Sayı 36 Ekim 2011 - ATAUM
Transkript
Sayı 36 Ekim 2011 - ATAUM
ATAUM e-bülten Avrupa Gündemi... Yıl 3 - Sayı 36 Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi EYLÜL 2011 Değişen Ekonomik Roller Euro'ya BRICS Tuğlası Küresel ekonomik kriz sürecinde yaşanan birçok “ilk”e bir yenisi daha ekleniyor. Bir zamanlar IMF’den mali destek alan Brezilya’nın şimdi IMF aracılığıyla Avrupa’ya mali destek vereceğini, muhtemelen en “kâhin” ekonomistler bile tahmin edemezdi. ABD ve Avrupa’daki krizler karşısında dünyada finansal istikrarı korumak ve “gelişmiş” ülkelerin ekonomisini canlandırmak, “gelişmekte olan” ülkelere düştü. 16 Haziran 2009’da Rusya’nın Yekaterinburg şehrinde toplanarak ilk zirvelerini gerçekleştiren BRIC grubu, Nisan 2011’de Güney Afrika’nın da katılımıyla BRICS’e dönüştü. Başlangıçta herhangi bir siyasi örgütlenme veya ticaret birliğine doğru yol alması öngörülmeyen BRICS, artık küresel sistemde daha etkin bir rol oynamak istiyor. KÜRESEL EKONOMİDE ROLLER DEĞİŞİYOR Esra AKGEMCİ Küresel ekonomide yeni bir güç merkezi haline gelen BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika), Euro Bölgesi’ne borç kriziyle mücadelede yardım etmeye hazırlanıyor. 22 Eylül’de Washington’da bir araya gelen BRICS Ülkeleri Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları, Avrupa’da yaşanan borç kriziyle mücadeleye destek vermek amacıyla gerektiğinde IMF veya diğer uluslararası finansal kuruluşlarına destek sağlayabileceklerini açıkladılar. Fakat bir de şartları var: IMF’de daha fazla söz hakkı! (devamı 3.sayfada) Özgür Dawit Seçimin Gör Dediği Artık Balkanlaş-ma Şeyl Gazın Var, Derdin Var Begüm İMAN sayfa 4-5 Mühdan SAĞLAM sayfa 8-9 Ebru SÜLEYMAN sayfa 10 Görkem ÖZİZMİRLİ sayfa 15 Portre: Joseph Fouché Regata Storica Ana Dilime Dokunma 'İşkenceli, Misketli' Savunma Sanayi Fuarı Nazlı AKGÜN sayfa 16-17 Aylin AYDI sayfa 21 Recep Ersel ERGE sayfa 12-13 Esra DERE sayfa 14 üyelik ve diğer talepleriniz için [email protected] 2 Norveç'te Breivik Sonrası Alev YILDIRIM EYLÜL 2011 ATAUM e-bülten Norveç'te Breivik Sonrası Alev YILDIRIM 22 Temmuz’da, Norveç’te Anders Behring Breivik’in yaptığı tek kişilik eylem, Norveç tarihindeki en büyük, Avrupa’nınsa son yıllarda gördüğü en büyük terörist eylem olarak tarihe geçti. Olay hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Bunlar genel olarak Breivik’in akıl sağlığı yerinde olmayan bir “kaçık” ya da eylemlerini tek başına gerçekleştiren bir "cani" olmasına odaklanmıştı. Kimileri bunu İslamafobi ile, kimileriyse Avrupa’da büyüyen yabancı düşmanlığıyla ilişkilendirdi. Fakat göz ardı edilen önemli bir nokta vardı ki, Utøya adasında hedeflenen Norveçli sosyal demokratlardı. Sol ve solun Breivik haliydi. Breivik kendisini faşist ya da neonazi olarak tanımlamaktan kesinlikle uzak durdu; onun yerine farklı kavramlar tercih ederek kendi terimlerini yaratmaya kalkıştı. “Sol”dan anlaşılan ne Marksizm, ne sosyalizm ne de sosyal demokrasiydi bu anlamda; sol, Breivik’e göre, bugün Avrupa’yı sarmakta olan bir uzlaşma biçimiydi. Farklılıklarla bir arada yaşama isteğiydi. Çokkültürlülüktü. Breivik’in yazdığı bin 516 sayfalık manifestoyu okurken ve yaptığı 12 dakikalık