Yiyecek İçecek Alanlarında Yeni Ürünler Çalıştayı
Transkript
Yiyecek İçecek Alanlarında Yeni Ürünler Çalıştayı
DİZİN Sayı 12 - KASIM / ARALIK bu sayımızdaki bazı başlıklar yiyecek içecek alanlarında yeni ürünler çalıştayı ıı 06 TÜYİB DER İKTİSADİ İŞLETMESİ Tüm Yiyecek İçecek Bölümleri Temizlik ve Malzeme Teminatçıları Derneği İktisadi işletmesi adına imtiyaz sahibi Taner RENDA GENEL KOORDİNATÖR Taner RENDA 0530 923 14 23 [email protected] YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Erol AYDIN 0542 427 72 92 GÖRSEL YÖNETMEN Mehmet İLHAN 0532 588 79 44 Baskı: Doğa Matbaa 0212 612 61 70 Baskı Tarihi: 01.06.2012 Yerel Süreli / 2 Aylık Dergide yer alan makalelerdeki fikirler yazarlarına aittir. Yayınlanan ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Yazılar, kaynak gösterilerek yayınlanabilir. TÜYİB-DER İletişim Adresi Kocatepe Mh. Taksim Cd. No: 29/4 Beyoğlu / İSTANBUL atık yağlarla yaşam alanlarınızı yok etmeyin 08 mehmet siriş’in kaleminden stewarding departmanı 10 bain marie temizlik talimatı 12 16 18 schönwald gezi izlenimleri 20 Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Steward 2 32 Agaoğlu My City Hotel Memet KAYA Homatex Mete KOÇAK Ceylan Intercontinental Doç. Dr. Nezih MÜFTÜGİL Turkish DO & CO CVK Turizm Bölüm Bşk. Sarper SUNER REKLAM DİZİNİ HİT MUTFAK ................................................................................. 3 MİLE ..............................................................................................11 V PLEKSİ ......................................................................................13 WİNTERHALTER ..........................................................................15 HOTEC ..........................................................................................23 34 KÜTAHYA PORSELEN ............................................................28-29 ABDULLAH EXPORT....................................................................39 BEYHAN GÜMÜŞ .........................................................................41 44 denizli - çal bir festival Sosyolog ERSOY .......................................................................................... 9 dostlarımızla yeniyıl yemeği EcoLab ORMEL .......................................................................................... 5 noel ağacının doğuşu ve gelişimi Mustafa EMİRLİ GÜREN METAL............................................................................. 1 24 kaktüsün keyfi agave A.Ünv. Gıda Mühendisliği JUMBO ........................................................................ Ön kapak iç ömrümüzden gün çalan bir geceydi Prof. Dr. Ertan ANLI Ahmet SEYMEN takvim yaprakları The Marmara Otel Rafet İNCE 14 ah bizim öğrenilmiş çaresizliğimiz Nedim AKBAYRAK H. Taner GÜREL ev yemek kültürümüz mutfağımıza sahip çıkalım DANIŞMA KURULU YAKAMOZ .....................................................................................43 CEREN PLASTİK ..........................................................................47 CAMBRO .................................................................... Arka kapak iç GALERİ KRİSTAL .......................................................... Arka kapak 48 Yeni Bir Yılda Barış, Sağlık ve Huzur A peaceful new year eni yıl yazısı yazmanın en güzel yanı, eskiye ilişkin ne varsa, bir kalemde geride bırakabilmenin kolaylığıdır. Ama genel olarak dünyamız pek de iyiye doğru gitmiş görünmüyor. Savaş dili ile anlaşmayı ya da anlaşmamayı yeğliyorlar taraflar. Oysa gezegenimizin her bir köşesinin en temel ihtiyacı: barış. Ve bu dili gitgide unutmaya başladık. Sadece siyasiler değil, onların ardı sıra hareket eden çok genişçe yığınlar da, aralarındaki günlük sorunları bile kavga ederek çözeceklerine inanıyorlar. Yakın bir gelecekte de değişeceğine dair en ufak bir belirti görünmüyor. Y Çok mu karamsarlığa düştük, öyleyse yol yakınken çıkalım: Karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın müjdecisidir. Yeni yılda yapacaklarımıza geçmeden önce, son zamanlarda yaptıklarımızdan bahsetmek istiyorum. Öncelikle, derneğimizin kuruluşundan başlayan ve dergimizin çıkışı, ardından da geçen sene nisan ayında yaptığımız Yiyecek ve İçecek Alanlarında Yeni Ürünler Çalıştay’ın da bizlerden desteklerini esirgemeyen dostlarımızla teşekkür etmek üzere Nar Restaurant’ta bir yemek yedik. Tadı damağımızda kaldı, tatlı bahaneler yaratıp, sık sık bu yemeklerde bir araya gelme fikri, katılan herkesin ortak düşüncesiydi. Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Mile firmasının daveti ile Almanya’ya Schönwald’un fabrikasını ziyaret edip, üretim ve yenilikler üzerine bilgiler aldık. Üretimden, depolamaya kadar pek çok alanda robotların kullanılması, ayrıca, dikkatimizi çekti. Steward 4 Peki, 2013’te neler yapmayı planlıyoruz. Önceliğimizi, ikincisini yapacağımız çalıştayı, eleştirileri ve önerileri de dikkate alarak daha da nasıl geliştiririz fikri üzerinde oldu. Yönetim Kurulu üyemiz ve aynı zamanda Dernek Müdürümüz de olan Taner Renda, yazısında detaylara girerek anlattı. Ama benim asıl vurgulamak istediğim: öncelikle dernek üyelerinden başlayarak herkesin elleri taşın altında olması fikrini yaşama geçirmeliyiz. Başarı olacaksa; bu anlayışla hareket edebildiğimiz oranda gelecektir. he best thing about writing a New Year's article is to leave behind easily whatever happened in the past although our world does not seem better overall. Decision makers prefer to communicate with the language of the war about agreement or disagreement. But the most basic need on our planet is peace. And we all started to forget the language of peace more and more. Not only the politicians, but all the people following them believe that they can solve daily problems by fighting only. Whether it would change in the near future, there is no slightest indication about that. T Does it sound too pessimist, let’s change the direction than. As they say, the darkest moment of the night is the closest moment to the sunrise. Before what we will do in the New Year, I want to mention about what we have done in recent times. We had a very nice dinner event in order to celebrate our achievements such as the foundation of our association, start up with the publication of our magazine, a very successful first seminar & workshop about new productions in food & beverage sector. It was also an opportunity to express our gratitude to our friends and colleagues who have been supporting us since the beginning. All participants were very pleased and they agreed on the idea to repeat this event regularly. We had a visit to Mille Factory in Scoenenwald, Germany as invitees of the company and we have had a nice opportunity to observe the latest developments relating to our sector. So, what are our plans for the New Year? Our main priority will be to organize the second workshop, taking into account the critics and suggestions we got following the first event. You will find more details on this in the article of Taner Renda, our board member and manager of the association. Bu aşamada, TÜROB’un desteğini, Sayın Vedat Başaran’ın şahsında yanımızda görmekten mutluluk duyduk. What I want to emphasize is that the success will come only through a real teamwork starting with the members of our association. Otherwise all our efforts will remain without tangible results and achievements. In this respect, we are very glad to have the support of TUROB thanks to Mr. Vedat Basaran. Yeni bir yılın getireceklerinin iyi ve güzelden yana olması dileğiyle. I wish you all a very happy new year that will bring us health, peace and success. Sevgi ile kalın. Erol AYDIN Başkan Sincerely yours, Erol AYDIN President ÇALIŞTAY Yiyecek İçecek Alanlarında Yeni Ürünler Çalıştayı II eçtiğimiz yıl nisan ayında Yiyecek İçecek Alanlarında Yeni Ürünler Çalıştayı’nın ilkinde, sektör için önemli bir ilk adımı atmış ve katılan katılmayan pek çok kişi ve kurum tarafından ilk olmasına rağmen önemli bir hamle olarak görülmüştü. G Taner RENDA TÜYİB DER Müdür İyiyi yakalamanın ilk kuralı: geçmişten dersler alabilme akılılığına sahip olmakla başladığını bilebiliyoruz. Bu nedenle, bu sene çalıştayın ikincisini planlarken, dinlediğimiz her türden öneriye dikkat kesildik ve aklımızdaki çalıştaya birkaç adım daha yaklaşacak şekilde düzenledik. Öncelikle, Vedat Başaran’ın nezdinde, bize destek veren TUROB’a teşekkürlerimizi sunmalıyım. Çünkü katkılarının boyutunu, konferanslara ve çalıştayın sergisine katılanların dikkatinden asla kaçmayacak nitelikte oldu. Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Yan sayfada da poster halinde görülen programdan da anlaşılacağı üzere, Yiyecek İçecek Alanlarında Yeni Ürünler Çalıştayı II, ilkinden daha farklı bir içeriğe sahip. Çalıştay kavramının içeriğine bu biçimi ile adım atmış oluyor. Steward 6 29 Ocak 2013 tarihinde yapacağımız çalışma, otellerin orta ve alt kademe yöneticilerine yönelik olarak hazırlandı. Genellikle stewarding bölümünden arkadaşlarımızın aldıkları bilgilendirmeleri, bu sefer mutfağa ve restaurantlara da yaymanın gerekliliğini dikkate aldık. Kullanılan malzemelere ilişkin ne kadar fazla şey bilinirse; sonuca etkisi mutlaka daha olumlu olacaktır inancından yola çıktık. 5 Mart 2013 tarihli çalışma ise; otellerin en üst yapılanmasına ilişkin bilgilendirmeyi içeriyor. 5 yıldızlı ve özellikle de uluslararası zincirlere ait bir 5 yıldızın genel müdür, yiyecek içecek müdürü ve aşçı başlarının ilgisini çekecek konu ve o konuları dinlemeye değer konuşmacı bulmanın zorluğundan elbette ki farkında olarak konu ve konuşmacıları seçtik. Ve 24 Nisan 2013 tarihine geldiğimizde, yeni ürünlerini sergileyecek firma sayısında değişiklik yapmadık. Ama eleştirilere bakarak hem ziyaret saatini, hem de ziyaretçi otellere 4 yıldızlıları da dâhil ettik. Sanırım ortaya daha iyi bir tablo çıktı. Ancak, bu tablonun yerine oturması için, ziyaretçilerin de, hazırladığımız bu çalışmaya ilgi göstermesi gerekiyor. Bunun için öncelikli görev derneğimizin yönetim kuruluna düşmekle birlikte, otellerdeki her bir üyemizin, hatta üye olamamış her bir stewarding bölümü üyesinin canla başla çalışmasına bağlı olduğunu biliyoruz. Sevgi ile kalın.