O sene bu sene mi?
Transkript
O sene bu sene mi?
3 - Sayı 1 0 2 z u m m e T 5 87 O sene bu sene mi? Senelerdir aradığı çıkışı bulamayan Liverpool, Brendan Rodgers yönetiminde bu kez doğru yolda mı? Son Beşiktaşlı Pedro Franco Bu oyunu bozalım Mersin 2013’ü yerinde gördük M I T A Y A H #87 F L O B T U Yayın Koordinatörü İlker Yılmaz Editör Uğur Karakullukçu Yardımcı editör Alican Koçak Yazarlar Can Mutlu Emre Çelik Rafet B. Eryılmaz Tanju Eren Varol Döken Bu sefer olur mu? Uzun yıllar şampiyonluk adayıydılar ama her geçen gün üst tarafla makas daha açıldı ve artık Liverpool’u kimse şampiyonluk adayı olarak görmüyor. Geçen sezon Brendan Rodgers ile atılan adımlar daha sesli olarak duyuluyor. Özellikle Kırmızılıların ikinci yarıda verdiği ışık bu sezon yapılan transferlerle devam edecek gibi. Hayatım Futbol 87. sayısında kapağı iğrenç dış saha formasına rağmen Liverpool’a ayırdı, geleceğine fal baktı. Bu sayıda ayrıca; Beşiktaş’ın yeni transferi Pedro Franco’yu, Akdeniz Olimpiyat Oyunları’nde final oynayan milli takım vesilesiyle Mersin’i, Maç Bahane’nin Gezi Parkı’ndan İstanbul United izlenimlerini ve Real Madrid’in altyapısından yetişen efsanevi oyuncu grubu Akbaba Beşlisi’ni bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #87 Bu Sayıda Bir Önder Özen Transferi: Pedro Franco Beşiktaş’ın Kolombiyalı stoperi mercek altında… Tantuniye altın yakışırdı Mersin 2013’ten izlenimler… Liverpool Özel O sene bu sene mi? Bu oyunu bozalım! Futbol forumlarına davet… Rodgers ve Liverpool doğru yolda mı? Yine mi İspanyol? Akbaba beşlisi! Liverpool’da hedef yine İber Yarımadası Real Madrid tarihinin unutulmazları Acaip_VF_Smart2_210x297.ai C M Y CM MY CY CMY K 1 07.12.2012 20:43 Can Mutlu O sene bu sene mi? İngiltere Her sezona aynı parolayla giren Liverpool yaptığı doğru transferlerle herkesi şaşırtıyor(!). Kırmızılar uzun süredir yarıştan uzaktalar ve artık isimleri bile anılmıyor. Gelecek dönemde onları nelerin beklediğine, dört ana başlık üzerinden birlikte bakalım. HF # 87 Yeniden yapılanma Brendan Rodgers’ın anlattıkları, öne sürdüğü parlak fikirler kağıt üzerinde fazlasıyla ilgi çekiciydi. Uygulama safhasına geçildiğinde sürecin sancılı olacağı öngörülüyordu ama önce kulüp yönetimi, ardından federasyon işleri Rodgers için daha sıkıntılı hale getirdi. Bir önceki yılın yüksek oranda isabetsiz transfer hamlelerinin getirdiği finansal sıkıntı transfer döneminde hareket olanağını kısıtlarken, fikstür çekimi ise Rodgers’a üç puan için beklemesini söylüyordu. 180 küsur sayfalık raporda açıkça belirttiği üzere, yarışmacı bir takım oluşturabilmeleri için en az dört transfer dönemine ihtiyaçları vardı. Kısacası Rodgers bunu dillendirmekten kaçınsa da üç yıllık anlaşmasının ilk iki yılında başarı vaat etmediği açıktı. Ve dahası, inandığı oyun sisteminin Liverpool’da işlerliği tamamı ile soru işaretiydi. Martinez’in belli bir ekol aşıladığı Swansea City’yi yapıya adapte etmek zor olmamıştı ama düşük tempolu pas oyunu Liverpool’da çalışacak mıydı, yoksa yeni yollar mı denemesi gerekiyordu? Luis Suarez’in eklendiği vasat kadronun arzulanan oyun için ihtiyaçları bir hayli fazlaydı. Rodgers’ın acelesi yoktu; verdiği Önce Gylfi Sigurdsson, ardından Clint Dempsey’in ligdeki en ciddi rakibe kaptırılması yıkımıyla başlayan sezonu, üç puan almak için beklenen bir buçuk ay takip etti. Liverpool çok paslaşan ama kolay gol yiyen, ritim bulduğunda ise gol yağdıran bir takım oldu. Rodgers, savunduğu felsefeye körü körüne inanan ve bunda inatçı biri olmadığını, Chelsea’de birlikte çalıştığı Jose Mourinho’nun pragmatizminden nasibini aldığını sezon içerisindeki birçok hamlesinde gösterdi. Jaime Carragher’ın veda sezonunda savunmadaki sertliği sağlamak adına formayı kapması buna iyi bir örnek; zira iş pas yapmaya geldiğinde İngiliz savunma oyuncusunun topu kırdığını bilmeyen yok. Rakipten topu yedi saniye içerisinde almaya çalışan takımın yaşadığı yerleşim karmaşalarının yarattığı savunma sıkıntılarını da, takımın presini kısıp alan oyununa iterek çözmeyi başardı. İngiltere İlk transfer döneminde tercih ettiği Fabio Borini, Joe Allen, Oussama Assaidi gibi isimlerden beklediğini alamayan Rodgers’ın ikinci transfer döneminde de karavana atması Liverpool kariyerini bitirebilirdi. Daniel Sturridge ve Philippe Coutinho tercihleri birçoklarına göre büyük bir kumardı. Ancak iki oyuncu da Liverpool’un ikinci yarı gösterdiği iyi performansın mimarları oldular. Ligin en çok gol atan dördüncü takımı olan Liverpool, direkten dönen şutlar gol olsa ve puana yansısa, ligi dördüncü sırada bitirecekti. Rodgers birinci aşamayı çözmüştü; Luis Suarez birilerini ısırıyor olsa bile takım gol atabiliyordu. HF # 87 Sezon bittiğinde Liverpool ile dördüncü Arsenal arasında 12 puan vardı. Bu bir önceki yıl 17 idi. Liverpool önceki yıla göre bir sıra yukarı tırmandı, önceki yıldan dokuz puan daha fazlasını aldı, beş maç daha az kaybetti. 24 gol daha fazla attı ve yalnıza üç gol fazla yedi. Rodgers, istatistik olarak açık bir şekilde yukarı doğru ivmelendiği görülen takıma Sturridge, Coutinho, Borini, Sterling, Suso ve Henderson gibi yeni bir jenerasyonu da eklemeyi başarmıştı. Takım her ne kadar Avrupa mücadelesinin dışında kalmış olsa da, geçiş yılı için hiç de fena olmayan bir tablo ile sezonu kapadı. Kadronun yapabilecekleri, yarışılan rakipler göz önüne alındığında bundan fazlası değildi. Ağır eleştirilere maruz kalsa da, Liverpool’un birkaç yıllık projeksiyon ile değerlendirilme zamanı geldi de, geçiyor bile... Liverpool ligin neresinde? 2005’te Avrupa’nın zirvesine çıkan takımdan elde ettiği bu başarı sonrası beklentiler hep Premier League’de şampiyonluk kazanılmasına yönelikti ama Liverpool’un kötü futbol ekonomisi yönetimi saha içindeki eksik hamlelerle bir araya gelince ortaya büyük bir fiyasko çıktı. Kırmızılar hamle üzerine hamle yapan, kadrosunu hem gençleştiren, hem de geleceğin yıldızları olarak lanse edilen isimleri transfer eden Tottenham’ı çok ciddiye almıyordu. Zaten asıl darbeyi de Arapların satın aldığı Manchester City’den yedi. Aradan geçen sürede Tottenham’ın, hatta şehrin mavi takımı milyon pound). Aradaki farkın denklemdeki karşılığı ise oldukça basit; Şampiyonlar Ligi ve stadyum gelirleri. Arsenal’in oyuncu satışından düzenli bir girdisinin olduğunu da belirtmek gerek. İngiltere Everton’ın da gerisinde kaldığını söylemek mümkün. Peki tablo gerçekten böyle mi? HF # 87 Liverpool, Premier League’de gelirler klasmanında ilk beşteki yerini halen kaybetmiş değil. Sınırsız kaynakları olan Manchester City ve Chelsea’nin, endüstriyel futbolun kalesi Manchester United’ın gerisinde olması normal bir durum. Ancak dördüncü sıradaki Arsenal’den hemen sonra gelen Liverpool’un, arkadaki grubun ciddi farkla önünde olduğunu söylemekte fayda var. Takım uzun süreli başarısızlığa rağmen, özellikle Uzakdoğu’daki hayran kitlesini korumayı başarıyor. Ancak bundan daha fazlası söz konusu; Liverpool’un ekonomisinde ciddi iyileşmeler mevcut. 2010 yılında kulübü satın alan Amerikalı Fenway Sports Group, beraberinde bir dizi sponsoru getirerek kulübün hareket etmekte zorlanan ekonomisini canlandırmayı başardı. Liverpool başarısız olabilir ama İngiltere’nin en pahalı ikinci forma anlaşmasının sahibi. Öte yandan ikincil sponsorların sayısındaki ciddi artış sonrası geçtiğimiz yıl yaklaşık 189 milyon pound civarında bir gelir elde eden kulübün dördüncü sıradaki Arsenal ile arasındaki fark 46 milyon pound (Arsenal’in yaklaşık geliri 235 Ekonomik makas kapatılmadığı sürece tekrar zirveye çıkmanın mümkün olmadığının farkında olan kulübün sahibi John Henry’nin Rodgers’ın planına ikna olması, tabloya bakıldığından anlamlı görünüyor. Üst düzey yıldızlar için eski cazibesini yitiren Liverpool, belli profildeki oyunculara giderek iki ana hedef güdüyor: Belli kalitede takım iskeletine sahip olmak ve kendi yıldızlarını yaratmak. Bunu yaparken ekonominin sakatlanmamasına dikkat ediyorlar. Geçtiğimiz ay içerisinde Anfield Road’un etrafında yapılacak projeyi şehir meclisinden geçiren ve stadın da belli böümlerinin yenileneceği projeye yakında başlayacak olan Kırmızlar, stadyum gelirlerini de yukarı çekmeleri halinde Arsenal’in başına ciddi şekilde dert olacak gibi görünüyorlar. Endişelenmesi geren bir başka takım ise Tottenham. 