videoyu izlerken düşünmeden edemiyor insan: Kendisini neonazi, ırkçı veya faşist olarak adlandırmak isteyeceklere sıkı sıkı tembihlerde bulunan ve bu tanımlamaları kesinkes reddeden bu adamın anlattığı şeylerin aşırı sağdan farkı ne? Neden neo-nazi olarak adlandırılmaktan imtinayla kaçınıyor ve artık bayatlamış medeniyet çatışması teorisine sığınıyor? Breivik’in öte yandan, manifestosunda titizlikle yeniden inşa etmeye çalıştığı bir dizi terim öne çıkıyor: Çok kültürlülük (multi-culti) ve kültürel Marksizm. Oysaki bütün bun lar, bu gün Av ru pa Birliği’nin sıklıkla dile getirdiği “Avrupa değerleri” söylemiyle öylesine bağlantılı ki, bu noktada Breivik’in bunları tamamen farklı bir açıdan değerlendirmesi oldukça düşündürücü. Bu değerler, hepimizin bildiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşen ve bugün “Avrupa kültürü” olarak da sıklıkla referans verilen değerler ve kesin bir biçimde ırkçılığa karşıtlığı vurguluyor. Savaş sonrası dönemde de Avrupa’da “ırkçılık” ve “faşizm” tamamen olumsuz anlamda kul- lanılmaya başladı ve sosyal demokrasi, dönemin iki kutuplu sisteminin de etkisiyle güçlendi. Avrupa’da komünizmin zayıfladı, demokrasiyle uyum içerisinde reformist politikalar öneren sosyal demokrasiyle sosyalizm ise güçlendi. Bir anlamda içselleşen bu “Avrupa değerleri”, sosyal demokrasinin içselleştirilmesiyle bağlantılı. Öte yandan Breivik, “kültür” e ayrı bir vurgu yaparak bahsedilen “Avrupa değerleri” ve sosyal demokrasiyi bu politikalarla özdeşleştiriyor ve sola olan karşıtlığını buradan kurguluyor: Kültürel Marksizm yabancılarla uzlaşmamıza neden oldu ve kültürümüzü dönüştürerek bizden olmayanları içimize kattı. Ardından da bütün sağ mitlerde kendisini gösterdiği üzere bir Altın Çağ tanımlaması yapılıyor ve bu Altın Çağa olan özlem belirtiliyor. Kimliğini elbette Hristiyanlık üzerinden inşa eden Breivik, Tapınak Şövalyeleri’nin dünyayı Müslümanlardan koruduğu bu döneme olan özlemini anlatırken adeta bir bilgisayar oyunu izlenimi veriyor: Oldukça fantastik ve tuhaf. Öte yandan ürkütücü olan nokta şu ki, Breivik’in yöneldiği nokta düşmanı değil, aksine, işbirlikçiler. Kültür, tam da işbirlikçilerin yeniden inşa ettiği bir biçem alarak karşımıza çıkıyor: Farklılıklarla bir arada, özgürlükçü, haklardan yana; ki bu haklar teoride herkesi kapsıyor. Salt millete, salt dine dayanan kültür tanımlaması anlamını yitirmiş durumda. “Faşist” kelimesi küfür olarak addedilir olmuş, Breivik için bile. Eğer sol biçim değiştirmiş ve devrim fikrinden reformizme yönelmişse, sağ neden değişerek solun söylemleriyle tanımlanmasın? Tam da bu noktada sağ söylemde bir yumuşama gerçekleştiriliyor: Irk yerine kültür, ulus ve millet yerine “Avrupa kültürü”. Kendi manifestosunu anadili dışında bir dilde, İngilizce dilinde yazan Breivik, “işbirlikçi ve beyni yıkanan gençler” olan kendi ırkdaşlarını gözünü bile kırpmadan katledebiliyor ve bunu kültürünü korumak için yaptığını iddia edebiliyor. Breivik’in eylemi ve eylemini dayandırdığı manifestosu, kafaları oldukça karıştırmış durumda. Eylemin kime ve neye yönelik yapıldığı bile halen tartışma konusu olsa da, hedefte yeniden tanımlanan “sol” ve birtakım “değer”ler olduğu