■ Atık Yağlarla Yaşam Alanlarınızı Yok Etmeyin ünyada bitkisel atık yağ kullanımı son zamanlarda yağda kızartılmış ürünlerin tüketiminin fazlalaşması ile birlikte önemli oranda artmıştır. Lavaboya döktüğümüz atık yağlar, kanalizasyon sisteminden yeraltı sularına karışmakta ve bu şekilde içme sularını kirletmektedir. D Atık yağların uygun şekilde bertaraf edilmemesi sonucu; • 1 lt atık yağ 1 milyon litre içme suyunu kirletebilmektedir. • Kullanılmış bitkisel atık yağlar evsel atık su kirliliğinin %25’ini oluşturmaktadır. • Atık Yağlar bulundukları ortamı kirleterek ortamda yaşayan canlılara zarar vermektedir. • Arıtılmayan atık suların içindeki bitkisel ve hayvansal atık yağlar; denizlere, göllere ve akarsulara döküldüğü zaman o suyun kirlenmesi ve sudaki oksijenin azalması sonucu; ortamdaki, başta balıklar olmak üzere diğer canlılar üzerinde büyük tahribata yol açmaktadır. • Kanalizasyona dökülen atık yağlar diğer atıkları tutarak kanalizasyon sisteminin kullanılmaz hale gelmesine sebep olmaktadır. • Atık yağlar, atık su arıtma tesislerine zarar vererek işletme maliyetini arttırmaktadır. • Atık yağlar; suya, kanalizasyona döküldüğü zaman su yüzeyini kaplayarak su sistemine zarar verip havadan suya oksijen transferini önler, zamanla suda bozunarak sudaki oksijenin tükenmesini hızlandırır. Gaye UYSAL Gıda Mühendisi • Denize, akarsuya ve göle ulaşan bitkisel atık yağlar, kuşlara, balıklara ve diğer canlı türlerine zarar vermektedir. Kızartmalık yağların insan sağlığı açısından zararlı olmayıp, kanserojen etki göstermemesi açısından toplam polar madde oranının % 25’ın üzerinde olmaması gerekmektedir. Bitkisel Atık Yağların Kontrolü Yönetmeliği ile atık yağların yalnız biyodizel ve elektrik enerjisi elde edilmesinde kullanılmasına izin verilmiş olup, gıda, kozmetik ve yem sanayisinde kullanılması yasaklanmıştır. İnsan sağlığını tehlikeye atmamak ve bu yağların yetkisiz kişiler tarafından toplanarak yasaklanmış endüstri alanlarında kullanılmaması için lisanslı firmalara verilmesi gerekmektedir. Bizlere düşen; 1-Kullanılmış kızartmalık yağları diğer atıklardan ayrı olarak temiz ve ağzı kapaklı bir kapta biriktirmek, 2-Kullanılmış kızartmalık yağları, çevrenin korunması amacıyla kanalizasyona, toprağa, denize ve benzeri alıcı ortamlara dökmemek, 8 3-Atık yağları, atık yağ toplayıcılarına vermeye özen göstermek olmalıdır. Steward Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Bu sıralanan olumsuzluklardan dolayı ülkemizde kullanılmış bitkisel yağların kanalizasyona, yeryüzü sularına dökülmesi yasaktır. Gelecek nesillere sağlıklı bir çevre bırakabilmek adına, atık yağların lavabolara dökülmesi yerine uygun şekilde bertaraf edilmesi için duyarlı olalım. Hijyen ve sağlık dolu günler dileğiyle…■ Sektörün Sevilen Simalarından Mehmet Siriş’in Kaleminden Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Steward 10 STEWARDING Stewarding Departmanı luslararası çalışma arenasında daily herolar vardır, yani günün kahramanları. Kimdir bunlar? Ne yerler? Ne içerler? Nasıl yaşarlar? İşte size tanımları... Aslında günün kahramanları diye tabir etmek istediğim departman yani stewarding departmanına vermek isterim bu tanımı neden mi?? İşte nedenleri. U Çok önemsenmedikleri gibi aslında ne kadar önemli olduklarını görmemek haksızlık olarak tanımlarım. Operasyonun en önemli halkalarıdırlar, o yüzden onlara hero olarak hitap etmek istiyorum. Onların iç dünyası, departmanın işleyiş, i fiziki şartları hep göz ardı edilip, genelde arka planda unutulmuş hissi doğurur. O yüzden heroları anlamak her amirin, müdürün veya şefin harcı değildir. Mehmet SİRİŞ Executive Chef Holiday Inn Istanbul Airport Bir davetin ve operasyonun çok önemli hatta en önemli bacağı olan stewarding departmanı aynı zamanda eğitimli birer kimyagerlerdir. Herkes tarafından sadece arka planda çalışan eleman gibi algılanan bu bölüm, aslında toparlayıcıdır, vefakârdır ve de yüksek kapasite, misafirin maksimum hijyenini sağlamakla yükümlüdürler. Misafir önünde fazla gözükmemekle beraber, kimdir veya özelliği nedir, ne kadar önemli bir vasfa sahiptir? Birçok kişi tarafından pek algılanılmazlar, hizmet sektöründe o hizmetin nasıl verildiğini anlamakla beraber sonuca bakar tüm tüketici insanlar, keza onlar için iki şık vardır (çok iyi idi veya kötü idi) bu kadar basit, fakat dediğim gibi onların birer emektar savasçı, birer kahraman olduklarını bilenler bilir sadece. Her aşama önemlidir ancak, öncelikli önemler sırası vardır, yani olmazsa olmazlar, işte olmazsa olmazlar: yani herolar, Herolarda, hafta sonu veya tatil planı olamaz. İş ahlakını kendilerine misyon olarak benimsemiş olan bu kahramanlar için şafağın doğuşu ile birlikte başlayan kahvaltı operasyonunu yerini , öğlen yemeği takip eder. Akşam yemeği ile devam edip, gecenin sonuna doğru giden bu hareketlilik tahribata uğramış bir mutfak ve arka plan gece çalışması ile devam eder ve başka bir güne hazır olunabilmesi için günler, haftalar aylar onlar için tam bir lokomotif devamlılık halidir, Günlük operasyonun yanı sıra aylık sayımlar, zayii raporları, anlık çıkan işler, günlük haftalık toplantılar, eğitimler bitmek bilmeyen bir dizi işler ve günün sonunda bitkin düşen bu kahramanları acaba kim onure eder veya kim hallerinden anlar? Sadece şefleri beklide. Profesyonel bir mutfak şefi veya yiyecek- içecek müdürü ancak algılayabilir. İşte bu yüzden günün kahramanları bana göre onlardır, onları onure etmek veya ruhlarını birazcık olsun rehabilite etmek veya insan olduklarını hissettirmek hepimizin ahlaki, insani, profesyonelliğin ve de sosyal sorumluluğumuzun bir parçası olmalıdır. Unutmayalım ki: profesyonellikte duygusallık olmaz ancak, duygusuzluk bazen başarısızlığı da beraberinde getirmektedir. Orta ayarı bulmak önemli. Hepimiz farklı sıfatlarda, farklı departmanlarda da olsak, herkesin farklı bir özelliği vardır, kimse değersiz değildir. Unutmayalım ki, herkes, her şeyden önce insandır. Sevgi ve saygılarımla.■ STEWARD’IN ELBAŞLIK KİTABI Bain Marie Temizlik Talimatı E kipmanların temizliği, korunması ve hijyeniğinin sağlanması, hijyenik ortamın oluşması gıda üretim alanlarının en önemli kurallarından biridir. Gıda üretim alanlarındaki ekipmanların temizliği de önem kazanmaktadır. Gıda üretiminde Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 ve sunumunda kullanılan ekipmanların temizliği sağlıklı üretim için çok önemlidir. Steward 12 1. UYGULAMA 1.1. Kullanılan Ekipmanlar Mehmet Ali ÖZTÜRK • Kireç sökücü Holiday Inn İstanbul Airport • Sıvı bulaşık deterjanı. Steward Şefi • Temizlik Bezi • Bulaşık süngeri 1.2. Temizlik 1.2.1. Günlük • Termostatı kapatarak O konumuna getir ve suyun ılımasını bekle. • Alt su tahliye vanasını açarak suyun boşalmasını bekle • Yemek atıklarını bulaşık süngeri ile sıyırarak dışarıya çıkart. • Deterjanlı su ve sünger ile içinin temizliğini yap. • İçini bol su ile durula. • Durulama işlemi bitince su tahliye vanasını kapat. 1.2.2. Haftalık • Öncelikle günlük temizliğini yap. • İçini rezistansları örtecek şekilde su ile doldur. • Isıtıcı termostatı açarak kaynama noktasına getir. • Suyun içine 1/10 suma scale kireç çözücü ekle.1/2 saat kaynamasını bekle. • Kaynama işlemi bittikten sonra termostatı kapat ve su tahliye vanasını açarak suyu boşalt. • Deterjanlı su ve sünger ile içinin temizliğini yap. • Temizliği bittikten sonra bol su ile içini durula. • Temizlik ve durulama işlemi bittikten sonra su tahliye vanasını kapat. Gıda üretim ve sunum yapılan alandaki ekipmanların temizliği ve korunması, pek çok halkanın birleşerek oluşturduğu bir zincir gibidir. Halkalardan birinin eksik veya zayıf olması, gıda üretimi ve güvenirliği tehlikeye girmesidir. Bu yüzden üretim alanlarındaki ekipmanın temizliği ve hijyeni son derece önemlidir.■ Steward 14 Ev Yemek Kültürümüzü Yaşatmak İstiyorsak Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 BİLİŞİM Mutfağımıza Sahip Çıkalım rtada bir vakıa var: Evlerde Türk yemeği yemek istenmiyor. Hamburger, pizza, makarna en fazla rağbet ettikleri yemek türleri. Evde “Anne, imambayıldı istiyorum.” diye tepinen çocuk sesleri artık duyulmuyor. Bir tarafta popülist bir yaklaşım içinde mutfağımızın çok zengin olduğunu temcit pilavı gibi çiğneyip önümüze koyanlar bulunmakla beraber, diğer tarafta evlerde pişen geleneksel yemek çeşidimizin büyük bir hızla azalmakta olduğu gerçeği duruyor. Sebebi ise hafta sonları alışveriş merkezlerinde yapmış olduğum work shoplardan çıkarmış olduğum ders de bunu gösteriyor: ev halkı artık hafta sonu toplum olarak alışveriş merkezlerindeki fast food lokantalarında full kapasite yemek yenmesi. Yani o zengin ve çeşitli mutfağımız evlerimize girdikçe cılızlaşıyor, pişirdiğimiz geleneksel yemek çeşidi giderek azalıyor ve mutfak geleneğimiz, ancak enteresan haber yapmak isteyen dergilerin renkli sayfalarında yaşamaya mahkûm oluyor. Sizin evde ’Analıkızlı ’ en son ne zaman pişmişti? O Bu durumun farkına varan kişi sayısı ne yazık ki fazla değil. Tek farkında olunan, “Mutfağımız çok zengindir, dünyada eşi benzeri yoktur. Osmanlı torunuyuz, o yüzden çok kültürlüyüz” tarzından popülist yağcılığın kamuoyu nezdinde taraftar buRafet İNCE lacağı varsayımı (belki de gerçeği). Oysa eğer kendi ulusal kültürümüze sahip Agaoğlu My City Hotel çıkmak istiyorsak,; asıl yaşanan bu hızlı erimenin farkında olup, onu gündemde Exc Chef tutmamız gerekir. Samimi inanç olmadan mutfağımız korunamaz, gelişemez. Size, “İyi bir mutfak şefi, kafasında bir yemek tasarlarken ne şekilde düşünür” konusunu anlatmak istiyorum. Zira siz de iyi bir mutfak şefi gibi düşünebilirseniz, çok daha başarılı ve yaratıcı tabaklar tasarlayabilirsiniz. Biz Saatli Maarif Takvimi kuşağıyız. Takvim yapraklarının arka sayfalarındaki ’Çorba, etli kuru fasulye, pilav, üzüm hoşafı’ türü günlük mönülerden ilham alarak mutfak becerilerini geliştirmiş insanlarız. Her ne kadar yıllar içinde takvim mönüleri yerini gazetelerdeki “Bugün ne pişirelim” köşelerine bırakmış olsa da, Türkiye’de yemek pişirme konusuna yaklaşım hiç değişmedi. Sonuçta, tarifler üzerine mutfak kültürü ve becerileri geliştiren insanlar haline geldik. Büyük ölçüde o yüzden de mutfağımıza yaratıcılık unsuru neredeyse hiç girmedi, giremedi. İyi şefler hiçbir zaman tariflere dayanarak yemek pişirmez. İyi aşçılığın en önemli ve birinci kuralı: mutfak tekniklerini çok iyi bilmektir. Fırında rosto etme, sote etme, buharda pişirme, ’blanşe’ etme, kızartma, ızgara yapma, suda pişirme tekniklerini iyi bilirseniz, ancak o zaman tarif bağımlılığından kurtulabilirsiniz. Tarif bağımlılığından kurtulmak ise yaratıcı şefliğin en birinci kuralıdır. Örneğin kendi mutfağımızı ele alalım. Türkiye’de en yaygın kullanılan pişirme teknikleri şunlar: Etli-sulu pişirme, zeytinyağlı soğuk yenen yemekleri pişirme, kızartma, börek yapma, toprak güveçte pişirme ve ızgara. Eğer bu altı temel teknik konusunda beceri geliştirirseniz, onlarca değişik Türk yemeğini pişirebilirsiniz. Zira örneğin bizdeki et yemekleri genelde aynı yöntemle yapılır: Önce soğanı ardından etleri ekleyip birlikte kavurur, daha sonra domates ve salçayla su ekleyip kapağını kapatarak pişirmeye bırakırsınız. Bu teknik, soğanlı yahni yapacaksanız karışıma arpacık soğanları, kuru fasulye yapacaksanız önceden yumuşatılıp haşlanmış kuru fasulye ya da nohutları, türlü yapacaksanız doğranmış sebzeleri, bamya yapacaksanız ayıklanmış bamyaları eklemek suretiyle çeşitlenir. Bu yüzden her insan kendinin mutfak şefi ola bilir ve her şefin kendine özgü mutfağı olmalı özgün ve yerel ürünler kullanarak kendi mutfağınızı tasarlaya bilirsiniz.