144 milyon poundluk gelirlerini arttırmaları için daha fazla Luka Modric ve Gareth Bale’e ihtiyaçları var. En önemli avantajları ise şu anda albenilerinin Liverpool’dan fazla olması. Yarışmanın yüksek olduğu liglerde harcayarak büyümeye çalışmak, pahalıya patlayabilecek bir risk. İlk yılında bunu yaşayan Liverpool’un yeni yönetiminin öncelikle ekonomik gelişime odaklanması ve FFP’nin nimetlerinden yararlanmaya çalışması doğru yol gibi görünüyor. Takımdaki yüksek kontratlı oyunculardan da büyük ölçüde kurtulan Liverpool’un şu an için ilk hedefi, ekonomik yerini lige yansıtmak olmalı gibi görünüyor. Şampiyonlar Ligi yarışı için halen yetersiz olan takımın dördüncü sıra için mücadele veren iki Londra takımı Arsenal ve Tottenham’a meydan okuması gelecek yılların öncelikli hedefi olacak. Rodgers ne yapmak istiyor? İngiltere Brendan Rodgers üçüncü transfer dönemine işleri sıkı tutarak girdi ve geçen yaz yaşadığı transfer dilemmalarına bu kez izin vermemek niyetinde. Şimdiden dört transferi bitirdi ve banka balansında da oldukça iyi. Yaptığı son açıklamada kadroya yeni isimlerin ekleneceğinin sinyallerini verdi ve bu isimlerin kim olacağı da aşağı yukarı belli. Peki Rodgers’ın planı ne? Tiki-Taka hayali devam ediyor mu? HF # 87 Geçtiğimiz sezon birçok maçta Rodgers’ın da Liverpoollu oyuncular gibi öğrenme süreci yaşadığına tanıklık ettik. Ancak ortada kesin bir gerçeklik var; metot çalışmalarına ve bilime inanan İrlandalı teknik adam, sorgulamaktan çekinmiyor ve hataları düzeltmek konusunda her seferinde bir öncekinden daha iyi. Kafasındaki oyunun temelinde topa sahip olan takımların %77 oranında galibiyete ulaştığı istatistik verisi var. Ancak genç teknik adam futbolun evrilmeye başladığı noktanın farklı dinamiklere sahip olduğunun bilincinde olacak ki, bazı önemli deplasmanlarda topu almamayı tercih ederek parlak zaferler kazandı. Dört transfer döneminin ardından şekillenecek kadroyu işaret etmişti Rodgers. İlkinde istediklerini gerçekleştiremese de, özellikle Ocak ayında yaptığı işlerin takıma katkısı beklentilerin çok üzerinde oldu. Yaz dönemi için yapılan çalışmanın temelinde iki ana unsur yatıyor: Derinlik ve fayda maksimizasyonu. Yarışmacı takım yaratmanın birinci koşulu seviyeleri birbirine yakın oyunculardan kurulu bir kadroya sahip olmak. Ancak geçtiğimiz yıllardaki Liverpool’un bu derinliğe sahip olduğunu söylemek bir hayli zor. Kulübe ile sahadakiler arasındaki uçurumun kapanması ve sahadaki her oyuncunun formayı kaybetme korkusu yaşaması, sadece takımın değil oyuncuların da kendilerini geliştirmesi açısından son derece mühim. Rodgers şu ana kadar faydalanamadığı oyuncuları yollarken, yerlerine genç ve fayda sağlayabilecek isimleri tercih ediyor. İkinci hedef ise Liverpool’u daha homojen bir takım yapmak. Suarez ve Sturridge’in her zaman bu gol sayılarına ulaşacağının garantisi olmadığını bilen Rodgers, Gerrard dışında skor katkısı vermekten yoksun orta sahaya Henrikh Mkhitaryan’ı alarak ön tarafın yükünü azaltmak niyetinde. Stewart Downing ve Raheem Sterling gibi skora katkısı düşük kanat oyuncularının yerine İspanya’da geçtiğimiz yılı ekstra üreterek geçirmiş Iago Aspas ve Luis Alberto’yu transfer etti. Takımın estetikten yoksun İngiliz görüntüsünü de rötuşlayan İrlandalı teknik adam, senede birkaç mucizeye(!) imza atan Reina’nın yerine Avrupa’nın hakkı en az verilen kalecilerinden Simon Mignolet’yi alarak kaleyi de sağlama aldı. Kolo Toure ile boşalan Carragher kontenjanını dolduran Rodgers’ın transferini istediği iki savunma oyuncusu Tiago Ilori ve Kyriakos Papadopoulos, muhtemelen satılması planlanan Martin Skrtel ve Sebastian Coates’in yerini alacak. Şu ana kadar Andy Carroll ve Jonjo Shelvey’i satan Rodgers bu oyunculardan 20 milyon poundun üzerinde bir gelir elde ederken, aldığı dört oyuncu için 24 milyon pound civarında bir para harcamış durumda. %50 pay sahibi oldukları Thomas Ince’in satışından 4 milyon pounda yakın bir gelir bekleyen İrlandalı teknik adam, şu ana kadar kadrosuna kattığı dört oyuncu için kasasından bir şey çıkarmamış gibi görünüyor. Kalabalık bir satılık listesi de cabası. Özetlemek gerekirse, İrlandalı teknik adam ilk gün anlattığı planına sadık durumda. Verim alamadığı oyuncuları daha gençleri ve daha yeteneklileri ile değiştirerek sağlam bir omurga yaratmaya çalışıyor. Peşinde olduğu transferleri bitirmesi halinde Ocak ayında attığı düşeşin bir benzerinin gelmesini bekleyecek. Kağıt üzerinde ise birçoklarından geçer not almış durumda. Bir umuttur yaşatan insanı... İngiltere Liverpool her sezona “o sene, bu sene” mottosu ile başlar ve hayallerinin yıkılması iki aydan fazla sürmez. Beklenti/Performans denklemindeki sakatlıklar Liverpool’un üzerine en çok geyik yapılan takımlardan biri olmasına neden oluyor. Oysa Liverpool ekonomik verilerin de işaret ettiği gibi lig beşincisi; bundan fazlası değil. Daha iyi olabilmek için üsttekilerden rol çalması gerekiyor ama şimdilik alttakiler ondan rol çalıyor. Bu durum yakın zamanda değişebilir. HF # 87 Transfer dönemindeki atak tavrının önümüzdeki günlerde de sürmesi muhtemel olan Rodgers’ın bu yıl ana hedefinin ligde olmaları gereken yere ulaşmak olduğu kesin. Sadece Premier League’de mücadele edecek olan takım, yoğun maç temposuna girecek rakiplerinin tökezlemesinden faydalanmayı deneyecek. İrlandalı teknik adam kafasının bir köşesinde dördüncülük hayalleri muhakkak kuruyordur ama gerçekçi olmaya devam etmekte fayda var. Henrikh Mkhitaryan gelse dahi değişmeyecek olan problem, Liverpool’un Luis Suarez ve Steven Gerrard dışında kazanma karakterine sahip oyuncusu yok. Tottenham, geçtiğimiz sezon Gareth Bale’in tek başına aldığı 23 puan sayesinde Şampiyonlar Ligi yarışında kalmayı başardı. Genel görüntü önemli paralar harcanarak takıma bu tip bir oyuncu katma niyetinin olmadığı yönünüde. Rodgers’ın elindeki çocuklardan birinin fazlasını vermesine ihtiyacı var gibi görünüyor. Sturridge, Coutinho ve Luis Alberto bu kontenjanda olan ve şapkadan tavşan çıkarması beklenen isimler. Gerçekçi görünen hedef, geçtiğimiz yıldan dokuz puan daha fazla almak gibi duruyor ve bu da ilk beşe girmek için yeterli olacaktır. Özellikle iç saha maçlarında performansını arttıran bir Liverpool izlememiz olası. Takımın Ocak ayı geldiğinde bulunduğu yer, Rodgers’ın da Liverpool kariyerini etkileyebilir. İşelerin iyi gitmesi durumunda ise, Ocak ayındaki beklenen “dördüncü dönem” için bir açık çek fırsatı da yakalayabilir. Rafael Benitez döneminde yapılan altyapı hamleleri sonrası iyi bir jenerasyona sahip olan Liverpool, iki yıl içerisinde rakipleri ile benzer stadyum gelirlerine de ulaşacak. Ekonomik makas giderek kapanıyor, futbol altyapısı ise her geçen gün daha iyiye gidiyor. Liverpool’un Şampiyonlar Ligi özlemini gidermesi için Rodgers’ın çıkaracağı iyi işe ve biraz da şansa ihtiyaç kalıyor... Kaynaklar 1.Swiss Ramble Blog 2.Deloitte Money League 3.Game Changer – Mihir Bose 4.Liverpool Echo Rafet B. Eryılmaz Yine mi İspanyol? Yine mi çiçek? Liverpool, Rodgers yönetimindeki ikinci sezonuna girmeye hazırlanırken transfer rotasını yeniden İber Yarımadası’na çevirmiş görünüyor. Benitez döneminde başarıya ulaşan İspanyol modelinin yeniden işe yaraması Merseyside sakinlerinin en büyük umudu. İngiltere Liverpool’un başına Valencia’yla kupalar kazandıktan sonra gelen Rafael Benitez, ülkesinin futbol alışkanlıklarını Merseyside ekibine kazandırmak için hemen kolları sıvadı. Luis Garcia ve Xabi Alonso gibi La Liga’nın kalburüstü oyuncularıyla başlattığı serüvene Fernando Morientes, Pepe Reina ve Fernando Torres gibi isimlerle devam etti. HF # 87 Benitez’in İspanya’yla olan transfer bağını koparmaması önemli başarıları da beraberinde getirmişti. Kulüp tarihinin en görkemli dönemimi Rafa’nın getirdiği oyuncularla yaşarken; son yılların en büyük hayal kırıklıkları da bu oyuncular ayrıldıktan sonra yaşandı. Şampiyonlar Ligi hasreti 5 sezonu geçen Liverpool’un bu kötü gidişe Benitez döneminde uyguladığına benzer bir reçeteyle dur demesi bekleniyor. 