üzerinde mutabık olunan bir nokta. Manifestosunda “saldırmaya karar verdiğinizde, yeterli olandan çok daha fazlasını öldürmelisiniz; aksi taktirde, eylemin beklenen ideolojik etkisini azaltırsınız” diyen Breivik’in ideolojisini anlamakta yarar var. Tabii, klasik aşırı sağ ideolojilerden ayrıştırıcı nokta olan “ırkçılığın reddi”ne dikkat kesilerek. Breivik, bin 516 sayfalık manifestosuna öncelikle kendisini tanıtarak başlıyor. Kendisiyle yaptığı 60 sayfalık röportajla birlikte politik dayanaklarını ve bu görüşlerin nasıl şekillendiğini ayrıntılarıyla anlatıyor ve paramiliter bir organizasyon nasıl oluşturulur, hangi silahlar kullanılmalıdır, taktiksel planlama ve lojistik nasıl sağlanmalıdır vb. konularda ayrıntılı bilgiler ve “tavsiyeler” veriyor. Ayrıca, başarılı bir terörist saldırı sonucunda mahkemede söylenilmesi gerekenler bile belirtiliyor. Hedef “kültürel Marksistler” ve bu hedef doğrultusunda savaşacak şövalyeler için tasarladığı şeref madalyaları bile manifestoda verilmiş durumda. Bu noktada, hedefte Müslümanlar ya da göçmenler yok; doğrudan, onların Avrupa’ya gelişini kolaylaştıran veya hakla- rını savunan “işbirlikçiler” hedef gösteriliyor. Bu işbirlikçi grubunaysa, bugün liberal sol diye tanımlayabileceğimiz ve çok kültürlülüğü, farklılıklarla bir arada yaşamayı, feminizmi, göçmenleri savunabilecek bütün gruplar dahil edilebilir. “Kültürel Marksizim” terimiyle yeniden tanımlanan sol ile birlikte, savunulan ideoloji de yeniden tanımlanarak “ırkçı” yaftalaması reddediliyor ve neonazi, faşist ve ırkçılar, “Kültürel Muhafazakârlar” olarak adlandırılarak dışarıda bırakılıyor. Gerçekleştirilen ve gerçekleştirilecek olan terörist eylemler meşru bir zemine dayandırılıyor: “Hak arama” iddiası. Devlet tarafından Breivik gibi düşünenlere gerçekleştirilen “baskı”, biraz da komplo teorisi sosu katılarak, hakkını arayan insanların hayati çıkarlarını savunma mücadelesine dönüşüyor. Breivik’in karşı çıktığı kültür, tam da onu yetiştiren kültür olmasıyla dikkat çekiyor. Bugünün Avrupasını şekillendiren ve İkinci Dünya Savaşı sonrası meydana gelen sosyal hareketlerin bir yansıması olan bu hayat biçimi, çok kültürlülüğün yanı sıra birçok politik terimin yeniden tanımlandığı bir “kültür” inşa etti ve bu yaşam biçimi, radikal solun parlamenter demokrasiyle uzlaşmasıyla olumlu birçok özellik kazandı. İnsan hakları, ırkçılık karşıtlığı, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi değerlerle tüketim toplumuna yeni bir “sosyal demokrasi” boyutu katan bu anlayış, Breivik’i oldukça rahatsız etmiş durumda. İşin korkutucu yanıysa, Avrupa’daki göçmen karşıtlığının sıradan bir söylem hale gelmenin yanı sıra, “teorik” bir temele, bir manifestoya dayandırılması ve hepsinden öte, solu hedef alması. ATAUM EYLÜL 2011 e-bülten Euro'ya BRICS Tuğlası Esra AKGEMCİ 3 BRICS ülkeleri neyi temsil ediyor? Esra AKGEMCİ Uluslararası yatırım bankası Goldman Sachs’dan Jim O’Neill, 2001’de hazırladığı bir raporda, 2050’ye kadar Brezilya, Rusya, Çin ve Hindistan’ın dünya ekonomisinin en önemli aktörleri haline geleceğini savunmuştu. “Building Better Global Economic BRICs” adını taşıyan bu rapor, BRIC terimiyle hem bu dört ülkenin baş