanlar şeklinde ikiye ayırarak özetleyebiliriz: Genel Gerekçeler: 1. HES’lerin kuruluş maliyetlerinin diğer elektrik santral çeşitlerine göre daha düşük olması ve ortalama kullanım ömürlerinin daha uzun olması gibi nedenlerle daha ekono- Fırtına Vadisi köprüsü mik olduğu, daha az sera gazı salınımı yarattığı için daha çevreci olduğu, öz kaynaklarımızda bol olan su gücünün kullanılarak dışa bağımlılığın azaltılması ve ulusal kalkınmanın sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesine olanak sağlaması nedeniyle stratejik yönden daha elverişli olduğu tartışmasızdır. 2. Hukuk sistemimizde “Sürdürülebilir Kalkınma İlkesi” ve “Sürdürülebilir Çevre İlkesi” biri diğerine feda edilmeden, sağlıklı ve sürdürülebilir bir ulusal kalkınma hedeflenerek, milyonlarca yıldır devam eden ekolojik dengenin bozulmamasına ve yine milyonlarca yıldır var olan tabii güzelliklerin gelecek kuşaklara en verimli şekilde devredilmesine özen gösterilerek kabul edilmiştir. Bu nedenle ilkelerin, kamu idareleri tarafından özümsenerek bütün faaliyetlerinde korunması için önem ve özellik atfedilerek hayata da geçirilmesi gerekmektedir. Bu ilkelerin idarenin eylem ve işlemlerinde kendine yer bulamaması halinde ise, bu ilkeler sadece bir söylem olarak kalacak ve mevzuat hükümleri arasında kaybolmaya mahkum olacaklardır. 3. Mevcut hukuk sistemiz içerisinde, her bir yatırım ile yatırımın yapılacağı alanın kendine has özellikleri ile birlikte değerlendirilerek, arazi üzerinden alınan verilerle gerçekçi ve güvenilir fizibilite çalışması ile bir sonuca varılması gerekmektedir. Anılan mevzuatta verilen ÇED sürecine sadece uyulması gereken formatsal bir süreç olarak bakılması ve yatırımcı şirket tarafından yerine getirilmesi gereken bir prosedür olarak görülmesi Çevre Kanunu ve ÇED Yönetmeliği ile belirlenen çevre politikalarına ve ulaşılmak istenen amaca aykırı olacaktır. Bu politika ve amaçların gerçekleşmesi için ÇED sürecinin formata bağlanmış, literatür taraması ile gerçekleşen soyut taahhütlere dayalı prosedürel bir işlem olmaktan çıkartılarak, bizzat idare tarafın- Fırtına Vadisi dan güncel, reel ve somut verilerin toplanması, bu sürece ilgili kurumların konuda uzman elemanlarının katılımının sağlanması, incelemenin sadece yatırımcı şirketin sunduğu proje dosyası üzerinden değil, bizzat idare tarafından proje sahası üzerinde yapılan çalışmalar ile yapılması gerekmektedir. 4. Aynı vadi/su havzası üzerinde benzer birden çok projenin planlanması durumunda bunun idare tarafından bir plana bağlanarak, çevresel zorlamanın ve kabul edilebilir bir çevresel maliyetin hesaplanması, projelerin sayısı, kurulma yer ve zamanı, doğanın diğer faydalı kullanımları ve insan ve diğer canlıların yaşam alanlarının bundan ne düzeyde etkileneceğine ilişkin kuvvetli tahminlerin yapıldığı gerçekçi ve güvenilir bir planlamanın yapılması şarttır. Çevre ve Orman Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un m.9/k’nın açıkça görev ve yetki vermesi ile, Bakanlıkça mevcut bir su havzasının kapasitesinin ayrıntılı olarak hesaplandığı, kurulmasına izin verilecek projelerin yer, zaman ve sayılarının önceden belirlenmiş esaslara bağlandığı, yatırımların çevresel zorlamalarının ayrıntılı olarak hesaplandığı, havzadaki yatırımların çevresel etkilerinin kabul edilebilir bir seviyede korunduğu, buralarda yapılacak projelerin anlamlı bir incelemesinin yapıldığı, denetim ve yönetimin belirli standartlara kavuşturulduğu bir Havza Planlamasının yapılmaması sorunların ortaya çıkmasında önemli bir etkendir. 5. Aynı havzada birden fazla HES projesi olduğu halde, tüm santrallerin çevreye bütüncül etkisi değil, her bir santral inşaatının ayrı ayrı etkisinin değerlendirilmesi, gerçek ve toplam çevresel etkilerin bölünerek küçültülmesi ve zararın bütününün gözardı edilmesi anlamına gelmektedir. Olaya Özgü Gerekçeler11: 1.Santrallerin üzerine kurulacağı su havzasında birden fazla HES ve bu santrallerden üretilecek elektrik enerjisinin ulusal ağa aktarımı için ENH (Enerji Nakil Hattı) kurulmasının planlanmasına ve HES’lerin kurulacağı dere üzerinde birden fazla kum-çakıl ocağı olmasına karşın, idare tarafından Havza Planlaması yapılmamıştır. 2. İdare tarafından aynı alanda düzenleme yetkisi olan diğer kurumlarla yeterli ve verimli bir koordinasyon sağlanmamıştır12. 3.Her bir HES arasında 100-200 metre bırakılmak suretiyle ardarda verilen santral izinleri ile, akarsu sadece hidrolik kapasitesi bakımından değerlendirilmiş ve havzanın flora (bitki) ve fauna (yaban hayvanları) yapısı göz ardı edilmiştir. 4. Akarsuda sucul canlılar için bırakılması gereken “can suyu” miktarı en az 1.8 m3/sn debi olduğu halde bu ölçü değerlendirmeye alınmamıştır. 5. ÇED ve PTD (Proje Tanıtım Dosyası) raporlarında deponi alanı, yollar, kesilecek ağaç sayıları, atıkların kontrolü ve yönetimine ilişkin protokoller, yöre halkının geçim kaynağı olan tarımsal faaliyetin etkilenme durumu, bölgenin ciddi heyelan tehlikesi taşıması gibi hususlar belirsiz bırakılmıştır. Çıkacak hafriyatın yönetim ve denetimi ise yetersizdir. Tüm bu alanların yatırımcı şirketin tek taraflı iradesine terk edilmesi ise genel kamu yararı ile bağdaşmamaktadır. YargıKararlarıKarşısında İdareninYükümlülükleri Bilindiği üzere idari yargı iptal kararları geriye yürür ve iptal davasına konu olan idari işlem hukuk düzeninden tüm sonuçları ile ortadan kalkar. Diğer bir ifade ile, yargı organı HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 13 işlemdeki sakatlığı saptayıp iptaline karar verdiğinde, bu karar işlemin doğduğu andan itibaren geçerli olur13. Bunun sonucunda, iptal kararı ile işlem hiç yapılmamış sayılır ve işlemden önceki hukuki durum geri gelir14. Bu durumun gereklerini yerine getirmek idare için Ay. m.138/son hükmü uyarınca anayasal bir yükümlülüktür. Ayrıca İYUK m. 28 hükmü de en geç 30 gün içinde idareye kararın gereğini yerine getirme yükümlülüğünü düzenlerken, aksine davranışın idarenin hatta kasti durumlarda kamu görevlisinin sorumluluğuna neden olacağını düzenlemektedir. O halde yukarıda özetlediğimiz kararlar karşısında -Danıştay tarafından mahkeme kararlarının yürütmelerinin durdurulmadığı bilgisini de ekleyerek- işlemleri iptal edilen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın15 nasıl hareket etmesi gerektiğini irdeleyebiliriz. Bakanlığın “ÇED Gerekli Değildir” kararının iptali ile bu işlem hukuk düzeninden kalkmıştır. İptal edilen karar olumsuz nitelikte olduğu içindir ki, idarenin tersine işlem yapma yükümlüğü doğmaktadır16. Bu durumda, öncelikle Bakanlık yatırımcının projesi için “ÇED Gereklidir” kararı almak zorundadır. Bakanlığın alacağı “ÇED Gereklidir” kararı üzerine, yatırımcı şirket ÇED raporu hazırlamak zorunda kalacaktır. Bunun dışında ÇED Yönetmeliği m.6/3’de yer alan “Bu Yönetmeliğe tabi projeler için “ÇED Olumlu” kararı veya “ÇED Gerekli Değildir” kararı alınmadıkça bu projelere hiçbir teşvik, onay, izin, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez, proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez” hükmü gereği, Bakanlık yatırmcı şirket lehine projenin gerçekleştirilmesi için hiçbir işlemde bulunamaz, bunun aksine her türlü yatırımı engelleyici önlemi almakla yükümlüdür ve yatırımcı şirket de bu iptal kararı üzerine “proje için yatırıma başlama” anlamına gelecek her türlü hareketten kaçınmakla yükümlüdür. İdare yatırımcı şirketin bu yükümlülüğü yerine getirmesini sağlamakla da yükümlüdür. Keza, yargı kararlarının bağlayıcı olması, uyuşmazlığın/hukuka aykırılığın eylemsel olarak son bulması için gerekenlerin yapılmasını da zorunlu kılar17. Bakanlığın “ÇED Olumlu” kararının iptali ile bu işlem de hukuk düzeninden kalkmıştır. Fakat, bu sefer idarenin tersine işlem yapma, yani “ÇED Olumsuz” kararı verme yükümlülüğü söz konusu değildir. Çünkü “ÇED Olumlu” işleminin iptal edilmesi ile yatırımcının hazırladığı ÇED Raporu’nun onaylanma hukuki durumu kendiliğinden ortadan kalkmakta, yani “ÇED Olumsuz” kararı ile gerçekleştirilmesi amaçlanan hukuki duruma zaten ulaşılmış olunmaktadır. Diğer yandan, yine 14 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 İdareninMevcutYaklaşımı Alakır’daki HES inşaatları vadiyi böyle tahrip ediyor Kayacık Kerentaş HES protestosu Yönetmelik m.6/3 gereği, “ÇED Olumlu” kararı hukuk düzeninden kalkmış, yani böyle bir karar hiç alınmamış olduğundan, bir önceki paragrafta Bakanlık ve yatırımcı şirket için bahsettiğimiz yükümlülükler burada da söz konusu olacaktır. Yatırımcı şirketin ÇED sürecine yeniden başlaması ve ÇED Raporu hazırlayarak Bakanlığa sunması gerekecektir. Ki bu durumda dahi yeniden hazırlanacak ÇED raporunun değerlendirilmesinde Bakanlık, iptal kararında ifade edilen gerekçelerle bağlı olacağından, karar doğrultusunda planlama, inceleme ve denetleme yükümlülüklerini yerine getirmediği sürece yargı kararının gereklerini yerine getirmiş olmaz. Çünkü, İdari Yargı’da iptal kararının gerekçesi de hüküm fıkrasına zorunlu bir şekilde bağlıdır. Öyle ki, Danıştay davacının lehine olan bir iptal kararının gerekçesinde yer alan hususların, davacının aleyhine sonuçlar doğurmaya elverişli olması nedeniyle, davacı tarafından sadece gerekçe kısmının temyiz edilebileceğini dahi kabul etmektedir18. Bu durumda Bakanlık, Kanuni İdare ve İdarenin Yargısal Denetimi İlkeleri (Yargı Kararlarının Bağlayıcılığı) uyarınca, yukarıda özetlediğimiz gerekçelerle bağlı olduğunun bilincinde davranmak zorundadır. Tam da bu noktada, İdare Mahkemesi’nin ortaya koyduğu genel ve özgü gerekçelerde vurgulanan noksanlıklar giderilmeden, aynı havzaya ilişkin olarak verilecek olan ÇED kararlarının da iptal edilmelerinin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. Hatta genel gerekçelerin tüm HES’ler için ortak olan yapısı göz önüne alındığında, başka havza ve bölgeler için bu esaslar sağlanmadan verilen ÇED kararlarının da aynı akibete uğrayacağı ortadadır. Burada Bakanlığa düşen, incelediğimiz bu iki kararın dışında İdari Yargı yerlerince verilen ÇED iptal kararlarında da ortaya konan eş ya da benzeri gerekçeler uyarınca, Ay. m.56’da ifade bulan Çevre Hakkı başta olmak üzere, mevzuatta belirlenen çevre politikalarına ve ÇED süreçlerine bilimsel ve hukuki anlamda riayet etmektir. Peki Bakanlığın ya da genel olarak Hükümetin uygulamaları ne yöndedir? Son olarak bunu değerlendirelim. Yargı kararlarının hemen hepsinde, yaşanan olumsuzlukların temeli olarak gösterilen bütüncül havza planlamalarının bulunmaması eksikliği hala daha devam etmektedir. Hatta ülkemizde bilimsel havza tanımına uygun olarak yapılmış bütüncül havza planlama ve yönetimine gösterilebilecek herhangi bir örneğin dahi olmadığı ifade edilmektedir19. Diğer yandan, bir su havzasında tek bir HES’in yaratacağı etki ile onlarcasının yaratacağı etkilerin birbirinden çok farklı olduğu; bu nedenle HES projelerine “bütün, parçalardan daha etkilidir” yaklaşımıyla hazırlanan bütüncül bir havza planlaması açısından bakıldığında, bugün ÇED “olumlu” raporu verilen pek çok projenin yapılmasının sakıncalı olduğunun ortaya çıkacağı da bilim çevrelerinde ifade edilmektedir20. Oysa kamusal yönetimde su planlaması, sulardan faydalanmanın yanı sıra geleceğe dönük perspektiflerle doğanın korunmasını da amaçlamalıdır21. Bu noktada, idarenin mahkeme kararlarına da dayanak olan bu yönetsel ve bilimsel zorunluluğa rağmen bütüncül havza planlaması uygulamasına başladığını gösteren bir örnek bulamadığımızı üzülerek belirtiriz. Hatta idarenin, her mahkeme kararından sonra aynı proje için yatırımcı şirket tarafından hazırlanan raporlara, “ÇED olumlu” ya da “ÇED Gerekli Değildir” kararı vermeye devam ederek, mahkeme kararlarının gerekçelerini tamamen görmezden geldiğini ve hükümlere sadece şekilsel anlamda uyduğunu da gözlemlemekteyiz. Gerçekten Senoz Vadisi’nde Uzundere HES II projesinin uygulanmasına baktığımızda bu durumu bütün çıplaklığıyla görebiliriz. Projeye izin veren idarenin ilk işleminin yürütmesi durdurulmuş ve akabinde iptal edilmişken, idare projeye izin verme uygulamasına devam etmiş yöre halkı her seferinde İdari Yargı’ya başvurmuş ve aynı projeye ilişkin olarak en sonuncusu 23.06.2011 tarihli toplam üç iptal kararı verilmiştir22. Oysa yatırımcı şirket bu süreler zarfında, idarenin her yeni verdiği izinle inşaata devam etmiş ve mahkeme kararları bir nevi yok sayılmıştır. Bu nedenle, açılmış bir iptal davasındaki keşifte, bir mahkemenin daha önceden vermiş olduğu kararlarının uygulanmadığını da keşif yerinde tespit etmek durumunda kalmasının23, kanuni idare ve idarenin yargısal denetimi ilkeleri bakımından izah edilebilecek bir yanı olmadığını düşünmekteyiz. İdarenin HES’lere ve mahkeme kararlarına yaklaşımı böyleyken, 08.08.2011 tarih ve 648 sayılı KHK24 ile 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na eklenen bir madde (Ek Madde 4) ile taşınır tabiat varlıkları hariç tabiat varlıkları, doğal sit alanları ve bunlara ilişkin koruma alanları ile ilgili olarak bu Kanunda öngörülen iş, işlem ve kararlar bakımından görevli ve yetkili bakanlık, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Aynı KHK ile 644 sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’ye eklenen geçici bir maddeyle de, daha önceden doğal sit alanı ve tabiat varlığı olarak tespit ve tescil edilen alan ve varlıkların yeniden değerlendirileceği ifade edilmektedir. Bu düzenlemelerin anlamı, ÇED sürecinde görevli ve yetkili olan idarenin aynı zamanda taşınmaz tabiat varlıklarının korunması konusunda da görevli ve yetkili olarak, eski doğal sit alanı ve koruma kararlarını yeniden gözden geçirecek olduğudur. Özellikle Karadeniz Bölgesi’ndeki HES proje sayısının şimdilik 2000’e yaklaştığı bilgisi25 ve idarenin HES’leri hukuka aykırı bulan yargı kararlarını uygulamamaktaki yerleşik tutumu göz önüne alındığında, buradan doğal sit ve koruma alanı ilan edildiği için HES projelerinin giremediği alanların HES’lere açılabilmesi için yeniden değerlendirmeye alınacağı gibi, hukuka aykırı bir amacın hedeflendiği izlenimini almaktayız. Fakat, bilimsel ve hukuki ölçülere göre doğal sit alanı ve koruma alanı ilan edilen alanların, bu kararların alınmasına neden olan bünyelerindeki özellikler ortadan kalkmadığı sürece, haklarında alınan kararların kaldırılmasının hukuka aykırı olacağı ve idari yargının denetimine tabi olacakları da ortadadır. Çünkü idarenin hukuka aykırı olan bir işlemi geri alması veya kaldırması hukuki bir zorunluluk olması sebebiyle bağlı yetkiye; hukuka uygun bir işlem içinse öteki koşulların varlığı halinde takdir yetkisine girer26. Fakat bu durumda önceden bilimsel esaslar dahilinde hukuka uygun olarak verilmiş olan doğal sit ve koruma kararlarının, kaldırılmasında, idare ancak çok güçlü bilimsel ve hukuki gerekçeler ile bu takdir yetkisini kullanabilir. Keza bu konuda idarenin takdir yetkisinin serbestisi, ancak bilimsel koşullar ve gerçeklikler çerçevesinde gerçekleşebilir. Gerçekten de örneğin yukarıda bahsettiğimiz27 HES projesine konu olan Trabzon Abuçağlayan Deresi ve Havzası’nın 1. Derecede Doğal Sit Alanı ilan edilmesine ilişkin bir kararın herhangi bir bilimsel ve hukuki değerlendirme ile kaldırılması kanımızca hukuken pek mümkün gözükmemektedir. Özellikle, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı ile HES yer seçimi ve planlamasında çevresel, ekosistemsel, ekonomik ve sosyokültürel etkilerin yanı sıra artık iklim değişikliği parametrelerinin de değerlendirme ölçüleri için e alınaca- ğı yönündeki açıklamaları28 karşısında, aksi bir yaklaşımın bilimsel ve hukuki bir tutarsızlık olarak İdari Yargı’dan döneceğini düşünmekteyiz. Sonuç Günümüzde doğanın yaşadığı tahribatın anlaşılması ve yeni bilimsel/teknolojik veriler ışığında, tüm dünyada ve ülkemizde yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelim hızla artmaktadır. Diğer yandan bu kaynak türlerinden olan HES’lerin kurulduğu havzaların mevzuatın belirlediği şekilde, üzerinde yeterli ve güvenilir bilimsel ve teknik değerlendirmeler yapılmadan yatırımlara açıldığı sürece, suyun ve çevresindeki ekosistemin “yenilenebilir” olma özelliğini yitireceği anlaşılmaktadır. Tam da bu noktada idarenin, Kanuni İdare ve İdarenin Yargısal Denetimi (Yargı Kararlarının Bağlayıcılığı) ilkelerine ve Devletin çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek (Ay. m.56/2) şeklindeki Anayasal yükümlülüklerine uygun davranmasının önemi ortaya çıkmaktadır. Hukuki sorunların mevzuat hükümlerinden çok, bu hükümlerin ve bilimsel verilerin idare tarafından değerlendirme dışı tutulmasından ve İdari Yargı tarafından bu durumun hatırlatılmasına rağmen kayıtsız kalınmasından kaynaklandığı gerçeği ise bu önemi daha da arttırmaktadır. Özellikle bütüncül havza planlamalarının yapılması gerekliliğine idarenin sessiz kalması ciddi bir sorun yaratmaktadır. Multidisipliner yaklaşımın zorunlu olduğu bu alanda, bilimsel ölçülerden uzak ve tek yönlü yaklaşımların, mahkeme kararlarının da görmezden gelinmesi ile birlikte ülke ekosistemini geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip etme tehlikesi bulunmaktadır. Son gelişmelerle, ÇED süreçlerine iklim değişikliği parametrelerinin de ekleneceği anlaşılmakla beraber, idarenin bugüne kadarki konuya yaklaşımı, bu yeni gelişmenin sadece teorik düzeyde kalacağı endişesini yaratmaktadır. Zira, bir devleti Hukuk Devleti yapan temel değerler, kendi koyduğu hukuk kuralları ile kendini bağlı saymasında ve yargı kararlarının gereklerini yerine getirmesinde yatar. Bu anlamda Hukuk Devleti, işlem ve eylemlerinde hukuku özümsemiş olan devlet demektir. HES uygulamalarında ise, bu noktadan an itibariyle oldukça uzakta olduğumuzu görmekteyiz. 