2013 yazında Iago Aspas ve Luis Alberto’nun kadroya katılması bu tespiti doğrular nitelikte. Bu iki oyuncunun da İspanya’da göze çarpmalarına rağmen Real Madrid ve Barcelona seviyesinde görülmedikleri aşikâr. İşte bu nedenle bireysel gelişimleri için ellerinden gelenin en iyisini yapacaklarına emin olabiliriz. İkisinin de günün birinde İspanya’ya zirvede dönmek isteyeceklerine şüphe yok. Liverpool da bu süreçte kupalara ve özlediği Şampiyonlar Ligi arenasına dönmeye çalışacak. İspanyolların yanı sıra Kırmızılar, Simon Mignolet ve Kolo Toure gibi Premier League deneyimi yüksek iki ismi de kadroya kattılar. Mignolet-Reina ve ToureCarragher değişimlerinin sorunsuz şekilde gerçekleşmesi de Liverpool’un yararına olacaktır. Liverpool, yeni sezonda da değişmeyen Şampiyonlar Ligi umutlarını yepyeni bir anlayışla karşılamaya hazırlanıyor. Yeni transferlerin Anfield’da kalıcı olup olmayacağını zaman gösterecek. Ama takıma neler katabileceklerini mercek altına almakta fayda var. Luis Alberto İngiltere Nasıl geliyor? HF # 87 Sevilla altyapısının son yıllarda yetiştirdiği en önemli yeteneklerden olan Luis Alberto, 2012/13 sezonunda Barcelona B formasıyla son yılların en önemli futbol sisteminin içine dâhil oldu. Katalan ekibinin Segunda serüveni boyunca 36 maçta forma giyen Alberto, 11 golle takımın en golcü ikinci ismi olmayı başardı. 2009-12 arasında da Sevilla’nın B takımında düzenli olarak forma giyen Alberto, İngiltere’nin yoğun maç trafiğine hazır görünüyor. Ne verebilir? Her İspanyol kanat oyuncusu gibi Luis Alberto’nun da teknik kapasitesi bir hayli yüksek. Ancak bunun yanında kısa sayılmayacak boyu (1,82 m) ve skorer özelliğiyle de göze çarpıyor. Gerektiğinde forvette de oynaması bunun en büyük kanıtı. Liverpool’un son yıllarda yaptığı Downing ve Assaidi gibi başarısız kanat transferlerinden sonra önemli bir yatırım olarak göze çarpıyor. 20 yaşındaki Luis Alberto, Sturridge-Suarez ikilisiyle sürekli yer değiştirerek rakip savunmaların başını döndürebilir. Onu bekleyen tehlike Brendan Rodgers’ın gençlere güvenen bir teknik adam olduğunu biliyoruz. Ancak Luis Alberto’nun İngiliz kamuoyuna göre hâlâ Downing’in gerisinde görüldüğüne şüphe yok. İngiltere’ye uyum süreci genç oyuncu için büyük önem taşıyor. Eğer ilk birkaç ay içinde etkileyici bir şeyler ortaya koyamazsa üzerindeki baskı artacaktır. Iago Aspas İngiltere Nasıl geliyor? HF # 87 Celta Vigo’nun geçtiğimiz sezon La Liga’ya yaptığı dönüşün mimarlarından olan Iago Aspas, taraflı tarafsız herkesi oynadığı futbolla etkilemeyi başarmıştı. 2011-12 sezonunda Segunda’da attığı 23 golle en iyi forvet ödülüne de layık görülen Aspas, takip eden sezonda 12 golde kaldı. Buna rağmen oyununun farklı yönlerini geliştirmeyi başardı. Hızı ve tekniği sayesinde gezici forvet özelliklerini ortaya çıkaran Aspas’ın Liverpool’da da hücumun tamamlayıcı elemanı olması bekleniyor. Ne verebilir? Luis Garcia, Liverpool’a geldiğinde kimse onun Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Chelsea’ye gol atmasını beklemiyordu. Fakat Garcia, tüm beklentileri aşarak 10 numaralı formanın hakkını vermişti. Aspas da benzer bir etkiyi yaratabilecek potansiyele sahip. Sturridge ile yakalayacağı uyum sayesinde Liverpool hücumunun kilit ismi olması muhtemel. Ayrıca kanatlarda oynamaya da adapte olabilir. Bu sayede daha tehlikeli bir forvet elemanına dönüşebilir. Onu bekleyen tehlike Aspas’ın profesyonel kariyerinde sadece bir sezonu La Liga’da geçti. 2008-12 arasında Celta Vigo’yu La Liga’ya çıkarmak için uğraşan Aspas, bu süre boyunca sadece bir kez (2011-12 sezonu) çift haneli gol sayısına ulaşabildi. Bu düşük profilli kariyeri onu Premier League’in zorlu savunmacıları karşısında çaresiz bırakabilir. Öte yandan yüksek beklentiler de onu baskı altına alabilir. Torres’in 9 numaralı formasını giyen İspanyol bir oyuncu için aksi düşünülemezdi zaten… Simon Mignolet İngiltere Nasıl geliyor? HF # 87 2010 yazında Sunderland’in kadrosuna katılan Mignolet, Siyah Kediler’de geçirdiği üç sezonda takımın en önemli oyuncularından birine dönüştü. Sunderland’le henüz ilk maçında maçın adamı seçilen Belçikalı eldiven, Premier League’in parmakla gösterilen kalecileri arasına girmekte zorlanmadı. Geride bıraktığımız sezonda Manchester City’li meslektaşı Joe Hart’tan “Bence Simon, bu sezon ligin en iyi kalecisiydi” övgüsünü de almayı başardı. Ne verebilir? Liverpool’da Jerzy Dudek’in eldivenleri Pepe Reina’ya sıkıntısız ve yumuşak bir geçişle bırakması Mignolet’nin takıma katılmasıyla yeniden akıllara geldi. 25 yaşındaki oyuncunun 2006’da başlayan profesyonel kariyerinde 20 maçın altına sadece 2006/07 sezonunda düşmesi önemli bir deneyim kazandığının göstergesi. Mignolet, bir kaleci için en önemli özelliklerden biri olan istikrara fazlasıyla sahip. Reina’nın son birkaç sezonda gösterdiği inişliçıkışlı grafik düşünülürse Mignolet’nin eldivenleri devralmak konusunda fazla zorlanmayacağını söyleyebiliriz. Onu bekleyen tehlike 2010’dan bu yana İngiltere gibi zorlu bir ülkede istikrarla Sunderland kalesini koruyan Mignolet’nin Liverpool’da sorun yaşaması büyük sürpriz olur. Ağır sakatlıklardan uzak kalırsa eldivenleri Reina’dan almaması için hiçbir neden yok. Kolo Toure İngiltere Nasıl geliyor? HF # 87 2002’den bu yana Premier League’de forma giyen Kolo Toure, ligin en deneyimli savunma oyuncularından biri olarak Liverpool’la anlaştı. Arsenal ve Manchester City formalarıyla iki lig şampiyonluğu gören Fildişili stoper, 2011’de aldığı doping cezası sonrasında düşüşe geçmeye başladı. Son iki sezonda City’de kadroya girmeye zorlanan Toure, Liverpool’da savunma rotasyonunu güçlendirmeye çalışacak. Ne verebilir? Jamie Carragher’ın aldığı emeklilik kararının ardından Liverpool’un atılabilecek en mantıklı adımı attığını söyleyebiliriz. Birkaç sezonluğuna rotasyona girebilecek, deneyimli ve kesiciliği yüksek bir stoperi bedavaya kadroya kattılar. Toure de tüm bu beklentileri karşılayacak futbolu ortaya koyacaktır. Agger-Skrtel ikilisinin bozulması gereken anlarda Toure rahatça devreye girebilir. Onu bekleyen tehlike Son iki sezonda sadece 38 maça çıkması 32 yaşındaki bir oyuncu için handikap olabilir. Arsenal ve City’yle geçirdiği savunmanın merkezinde yer aldığı günleri Liverpool’da bulamayacağı da kesin. Yaşayacağı en ufak sakatlık bile Anfield günlerinin sonu anlamına gelebilir. Tanju Eren Bir Önder Özen Transferi: Pedro Franco Türkiye Beşiktaş’ın yeni yapılanmasının transferdeki ilk meyvesi Pedro Franco oldu. Futbol Direktörü Önder Özen imzasıyla gelen Kolombiyalı stoperi sizler için mercek altına aldık. HF # 87 Yaklaşık 8-9 ay önce Önder Özen ile görüştüğümüzde beklediğimizden çok daha derin bir futbol adamı ile karşılaşmıştım. TV’de izlerken takdir ettiğim, ancak aklımdaki bazı soru işaretlerini kırmayı başaramayan o adam, yaklaşık 4 saat süren görüşmede tüm ön yargılarımı kırmıştı. Kariyeri, özel hayatındaki sorunlar, futbol görüşü, çalışkanlığı bir tarafa, cesareti ve yenilikçi bakış açısından etkilenmemek mümkün değildi. O gün, “Yorumculuk yapmak değil, sahaya inmek istiyorum. 2. Lig takımı da olsa seneye sahada olacağım” demişti Önder Abi... Beşiktaş’ın Futbol Direktörü olması da şaşırtmıştı beni. Fakat imkanları büyük bir camiada neler yapabileceğini tahmin etmemek de imkansızdı. Keza “Pedro Franco seferi” haberini gördüğümde ‘İşte Önder Özen farkı’ diye istemsiz bir tepki göstermiştim. 