■ İLETİŞİM İnanırsak uçabiliriz. Gerçekten. Sizi gaza getirmek için söylemiyorum. Tarihe geçmiş liderlerin hayatlarını okuyalım, büyük icatlar yapan insanların yollarını aydınlatan ışıklara bakalım, bir araya gelince kocaman bir güç olan toplumların gerçekleştirdikleri büyük değişimleri öğrenelim. Onlara da mutlaka “aman yapma çocuğum üstün kirlenir” diyen birileri olmuştur. Ah bizim öğrenilmiş çaresizliğimiz üney Pasifik Okyanusu’ndaki Samoa Adaları’nda yaşayan Polinezyalılar yüzlerce yıl baktıkları gökle denizi birleştiren ufuk çizgisinden bir gün bir beyazın çıkıp da geliverdiğini görmüşler. Samoa’ya ilk misyoner bir yelkenliyle gelmiş. Polinezyalılar bu beyaz yelkenliyi görünce, önce ufukta bir delik oldu sanmışlar. Beyaz adamın içinden çıkıp kendilerine geldiği bir delik. O, beyaz adam göğü delip geçmiş ve adalarına gelmiş. Ona Papalagi, yani Göğü Delen Adam adını vermişler. G Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Masal anlatıyorum sandınız değil mi? Ama “bir varmış, bir yokmuş” diye başlamamıştım ki. Steward 16 Füsun BAYSAN İletişimci Şimdi anlatacağım da masal değil, gerçek. Yavru filin hikâyesini bilir misiniz? Hani bebek filin kalın bir zincirle ayağından bir direğe bağlandığı öyküyü. Zincirinin uzunluğu kadar özgür olan fili. Önceleri kaçmaya çalışan, zinciri koparmaya uğraşan bebek fil ne zinciri koparabilir, ne direği yerinden oynatabilir. Ayağında bu kalın zincirle büyür ve uzağa gidemeyeceğini kabullenir. Özgürlük ondan çook uzaklardadır. Bir gün filin ayağındaki zincir çözülür ve daha ince bir direğe, rahatlıkla koparabileceği bir halatla bağlanır. Fil hala var olduğunu sandığı ve asla kıramayacağını düşündüğü zincirle yaşadıkları nedeniyle ne ipi koparır, ne de özgürlüğüne kavuşur. O bebeklikten itibaren büyüdüğü alan içinde yaşamayı ve oradan kurtulamayacağını öğrenmiştir. Fil, çaresizliği öğrenmiştir. Duygusal okuyucuların hemen gözlerinden anladım. File üzüldüler. Peki bizim içimizdeki çocuğun heyecanına ve yeni şeyler deneme merakına neler olduğunu merak ediyor musunuz? Çocukluktan itibaren hayat boyu öğreniyoruz. Eh öğrendiklerimizin hepsi de iyi olacak değil ya. Küçüklükten başlayarak, bize öğüt veren büyüklerimiz, bizi koruyan, kollayan, iyiliğimizi isteyenler, aile, okul, çevre, sokak derken toplum ve tüm bize ne yapmamızı ve de ne yapmayacağımızı söyleyenler. Onlar bizi nasıl koşulluyorlar dersiniz? Hayatın “ak” ve “kara” renklerinden oluştuğu, eylemlerimizin “yap” ve “yapma” üzerine kurulduğu bir hayat yaşıyorsak ufuk çizgimiz ne kadar geniş olabilir. Gökyüzünün ardını kaçımız merak ederiz? Ederiz de, yine kaçımız yola düşer de güneşi battığı yerde bulmaya ant içeriz. Binlercemiz bize çizilen yollardan geçip, bize sunulan hayatları yaşamayı tercih ediyor ve gönüllü yaşam mahkumları gibi Çocukluğumuzdan başlayarak hata yapmamamız gerektiği öğretilerek büyüyoruz. Hata öcüsüyle korkutuluyor, korka korka yılları geride bırakıyoruz. Dört bir yandan ağaçkakan gibi beynimize işlenen önermeler, şartlamalar, tavsiyeler ve emirlerle bilinçaltımızı dolduruyoruz. Oysa sosyal bilimciler pedagojik açıdan ancak hatalarımızdan öğrenebileceğimizi söylemiyorlar mı? Yani yaşayarak öğreneceğimizi. Öğrendiklerimizden alacağımız dersleri ceplerimize doldurup, yeni yollara düşebileceğimizi ve yeni hatalarla büyüyeceğimizi. Belki bu sefer şeytanın bacağını da kırabileceğimizi, çaresizliğimizi yenebileceğimizi. İnancın Biyolojisi kitabının yazarı Dr. Bruce Lipton, insanların yaşantılarının gerçek isteklerini yansıtmadığını düşünüyor. Bilincin farkında olan bilinç ve bilinçaltından oluştuğunu, farkında olan bilincin düşünen yaratıcı bilinç olduğunu, bilinçaltımızın (alt bilinç) ise bir çeşit teyp olup, deneyimleri kayıt edip, tekrar tekrar geri getirdiğini söylüyor. Dolayısıyla bir düşünen bilinç var bir de kayıt eden bilinç. Ve bilin bakalım hangisi güçlü. Bilinçaltımız farkında olan bilincimizden milyon kat daha güçlü. Ona iyi ya da kötü diyemiyoruz çünkü o bir teyp. Bir teyp iyi ya da kötü olamayacağına göre onun ancak programları iyi ya da kötü olabilir. Yıllar boyu bu teybe kaydettiğimiz tüm bilgiler yeri geliyor, bize öğrenilmiş çaresizlik olarak geri dönüyor. Yeteneklerimizi köreltiyor, merakımızı öldürüyor, gücümüzü tüketiyor. Öyle sihirli bir sil ya da değiştir tuşu da bulunmuyor üstelik. Yıllarca özenle biriktirdiğimiz ve kaydettiğimiz programları bilinçaltımızda yürütürken dikkatimizi oraya verip, sıkışmışlıklarımızı, çaresizliklerimizi kırabilir miyiz? Aslında hep hayatımızdan şikayetlenirken ve sorunları yaratanları hep dışımızdaki düşmanlar olarak görürken, gönüllü kabullendiğimiz bu kurban rolünü bizzat kendimizin yarattığını, o muhteşem bilinçaltımızın da bizi yönetirken zafer kazanmış kumandan edasıyla dolaştığını görebilir miyiz? Yaşadığımız hayatı aslında kendi bilinçaltımızın yönettiğini fark edip, bilinçaltımızı ve hayatımızı değiştirebilir miyiz? Durun. Bohçanızı hazırlayıp, evinizi terk etmeye hazırlanmayın hemen. Evimde yer yok. Ben çokça farkında olmaktan az biraz geniş düşünmekten, bir miktar cesaretten ve biraz da harekete geçmekten bahsediyorum. Güzel yurdumun güzel bir özdeyişi ne der: Bir mıh(çivi) bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir insanı, bir insan bir toplumu kurtarabilir. Hayatında resim yapmaktan başka bir şey bilmeyen arkadaşım, işsiz ve parasız kalınca zora düştü. Resim dersi verebilirdi ama bunu duyurmak için gazeteye ilan verecek parası yoktu. “Bir sitede otursam duyuru panosuna kâğıt asardım” dedi. Çevredeki bakkalların, eczanelerin duyuru asacak boş camları olmadığını üzüntüyle öğrendi. Çaresizliğini kabullendi, depresyona girdi. Ta ki başka bir arkadaşı gelip, evinin sokağa bakan penceresine rengârenk kalemlerle, kocaman kocaman harflerle “benimle resim yapmak ister misiniz?” diye yazıp asana dek. İnanırsak uçabiliriz. Gerçekten. Sizi gaza getirmek için söylemiyorum. Tarihe geçmiş liderlerin hayatlarını okuyalım, büyük icatlar yapan insanların yollarını aydınlatan ışıklara bakalım, bir araya gelince kocaman bir güç olan toplumların gerçekleştirdikleri büyük değişimleri öğrenelim. Onlara da mutlaka “aman yapma çocuğum üstün kirlenir” diyen birileri olmuştur. Onları dinleselerdi sonuç nasıl olurdu acaba? Ya da bir imza neyi değiştirir ki diye düşünseydik, imzamız şimdi orada burada yayınlanır adımız çıkar diye korksaydık, kumaşlarına zehirli kimyasallar katarak sadık müşterilerini kanser yaparak ödüllendiren İspanyol tekstil markası açılan kampanya sonucunda insanlardan özür diler ve sağlıklı kumaşlar üreteceğine söz verir miydi? Göğü Delen Adam, Papalagi, Polinezya halkına mutluluk getirdi mi, onlara o göğün gerisinde neler olduğunu gösterebildi mi diye merak ediyorsanız Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitabı okumalısınız. Okurken göreceksiniz ki kitabı yayınlayanlar ilk sayfalarda bize bir sır veriyorlar. Hazine değerinde bir sır: “Papalagi’yi okumak yetmez. Bizim içimizde küllenmiş olan duygularımızı yeniden canlandırmayı da öğrenmemiz gerek.”■ Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 “İçimizdeki Dahi” kitabının yazarı Tony Buzan, yıllar önce İstanbul’da bir seminer vermiş ve bu seminere katılanlara birer ataş dağıtmıştı. Hani Türk Dil Kurumu’nun “tutturgaç” diye tanımladığı nesneyi. Bize tanıdığı 3 dakika sürede bu ataşla neler yapabileceğimizi yazacaktık. 5-6 tane yazabildim. Benden çok daha fazla sayıda yazan vardı elbette. Ama hiçbirimiz sonradan bize açıklanan ve sayısı 50’yi bulan şeyleri bir ataşla yapabileceğimizi düşünememiştik bile. Oysa ayakkabı bağlamaktan tutun, çay kaşığı olarak kullanmaya kadar onlarca ilginç şey vardı. Neden bunlar aklıma gelmedi, diye moralimin bozulduğunu ama daha önemlisi aklıma gelen birkaç fikri de bana gülerler diye yazmadığımı çok iyi hatırlıyorum. İranlı yazar Behrengi’nin çocuk masalı Küçük Kara Balık’ı okudunuz mu? Hani annesiyle ırmakta yaşayan ve bir gün ırmağın nereye aktığını görmek için evini terk eden, içindeki keşfetme dürtüsüyle kendisini engellemeye çalışan herkesi geride bırakarak yollara düşen küçük kara balığı. Belki Richard Bahc’ın Martı kitabını da okumuşsunuzdur. Kendi yazgısını kendi belirlemek isteyen Martı Jonathan Livingston’un daha da yükseklerde uçmak için dışlanmayı göze alarak martı grubundan ayrılması bize bir şey anlatmak istiyor olabilir mi sizce? 17 Steward gün sayıyor. Hayat böyle sanıyoruz. Değişmez. Değiştirmeye de kimsenin gücü yetmez. Biz de biraz önce üzüldüğümüz fil gibi çaresizliği öğreniyoruz. Ama biz fil miyiz ki? Takvimlerden Haberin Var mı? İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. ‘Saat’ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Takvim Yaprakları Saatli Maarif Takvimi” diye bir şey vardı hatırlar mısınız? Yaşları 40 civarında olanlar “Hatırlamaz mıyız?” diyeceklerdir gülümseyerek... Elektronik gereçlerin henüz bu kadar yaygın ve kullanılır olmadığı yıllarda gündelik hayatımızın vazgeçilmezlerinden biriydi saatli maarif takvimi. Yılın her günü için üzerinde bir yaprağın bulunduğu ve her yaprağında namaz vakitleri, yemek tarifleri, o gün doğan çocuklara isimler vb. faydalı bilgiler yer alan bu takvim hemen her evde, oturma odası ya da mutfağın başköşesinde asılı olurdu. Çocukluk arkadaşlarımdan bazılarının “Babam benim ismimi saatli maarif takviminden bulmuş.” dediğini hatırlarım. “ Nihat YILDIZ [email protected] Bugün her ne kadar özellikle işyerlerinde kâğıda basılı masa veya duvar takvimleri hala kullanılıyor olsa da tarih ve saat bilgileri için genelde cep telefonlarımıza bakıyoruz artık. Öte yandan, artık her gün yaprak yaprak eksiltmiyor olsak da “takvim” kavramı bize zamanı, günlerin, ayların ve yılların nasıl uçarak hızla geçip gittiğini hatırlatıyor hala. Takvimin tarihi epey gerilere, Babil uygarlığına kadar uzanıyor. Takvimde süreler, güneş ve ay döngüsü gibi bazı astronomik olayların çevrimi ile eşitlendiği gibi hasat zamanı, suların yükselmesi ve çekilmesi gibi doğal olaylar üzerinden de belirlenmiş değişik dönemlerde. Farklı uygarlıklar ve toplumlar, yaşadıkları coğrafi bölgenin koşullarına ve kendi ihtiyaçlarına uygun farklı takvimler geliştirmiş tarih boyunca. Örneğin Türklerin en eski takvimi 12 hayvanlı takvim olarak biliniyor. (Bugün genelde Çinlilere atfedilen bu takvimi aslında Türklerin bulduğu söyleniyor.) “12 yılın 5 katı olan 60 yıllık devreleri ile Göktürkler, Uygur Türkleri, Tuna Bulgarları, İdil Bulgarları da kullanmış ve Hiung-nu'lar da Çin'in hemen kuzeyinde bulundukları için büyük ihtimalle Hun Türklerinde de kullanılmıştır. Göktürk Yazıtları, Uygur kitap ve hukuk belgeleri, Bulgarlarının yazıtları, Bulgar Hakanları Listesi ve Manas Destanı'ndaki bazı olaylar da bu takvim ile tarihlendirilmiştir.” diyor kaynaklar. Bu takvimde her hayvan bir yılı gösterir. Örneğin; “Pars Yılı” gibi. Her yılın o hayvanın özelliklerine göre şekillendiğine inanılır. Örneğin Maymun yılında eğlence ve hilenin artacağı inanışı vardır. 12 Hayvanlı Türk Takvimi Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö. 209’da başlar. Mayıs = Latince (Tanrıça Maria’nın ayı) Haziran = Süryanice Temmuz = Arapça / Süryanice Ağustos = Latince (Roma İmparatoru Augustus’un adından) Eylül = Süryanice Tarih kaynaklarına göre, modern takvimlerin temeli 8. yüzyılda atılmış. Bu takvimler M.