1 2 Anayasa Mahkemesi, 23.02.2001 tarih, E. 1999/42, K. 2001/41, R.G. 23.11.2001, S. 24592 (www.anayasagov.tr). Danıştay 11. Dairesi, 12.06.1995, E. 1995/1838, K. 1995/1861. (www.danistay.gov.tr) 3 Platon, Mektuplar, Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizisi, No:76, s.52. 4 1-Temel hak ve özgürlüklerin güvence altında olması, 2- Kanuni İdare (Yasal Yönetim), 3- İdarenin yargısal denetimi, 4- Mahkemelerin bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, 5Yasaların Anayasal denetimi, 6Kuvvetler Ayrılığı , 7- Devletin Mali Sorumluluğu, 8- Hukuki Güvenlik ve Belirlilik İlkeleri, 9- Demokrasi (Bkz. Bahtiyar AKYILMAZ/ Murat SEZGİNER/ Cemil KAYA, Türk İdare Hukuku, Ankara 2009, ss.108-153, ve ayrıca A. Şeref GÖZÜBÜYÜK/Turgut TAN, İdare Hukuku Genel Esaslar Cilt 1, Ankara 2001, ss. 36-40.) 5 AKYILMAZ/ SEZGİNER/KAYA, s.136. 6 Çevresel Etki Değerlendirmesi, gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları ifade etmektedir. (Çevre Kanunu m.2, ÇED Yönetmeliği m.4/1- c) 7 Av. Yakup Şekip OKUMUŞOĞLU, “HES’lere Karşı Hukukun Gücü” http://www.yesilufuklar.info/mercek/86-yan-makale/1171-heslerekarsi-hukukun-gucu. HES uygulamaları Kardeniz Bölgesi dışında diğer bölgelerimizde de yürütülmekle ve İdari Yargı’nın yürütmeyi durdurma ve iptal kararlarına konu olmakla birlikte, idari uygulamalar ve dolayısıyla İdari Yargı kararları Karadeniz Bölgesi’nde yoğunlaşmış bulunmaktadır. Bu konuda bkz. “Danıştay’dan Munzur HES’lerine Durdurma”, http://www.yesilekonomi.com/danistay-munzur-hes-durdurma.html. “Türkiye’nin Hes Gerçeği”, http://www.yesiladimlar.org/tr/hab erler/10-turkiyenin-hesgercegi.html. “Antalya’da HES Gerçeği Konuşuldu”, http://www.karasaban.net/antalyada-hes-gercegikonusuldu/ 8 Söz konusu kararları büyük bir incelikle paylaşan ve yargı süreçleriyle ilgili güncel bilgi veren Zonguldak Barosu avukatlarından Av. Yakup Şekip OKUMUŞOĞLU’na buradan tekrar teşekkürlerimi sunarım. 9 Rize İdare Mahkemesi, 30.06.2010 gün, E. 2008/536, K. 2010/312. 10 Rize İdare Mahkemesi ,23.06.2011 gün, E. 2009/256, K. 2011/333. 11 Bu gerekçelerin de aslında bölgenin ve HES için hazırlanan ÇED raporlarının hemen hemen aynı olması sebebiyle en azından Karadeniz Bölgesi için genel nitelikte olduğunu söylemek mümkündür. 12 Mahkeme burada, E:2008/369 ile kendi esasına kayıtlı bir davaya konu olan Abuçağlayan Deresi ve Havzasında bulunan Paşalar HES projesine Bakanlıkça ÇED olumlu kararının verilmesinden sonra, Kültür ve Turizm Bakanlığı Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu tarafından 15.11.2008 tarih ve 1852 sayılı karar ile havzanın 1. Derecede Doğal SİT alanı ilan edildiğine işaret etmektedir. Üstelik bu olayda Bakanlık, Kültür ve Turizm Bakanlığından bu alanda SİT tespit çalışmalarının başladığı ve devam etmekte olduğu bildirildiği halde ÇED olumlu kararını vermiştir. Diğer bir ifadeyle, ortada koordinasyonsuzluktan çok, bir keyfiliğin bulunduğunu söyleyebiliriz. 13 Yıldırım ULER, İdari Yargıda İptal Kararlarının Sonuçları, Ankara – 1970, s.16. 14 Kemal GÖZLER, Gürsel KAPLAN, İdare Hukuku Dersleri, 11. Baskı, Bursa 2011, s. 837. 15 İşlemleri iptal edilen aslında Çevre ve Orman Bakanlığı’dır. Fakat, 644 sayılı KHK ve “idarenin sürekliliği ilkesi” uyarınca iptal kararlarının muhattabı artık Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’dır.. 16 A. Şeref GÖZÜBÜYÜK, Yönetsel Yargı, Ankara 2002, s.251-252. 17 ULER, s.81 18 Danıştay 2. Dairesi, E. 2008/53, K. 2009/2932, 08.07.2009, Danıştay Bilgi Bankası, www.danistay.gov.tr 19 GİRGİN, s.379. 20 Alaeddin BOBAT, “Yavaş ve Sessiz Olur Akarsuların Ölümü IX: ÇED Komedisi”, http://www.enerjienergy.com/artikel.php?artikel_id=2 54 21 Oğuz SANCAKDAR, Kamusal Sulardan Yararlanma, Ankara 2004, s.361. 22 “Senoz’da Hes’e Bir İptal Daha” http://www.senozderesi.com/haber _detay.asp?haberID=1079 23 “Aynı proje için daha önce verilmiş karara ilişkin olarak; Bakanlık (Merkez ve il örgütünü kullanarak) denetleme süreci işletilmeyerek Uzundere HES çalışmasının çevresel zararlarını belirlemekte ve önlem/iyileştirme/ceza süreçlerini çalıştırmakta yetersiz kalındığı, keşif sırasında tahrip sürecinin devam ettiğinin görüldüğü…” Bu kararın ayrıntılı bir özeti için bkz. “Senoz’da Hes’e Bir İptal Daha” http://www.senozderesi.com/haber _detay.asp?haberID=1079 24 Bkz. 17.08.2011 tarih ve 28028 sayılı R.G. 25 “Elektrik Mühendisleri Odası (EMO): En Az 10 Bin HES Daha Yapılacak”, http://enerjienstitusu.com/2011/08 /22/emo-raporu-en-az-10-bin-hescoplugu-daha-yapilacak/# 26 Turgut TAN, İdari İşlemin Geri Alınması, Ankara -1970, s.110-111. 27 Bkz. dn.13 28 Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Türkiye Cumhuriyeti İklim Değişikliği Ulusal Eylem Planı 2011-2023, Temmuz 2011, s.153 ve 163. http://iklim.cob.gov.tr/iklim/Files/ID EP/%C4%B0DEPTR.pdf HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 15 HALUK BAYKENT STA - Bu merak nereden gelmektedir? Av.KemalYazgan Av.AzraSiray Av.TamerDoğan İzmir Barosu Üyeleri Bir tarihte Avukat Haluk Baykent, Seferihisar Adliyesi’nde karşılaştığı, İzmir Barosu’nun eski başkanlarından Necdet Öklem’i dönüşte arabasına davet eder. Lâf lâfı açar, yolculuğun nasıl geçtiğinin ayırdına bile varılmaz. Merhum Öklem, arabadan inerken, meslektaşına teşekkür eder. Baykent nazik, saygılı bir kişidir. “Aman efendim” der, “ne güzel sohbet ettik geldik, zamanın nasıl geçtiğinin farkına bile varmadık!” Necdet Öklem aynı nezaketle yanıtlar: “Elbette güzeldi! Ama benim bildiğim sohbet karşılıklı olur! Oysa yolculuğun başından beri sürekli olarak siz konuştunuz bendeniz dinledim! Buna sohbet değil de monolog diyelim isterseniz...” Meslek yaşamında 50. yılını dolduran İzmir Barosu’nun renkli kişilerinden Haluk Baykent’in konuşmayı sevmesi en dikkat çekici özelliklerinden olsa da, stajyer avukatlara olan ilgisi de bu özelliğinin gerisinde değildir. Dile kolay.. Eski baro başkanı Sabri Kurt’tan Doğan Evrim’e, Mehmet Çıplak’tan Enver Aktaş’a, genç avukatlar Fatma Başargan’dan Doruk Tatlı’ya 120’nin üzerinde stajyer avukat, eski deyimle rahle-i tedrisinden geçmiş, cüppelerini onun ellerinden giymiştir. 16 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 Bizler hukukçuyuz arkadaşlar. Hukukçunun nitelikli olmasını ister, bunun için çabalarız. Okullardaki, fakültelerdeki eğitim elbette yapının temeli. Ama bu kuramsal bilgilerin pratikte kullanılması da onun kadar önemli. Önce belirteyim, ‘hukuk’u ‘bellekçilik’ diye tanımlamaya kalkarlar. Oysa değildir. Hukukta asıl olan, ön planda tutulması gereken matematiktir. Avukatın, hakimin, savcının önüne gelen somut olaya hangi yasanın, hangi kuralın, hangi hükmün uygulanacağını tespit edebilmesi gerekir. Bunun için alt yapısı yani teorik bilgi temeli sağlam olmalıdır. Değilse işin içinden çıkamaz. Sonraki aşama ise bu bilgilerini uygulamaya yansıtabilme yeteneğini geliştirmektir. Dilekçe yazarken de hangi bilgiyi kullanmak gerektiğini bilmelisin. Bir örnek vereyim: Müvekkilinizin oğlunun konut ihtiyacı nedeniyle açacağınız kiralananın tahliye davası dilekçesinde “oğlum askerliğini tamamlayıp dönmüştür. . Davalının kiracısı olduğu taşınmazda oturacaktır. Bu konuda gönderdiğimiz ihtarnameden de olumlu sonuç alınamamıştır. Oğlumun konut ihtiyacı nedeniyle kiralananın tahliyesi için bu davayı açma zorunluluğu doğmuştur” demek varken, kalkar da “Müvekkilimiz uzun yıllar süren memuriyet hayatında biriktirdiği para ile binbir çilenin karşılığı istikbalde güvence olsun diye bir ev almışken, kiracı sanki onun maliki imiş gibi binayı tahliye etmemekte, adeta fuzuli şagil olarak..” diye devam ederseniz bunlar ciddiye alınmaz, size olan güven sarsılır, yazıp söyledikleriniz kuşkuyla karşılanır. ÖMÜRBİTER… - “Eskiden staj ömür boyunca devam ederdi” derken… (sözü ağzımızdan alır) Evet bunları düşünerek söylüyorum. Aslında bugün Türkiye’de avukatlık stajının gerektiği gibi gerçekleştirilebildiğini düşünmüyorum. Stajın ilk dönemi, biliyorsunuz, mahkemelerde geçiyor. Hakimler, savcılar bunca dosya içerisinde stajyerlerle meşgul olma olanağı bulamıyor. Ben stajyer arkadaşlara hep söylerim, “mahkemede, hakim yanındayken bir dosya alın, güzelce inceleyin, içeriğini öğrenin. Sonra o dava dosyasını, hakime, savcıya götürüp görüşünüzü bildirerek tereddüt ettiğiniz hususları kendilerinden sorun. Staj dönemindeki bu dikkatinizin ileride sizde bir çalışma ilkesi haline gelmiş olacağını göreceksiniz” Ama, bakıyorum staj tezlerine, daha önceden yazılmış olan tezlerin tekrarı ya da benzerleri. Maalesef staj JYER AVUKAT OKULU müzde bunlardan hangisi ne ölçüde mevcut ? - Her gelen gün bir öncekinden daha kötü sanki… İzmir Barosu’nun 5 Nisan’ı “Avukatlar Günü” olarak kabul edişine ilişkin karar metni bitirme tezi olarak kendi ürününü veren pek az kişi gördüm. İşte matematik burada kendini gösteriyor. Hukuk bellek şeklinde algılanınca “hukuk esprisi” kalmıyor. Hukuk-çu ve avukat tanımları değişik bir içerik kazanmaya başlıyor. En çok buna üzülüyor ve müstakbel meslektaşlarımın donanımlı, işinin ehli kişiler olması için çaba harcıyor, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. Bu da benim merakım. Ama iş bununla bitmiyor. Aslında avukatın stajı ömür boyu sürer. Sayımız bu kadar çok değilken adliyelerdeki avukat odaları bizler için birer staj yeriydi. Abartmıyorum, bazen duruşmamız olmadığı günlerde bile adliyeye, avukat odasına gider üstatların anlattıklarından mahrum kalmak istemezdik. Ama giderek adliyeler mekân olarak büyüdü, sayımız kabardı, belli odalara sığışamaz olduk. Sonuçta staj okullarımız kendiliğinden lağvoldu! Günümüzde bunun getirdiği sıkıntıları, bunların eksikliğini yok saymak mümkün değil. İĞNEYİKENDİMİZE Bakın, her fırsatta hakimleri, savcıları eleştirmek kolaydır. Ama ben, eleştiri oklarımızı karşımızdakine doğrultmadan önce yapılan işlemde kendimizden kaynaklanan bir hatanın, noksanlığın olup olmadığına bakmamız gerektiğini söylerim. Bir de avukatın duruşmaya girerken dosyasının muhteviyatını bilmediğini gösteren davranışlarda bulunduğunu görmek beni çok üzer. Sen kalk, yetki belgesinin ibraz edilip edilmediği sorulduğunda “dosyada olması gerekir” diyerek çık işin içinden. Otursun hakim arasın!.. Olmaz! - Ama bu konuda özellikle çok sayıda avukatın çalıştığı bürolarda görevli meslektaşların mantıklı gerekçeleri var. “Bize çok zaman hangi davanın duruşmasına katılacağımız bile saatinden az önce telefonla bildiriliyor. Bizim dosyada neyin ne olduğunu bilme olanağımız olmuyor!” şeklinde. Av. Enver Aktaş araya giriyor: Bravo size! Haluk Ağabey sözünüzü ağzınızdan almadan sorunuzu tamamlayabildiniz!. Baykent gülerek işaret parmağı ile Enver’e ‘görürsün sen!” işareti yapıp, devam ediyor. Ama hayret, çok kısa ve öz: “Bu konudaki yakınmalarımı günahı boynuna olanlar dikkate alsın! Söylediklerim belki de genç meslektaşlarını bu duruma düşürenleri daha özenli davranmaya zorlar.” “İŞBİTİRENAVUKAT!” Şimdi bütün bu evrensel kavramlar, yasama organı, yasaları uygulayanlar ve uygulananlar tarafından eksiksiz benimsendiği bir ortamda anlam ifade eder. Değilse, ne hukuktan söz edilir ne de hukukun üstünlüğünden. Bir de giderek hukuka, kanuna, yargı mensuplarına saygı ve güveni azaltan bir duruma geldiğimizin üzerinde durmak gerekir. Hukuku yaratma, yasaları yapma, uygulamaya koyma durumunda olan kurumların evvela hukukun tanımında anlaşamadığını görmekteyiz. Bunları bırakalım bir tarafa, insanımıza bakalım. Bizde vatandaş avukata sorununun hukuka uygun şekilde kanun hükümlerinden yararlanarak korunması ve savunulması için değil de, hukukun kendi çıkarları için kullanılması talebiyle gidiyorsa, “en iyi avukat en iyi iş bitirendir” anlayışı yaygınlaşıyorsa hukuk düzeni açısından durum vahim demektir. BAROLARKISITLIYSA.. - Avukatlığa dönersek… “Temel çelişkiler, nereden nereye geldi. Avukatlık yasasının birinci maddesi “Avukat yargının kurucu unsurlarından olan bağımsız savunmayı serbestçe temsil eder” der. Ama, bağlı olduğu, kendisinin savunulması gerektiği zamanda arkasında duracak, destekleyecek merci olarak düşündüğü baro kısıtlıysa, avukat bu serbestliği nasıl kullanacak? Baro görevini nasıl yapacak? Avukat görevini nasıl yapacak? Bir de özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizde de, avukat yalnız hukuk konusunda değil, toplumun ekonomik, siyasal, sosyal gelişimi konusunda da önde insan olmak durumundadır. Ama bunun için de nitelik, birikim gerekir. - Bugün gelinen noktada… “Hukukun üstünlüğü” diyoruz değil mi? Kuvvetler ayrılığı, yargı/ yargıç bağımsızlığı, temel hakların korunması, idari tasarruflarının bağımsız yargıçlarla denetlenmesi ve bunun gibi.. Bütün bunlar hukuk üstünlüğünün unsurları. Peki günü- - Demek ki sizin ‘avukatlık nosyonu’ dediğiniz yalnızca hukuk fakültesini bitirmekle kazanılmıyor. Okuyacaksın.. çalışacaksın.. araştıracaksın.. Elbette. Ama bunların yanı sıra günlük gazeteleri okuma alışkanlığı bile önemlidir. Benim stajyerlerime önde gelen tembihlerimdendir; “Gazete okuyun, güncele uzak durmayın. İlginç bulduğunuz konuların kanun açısından değerlendirmesini yapın.” derim. MANTALİTEFARKLI - Kuşaklar arasında kıyaslamalar, karşılaştırmalar yapılırken genellikle geçmişten övgü, günümüzden yergiyle söz edilir. Ama bunu yaparken koşulların değişmiş olduğunu dikkate almak zorunda değil miyiz? Her alanda olduğu gibi avukatların çok önemli bir kesiminin de geçim sıkıntısı çektiklerini biliyoruz… Öncelikle altyapı meselesi. İzmir’in İstanbul’a, Ankara’ya göre bir dezavantajı var. Burası bir sanayi bölgesi değil. Yani iş alanı sınırlı. Sayımız sürekli yükseldiği halde iş alanı fazlaca genişlemiyor. Bu durum geleceğe yönelik sağlıklı karar verme olanaklarını kaybettiriyor. Bu sınırlı çerçevede doğal olarak altyapısı, birikimi olan, hukuk bilgisinin sağlam olduğu bilinen ve yabancı dil bilen hukukçular tercih ediliyor. Ama şunu da belirteyim: Bu söylediklerim İzmir için pek geçerli olmayabilir. Çünkü yabancı dil bilmediğimiz için bugüne kadar iş kaybettiğimizi de söyleyemem. Meslektaşlarım bunu da dikkate alsınlar. Bir de bizde yanlış bir anlayış var. Hukuk fakültesi mezunu isen ya avukat olursun ya da avukat anlayışı! Oysa hukuk fakültesi mezunlarının iş alanı çok geniştir. Hukuk mezunu hariciyeci olur, kaymakam olur, denetçi olur, bankacı olur, öğretmen olur, girişimci olur. Bu imkanlar fakültede de öğrenciye anlatılmıyor maalesef. Varsa yoksa avukatlık. ESASOLANNEZAKET - Tarih geçmişle ilgidir ama, bugün de önümüze bakarken geride kalmış yıllarda yaşananlardan dersler çıkartırız. Biraz da avukatlık, yargıçlık bağlamında geçmişten anekdotlar aktarır mısınız?. Bizim meslektaşlarımız arasında nezaket esastır. Üstad Selim HakHUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 17 men’i tanımış ya da ismini duymuşsunuzdur. O bizler için bir rehberdi. Selim ağabeyi aradım bir gün “şöyle bir durum var, sizi meşgul edeceğim ama müsaitseniz, lütfen?” dedim. Cevap aynen şöyle: “Lütfenbenibir konuda bilgimi tazeleme, bilmediğimi öğrenme şansından mahrumetmeyin” Bu incelik karşısında daha ne denir? O bizim idolümüz, gölgesinden yararlandığımız ulu bir çınarımızdı. Enver iyi bilir, ben çok konuşan birisiyimdir. Ama on yıllık avukat iken bile baro odalarında bana laf düşmedikçe, adeta izin verilmedikçe ağzımı açmazdım. Salonda otururken, kıdemli biri geldiğinde ayağa kalkardım. Mahkeme salonunda, baro odasında otururken bizden kıdemli biri geldiğinde ayağa