22 yaşındaki bu genç adamın kariyerinden bahsederek laf kalabalığı yapmak istemiyorum. Zira ne 17 yaşında A Takım ile tanışması, ne ailesinin kaçıncı çocuğu olduğu, ne Toulon gibi çok prestijli bir turnuvayı kazanan Kolombiya’ya kaptanlık yapması Pedro Franco’nun gerçek yetilerini görmeyi sağlamayacak. Millonarios’un kaptanlığını yapan Franco’nun ‘Lider’ vasfından ve karakterinden başlayarak lafa bodoslama dalayım. 22 yaşında ‘Kaptanlık’ pazıbandı taşımanın ne kadar zor olduğunu Arda Turan’dan biliyoruz sanırım. İşte Pedro, böyle zor bir görevi yaparken takımına gerçekten liderlik edebilen; saha dışında da ‘Örnek’ kalmayı başarabilen bir oyuncu. 2011’de Toulon Turnuvası sırasında hayatındaki en değerli kişi babasını kaybetmesine rağmen sahada titremediğini bile hatırlatmak, saha dışında ‘mülayim’ yapısıyla çok çalışkan bir oyuncu olduğunu vurgulayıp yeşil zeminde bir azmana döndüğünü belirtmek de çok soru işaretine cevap olacaktır. Ön liberolardan daha teknik Peki nasıl bir futbolcu Franco? Ya da potansiyeli ne kadar bu gencin? Bu sorulara cevap olarak ‘Modern’ kelimesini kullanmak benim için yeterli... Gün geçtikçe Brezilya ve Arjantin hanedanlığını yıkmaya yaklaşan KolombiyaUruguay-Şili üçlüsünün alt yapılarının ne kadar geliştiğinin de kanıtı Franco. 1.83’lük boyu çoğu stoper için kısa... Çok çevik bir oyuncu da değil. Her yere uçarak yetişemez. Ama muhteşem bir futbol bilgisi var. Elindeki yeteneklerden nasıl verimi alabileceğini adı gibi biliyor bu genç adam. Türkiye Bir kere Türkiye’deki ön liberoların bile %80’inden daha güvenilir bir saha görüşü ve tekniği var. Topu gözünüz kapalı olarak emanet edebilirsiniz. Emin olun 50-60 metreye atacağı milimetrik paslarla size “Türk 10 numaralar bile yapamıyor” dedirtecektir. Bu pasların sadece ‘uzun’ olması da değil mesele... Hücumdaki koşuları çok iyi okuyabilen, oyun kurarken tercihlerini buna göre yapan özel bir adam Pedro. Kendi yarı alanında da çok soğukkanlı, baskılara karşı çelik gibi durup sorumluluk alıyor. Zaman zaman ön liberoya çekilmesi, hücum çıkışları, rakip ceza sahası çevresinde sanki bir santrformuş gibi rahat tavırları, özgüveni ve oyun stili için önemli ipuçları. HF # 87 Tabii bu özgüven ve futbol görüşü sadece hücümda işine yaramıyor Pedro’nun. İşin savunma yönünde de en önemli vasfı pozisyon alma yetisi ve zamanlaması. Sağını solunu çok iyi kontrol eden Kolombiyalı, arkadaşlarına uyarılar yaparak savunmayı toplayan adam. Fiziğini de etkili kullanan, nizami şarjları iyi bilen Franco, ilk müdahalelerde ‘uzman’. Sezgileri sayesinde kademelerde ortalama üstü. Gerçi ortalamanın altında çok özelliği olmadığını ‘modern’ tanımlamasından anlamak gerekirdi... Franco’nun ayrıca savaşçı ruhuyla zaman zaman forvetlere illallah dedirtecek sertliğe çıkması önemli. Bileği gibi, kendisi de yumuşak oyunculardan değil. “Çok ağır yaaa!” Gelelim Beşiktaş ile anıldığı günden beri en çok eleştirilen yanlarına... “Boyu kısa hava toplarında kötü” ya da “Hızlı, atletik değil yerleri onu Türkiye’de”... Kısmen doğru bu ama çok eksik. Evet 1.83 kısa. 1.83’lük bir oyuncuya göre daha hızlı olmasını da beklersiniz... Ancak Franco muhteşem bir sıçrama yeteneğine sahip. ‘Kısa boyu’ ile bu sıçrama yeteneğini ve en önemlisi zamanlamasını birleştirince sorun azalıyor. Özellikle karşıdan gelen toplarda sorun yaşamıyor, topun ineceği yerde tam zamanında beliriyor. Yan toplar ise daha büyük bir baş ağrısı. Karşıdan gelen toplara göre pozisyon almak daha kolay çünkü. Çalışarak bu açık da azalır ama sıfırlanmaz. Hücumda ise Swansea’li Michu gibi toptan gözünü almaması, sıçraması ve zamanlamasının ekmeğini gollerle yiyor sıkça. Zaten Türkiye’de oyuncuların fundemental sorunları olması ve zamanlaması iyi oyuncu sayısının az olması bu eksiğin etkisini azaltır. Ayrıca Sivok gibi bir ‘kule’ de var, iyi bir görev paylaşımı ile minimum hasarla atlatılır bu sorun. Hız ve çeviklik konusu da 2. sorun... Franco bahsedildiği gibi ‘hızlı’ bir oyuncu değil. Ancak Türkiye ve hatta dünya standartlarında ‘ağır’ oyuncu da değil. Kimse Beşiktaş’ın Escude gibi ‘kağnı’ transfer ettiğini sanmasın. Hızdan çok ilk adım ve hızlanma sorunu var. Ancak yakın mücadelelerde fiziğini iyi kullanarak rakibi yavaşlatmayı biliyor. Bu sorun LuaLua gibi oyuncularla açık alanda yakalandığında patlak verebilir. Ancak futbol takım oyunu ve takım içinde bunu çözmenin birçok farklı çözümü var. Zira her takımda stoperlerden biri Galatasaraylı Dany değil, kabul edelim. Beşiktaş için doğru tercih mi? Türkiye Pedro Franco’yu bu kadar övdükten sonra geriye tek bir soru kaldı, Beşiktaş için doğru tercih mi? Görüldüğü gibi Franco’yu çok beğenen biriyim. Ancak bu soruya cevabım şu an için olumsuz. Zira Beşiktaş’ın büyük bir bek ve ön libero krizi var. Ne ön bölgede Veli ve Necip, ne de iki kanattaki bekler Sivok-Franco tandemi için ideal görüntü sergilemiyor. Kağıt üstünde ortalama olarak ağır olan bu ikilinin, hem kademelere yetişmesi, hem de Türk futbolunun ve Beşiktaş kadrosunun yapısı itibariyle yenilecek bol miktarda kontrayı kovalaması zor geliyor bana... HF # 87 Ancak dediğim gibi bu şimdilik bir sorun. Kademe yapmayı bilen, zor çalım yiyen bir sol bek ve Mavuba örneğindeki gibi çevik, nereye yetişmesi gerektiğini bilen bir ön libero ile bu dertler minimuma inebilir. Bu iki transferin sonunda Beşiktaş tandemi, topla çok rahat, baskıyı rahatlıkla aşan, pozisyon almayı bilen, savaşan ‘ideal’ bir görüntü sergileyecektir. Fakat iki transferin gelmediğini varsaydığımızda, Franco yerine uçana kaçana yetişebilecek ama daha sakar ve daha dağınık bir oyuncu bile daha ideal tercih olabilirdi... Çooook uzattığım lafın kısasına gelince, fiziksel zaaflarına rağmen çok özel bir oyuncu Pedro Franco. İyi kurgulanmış bir takımın içinde büyük bir yıldız etkisi yapabilecek, ancak kötü kurgulanmış bir kadroda zaafları yüzünden yerin dibine sokabilecek bir isim. Eğer Slaven Bilic-Önder Özen ikilisi doğru takviyeleri yaparsa Franco’nun kısa süre içinde Avrupa’nın ikinci grup takımlarına kendini önemli bir karla atacağına eminim. Aksi halde ise Önder Özen için önemli bir güven kaybı ve gelecekteki benzeri ‘Portovari’ hamlelerin engeli de olabilir. Gönül ülkede düzeni değiştirebilecek adamın yanında... Bi’ saniyede değişir dünya, Vodafone Süper İnternet’le yakala! 10 MB 3 ABONE SUPER10 100 MB 9 3636 ABONE SUPER100 3636 Paketler vergiler dahil aylık 10 MB/3 TL, 100 MB/9 TL, 250 MB/12 TL, 500 MB/17 TL, 1 GB/21 TL’dir. 250 MB, 500 MB, 1 GB kampanyalı fiyatları 31.03.2013’e kadar geçerlidir. Bu kampanyadan tüm aboneler yararlanabilir. İlgili paketlerde kotaya ulaşıldığında dönem sonuna kadar internet erişimi kesilir. İnternet erişimini kesmek için bağlantı hızı 1 Kbps’ye düşer. İnternet erişimine devam etmek için ek paket satın alınması gerekir. Bilgi: www.vodafone.com.tr Ayrıntılı bilgi için: Vodafone Cep Merkezleri | vodafone.com.tr | forum.vodafone.com.tr | facebook.com / VodafoneTR | twitter.com/ VodafoneTR | 444 0 542 İlker Yılmaz Tantuniye altın yakışırdı Gittim, Gezdim, Gördüm Futbol ligleri sona erdiğinde kısa bir tatilin ardından bizi kucağına Konfederasyonlar Kupası ve U20 Dünya Kupası aldı ama arka planda kalan Akdeniz Oyunları’nda U19 Milli Takımımız da final oynayıp gümüş madalya kazandı. Bu kez de finali yerinde, Mersin’de izleyip yazdık. HF # 87 Memleketin devlet büyükleri spor hakkında konuşmaya başladıkları andan itibaren ‘olimpiyat’ kelimesi illaki paragrafın bir köşesinde bulunuyor. Mersin’de ise bu yaz Akdeniz Olimpiyat’ı vardı. U-19 Milli Takımımız da olimpiyat oyunlarında sahneye çıktı, Fas’la finale kaldı. Hayatım Futbol bu kez Mersin’de finali yerinde izledi. Türkiye’nin en sıcak şehirlerinden birindeyiz. Akdeniz Olimpiyat’ı biraz bahane kaldı, tam 1 hafta anlamaya çalıştık Mersin’i. 1 hafta sonunda çıkan sonuç gereğinden fazla büyük olduğu. Evet, Mersin büyük ama bu kadar büyük olmasına da pek gerek yokmuş esasında. Mersin’in en büyük ulaşım ağı minibüsler. Kalacağımız otele nasıl gideceğimizi soruyoruz, minibüse binin diyorlar. Gündüz vakti Mersin’de taksiye rastlamak zor. Pek kullanılmıyor, ancak minibüsler azalınca gece ortaya çıkıyorlar. Kısa, uzun mesafe fark etmiyor, 20 dakikalık yürüyüş yolunu bile Mersinliler minibüsle aşındırıyor. Malum hava sıcaklığı. Minibüse biniyoruz, şoföre gideceğimiz yeri söyleyip bizi orada indirmesini rica ediyoruz, ‘tamam’ diyor. Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz… Duraklar geliyor geçiyor, yolcular iniyor biniyor biz hala gidiyoruz. Durakların hiçbirinde isim yazmıyor, nereye geldiğimizi, nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Şoför de hiç konuşmuyor, insan ‘Marinada inecek kalmasın’ demesini bekliyor, nafile. Bi’ sorayım diyorum nereye gidiyoruz. Mersin sıcak, minibüs sıcak, vücutta ter artık durmuyor, damla damla aşağıya iniyor ve şoför, ‘Abi niye hatırlatmadın, geçtik orayı’ diyor. Elimle alnımdaki teri silip minibüsten iniyorum. Sahil yolundayız, neyse ki çok geçmemişiz, yürüyoruz. Sahil yolu özenle düzenlenmiş. Burada dolaşmak büyük keyif. 15 dakika sonra ulaşıyoruz kalacağımız yere. Tabi her tarafımız ter… Bir tantuni, açık olsun Gittim, Gezdim, Gördüm Kaldığımız yer şehir merkezine uzak değil (Aslında şehir merkezi de neresi aslında tam çözemedik. Dedik ya Mersin gereğinden fazla büyük). Burada ne yenir? Tabi ki tantuni. Şehri bilenlere soruyoruz ne nerededir, nasıl gidilir. Twitter’dan arkadaş Erdem diyor ki ‘Abi Memoş’a gidin, en güzel tantuni orada yenir.’ Nasıl gidileceğini öğrenip koyuluyoruz yola. Yine Minibüse biniyoruz, yine şoföre ineceğimiz yerde haber vermesini söylüyoruz, o da ‘tamam’ diyor. Gidiyoruz, gidiyoruz, gidiyoruz… İlk gün yaşadığımız sahnenin aynısı. Bi’ sorayım diyorum nereye gidiyoruz. Cevap değişmiyor, ‘Abi niye hatırlatmadın, geçtik orayı’… Mersin sıcak, minibüs sıcak, bu sefer ben de biraz sıcağım. Ters çıkıyorum, paramı geri alıyorum ve caddenin karşısına geçip tekrar minibüse biniyorum. Ve bu sefer doğru yerde indiriliyoruz! HF # 87 Hayatı boyunca hiç tantuni yemeyen ben, aslında Mersin’i beklemişim gibi. Birçok kez niyetlenmiş, ‘şurada bi’ denesek mi’ demiş ama hiç girmemiştim. İlk yiyeceğim tantuniyi anlatılana göre Mersin’in en güzel yerinde yiyeceğim. Tevfik Sırrı Gür Stadı’nda indiğimiz minibüsten sora sora Memoş’u buluyoruz. Dükkânın tamamı dolu. Zaten ufak da bir yer. Buranın sahibi başka yere şube açmamış, yıllardır aynı dükkânda tantunilerini yapıyor. Özel bir dekorasyonu ve lokasyonu yok. Dükkânını öğlen 15.00’te kapatıp gidiyor. Bazı özel günlerde, özel misafirler söz konusu olunca komple halka kapatıyor. Son derece mütevazı bir yer. Tantuni ise iki şekilde satılıyor. 1-Açık, 2-Somun. Açık, bildiğimiz dürüm. Somun da bildiğimiz yarım ekmek. Karın doyurmak için somun, keyif yapmak için açık yeniyor. Tüyoyu almışız, dürüm diyip hiçbir şeyden habersiz davranmıyor ‘bir açık’ diyoruz. Mersin’de her yemek yediğimiz yerde ortaya salata getiriliyor. Burada da önce salata geliyor, ardından tantuniler. Bir açık kesmiyor tabi bizi (Bir açık yiyip kalkanı da görmedim zaten). Arkadaşla ikinciyi söylüyor, 4 açık + 2 kolaya 35 lira hesap verip kalkıyoruz mekândan. O gün Tevfik Sırrı Gür Stadı’na takılmıyoruz, ne de olsa finali izleyeceğiz. Yaktın bizi sıcak Gittim, Gezdim, Gördüm Final günü gelip çatıyor. Hayatım Futbol’a da katkıları bulunan Hasan Doğan’la buluşuyoruz. Mersin’i ve Mersin’in futbola bakışını biraz da ondan dinliyoruz. Açıkçası Mersin futbolla yatıp kalkan bir şehir değil. Mersin İdman Yurdu’na ilgi de çok değil. Sahil yolunda Fenerbahçe Meydanı, Beşiktaş Meydanı, Galatasaray Meydanı bulunuyor. Mersin İdman Yurdu Meydanı ise bunların hepsinden sonra yapılıyor. Mersin İdman Yurdu’nun uzun yıllarını alt liglerde geçirmesi burada futbolun bir heyecan merkezi yaratmamasına bağlanabilir. 1. Lig’de Nurullah Sağlam’la yakalanan birçoklarının beklemediği başarı ve sonrasındaki 2 sezonluk Süper Lig macerası futbola olan ilgiyi doğal olarak arttırdı ama kulüp bilindiği gibi bu sezon tekrar 1. Lig’in yolunu tuttu. Mersin’de olimpiyat oyunları için yeni yapılan stadyumun futbola olan cazibeyi arttırması en büyük dileğimiz. HF # 87 Maç saati gelince Hasan’la ayrılıyor, tribünümüze doğru gidiyoruz. Tevfik Sırrı Gür Stadı’nın bakımlı ve güzel bir stat olduğunu söylemek zor. Ama kesinlikle tasarımı iyi ve iyi maç izletiyor. Ön tarafta basın ve VIP olmak üzere iki, diğer tribünlerde de birer giriş kapısı var. Stadın en kötü tarafı burası. Yetersiz giriş-çıkış nedeniyle yoğunluk çok fazla. Koca kale arkasının 1 girişi, 1 büfesi ve 1 tuvaleti bulunuyor. Üstelik bunların da hepsi 40 metre karelik bir alanda! Maç saat 22.00’de başlamasına rağmen sıcaklık ve nem insanları bunaltıyor. Sahada ise futbol hiç keyif vermiyor. Daha önce izleyenlerin ‘Patrice Evra’ya benzettiği Fas’ın sol beki Mohamed Cheikhi’de gözlerimiz. Türkiye’de ise revaçta olan isim Recep Niyaz ama pek etkili olduğu söylenemez. Leverkusen’de forma giyen Okan Aydın sağ kanada geçince Mohamed Cheikhi’nin foyası ortaya çıkardı. 20 dakikada Okan, Faslı rakibini paspas yapıyor, Cheikhi de 33. dakikada zaten oyundan alınıyordu. Daha ilk dakikada geriye düşen millilerimiz kornerden gelen golle beraberliği Abdulkerim’le yakalamış, Okan’ın sağ kanattaki iyi oyununun getirdiği rüzgârla da galibiyet golünü atarak ilk yarıyı önde kapatmıştı. Sıcağın da etkisiyle tam bir ızdırap olan ikinci yarıda ise herkes bitse de gitsek moduna girmişken Ennafati maça beraberliği getirdi ve karşılaşmada uzadı. Penaltılarda gülen taraf ise Fas oldu ve biz gümüş madalya ile yetindik. Finalden geriye ise Recep Niyaz’ın daha çok fırın ekmek yemesi gerektiği, Okan Aydın’ın bilekleri, topa hâkimiyeti ve sahada süzülüşü, Fas’ın liberodan farksız kalecisi Benachour ve 7 numarası Ennafati kaldı. Sıcağı, nemi, tadı damağımızda kalan tantunisi, marinası ve sonraki senelerde nasıl kullanılacağı olimpiyat oyunları için yapılan yepyeni tesisleri de Mersin’de bıraktık. Emre Çelik Akbaba Beşlisi Nostalji Real Madrid denince akla Di Stefano’dan başlayarak Ronaldo’ya kadar uzanan her 10 yılda bir kurulan uzay takımları gelir. Fakat hiçbir takım, kulübün öz evlatları La quinta de el Buitre gibi olamayacaktır... HF # 87 Dikta İspanyası’nın başında bulunan Franco, 1950’lerin başında Atletico Madrid’i devre dışı bırakıp tüm desteğini Real Madrid’e yöneltmesiyle birlikte Real Madrid, 1953/54 sezonundan itibaren öyle bir hakimiyet kurdu ki, Franco 1975’te ölene kadar oynanan 22 sezonun 14’ünde La Liga’yı zirvede bitirmeyi başardı. Post-Franco döneminde demokrasiye geçişin ilk sancılarından Real Madrid çok da etkilenmese de 1980/81’den itibaren başlayan Real Sociedad hegemonyası, Real Madrid’in 2 sene boyunca zirveden uzak kalmasına sebep olur. Real Madrid, 1982/83 sezonuna ise öyle bir başlangıç yaptı ki daha ilk 10 haftada alınan 3 mağlubiyet ve 1 beraberlik, daha ligin başında şampiyonluk hasretinin 3 sezona çıkacak, yani 1953’ten bu yana ilk defa bu kadar uzun sürecektir. Daha da kötüsü, Real Madrid, UEFA Kupası’nda daha 1. Tur’da Sparta Prag’a direnemeyerek turnuvaya veda eder. Kısacası İspanya’nın devi Aralık ayı gelmeden amaçsız bir takım hüviyetine bürünmüştür. Madrid’in küçük kardeşi Castilla’nin Liga Segunda’ya yaptığı başlangıç ise Madridistaların odağının Liga Segunda’ya kaydırır. Zaten o takımdan çıkacak efsanevi bir nesil Real Madrid’e reçete olacak, nesil hakkında yazılan tek bir yazı ise hem Real Madrid’in talihi ve tarihi değiştirecek, hem de Spor Basını Literatürü’ne geçecektir. Tarihi değiştiren yazı “Real Madrid’in rutin