harflerini sıralıyor hem de bir kelime oyunu yaparak İngilizcede tuğla anlamına gelen “brick” kelimesine gönderme yapıyordu. Bu “tuğlalarla” yeni bir ekonomik blok kurulacak ve küresel ekonomik güç G-7 ülkelerinden giderek gelişmekte olan ülkelere kayacaktı. Rapor çok ses getirdi ve dünyanın en hızlı gelişen ekonomilerinden oluşan BRIC ülkeleri, giderek daha fazla gündeme gelmeye ve hep bu kısaltmayla anılmaya başladı. Kimilerine göreyse bu dört ülkeyi işbirliği yapmaları için teşvik eden esas olarak önemli adımlar atıyorlar. KiRusya Devlet Başkanı Vladi- mi zaman Meksika, Güney mir Putin’di. Nihayet 16 Ha- Kore, Suudi Arabistan, Katar, ziran 2009’da BRIC ülkeleri li- Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikderleri Rusya’nın Yekaterin- leri ve Türkiye de, gelecekte burg şehrinde toplanarak ilk bu gruba katılması muhtezirvelerini gerçekleştirdiler mel ülkeler arasında sıralave çok kutuplu, eşitlikçi ve de- nıyor. mokratik bir dünya düzeni- Oysa BRICS ülkelerini bir nin kurulması için çağrıda bu- araya getiren ve bir arada tulundular. 2010 Ağustos’tan tan nedenler sadece ekonoitibarense, siyasi bir organi- mik temelli değil. Bugün zasyon kurulması için resmi BRICS ülkelerinin söz konusu süreç başlatıldı ve gruba Gü- işbirliğinden beklentileri, ney Afrika da davet edildi. Ni- dünya ticaretinden iklim desan 2011’de Güney Afrika’ ğişikliklerine kadar birçok konın da katılımıyla BRIC, nuda gelişmekte olan ülkeler BRICS’e dönüştü. Goldman için ortak bir duruş sağlamak Sachs’ın raporunda BRIC ül- ve sadece ekonomide değil kelerinin herhangi bir siyasi aynı zamanda siyasette de örgütlenme veya ticaret birli- “Batı” karşısında bir denge ğine doğru yol alması öngö- unsuru oluşturmak. Son olarülmüyordu. Ne var ki, bu- rak 14 Nisan 2011’de Çin’in gün gelinen noktada dünya- Sanya kentinde düzenlenen nın gelişmekte olan en bü- BRICS Zirvesinde, finansal yük ekonomilerinden oluşan krizden ve kriz sonrası küreve küresel sistemde daha et- sel ekonomide yaşanan denkin bir rol oynamak isteyen gesizliklerden doların egeBRICS ülkeleri, siyasi bir ya- menliğindeki mevcut para pılanma içine girmek için sistemi sorumlu tutuldu ve dolar yerine IMF’nin ödeme birimi olan SDR (Special Drawing Right-Özel Çekme Hakkı) benzeri geniş tabanlı uluslararası bir rezerv para birimi kullanılması çağrısında bulunuldu. Zirvede, beş BRICS ülkesinin kalkınma bankasının ABD Doları yerine kendi para birimleriyle karşılıklı kredi hatları kurması konusunda da anlaşılarak önemli bir adım atıldı. Bunun yanı sıra BRICS ülkeleri dünya siyasetinde de ortak tavır alarak güçlü bir konum sağlamış durumda. Örneğin, BM Güvenlik Konseyi’nin Libya müdahalesine zemin hazırlayan 1973 sayılı karara karşı Konseyin daimi üyeleri Çin ve Rusya ile geçici üyeler Brezilya ve Hindistan çekimser oy kullanmıştı. Libya’ya müdahaleyi desteklemeyen BRICS ülkeleri, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un ifadesiyle “Suriye’de Libya senaryosunun tekrarlanmasına” da karşı çıkıyor. Avrupa kaygılandırıyor IMF ve Dünya Bankası’nın Ekim’deki Sonbahar Yıllık Toplantıları öncesinde Washington’da bir araya gelen BRICS maliye bakanlarının gündeminde, Avrupa’ya