kalkardık. Bir başka nokta. Bizden öncekiler ve bizler duruşmaya girerken ve çıkarken hakime olmasa bile kürsüye selam verirdik. Benim gördüğüm buydu. Ara kararı bize ters gelmişse, duruşma esnasında saygısızlık olmasın diye rücu dilekçesini kendim götürürdüm. Hakimle konuyu tartışırdık rahatça. “Haklısınız veya değilsiniz” diye, ama sonuçta “takdirimiz böyle” derlerdi, biterdi. En azından tatmin olurduk. “STAJYERLERKÜRSÜDE OTURURDU” - Yargıçlar avukatlarla konuşmaktan, açıkça tartışmaktan çekinmiyordu, avukatı yargının unsuru olarak görüyordu, diyorsunuz.. Aynen öyle. Bir ekleme yapayım. Ben stajyerken, hakimler stajyer avukatları kürsüye oturturdu. Duruşmalarda yeri geldiğinde espri yapılır, kimse bundan rahatsızlık duymazdı. Önemli olan insanların kendisine ve karşısındakine saygılı olması. - Biz başkalarının yalancısıyız. Siz bir kira tespit davasında “son diyeceğiniz nedir?” diye sorulduğunda, “taşınmazın tahliyesini talep ediyorum” demişsiniz. Hakimin “Haluk Bey, ama bu kira tespit davası” anımsatması üzerine de hiç duraksamadan “Hakim bey, talep ettiğimiz yüksek kira bedelini kabul ederseniz, kiracı zaten mecuru tahliye edip gidecektir. Bu yüzden öyle söyledim!” yanıtını vermişsiniz.. Yok, sanırım espri olsun diye söylenmiş bir yakıştırma bu. Ama illâ bir açığımı bulma peşinde iseniz söyleyeyim. Asliye hukuk mahkemesindeki bir davada Avukat Halis Kırış18 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 laşmıştır” diye başlayan bir tirada girişir. Hakim, ”efendim bunlar dava dilekçenizde var” deyince avukat “biliyorum ama yine de arzetmek isterim” der. Hakim yine “dilekçenizde var bunlar” diye üsteleyince, bu kez başparmağıyla omzunun üstünden müvekkilini göstererek “var ama arza mecburum” cevabını verir! “MESAİ ARKADAŞLARIM” Bazen sorarlar, “Ağabey, yanında kaç avukat çalışıyor? Bürodaki bu güzel uyumu nasıl sağlıyorsunuz?” Cevabım, yanımda bugüne kadar hiçbir avukatın çalışmadığı şeklindedir. Çünkü onlar benim çalışanım değil, mesai arkadaşlarımdır, meslektaşlarımdır. man’la birlikteyiz. Aynı mahkemede iki dosyam var. Aldım sözü gidiyorum! Hakim de başka mahkemeden geçici olarak gelmiş. Bir ara Halis dirseğiyle dürtükleyip, “Konuştuğun öbür dosya!” diyor. Hakim de hiç bozmuyor. Özür dileyip asıl dosyaya dönüyorum! AVUKAT/MÜVEKKİL Yabancılar da aynı mıdır bilmem, ama bizde müvekkiller fazlaca bencildir. Söylediğinizi işine geldiği gibi anlar. Davası hakkında iki saat konuşursunuz. Olayın lehteki aleyhteki yönlerini anlatırsınız. Kapıdan adımını attığı anda sizin vurguladığınız aleyhe hususların tamamını unutur, lehindekileri zihnine yerleştirir!. Ve günü gelip de aleyhine karar verildiğinde sizden bunun hesabını sormağa kalkar! Bir de “Karşı tarafla anlaştı, kazanılacak dava idi, kendisi de söylemişti, ama sattı beni” diye düşünmez mi, adam olan adam için yıkımdır! Bir ceza davasında sanığa 13 -20 sene ceza alırsın, demişim. Adamın duruşmalardaki tavrı, olayda tahrik olması vb. nedenlerle gerçekten de 13 küsur yıl cezaya hükmolundu. Babası gelip, “beraat olsaydı” daha iyi olurdu demez mi! Buradan genç meslektaşlarıma sesleniyorum, sakın ola ki iş sahiplerine “elimden geleni yaparım” demesinler. Çünkü elimden geleni yaparım demek, elimden bu kadarı gelir demektir. İş sahibine söylenecek söz “gerekenyapılır”dır. Mevlâna’nın “Söylenen sözlerin karşı tarafın algısı içinde olduğu kadarı söylenmiştir” mealindeki sözü geliyor aklıma. Avukat bir boşanma davasında “Efendim, müvekkilem büyük bir özveri göstererek, kocasına sadakatle, çocuklarına şefkatle yak- - Bir araştırmaya göre İzmir’de avukatların %55’i kendi bürosunu açamayıp, başka bürolarda ücretli çalışmaktadır. Mevcut tabloda avukatlık mesleğinin görünümü nedir sizce? Barolar çözüme nasıl katkı sağlayabilir? Mesleğin gidişinin iyi görünmediği açık. Ama bu sorunların muhatabı baro yönetimleri değil, baroların genel kurullarıdır. Baroların neler yapması gerektiği, yeterince öğretim üyesi olmadığı halde çok sayıda hukuk fakültesinin açılıp ihtiyacın çok üstünde avukat çıkmış olmasının getirdiği sorunların nasıl çözüleceği, bunlara karşı alınacak tedbirler, temel davranış olarak avukatların yalnızca hukuk yönünden değil siyasal ve ekonomik yönden de toplumun öncüsü olmasının koşullarının ne şekilde hazırlanması, baroların bu konularda neler yapması, nasıl örgütlenmesi gerektiği vb. sorunların tartışılacağı yerin baro genel kurulları olması gerekir. Ama maalesef genel kurullarımızda nelerin konuşulduğunu hepimiz görmekte, bilmekteyiz! “İNSANSEVGİSİ ŞARTTIR” Burada bir hususu daha belirteyim. Üç mesleğin lâyıkıyla yerine getirilebilmesi için mensuplarının insanı sevmesi gerekir. Bu üç meslek öğretmenlik,hukukçulukvehekimliktir. Bu meslek mensuplarında insan sevgisi yoksa kesinlikle yararlı olmaz, zararlı olurlar. Kapıdan birisi girdiğinde, avukatın ‘içeriye para girdi’ diye düşünmek yerine önce sorununu öğrenmesi, derdine çare olacak yolları göstermesi gerekir. Elbette bu iş para kazanmak için yapılıyor. Ama bunu ön unsur, birinci unsur olarak ön planda tutmayı tercih etmek mesleğin temel esprisini kaybettirir. - ‘Paralı adalet’ söylemlerine ne dersiniz? Mahkemeler dosyalardan boğuluyor. Devlete de para lâzım! Dava açma masrafı yükseldiği için işler azalacak değil nasıl olsa! Sosyal ve ekonomik dengesizlik varken çekişmenin azalacağı düşünülemeyeceğine göre. Ama ben gene de fazla ileri gitmeyip tedbirli konuşayım: Adliyenin, adli kurumların ihtiyaç içinde oldukları muhakkak. Bu konulara kaynak yaratmak için ya da kaynakları daha zenginleştirmek için bu şekilde bir uygulama tercih edilmiş de denilebilir, bilemem!.. KÖYCEĞİZHİKÂYESİ - Enver’in sizden sormamızı istediği şu ‘Köyceğiz hikâyesi’ nedir? Bakmayın siz Enver’e. Ben aslen Köyceğizliyimdir. Gençlik yıllarımda Enver Aktaş da orada öğretmendi. Şahsi arazi davalarımız için sıkça giderdim. Oradaki arkadaşlar da akşamları yemeğe götürüp ağırlarlardı. Bir gün Enver kulağıma eğilip ciddi ciddi “Senin davalar için bir avukat tutulsa kaç para ödemek gerekir?” dedi. “Neden sordun” deyince de, “Ağabey her gelişinizde size ziyafet çekmek bize masraflı oluyor, eğer ücreti ehven ise size bir avukat tutup daha ucuza getireceğiz de!” demez mi! Muziptir bunlar çok. - Son bir soru. Büronuzda 120’nin üzerinde avukat adayı staj yapmış. Peki, bunlar avukat olduktan sonra kapınızı çalıp hatırınızı soruyorlar mı? Bakın, bunların içinde staj sırasında ağlamayan ya da içinden bana küfretmeyenin olduğunu sanmıyorum. Ama hiçbiri de ‘şeytan görsün yüzünü’ demediği gibi, bayramlarda, özel günlerde arayıp hatırımı sormayı hiç ihmal etmezler. Enver Aktaş - Bildiğim kadarıyla Türkiye’de her yılbaşı yaklaşırken eski stajyerleri tarafından adına özel parti düzenlenen tek avukat Haluk Baykent’tir. Söyleşiyi, pardon, Haluk Ağabeyin anlatımlarını burada noktalıyoruz. Dönüşte gülümseyerek üstad Necdet Öklem’i anıyoruz. Yargının Doğası Bozulursa ÇetinTuran Avukat, İzmir Barosu Baş tarafı 1. sayfada kaldırılmasından sonra aynı kişiler için tutuklama kararları verilmesi, hukukun mu yoksa siyasetin mi gereği olmuştur?.. Yargının bu denli siyasallaşması görülmüş müdür?.. Dava dosyası - hangi aşamada olursa olsun - müdafie kapatılıp medyaya açılabilir mi?.. Bunun sözünün edilmesi bile abesle iştigal sayılırken, neler oluyor; Özel Yetkili (olağanüstü), mahkemeler ‘gizlilik’ kararları veriyor. Ama anlaşılıyor ki gizlilik, sanığa ve müdafiine karşı; dosyada ‘gizli!..’ olduğu söylenen ve müdafiden esirgenen ne varsa, çarşaf çarşaf birkaç saat içinde medyada!.. Bu yöntem ne yazık ki olağan hale geldi, ama hukuka uygun olduğunu söyleyebilir misiniz?.. Müdafiin dosyaya ulaşmasını engelleyen kurallar, çağımızın usul hukuku anlayışı ile bağdaşmaz. İki örnek vermek istiyorum. 1930 tarihli faşist İtalyan Ceza Usul Kanunu gerekçesi ‘soruşturmanın gizliliği’ konusunda ne diyordu; “Soruşturmanın gizliliğindeki kamufaydası,savunmabakımından bir istisna kabul edilemeyecekkadarbüyüktür.Esasenböyle bir istisna soruşturmayı yapan hakime itimatsızlık demek olacaktır. Liberal demokrasilerde idareye karşı ferdî itimatsızlığın pek çok tatbikatı vardır. Fakat faşist devlette böyle bir tatbikata yer verilemez, zira rejimin esas prensipleriiletezathalinedüşer.” (2) Bu tür yasaklar olağan zamanların ürünü değildir. İtalyan yargısı 1922’de yerleşen faşist Mussolini döneminde yaşadığı siyasallaşma sürecinden, ancak kanlı 2. Dünya Savaşı sonunda uzaklaşabildi, müdafiin yetkileri de 1955 yılında genişletildi. (3) İtalyan Ceza Usul Yasasının bu günkü halini 1930 tarihli Usul Yasası ile kıyaslamak elbette mümkün değil. Diğer örnek nazi Almanyası’ndan. Naziler iktidara gelmeden önce de Alman yargıçların çoğunluğu (Alman subayları gibi) nazi sempatizanı idi. Ne var ki karşı karşıya bulundukları tehlikenin farkında değillerdi. Yargıçlar, anayasal güvenceleri olduğunu sanıyorlardı; Weimar Anayasası’nın 109. Maddesi yargıçların bağımsızlığını, kanuna bağlılığını ve iş güvenliğini teminat altına alıyordu. Naziler döneminde bunların sadece kâğıt üzerinde kaldığı, ‘yasal güvence’ kavramının anlamsızlığı ortaya çıktı. Birkaç yargıcın meslekten atılması ile tüm yargıçlar kolayca sindirildi. 26 Ocak 1937’de çıkarılan “Hükümet Hizmetleri Kanunu”, yargıçlar dahil “siyasi bakımdan şüpheli” görülen bütün memurların görevlerine son verilmesini öngörüyordu. Bütün hukukçular artık ‘Nasyonal Sosyalist Alman Hukukçular Birliğine’ girmeye mecburdular. Kimi yargıçlar bir süre bu parti politikasına boyun eğmediler. Birkaç yargıç kararlarında kanuna dayanmaya çalıştı. 1934 Mart’ında duruşmaları yapılan Reichstag yangınının dört sanığından üçünü (ki bunlardan biri mahkemede yaptığı savunma ile ünlü Dimitrov’dur), Alman Yüksek Mahkemesi Reichsgericht’in beraat ettirmesi az sayıda örnekten biridir. Hitler ve Goering bu karara o kadar kızdılar ki, hemen bir ay içinde, 24 Nisan 1934’te, o zamana kadar yalnızca Yüksek Mahkeme’nin kaza yetkisi alanına giren vatana ihanet davaları bu yüksek mahkemeden alındı ve Volksgerichtshof, yani ‘Halk Mahkemesi’ denilen yeni bir mahkemeye verildi. Bu yeni mahkeme az sonra ülkenin en korkunç mahke- mesi oldu.” (4) Nazi Almanya’sında Hitler ‘kanun’du. Bu bir abartma değil, resmen öyleydi. Goering 12 Temmuz 1934’te Prusya savcılarına “kanun ve Führer’in iradesi aynı şeydir” diye hitap ediyordu. Reichtag önünde yaptığı bir konuşmada Hitler de kendisini Alman halkının “en yüksek yargıcı” ilan etmişti. Yargıçlar da bununla övünüyorlardı. Belki de arkalarındaki siyasal gücün hiç değişmeyeceğini, ya da ‘mahkemenin kadıya mülk olduğunu’ zannediyorlardı!. Alman yargıçların hemen tamamı nazi rejimine uyumda son derece başarılı oldular. Çılgınlığın boyutlarını kavrayabilmek için Adalet Müşaviri ve Alman Hukuk Lideri Dr. Hans Frank’ın 1936’da Alman Yargıçlarına verdiği konferansta söylediklerine kulak vermek gerekiyor; “Nasyonal Sosyalist ideoloji bütün ana kanunların temelidir! (…) Nasyonal Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz; ‘benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi?’. Her kararda şunu söyleyiniz; ‘bu karar Alman halkının Nasyonal Sosyalist vicdanıyla uyuşuyor mu?’ İşte o zaman, Nasyonal Sosyalist halk devletinin birliğine karışmış ve Adolf Hitler iradesinin ölümsüzlüğünü tanımış olarak Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun otoritesini kendi karar alanınızda her zaman için sağlayacak bir temel buldunuz demektir.” (5) Burada ‘adaletten’ hiç söz edilmiyor. Yargının doğasında ‘adalet’ yoksa, ona yargılama demek mümkün değildir. Yargılama baştan sona siyasi kriterlere göre yürütülüyor ve doğası bozuluyor. Bu sapkınlığın sonunu ve sadece Almanya’ya değil, tüm dünyaya yaşattığı kayıpları, soykırımı, ekonomik ve sosyal çöküntüyü biliyoruz. Faşist İtalya ve Nazi Almanyası örnekleri ‘uç’ örneklerdir, yaşanmış ve çok da uzak olmayan bir dönemi yakıp geçmişlerdir; ‘uç’ oldukları unutulmaksızın; bu örnekler öğretici, silkeleyici ve uyandırıcıdırlar. Hitler’in kendisini ‘en yüksek yargıç’ ilan ettiğini bilirseniz, bir başka devlet adamı kendisini yürümekte olan bir davada ‘savcı’ olarak nitelendirdiğinde yaşadığınız duygular çok daha farklı olur; naziler döneminde tüm savcı ve yargıçların tek bir örgüte zorunlu üye yapıldığını bilirseniz, benzer önerilerin ne anlama geldiğini daha doğru kavrarsınız; daha Hitler ortaya çıkmadan Almanya’da parlamenter demokrasinin işlemez hale geldiğini, basiretsiz başbakanlar Bruening, von Papen ve Schleicher’in, Cumhurbaşkanı Hindenburg’un Weimar Anayasası’ nın 48. Maddesi uyarınca verdiği diktatörce yetkilerle Reichstag’a danışmadan – kararnamelerle - Almanyayı nasıl yönettiklerini, nazileşme sürecinde Almanya’nın kaç seçim, referandum, plebisit yaşadığını ve tarihin HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 19 en kanlı diktatörlüğünün bu süreçlerde ‘Alman Halkının’ aktif desteği ile nasıl yükseldiğini bilirseniz, olaylara bakışınız daha analitik olur. Dönelim bizdeki ‘yargının siyasallaşması’ olgusuna. Bunu tespit etmek ve toplum için yarattığı tehlikelere dikkat çekmek hukukçuların görevidir. Nedir görünen olgular? Ülkenin tüm hukukçuları HSYK’nın işleyişinden şikayetçi idi. 12 Eylül Referandumu öncesinde çalışması Adalet Bakanı tarafından aylarca fiilen engellenen HSYK, referandum ertesinde önceki yapılanmada yakınılan ne varsa kat kat artırılarak, yeniden oluşturuldu. Şimdi eski HSK’yı mumla arıyoruz. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in hazırladığı HSYK listesi, blok olarak hakim ve savcıların onayını aldı. Yeni HSYK hiçbir zaman olmadığı kadar siyasal görüntüler veriyor. Yüksek yargı organlarına, ‘yargılamayı hızlandırmak’ gerekçesi ile, yüksek yargı üyeliğine atanmada yerleşik kurallar çiğnenerek, kıdem aranmaksızın ve liyakat kaygısı duyulmaksızın, yüzlerce yeni hakim atandı, (mevcut üyeler böylece azınlığa düşürüldü), bu yeni üyeler yüksek yargı organlarının başına blok oylarla, Bülent Arınç’ın ‘sınıf arkadaşlarını’ seçtiler. Yeni yargı yılı açılışlarında sayın başkanlar, bilinen birkaç teorik değerlendirmenin dışında, Yargıtay tarihinin en içeriksiz ve donuk konuşmalarını yapıyorlar ve HSYK 8 ayda 3 bin hakimin yerini değiştiriyor. Bu konuya biraz yaklaşalım; askerlerin, öğretim üyelerinin, gazetecilerin, milletvekillerinin ve bir kısım sivillerin ‘tutuklu’ olarak yargılandıkları ‘özel yetkili’ mahkemeler var. Kim suçlu kim değil yargılama sonunda belli olacak ama yargılama bitmek bilmiyor ve bitecek gibi de görünmüyor. Bu yargılamaların bitirilmemek üzere yürütüldüğünü öne sürenler de var. Kimsenin yargılanma olgusuna itirazı yok, sorun tutuklama kararları ile ilgili olarak sürekli gündemde. Sadece ülkemizin değil, dünyanın da gündeminde. Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg, “duruşma öncesi gözaltılarda veya mahkûmiyet öncesi gözaltı durumlarında sorunlar var. Bu çok gereksiz. Gerçeğe baktığımızda bugün Türkiye’de cezaevinde bulunanların büyük çoğunluğu mahkûmiyetten değil, tutuklu olmaktan kaynaklanmakta. Bu insanların gerek20 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 siz yere gözaltına alındığının bir göstergesidir. Bir başka sorun ise uzun duruşma öncesi süreçler, uzun yargılama süreçleri. İkisini bir araya getirdiğinizde, masum olabilecek insanların cezaevlerinde uzun sürelerle kalması gibi bir sorun ortaya çıkıyor. Bu da çok ciddi bir insan hakları sorunu.” Birleşmiş Milletler (BM) Özel Raportörü Gabriela Knaul da Türk yargısında “tutukluluk sürelerinin uzunluğu, gizli tanık kullanılması gibi uygulamalarda sorunlar olduğunu” söylüyor. (6) DHA’nın (18.10.2011 tarihinde basında yer alan) haberine göre, düzenlenen bir ankette 2028 hakim ve savcıdan sadece 580’i (%28) HSYK’nın işlemlerini tümüyle olumlu bulduğunu söylemiş. 98 hakim ve savcı ise ‘fişlenmek istemiyoruz’ diyerek soruya yanıt vermemiş.Yeni HSYK rejiminden hakim ve savcıların da rahatsız ve tedirgin olduğu anlaşılıyor. Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’nde farklı ses çıkaran, kimi tutuklama kararlarına muhalefet eden çok sayıda yargıç ve savcı ya sürüldü ya da emekliliklerini istemek zorunda bırakıldılar. Örneğin; 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt Gebze’ye, 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Canak Sakarya’ ya, 13. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı 37 yıllık hakim Köksal Şengün Bolu’ya, 12. Ağır Ceza Mahkemesi üyesi Oktay Kuban Eskişehir’e sürüldü. 11. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Şeref Akçay da emekli edildi. Niçin?.. HSYK bu konuda tatmin edici bir hukuki neden gösteremedi. Şimdi tüm ‘red’ kararları oy birliği ile mi çıkacak?.. Yargıtay tetkik hakimleri birer ikişer istifa ediyor ya da emekliliklerini istiyor. Yargıtay 1. H.D. Tetkik Hakimi Celal Çelik, istifa gerekçesinde Türk yargısının “hukukun üstünlüğü ve halka adalet dağıtmak ülküsünden giderek uzaklaştığını” söylüyor. “Ergenekon ve balyoz olarak adlandırılan soruşturma ve kovuşturmalar ile İlhan Cihaner ile ilgili hukuka aykırı uygulamalar nedeniyle görevli yargıç ve savcılar hakkında yapılan yüzlerce şikayet başvurusuna rağmen, burada görevli yargıç ve savcılar ödüllendirilirken, Deniz Feneri soruşturmasında şikayet üzerine derhal soruşturmanın görevli 3 savcıdan alınmasındaki fahiş taraflı tasarrufların yarattığı adalet travması” da, Celal Çelik’i istifaya götüren nedenler arasında yer alıyor; Celal Çelik yargıdaki çifte standarda isyan ediyor. Devamını biliyoruz; ‘Deniz Feneri’ davasının tüm tutuklu sanıkları iki parti halinde serbest bırakıldı. Bu kadar belirgin çifte standardın kamu vicdanını rahatsız etmemesi imkansızdır. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç dahi “vicdanım kabul etmiyor” dedi. Arınç’ın Deniz Feneri dosyasında verilen tahliye kararlarını kastederek; “Bunları tahliye eden hakimin verdiği kararın, başka davalardaki hakimlere örnek olmasını diliyorum. Kalben inanıyorum ki yakın zamanda diğer mahkemeler, hakimler tahliye kararlarını vermeye herhalde başlayacaklar, yoksa bunun izahı olmaz.” (7) dediği basında yer aldı. Güzel, ama çok geç değil mi?.. ‘Masumiyet karinesi’ çiğnenirken, tutukluluk süreleri ile ilgili başta AİHM olmak üzere evrensel hukuk standartları ihlâl edilirken, tahliye kararları doğrultusunda oy kullanan yargıçlar HSYK eliyle birer ikişer özel yetkili mahkemelerden tasfiye edilirken Arınç, hep sessiz kaldı. Yargıtay Tetkik Hakimi Celal Çelik’i isyan ettiren ve istifaya götüren, Deniz Feneri davasına bakan üç savcının yine HSYK tarafından görevden alınmasına da Arınç hiç sesini çıkarmadı, ‘bu, yargıya müdahaledir!..’ demedi. Ama Arınç’ın 2 Kasım’da Plân ve Bütçe Komisyonundaki görüşmeler sırasında “Adalet öç alma mekanizması değildir; tutuklu vekiller tahliye edilmeli. Belki benim sözlerimden dolayı hakkımda bir fezleke tanzim edilir, dokunulmazlığımın kaldırılması da istenebilir. Eğer hakkımda bir fezleke gelirse ve yargılanmam da mümkün olursa daha fazlasını söylerim.” demesi önemlidir. Deniz Feneri davasında verilen tahliye kararları ise doğrudur. Evet, tutuklama bir önlemdir; aslolan tutuksuz yargılamadır, tutuklama infaza dönüşmemeli, masumiyet karinesi yok sayılmamalıdır. Ne var ki, Alman yargısı tarafından –asıl failler Türkiye’de denilerek- kesin hükme bağlanmış, üst düzey siyasilere kadar uzanacağı konuşulan ve ‘köstebek’ söylentileri arasında yürüyen bir kovuşturmada verilen bu tahliye kararlarının üzerine, siyasetin ağır gölgesi düşmüştür. Kamuoyu siyasetin yargının içine bu denli girmesine, bu çifte standarda karşı tepkilidir. Siyaset yargının doğasını bozduğunda hukukun ipi de elden kaçıyor; ‘vicdan’, ‘kıyas’ vs. türünden referanslar öne çıkmaya başlıyor. Yargının siyasallaştığı, bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitirdiği dönemlerde toplumu karamsarlık ve umutsuzluk kuşatır, yurttaş son sığınağının da elinden alındığı, güvencesiz -savunmasız- kaldığı duygusuna kapılır. Yargı siyasallaştıkça savunma mesleği de anlamını yitirir, yürütülmesi zorlaşır. Savunma mesleği, ülkemizde tüm siyasal iktidarlara ayak bağı gibi gelmiştir ama artık sistemin dışına itilmektedir. Müdafi olarak görev alan avukatlar sanık sandalyesine oturtulmaya başladı. Son örneği Turgut Kazan. Üç yıla kadar hapsi ve meslekten men edilmesi isteniyor. “Üstlendiğimiz savunma görevi nedeniyle bizi korkutmak istiyorlar, ama korkmayacağız, boyun eğmeyeceğiz. Zaten savunma mesleğini tam yapmayacaksam, salt dışardayım diye kendimi özgür sayamayacağımı, susmak zorunda kalırsam yaşayamayacağımı biliyorum” diyor, mesleğimizin duayeni Kazan. Prof. Dr. Faruk Erem ise kırk yıl öncesinden uyarıyor; “Bir memlekette hakikaten adaletin mevcut olup olmadığını öğrenmek istiyorsanız o memlekette mahkemelerin mevcut olup olmadığına bakmayınız, tatbik edilen siyasi rejime bakınız. O memlekette despotluk, yani sadece kuvvetlinin haklı olduğunu kabul eden bir rejim hüküm sürüyorsa, tabii haklardan olan müdafaa hakkı yok demektir.” (8) Sonuç olarak ilân edilmemiş bir olağanüstü hal var. Bu olağanüstü halin, bir daha geri gelmemek üzere terkedilmesi, yargının kendi doğasına çekilmesi gerekiyor. Uzun tutuklama süreleri nedeniyle ‘adil yargılanma’ eşiği aşılmıştır. Bundan sonra verilecek hiçbir karar (beraat kararı dahi), adil sayılamaz. Kalan tek seçenek ise tutuklama kararları gözden geçirilerek, çifte standarda meydan vermeksizin, tüm yargılamaların hızla sonuçlandırılmasıdır. Hukuk düzlemine çıkmanın başka yolu yoktur. (1) Ekim ayı başında Kuşadası’nda yapılan (Genişletilmiş) Ege ve Marmara Bölgeleri baro başkanları toplantısı sonuç bildirgesi, (2) Battaglia (Achille)’dan naklen Prof Dr. Faruk Erem, Ceza Usulü Hukuku, 1973 basımı, sayfa 169 (3) Prof Dr. Faruk Erem age,, sayfa 167 (4) Nazi İmparatorluğu; Doğuşu-Yükselişi-çöküşü, William L. Shirer, Türkçesi Rasih Güran, Ağaoğlu Yayınevi 1968 basımı, s: 426 (5) William L. Shirer, age, s:425 (6) 15.10.2011, Cumhuriyet (7) 27.10.2011, Cumhuriyet (8) Prof Dr. Faruk Erem age, sayfa 175 NE YAPTIĞINI GÖRÜYORUM Bentham, tasarladığı binanın bütün kurumlara uygulanabilir olduğunu da savunur. Bina, endüstrinin her alanındaki iş kollarında ıslah edilemeyenlerin cezalandırılması, delilerin denetim altında tutulması, ahlaksızların ıslah edilmesi, şüphelilerin hapsedilmesi, tembellerin çalıştırılması, acizlerin bakılması, hastaların tedavi edilmesi, gönüllülerin yönlendirilmesi ya da eğitim alanında yeni neslin eğitilmesi için kullanılabilirdi. Böylece cezaevleri, nezarethaneler, ıslahevleri, imalathaneler, akıl hastaneleri, okullar için bu proje rahatlıkla hayata geçirilebilirdi. TamerDoğan Avukat, İzmir Barosu Samuel Bentham, Prens Potemkin’in hizmetinde deniz mühendisi olarak çalışmak üzere 1780 yılında Rusya’ya gelir. Temel görevi, Prens’in tekne inşası üzerine çalışan imalathanelerini yönetmek ve bunun için de büyük sayıda niteliksiz işgücüne sahip çalışan kitlenin eğitim ve yönetimine ilişkin en iyi yöntemi bulmaktır. Prens’in sağladığı özgür bir ortam ve geniş imkanlar sayesinde, Bentham ilgi çekici bir çalışma yürütür. Rusya’da o dönem kalifiye işgücü sıkıntısı yaşanmaktadır. Bentham, önce İngiltere’den yirmi kişilik bir çekirdek kalifiye işçi grubu getirtir. Gelenlerin temel görevi malikanedeki çalışmaları idare etmek ve köylü işçileri gemi inşasında ve imalathanelerde çalışmak için eğitmektir. İşin ilginç tarafı şu ki köylülerin disiplin konusunda bir sorunları yoktur. Tersine, disipline alışkın olmayan Bentham ve İngiltere’den getirttiği idareciler bu konuda sıkıntı çeker. Hatta Bentham, İngiliz işçilerin disiplin eksikliğinden, tembelliklerinden, hırsızlık yapmalarından, kavgacılıklarından ve sarhoşluklarından şikayetçi olmaya başlar. Bu gelişme, Samuel Bentham’ın Krichev Panoptikonu’nu tasarlamasının temel sebebini oluşturur (1). Bentham’ın tasarladığı yapı, vasıfsız köylülerin eğitimini denetlemek için bir araç sağlıyordu; fakat sadece eğitmenin, yardıma ihtiyacı olan işçinin yanına gitmeden önce gerektiğinde görebileceği bir noktaya kadar. Proje, köylülerin etkili bir şekilde istihdam edilmesinden ziyade, “gardiyanlara kimin gardiyanlık edeceği” sorununa acil bir çözüm bulma çabasının ürünüydü. Ancak Samuel Bentham, projenin hayata geçirildiğini göremeden İngiltere’ye döner. BirHapishaneProjesiOlarakPanoptikon Panoptikon projesinin tarihi önemi, asıl olarak, Samuel Bentham’ın kardeşi İngiliz düşünür Jeremy Bentham’ın çalışmaları sonrasında ortaya çıkar. Jeremy Bentham 1786’da Rusya’ya geldiğinde kardeşinin çalışmalarına tanık olur Jeremy Bentham Jeremy Bentham, İngiltere’ye döndükten sonraki 20 yılı aşkın bir süre boyunca, en ince ayrıntısına kadar tasarladığı planının hayata geçirilmesi (bir hapishane inşası) için yoğun çaba sarfeder. Ancak sonuca ulaşamaz ve 1813 yılında plan üzerinde çalışmaktan vazgeçer. ve projeden çok etkilenir. Projeyi bir hapishane inşaatı için geliştirir ve 1788’de İngiltere’ye dönünceye kadar bu konuda yirmiden fazla mektup yazar. Bu mektupların basılmasıyla birlikte Panoptikon projesi bugüne kadar üzerine çok tartışılan bir olgu olarak tarih sahnesine çıkar. Panoptikon (gözetimevi), merkezi bir gözetleme kulesi etrafında birçok hücreden oluşan, bir gardiyanın birçok mahkumu aynı anda denetleyebildiği büyük dairesel bir yapıdır. Hücreler, dış tarafa konulan pencereler sayesinde gardiyan tarafından rahatlıkla gözetlenebilmektedir. Ayrıca hücrelere metal tüpler döşenmek suretiyle en ufak konuşmaların bile duyulması mümkün olacaktır. Bentham’a göre, “İşin özü, görünmeden gözetleme mekanizmasıyla birleşen gözetleyicinin konumunun merkeziliğinde yatmaktadır.” Sonuç olarak “Gözetlenen insanların kendilerini her zaman gözetim altındalarmış gibi hissetmeleri, yani en azından büyük ihtimalle böyle olmasının sağlanması temel amaçtır.“ (2) Böylece, belli bir zamanda belli bir kişinin gerçekten gözetim altında olma olasılığı, bu durumda olduğu duygusu ne kadar çok olursa, ikna o kadar güçlü, o kadar etkili olacaktır. Bu şekilde şartlanmış çok sayıda insanın davranışlarındaki en ufak bir sapmanın bile hesaba katılacağı farz edildiğinde, en eğitimsiz akılların bile bu bağlamda kendisine çeki düzen vermesi sağlanabilecekti. Bentham’ın panoptikon modeli Petite Roquette Hapishanesi HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 21 özenli olmaya, hastayı tedaviye uymaya zorlamak için güç kullanmaya gerek kalmamaktadır. Üstelik iktidarın üzerlerinde icra edildiği kişilerin sayısı artarken, bu iktidarı icra edenlerin sayısı azaltılabilir. Çünkü her an müdahale olanağı vardır ve bu sürekli baskı hataların, kabahatlerin, suçların işlenmesinden bile önce etki eder. Stateville Hapishanesinin iç görünümü Ancak sonrasında bu projeye sadık hapishaneler inşa edilmeye başlar. Fransa’daki Petite Roquette ve Rennes Merkez Hapishanesi, ABD’deki Stateville Hapishanesi panoptik hapishane tasarımının örnekleri olarak sayılabilir. Foucault’nunyaklaşımı MichelFoucault da, Hapishane’nin Doğuşu kitabında ceza sisteminin (yazarının ifadesiyle ceza ekonomisinin) 17. yüzyıldan itibaren geçirdiği değişimi irdelerken, Panoptikon tasarısına büyük önem atfeder. ‘Görülmeden gözetim altında tutan hapishane sistemi’ olarak adlandırdığı bu sistemin temel etkisinin tutukluda (deli, hasta, çocuk, işçi olarak da okunabilir) iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik halini yaratmak olduğunu söyler (3). Tutuklu için iktidar hem görünür (çünkü gözünün önünde sürekli olarak gözlendiği merkez kulesinin siluetini bulacaktır) hem de kanıtlanmaz (çünkü tutuklu o anda kendine bakılıp bakılmadığını asla bilmemeli, ama bunun her an olabileceğinden hiçbir kuşkusu bulunmamalıdır) durumdadır.(4) Böylece mahkûmu iyi davranmaya, deliyi sakin olmaya, işçiyi çalışmaya, okul çocuğunu Foucault, sonuç olarak, dışlamayı hedefleyen, gücünü negatif biçimde ortaya koyan iktidar biçimin tersine, disiplinci iktidarın pozitif, sürekli ve derin bir zorlama uygulamayı hedeflediğini söyler. Amaçlanan şey, bir hükümdarın baskısı gibi değil de her bireyin etkin bir performansa ulaşma çabasının doğal sonucu olarak uygulanabilmesini doğuran otomatik, genel, toplumsal bünyeye nüfuz eden, hafif ve hızlı bir gözetleme sistemi yaratmaktır. ArtıkHerkesGözetleniyor Bugün, yalnızca bir mimari biçimi ya da belli alanlarda kullanılan bir mekanizma olmanın ötesinde, çok daha yaygın bir şekilde panoptik uygulamalar görmekteyiz. İktidarlar, yalnızca suçlu, deli, hasta, öğrenci, asker vb. kategorilerde yer alanların kapatıldığı belli alanlarda değil, herkesi her yerde gözetleyebilmenin ve denetleyebilmenin keyfini sürüyor. Hücre tipi cezaevlerinden güvenlik kameralarına kadar, gözetleme mantığı bugün her yerde işlevini yürütüyor. ’Gözün İktidarı’ Üzerine başlıklı yazısında Barış Çoban, panoptikon projesinin bugün hangi noktalarda kendini gösterdiğini, bolca kullandığı örneklerle ortaya koyuyor (5). Çoban’a göre uydu gözetleme sistemleri, casus uçaklar, polis kameraları, telefonların dinlenmesi, internet iletişiminin denetlenmesi vb. tüm uygulamalar toplum üzerindeki ‘beyaz şiddet’in göstergeleridir. Daha somut bir örnek olarak ‘MOBESE’ (Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu) sisteminden söz eden Çoban, farklı ve çok çeşitli birimlerle beraber tüm yaşam alanlarının iktidarın denetimi altına sokulmasına yönelik bir proje oluşturulduğunu söylüyor. Gerçekten de, yazıda da vurgulandığı üzere, emniyete ait http://mobese.iem.gov.tr sitesinde dudak uçuklatacak kadar çok sayıda gözetim ve kontrol sisteminin (araç takip sistemi, bölge görüntüleme sistemi, plaka algılama sistemi vb. ) varlığı göze çarpıyor. Özel yaşam ya da mesleki çalışma alanı içerisinde benzer birçok örneği görmek mümkün. Kendi çalışma alanlarımızı öne çıkarmak gerekirse, özellikle MERNİS ve UYAP projelerinin getirdiği yeni olanaklarla birlikte artık attığımız her adımın bilinebilirliği sağlanıyor. Michel Foucault 22 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 İşin ironik bir yanı da var: UYAP sistemi üzerinden size ait tüm bilgilere ulaşabilen çok sayıda ‘yetkili’ varken, sizin kendinize ait bir bilgiye ulaşabilmeniz için şifre ya da sertifika almanız ve bunun için ayrıca para ödemeniz gerekiyor. Sistem, kurduğu denetleme yöntemiyle elde ettiği bilgileri yine size satmanın da yolunu bulmuş durumda. ‘Sistem’in temel mantığı burada da çalışıyor. Size ait bir bilgi tüketim mantığı içinde size sunuluyor. Artık her yerde kameralar var Bütün bunlara, hemen her gün piyasaya sunulan gizli görüntü ya da ses kayıtlarını ekleyin. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ancak ‘kuvvetli suç şüphesinin bulunması ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması durumunda’ kullanılabileceği açıkça belirtilen telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin denetlenmesi ve teknik araçlarla izleme yöntemlerinin ne kadar yaygınlaştığını düşünün. Bu yöntemler, artık ceza yargılamasında diğer delillerin kullanımından vazgeçildiği izlenimi uyandırırcasına yerleşik hale gelmiş durumda. İşin daha da vahim olan tarafı şu: Bu yöntemlerle elde edilen ve kovuşturmayla ilgisi olmayan kayıtların, kullanılamaması bir yana yok edilmesi gerekirken, bunlar iddianamelerde rahatça yer alabiliyor. Böylece tüm kamuoyu, şüpheli ya da sanık konumunda olmayan bir sürü insanın yine kovuşturmayla ilgili olmayan bir sürü özel görüşmesini öğrenebiliyor. (6) Örneklemeye devam edersek, daha sayfalar dolusu yazabiliriz. Bu kadarı yeter; sonuç şu: yaşamlarımızın ‘özel’ alanları giderek azalıyor. Sorun, yalnızca ‘özel hayatın gizliliğinin ihlali’ ya da bir ‘mahremiyet alanına müdahale’den ibaret değildir. Asıl sorun, ne aldığımız, ne tükettiğimiz, nereye gittiğimiz, kiminle ve ne konuştuğumuz konusunda bizim dışımızda birilerinin de çok şeyler öğrenebileceğini bilmenin yarattığı endişe/çekince duygusunun yaşamlarımızı ne hale getireceğidir? Bu endişeyi taşıyan birinin özgürlük ve güven duygusu içinde yaşamını sürdürebilmesi olanağı var mıdır? 1984’temiyiz? George Orwell 1949 yılında yayımlanan 1984 isimli romanında anti ütopik bir dünyada herkesin ‘büyük birader’ denetiminde nasıl bir yaşam yürüttüğünü, oldukça karamsar bir tarzda, öyküleştirmişti. Edebi değerinin ötesinde, öngördüğü dünyanın her geçen gün biraz daha gerçek haline gelmesi, romanı oldukça bilinir ve okunur kıldı. (7) Gerçekten de, 1984’ün edebiyat tarihinin ‘geleceği gören’ eserlerinin başında geldiğini söylemeye gerek yok. Romanda aktarılan dünya ile bugün içinde yaşadığımız dünya arasında birçok noktada benzerlikler bulmak mümkün. Ama teknolojinin yarattığı olanaklarla ‘Deniz Feneri’ tutuklularına tahliye Almanya'daki Deniz Feneri e.V Derneğinin Türkiye uzantısı ile ilgili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında 11 Temmuz'dan itibaren yapılan operasyonlarda tutuklanarak cezaevine gönderilen 8 şüpheliden Zahit Akman ve Kanal 7 yöneticilerinin de aralarında bulunduğu 6'sı 'kaçma şüphesi yok' ve 'tedbirin cezaya dönüşmesi' gerekçesiyle 21 Ekim'de tahliye edilmişti. Soruşturmanın son tutukluları Muzaffer Şafak ve Harun Kapuyoldaş da 28 Ekim Cuma günü kefaletle serbest bırakıldı. Böylece, soruşturma kapsamında tutuklananların tamamı 3 ay içerisinde tahliye edilmiş oldu. Tahliyelerin, soruşturmayı yürüten savcılar Abdulvahap Yaren, Mehmet Tamöz ve Nadi Türkaslan’ın görevden alınmalarından hemen sonra gerçekleşmesi tartışma konusu oldu. İkinci Ergenekon davasında, AKP’yi soruşturan isimlerin bildirilmesi talep edildi. 