oyununu izlemekten nefret eder hale gelmiştim. Ben de altyapı maçlarını izlemeye başladım. Yazı ise kendi kendine ortaya çıktı” diyor Julio Iglesias, neden Castilla’yı izlemeye başladığı hakkında. Elbette sebebinin de sezonun ilk 10 haftalık periyodu değil, birkaç senedir devam eden, Real Madrid’in izleyenlere ıstırap çektiren futbolu olduğunu söylemekten de kaçınmıyor. “Euro 84’e katılıp finale kadar yükselecektik belki ama o dönem İspanyol futbolu gerçekten kötüydü. Hücum organizasyonu değil hücum yoktu. Savunma da aynı şekilde. Hem İspanyol takımları hem de İspanya Milli Takımı çok yavaş bir futbol oynuyordu” diyen Iglesias, Castilla’nın o dönem İspanyollar dışında herkes tarafından takip edildiğini de ekliyor. Nostalji “Arjantin’den El Graphico, Buenos Aires’te düzenlenen bir turnuvada en iyi üç oyuncudan biri olarak Rafael Martin Vazquez’i gösterdi. Biz de merak ettik. Yaklaşık 1 hafta Vazquez’in alt yapıda hangi kategoride olduğunu araştırdık. Ardından AS’tan Alfredo Relano ile izlediğimiz bir maçta Vazquez’in kim olduğunu bilmememize rağmen ‘İşte bu çocuk’ dedim. Relano da ‘Evet kesin bu. Her iki ayağını da kullanabilen, topu tam bir orta saha gibi taşıyan, saf bir oyuncu izliyoruz şu an.’ demişti.” sözleriyle anlatıyor Akbaba Beşlisi’nden Rafael Vazquez ile nasıl tanıştıklarını. Akbaba Beşlisi’nin Real Madrid’de en uzun süre top koşturan Manolo Sanchis’in hikâyesini ise Julio Iglesias şöyle anlatıyor: “Bir gün Castilla maçını izliyordum. Tribünde 7 kişiydik. Maçı izleyenlerden birisi de piposunu tüttüren Paco Gento’ydu. Maçın başlamasından çok uzun süre geçmeden ‘Babası’ndan çok daha iyi oynuyor’ dedim. ‘Evet tartışmasız babasından iyiydi.’ dedi Gento. Haklıydı da.” HF # 87 Manolo Sanchis ve Rafael Vazquez’in yanı sıra Michel, Miquel Pardeza ve Emlio Butragueno gibi genç yıldızlardan oluşan, yetenek olarak ilk bakışta takımın geri kalanından ayrılan oyuncuların forma giydiği Castilla’nın dikkat çekici performansı, Julio Iglesias’a o meşhur yazıyı yazdırır: Amancio y la quinta del Buitre. Castilla’nın başarısında en büyük pay sahibi olan Emilio Butragueno güzellemesi ile başlayan yazıda Julio Cesar Iglesias, Sezar’ın hakkını Sezar’a verir ve Butragueno’nun sıyrılmasında büyük pay sahibi 4’lüyü de Rafael Vazquez, Michel, Manolo Sanchiz ve Miguel Pardeza’yı - uzun uzun över. Yazının sonunda da bu 5’linin 10’ar dakika süreden başlayarak artık takıma adapte olması gerektiğini, hatta 3-4 maç oynamalarının şart olduğunu yazar. “Belki şampiyonluk gidecek ama bu sayede...’ Yaşlı don Alfredo, tekrar Di Stefano oldu’ diyeceklerdir” cümlesiyle Real Madrid’in reçetesini de yazar. Amancio’nun adı başlıkta geçse de yazı boyunca Amancio hakkında pek bir şey yoktur. Julio Iglesias ise bu konu hakkında “Evet. Benim gazeteye gönderdiğim yazının orijinal başlığı da ‘La quinta de el Buitre’ idi ama editörlerden birisi, kim olduğunu hatırlamıyorum, oyuncuların henüz bilinmediği için yazının okunmayacağını düşünmüş ve Amancio’yu da işin içine dâhil ederek ilgi çekmeyi amaçlamış. İşe de yaradı” diyerek ufak da bir pazarlama oyunuyla Real Madrid’in tarihiyle oynadığını anlatır. 14 Kasım 1983’te El Pais’te yazılan yazı ses getirmeyi başarır. Hatta beklenenden de çok okunmuştur ki Real Madrid Teknik Direktörü Alfredo Stefano’ya ciddi ciddi Castilla’daki bu ekibi takıma alması yönünde bir baskı da başlamıştır. Nitekim bu eleştiriler meyvesini de verir. 3 Aralık 1983’te Liga Segunda’nın ilk iki sırasını paylaşan Castilla ve Bilbao Athletic maçını izlemeye gelen Madridistalar, İspanyol futboluna dair bir rekora imza atar. Castilla, doğrudan çekiştiği Bilbao Athletic’i Santiago Bernabeu’da ağırlarken; o gün, alt ligde oynanan bu karşılaşmayı izlemeye tam 80 bin kişi gelmiştir. El Buitre, o maç hakkında yıllar sonra “Bir daha hiçbir zaman o kadar fazla taraftar gidip Segunda maçı izlemedi. Madridistaların gelecek adına büyük bir heyecan duyduğu muhteşem bir andı” diyecektir. Aynı hafta sonu Akbaba Beşlisi’nden iki kişi, Martin Vazquez ve Manolo Sanchis, 4 Aralık’ta Murcia ile deplasmanda oynanan maçın ilk 11’inde yer alır. Hatta bu ikili Alfredo Stefano’yu da ipten alır. Henüz 18 yaşında olan ikili, muhteşem bir performans sergilerken; Sanchis, 82. dakikada attığı golle Real Madrid’e galibiyeti getiren isim olur. 31 Aralık’ta oynanan Espanyol maçının son 7 dakikasında Di Stefano, oyuna Angel Pardeza’yı sokarak üçüncü ismi de takımla tanıştırır. Fakat asıl şov çete başının gelişi olacaktır. Nostalji Çetenin başı gelince… HF # 87 Emilio Butragueno’nun 5 Şubat’ta oynanan Cadiz deplasmanına götürüleceği kendisine bildirilir. Oynayacağına o kadar emindir ki babasına bilet bile alır Butragueno. Fakat maça kulübede başlar. Belki de Butragueno’nun kulübede başlaması, onun La Liga ile tanışmasını daha da efsaneleştirecektir çünkü Real Madrid ilk yarıyı şok bir skorla, 2-0 geride kapatır. Butragueno, yıllar sonra devrede Di Stefano’nun kendisine “Ufaklık, ısınmaya başla” dediğini belirtir ve devam eder: “Isınırken aklımdan birçok şey geçti. Bunda o maçta antrenörün bizimle birlikte deplasmana gelmemesinin de rolü var. Düşünsenize, bugün böyle bir şey olduğunu... Ama benim için çok önemli bir maç olacağını o anda biliyordum çünkü gelecekte Real Madrid’de oynayıp oynamama ihtimalim o 45 dakikaya bağlıydı. O maç olmasaydı şu an Butragueno olmam imkânsızdı.” Her ne kadar kalbinin normalden çok hızlı bir biçimde attığını hâlâ unutamadığını hâlâ anlatsa da 20 yaşındaki El Buitre, oyuna girer girmez bu heyecanı arkasında bırakır. Önce 60’ta golünü atarak farkı bire indirir, ardından da 88’de Gallego’ya yaptığı asistle eşitliğin sağlanmasında büyük rol oynar. Lâkin henüz bitmemiştir. 89’da bir kez daha çıkan Emilio Butragueno, Cadiz kalecisi Cedrun’u avlayarak hem Real Madrid’in 3-2 kazanmasını sağlar hem de deyim yerindeyse “Açılın, ben geldim!” demiştir. O sezon takıma katılmayan tek isim Michel olur ki o da Liga Adelante’nin tozunu alarak Castilla’yı şampiyonluğa taşır. Castilla, prosedür gereği Real Madrid’in La Liga’da olmasından dolayı yükselemez ama Michel Nostalji arkasına pek de bakmayacaktır. Çünkü devir, Akbaba Beşlisi’nindir artık. HF # 87 1984/85 sezonu başladığında Michel’in de takıma katılmasına rağmen “Akbaba Beşlisi” yine de tamamlanamamıştır. Sebep ise Miguel Pardeza’nın, bir önceki sezon oynadığı 3 maçta teknik ekibi tatmin etmemesi, bundan dolayı da tekrar Castilla’ya gönderilmesidir. Santillana’nın partneri görevi için takıma katılan Jorge “el filósofo” Valdano ve El Buitre, Pardeza’nın önü tamamen tıkar. Geri kalan dörtlü ise öyle bir performans ortaya koyar ki her biri sanki 15 senedir bu takımdadır. Butragueno, artık kariyerinin sonuna yaklaşan Vicente del Bosque’den takım liderliğini alırken; Michel, Manolo Sanchez ve Martin Vazquez de saha içi liderliğinde El Buitre’ye yardım eder. Hatta o denli bir yardımdır ki, 81/82 sezonunda elde edilen Copa del Rey şampiyonluğu bir kenara konulursa Real Madrid, UEFA Kupası’nı kazanarak uzun süreden sonra tekrar büyük bir sevinci tatmıştır. UEFA Kupası zaferini bu denli özel yapan bir başka faktör de uzun yıllar kupa hasretinin yanı sıra elbette Anderlecht ile oynanan son 16 eşleşmesi olur. Belçika’da oynanan ilk maçı Real Madrid, sürpriz bir şekilde 3-0 gibi ağır bir skorla kaybetse de rövanş bambaşka olacak, Real Madrid muazzam bir dönüşe imza atacaktır. Juanito’nun yokluğuna rağmen Butragueno sahneye çıkar ve attığı 3 golle 6-1’lik galibiyette başı çeken isim olur. Dahası Valdano’nun 2 golünün de asisti El Buitre’dendir. Maçın en kritik golü ise hiç şüphesiz ikinci dakikada Akbaba Beşlisi’nin bir diğer elemanı Manolo Sanchis’ten gelir. Kısacası 6 golün 5’inde Akbaba Beşlisi’nin parmağı vardır. Yarı finalde ise Real Madrid, Giuseppe Meazza’da 2-0 yenildiği Inter’i Santiago Bernabeu’da Michel’in 1, Santillana’nın 