Ö. 46 yılında Roma İmparatoru Jül Sezar tarafından kullanıma sokulan Jülyen takvimine dönüşürken, Jülyen takvimi, son şeklini M.S. 8 civarında, İmparator Augustus döneminde almıştır. Peki, bugün Türkçede kullandığımız “hafta” sözcüğünün ve gün isimlerinin kökenlerinin ne olduğunu biliyor musunuz? Oynayanlar bilir, tavlada kullanılan sayılar Farsçadan gelir. (yek, du, se, cihar, penç, şeş). Farsçada yedi ‘heft’ dir (veya hefte). Yedi günden oluşan ‘hafta’nın ismi de buradan gelir. Sözcük kökenlerinde dair bilgilerin yer aldığı etimoloji sözlüklerine baktığınızda, bugün dilimizde kullanılan gün isimlerinin nasıl ortaya çıktığı aşağıdaki şekilde açıklanıyor. Cuma-Arapça-(toplama, toplanma) Cumartesi-Arapça-(ertesi - Türkçe) Pazar-Farsça-(ba = yemek, zar = yer) Pazartesi-Farsça-(ertesi - Türkçe) Salı-İbrânice-(üçüncü) Çarşamba-Farsça-(cehar şenbe = dördüncü gün) Perşembe-Farsça-(penç şenbe = beşinci gün) Bugün kullandığımız ay isimlerinin kökenleri de ilginç. Hicri takvimdeki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmıyor olsak da, Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarının isimleri Arapça ve Süryaniceden geliyor; Kasım ayı ise Arapça. İlginç bir nokta, Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül ayları hemen hemen aynı telaffuzla Yahudi takviminde de yer alıyorlar. Kasım = Arapça (Bölen) Aralık = Türkçe (İki zaman dilimi arası) Üstat yazar Ahmet Haşim, eski takvimden yenisine geçilmesi ve günlük hayatta artık farklı zaman ölçülerinin kullanılmaya başlanmasını hüzünlü ve eleştirel bir üslupla anlattığı “Müslüman Saati” adlı makalesinde şöyle der: “İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu. ‘Saat’ten kastımız, zamanı ölçen âlet değil, fakat bizzat zamandır. Eskiden kendimize göre yaşayışımız, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, ırktan ve an’aneden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu hayat üslûbuna göre de ‘saat’lerimiz ve ‘gün’lerimiz vardı. Müslüman gününün başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi. ... ... Işıkta başlayıp ışıkta biten, on iki saatlik, kısa, hafif, yaşanması kolay bir günümüz vardı. ... Alafranga saatin âdetlerimiz ve işlerimizde kabulü ve alaturka saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkithanelere bırakılmış battal bir ‘eski saat’ haline gelişi, hayata bakış tarzımız üzerinde korkunç bir tesire sahip olmamış değildir. ... Şimdi Müslüman evindeki saat, başka bir âlemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor...” Gerçi bugün de zaman zaman kimi köşe yazılarında veya tip bilgilerinin yer aldığı web sitelerinde “insan organizması gün ışığına ayarlıdır; mümkün olduğunca erken yatıp erken kalkmak ve günün ışıklarından yararlanmak gerekir” türünden tavsiyelere rastlamak mümkün. Ancak, bu, günlerimizi doğal olmayan ışıklarla uzattığımız, gecelerimizi ise televizyon veya internet başında tükettiğimiz gerçeğini değiştirmiyor pek maalesef.■ Kaynak: Vikipedia, ntvmsnbc Şubat = Süryanice 19 Mart = Latince (Maritus - mitolojik isim Mars’tan) Steward Ocak = Türkçe (Kışın evlerde ateş yakılan yer) Ekim = Türkçe (Toprağı ekmekten) Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Bugün dünyada en yaygın olarak kullanılan takvimler miladi ve hicri takvimlerdir. Miladi takvim, Hz İsa'nın doğumunu başlangıç olarak alır ve Güneş'e göre hazırlanmıştır. Hicri takvim ise Hz Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göçünü başlangıç olarak alır ve Ay'a göre hazırlanmıştır. Nisan = Süryanice SCHÖNWALD GEZİSİ Schönwald Gezi İzlenimleri chönwald Almanya fabrika gezisi için 13 Aralık 2012 Perşembe günü Münih’te bizi Schönwald’dan Bölge Satış Müdürü Simon Mcnally karşıladı. Kısa bir tanışmadan sonra yaklaşık olarak 270 kilometre ilerdeki Hof ilçesinde bulunan Hotel Frankischer Hof Hotel’e yerleştik Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 S Steward 20 Ertesi sabah kahvaltı sonrası, yaklaşık olarak 100 kilometre uzaklıkta yer alan fabrikaya ulaştık. Fabrikaya girmeden önce içeride tabakları taşıyan robotlar olduğunu söyledi. Kenan DERDİYOK Simon Bey’le içeri girdik sırası ile ilk olarak toprakların karışımı olan alandan başladık. TUYİB DER Tam otomasyon makineler otomatik olarak tozları vakum sistemi ile çekiyor, kalıp kapan- Başkan Yardımcısı dıktan sonra tozu enjekte ediyor. Kalıp açıldığı zaman tabak alt kısmına düşüyor buraya yumuşak bir şekilde düşmesi için plastik düşüş sistemi kurulmuş. Oradan alınan tabak tıraşlama denilen alana geldiğinde robot kol tıraşlama işlemi yaptıktan sonra tabaklar yürüme masalarından taşındıktan sonra devreye robotlar giriyor. Robotlar özel bir yazılımla çalışıyor. İnsan kullanmadan, binadaki belirlenmiş boş alanlara taşıyorlar. Oradan sonra ön kaplama işlemi için başka bir robot tarafından sıra ile kaplamaya götürülecek olan ürünler robot tarafından ilk kaplama alanına bırakılıyor. Orada kaplama işlemleri yapıldıktan sonra başka bir robotla boş alana taşınıyor. Bu işlemden sonra ilk fırınlama işlemine götürülmek üzere başka bir robotla fırın alanına götürülüyor... Sonraki işlem ikinci kaplama istasyonuna götürülüyor. Kaplama işlemleri bittikten sonra robotlar tarafından ikinci fırın kaplama işlemleri için fırının yanına götürülüyor. Fırın işlemleri için tren rayları gibi döşenmiş rayların üstüne tabaklar dört kat olarak istifleniyor sonra fırınlarda yaklaşık olarak 24 saat kalacak serüveni başlıyor. Isı yavaş yavaş artarak 1500 derece fırınlandıktan sonra kalite kontrol edilmek üzere, robotlar tarafından son istasyona götürülüyor. Önceden insanlar tarafından kontrol ediliyormuş. Burada da yeni bir makine uygulamaya girmiş. Kalite kontrolü bundan sonra onlar yapacakmış. Kontrol sistemi bittikten sonra büyük meyve sepetlerine benzer yeşil plastiklere istifliyorlar sonrada raflara diziyorlar robotlar bunları alarak depolama alanı olan yere götürüyorlar. Burası da tavana kadar raflar dolu robotlar oraya kadar çıkarıyorlar. 20 metre kadar yükseklikte paletlerle istifliyorlar. İkinci bir fabrika ya gittik orada büfe tabakları kulplu kaseler ve fincanlar özel tasarımlar yapılıyordu. İkinci bir çalışma yapmaya başlamışlar orada burada özel tasarımcılar ve robot kontrolcüler vardı. Dört köşesinde kalıpların olduğu bir yerde tam ortada robot bir kolun bulunduğu ve üst kısımda bu Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 personelin cuma günü öğleden sonra tatilleri başladığını söylediler. Sadece iki kişiyi çalışırken gördük bunlardan biri Trabzonlu çıktı kısa, bir selamlaşmadan sonra sorularımızı sormaya devam ettik. Fırın raylarına tabakları istifliyorlardı. Fırınlar çalışmaya başladığında her şey hazırlık olması için ön çalışma yapılıyordu. Fırınların çalışma performanslarını sordum. Simon Bey yeni bir teknoloji geliştirdiklerini söyledi. Tabakların 1500 derecede çalıştığını 21 Steward dört çeşit tabakların kalıptan çıktıktan sonra robot kolun üstünde bulunan tabak tutacak başlıkları her defasında değiştirerek bir makineden dört çeşit ürün üretmeye başlamışlar. Bundan sonra tabak siparişler firmaya iletildiğinde; sadece kalıp değiştirilmesi haricinde insan eli değmeden tabaklar basılacak ve alt üst kısım çapakları alınacak ilk fırınlama işlemleri için toplanan tabaklar. Cuma öğleden sonra fırınlar çalışmıyor, nedenini sorduğumuzda: Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 ama 3 saat içinde tabakları çıkardıklarını söyledi. Ana depoya gittik. Üç aylık stokların olduğu bölüme girmeden önce burada üç firmanın tabakları olduğunun söyledi. İçeri girdiğimizde inanılmaz bir görüntü ile karşılaştık. Özel bir yazılımla tamamen robot teknolojisi ile çalışan taşıyıcı paletlerin, tabakların barkodlarına bakarak nerelere istifleye- Steward 22 ceklerini ve neleri depodan sipariş alanına bırakacaklarını yaparken kontrol ettik. Mile çalışanlarına ve bize Almanya’da üç gün boyunca göstermiş olduğu nezaketten dolayı Simon Mcnally ve tüm Schönwald çalışanlarına teşekkürler. Tekrar buluşmak dileği ile.■ Ömrümüzden Gün Çalan Bir Geceydi FUTBOL Adamlar futbolcuyu çocukluğundan alıp yetiştiriyorlar. Çocuklara akademik öğretimlerini yaptırırken teknik ve taktik becerilerini geliştiriyorlar, takım oyuncusu olma ruhunu kazandırıyorlar. Bir çeşit futbolcu üretim çiftliği kurmuşlar. mrümüzden gün çalan bir geceydi o gece. Sabah, arkadaşım telefonla aramış; bu akşam Galatasaray- Manchester United maçını bizde seyredeceğiz diye kestirip atmıştı. Eşim zeytinyağlıları konuşturdu. Ayrıca maçı kazanacağımızı söylüyor, bunun için en az iki ailenin yan yana gelmesi gerekiyormuş dedi. Hııım dedim. Nasıl kazanacakmış Galatasaray! Sizin imparator da rakipler belli olduğunda biz 10 puanla işi bitiririz demiş. 2 maçta 4 puan var üstelik içerdeki maçlarda puan kaybı çok dedim. Ayın döngüsü bizden yanaymış dedi arkadaşım ve imparator 10 dediyse 10 puan alınır diye ekledi. Eh hadi bakalım göreceğiz dedik. Ö Akşamüzeri Galatasaraylı arkadaşımın evinde üç aile toplanmıştık. Hoş geldin faslı bittikten sonra. Evin hanımına nasıl olacakmış bu galibiyet acaba dedim. Evin hanımı ses tonumdaki alaycılığı süzmüştü. Gülümsedi. Ayın altı evresi var diye başladı. Şimdi yeni aydan dolunaya geçiliyor. Eski bitiyor yeni başlıyor. İnsan davranışları değişiyor. Huzursuzluk, taşkınlık, tansiyon çıkması normalden daha aktif olma gibi durumlar doğuyor. Ses tonumdaki alay, bakışlarımda şaşkınlığa dönüşmüştü, içimden geçen soruyu tam soracaktım, bizim çocukları da etkilemez mi bu durumdan düşüncesi bulut halinde kafadan geçiyordu ki; evin hanımı soruyu gözlerimden kaptı. Diyeceksiniz ki ee bizim çocukları etkilemez mi bu durumdan dedi. Başımı salladım. Etkilemez dedi çünkü onlar dolunayda maç yapmaya ve antrenmana alışıklar. İngilizler güneşli havayı görmedikleri ve hava hep oralarda kapalı olduğu için ayın hallerini pek bilmezler. Yahu bizim takımda da 7 tane yabancı oynuyor diyecektim. Deminde dediğim gibi diye sürdürdü konuşmasını, bizdeki yabancılar ayın döngülerine alıştılar. Uyum sağladılar üstelik Melo’ya da bu iyi gelir dedi Hanımefendi. Gülümsedi. Neyse siz maçınıza bakın, biz yan tarafa geçiyoruz dedi ve hanımlar televizyonu bize terk etiler. Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Ayın döngüsünü bilmem ama deyip söze başlayan Fenerbahçeli arkadaşımız, Galatasaray bugün kazanabilir çünkü adamlar yedek takıma deneyim kazandırmak için sahaya yeni bir takım sürerler. Bizim maçta öyle olmuştu, üç atmıştık Taner GÜREL dedi. Galatasaray’ın kazanması için tüm koşullar bizim kafamızda hazırdı. Artık Sosyolog bir tek topun kaleye girmesine kalmıştı iş. Steward 24 İşte ömrümüzden gün çalan dakikalar hakem başlama düdüğünü öttürünce akmaya başlamıştı. Galatasaraylı arkadaşım top rakip takımın orta sahasını on santimetre geçince ayağa fırlıyordu. Naralar, çığlıklar atarak bağırıyordu. Onu mu seyretsek maçı mı seyretsek ikilemi arasında kalmıştım. İnsan arkadaşını yalnızca yolculukta tanırmış derler ama araya maç izlerken de tanımak gerekiyormuş diye sıkıştırmalı. Maç akıp gideren Dolunayın yararını daha görmemiştik. Üstelik 11 numaralı İngiliz topu kapınca yüreğimiz ağzımıza geliyordu. Adam ipe diziyordu bizim çocukları. Galatasaraylı arkadaşımız indirsenize bee diye sızlanıyordu. Altmış yaşındaki, torun torba sahibi, efendi, çelebi adam gitmiş içinden başka bir adam çıkmıştı. Kazanmak istiyordu. Hatta nasıl olursa olsun kazanmak istiyordu. Bizim çocuklardan birisi kargaşada İngiliz’in ayağına tabanla basmıştı. Faul yapan çocuk, sarı kart yememek ve hakemin gönlünü almak için haklısınız der gibi vücut dili kullanırken bizim adam İngiliz’e kalk yerden, artist, numara yapma diye hiddetle bağırıyordu. Bir ara ekrana Fatih Terim geldi. Elindeki su şişesini yere fırlatmış ve yedek kulübesindekiler kendilerini korumak için yüzlerini kapatmışlardı. Hoca gol gelmeyince zıvanadan çıkmıştı. Biz arkadaş durumundan Galatasaraylı olmuştuk artık her akında ayaktaydık. Bir ara baktım, hepimiz teknik direktör olmuşuz, bir süre sonra libero, sonra forvet hele arkadaşım işi ilerletmiş, hücum anlarında futbolculara yardım etmek için ekrana doğru koşup, topa nasıl vurulması gerektiğini gösteriyordu. Hakem ilk yarıyı bitirdi ve soluklanabildik. Braga Maçı öncesi telefon görüşmeleri ile birbirimizi psikolojik olarak maça hazırladık. Arkadaş hatırına Galatasaraylı olduğumuz için biraz daha rahattık ama dostumuz gergindi. O gece uyuyamadım arkadaş dedi. Döndüm durdum yatakta. Sabah perişandım. Sayılı gün çabuk geçer. Derken maç günü geldi çattı. Fenerbahçeli dostumuz rahattı. Hani herkesten gol beklerdim ama bu Bekir’in röveşata ile gol atacağı aklıma gelmezdi yani diye Marsilya galibiyetlerini anımsattı bize. Ooo dedik Fenerbahçe iyi yolda. Alex sonrası hızlandı biraz. Gözümüz hakemin düdüğündeydi. Hakem düdüğünü çaldı ve maç başladı. Birden irkildik, sanki Manchester maçında oynayan takım başka bir Galatasaray’dı. Sahada aynı oyuncular vardı, fakat demek ki dedim içimden bu dolunayın faydası varmış. Ne oldu bunlara bu nasıl Galatasaray demeye başlamıştık. Adamlar kalemizden ayrılmıyorlardı. Zaten İstanbul’da da yenmişlerdi bizi. Kaygılar içindeyken Melo o muhteşem ıskayı geçti, bir de üstüne köylü çalımını yedi. Bragalı penaltı atar gibi topu filelere yuvarlayıverdi. Galatasaraylı arkadaşımız derin bir of çekerek çöktü kaldı. Yüz çizgileri belirginleşti gözlerini kıstı, sıkıntıyla derin bir nefes aldı. Birden umutsuzluğa kapıldı fark yiyeceğiz demeye başladı. Dur daha çok var atar Galatasaray diyerek teselli ediyorduk ama içimizden teslim olmuştuk bile. Bari UEFA’ya gidelim umudunu ayakta tutmaya çalışıyorduk. İlk yarı sona erdi. Fenerbahçeli arkadaşımız teselli etmek için 30 milyon dolar dedi, UEFA kupasını almak. Bu futbol şirketleri neden asılıyorlar bu işe şimdi anladınız mı? Doğrusu futbol para için oynanmaya başladığından beri haksız rekabeti de doğurmuştu. Nerede kalmıştı, dep- Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 İşte o dakikadan sonra ömrümüzden çalınan anlar başlamıştı. 32 dakika vardı 90 dakikanın tamamlanmasına, hakem 2-3 dakika uzatma oynatırdı. Bir anda hesaplar yaptık 35 dakika geçer miydi? Geçmiyordu bir türlü Galatasaraylı arkadaşımızda zihinsel bir kopukluk başlamıştı ikide bir kaç dakika var diye soruyordu. Yahu ekranda saat var ya dedik. O aldırmadı yine soruyordu. Vur, indir, topu saaklaaa diye yırtınıyordu. En az futbolcular kadar çaba sarf ediyordu. Zaman yine durmuştu, sanki hakemin saatine birisi mıknatıs bağlamıştı, saat ilerlemiyordu. İngilizlerin son dakikalarda kaleyi ablukaya alması bizi korkutmuştu. Telaşlıydık şimdi golü atacaklar korkusu ruhumuzu sarmıştı. Arkadaşım tırnaklarını yiyordu. Top altı pasın içindeydi. Ben gözlerimi yumdum artık. Kaderde ne varsa o olacak dedim içimden. Of ulan oof öldürdünüz beni be diye inledi Galatasaraylı dostumuz. Bağırış çağırış içinde top dışarı çıkmıştı. Biz, bir Galatasaraylı taraf ve arkadaş hatırına o gün Galatasaraylı olmuş iki kişi böyle perişanken acaba bu işin asıl sahipleri ne haldedir diye düşündüm birdenbire. İşte O anda ekrana Fatih Terim gelmişti. Allah göstermesin adamcağız felç geçirmiş gibi elleri kolları kasılmış kalmıştı. Düşman başına, bu futbol insanı şekilden şekle sokuyordu. Arkadaşımızın can havliyle kaç dakika var daha, bu hakem niye düdüğü çalmıyor diye inlediği anda Hakem düdüğü çaldı. Üzerimizden silindir geçmişti. Do- lunayda maçı almıştık. Galatasaraylı arkadaşımıza sarıldık, sırtı terlemişti. Çöktük kaldık maç oynanırken izleyemediğimiz anları özetlerde izleyince maçı hiç seyredemediğimizi anlamış olduk. Sırada Braga maçı var dedik. Artık hedefimiz Braga maçı idi. Hesaplara başladık hemen. Manchester nasıl olsa Romenleri yener, Braga’ya yenilsek de ikinci tura geçeriz sonucuna varıp ruhumuzu dinlendirdik. O sıra evin hanımı ile göz göze geldik. O her şeyi önceden bilmenin haklı gururu ile dolunayı seyredin dedi. Ses tonunda biraz dokundurma vardı. Edasında da ben size sonucu önceden söyledim niye kendinizi böyle paraladınız havası. Ne yapalım biz de gözlerimizi gökyüzüne diktik. Kent ışıklarının olmadığı yerde gökyüzü ışıl ışıl yıldız doluydu ve dolunay yeryüzünü aydınlatıyordu. Yavaş yavaş kendimize geliyorduk. Neredeyse gece yarısı olmuştu dolunay ve yıldızları seyrediyorduk. Galatasaraylı arkadaşımız eski çelebi, efendi haline dönmüştü. Fakat uzunca bir yoldan gelmiş bir atlı gibi yorgundu. Tansiyon ilacını zamanında al birader dedik. Braga maçını da beraber izleyelim dedi fısıltıyla. Yanınıza yaklaştı duyulur duyulmaz bir sesle, Ama bizim evde, sizde olursa ortalığı kırar dökerim hanımlara ayıp olur diye ekledi. Kapıdan çıkar çıkmaz, neydi o haliniz canım diye serzenişte bulundu Eşim ortalığı yıktınız alt tarafı bir maç dedi. Ya işte bir maç ama insan tuhaf bir şey oluyor izlerken dedim. Açıklanması zor bir durumdan ne desem de sıyrılsam tonu taşıyan bir sesle… 25 Steward Fenerbahçeli arkadaşım, Şampiyonlar ligi kupasını aldın mı 50 milyon dolar kasada, turları geçerken kazandıkların hariç dedi boşluktan yaralanıp. Fakat kupayı alacak takımlarda aşağı yukarı belli dedik. Adamlar futbolcuyu çocukluğundan alıp yetiştiriyorlar. Çocuklar akademik öğretimlerini yaptırırken teknik ve taktik becerilerini geliştiriyorlar, takım oyuncusu olma ruhunu kazandırıyorlar. Bir çeşit futbolcu üretim çiftliği kurmuşlar. Çocuklar daha o yaşlarda sistemli oynamaya alışıyorlar. Bir Yıldız yaratırken yanında görev adamları yetiştiriyorlar. Hoş binlerce çocuk arasından birkaç futbolcu çıkıyor. Kalanlar hayallerine küsüp yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Biz futbolun sorunlarını konuşurken takımlar sahaya çıkmıştı. Pencereden dolunay biçiminde olan ay ışığını görüyorduk. Maç başlamıştı. İngilizlerin maşallah dolunaydan etkilendiği yoktu. Galatasaraylı arkadaşımız haliyle yine ayaktaydı. Endişe ve umutla hoplayıp zıplıyorduk. Ta ki Selçuk’un ceza alanına doğru topu indirdiğini, Melo’nun penaltı noktasına koşup, topu kafayla kaleye gönderdiğini ve kalecinin topu kornere çeldiğini ağır çekim bir film gibi izleyene dek. Kaleci topu kornere atınca bir kalay çektik kendisine. Arkadaşımız Melo’nun topa nasıl kafa vurması gerektiğini anlatırken, topun altı pas üzerine süzüldüğünü ve İngiliz kalesine girdiğini gördük. Spiker Melo attı, Melo attı diye bağırıyordu. Futbolcular Burak’ı öpüyordu. Bizim Galatasaraylı arkadaşımız bir nara atmıştı ki gol diye. Vahşi bir hayvanın çığlığı gibi bir haykırıştı bu. Yan odadan hanımlar kötü şeyler oldu diye yanımıza koşmuşlardı. Önümüzde çay bardakları olan sehpa devrilmiş, bardağın bir kırılmış kesme şekerler bir yana börekler bir yana yayılmıştı. Bir anda ortalık karışmıştı. Bir yandan seviniyor bir yandan da bu maç nasıl bitecek diye kaygılanmaktaydık. lasmana gitmek için arabasını satıp kulübe veren futbolcular. Annesine börek yaptırıp takım arkadaşlarını besleyenler. Para almadan forma aşkı için oynayanlar. Şimdiki moda, zengin patron kulüpleri en iyi oyuncuları alıp, rüya takımlar kuruyorlar ve bütçesi görece dar kulüplerle yarışmaya giriyorlardı. Kazanan baştan belliydi. Rekabet bile yoktu ortada. Bize umudumuzu ayakta tutmak kalıyordu. Bir yandan da Manchester City örneğinde olduğu gibi yalnızca parayla başarıya ulaşılamıyor tesellisi. Derken İkinci yarı başladı. O da ne daha ilk dakikadan anladık ki Fatih Terim soyunma odasında sözcüklerle bir balans ayarı yapmıştı takıma. Başka bir Galatasaray sahaya yayılmıştı sanki. İki oyuncunun değişmesi, takımın yeniden organize olmasını sağlamıştı. Tedirgindik en az iki gol gerekiyordu. İstanbul’da akmayan zaman burada su gibi akıyordu. Ekranın köşesinde Romenlerin Manchester’a gol attığını gördük. Galatasaraylı arkadaşım kollarını havaya açıp yahu bu herifler “napıyo ya” deyip İngilizlerin gizli yaşamlarına dokundurdu. O da ne, Ambrabat soldan altı pasa indirdi topu ve Burak kafayı çaktı. Yerimizden fırladık. Yine bir gol çığlığı. Ulan Burak diye bağırdı dostumuz 50 dakika şarj oluyorsun be, öldürdün beni diye. Yine ayaktaydık. Top kaleler arasında gidip geliyordu. Melo topu aldıkça Galatasaraylı arkadaşımız goldeki hatası nedeniyle ona hoş olmayan, intikam dolu sözler söylüyordu. Ne Manchester ne biz gole ulaşamıyorduk bir türlü ve üstelik zamanı da tutamıyorduk. Bragalıların da umudu vardı sanki. Olasılık hesapları yapıyorduk durmadan. Belli belirsiz Melo’nun ceza alanı içinde topa bir çaktığını, kalecinin zar zor topu çeldiğini ve topun Aydın’ın dokunuşu ile fileleri buluverdiğini gördüm. Yine bir çığlıkla nara karşımı gool haykırışı duyduk Galatasaraylı dostumuzdan. Bir insandan böyle bir ses çıkacağını anlatsalar inanmazdım. Göğsünden bir yaratık dışarı doğru bağırıyordu adeta. Biraz önce öfkeli sözlerle haşladığı Melo’yu ne kadar sevdiğini anladık. Ulan Pitbul Allahından bul emi diye zıplıyordu. Ömür törpü dakikalar başlamıştı. Bu dakikadan önce su gibi akan zaman şimdi golden sonra ağırdan ağır ağır akıyordu. Bir türlü zaman geçmiyordu. Arkadaşımızı tutun tutabilirseniz artık. Ekranın önünde, imkânı olsa ekrandan sahaya dalıp oyuna müdahale edecek bir heyecanla tepiniyordu. Son dakikalar ayakta yaşlandık. Ömrümüzden çaldı yine Galatasaray. Hem Manchester’dan gol bekliyorduk hem de gol yememek için dua ediyorduk. Burak’ın son dakika direkten dönen şutuna derin bir aaah çektik. Akıl vermekten de geri kalmadık Burak’a. Yanındakine versene be yavrucuğum şu topu dedik. Nasıl olduysa oldu, hakemin düdüğü ağzına götürdüğünü, Fatih Terim’in sevincini gördük. Terim iddiasını kanıtlamıştı 10 puanı almıştı. Galatasaray’ın kasasına 30 milyon Euro girmişti. Bize nolmuştu! Ülke puanı artmış, takımda oynayan Burak ve Selçuk iyi futbolcular olduğunu dünyaya göstermişti. Onlar muratlarına ermişlerdi bizde kerevetine çıkmıştık. Taraftarlar olarak mutluyduk. Bu mutlu ortamda iki dostumun Galatasaray- Fenerbahçe maçında nasıl davranacaklarını düşündüm. Mutlaka o gece bir işim çıkardı, maçı birlikte izleyemezdik. Ve bu ikiliyi asla yan yana getirmemek gerekirdi. O ara Fenerbahçeli arkadaşımız gözümüzden kaçan bir demece dikkatimizi çekti. İlkin Braga kulüp başkanına buraya yazamayacağım bir iki kelime ile maçın sonucunu duyurmak istedi. Çünkü Braga kulüp başkanı maç öncesi müşterilerini( seyircilerini) kışkırtmak için, maçı bir İslam - Hıristiyan savaşına benzetmiş. Sonra maksadımı aşmış demiş. Belki kulağınıza çalınmıştır; futbol için uzun zamandan beri savaşın barıştaki hali deniyor. Nasıl yani demeyin. Bir müsabakada