2. Ergenekon davasında mahkeme heyeti, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan AKP’nin kapatma davasıyla ilgili olarak açılan soruşturmada, hangi Yargıtay cumhuriyet savcılarının görev aldıklarının sorulmasına karar verdi. Mahkeme, daha önce de Anayasa Mahkemesi’nde açılan AKP’nin kapatılması dava dosyasını istemiş ve dosya Ergenekon davası evrakı arasına konulmuştu. Orwell’ın romanı Michael Radford tarafından filme alındı kurulabilecek bir denetim ağının geldiği noktayı, herhalde, Orwell da tahmin edemezdi. Özgürce birlikte olabilmek için büyük biraderin gözünün erişemeyeceği yerler arayan (ve bir ara, bulduklarını sanan) romanın kahramanlarının, Winston ve Julia’nın, bugün yaşıyor olsalardı daha rahat hareket edebileceklerini söyleyebilir miyiz? Romanın sonunda, iktidarın hatırlamasını istemediği şeyleri hatırlayan, bilmesini istemediği şeyleri bilen, anlamasını beklemediği şeyleri anlamaya çalışan Winston’a ağır işkenceler uygulanır ve doğru yola girmesi sağlanır. Yani, denetimin yetmediği yerde şiddet yine devreye girer. Bugün “dur!”, “konuşma!”, “yazma!”, “okuma!”, “hatırlama/hatırlatma!” ihtarına uymayanların başına neler geleceğini tahmin edebiliyor muyuz? (1) Panoptikon gözün iktidarı, Hazırlayanlar: Barış Çoban/Zeynep Özarslan, Su Yayınları, Eylül 2008, sayfa 90-92 (2) a.g.e. s. 23-24 (3) Michel Foucault, Hapishane’nin Doğuşu, İmge Kitabevi, Temmuz 1992, s. 252 (4) a.g.e. 253 (5) Panoptikon s. 127 (6) Burada kamuoyunun röntgenci yanının gıdıklandığından da söz etmek mümkün. Böylece, toplu bir şekilde, başka birinin özel hayatına ilişkin bir şeyler öğrenebilmenin hazzını yaşıyoruz. (7) George Orwell’in 1984 ve Hayvan Çiftliği romanları, uzun süre boyunca sosyalist sistemlere dönük eleştiriler için referans olarak kullanıldı. ‘İnsan hakları’ kavramını sosyalist rejimlere dönük bir silah olarak kullanan sistemin bunu yapmasından daha doğal bir şey olamaz. Aslında anti-faşist olan, hatta İspanya İç Savaşı’nda elinde tüfekle yer alan Orwell’in Stalin dönemine ilişkin eleştirel tavrının da bu gelişmede payı var elbette; ama, yazdıklarının, Soğuk Savaş dönemindeki anti-komünist yaklaşımlarla manipüle edilmesine karşı çıktığı da bir gerçek. Yargıtay ve Danıştay üyelerinin başkan veya başsavcı olabilmeleri için 8 yıllık üyelik şartı 5’e indirildi Yeni bir kanun hükmünde kararname (KHK) çıkaran hükümet, Yargıtay ve Danıştay üyelerinin başkan veya başsavcı olabilmeleri için aranan 8 yıllık üyelik şartını 5’e indirdi. Yargıya yeni hâkim ve savcı alımları kolaylaştırıldı. Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren KHK’de Adalet Bakanlığı ve Danıştay’ın yapısı ve yargıyla ilgili çeşitli yasalarda değişiklik yapıldı. Danıştay Yasası’nda yapılan değişiklikle Başkan ve Başsavcı seçilebilmek için 8 yıl olan üyelik şartı 5 yıla, başkanvekili ve daire başkanı seçilebilmek için 6 yıllık süre ise 3 yıla indirildi. Yargıtay Başkanı ve Başsavcısı için de aynı değişiklik yapıldı. Böylece Yargıtay ve Danıştay’a şubat ayında atanan 200’ün üzerinde üyenin kritik noktalara gelmeleri kolaylaştırıldı. Bu kararnamenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 10 yıl boyunca Yargıtay’a tetkik hâkimliği atamalarında meslekte 5 yıl doldurma şartı da aranmayacak. HSYK Sonbahar Kararnamesi Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun (HSYK) 2011 yılı Adli ve İdari Yargı Sonbahar Kararnamesi Resmi Gazete'de yayımladı. Kararnameye göre, idari yargıda 68, adli yargıda da 461 hakim ve savcının ataması yapıldı. Kararnameyle, Yargıtay Tetkik Hakimliğine 190, Danıştay Tetkik Hakimliğine de 28 kişi getirildi. HSYK bugüne kadarki kararnamelerinde pek çok ilin başsavcısını, başsavcı vekilini ve kritik soruşturma ve davalara bakan hâkim ve savcıların yerlerini değiştirmişti. Yaz kararnamesiyle görev yeri değiştirilen hakim ve savcı sayısı 2.230 idi. YORUMSUZ(!) Yargının hızlandırılması savıyla yasal değişikliklere gidildiği bir dönemde yargıçların hangi koşullar altında çalıştığının basit bir göstergesi olarak herhangi bir mahkemenin oturum tutanaklarından birinin örneğini yorumsuz olarak aşağıya aktarıyoruz. Yorum okurlarımızın.. “Belli gün ve saate celse açıldı. Gelen olmadı. Açık yargılamaya devam olundu. 8 adet iş mahkemesi hakiminin yeni HMUK nun dğişiklikleri nedeni ile seminerlere katıldıkları ve geride sadece (...) İş hakiminin kaldığı , (…) İş mahkemesinin yetkisi dışında tüm mahkemelerin mahkeme hakimi yetkilendirilmiş olup , ayrıca mahkememizin 14.09.2011 tarihli duruşma gününde 46 dosyası olduğu ve mahkeme dosyasının hiç ara verilmeksizin 14:30 gibi duruşmalarının bittiği ve diğer her mahkemeden duruşmaları yapılmak üzere ortalama 10-15 adet dosyaların mahkememize gönderilmiş olduğu görüldü. Hakim değişikliği nedeni ile eski zabıtlar okundu. Davacı vekilinin mazeret dilekçesi vermiş olduğu görüldü. G.D. 1- Davacı vekilinin mesleki mazeretinin kabulüne , masraf vermediğinden duruşma gününü kalemden ya da Uyap sisteminden öğrenmesine , 2- Bu nedenlerle duruşmanın 07.12.2011 günü saat 09:30 a bırakılmasına karar verildi.” Katip Hakim HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 23 SOMALİ KITLIĞIN GERÇEK NEDENLERİ Prof. Michel Chossudovsky “yoksulluğun küreselleşmesi” olgusuna dikkat çekerek, IMF, Dünya Bankası tarafından yoksul ülkelere dayatılan yapısal uyum politikaları ile bu ülkelerde tarım ve hayvancılığın nasıl çökertildiğini, tek tek ülkeler bazında inceliyor. Dış iklimsel değişkenlerin rolünü kabul ediyor ama “küreselleşmeçağındakıtlıklarinsanyapımıdır”diye de ekliyor. Chossudovsky’nin tezlerini kendisini bir ‘ekonomik tetikçi’ olarak tanımlayan John Perkins’in itirafları doğruluyor; Perkins“Ekonomik tetikçiler (ET’ler), yerküre üzerindeki ülkeleritrilyonlarcadolardolandıranyüksek ücretli profesyonellerdir. Dünya Bankası, ABDUluslararasıKalkınmaAjansı(USAID) ve diğer yabancı ‘yardım’ kuruluşlarından büyükşirketlerinkasalarınavegezegenimizin doğalkaynaklarınıkontroledenbirkaçvarlıklıaileninceplerineparaaktarırlar.Kullandıkları araçlar arasında sahte finansal raporlar, hileli seçimler, rüşvet, zorbalık, seks ve cinayet bulunmaktadır. Oynadıkları oyun imparatorluklar kadar eski olmasına rağmen, günümüzdekiküreselleşmesürecindeyenive korkutucuboyutlaraulaşmıştır.” diyor.* Uzun süre bu işi yaptıktan sonra nedamet getiren Perkins’in itiraflarını ABD’de tam 24 yayınevi yayınlamaya korkuyor. Perkins itiraflarını beş kez yazmaya karar veriyor, her seferinde rüşvet ve tehditlerle vazgeçiriliyor. IMF, Dünya Bankası ve kim bilir hangi ekonomik tetikçiler marifeti ile açlığın kol gezdiği ülkelerden biri de Somali. Chossudowsky, IMF-Dünya Bankası yapısal uyum programının, kıtlık sürecinin oluşumu ile doğrudan bağlantılı olduğunu sayısal verilere dayanarak kanıtlıyor. Onun yıllar önce Somali ile ilgili olarak yaptığı tespitler son derece önemli. Bu saptamaları aktarmamızın birkaç nedeni var. Birincisi aynı yapısal uyum politikalarının bizde de uygulanmakta oluşudur. Okunduğunda benzerlikler görülecektir. Türkiye iklimsel özellikleri ve başka üstünlükleri nedeniyle, bu ölçüde bir kıtlığı yaşamadı, Somali olmadı, umarız bundan sonra da olmaz. Ama yapısal uyum politikaları ile tarım ve hayvancılığımızın nereden nereye getirildiğini biliyoruz. İkincisi bu politikaları dayatanların açlık ve kıtlığın gerçek nedenlerini hala gözlerden sakla- 24 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 maya çalışmalarıdır. Somali açlıktan kırılırken, onlar (IMF, Dünya Bankası vs.) halâ açlığın temel nedenleri arasında ekolojik faktörleri, tarım ve doğal bitki örtüsüne zarar veren küçükbaş hayvanların yetiştirilmesini, siyasi istikrarsızlığı, Afrika'nın en zayıf pazar ekonomisinin bu bölgede olmasını, göçebe ve yerleşik hayat yaşayanların iç savaşlar nedeniyle sık sık karşı karşıya gelmelerini, sıcağa dayanıklı bitkilerin yetiştirilmemesini ve bölgede sanayinin yeterince gelişmemiş olmasını gösteriyor. Gerçek karartılıyor. Yapısal uyum programlarının yarattığı yıkımın adı bile geçmiyor, ekonomik tetikçiler ise araziye uymuş durumda!.. Üçüncüsü ise dünya sahnesinde oynanan bu büyük oyunun medyatik ayağına Türkiye’nin de takılmasıdır. Kısa süre öncesine kadar, yolu Türkiye’ye düşen Somali’liler itilip kakılır, sınır dışı edilirdi. Birden hava değişti, Somali sürekli gündeme taşındı. Elbette yardım doğrudur, insanidir, gereklidir. Ama yardım, gerçeği perdelemenin bir aracı haline dönüşmemeli… Açlık ve kıtlık sadece Somali’de değil, Kenya’da, Etiyopya’da hatta Afrika Boynuzu’ndaki bir çok ülkede insani bir felakete dönüşmek üzere. İçlerinden Somali seçildi. Başbakan, ünlü şarkıcılar ile birlikte özel uçaklarla Somali’ye gitti. 300 milyon dolar yardımdan sözedildi, bağış kampanyaları açıldı, ama ne kadarı kime ulaştı belli değil. Giden şarkıcıların hiçbiri Somali’deki açlık ve kıtlığın gerçek nedenlerini bilmiyordu. Gördüklerine gerçekten üzüldüler, ağladılar, dizlerini dövdüler, çocukların başında fotoğraf çektirdiler ve açlığın nedeni ‘kuraklığa’ ve Somali halkının ‘balık yememesine’ bağlandı. Şimdi hava yine değişti, çıt çıkmıyor, artık medyada Somali ile ilgili tek haber yok. Açlığı yaratan emperyal devletler ise yoksulun elinden tutan ‘aziz’ rolünde. Bilgi kirliliğine son vermek gerekiyor. Bu nedenle Prof. Michel Chossudovsky’nin yıllar önce tespit ettiği, Somali’deki açlığın gerçek nedenlerini, çok az özetleyerek, okurlarımıza sunuyoruz. Hukuk Düzlemi *John Perkins, ‘Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları’, A.P.R.İ.L. yayınevi, Kasım 2007, 6. Baskı. Prof.MichelChossudovsky* Altta yatan gerçekler nelerdi? Küresel TV reklamları iç savaşın kurbanlarını, kuraklığı ve tufanı gün ışığına çıkarıyordu. Somali’deki kıtlık mekanik bir tarzda “dış” siyasi ve iklimsel faktörlere bağlanıyordu: “yağmur taşıyan bulutların olmaması ve basınç anormallikleri…” Tarih çarpıtıldı, dünya olaylarının yalnızca yüzeyi ve rengi öne çıkartıldı. Somali gıda üretimi açısından 1970’lere değin kendine yeterliydi; sivil toplumun çöküşünü hızlandıran neydi? Tarım ve göçebe çobanlık niçin tahrip edildi? Kuraklık, çölleşme ve iç savaş Somali’deki kıtlığın “resmi” nedenleriydi. “Çözüm” olarak, “Umudu İnşa Operasyonu” ve 1993’deki ABD askeri müdahalesi bulunmuştu. Somali krizinin temelleri nelerdir? 1980’lerin Başındaki IMF Müdahalesi Somali ekonomisi göçebe çobanlar ile küçük çiftçiler arasındaki “değişim”e dayalı bir kır ekonomisiydi. (1) Göçebe çobanlar nüfusun %50’sini oluşturuyordu. 1970’lerdeki yeniden yerleşim programları geniş bir kırsal ticaret sektörünün gelişmesine yol açtı. 1983 yılına kadar hayvancılık ihracat gelirlerinin %80’ini oluşturuyordu. (2) Üst üste gelen kuraklıklara rağmen Somali 1970’lere kadar gıda açısından kendine yeterliliğini korudu. (3) 1980’lerin başında IMF müdahalesi Somali’nin tarım krizinin şiddetlenmesini sağladı. Ekonomik reformlar “göçebe ekonomi”yle “yerleşik ekonomi”- * Bu yazı, Ottova Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Michel Chossudovsky tarafından yazılan “YOKSULLUĞUN KÜRESELLEŞMESİ” adlı eserden alınmıştır. (Yoksulluğun Küreselleşmesi, Michel Chossudovsky, Çiviyazıları Yayınevi, İngilizceden çeviren Neşenur Domaniç, Birinci Basım Ocak 1999, 320 sayfa) 1970’lerin ortalarına göre %85 düşürülmüştür. (11) Somali hükümetinin yerel kaynakları harekete geçirmesi IMF tarafından önlenmiştir. Bütçe açıkları için sıkı hedefler oluşturulmuştur. Dahası bağışçılar,sermaye ve teçhizat ithali olarak değil de “gıda yardımı” biçiminde “yardım” sağlamayı artırmışlardır. Daha sonra bu “gıda” yardımı” hükümet tarafından iç piyasada satışa çıkarılacak ve satış gelirleri (buna”telafi fonu” adı verilmiştir) kalkınma projelerinin yurtiçi maliyetini karşılamak için kullanılacaktı. 1980’lerin başında “gıda yardımlarının satışı” devletin temel gelir kaynağını oluşturdu ve bağışçıların tüm bütçeleme süreçlerinin denetimini ellerine geçirmelerine olanak tanıdı. (12) çobanlarla küçük çiftçiler arasında parasal işlemlerin yanısıra geleneksel takasla karakterize olan değişimarasındaki kırılgan değişim ilişkisini zayıflattı. Büyük ölçüde Somali’nin Paris Kulübü’ne olan borçlarını ödemesini sağlamak için hükümete çok sıkı bir tasarruf programı dayatıldı. Aslında dış borçların büyük bir kısmı Washington kökenli finans kuruluşlarından alınmıştı.(4) Bir İLO heyeti raporuna göre: ..Somali’nin en fazla borç aldığı Fon (IMF-ç.n.) borçların yeniden takvime bağlanmasını istemiyor… Fiilen, asıl amacı IMF’ye borç geri ödemesi olan bir uyum programını finanse etmeye yardımcı oluyor…(5) Gıda Tarımının İmhasına Doğru Yapısal uyum programı Somali’nin tahıl imalatına bağımlılığını artırdı. 1970’lerin ortasından, 1980’lerin ortasına kadar gıda yardımı onbeş kat yükselerek, yılda %31 oranına çıktı. (6) Artan ticari ithalatla birlikte iç piyasada satılan ucuz ihtiyaç fazlası buğday ve pirinç akışı, yerel üreticileri yerlerinden etti, bununla beraber gıda tüketim tarzında geleneksel ürünler (mısır, süpürge darısı) aleyhine temel bir değişim yaşandı. Haziran 1981’de IMF’nin dayattığı Somali Şilini’nin devalüasyonunu, yakıt, gübre ve tarım girdilerinin fiyatlarında artışlara neden olan periyodik devalüasyonlar izledi. Özellikle yağmurdan yararlanan çiftçiler bundan hemen etkilendiler, fakat aynı zamanda sulama yapılan tarım alanlarında da etki hissedildi. Kentlerdeki alım gücü olağanüstü düşüş kaydetti, hükümetin verdiği kredilerin vadeleri kısaltıldı, altyapı çöktü, tahıl piyasasındaki kuralsızlaştırma ve “gıda yardımı” akışı çiftçi topluluklarının yoksullaşmasına yol açtı. (7) Aynı zamanda bu dönemde, en verimli tarım arazileri bürokratlar, subaylar ve hükümetle bağlantısı olan tüccarlar tarafından ele geçirildi. (8) Kredi kuruluşları iç piyasa için gıda üretimini teşvik etmektense, en iyi sulanan arazilerde, ihracat için sözde “yüksek değerli” meyve, sebze, yağ tohumu ve pamuk üretimini teşvik ettiler. Hayvancılığa Dayalı Ekonominin Çöküşü İthal edilen hayvan ilaçlarının fiyatları 1980’lerin başından itibaren, paranın değer kaybetmesinin sonucu olarak artmaya başladı. Dünya Bankası göçebe çobanlara verilen veterinerlik hizmetlerinden, aşılama da dahil olmak üzere zorla ücret alınmasını destekledi. Veteriner ilaçları için özel bir pazarın oluşması teşvik edildi. Hayvancılık bakanlığının işlevleri aşama aşama kaldırıldı, bakanlığın Veterinerlik Laboratuar Hizmetleri, maliyeti karşılama gerekçesiyle tamamen ücretli hale getirildi. Dünya Bankasına göre : ..Veterinerlik hizmetleri tüm bölgelerde hayvancılığın gelişimi için zorunludur ve bu hizmetler esas olarak özel sektör tarafından sağlanabilir (…) Uzak kırsal alanları az sayıda özel veteriner tercih edeceğinden, gelişkin hayvan bakımı da “ikinci dereceden veterinerler”e dayanacak, bunlara ilaç satışlarının gelirlerinden ödeme yapılacaktır. (9) Hayvan sağlığının özelleştirilmesi, kuraklık dönemlerinde hayvanları besleyecek acil yardımın yokluğu, suyun ticarileşmesi, suyun ve otlak korunmasının ihmal edilmesiyle birleşti. Sonuçlar tahmin edilebilirdi: Ülke nüfusunun %50’sini oluşturan çobanlar ve çiftçiler imha edildi. Bu programın “gizli amacı” geleneksel değişim ekonomisiyle geçinen göçebe çobanları ortadan kaldırmaktı. Dünya Bankası’na göre çobanlar düzeyinde “uyum” her koşulda yararlıydı, çünkü Aşağı Sahra Afrikası’nda göçebe çobanlara çevrenin bozulmasının nedeni olarak bakılıyordu. (10) Veterinerlik hizmetlerinin çöküşü dolaylı olarak zengin ülkelerin çıkarlarına da hizmet etti: 1984’te Somali’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine yaptığı sığır ihracatı sıkıntıya girmişti çünkü Suudilerin et ithalatı Avusturalya ve Avrupa Birliği’ndeki ithalatçılara geri dönüyordu. Suudi Arabistan’ın Somali’ye dayattığı hayvancılık yasağı, sığır vebası salgını bittikten sonra da kaldırılmamıştı. Devletin İmhası Devlet harcamalarının Bretton Woods kuruluşlarının denetiminde yeniden yapılandırılması da gıda tarımının imhasında önemli bir rol oynamıştır. Tarımsal altyapı çökmüş ve tarıma yapılan cari harcamalar Ekonomik reformlar sağlık ve eğitim programlarının parçalanarak yok edilmesine yol açtı. (13) 1989’a gelindiğinde, sağlık harcamaları 1975’deki düzeyine göre %78 azalmıştı. Dünya Bankası rakamlarına göre, bir ilkokul çocuğu başına düşen yıllık eğitim harcamalarının düzeyi 1982’de 82 ABD Doları iken, 1989’ da 4 ABD dolarına düşmüştü. 