2 golüyle Inter’i 3-0 mağlup ederek finale çıkar; finalde de Videoton’u toplamda 3-1 alt ederek kupayı müzesine götürür. Beşlinin dördü sahnede Akbaba Beşlisi, hatta bir başka adıyla geri dönüşlerin takımı, 1985/86’da ise 4 oyuncusuyla yoluna dolu dizgin devam eder. Bu sefer Pardeza tamamen kopar Real Madrid’den. Hugo Sanchez’in de transferiyle Zaragoza’ya kiralanır ki 2 sezon sonra da komple Zaragoza’nın yolunu tutacaktır. Kalan sağlar ise hem Real Madrid’in 5 sezonluk La Liga şampiyonluğu hasretine son verir hem de Borussia Mönchengladbach karşısında muhteşem bir geri dönüşe daha imza atarak [ilk maç: 5-1 (deplasman) | ikinci maç 4-0 (iç saha)] geleneği sürdürür ve UEFA Kupası’nı üst üste ikinci kez kazanma başarısı gösterir. İspanya futbol tarihinin Jordi Alba öncesi en hücumcu sol beki Rafael Gordillo, Kaptan Santillana, ileride Real Madrid’i yakacak olan dâhi Jorge Valdano, taklacı Hugo Sanchez ve elbette la quinta del Buitre’den oluşan Real Madrid, o sezon bir tek Copa del Rey’i kazanamaz ki yarı finalde Real Madrid’in ipini çeken isim Real Zaragoza formasıyla Miguel Pardeza olacaktır. Ertesi gün gazetelerin spor sayfaları Pardeza’nın gecesi yazarken, finale yükselen taraf Zaragoza olur. Yine de El Buitre ve çetesi, sezonu arkada bırakarak yükselişlerine son sürat devam eder. O denli ki Real Madrid; 86/87, 87/88, 89/90 sezonlarını da hem de birkaç rekorla birlikte şampiyon tamamlar. 87/88’de iç sahada 18 maç üst üste kazanan Real Madrid, aynı zamanda o dönemde 2 puanlı sistemdeki puan rekorlarını da kırar. Fakat bu yıllar bir bakıma hem la quinta del Buitre için hem de Real Madrid için zirve olur. yedinci Şampiyonlar Ligi zaferinin hâyalinin önüne geçen takım ilk olarak Guus Hiddink’in çalıştırdığı PSV olacaktır. Santiago Bernabeu’da oynanan ilk maç 1-1 sona erer. Özellikle maç 1-1 devam ederken Michel’in bir serbest vuruşunu Van Breukelen muazzan bir şekilde çıkartmıştır. İspanyol futbol literatüründe “Eindhoven’da Kara Gece” olarak geçen ikinci maç ise Real Madrid ve La quinta del Buitre adına tam bir fiyaskodur. Emilio Butragueno’nun kafa vuruşunu savunma tam çizginin üzerinden çıkarır. Aslına bakarsanız, bu çizgiden çıkan top ve Hugo Sanchez’in son dakikalarda kaleci Van Breukelen’e takılan röveşatası dışında Real Madrid’in ciddi bir pozisyonu da yoktur. İşin ses getiren yönü ise sadece İspanya’da değil, Avrupa’da da yenilmez olarak görülen Akbaba Beşlisi, kariyerinin en büyük yarasını almıştır. Butragueno, o maç hakkında “Herkes Madrid’in sıradışı bir ekip olduğunu düşünüyordu. İşin aslı da teknik olarak muhteşem oyunculardan oluşuyorduk. Fakat 10 sene içerisinde kimse bunu hatırlamayacak. Taraftarlar sadece Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanıp kazanamamamıza bakacak. Maalesef, tarihin yargı biçimi bizimkiyle aynı değil” derken La quinta del Buitre’nin en büyük hayal kırıklığının PSV maçı olduğunu açıkça ortaya koyacaktır. Nostalji Sona doğru… HF # 87 PSV Eindhoven maçı bir bakıma la quinta del Buitre için kırılma anıdır gerçekten. Real Madrid La Liga şampiyonluğunu korumaya başlasa da bir sonraki sezon Şampiyon Kulüpler Kupası Yarı Finali’nde Arrigo Sacchi’nin Milan’ı, 5-0’lık rövanş maçıyla resmen ipi çekecektir. Dahası, bir önceki sezon Real Sociedad ile oynanan maçta tribünlerden kafasına şişe atılan Michel de takımdan ayrılmak istediğini ve Milan ile anlaştığını açıklar. Zaten bu sebeple de sezonun son maçında daha devre arası olmadan gözdağı amaçlı oyundan çıkarılacaktır. Bu transfer belki hiç bir aman gerçekleşmez ama Akbaba Beşlisi resmen çöküş dönemine geçmiştir. 1989/90’da elde edilen 107 gollü La Liga şampiyonluğu ile belki ilk defa La Liga tarihinde 5 kez üst üste zirvede kalarak ileride de kırılamayacak bir rekora imza atılacaktır lâkin son, Cruyff’un da rüya takımı ile birlikte başlamıştır. Takribi 4 sene La Liga’yı Barcelona’nın süpürmesinin yanı sıra la quinta del Buitre de yaprak dökecektir. İlk giden 1990/91 sezonunun başında Torino’ya giden Rafael Martin Vazquez olur. Her ne kadar 92’de gelip 3 sezon daha kalacak olsa bile, Hagi transferinden dolayı yönetime küser ve takımdan ayrılma kararı alır. Real Madrid ise 4 başarısız sezonun ardından 1994/95’te, la quinta del Buitre’nin bir dönem saha içindeki en büyük yardımcısı Jorge Valdano’nun yönetiminde tekrar şampiyon olur ama El Buitre, sadece 8 maç oynadığı sezonun ardından tadında bırakarak 33 yaşında Meksika’nın yolunu tutar. 1996’da ise Michel, belki de 8 yıl gecikmeli olarak önce 2 gol attığı maçta gözyaşlarıyla Santiago Bernabeu’ya Nostalji HF # 87 veda eder. Fakat kendisine yapılan tekliflerden gidip Meksika ekibi Celaya’nınkini seçer; çünkü El Buitre de oradadır. La quinta del Buitre’den 1995’in ardından takımda tek kalan isim olan Manolo Sanchis’in ise ayrılmak gibi bir lüksü yoktur nitekim Akbaba Beşlisi’nin kazanamadığı tek kupa olan Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu onu beklemektedir. Kaptan, 1997/98 sezonunda 33 yaşında olmasına rağmen 90 dakika sahada kalarak takımının Juventus’u yenip kupaya ulaşmasında pay sahibi olur. 2000’de Valencia ile oynanan finalde ise artık dönemi geçmiştir ki son 10 dakika la quinta del Buitre’nin hatrına oyuna alındığını da kabul edecektir. Yine de yılların acısını çıkarır ikinci kupayla. 2000/01’de rüya takımla 5 kez daha La Liga’da forma giyerek arenadan çekilir. Kısacası la quinta’dan Real Madrid’e yükselen ilk isim, aralarında Real Madrid dışında başka bir takımın formasını giymeyen tek isim olarak son vedayı yapar. “Biz takıma girdiğimizde Real Madrid ve taraftarları büyük bir karamsarlık havasına bürünmüştü. 4 yıldır takım kupa kazanamıyordu. Biz gerçekten özeldik. Birçok genç ismi geride bırakmamızın yanı sıra kendi jenerasyonumuzda da zirveye ulaştık. İspanya tarihinde de böyle bir şey yok.” Butragueno, nam-ı diğer Akbaba, bu sözleri sarf ederken haksız da sayılmaz. Fakat Akbaba Beşlisi’nin efsaneleşmesini sağlayan aslında Orfeo Suarez’in dediği üzere “Demokrasiye geçiş sürecinde ortaya çıkıp klişe futbolcuların aksine karakterde olmamaları. Butragueno ve Garcia Marquez, ekonomi; Pardeza ise edebiyat mezunuydu. Sanchis, birçok kez Del Bosque başta olmak üzere takım arkadaşlarını ve teknik ekibi de davet eden tam bir opera tutkunuydu. Michel ise her konuda bilgi sahibi, fakat muhteşem bir dinleyiciydi” sözleriydi. Real Madrid altyapısının 100 yılda bir yetiştirip as takıma servis etmeyi başardığı bu sıra dışı çocuklar, hem krizdeki Real Madrid’i ipten alarak kulüp tarihine altın harflerle geçti, hem de İspanyol futbolunun klişelerini yıkmayı başardı. Üstelik çıtayı yükselttiği seviye ile Cruyff’un Rüya Takımı’nın ortaya çıkmasını zorunlu kılarak İspanya futbolunun bugünlerdeki başarısında bile dolaylı bile olsa rol oynamayı başardı. Varol Döken BU OYUNU BOZALIM! Maç Bahane SAAT 02.34 HF # 87 Bazı kelimeleri içinde tutamazsın, bazı kelimeleri de uyku tutmaz. 2 Temmuz’u 3 Temmuz’a (2013) bağlayan gecenin 02.34’ünde yataktan fırlayıp klavye başına geçmem ne kadar tesadüf bilmiyorum, yazdıklarım ne kadar doğru ne kadar yanlış olacak bilmiyorum ama bu saatte kalkıp bana ne ya demeden yatıyorsam orada başka bir şey var onu biliyorum. Bu derginin adı Hayatım Futbol, bu köşenin adı Maç Bahane, ben de buradaki yazılarıma aynen şu satırlarla başladım: ‘‘Hayatım futbol falan değil benim. Kale ağlarına sağlı sollu kanat akınları yerine balık ağlarına lüfer akınını, box- to-box orta sahası yerine kadeh to kadeh rakı masasını tercih ederim. Ancak hayatım futbol olmasa da bir maçın en keyifli, en muhabbetli nerede izlenileceğini bilirim.’’ Söylemek istediğim futbolun çok derinine, inine, köşesine girmeden-en yalın haliyle sevdiğim, tuttuğum takım Fenerbahçe dahil-o kaleden bu kaleye giden topun tesadüfiliği dışında gelişen hiçbir planını sevmediğimdi. Futbol öyle geniş kitlelere sesleniyordu ki, şu fikriyatımla bana da bir yer açıldı; oturduk burada 30’dan fazla yazı yazdık, maç başlama düdüğünü kadehin kadehe vurma anına bağladık. Çok güzel insanlar tanıdık, tanımaya da devam ediyoruz. Ama bu sefer bir sofra başında, bir kadeh yanından, bir mekân kenarından yazmıyorum. Sebebim başka. Sebebim; aralıksız tam 1 aydır, uyumazken hayatıma, uyurken rüyalarıma giren Gezi Parkı olayları. Futbol özelinde de bu olayların tribüne yansıması. Olmaz denilen oldu! Bu işleri enine boyuna incelemesi zordur, derin bilgi, sosyoloji (Salih bi yardım et), tecrübe gerektirir. Benim elimde işin insani boyutundan fazlası yok açıkçası ama bu köşede futbola madem hep oradan baktım, bilmediğim konuda ahkam kesmekten uzak durdum, yine karınca misali oradan bakarım, bilmediğim konuda yapacağım yanlıştan şimdiden özür diler, bildiğim konudan da geri adım atmam. Bak arkadaş! Bu ülkede şu son 1 ayda olan biteni bahis sitelerine koysan, desen ki bir Galatasaraylı boynunda Fenerbahçe kaşkoluyla Kadıköy’de, bir Fenerbahçeli üstünde formasıyla Çarşı’da alkış alacak, omuzlara alınacak, bire milyon, milyar, katrilyon verilirdi. Taraftarlık açısından öyle güzel, öyle sıcak, öyle samimi günlerdi ilk günler. 12 Numara, Tekyumruk, Papazın Çayırı, Çarşı ve bunun gibi benim izleyebildiğim oluşumlar birbiri ardına kol kola çağrısı yaptı, karşılığını aldı, bir destan yazdı. Ama ne zaman UEFA cezaları geldi, sezon yaklaştı, bu çağrılar havada, benim gibi artık bu iş değişir diyenlerin de boynu bükük kaldı. Olaylar daha şimdiden yine taraf tutmak eksenine kaydı. 3 Temmuz’da neredeydiniz diyenlerin sayısı artmaya başladı. Maç Bahane 3 Temmuz’da neredeydim? HF # 87 Önce bir kendimi silkeleyeyim. 3 Temmuz’da sokakta değildim. Hem sokağa çıkma maceram Gezi Parkı’yla başladığı için, hem de 31 Mayıs’ta yaşadığım haksızlık duygusunu 3 Temmuz’da hissetmediğim için. Şimdi buraya kadar okuyan birçok Fenerbahçeli küfrü basıp okumayı bırakır eminim. Bu kadar sabretmişler, birkaç paragraf daha dayansınlar anlatayım. Lüzumu var mı emin değilim ama bazen satırlar yazanın kimliğine göre anlam kazanır, yazalım (daha önce bilenler kusura bakmasın). Fenerbahçeliliğim dededen miras, lafta değil, Manchester City-Fenerbahçe maçının plağını bırakmış kendisi bana. Üstünde çok düşündüğüm bir kimlik de değil bu, babamız sevmiş, babaannemiz sevmiş, dedemiz miras etmiş biz de öpüp başımızın üstüne koymuşuz. Tribün çocuğu değilim ya da büyüdüğüm tribünler Şükrü Saraçoğlu değil, Abdi İpekçi tribünleri, daha çok basket maçına gittim yani. Kombine geçmişim de 4 sene öncesine dayanır, tam ısınmışken Aziz Yıldırım’ın istifa edeceğini sandığım konuşmasında Rüştü’yü suçlamasıyla soğumuş ve kombineyi bırakmıştım. Sene başında Kadıköy’e taşındım, Allah biliyor ya, benim bile bilmediğim kadar büyük bir sevgi fışkırdı içimden, kombinesiz kaldığıma pişman oldum, Yiğit Yılmaz’a da söz verdim, sezon bitiminde hemen kombine alacaktım. Ancak nasıl 3 Temmuz’da Aziz Yıldırım’ın samimiyetine ve tamamen suçsuz olduğuna zerre inanamadıysam bu süreçte de Fenerbahçe’nin ses etmeyen futbolcusundan yöneticisinden öyle soğudum ki ne yapacağımı bilemiyorum şimdi… 3 Temmuz ve sonra yaşanan süreçte çok derin olmasa da konuyu elbette takip ettim. ‘‘En temizim diyenden daha temizim’’den daha mantıklı bir açıklama duyamadığım için hislerimin doğru olduğunu telakki ettim. Sonra da Gezi Parkı Direnişi’nde Aziz Yıldırım’ıonun uğrunda gaz yiyen adamlar, bu sefer, çevre, adalet, insanlık, özgürlük yolunda gaz yerken-Nusret Et Lokantası’nda görünce yanılmadığımı anladım, vicdanım rahat etti. Ancak bakıyorum ki hâlâ bir destek çağrıları, hâlâ bir başkan yalnız değil çabaları, yazık… Üstelik sadece Aziz Yıldırım da değil, Orman’ından Aysal’ına, Hacıosmanoğlu’ndan Cavcav’ına bir tane delikanlı adam çıkıp da şu tabloya bir şey diyemiyorsa, orada anla ki senin güzelliğinden, samimiyetinden, karşılıksız sevginden başka bir şey var arkadaş. Çıkarın olduğu yerde gerçek olmaz, bunu bir kenara koy. Unutma! Maç Bahane Sanırım özetle şunu demeye çalışıyorum, bizim aramızda bir fark yok, bu farkı baştakiler pompalıyor, biz de önce kendimiz yiyor sonra birbirimizi yiyoruz. Çatışmanın olmadığı yerde kazanç olmuyor işte gör artık bunu, senin çatışmanla puro yakanlara izin verme. Ha tam olarak ne istiyorum ondan da emin değilim, daha doğrusu benim istediğim bu satırlarda kaybolur. (bütün ilişkileri ve kurumları düzeltilip, düzenlenmedikçe futbol toptan yasaklansın bu ülkede derim mesela beni bıraksanız) HF # 87 Yine de bir başlangıç olarak 31 Mayıs’ta, 1Haziran’da, 8, 15 Haziran’da kol kola omuz omuza kardeşçe söylediğimiz şarkıların, verdiğimiz sözlerin unutulmamasını, ilk maçın ilk başlama düdüğüyle sanal olanın, yalan olanın, şişirilme olanının cazibesine kapılılmamasını istiyorum. Efsane dediğin baş tacı ettiğin, uğruna en basitinden sesini feda ettiğin Rıdvan Dilmenleri, Hakan Şükürleri bir daha düşün istiyorum. Sen gaz yerken, sen acı çekerken, sen özgürlük diye haykırırken, bir destek mesajını çok görenleri unutma istiyorum. Aynı şekilde benim görebildiğim kadarıyla ne olursa olsun unutmadığını gösteren; Gökhan Gönül, Selçuk Şahin, Burak Yılmaz, Selçuk İnan, Yekta Kurtuluş, Cenk Akyol (unuttuğum varsa kusura bakmasın) gibiler de unutulmasın istiyorum. Yanlış anlaşılmasın, tarafsız kalan veya ben söylesem ne fayda diyenler de olabilir normaldir. Benim bahsettiğim, onbinlerce takipçisi olup twitter’ı aktif bir şekilde kullanan veya bu konudaki görüşleri ister istemez milyonlar tarafından merak edilenlerdir. Benimle aynı şekilde düşünmüyor diye karşı bir yaptırımım da yok, sadece sevginizi, karşılıksız sevginizi bir daha gözden geçirin diyorum. Maç Bahane Yaşasın tribün kardeşliği! HF # 87 Sen dün bir anlığına kol kola girdiğin ama yarın ilk futbol maçında yine hırlaşmaya hazır olduğun kardeşinle ayrı düşerken, muktedir olan, iktidar olan, güç, para, şöhret sahibi olan adam yine yanında olmayacak. Sen o kardeşinin elini bırakıp yine puan tabloları, şampiyonluk sayıları peşinde koşarken, onlar Çeşme’de Reina’da orada burada başka şeyler peşinde koşacak. Senin Galatasaraylı, Beşiktaşlı, Trabzonlu, Bursalı, Eskişehirli, Antalyalı kardeşinden başka bir şeyin yok ama onların var. Ben de diyorum ki bunu onların elinden al. Aranıza bir daha girmesine izin verme. Sen yine takımını tut, sevin, gül, ağla ama bu yüzden bir daha sırf başka takımı tutuyor diye bir adama küfretme, sırf biri feda dedi diye cebindeki son harçlığı elletme. Aranızda 2 sokak, 2 ev, 2 pencere öteden başka hiçbir şey yok, bunu gör, daha doğrusu bunu bir kere gördün, unutma artık. En büyük paydası senin olduğun bu oyundan gereksiz pay alanların oyununu boz artık. Futbol forumlarına davet İçimden geçen, elimden gelen başlangıç çağrım budur tüm taraftarlara, tribünlere. Nasılını sonra hep birlikte konuşuruz. Bunun için başlangıç olarak parklarda ayrıca futbol forumları oluşturulması gerektiğini, karşı çıktığımız şeylerin en büyük destekçilerinden birinin mevcut endüstriyel futbol düzeni olduğunu düşünüyorum. Pek matah bir yazı olmadı ama samimiyetle başladık öyle bitirelim. Galatasaraylısından Diyarbakırsporlusuna tüm futbolsever kardeşlerimi saygıyla selamlar, sevgiyle kucaklarım. Not: Futbol forumları oluşturulursa ilk gündem maddelerinden biri Beşiktaş’ın Şükrü Saraçoğlu’na gelmesi olsun.
Benzer belgeler
HF150 - Hayatım Futbol
yönelikti ama Liverpool’un kötü futbol
ekonomisi yönetimi saha içindeki eksik
hamlelerle bir araya gelince ortaya büyük bir
fiyasko çıktı. Kırmızılar hamle üzerine hamle
yapan, kadrosunu hem gençle...
Beşiktaş - Galatasaray Roma - Lazio Man City
alan Roma’nın siyasi ve dini motifleri kullanan
diktatörcü kökleriyle birlikte elbette farklı bir
yola girmesi beklenmiyordu. Keza kuruluşunda
Roma’ya katılmayı reddeden ve onlara
muhalif tutumları...