amaç nedir, bildiğimizi birbirimizden saklamayalım, hedefimiz yalnızca kazanmaktır. Mücadelenin özünde var olan; Bir kalenin veya alanın korunması diğer kalenin alınması ele geçirilmesi. Takımlar sahaya kalelerini korumak ve rakip kaleyi elde etmek amacıyla dizilirler. Her oyuncunun görevi ayrı amacı tektir. Kaleni koru rakip kaleyi ele geçir. Savaşta da kaleni ya da ülkeni korur gücün yeterse gider adamın ülkesini alırsın. Savaşta da futbol oynarken ya da izlerken olduğu gibi insanın içinden ortamın yarattığı duygusal durumun adamı çıkar ortaya. Braga başkanı insanın içindeki ilkel duyguyu ayaklandırmak istemiş. Ölmemek için öldür. Mutlaka kazan. Biliyorsunuz en çok para savaştan kazanılır. Braga kulübü de şirketleştiyse, müşterisini stadyuma çekecek, stat gelirini artıracak ve maçı kazanırsa da aldığı puan karşılığı para kazanacak. Nereden nereye futbol bir yoksul oyunu olarak başlamış. İşçiler, köylüler, kentleşmenin başladığı zamanlardaki kent yoksullarının dört taş, düz bir arazi, bir top ile oynayanlara ve izleyenlere kendilerini unutturan sert bir oyun olarak oynanmış. Birlikte hoş vakit geçirmek diye romantikleştirenler olsa bile insanı değişik durumlara sokan bir oyun olmuş hep. Ne zaman ki bu oyunun gizeminden kendi çıkarlarına uygun bir şeyler bulacaklarını hissetmiş zenginler giderek biçim değiştirmiş, kurallara bürünmüş. Şimdilerde Futbolun gizemli yapısının yarattığı ruh durumundan para kazanılabileceğini gören uyanıklar futbol kulüplerini şirketlere çevirdiler. Üstelik de gelir getiren faaliyetleri sporun desteklenmesi adı altında vergiden politikacılarca muaflaştırıldı. Trilyon dolarların futbol piyasasında döndüğünü düşünürseniz, bu pastadan pay almak isteyen şirket ve bireysel sahipli takımların, dernekler yasası ile işlerini yürütemeyeceğini anlamak zor değildir. Bu gün oynanan bu futbol oyununa endüstriyel futbol denilme nedeni, sunulan üründen kar elde etme amacıdır. Futbol nereden nereye geldi. Milattan Önce 2000’lı yıllarda Çinliler, askerlerini hazırlamak ve fizik gücü yüksek tutmak için futbol benzeri oyunlar oynarlarmış. Hoş bu gün yapılan spor dallarının birçoğu geçmiş atalarımızın gündelik yaşamının bir parçasıdır. İlk insanları düşünelim. Ağaç dallarında, mağaralarda yaşarlarken, besin saklama becerisine ulaşmamışken ve her gün yiyecek, içecek peşinde yaşamını sürdürmek, ailesini korumak, beslemek zorunda olan eski zaman insanları koşmak, ok atmak, mızrak atmak, taş atmak, dövüşmek, kaçmak, yüzmek, sopa ile kendini korumak zorundaymış. Ne zamanki güçlü kuvvetli ve alet geliştirmiş insanlar kendin- den zayıfları tutsak edip, kendisi için çalıştırmaya başlamış işte o zaman spor dediğimiz hareketler çıkmış ortaya. Sizin yaşamınızın kolaylaştıracak işleri yapacak adamınız varsa boş vaktinizde çoğalmış demektir. Boş vaktiniz varsa da sağlam kafa sağlam vücutta bulunsun diye spor yapabilirsiniz… Günümüzde de bu spor işi karmaşık bir hal almış. Örneğin şimdi oynanan bu futbola endüstriyel futbol deniyor ya. Kimi takımların el kadar çocuklardan oluşan futbolcu tarlası var. Şirketleşen bu takımlar, maç kazanarak para kazandığı gibi futbolcu satarak da para kazanıyor. Hisse senetleri borsada işlem görüyor senet satarak para kazanıyor… Büyük ve konforlu stadyumlar yaparak müşteri olan taraftarına hoş vakit geçirebilecekleri localar sunarak para kazanıyorlar. Maçlara sivil kıyafetle gitmek ayıplanır olduğundan Forma, kaşkol, şapka, eşofman, mont, tişört, takım amblemli su, yiyecek içecek, satarak para kazanıyorlar. Stadyum dışında simitçi çekirdekçi, köfteci, kokoreççi, ulaşım ve iletişim kanalları, lokantalar, pastaneler, çorbacılar hareket halinde. Ülkemizdeki futbol pazarı 600 milyon dolarlık gelir yaratıyormuş. Şirket kulüpler bu gelirden en çok payı almak istiyor haliyle. Biliyoruz ki; şirket kar etmek için kurulur. Ortaya bir ürün sunar, müşterisini arar, bulur, malını satar. Futbol kulüpleri de maç satıyorlar. Yanlış anlaşılmasın. Oynayacakları maçın biletini satmayı kastediyorum. Müşteriye “Bu maçı alacaz başka yolu yok, gel izle” deniyor. Çünkü müşteri memnuniyeti her şeyden önce geliyor. Ve şirket için kazanılan maç puan ve para demek. Oynanan her maç bir anlamda gösteri, bir anlamda ihale. Mutlaka kazanılacak çaresi yok. İhale kazanmak için dünyada iki yöntem var ya uygun teklif vereceksiniz ki bu maçı kazanmak için çaba göstereceksiniz demek ya da jeton kullanacaksınız. Ne olursa olsun biz hastasıyız takımlarımızın. Laf söyletmeyiz.Yine ömrümüzden günler çalacak maçlar için beklemedeyiz...■ Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Çalışanların Kabusu İŞ YAŞAMI Steward 30 İşyerinde Stres Amirinin kendisine karşı gösterdiği son derece agresif ve aşağılayıcı davranışları içine daha fazla sindiremeyen kısım şefi Gürhan Kırılgan bu durumun yarattığı iç huzursuzluk nedeniyle baş edemeyerek istifasını verdi. Akşam eve döndüğünde, kendisini bir nebze olsun rahat his- Zeynep GÜR setse de aradan geçen günlerde yaşadığı stresin yeniden başladığını, bu defa da nasıl yeni bir iş bulacağım kaygısı ile stresinin her geçen gün artmakta olduğunu fark etti. Bu durum ile başa çıkmakta zorlanan Gürhan Kırılgan çareyi bir psikoloğa başvurmakta buldu.” “ Ne dersiniz? Çok tanıdık bir durum değil mi Gürhan Kırılgan Beyin yaşadığı. Yoksa günümüz hayatı stresle dolu zaten bir de bunun nedenlerine mi kafa yoralım şimdi diye düşünmektesiniz. Haklısınız. Geçim şartları, trafik, yolda geçen uzun saatler, uyumlu olmayan iş arkadaşları ile aynı ortamda çalışmak, çocuklar, eş, aile derken her birimizin hayatını zorlaştıran ve beynimizde iç kavgalara neden olan bir yığın problem ile uğraşmak zorunda kalıyoruz. Ancak bu durum, kabul edilebilir sınırları zorlamaya başladığında stres dediğimiz vaka karşımıza çıkıyor ve hem zihnimizi hem de davranışlarımızı tutsak almaya başlıyor. Oysa ki hayatımızı iademe ettirmek için çalışmak ve hoşlanmasak da birileri ile aynım ortamı paylaşmak zorundayız. Marifet bu ilişkiler ağını en az etkilenme ile yönetmek. İsterseniz önce bu durumun duygusal ve biyolojik nedenlerini anlamaya çalışalım. İnsan beyninde duyguların merkezi, Latincede “badem” anlamına gelen ve bir çekirdek boyunda olan “amigdala”dır. Kızgınlık, korku ve saldırgan duygularımız buradan kaynaklanır. Amigdalanın görevi, canlının, tehlikelere karşı koruyucu tepkileri anında vermesini sağlamaktır. Amigdaladan gelen korku, kaygı gibi mesajlar “kaç ya da saldır ve kurtul” tepkisini tetikler. Beynin en erken oluşumlarından biri olan amigdala ile hareketlerimizi denetleyen motor sistem arasında yoğun bir bağlantı vardır. Böylelikle kaçma ya da savunma davranışı gerçekleşir. Ne var ki, insan yaşamı karmaşıklaştıkça, yalnızca amigdaladan gelen ilkel mesajların insanın uyumuna yetmediği, hatta bazı koşullarda uyumu bozucu etkileri olacağı da açıktır. Zaten bütün sorun burada başlıyor. Kaçma imkânı ya da direnç gösterecek gücü oluşturamayan insanlarda, adına stres dediğimiz ve kişiyi zamanla tutsak almaya başlayan ve sorunla baş etme imkânı zorlaşan bir durum esir almaya başlar. Çünkü işyerinizde size talimat veren, iş huzurunuz bozan amir veya iş arkadaşlarınıza kızdığınızda, amigdalanızın isteğine uyup, “şu adama bir yumruk çakayım” ya da “sinirlendim mi gözüm dünyayı görmez, etrafı yakar yıkarım” diyemezsiniz. Eğer derseniz bu hareket ve davranışınızın bedeli çok ağır olur. Ya işinizi kaybedersiniz, ya da başka iş sorunlarını göğüslemek zorunda kalırsınız. Peki nasıl başaracak nasıl mücadele edeceğiz bu durum ile? Unutmayalım ki stres ve strese bağlı kızgınlık ya da pasif duruş davranışları en çok kişinin kendisine zarar verir. Bu zarar psikolojik sonuçlar kadar fiziki sorunları da beraberinde taşır. Bu nedenle, stresi belli bir düzeyde tutmak ve stresin hayatımızı esir almasına müsaade etmemek son derece önemlidir. doğru kişiye, doğru biçimde, doğru gerekçeyle, doğru düzeyde ortaya koymayı başarabilenler haklı kalır ve son tahlilde kazanırlar. Böyle zamanlarda haklı kalabilmek için, davranışların ve tepkinin kontrol edilmesi gerekir. Tepkiyi kontrol etmek, kızmamak ya da kızgınlığı göstermemek değil, kızgınlığı doğru ve sağlıklı biçimde göstermek anlamına gelir. Aksi halde, olumsuz duyguları bastırmak, sahte hoşgörü ya da yüzleşmekten kaçınmak, kişinin ya duygularını biriktirip patlamasına ya da ezilmesine neden olur. Bunun sonu da yönetilemez bir stres yaşanmasıdır. Oysa ki bu durumu yönetebilen hatta kararında strese sahip olmak ise insanı diri tutar. İsterseniz bu durumu çok iyi açıklayan bir deneyim ile tamamlayalım yazımızı. Japonların taze balığı çok sevdikleri dünyaca bilinir. Taze balık olsun da, diri olsun da, ne balığı olursa olsun. Fakat Japonya sahillerinde bol balık bulmak mümkün olmamaktadır. Balıkçılar, Japon nüfusu doyurabilmek için daha büyük tekneler yaptırıp daha uzaklara açılabilmişlerdir. Balık için uzaklara gidildikçe, geri dönmesi de daha çok vakit alır olmuştur. Dönüş bir-iki günden daha uzarsa, tutulan balıkların da tazeliği kaybolmaktadır. Japonlar tazeliği kaybolmuş balığın lezzetini sevmemişlerdir. Böylece istedikleri kadar uzağa gidip, tuttuklarını da soğuk hava deposunda dondurulmuş olarak saklayabileceklerdi. Ancak Japon halkı taze ile donmuş balık lezzet farkını hissedebiliyordu. Ve donmuş olanlara fazla para ödemek istemiyorlardı. Balıkçılar bu defa teknelerine balık akvaryumları yaptırdılar. Balıklar içeride biraz fazla sıkışacaklardı, hatta birbirlerine çarpa çarpa biraz da aptallaşacaklardı, ama yine de canlı kalabileceklerdi. Japon halkı canlı olmasına rağmen bu balıkların da lezzet farkını anlayabiliyorlardı. Hareketsiz, uyuşmuş vaziyette günlerce yol gelen balığın, canlı, diri hareketli taze balığa göre lezzeti yine de etkilenmişti. Balıkçılar nasıl olacakta Japonya’ya taze lezzetli balığı getirebileceklerdi? Japonlarda balıkları yine teknelerindeki akvaryumlarda tuttular, ancak içine küçük bir de köpekbalığı attılar. Bir miktar balık köpekbalığı tarafından yutulmuştu, ama geride kalanlar son derece hareketli ve taze kalabilmişlerdi. Gördüğünüz gibi çare basit. Çözüme odaklanmak ve kendimiz yenilemek. Çünkü kafamızdaki sorunları ancak çözüm üreterek halledebiliriz. Bunun için de kafamızın içine bir köpekbalığı atıp çözümlerimizin yenilenip diri kalmasını ve stresi yönetilebilir düzeyde tutmayı sağlamak gerekiyor.■ Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 doğru zamanda, Bu problemi çözebilmek için balıkçılar teknelerine soğuk hava depoları kurdurmuşlardır. 