1981’den 1989’a kadar okul kayıt oranları (okul çağındaki nüfus önemli ölçüde artmış olmasına rağmen) %41 düşmüş, sınıflarda ders kitapları ve okul malzemeleri görülmemeye başlanmış, okul binaları harap olmuş ve ilkokulların yaklaşık dörtte biri kapanmıştır. Öğretmen maaşları muazzam bir düşüşle en alt düzeye inmiştir. İMF-Dünya Bankası programı Somali ekonomisini bir kısır döngüye sokmuştur. Çobanların imhası göçebe köylüleri açlıktan ölmeye mahkum ederek, tahıllarını sığır karşılığında satan veya takas eden tahıl üreticilerini boşlukta bırakmıştır. Kırsal ekonominin tüm sosyal dokusu çözülmüştür. Azalan sığır ihracatı ve (Körfez ülkelerinde çalışan Somalili işçilerin gönderdikleri) işçi gelirleri, döviz girdilerinin azalmasına neden olmuş, bu da ödemeler dengesinin ve devletin kamu finansmanının bozulmasına yol açarak, hükümetin ekonomik ve sosyal programlarını çökertmiştir. Hükümetin teşvik ettiği ABD tahılının fiyatları düşürmesinin yanı sıra tarımsal girdi fiyatlarının yükselmesi, küçük çiftçilerin yok olmasına yol açmıştır. Kentte yaşayanların yoksullaşması da gıda tüketiminin azalmasına neden olmuştur. Buna karşılık sulanan arazilere yapılan devlet yardımı dondurulmuş ve devlet çiftliklerindeki üretim azalmıştır. Devlet çiftlikleri daha sonra Dünya Bankası denetiminde kapatılacak yada özelleştirilecektir. HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 25 Dünya Bankası tahminlerine göre, kamu sektöründeki gerçek ücretler 1989’da , 1970’lerin ortalarına göre %90 azalmıştır. Kamu yönetiminin kaçınılmaz çözülüşünden sonra kamu sektöründeki ortalama ücretler ayda 3 dolara düşmüştür. (14) Dünya Bankası kamu hizmetlerinde çalışanların ücretlerini iyileştirmek için (kamu hizmetleri reformu kapsamında) bir program önermiş ama bu reformun aynı bütçe paketi içinde kalınarak, kamu çalışanlarının %40’ını işten çıkartıp, ek ücretleri ortadan kaldırarak yapılmasını istemiştir. (15) Bu plana göre kamu hizmetleri, (altmış milyon nüfuslu bir ülkede) sayıları 1995’e kadar 25.000’e indirilecek kamu çalışanıyla yapılacaktı. Kimi bağışçılar kamu çalışanlarının azaltılmasından doğacak maliyeti karşılamak konusunda yoğun ilgi gösterdiler. (16) Uluslararası bağışçılar topluluğu, felaket tehdidi karşısında ülkenin ekonomik ve sosyal altyapısını iyileştirmek, satın alma gücünü yükseltmek ve kamu hizmetlerini yeniden inşa etmek için hiçbir girişimde bulunmadı: Ocak 1991’de General Siyad Barre hükümetinin çöküşünden (iç savaşın çıkmasından) bir yıl önce kreditörlerce önerilen makro ekonomik uyum tedbirleri, kamu harcamalarının daha da kısılmasını, Merkez Bankasının yeniden yapılandırılmasını, (gerçekte özel sektörü sekteye uğratan) kredi liberalizasyonunu ve çoğu devlet işletmesinin likidasyonunu veya kendi haline bırakılmasını gerektirdi. 1989’da borç servisi yükümlülükleri ihracat gelirlerinin %194.6’sına ulaştı. Somali’nin büyük miktarda vadesi geçmiş borcu olması nedeniyle IMF kredileri kesildi. Dünya Bankasının Haziran 1989’da onayladığı 70 milyon dolarlık yapısal uyum kredisi, Somali’nin kötü makro-ekonomik performansı nedeniyle birkaç ay sonra donduruldu. (17) Yeni kredilerin verilmesinden ve yeni borç takvimi hazırlanmasından önce eski borçların ödenmesi gerekiyordu. Somali borç servisi ve yapısal uyum kıskacında sıkıştırılmıştı. Aşağı Sahra Afrikası’nda Kıtlığın Oluşumu: Somali Dersleri Somali deneyimi bir ülkenin gıda ”yardımı” ve makro ekonomik politikaların eşzamanlı uygulanmasıyla nasıl mahvedebileceğini göstermiştir. Gelişmekte olan dünyada pek çok Somali vardır ve Somali’de uygulanan ekonomik reform paketi 100’den fazla gelişmekte olan ülkede uygulananlarla aynıdır. Fakat bir başka önemli boyut daha vardır: 26 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 Somali kırsal bir ekonomidir ve Afrika çapında göçebe ve ticari hayvancılık IMF-Dünya Bankası programları aracılığıyla Somali’dekine çok benzer bir tarzda imha edilmektedir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nden ithal edilen (gümrüksüz) teşvikli et ve süt ürünleri, Afrika’nın kırsal ekonomisinin ölmesine yol açmıştır. Avrupa’nın Batı Afrika’ya yaptığı et ihracatı 1984’ten beri yedi kat artmıştır: “düşük kaliteli” AB eti yerel olarak üretilen etin yarı fiyatına satılmaktadır. Sahralı çiftçiler kimsenin onların sürülerini satın almaya hazır olmadığını görüyor.” (18) Somali deneyimi 20. yüzyılın sonlarındaki kıtlığın “gıda yokluğu”ndan kaynaklanmadığını göstermektedir. Tersine, kıtlıklar tahıl ürünlerinin küresel olarak fazla arzedilmesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. 1980’lerin başından beri tahıl piyasaları Dünya Bankası’nın denetiminde kuralsızlaştırılmış ve ABD tahıl fazlası (Somali örneğinde olduğu gibi) sistematik olarak köylülüğü tahrip etmek ve ulusal gıda tarımını istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. Bu koşullarda ulusal gıda tarımı, kuraklık ve çevre bozulması gibi olaylarla daha da çok yara almaktadır. Bretton Woods kuruluşları nezaretinde yürütülen tarıma yönelik “sektörel uyum” modeli kıtanın bütününde kuşkuya yer bırakmayacak şekilde gıda güvenliğini tehdit etmiştir. Dünya piyasalarına harfiyen uyum dayatılmış, Aşağı Sahra Afrika’sına yapılan “gıda yardımı” 1974’den buyana yedi kattan fazla artırılmış ve ticari tahıl ithalatı iki katın üstünde artmıştır. Aşağı Sahra Afrika’sına yapılan tahıl ithalatı 1974’de 3.72 milyon ton iken, 1993’de 8.47 tona yükselmiştir. 1974’de 910.000 ton olan gıda yardımı 1993’de 6.64 milyon tona çıkmıştır. (19) Ancak artık “gıda yardımı” yalnızca kuraklıkla kavrulan Sahra kuşağı ülkelerine tahsis edilmemekte; kısa süre öncesine kadar kendine yeterli gıda üretebilen ülkelere de yönlendirilmektedir. Zimbabwe (bir zamanlar Güney Afrika’nın ekmek sepeti olarak anılırdı) 1992’de Güney Afrika’yı silip süpüren kıtlık ve kuraklıktan ciddi biçimde etkilenmiştir. Büyük ölçüde daha az verimli topraklarda yapılan mısır üretiminde ülke çapında %90’lık bir düşüş yaşanmıştır. (20) Fakat, kuraklığın doruk noktasında ihracat amacıyla üretilen (modern sulama, kredi, araştırma vb. ile desteklenen) tütünde, ironik olarak bereketli bir hasat kaydedilmiştir. (21) Bir yandan “kıtlık halkı karınca yemeye zorlarken”, diğer yandan Zimbab- we’nin tütün hasadından elde ettiği ihracat gelirleri dış borç ödemelerinde kullanılmıştır. Yapısal uyum programı altında çiftçiler hızla geleneksel gıda ürünlerini terk etmişlerdir; Bir zamanlar gıda ihracatçısı olan Malawi’de 1992’de mısır üretimi %40 azalırken, tütün üretimi 1986 ile 1993 arasında ikiye katlanmıştır. En verimli toprakların yüz elli bin hektarı tütüne tahsis edilmiştir. (22) 1980’li yıllar boyunca Afrika hükümetlerine çok katı tasarruf tedbirleri dayatılmış ve kırsal gelişmeye yapılan harcamalar zorla kesilerek tarımsal altyapının çöküşü sağlanmıştır. Dünya Bankası programı uygulamasında su yoksullaşan çiftçilere maliyeti karşılayacak temelde satılması gereken bir meteya dönüştü. Devlet kaynak yokluğu nedeniyle su kaynaklarının yönetim ve korunmasından çekilmek zorunda bırakıldı. Su noktaları ve kuyular bakımsızlık nedeniyle kurudu veya “özelleştirilerek” yerel tüccarlara yada zengin çiftçilere satıldı. Yarı kurak bölgelerde “suyun ticarileştirilmesi”, sulama gıda güvenliğinin çöküşüne ve kıtlığa yol açıyor. (23) Son Söz Bir kıtlığın ortaya çıkması ve kuraklığın toplumsal etkilerinin yükselmesinde “dış” iklimsel değişkenler rol oynarlar ancak, küreselleşme çağında kıtlıklar insan yapımıdır. Bunlar “ gıda yokluğu”nun değil, gıda güvenliğini tehdit eden ve ulusal gıda tarımını tahrip eden küresel bir aşırı üretim yapısının sonucudur. Uluslararası tarım işletmeleri tarafından sıkı bir şekilde düzenlenen ve denetlenen bu üretim fazlası, nihai olarak temel gıda ürünlerinin hem üretim hem de tüketiminde etkili olmakta ve dünya çapında çiftçilerin yoksullaşmasına neden olmaktadır. Dahası küreselleşme çağında IMFDünya Bankası yapısal uyum programı, kıtlık sürecinin oluşumu ile doğrudan bağlantılıdır, çünkü program ister kentte, ister kırda olsun, küresel piyasa sisteminin çıkarlarına doğrudan hizmet etmeyen ekonomik aktivitenin tüm kategorilerine sistematik olarak zarar vermektedir. 1) 1970’ler, kuyuların ve otlakların özelleştirilmesiyle ticari hayvancılığın çıkarlarının gelişmesi teşvik edilirken, göçebe köylülerin yoksullaşmasına tanıklık etti. Gelişmekte olan diğer ülkelerdeki gibi, ödemesi peşin yapılan ihracat ürünleri en verimli arazileri kaplayarak, gıda tarımını ve küçük köylülüğü zayıflattı. 2) 1970’lerden itibaren Körfez ülkelerinde çalışan Somalili işçilerin gönderdiği, petrol patlamasıyla beslenen bir nakit akış dalgası başlamıştı. 3) 1970’lerin başında neredeyse hiç gıda yardımı yapılmıyordu. 4) 1983-85 yıllarında Somali’nin dış borçlarının %20’si İMF ve Dünya Bankasınaydı. Bkz. ILO, Generating Employment and Incomes in Somalia, Jobs and Skills Programme for Africa, Addis Ababa, 1989,s.5 5) ILO, a.g.y.,s.16 6) Gıda yardımı 1980’lerin ortasına kadar gıda tüketiminden %35 fazlaydı. Bkz. Hossein Farzin, “Food Aid: Positive and negative Effects in Somalia?”, The Journal of Developing Areas, Ocak 1991,s.265. 7) ILO’ya göre Devlet Zirai Kalkınma Şirketi ziraatçileri yüksek çiftçilik masraflarına karşı desteklemekte tarihsel olarak önemli bir rol oynamıştı: “Devlet Zirai Kalkınma Şirketi az değil, çok fazla mısır süpürge darısı üretimini destekliyordu.” ILO, a.g.y.,s.9. Diğer yandan Dünya Bankası verileri 1983’deki tahıl fiyatları deregülasyonundan sonra mısır süpürgedarısı üretiminde artış olduğunu iddia ediyor. 8) Bkz. African Rights, Somalia, Opreration Restore Hope: A Preliminary Assessment, Londra, Mayıs 1993,s.18. 9) Dünya Bankası, Sub-Saharan Africa, From Crises to Sustainable Growth Washington D.C.1989,s.98. 10) A.g.y., s.98-101. Haddinden fazla otlatmak çevreye zararlıdır fakat sorun köylülerin yaşam haklarını kısıtlamakla çözülemez. 11) 1975’den 1989’a kadar. 12) Çeşitli ürün yardımı programlarının tamamlayıcı fonları kalkınma projelerinin finansmanında kullanılan tek kaynaktı. Cari harcamaların çoğu da bağışçılara bağımlıydı. 13) Savunma harcamalarına ayrılan pay % olarak yüksek kalmakla birlikte reel olarak düştü. 14) Kamu sektörü ücretleri 1989’da GSMH’nın yalnızca %0.5’ini oluşturuyordu. 15) Kamu çalışanları beş yıllık bir süre içinde azaltıldı (1991-95). 16) Kamu sektöründeki istihdam beş yıllık süre içinde (1991-95) %40 azaltıldı. 17) Bu IDA kredisinin (ASAP II) ilk parçası ödendi, ikinci parça 1990’da donduruldu. Bu kredi Ocak 1991’de Syiad Barre hükümetinin çöküşünden sonra iptal edildi. 18) Leslie Crawford, “West Africans Hurt by EC Beef Policy”, Financial Times, 21 Mayıs 1993. 19) 1970’e ilişkin rakamlar Dünya Bankası’nın Dünya Kalkınma Raporu, 1992 adlı raporundan alınmıştır.1993 rakamları Gıda ve Tarım Örgütü’nün Aşağı-Sahra Afrikası’nda Gıda Arzı ve Mahsul Beklentileri raporuna aittir. 20) Bkz. Haut Commissariat des Nations Unies pour les refugies, “Afrique australe, la secheresse du siecle”, Cenevre, Temmuz 1992. 21) A.g.y.,s.5. 22) Bkz. “Tobacco, the Golden Leaf”, Southern Arican Economist, Mayıs 1993, s.4951. 23) Bkz. Dünya Bankası, Dünya Kalkınma Raporu, 1992, ch.5. Anayasa Mahkemesi TCK.’nın 278. Maddesini İptal Etti Hiç kimse kendisi ve akrabaları ile ilgili bir suçu bildirmeye zorlanamaz ANAYASA MAHKEMESİ 2009/ 52 E. 2011/ 113 K. 30.06.2011 T. ÖZET: “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.” kuralı Anayasanın 38. maddesindeki suç ve cezalara ilişkin temel ilkelerden biridir. Bu nedenle Türk Ceza Kanunu’nun bu ilkeye aykırı olan “suçu bildirmeme” başlıklı 278. maddesi Anayasaya aykırıdır. (Not: Karar aşağıda özet olarak verilmiştir. Tam metni 15.10.2011 tarihli, 28085 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış olup, yayımı tarihinden altı ay sonra yürürlüğe girecektir) İTİRAZIN KONUSU : 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 278. maddesinin Anayasa’nın 38. maddesine aykırılığı savıyla iptali istemidir. OLAY : Mağdur çocuğun cinsel istismarı iddiasıyla kardeş sanıklar hakkında açılan kamu davasında, bir kısım sanıklarla birlikte mağdurun da annesi olan kişi hakkında “suçu bildirmeme” iddiasıyla açılan davada, Cumhuriyet savcısının itiraz konusu kuralın Anayasaya aykırı olduğu iddiasını ciddi bulan Mahkeme, iptali için başvurmuştur. ESASIN İNCELENMESİ : (…) Başvuru kararında, itiraz konusu kuralda düzenlenen suç tipinde yakın akrabalık durumunun hiçbir şekilde dikkate alınmadığı gerekçesiyle Anayasanın 38. maddesinin beşinci fıkrasına aykırı olduğu ileri sürülmüştür. İtiraz konusu kuralda, işlenmekte olan bir suçla, işlenmiş olmakla birlikte sebebiyet verdiği neticelerin sınırlandırılması halen mümkün bulunan bir suçu yetkili makamlara bildirmeyenlerin cezalandırılacakları belirtilmiştir. Hukuk devletinde yasakoyucu, ceza siyasetinin gereği olarak Anayasa’nın ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla, cezalandırmada güdülen amacı da gözeterek hangi eylemlerin suç sayılacağına, bunlara verilecek cezanın türü, miktarı, artırım ve indirim nedenleri ve oranları ile suçun takibine ve yargılama usulüne ilişkin koşullar öngörebilir. Anayasanın 38. maddesinde suç ve cezalara ilişkin temel ilkelere yer verilmiştir. Bunlardan biri de maddenin beşinci fıkrasında “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.” biçiminde ifade edilmiştir. Aynı zamanda evrensel bir ceza hukuku ilkesi olan bu anayasal hüküm karşısında yasa koyucu, kişinin kendisini ve yasada gösterilecek belli derecedeki yakınlarını suçlayıcı bir beyanda bulunmaya zorlayan bir düzenleme yapamaz. İtiraz konusu kuralda, işlenmekte olan veya işlenmiş olmakla birlikte sebebiyet verdiği neticelerin sınırlandırılması halen mümkün bulunan bir suçu yetkililere bildirmeyenlerin maddede öngörüldüğü biçimde cezalandırılacakları belirtilirken, gerek maddede, gerekse bu maddeye atıf yapacak biçimde başka bir yerde, bu suçun fail veya failleriyle anılan suçu bildirmeyen kişi arasındaki yakın akrabalık durumu cezasızlık açısından ayrık tutulmamıştır. Açıklanan nedenle kural Anayasa’nın 38. maddesine aykırıdır. İptali gerekir. SONUÇ : 1- 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 278. maddesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline, oybirliğiyle, 2- 5237 sayılı Kanun’un 278. maddesinin iptal edilmesi nedeniyle, Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince iptal hükmünün, kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasin- dan başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine, Serruh Kaleli ile Mehmet Erten’in karşı oyları ve oyçokluğuyla, 30.6.2011 gününde karar verildi. KARŞIOY : TCK’nun 278. maddesinin, “işlenmekte olan bir suçu yetkili makamlara bildirmeyen kişi bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” diyen birinci fıkrası ile nitelikli hallerini gösteren iki ve üçüncü fıkraları, Anayasa’nın 38. maddesine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. TCK 278. maddesinin, suça ilişkin yargılamada yakın akrabalık durumunu suç kapsamından çıkarmaması, tanık durumunda kalan kişiyi yakınlarını bile suçlama beyanına itmesi zorunluluğu Anayasa’nın 38. maddesi ile bağdaştırılamamıştır. Mahkememiz, bu açık aykırılık kararı sonucu yasa koyucuya iptal edilen hüküm yerine bir düzenleme yapması için süre vermiştir. Normun Anayasa hukukuna açık aykırılığının bu madde kapsamında yargılananlar yönünden yeni düzenleme yapılana kadar yürürlükte kalmasına olanak veren kararda hukuka uyarlılık yoktur. Yasa koyucunun verilen süre içerisinde de düzenleme yapmama hali de düşünüldüğünde iptal edilen hüküm ile subut bulan olaylar yönünden ceza hukukunda suçu ihbar etmeyenler için hukuki boşluk doğduğunun söylenemeyeceği, fiiller icra edilmiş, suç oluşmuş ise zaten taraflarının var olacağı ve suça ilişkin soruşturma ve kovuşturma süreçlerinin ihbarsız da işleyebileceği ve suçu işleyenin cezasız kalmayacağı, ancak halen devam eden HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 27 davalar yönünden suçu ihbar etmemekle tanık durumundan sanık durumuna düşmüş kişi yönünden Anayasa’ya aykırı olduğu belirlenen bir hükme dayanarak yeni düzenleme yapılana dek ceza tayin edilmek durumunda kalınmasına olanak veren KARAR’da “iptale rağmen kararın yürürlüğe girmesine kadar süre verilmesi gerektiği” gerekçesine muhalif kalınmıştır. Başkanvekili Serruh KALELİ KARŞIOY GEREKÇESİ: 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun “Suçu bildirmeme” başlıklı 278. maddesinin (1) ve (2) numaralı fıkralarında tanımlanan ve hapis cezası içeren suçlar, Anayasa’nın 38. maddesinin beşinci fıkrasında öngörülen “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz” kuralında yer alan “…kanunda gösterilen yakınlar yönünden…” bir ayırım yapmadan bunları da kapsar biçimde düzenlenmesi nedeniyle Anayasa’nın anılan madde ve fıkrasına aykırı bulunarak iptal edilmiştir. İptal edildiği için de (1) ve (2) numaralı fıkralarda tanımlanan “suçu bildirmeme” eylemleri, Anayasa’nın 38. maddesinin beşinci fıkrasında belirtilen “…kanunda gösterilen yakınlar yönünden…” suç olmaktan çıkmıştır. Suç olmaktan çıkarılan eylemlere ilişkin düzenlemelerin hukuksal boşluk doğurmasının ve kamu yararını ihlal edici nitelikte görülmesinin söz konusu olmayacağı açık olduğu halde “…kanunda gösterilen yakınlar yönünden…” bir ayırım yapılmaksızın, iptal kararının yürürlüğünün altı ay sonraya bırakılarak, söz konusu eylemlerin bunlar yönünden suç olarak sürdürülmesine karar verilmesi, Anayasal denetimin amacına ve buna bağlı olarak da hukuk devletine aykırıdır. Bu nedenle iptal edilen kuralların, kanunda gösterilen yakınlar yönünden Resmî Gazete’de yayımlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesi gerekir. Yukarda belirtilen gerekçeyle iptal edilen kuralların yürürlüklerinin uzatılmasına ilişkin kararın bu bölümüne katılmıyorum. Üye Mehmet ERTEN 28 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 Danıştay İdari Dava Dairelerinin Yürütmeyi Durdurma Kararı Nispi avukatlık ücretinin maktu ücretten az olamayacağına ilişkin tarife hükmü hukuka uygun değildir T.C. DANIŞTAY İDARİ DAVA DAİRELERİ KURULU YD İtiraz No: 2011/ 321 ÖZET: Konusu para ile değerlendirilen davalarda Tarifenin üçüncü kısmına göre nispi olarak belirlenecek vekalet ücretinin istisnalar hariç, Tarifenin ikinci kısım ikinci bölümünde belirlenen maktu avukatlık ücretinden az olmayacağı kuralı, gerek küçük miktarlı alacak davaları ve gerekse seri davalarla kısmen kabul ve red ile sonuçlanan davalarda adalet ve hakkaniyete aykırı sonuçlara yol açabildiğinden hukuka uygun değildir. İstemin Özeti : Danıştay Sekizinci Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin 22.03.2011 günlü, E:2011/66 sayılı karara, davacı itiraz etmekte ve yürütmenin durdurulmasını istemektedir. Danıştay Tetkik Hakimi Betül Özyiğit’in Düşüncesi: İtirazın reddi gerektiği düşünülmektedir. Danıştay Savcısı Radiye Tiryaki’nin Düşüncesi : İtiraz dilekçesinde ileri sürülen nedenler, Danıştay Sekizinci Dairesince verilen yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin kararın kaldırılmasını gerektirecek nitelikte görüldüğünden, itirazın kabulü gerekeceği düşünülmektedir. TÜRKMİLLETİADINA Hüküm veren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca dosya incelendi, gereği düşünüldü. Dava; Türkiye Barolar Birliği tarafından hazırlanan ve Adalet Bakanlığı tarafından onaylanan 3.12.2010 günlü, 27774 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi Genel Hükümler Tebliğinin 12. maddesini iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle açılmıştır. Danıştay Sekizinci Dairesi 22.03.2011 günlü, E:2011/66 sayılı kararıyla; 2577 sayılı İdari Yargıla- ma Usulü Kanunun 27. maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmediği gerekçesiyle yürütmenin durdurulması isteminin reddine karar verilmiştir. Davacı, dava konusu tarife kuralının suistimale açık bir düzenleme olduğunu, konusu para ile değerlendirilebilen davalarda hükmedilecek avukatlık ücretine ilişkin olarak avukatın harcadığı emek unsuru göz önünde bulundurulmadan, davanın tek ya da seri dava olmasına bakılmaksızın düzenleme yapıldığını, yasa ile tanınan yetkinin, avukata kazanç sağlama endişesiyle, objektif ve kamu yararı amacıyla kullanılmadığını öne sürerek anılan karara itiraz etmekte ve yürütmenin durdurulmasına karar verilmesini istemektedir. 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 168 maddesinde, baro yönetim kurullarının her yıl Eylül ayı içerisinde, yargı yerlerindeki işlemler ile diğer işlemlerden alınacak avukatlık ücretinin asgari hadlerini gösteren birer tarife hazırlayarak Türkiye Barolar Birliğine gönderecekleri, Türkiye Baraolar Birliği Yönetim Kurulunca, baro yönetimkurullarının teklifleri de göz önüne alınmak suretiyle uygulanacak tarifenin o yılın Ekim ayı sonuna dek hazırlanarak Adalet Bakanlığına gönderileceği, tarifenin Adalet Bakanlığına ulaştığı tarihten itibaren bir ay içinde Bakanlıkça karar verilmediği veya tarife onaylandığı takdirde kesinleşeceği, ancak Adalet Bakanlığının uygun bulmadığı tarifeyi bir daha görüşülmek üzere gösterdiği gerekçesiyle birlikte Türkiye Barolar Birliğine geri göndereceği, geri gönderilen bu tarifenin Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunca üçte iki çoğunlukla aynen kabul edildiği takdirde onaylanmış, aksi halde onaylanmamış sayılacağı ve sonusun Türkiye Barolar Birliği tarafından Adalet Bakanlığına bildirileceği hükme bağlanmıştır. Anılan Yasal düzenlemede avukatlık asgari ücret tarifesinin Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulu tarafından tüm baroların teklifleri göz önüne alınarak hazırlanacağı ve adalet Bakanlığından görüş alınarak yürürlüğe gireceği öngörülmekte, tarifenin hazırlanması ve yürürlüğe girmesi aşamasına ilişkin usul. hükümleri belirlenmiş, tarifenin hazırlanması aşamasında dikkate alınacak esas ve ölçütler konusunda herhangi bir belirleme yapılmamıştır. Avukatlık asgari ücret tarifesinin hazırlanması konusunda Türkiye Barolar Birliğine tanınan yetkinin kullanımında, yargının kurucu unsurlarından savunmayı temsil eden avukatın, Avukatlık Kanununun 164. maddesinde öngörüldüğü üzere, emek ve mesainin dikkate alınmasının yanı sıra , kişilerin hak arama özgürlüğünü kısıtlayıcı nite- likte düzenlemeler de yer verilmesi gerekmektedir. Avukatlık asgari Ücret Tarifesi’nin dava konusu edilen 12. maddesinde, “ Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümünde gösterilen hukuki yardımların konusu para veya para ile değerlendirilebiliyor ise avukatlık ücreti,( yedinci maddenin ikinci fıkrası hükümleri saklı kalmak kaydıyla) Tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenir. Belirlenen bu ücret Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümüne göre tespit edilen ücretten az olamaz.” hükmü yer almaktadır. Ülke çapında kurulu bulunan tüm baro ve yönetim kurullarının sundukları teklifler dikkate alınarak Türkiye Barolar Birliği’nce hazırlanan ve Adalet Bakanlığı’nın da incelemesinden geçerek yayımlanan tarifenin dava konusu kısmında yer alan konusu para ile değerlendirilen hukuki yardımlarda, sayma yoluyla belirlenen istisnalar hariç olmak üzere, davanın sonucunda hükmedilecek avukatlım ücretinin Tarifenin üçüncü kısmına göre nispi olarak belirleneceği, ancak hükmedilecek nispi avukatlık ücret Tarifenin ikinci kısmında ikinci bölümünde belirlenen maktu avukatlık ücretinden az olmayacağı kuralıyla, avukatların mesleklerini icra ederken hak edecekleri ücretlerle belli bir asgari sınır getirilmesi suretiyle yapılan hukuki yardımın niteliği ve niceliği ne olursa olsun avukatın verdiği hukuki hizmetin maddi karşılığının belli bir miktarın altına düşmesinin engellenmek istenildiği anlaşılmakla birlikte, idari işlemlerin temel amacı kamu yararı olduğundan, tarifenin hazırlanması sırasında, avukatların davanın görümü sırasında harcadığı çaba, gayret ve emeğinin karşılığı uyuşmazlığa konu alacağın değeri, taraflara ölçüsüz bir yükümlülük getirmemesi ve çeşitli sözleşmeler yoluyla avukatlık mesleğinin zarar görmesinin engellenmesi hususlarını da dikkate alınmasının zorunluluğu olduğu kuşkusuzdur. Gerçekten de konusu para ile değerlendirilen davalarda hükmedilecek avukatlık ücretinin asıl alacak miktarı göz önünde bulundurulmadan, sadece maktu vekalet ücreti ile sınırlandırılması ile, özellikle çok küçük miktarlı alacaklar nedeniyle açılan davalarda, karar aleyhine sonuçlanan taraf açısından ölçüsüz bir yükümlülük getirilebileceği gibi seri davalar için, yalnızca karşı taraf vekalet ücretine dayanan avukatlık sözleşmeleri yapılarak mesleğin itibarının zarar görmesine, kısmen kabul, kısmen ret ile sonuçlanan davalarda ise, tarafların haklılık oranları arasında büyük bir fark bulunmasına rağmen, tarafların adalet ve hakkaniyetle bağdaşmayacak bir şekilde eşit miktarda avukatlık ücretinden sorumlu tutulmasına yol açılması da mümkündür. Bu durumda, ülkenin ekonomik ve sosyal durumu, avukatların davanın görümü sırasında harcadığı çaba, gayret ve emeğinin karşılığı, uyuşmazlığa konu alacağın değeri, taraflara ölçüsüz bir yükümlülük getirilmemesi ve çeşitli sözleşmeler yoluyla avukatlık mesleğinin zarar görmesinin engellenmesi hususları dikkate alındığında, konusu para ile değerlendirilen davalarda hükmedilecek nispi avukatlık ücretinin Tarifeye göre belirlenen maktu avukatlık ücretinin altında kalması durumunda, hükmedilecek maktu vekalet ücretine de asıl alacağı geçmeyeceği yönünde bir sınırlandırma getirilmesi gerekirken, bu husus gözetilmeden, asıl alacak tutarından fazla maktu vekalet ücretine hükmedilmesi sonucunu doğuracak şekilde asgari sınır getirilmesine yönelik dava konusu tarife kuralının tarifenin üçüncü kısmına göre belirlenecek nispi avukatlık ücretinin, tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümüne göre tespit edilen ücretten ( maktu avukatlık ücreti) az olmayacağına ilişkin kısmında hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, davacının itirazının KABULÜNE, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 4001 sayılı Yasayla değişik 27 maddesinde öngörülen ve yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi için gerekli olan koşulların gerçekleştiği anlaşıldığından, dava konusu tarife kuralının, ”Belirlenen bu ücret Tarifenin ikinci kısmının ikinci bölümüne göre tespit edilen ücretten az olamaz.” kısmının yürütmesinin durdurulmasına, 30.06.2011 gününde oy çokluğu ile karar verildi. KARŞIOY X- Yürütmenin durdurulmasına karar verilebilmesi için 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 27. maddesinde öngörülen koşulların bakılan uyuşmazlıkta gerçekleşmediği anlaşıldığından, yürütmenin durdurulması isteminin reddine ilişkin Daire kararına yapılan itirazın reddi gerektiği oyuyla, karara karşıyız. 300 Hâkim ve Savcı Alınacak Yargıyı hızlandırmak için istinaf mahkemelerini kurmaya hazırlanan Adalet Bakanlığı, hâkim-savcı sayısını arttırmak için avukatlıktan hâkim-savcılığa geçiş için sınav yapacak. Sınav için 22 Ağustos’ta başlayan başvurular, 16 Eylül 2011 Cuma günü mesai saati bitiminde sona erecek. Yazılı yarışma sınavı, ÖSYM tarafından 23 Ekim 2011 Pazar günü Ankara’da yapılacak. Genel başarı puanı sıralamasına göre en yüksek puan alan adaydan başlanmak üzere ilan edilen 300 kadronun iki katı fazlası olan 900 aday mülakata katılmaya hak kazanacak. 900’üncü aday ile aynı puanı alan adaylar da mülakata çağrılacak. Yazılı sınavda 70 ve üzeri puan alanların sayısı 900’ü bulmaz ise sadece 70 ve üzeri puan alan adaylar mülakata çağrılacak. Adalet Bakanlığı, sınava katılımın fazla olabilmesi için daha önce açıkladığı 35 yaş sınırını 45’e yükseltti. Kadın Yargıç Kalmadı Ankara Barosu Başkanı Metin Feyzioğlu, kadına yönelik şiddet olaylarının arttığına dikkat çekerek, 12 Eylül referandumunun ardından yapılan düzenlemeyle yüksek yargıda kadın yargıç oranının yüzde 45’ten yüzde 3’e gerilediğini, bunun da demokrasinin geldiği noktanın göstergelerinden birisi olduğunu söyledi. Feyzioğlu, hükümetin, 12 Eylül referandumu ile gerçekleştirmek istediği önemli unsurları yaşama kattığına dikkat çekerek “Daha neyi değiştirmek istiyorlar, anlayamıyorum. ‘Yetmez ama evet’ derken pek de anlamadan gidip oy verilen meşhur paketin geçmesinden sonra oluşan HSYK ve onun sonrasında oluşturulan yeni Danıştay ve Yargıtay’daki hâkim oranı yüzde 3’tür. Bundan önceki yüksek hâkim oranı yüzde 45’ti. Yetti mi? Bana çoktan yetti. Kadından korkan ve korktuğu için yönetim kadrolarına asla getirmeyen bir demokrasi olabilir mi?” dedi. 10 ayda 177 hakim meslekten ayrıldı HSYK’nun resmi sitesinde yayınlanan rakamlara göre 1 Ocak 2011 tarihinden bu yana 177 kişi meslekten ayrıldı. 56 kişi yaş haddinden emekli oldu. 2 kişi malulen emekli edilirken, 119 kişi isteği ile emekliye ayrıldı. Verilere göre emeklilik koşullarına sahip olmayan 17 kişi de istifa etti. İsteği üzerine emekli olan 119 yargıç ve savcıdan 1'i Danıştay savcısı 2'si Yargıtay savcısı, 7'si Yargıtay Tetkik Hakimi. Diğerleri ise Ankara, İstanbul ve İzmir hakim ve savcısı. 65 yaşını doldurmadan emekliliğini isteyen Yargıtay 11. Hukuk Dairesi Tetkik Hakimi Ayşe Altun, "Allah verdikçe sınıf arkadaşı verdi ve Türk yargısı dizayn edildi" diyerek, Yargıtay 1. Hukuk Dairesi Tetkik Hâkimi Celal Çelik ise, "Türk yargısı çok derin sıkıntılar yaşıyor. Bana göre Türk yargısı bitmiş bile diyebiliriz" sözleriyle emeklilik yaşını bile doldurmadan meslekten ayrıldılar. Yargıda istifa depreminin süreceği belirtiliyor. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi Tetkik Hâkimi Celal Çelik HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 29 Avukatın mesleki dayanışmayı gözardı ederek haklı neden olmadan davayı müracaata bırakması disiplin suçu oluşturur TBB DİSİPLİN KURULU 2010 / 633 E. 2011/ 120 K. 18.02.2011 T. Şikâyetli avukat hakkında, şikâyetçi avukatın davacı vekili olduğu davanın duruşmasında, şikâyetçiyi beklemeden saatinde duruşmayı aldırarak davayı müracaata bıraktığı iddiası ile başlatılan disiplin kovuşturması sonucunda Baro Disiplin Kurulunca eylem sabit görülmemiş ve disiplin cezası tayin edilmemiştir. Şikayetli avukat savunmasında, olayın şikâyet dilekçesinde belirtildiği gibi olmadığını, şikâyetçinin duruşmaya hiçbir mazeret bildirmeksizin yaklaşık 10 dakika geç kaldığını, bunun üzerine o günkü duruşmalarının yoğun olması nedeniyle kendisini beklemesi mümkün olmadığını, mahkemenin dosyayı ele alarak müracaata bıraktığını, şikâyetçinin karşılıklı olan duruşmalara sürekli geç geldiğini, geç kalacağı hususunda telefon dahi etmediğini, bildirmiştir. Baro Disiplin Kurulu, şikâyetli avukatın eyleminin disiplin suçunu oluşturmadığı kanaati ile hakkında disiplin cezası tayin etmemiş, karara şikâyetçi avukat tarafından itiraz edilmiştir. Dosyadaki bilgi ve belgelerden, şikayetçi avukatın şikâyet dilekçesinde, duruşma saatinin 09.25 olmasına rağmen başka mahkemelerdeki duruşmaları ve işleri nedeniyle duruşmaya saat 09.33’te geldiğini bildirmesine, şikâyetli avukatın da savunmasında, şikâyetçinin duruşmaya hiçbir mazeret bildirmeksizin 10 dakika geç kaldığını bildirmesine karşın, dosyada duruşmanın saatini gösterir bir belgeye rastlanmadığı gibi tanık anlatımında bulunmadığı, 30 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 ÖZET: Avukatlık mesleğinin ve avukatların toplumdaki güvenirliliğinin, saygınlığının sürdürülmesi, meslektaşlar arasında karşılıklı sevgi, saygı ve anlayışa dayalı ilişkilerin kurulması meslektaşlar arası dayanışmanın sağlanması ile mümkün olabilir. Mesleki dayanışmayı göz ardı ederek, kısa bir zaman aralığı için meslektaşını beklemeden duruşmaya girip herhangi bir haklı ve kabul edilebilir bir gerekçe de göstermeden, davayı müracaata bırakma gibi eylemler Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 30. maddesine aykırı olup, eylem disiplin suçu oluşturmaktadır. Dosya içinde bulunan ve olayın geçtiği Gaziantep 3. İş Mahkemesine ait 2009/… Esas sayılı davanın duruşma zaptının incelenmesinden, 15.12.2009 tarihli celsenin belirli gün ve saat 09.30 da açıldığı, şikayetli avukatın davacı vekilini beklemeyeceğini ve davayı da takip etmeyeceğini bildirdiği, böylece tarafların duruşma saati konusundaki kanıtlanmamış beyanları karşısında mahkeme duruşma zaptına itibar edilerek duruşmanın saat 09.30 da açıldığını kabul etmek gerekmiştir. Aynı celse zaptındaki şikâyetli avukatın “davacı vekilini beklemeyeceğine” ilişkin beyanı ve davranışı meslek kuralları yönünden önem taşımaktadır. Avukatlık Yasası’nın 1.maddesinde, Avukatlığın bir kamu hizmeti olduğu vurgulandıktan sonra, devamındaki 2/c.maddesinde yargı organlarının, emniyet makamlarının, diğer kamu kurum ve kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüslerinin, özel ve kamuya ait bankalar, noterler, sigorta şirketleri ve vakıfların avukatların görevlerini yerine getirmesinde yardımcı olmaları zorunluluğu getirilmiştir. Avukatlık mesleğinde karşılaşılan kimi güçlüklerin aşılmasında kamu kurum ve kuruluşlarının avukatlara yardımcı olma zorunluluğu getiren bu yasal düzenlemeye paralel olarak, Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarında avukatların da birbirleriyle dayanışma içinde olmalarını amaçlamıştır. Kaldı ki, avukatlık mesleğinin ve avukatların toplumdaki güvenirliliğinin, saygınlığının sürdürülmesi, meslektaşlar arasında karşılıklı sevgi, saygı ve anlayışa dayalı ilişkilerin kurulması hep meslektaşlar arası dayanışmanın sağlanması ile mümkün olabilir. Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 30.maddesi “Mesleki çalışmada avukatlar arasında usule ilişkin işlemlerde ve dosya incelemelerinde dayanışma gereği sayılabilecek yardımlar ve kolaylıkları esirgemezler. Duruşmaya geç kaldığı için hakkında gıyap kararı alınan avukat hemen gelmişse, diğer taraf vekili olan avukat gıyap kararının kaldırılmasını veya düzeltilmesini istemek zorundadır.” şeklinde düzenlenmiştir. Her ne kadar Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanununda yer alan “Gıyap” usulünün sonraki yıllarda yürürlükten kaldırılmış olmasına rağmen, maddedeki davranış biçimi meslek kuralı olarak hala geçerliliğini sürdürmektedir. Bugün de duruşmaya geç kaldığı için aleyhinde işlem (müracaata bırakma v.s. gibi) yapılan avukatın hemen gelmesi halinde yukarıdaki ifadeden esinlenerek diğer taraf avukatın bu işlemi kaldırma girişiminde bulunması veya makul bir süre meslektaşını beklemesi gerekmektedir. Şikâyetçi avukatın aleyhine yapılan işlem niteliğindeki davanın müracaata bırakılması kararının verilmesinden ne kadar bir süre sonra geldiği taraflarca net olarak kanıtlanamamış ise de, bu sürenin kısa bir süre olduğu tartışmasızdır. Şikayetli avukat bu sürenin 10 dakika olduğunu savunma dilekçesinde bildirmiştir. Kısa bir zaman sonra duruşmaya yetişmek üzere ve meslektaşlar arasında makul bir süre bekleneceğine inanan bir avukatın aynı anda cep telefonu ile mazeretini bildirmesine de gerek bulunmamaktadır. Bu nedenle, şikâyetli avukatın, şikâyetçi avukatın mazeret bildirmeksizin duruşmaya gelmediği gerekçesiyle kendisini beklemediği şeklindeki savunmasına itibar edilmemiştir. Mesleki dayanışmayı göz ardı ederek, kısa bir zaman aralığı için meslektaşını beklemeden duruşmaya girip herhangi bir haklı ve kabul edilebilir bir gerekçe de göstermeden, davayı müracaata bırakma gibi eylemler, meslektaşlar arasında sürekli bir husumet kaynağı oluşturacağı gibi mesleğin yapılmasını güçleştireceğinden, dayanışma duygularını inciteceğinden, şikayetli avukatın eylemi Türkiye Barolar Birliği Meslek Kurallarının 30.maddesine aykırı olup, eylem disiplin suçu oluşturmaktadır. Bu nedenle, Baro Disiplin Kurulunun eylemin disiplin suçunu oluşturmadığına ve şikâyetli avukat hakkında “Disiplin Cezası Verilmesine Yer Olmadığına” ilişkin kararında hukuki isabet görülmediğinden kararın kaldırılarak, incelenecek başka bir husus da bulunmadığından şikâyetli avukatın ‘uyarma cezası’ ile cezalandırılmasına karar vermek gerekmiştir. Sonuç olarak, şikâyetçi avukatın itirazının kabulü ile Baro Disiplin Kurulunun “Disiplin Cezası Verilmesine Yer Olmadığına” ilişkin kararının kaldırılmasına, Şikâyetli Avukatın uyarma cezası ile cezalandırılmasına oybirliği ile karar verildi. K AY N A K G Ö S T E R M E Z K AY N A K YA PA R Üst Arama Uygulamasına Adil Düzenleme Geçtiğimiz adli tatilden önce hizmete açılan İstanbul Çağlayan Adliyesi’nde, avukatların üst ve eşyalarının aranmak istenmesi üzerine başlayan ‘üst arama’ tartışması Adalet Bakanlığı’nı harekete geçirdi. Adliye girişlerinde son günlerde yoğunlaşan arama uygulamasından doğan hukuka aykırılıkları önlemek üzere bir genelge yayınlayan Adalet Bakanlığı, mağduriyetlere neden olan uygulamaya ilişkin karmaşaya son noktayı koydu. Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan genelgede, adliyeler için hakim ve savcılara özgülenmiş giriş kapılarına arama noktaları kurularak tüm hakim ve savcıların da ayrım gözetmeksizin üst aramasından geçirilmesi öngörülüyor. ‘Üst aramasında devrim’ olarak nitelendirilen genelge ile ilgili olarak, Adalet Bakanlığı’ndan bir üst düzey yetkili haber merkezimize çarpıcı açıklamalarda bulundu: “ Başta avukatlar olmak üzere bazı vatandaşlarımızın dile getirdiği sıkıntıları Bakanlığımız olarak dikkate alarak aramanın kapsamını adil bir şekilde genişlettik. Yargı reformumuz gayet tabi ki vesayet rejimini ortadan kaldırırken seçkinci anlayışın da üstesinden gelecek. Bu genelge ile birlikte artık herkes ikna olmalı ki aramada ast üst ayrımı kalkmıştır. Kimseye ayrıcalık yok. Ast da aranacak, üst de aranacak.” Üst aramalarından kaynaklanan sorunu genelge ile adil bir çözüme kavuşturduklarını söyleyen üst düzey yetkili, uygulamaya buna rağmen tepki gösterilmesi durumunda adliye güvenliğini istismar edenlere asla müsamaha gösterilmeyeceğini belirtti. 6 futbol sahası ölçeğindeki boyutlarıyla Avrupa’nın en büyük adliye sarayı olan Çağlayan Adliye Sarayı’nı ülkeye kazandırmalarının gururunu avukatların da paylaşması gerektiğinin altını çizen yetkili, sahalarda istenmeyen hareketler görmeyi arzu etmediklerini vurguladı: “Saraylarımızın güvenliği unutmayın ki hepimizin güvenliğidir. Adliye saraylarımıza gelip hak ve adalet bekleyen milyonlarca vatandaşımız ve bu arada avukatlarımızın da huzur ve emniyeti tabiatıyla her şeyin üzerindedir. Artık herkes için uygulanabilir X-ray cihazlarımız, dedektörlerimiz ve gelişkin savunma sistemlerimizle, şeffaflığın ve hizmetin öncüsü olma yolundaki azim ve kararlığımızı sürdüreceğimizi ifade edeyim.” Öte yandan, dergimiz yayına hazırlandığı sırada, Adliye Sarayı giriş kapısı önünde üst araması için sıra bekleyen bir grup üstsüz vatandaşın “Saraylar Yaptırdım Döşetemedim” türküsünü hep bir ağızdan söyleyerek başlattıkları protesto eylemine genelgenin açıklanmasıyla birlikte son vermeleri bekleniyor. Tumturaklı Avukatlar Grubu Seçimlerde İddialı Sorumluluk bilinci yüksek bir grup avukatın bir araya gelerek oluşturdukları ‘Tumturaklı Avukatlar Grubu’ (TUMTAG) kuruluşunu Heaven Club Palace Resort Hotel’de düzenlenen bir coctail ile kutladı. Şarap ve tekilanın yanısıra zemzem suyu ve kımızın su gibi aktığı gecede seçkin davetlilerden birlik ve dayanışma mesajı geldi. Önümüzdeki seçimlerde grup adına baro başkan adayı olacağına kesin gözüyle bakılan Av.Özberk Özbeyaz, yaptığı açılış konuşmasında meslektaş dayanışmasına her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan şu günlerde tüm avukatların el ele vermesi gerektiğini söyledi. Meslek odaklı bir baro hedeflediklerini, ancak ülke sorunlarına da elbette, tabi ki duyarsız kalmayacaklarını kaydeden Özbeyaz, Tumturaklı Avukatlar Grubu olarak demokratik, laik hukuk devletini savunan, milliyetçi, muhafazakar, özgürlükçü, modern, mukaddesatçı bir anlayışı benimsediklerini, çizgilerinin oldukça net olduğunu ifade etti. Coşkulu konuşması sık sık alkışlarla kesilen Özbeyaz, merakla beklenen seçim sloganlarını “Rantabıl Awukat Minimal Baro” olarak açıklarken, yönetime gelmeleri durumunda her şeyi Baro’dan bekleyen çağdışı anlayışa artık bir son vereceklerini, serbest rekabet ortamı içinde girişimci avukatı öne çıkaracaklarını vurguladı. Özbeyaz, Baro’nun sırtında kambur olan, ayrıca haksız rekabeti körükleyen adli yardım uygulamasını işlemez hale getirecekleri sözü verirken, günümüzde verimsiz ve hantal işletmelere dönüşen vestiyer, baro odası gibi hizmetlerin kademeli olarak özelleştirileceğini vaad etti. Yargının sorunlarına da değinen Özbeyaz konuşmasını şöyle sürdürdü: “Yargı sektöründe rekabet kapasitesi ve kalitenin artırılması için işgücü piyasasında esneklik ve sürdürülebilir verimliliğin gereğini artık hiçbirimiz yadsıyamayız. ‘Rantabıl Awukat Minimal Baro’ anlayışıyla birleştik, tüm meslektaşlarımızın desteğiyle yönetime talibiz.” Seçim döneminde 1000 SMS kampanyası ile Baro’ya kayıtlı avukatların tamamına biner adet sürpriz seçim mesajı göndereceklerini müjdeleyen Özbeyaz, sır gibi saklanan mesajların içeriği konusunda ise bilgi vermekten kaçındı. Mesai Saatleri Uzuyor Kuzey ada ülkesi Grönland’da gün ışığına göre mesai saati uygulaması için düğmeye basıldı. Grönland Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Tannier Johannes dün gece yarısı yaptığı açıklamada, enerji sektörü açısından son derece önemli bir düzenlemeyi hayata geçirmek üzere olduklarını, yeni uygulamayla enerji tasarrufunu iki katına çıkaracaklarını söyledi. Uygulamaya göre, Grönland’da yıl içinde gündüzlerin hakim olduğu altı ay aralıksız mesai yapılacak, geri kalan altı ayında ise yan gelip yatılacak. Yeni uygulamanın Grönland halkını gece hayatına özendirebileceği yönündeki eleştirileri maksatlı bulduğunu ifade eden Rasmussen: “Bizim milletimizin geleneklerine, köklerine bakarsanız gece hayatını sevmediğini görürsünüz” diyerek geçmişte Grönland’da yaşamış neandartel insanların kış uykusuna yattığını bilimsel olarak kanıtladı. Yeni HMK Geldi, Adliyeler Şenlendi Yargılamada hız ve kaliteyi yükselteceği beklentisiyle düzenlenen 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe girmesi yurt genelinde sevinçle karşılandı. Kanunun yürürlük tarihiyle birlikte, gider avansı yatırmak üzere veznelere yönelen avukatların yürüyüş hızında ve hak arayan müvekkillerin kalitesinde gözle görülür bir yükseliş gözlemlenmesi, hız ve kaliteden beklenen yararın gerçekleşmeye başladığı biçiminde yorumlanıyor. HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 • 31 Şair-Yazar NecatiCumalı’nın Urla’daki Avukatlık Yılları “Yağmurlar ve Topraklar” KIRKLI yılların sonu, ellili yılların başlarında Urla’da avukatlık yapan ünlü şair-yazar Necati Cumalı, yaşamının bu dönemini Yağmurlar ve Topraklar adlı romanında anlatmıştır.1921’de Yunanistan’ın Florina kasabasında dünyaya gelen Cumalı, mübadelede Türkiye’ye göç eden ailesi ile birlikte İzmir’in Urla kasabasına yerleşir. 1948-1957 yılları arasında İzmir’de ve Urla’da avukatlık yapar. O dönemin koşullarında küçük bir kasabada kendi deyimiyle ‘taşra avukatı’ olmanın güçlüklerini, sıkıntılarını, tekdüze bir yaşamın bezginliğini romanın kahramanı Avukat Nihat’ın ağzından hüzünle karışık ironik bir biçemle işleyen Cumalı’nın ilk baskısı 1973 yılında Cem Yayınevi tarafından yapılan yapıtının bazı bölümlerinden alıntıları tadımlık olarak sunuyoruz. Hukuk Düzlemi l Yaz böyle biter işte! Bir gün durduğunuz yerden gözleriniz kamaşmadan bakarsınız göğe. Çitlembikler, iri ağaçlar yazın bol ışığını emer toprağa çekerler. Akasyalar salkımlarını dökmeğe başlarlar. Bir sabah denize diye evden çıkar ama gitmezsiniz. (…) Daha sıcakların ardı kesilmeden kapalı bir gömlek giyer, kıravat takarsınız. Avukatsınız, ceketiniz cübbeniz sırtınızda adliyenin bir köşesinde bulursunuz kendinizi…. l (Kuşçular Köyü’nden Behzat, tarlasının kenarındaki kırk yıllık zeytin ağacının yeni komşusu Saatçi Hilmi tarafından sahiplenmekle yetinilmeyip bir de Kaymakamlıktan alınan müdahalenin önlenmesi kararı yerinde uygulanınca, öfke ve heyecan içinde soluğu Kasabada, Avukat Nihat’ın bürosunda alır.) – (…) Tövbe tövbe! Hani insan neye dağa çıkar bugün anladım. Ben fakirim, fakirlik kamburdur insanın sırtında, ama ahdettim bu işin ardını bırakmam. Güvenip sana geldim. Nihat, ne karşılık vereceğini kestiremediğinden, elindeki Kaymakamlığın kararından kaldıramıyordu gözlerini. Bir ağaç zeytinin en kabadayısının değeri 300 liraydı. Böyle bir davanın işi, yorgunluğu, rahatça ücretini isteyebileceği bir davanın işi yorgunluğu ile eşitti. Ne desin, ne istesindi ondan? Hayır diyemediği fakir köylülerin işleri yığıldıkça yığılıyordu elinde. - … İstediğin dilekçe ise kolay, hemen yazayım. Ama gücenme de dinle. Bir senin derdin yok başımda. Bak şu dolap, bu türlü davalarla dolu. Yetiştiremez oldum. Kendi 32 • HUKUK DÜZLEMİ 3 • EKİM 2011 payıma bugüne kadar üstüme aldıklarıma pişmanım. Senin kaybın kazancın bilemedin 250-300 liranın içinde. Yalnız yargılama ve keşif giderleri 150 lirayı geçer bu davada. Ya ben ne isteyeyim senden? – … Bu kadar dava arasında bir de benimki bulunsun be beyim. Bu kadar kişiye hep olur demişsin, kıramamışsın da bir beni mi çok gördün karşında? Biz baba hatırasıyız sana. Rahmetli baban bir gün olsun kalbimi kırmamıştı nurlar içinde yatsın. Sen çocuktun, ortaokula giderdin daha, sizin Gazderesi’ndeki bağı üç yıl ben işlemiştim yarıya. Hiç mi hatırım yok senin gözünde? … “ Avukat haksız olanın davasını alır mı? l (Nisan ayı gelince..) O Güzel bahar günleri gelince, yollar açıldığı için, Nihat hemen her gün öğleden sonra mahkeme ile kırlara, toprak davalarının keşiflerine gidiyordu. (…) Bu keşiflerden biri bir tarlanın tapuda yazılı yüzölçümünün düzeltilmesi ile ilgiliydi. Düşen iktidar giderayak çıkardığı kanunlardan birinde, toprak mülkiyetinde tapuda yazılı yüzölçümünün değil, yazılı sınırların temel tutulmasını öngörüyordu. 1945’lerde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile bir dereceye kadar getirmek istediği toprak reformunu beceremeyip de yüzüne gözüne bulaştırdıktan sonra, bu kez tam bir geriye dönüşle, toprak ağaları arasında kendi görüşüne karşı baş gösteren hoşnutsuzluğu gidermek için çıkarmış olsa gerekti bu kanunu. Bütün yurtta olduğu gibi kadastro görmemişti kasaba toprakları. Lodosu cebel (dağ), poyrazı kurude- re, batısı yaya yolu, doğusu sarı kaya gibilerden belirsiz, nereye çekilse oraya uygulanabilecek gibi saptanmıştı hemen hemen bütün tapularda sınırlar. (…) Bu yüzden de toprak yağmasıdır gidiyordu bütün yurtta. Nihat da sık sık bu tür davaları almak zorunda kalıyordu. O gün tapuda 80 dönüm olarak kayıtlı bir tarlanın yüzölçümünü 1700 dönüme çıkardıkları bir keşiften dönüyorlardı. Üç yanı devlet topraklarıyla çevriliydi tarlanın. Bilirkişiler Kuzeyde bir başka Sarıkaya, Güneyde bir başka yaya yolu gösterince yoluna girmişti dava… Nihat, Rıfat’ın (şoför) gerisindeki pencere kenarında oturuyordu. Konuşmak gelmiyordu içinden. Bir süre dava ile ilgili düşüncelere daldı. Haksız dava almaz diye çıkmıştı kasabada adı. “Hak mı bu?” diye geçirdi içinden. Bir avukat haklı ya da haksız diye seçip ayıramazdı alacağı davayı. Olsa olsa kanunlara uygun ya da uygun değil, kazanılır ya da kazanılamaz diye ayırabilirdi. Fakat şimdi bu davayı kazanmış olsa bile yaptığı iş içine sinmiyor, kendini bir soyguna katılmış gibi görüyor, bu yüzden hafif canı sıkılıyordu. Bu konuda Yargıç ne düşünüyor diye geçirdi aklından?... Doğrusu, ne yargıç ne de kendisi suçluydular bu soygunda. Yargıca düşen nesnel olarak uygulamaktı kanunları. Mesleğinde kendisine düşen ise ancak kapsayabileceği yorumları getirmekti kanunlara. Fakat gene de bir suç vardı ortada. Devlet toprakları, yüzbinlerce köylü topraksızlıktan kölelikten kurtulamazken, bu türlü kanunlarla yağma edilip duruyordu. Kimindi bu suç? Dönüyor dolaşıyor, kanun koyucuya dayanıyor (…) Beygir sırtında keşif yerine l Sonunda 27 Haziran günü gidebildi Behzat’ın keşfine (zeytin ağacının zilyetliği davası). Urla’dan bindikleri otomobil Kuşçular Köyünde kaldı. Behzat, yalvar yakar komşularından iki beygir üç eşek bulmuş, köyde bekliyordu. Beygirin biri eğerliydi. Öbür beygir ile eşekler semerli. Semerlerin üstüne temiz kilimler, şilteler atmıştı her nereden bulduysa. Yargıç eğerli beygire bindi. İkinci beygire Nihat, eşeklere de fen memuru, tutanak yazıcı, mübaşir…” (Dava nasıl mı sonuçlanır?) Romandan aktaralım: … Beş gün sonraki duruşmada yargıç kararını açıkladı. Nihat’ın davayı alırken söylediği gibi, ağacın mülkiyeti Behzat’a, tarlasına uzanan dalın ürünü saatçiye kaldı. * * * Necati Cumalı, bir süre sonra, devam eden davalarını iki meslektaşına devrederek Urla’dan ayrılır… “Yağmurlar ve Topraklar” romanında ayrılış günü şöyle betimlenir: Ağustosun son günü ağır bir yağmur sıcağı ile başladı. Kuşluğa doğru hava kapadı. Öğle olmadan bereketli bir yağmur indirdi. Yağmurun ardından, batıdan yeni bulutlar geldiği gürüldü kasabanın üstüne. Herkesin yüzü gülüyordu, tarlalar boştu. Geçmiş yılın lâfı kapanmıştı artık. Yeni bulutlar yeni umutlar demekti. “Yağmurun arkası var. Nadaslara iyice işleyecek…” diyorlardı. Avukat Nihat, o akşam kasabadan ayrıldı…
Benzer belgeler
Adalet ve - Bağımsız Savunma
eni boyu değerlendirilmesi gereken konular arasında. Ancak ben, bu yazıda, yapılan değişiklikleri uluslararası açıdan, AYM’nin bireysel başvuruları değerlendirirken evrensel uluslararası