nasıl yardım edilebileceği vardı. Euro cinsi tahvil alımını artırmak ve zor durumdaki Avrupa ülkelerine doğrudan destek vermek gibi birçok olasılığı tartışan BRICS temsilcileri, doğrudan destek yerine uluslararası toplumun birlikte hareket ederek hızlı ve kararlı adımlar atabileceğini dile getirdiler. Bu adımların tartışılması için en doğru platformun da G-20 olduğunu vurgulayarak, G-20 liderlerine çağrıda bulundular. Nitekim, gelişmiş ülkelerde büyüyen ekonomik kriz, gelişmekte olan ekonomilerin kaygısını artırmaya devam ediyor ve hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerin bir arada bulunduğu G-20, Euro kriziyle mücadelede harekete geçmek için en doğru adres olarak beliriyor. En iyi ihracat pazarları olması nedeniyle Avrupa’daki krize büyük du- yarlılık gösteren BRICS ülkeleri, Euro Bölgesi’ndeki krizin ileride gelişmekte olan ekonomileri de içine çekebilecek küresel krizlere yol açabileceğinden korkuyor. Çin’in merkez bankası olan Halk Bankası Başkanı Zhou Xiaochuan, BRICS ülkelerinin dünya ekonomisinin istikrarının artırılmasına katkıda bulunmak için kendi durumlarına göre karar vererek üye ülkeler arasındaki işbirliğini yoğunlaştırması gerektiğini vurguladı: “2009’ da Londra’da yapılan G-20 Zirvesi’ne katılan ülkeler, finans krizi tarafından ağır biçimde vurulan ülkelerin zorlukların üstesinden gelmesi için IMF’ye sermaye artırma konusunda fikir birliğine varmıştı. Bu yıl sonbahar yıllık toplantısında üye ülkeler, bu gündemi tekrar ele almalılar.” BRICS’in Avrupa’ya destek için uluslararası finans kurumlarına nasıl ya da ne kadar finansman sağlayacağı henüz belli değil. Fakat Washington’daki toplantıdan önce Brezilya hüküme- tin den ba zı kay nak lar, Brezilya’nın BRICS ülkelerini Avrupa’ya 70 milyar dolarlık yardım etmek için ikna etmeye çalışacağını, eğer bu gerçekleşmezse tek başına IMF’ ye 10 milyar dolarlık kaynak teklif edeceğini söylemişti. Bununla birlikte BRICS ülkelerinin Avrupa’daki finansal krize karşı kolektif yardım yapması gibi bir seçenek çok da olası görünmüyor. Zira toplam rezervleri 4 trilyon doları bulan BRICS ülkeleri, Avrupa’ya yardım yapabilecek yeterlilikte döviz rezervine sahip olsa da, BRICS blokunun hepsi Avrupa’ya yardımda gönüllü değil. Rusya Maliye Bakan Yardımcısı Sergei Storchak, şu aşamada BRICS ülkelerinin Euro Bölgesi’ne ortak yardım sağlamalarının imkânsız ve gereksiz olduğu görüşünde: “Biz ‘yardım’ ya da ‘destek’ gibi kelimelerin kullanılmasından kaçınıyoruz. Bu konuyu hem Avrupa ülkeleriyle, hem de BRICS ülkeleri içinde tartışacağız.” Storchak, zaten bu tarz bir yardım için hiçbir BRICS ülkesinde böyle bir mekanizma olmadığını ve her üye devletin farklı karar alma süreçleri olduğunu vurguluyor. Hindistan ise içeride yoksulluğun azaltılması için çok fazla kaynak talebi varken, Avrupa’ya yardım için uluslararası kurumlara para aktarmanın doğru olmadığını düşünüyor. Bu durumda IMF’ye yapılacak katkının bazı şartlara bağlı olması bekleniyor. BRICS ülkeleri IMF’ye aktaracakları kaynak karşılığında, IMF’deki söz haklarını artırmak istiyor. IMF’ye üye ülkelerin oy kotalarının değerlendirilmesi Ocak 2014’te yapılacak. BRICS ülkeleri şimdiden Avrupa ’nın ağırlıklı olarak söz sahibi olduğu kurumda, “fonun meşruiyeti ve verimliliği açısından” karar mekanizmalarında daha etkin olabilmek, bunun için de daha çok oy hakkına sahip olmak istiyor. Görünen o ki, BRICS önümüzdeki günlerde küresel ekonomide ve özellikle Euro Bölgesi’ndeki krizde önemli bir aktör olarak daha çok karşımıza çıkacak. 