31 Steward Kişinin çalışma ortamında anlaşmazlık yaşaması durumunda önemli olan haklı olmak değil, haklı kalabilmesidir. Bunu gerçekleştirebilmek için de stresi kızgınlık tepkisi ile değil akıl ile yönetmek gerekir. Aristo’nun iki bin yıl önce söylediği gibi tepkilerimizi; KEŞİF "Bu bildiğimiz kaktüs, yahu" diye aklımızdan geçirdiğimizi bilmiş gibi ekledi: - Bunlar mavi agave, sıradan kaktüs değil! Kaktüsün keyfi: Agave ol kıyısında yükselen tek katlı, mütevazı yapının arkasında uzanan sıra sıra agave'lerin dizili olduğu tarla hasat kıvamına gelmiş olmalı ki, bir ucundan başlamışlar kesmeye. Ama ilk anda sandığımız gibi kestikleri yaprakları kullanmıyorlar. Yapraklar kesildikten sonra toprak altındaki kısmını çıkarıyorlar bitkinin. Uzaktan bakınca ananasa benzeyen bitki gövdeleri ananastan 3-4 kat daha büyük yumrular. Y Yüce AYHAN Bir köşeye yığılı yumruların yanından geçip arka kapıdan giriyoruz bu kez binaya. Girer girmez kapının dibinde koca bir taş havuz, içinde kararmaya yüz tutmuş agave gövdeleri. Çünkü altlarında harlı bir odun ateşi yanıyor. Hemen yanında iki işçi ellerindeki baltalarla odun ateşinde pişirilmiş yumruları parçalıyorlar durmaksızın. Bakışlarımızı biraz daha içeri kaydırınca bir dolap beygiri çıkıyor karşımıza. Pişirilmiş ve parçalanmış agave gövdeleri dolap beygirinin biteviye çevirdiği değirmen taşı altında iyice eziliyor. Ezilmiş lifler geniş ağızlı tahta fıçılarda toplanıp su ilavesiyle bekletiliyorlar. Açıkta bekletilen bu tatlı sıvının cazibesine kapılan Drosophilia türü meyve sineklerinin şekeri yemek için daldıkları sırada bulaştırdıkları doğal mayalar şıranın fermentasyonunu sağlıyor. Mayalanan şıra üzeri köpüklü, bulanık, kötü bir sıvı görüntüsünde. Olgunlaşan ve alkol içeriği artan şıra odun ateşi üzerindeki bakır imbikten damıtılarak alkolü yoğun bir sıvı elde ediliyor. Bu sıvı tekrar damıtılarak saf agave özütü elde ediliyor. Bu özüt çok değerli. Çünkü tekilanın ana maddesi. Agave'nin işlenmesiyle açığa çıkan esas madde inülin. Liften zengin bu karbonhidrat bolca meyve şekeri, yani fruktoz içeriyor. Yumruların pişirilmesi esnasında açığa çıkan inülin o kendine has tat ve kokusunu veriyor tekilaya. Sağlıklı yaşam algısının neredeyse yeni bir din gibi uygulandığı günümüz dünyasında inülin de zengin lif içeriği ve doğal barsak bakterilerini destekleyerek kalın barsak kanserinden koruyucu özelliğiyle besin desteği olarak raflarda yerini bulmuş ama tekilanın bu yönde bir etkisi olup olmadığı konusu henüz bilinmezliğini koruyor. Agave'nin hasata erişmesi için en az sekiz yıllık bir süreye ihtiyaç var. Çünkü bitkinin yaprakları tamamen kesilip kökü kullanıldıktan sonra aynı topraktan bir hasat daha almak için yeniden sekiz-on yıl beklemek gerekiyor. Dolayısıyla agave özütü elde etmek hem zahmetli hem de maliyetli. O yüzden saf agave'den yapılmış tekilalar daha pahalı ve yaygın üretilmiyor. Fakat Meksika mevzuatı tekila üreticilerinin en az %51 oranında agave kullanmalarını zorunlu kılıyor. Geleneksel üretim araçlarının yerini artık çelik tankların ve makinaların aldığı, endüstriyel mayaların kullanıldığı günümüzde, saf agave'ye ilave edilen şeker ve su katkısıyla mixos olarak adlandırılan çeşitlerinin üretildiği, doğal agave hasatından ziyade kimyasal ilaç desteğiyle büyük ölçekli tarımının yapıldığı tekila sektörü, Meksika ekonomisi için kayıt dışı marijuhana üretimi kadar gelir getiren işlerden değil belki ama en keyiflisi olduğu kesin. İster "El sırtında başparmak ile işaret parmağı arasına dö- külen tuzu yala, bir dilim misket limonunu ağza at, önündeki bardağı bir dikişte bitir" şeklinde bir ritüelle, ister margarita veya tekila sunrise gibi tatlı kokteylerle içilsin, kolayca çabuçak tüketilebilen bir içki. O yüzden de hızla kafayı bulmak mümkün. Üretildikten sonra bekletilmeden tüketime sunulan beyaz tekila (tequila blanc) meşe fıçılarda üç ay dinlendirilirse hafif renklenmiş Reposado, yıllandırılınca da kehribar görünümlü Anejo elde ediliyor. Yıllanma süresi arttıkça fiyatı da kalitesi de artıyor haliyle. Hangisini tercih edeceği herkesin kendi zevki ama bunca zahmetten damıtılan keyfe kayıtsız kalmak mümkün değil, hele de agave'nin anavatanında.■ TÜRKÜLER ve HİKÂYELERİ Sarı Gelin Türküsü n duygusal bulduğum türkülerden biridir. Sebebi ise içindeki hikâyedir ancak, bu türküde araştırdıkça; başka ırkların başka hikâyelerine ulaştım. Biraz ilgimi çekmiştir. E Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Türkümüzün hikâyesi Erzurum’da geçiyor. Ermeni müzisyenlerle yaptığım sohbetler sırasında hikâyenin aslında Yılmaz Kutlu SEMİZ Ermeni bir kız ve Türk bir Müzik Öğretmeni, gencin hikâyesi olduğunu Besteci, Şair, Oyuncu iddia etmişlerdi. Hikâyemiz şöyle; Steward 36 Ermeni kız, savaş sebebiyle 1915 yıllarında, Türk komşuya emanet edilir. Ancak daha çocuktur ve gerçekten güzel bir kızdır. Zamanla Türk genci kıza olan hislerini engelleyemez ve çok deli bir aşk hikâyesi başlar. Kız da gence vurgundur, derken kızın ailesi, düzen kurmak için kaçtıkları ülkelerinde, bir düzene girince kızı çağırılar ve aşk hikâyesi daha derin bir hal alır. Gencimiz aşkına mani olmadığı için ona sürekli methiyeler dizer. Bir gün kızın gelinlik giymiş resmiyle karşılaşınca da beyninden vurulmuşa döner. İşte o gün hikâye bir destana dönüşür. Dediğim gibi bu türkünün hikâyeleri bitmiyor. Bir diğer hikâye ise; Gelin, eski çağlardan bu yana Çoruh Irmağı boylarında yaşayan ve Hıristiyan olan Kıpçak Beyi’nin kızıdır ve saçları sapsarıdır. Bu türküye ismini böylelikle verir. Erzurumlu delikanlı bu kıza deliler gibi âşık olur ve çok güzel bir aşk ikili arasında başlar. Sarışın Kıpçak kızına âşık olan delikanlının ailesi kız ile evlenmesine karşı çıkar. Delikanlı ise kıza deli gibi âşık olur ve aşkını şiirle mırıldanarak söyler. Kız bey kızıdır. Zaten bey de kızını vermez bu delikanlıya. Delikanlı sarışın güzel kızı kaçırmağa karar verir ve nihayet kaçırır. Kıpçak Beyinin adamları iki kaçak aşığın peşine düşer ve uzun bir takipten sonra bulurlar ve delikanlıyı öldürürler. TRT Müzik Dairesi Yayınlarından Görüldüğü gibi hikâyeler sürekli ırk değiştirmesine rağmen, bir sarı kız ve bir Erzurumlu yiğidi anlatıp durmakta. Gerçek hikâye ise Azerilerde bambaşkadır. Türkü, ritmi itibarıyla iki çeşitte görülmektedir. Bir tanesi Türk Aksağı (10/8) bir diğeriyse Yürük Semai (6/8). Kahraman da Erzurumlu olduğu için ikinci hikâye daha gerçekçidir kaynaklara bakılınca. Sarı Gelin Erzurum çarşı pazar leylim aman aman, sarı gelin Erzurum'da bir kuş var leylim aman aman sarı gelin Kanadında gümüş var ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yârim Elinde divit kalem leylim aman aman sarı gelin Katlime ferman yazar ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yârim Palandöken güzel dağ leylim aman aman sarı gelin Altı mor sümbüllü bağ ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yârim Vermem seni ellere leylim aman aman sarı gelin Nice ki bu halimse ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yârim Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Ancak Sarı Gelin türküsünün dilden dile dolaşmasının, acılı ve hüzünlü bir aşkın hikâyesi olmasından kaynaklandığı muhakkaktır. Türkümüzün sözleri ise herkesin dilindedir. Sarı Gelin türküsü, Kuzeydoğu Anadolu coğrafyasında ortaya çıkmıştır. Türklerin büyük bir kolunu teşkil eden Kıpçakların diğer adı da Kuman'dır. Diğer kavimler, Kıpçakları "sarışın" anlamına gelen "Kuman" adıyla veya bu anlama gelen başka kelimelerle anmışlardır. İçinde bir kız gezer ay nenen ölsün sarı gelin aman Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yarim 37 Bir başka Türküde buluşmak üzere güzel günler diliyorum. Sevgilerimle…■ Steward Bu hikâyeye konu olan kızın, Gürcü olduğu yönünde de iddialar vardır, Sarı Gelin Türküsü’nün kahramanı olan genç kızın 1130'lu yıllarda yörede hüküm süren Gürcü Penek Kralı’nın kızı olduğunu ileri sürmektedir. Recep FİLİZ 953 yılında Diyarbakır’da doğdum. İlkokul mezunuyum. İş yaşamıma 1978 yılında Hilton’da 1 başladım. Burada 25 yılım geçti. Son 10 sene ise steward şefi olarak çalıştım. Daha sonra şu an halen çalıştığım Ağaoğlu My City Hotel’de de steward şefi olarak çalışmaktayım. Ev- 38 liyim ve 6 çocuğum var. Steward Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 İçimizden biri Stewarding bölümünde 34 yıl bil fiil çalışmaktan son derece mutluyum. Sevgilerimle. Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 A SHORT ENGLISH SUMMARY of the content in this issue ENGLISH SUMMARY Steward 40 aner RENDA, focuses on the workshop & seminar that was launched last year and he shares information about preparation work. The aim is to organize a more comprehensive and successful event in 2013. T Gaye UYSAL’s article is about waste oil generated by daily work in our kitchens and how hazardous it is for the nature. The Chief Cook of Holiday Inn Hotel (Istanbul – Airport), Mehmet SİRİŞ writes about Stewarding Department by highlighting its importance in the service process. Ayşecan RENDA The Chief Steward of Holiday Inn Hotel (Istanbul – Airport) Mehmet Ali OZTURK, gives information about the cleaning process of “Bain Marie” equipment. Rafet INCE, Executive Chief Cook of Agaoglu My City Hotel deals with the negative results of fast food culture in his article and mention different aspects of the Turkish food culture. Füsun BAYSAN’s article in this issue is about “learned helplessness” , one of the most important topics in the contemporary psychology that means giving up with the life and accepting all problems and negative things as they are, without doing anything to get free of them. Nihat YILDIZ shares interesting historical information about calendars used by different nations as well as etymological roots of the day- and month names that we use in Turkish today. Sociologist Taner GÜREL writes about football with a closer look to the last game between Galatasaray and Manchester United and tries to understand the psychology of football players and trainers. Zeynep GÜR’s article focuses on stress in our daily work life in the office that treats our health & safety at work and in our private life. The Club of Young Life invites everyone to join them who can enjoy the life as much as they do. They have a very positive life approach regardless of the age. Yüce AYHAN, who just joined our editorial team, writes his impressions about Mexico and gives infor- mation about the plant “agave” used in making tequila, the famous national drink of Mexico. İnci YÜREKLİ’s article is about the interesting story of Christmas tree about which we all have a different and mostly wrong information. Musician Yılmaz Kutlu SEMİZ mention the historical background of a famous Anatolian authentic song “Sarı Gelin” which is a symbolic story for the common history of the Turkish and Armenian people. Nihal CİĞERİM, writes about the earthquake reality in Turkey and main actions which need to be taken in order to save our lives. Baytekin KARA’s article in this issue is about interesting old traditions in the western Anatolia supported by nice pictures. Kenan DERDİYOK, the board member of the association, shares his impressions about the excursion in Scoenwald , Germany following the invitation of the Mile Company. Photos & insides from the dinner event for our members and supporters.■ Sesimi Duyan Var mı? Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Steward 42 DEPREM GERÇEĞİ asıl da bütünleşti bu soru depremin soğuk yüzüyle… Kimi zaman bu sesi duyan oldu çıktı enkazın altından, kimi zaman duymaya bile fırsat bulamadan canından oldu yüzlerce insan. Artık biliyoruz ki bu ses, canlılık belirtisi arayan bu soru hep hayatımızda olacak... Tıpkı depremin bir gün bir yerde hepimizi yakalayabileceği gerçeği gibi… Tıpkı depremin kendi gerçeği gibi... N Yine pek çok soru işaretlerini beraberinde getirdi Van depremi. Felaketlerimizden Nihal CİĞERİM ders alamayışımızı, ihmalkârlığımızı, kuralsızlığımızı bilinçsizliğimizi yine tokat gibi vurdu yüzümüze. Yaşadığımız bilindik manzaraları tekrar irdelemek yerine, artık bakmadığımız pencereleri açma zamanı… Ezber bozma, objektif ve gerçekçi olma zamanı. Öncelikle neden hala acılarımızdan, kayıplarımızdan ders almıyoruz? Neden depreme hazırlıksız ve yüzlerce kayıpla yakalanıyoruz? Sorularına gerçekçi cevaplar vermek zorundayız. Bence tüm gelişmelerin ve atılımların önünü kesen engel, halkın bakış ve yaşayış alanına inememekten kaynaklanıyor. Deprem hepimizin bildiği gibi bir doğa gerçeği. Kaçınamayacağımız, engel olamayacağımız bir gerçek. Bu gerçekle yaşamayı öğrenmek ve gereken her türlü tedbiri almaksa insanoğlunun bir gerçeği. Kadercilik anlayışına sığınarak, yitirdiklerimizin hesabını veremeyiz... Dere kumuyla yapılmış binalar için, yapı ruhsatı almayan binalar için, eksik kullanılan malzemeler için, mimarsız, kontrolsüz yapılan yapılar için, sağlam olmadıkları bilindiği halde sağlam raporu alan yapılar için canlar yok olmuşsa bunun faturasını ”Allahtan geldi.” diye açıklayamayız. Vicdanımızın rahat olmasını istiyorsak, kadere gerçekten inanıyorsak elimizden gelen her türlü önlemi aldığımıza da, her ayrıntıyı hallettiğimize de inanacağız. Eğer her türlü sorumsuzluğun ve yolsuzluğun faturasını Allah’ın kudretine bağlar ve kadercilikle açıklarsak bundan sonra sadece deprem için değil, diğer afetler içinde çalışma yapmaya gerek kalmaz. Kolaycılık, artık kadercilik olur çıkar. Bizim öncelikle bu düşünceyle, bu düşüncenin yarattığı rehavetle savaşmamız gerekmektedir. İşte bu nedenle halkın içine inmekte, tepeden önlem almamakta çok büyük yarar var. Bir diğer savaşılması gereken düşünce ve yaşam şekli de ”Bana ya da bize bir şey olmaz.” mantığı. Bu acının herkes tarafından yaşanılabileceğini sanırım en iyi anlatacak olan yine depremzedelerdir. Acının tarifi deprem koşullarında en anlamlı şeklini almıştır. Elin kolun bağlı bir şekilde sevdiklerini, değerlerini yitirişini görmek tarif edilmez bir acı olsa gerek. Bu insanlarda başlarına böyle bir şey geleceğini tahmin etmeden yaşadılar çünkü hiç önlem almadılar. Zaman ne kadar önemli bir kavram. Zamana karşı verilen yarışta enkazdan bir can daha kurtarma düşüncesi içindeyken kişi azlığından, kurtarma malzemesi eksikliğinden hayıflanarak canlı seslerin birer birer sustuğunu duymak nasıl bir acı? Van bu acıyı çokça yaşadı. Eğer aklımız başımıza gelmezse, deprem gerçeğiyle bilinçli bir şekilde yaşamayı öğrenemezsek aynı acıyı hepimiz yaşayacağız çünkü ülkemiz ciddi bir deprem kuşağında. Eğitimler alacağız, binalarımızı depreme karşı dayanıklı hale getireceğiz,evde gereken tedbirleri alacağız,deprem durumlarında sığınma alanları oluşturacağız ki..depremin yaralarından en az zararla çıkalım. Evladını, anasını, babasını, eşini, karton kâğıdı gibi güçsüz binalar altında ezilirken görmenin acısını yaşamayalım... Böyle afet durumlarında AKUT gibi UMKE gibi sarılacak yaraları olanlara çok hızlı ve tam donanımlı, kalabalık bir yardım ekibinin uzattığı elin varlığını hissedelim… Saniyelerle yarışırken enkaz altında kalınan her saniyenin ne kadar önemli olduğunu bilen bilinçli bir kalabalık oluşturalım… Göçük altında, can pazarlığı yaparken hayatta kalmaya gayret gösterenleri, gelişmiş araç ve ekipman eksikliğinden kaybetmeyelim… “Neden?” Sorularının, ”keşke” ile başlayan cümlelerin yansıttığı pişmanlığı yaşamayalım. Organize olmuş bir şekilde serinkanlı, iş bitirici, bilinçli davranalım… Deprem gerçeğinden, insan kaybı yaşamadan. Çıkacağımız günlerin özlemiyle…■ Steward 44 Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Fotoğraflar: Baytekin KARA Dostlarımızla Yeniyıl Yemeği Steward 45 Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Steward 46 Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Denizli - Çal / Bir Festival Sürünün sudan su içmeden geçmesi sağlanmalıdır. Zor iştir. Uzun süre bunun için sevgiyle, özenle sürü başı hazırlanmıştır. Ona güvenilmektedir. Sürü başı suya atlarsa, sürü arkasından gelecektir. Fotoğraflar : Cihan Karaca Sudan Koyun Atlatma ve Çoban Güzeli Seçimi FOTOĞRAF Kültürel mirasımızın ve geleneklerimizin envanteri yapılmalı, bunların yarınlara taşınması için gereken yapılanmalara destekler oluşturulmalıdır. işe özen bir kez daha etkiledi beni. Dile kolay, sekiz asırdan bu yana sürdürülen bir festival, bir şenlik, bir gelenek, bir coşku. Her yıl Ağustos sonu - Eylül başına denk düşen tarihlerde Denizli'nin Çal İlçesi’nin Aşağıseyit Köyü'nde bu geleneksel Yörük şöleni yapıla geliyor. Baytekin Kara [email protected] OTOGEN'in Sami Güner Kupası Fotoğraf Yarışması’na katılan Cihan Karaca'nın başarılı bulunan fotoğraf sunumu, Çal Koyun Atlatma Festivali ile tanışmamı sağladı. Anadolu, renk, gelenek, süreklilik, coşku, katılım, emek, yapılan Bir sevda öyküsü. Sudan Koyun Atlatmanın öyküsü; Karakoyunlu Aşireti’nden bir çoban, Çal yöresine yerleşen Oğuz beylerinin birinin çobanıdır. Mehmet ismindeki çoban, beyin büyük sürüsünü dağlarda, ovalarda otlatmaktadır. Mehmet isimli çoban ile beyin güzel kızı Zeynep birbirlerine aşık olur. Yörede çok sevilen çoban, beyden kızını ister ancak alamaz. Kızını vermek istemeyen bey, çobana; Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 F Festival biçimini ve geleneğini bir öykü oluşturuyor. Sabahın ilk ışıklarıyla bütün hazırlıklar tamamlanmış, sürüler çobanlarıyla, sürü başlarıyla alana gelmeye başlamıştır. Yoğun emek vardır, Sürü başı eğitilmiştir, süslenmiştir. Steward 49 Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 İşte, oldu artık sürü suda. Çoban, sürü hep birlikte suda, sürü su içmeden sudan geçilecektir. Steward 50 - ‘Koyunlara üç gün boyunca tuz yedireceksin ve Büyük Menderes Nehri'nden su içirmeden karşıya geçireceksin’ der. Bu şartı kabul eden çoban, koyunlarına üç gün tuz verir. Çoban Mehmet, sürünün lideri kara koyunun kulağına her gün fısıldayarak yakarır ve şöyle der; - Aşkım için, benim için su içmeyin. Emirlerime itaat edin. Ben suya atlayınca arkamdan siz de atlayın ve su içmeden karşı yakaya geçin. Çoban Mehmet, verdiği sözü tutar ve koyunların su içmeden sudan geçmesini sağlar. Ancak, koyunla- rın hepsi de telef olur ve susuzluktan ölür. Bey, yine de kızını vermez. Bey kızı aşkından hastalanınca çoban yöreden kovulur. Kız ise, bir süre sonra amansız bir hastalığa kapılarak ölür. Çoban, mecnun olur ve ömrünü kaval çalarak dağlarda geçirir. Aşağıseyit Köyü ve çevre köylerdeki çobanlar, her yıl koyunlarını sudan geçirerek Çoban Mehmet'in dramını yaşatırlar. Bu öykü, bu gelenek daha nice asırlara taşınmalı, yaşatılmalı, festivale başka yörelerden daha fazla katılım sağlanması için organizasyonlar yapılmalı. Görmeye, izlenmeye, yaşamaya değer.■ Bu bir seyirdir, gelenektir, her yıl tekrarlanması için emek verilen bir yarıştır. Çoban sürüsünün kontrolünü hep elinde tutar. Renktir, uyumdur, görselliktir. Doğa'ya ve doğal ilişkilere saygıdır. Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Gelenektir, gelecektir, 7’den 70 e bugünden yarına kültürel birikimin yaşanmasıdır, izlenmesidir. Steward 52 Sudur, yaşamdır, çocuktur, eğlencedir, oyundur. Yerel kültürel birikimlerin çeşitliliği ve zenginliğidir. Anadolu'nun rengidir, insanıdır, yaşamıdır, özgünlüğüdür. Yaşlıların da Bir Okulu var TANITIM enç Yaşamlar Yaşam Kulübü, bireylerin toplumla bütünleşmesi, kaybolan statü ve rollerin yeniden kazandırılması, işlevlerin artırılıp boş zamanların etkili değerlendirilmesine yönelik çalışmalar düzenlemek amacı ile kurulmuştur. Farklı kuşaklardan bireylerin yer aldığı faaliyetlere katılımlarını sağlamak, kendi potansiyellerini tam olarak anlamalarına olanak sunan eğitim programları ile bilgilenmelerine yardımcı olur. G Emeklilik dönemlerinde yahut ileri yaşlardaki bireyler için bir okul kurgusu yaratılmaya çalışılmıştır. - Hafta içi (katılımcının isteği ile belirlenen gün ve sayıda) - Tam gün veya yarım gün olmak üzere hizmet vermekteyiz. Görüşmelerimiz sırasında bize en fazla yöneltilen ‘’size katılmam halinde ben ne yapabilirim’’türündeki bir sorunun cevabı Yaşam Kulübümüzde bakın nasıl yanıt bulmaktadır; Genç Yaşamlar Yaşam Kulübü yaşam kalitenizi yükseltmek, dinamik olmanızı, kendinizi mutlu ve sağlıklı hissetmenize katkı verecek çalışmalar düzenler. - Dayanıklılık - Güçlendirme - Eklem ve hareket açıklığı Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 - Esneklik ve germe egzersizleri ve bunların kombinasyonları eşliğinde güne spor yaparak başlamanızı sağlar. Steward 54 Katılımcılarımızın el becerilerini geliştirmeye yönelik aktiviteler, düşünsel algısını açmasını, hafızasını tazelemesini ve yorum yapabilmesini geliştirmeyi amaçlayan okuma- yazılı ve sözlü anlatımı içeren sohbet saatleri ile teknolojik araçların kullanım verimliliğini artırmaya yönelik eğitimler ve bunlarla birlikte resim ve boyama teknikleri, ebru sanatı, maket, fotoğraf ve müzik çalışmaları düzenler. Yaşam Kulübümüz düzenlediği kültür-sanat gezi turları ile bireye biyolojik ve zihinsel sağlık, sosyal yeterlilik, çevresini ve kendisini daha iyi algılayabilmesine katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Sağlıklı, mutlu, bağımsız ve üretken Genç Büyüklerden olmak ve yaşamı bu kurguda yönetmek isterseniz; Genç Yaşamlar Yaşam Kulübünde yerinizi ayırtınız… [email protected] www.gencyasamlar.com tel: 0212 299 82 52 (TED Spor Kulübü tesisleri içerisinde yer almaktadır) Tarabya/Sarıyer Steward Şeflerimiz Alaattin AKKAYA Titanic Bayrampaşa Kenan AKSOY Titanic İstanbul Taksim Fahri AKYÜREK WOW İstanbul Kemal ATAKUL Swissotel The Bosphorus Hasan ATEŞ Crowne Plaza Erol AYDIN Çırağan Kempinski Cemal BATUMLİ Divan Elmadağ Kenan DERDİYOK The Ritz Carlton Hamit DÜLGAR Titanic Asya Talih DÜLGAR Limak Asya Sebahattin GÜVEN Lares Park İstanbul Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Recep FİLİZ Ağaoğlu My City Hotel Steward 55 Celal GÜL Divan Elmadağ Şahin Hançer Divan City Tamer HOPAL Sheraton Ataköy Murat İLANLI The Marmara * Soyisimlere göre alfabetik olarak sıralanmıştır. Sabri KALKAN Marmara Pera Ahmet KILINÇ Polat Otel İlkay KURT İstanbul Gönen Rahmi ÖREN Wyndham İstanbul Kalamış Mehmet Ali ÖZTÜRK Holiday İnn Aydın SÜREL T. T. Arena Arif TAŞTAN Meridien Hotel Muammer TEKKEŞ Radisson Blu Asya H. Ercüment TUNÇER Moda Deniz Kulübü Hamza UYSAL Ceylan İntercontinental Zikri YAKAR The Plaza Hotel Kasım / Aralık - 2012 - Sayı:12 Abdurrahman KALAY Divan Asya Ahmet AYTEKİN Sheraton Maslak Rıza SARI Green Park Hotel Bahattin AYDIN Hyatt Regency Sinan KESKİN Mövenpick Hotel Mustafa HAN Conrad İstanbul Seyfettin AFACAN Hyatt Regency Steward 56 Müslüm YETİŞOĞLU Hilton İstanbul Gürsel YILDIRIM İDO Deniz Yolları
Benzer belgeler
Konaklama Sektöründe
Yönetim Kurulu üyemiz ve aynı zamanda Dernek Müdürümüz de olan Taner Renda, yazısında detaylara girerek anlattı. Ama benim asıl vurgulamak istediğim: öncelikle dernek