4 Özgür Dawit Begüm İMAN ATAUM EYLÜL 2011 e-bülten Özgür Dawit Begüm İMAN “Bize Dawit Isaak’ı gösterin! Nerede olduğunu söyleyin ve onu gözlerimizle görmemize, Dawit’in bir doktor tarafından muayene edilmesine ve ailesiyle görüşmesine müsaade edin. Kendini savunmasını ve yetkililerin onu dış dünyaya tamamen kapalı ve son derece katı bir tecritle hapiste tutmasının yerinde olup olmadığının araştırıl- masını sağlayın.” Bu düşünce ve ifadeler, Eritre Yüksek Mahkemesi’ne sunulan yaklaşık yetmiş sayfalık bir dilekçeden alındı. Söz konusu dilekçe, 2001’den beri usulü- ne uygun herhangi bir yargılama olmaksızın Eritre’de hapiste tutulan ve İsveç vatandaşı da olan Dawit Isaak için yapılan ilk resmi talep olma özelliğine sahip. ‘Özgürce yazmayı seçti, özgürlüğünü kaybetti’ Gazeteci, yazar ve senarist Dawit Isaak, 27 Ekim 1964’ te Eritre’de doğdu. Uzun ve kanlı bir bağımsızlık savaşının ardından Eritre Devleti bağımsız ilan edildiğinde 29 yaşında olan Isaak, 1987’de İsveç’e mülteci olarak sığındı ve orada temizlikçilik yaparak yaşamaya başladı. 1992’ de de İsveç vatandaşı oldu. Eritre bağımsızlığını kazandıktan sonra ülkesine geri dönen, evlenen ve çocuk sahibi olan Isaak, sonunda muhabir olarak işe başladığı Eritre’nin ilk bağımsız gazetesi “Setit”in sahiplerinden biri oldu. Ancak, 1998’de Eritre’nin bağımsızlığının oldukça kırılgan olduğunu gösteren yıkıcı bir sınır savaşına dönüşecek çatışmaların tekrar patlak vermesinin ardından, ailesinin güvenliğini sağlama düşüncesiyle İsveç’ e geri döndü. 2000’de ailesi de Gotenberg’e yerleşen Isaak, bir sene sonra Eritre’ ye tekrar gitti. Isaak ayrılmadan önce İsveç’teki arkadaşlarına gidişini şu sözlerle açıkladı: “Olaylara uzaktan bakmak değil, onların tam da olup bittiği yerde olmak istiyorum. Ben bir gazeteciyim ve işimi yapmalıyım.” Ancak, Isaak’ın gittiği dönemde, Eitre’deki sınır savaşı çok yoğun bir siyasi tartışmaya dönüşmüştü. O sırada, demokratik reform talebinde bulunan 15 kabine üyesi, taleplerinin göz ardı edilmesi üzerine, Mayıs’ta eleştirilerinin yer aldığı PFDJ’ye (Eritre Halkı Kurtuluş Cephesi’nin devamı niteliğindeki Demokrasi ve Adalet için Halk Cephesi) yazılmış açık bir mektubu internette yayınladılar. Basın da bu mektupla ilgili haberlere yer verdi. Ve tam da uluslararası kamuo- yunun bütün dikkatinin ikiz kulelerin enkazına yöneldiği sırada, Eritre hükümeti reformculara büyük bir darbe indirdi. Birkaç gün içinde on beş politikacının on biri, özgür basına öncülük eden on gazeteciyle beraber tutuklandı. Bunların içinde, 23 Eylül 2001’de sabah saatlerinde gözaltına alınan Dawit Isaak da bulunuyordu. İşte Dawit Isaak’ı özgürlüğüne kavuşturma mücadelesi, bu talihsiz olaya dayanıyor. Çünkü o günden beri Etiyopya ajanı ve vatan haini ilan edilen gazeteciler ve siyasiler hakkında ne resmi bir suç iddiasında bulunuldu ne de adil bir yargılama yapıldı. Tutuk lan dı ğı gün den be ri Isaak’ın yaşadığına dair sadece birkaç işaret gündeme geldi. Kasım 2001’de İsveç’ in Asmara’da bulunan o zamanki fahri konsolosu Lis Tru- elsen, Isaak’ı parmaklıkların arkasından şans eseri gördü ve bir-iki kelime konuşma fırsatı buldu. Amerikan bir basın kuruluşu olan Gazetecileri Koruma Komitesi’nin bildirdiğine göre, ardından Nisan 2002’de işkence yaralarının tedavisi için hastaneye götürüldü. Ve 2004’ün yazında, Stockholm’deki Eritre büyükelçisi Araya Desta da İsveç ulusal radyosuna yaptığı açıklamada Dawit Isaak’ın iyi olduğunu söyledi. Yine de bunca zaman, ne Isaak’ın ailesinin, ne İsveçli yetkililerinin ne de uluslararası insan hakları örgütlerinin onu görmesine izin verildi. Üstüne üstlük Eritre otoriteleri, Dawit’in İsveç vatandaşı olduğunu kabul etmiyor ve sadece Eritre vatandaşı olduğundan konunun Eritre’nin içişlerine girdiğini iddia etmeyi sürdürüyordu. ATAUM EYLÜL 2011 e-bülten Özgür Dawit Begüm İMAN 5 Habeas Corpus 4 Temmuz’da İsveçli avukatlar Percy Bratt ve Jesús Alcalá ile Fransız avukat Prisca Orsonneau’nın önderliğinde -yaklaşık 3 bin 600 gün kadar gecikmeyle- yapılan hukuki başvurunun ilk işaret ettiği şey “Habeas Corpus”. Tam karşılığı, “kişinin hukuken yetkili bir mahkeme huzuruna vücuden çıkması”. Söz konusu kurala göre, hukuka aykırı olarak fiziksel sınırlamalara maruz kalan bir kimse meşru müdafaada bu- lunabilir veya cezai takibat yaptırabilir. Bu, sınırlama hukuka uygun olsa bile ölçüsünün aşılması durumunda da geçerli olabiliyor. Kişinin, sebepsiz olarak veya hukuk dışı saiklerle ceza takibine uğraması hâlindeyse, kötü niyetli ceza takibatı nedeniyle tazminat davası açması mümkün. Aslına bakıldığında, Habeas Corpus’un temel hedefi kabaca, on yıl önce Dawit Isaak’ın başına geleni (kimsenin nerede olduğuna dair hesap vermesi söz konusu olmaksızın kişinin ortadan kaybolmasını) engellemek. Kapsamıysa sadece hukuken yetkili bir mahkeme önüne çıkarmak, ne daha azı ne de daha fazlası. Öyle ki, bu hüküm adil bir yargılamayı bile içermiyor. Aslında 1997’de onaylanan geçici Eritre Anayasası’nda da herkesin “kanun önüne çıkarılma emri için mahkemeye dilekçe verme hakkı”na sahip olduğu ifade ediliyor. Da- hası, yukarıda değinilen talepte tartışılan bütün hususlar aslında yıllardır ulusal ve uluslararası hukukta korunan temel tutuklu haklarına gi ri yor. Bu gü ne ka dar Isaak’ın ve diğer tutukluların yaşadıkları yalnızca Eritre Anayasası’na değil, Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı’nın 6., 7., 9. ve 18. maddeleriyle Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 7., 9., 10., 14. ve 19. maddelerine de tamamen aykırı. lomasisi için koskoca bir başarısızlık” olarak görülüyor. Geçtiğimiz ay içinde benzer eleştirilerin önceki Sosyal Demokrat hükümetin Adalet Bakanı Bodström ile Dışişleri Bakanı Eliasson tarafından da dile getirilmesi konuyu yeniden İsveç’in gündemine taşıdı. Eski bakanlar, sessiz diplomasi politikasının sonuç vermediğini ve gazetecinin salıverilmesi gerektiğini tekrarlamaktansa öncelikle Isaak’a bir yasal temsilci atanmasının önemini vurguladı. Hükümetin Isaak’ı görmeyi ve Eritre otoritelerinin Isaak’ı hangi dayanakla yargılama olmaksızın tuttuğunu öğrenmeyi talep edebilmek için “Habeas Corpus” hükmünü içeren dilekçeyi desteklemesi gerektiğiyse, şu an için yaygın kanı gibi görünüyor. Hiçbir sonuç elde edilemediğinin iyice anlaşılması üzerine kamuoyunun beklentisinin arttığı şu günlerde, beklenen diplomatik ve yasal girişimleri yapmayan İsveç Dışişleri Bakanlığı “sükutunu” sürdürürse kişi haklarının en temelinde yer alan Habeas Corpus’un bir parçası olduğu hukukun üstünlüğü ilkesinin katledilmesini “ikrar” etmiş olacak. 'Sessiz' olun, adalet uyuyor Uluslararası Af Örgütü, Isaak’ı siyasi suçlu olarak kabul etti ve acil ve koşulsuz salıverilmesi için hükümete çağrıda bulundu; fakat Eritre diğer benzer çağrı ve talepler gibi bunu da görmezden geldi. Ancak, Isaak’ın özgürlüğüne kavuşmasını isteyenlerin öfkeleri yalnızca Eritre hükümetine yönelmiş değil. Zira Eritreli olmasının yanı sıra Dawit Isaak, “siyasi suçlu olarak tutuklu olan tek İsveç vatandaşı” sıfatını da taşıyor. Son on yıl boyunca, konuya ilişkin olarak “sessiz diplomasi” politikası izleyen İsveç devleti, bu süre zarfında gerekli adımları atmakta yeter- siz kaldığı gerekçesiyle defalarca eleştirildi. Israrla sürdürülen bu “sessizlik”, maalesef Isaak’ın tekrar tutuklanmak üzere üç günlüğüne salıverildiği 2005’ten beri kayda değer hiçbir başarı gösteremedi. Altı yıldır devam etmekte olan acizliğe rağmen hükümet yetkililerinin stratejilerini değiştirmedeki gönülsüzlüğünün devam etmesiyse tam bir hayal kırıklığı olarak değerlendirilegeldi. İsveç Akademisi’nin müdürü Peter Englund’un da ifade ettiği üzere, geçen on yılın ardından, Isaak’ın tutukluluğuna ilişkin olarak izlenen politikalar “İsveç dip- 6 Atina-Almanya Seferi Yeniden Başladı... Christos TEAZIS ATAUM EYLÜL 2011 e-bülten Atina-Almanya Seferi Yeniden Başladı... Christos TEAZIS Yunanistan’da 1950’lı yılların karakteristikleri arasında şu başlıklarda pek çok şarkı vardı: ‘’Atina-Almanya treni’’, ‘’Tatlı anacığım, gidiyorum’’, ‘’Gurbetçi’’, ‘’Gurbet Şarkısı’’, ‘’Amerika’ya gittim’’ vb. Yunanlılar, radyoda, televizyon’da, kâh yüksek sesle kâh fısıldayarak Kazancidis’in gurbetle ilgili şarkılarını söylüyorlardı. O zamanlarda, zor toplumsal koşullardan kaçmaya çalıştıklarından dolayı, ağırlıklı olarak Almanya’ya ve Amerika’ya göç ediyorlardı. Buralarda işçi olarak geçimlerini sağlıyor ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Zira, Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden inşa sürecine girmişti ve kendisine ucuz işgücü gerekiyordu... Amerika’ysa, Yunanlılar için bir fırsatlar ülkesiydi... 2000’lerin sonlarına doğruysa şarkı sözleri şöyle değişiyor: ‘’Parayı yediler’’, ‘’Onlardan bıktım’’, ‘’Pinoc hio’’. Özetle ekonomik kriz bu temaları içeren şarkı sözleri yazdırıyordu Yunanlılara. Ekonomik krizin patlak vermesiyle birlikte, krizin bir başka yüzü ortaya çıkmaya başladı: Beyin göçü. Devlette çalışmak imkânı gittikçe azalıyor, işsizlikse artıyordu. Özel sektörde iş bulmaksa tabii ki ger geçen gün zorlaşıyordu. Bunun farkına veren gençler, iş bulmak için artık Yunanis- tan’da şansları olmadığını anlıyorlar ve dünyanın farklı ülkelerinde iş bulma çabası içine giriyorlar. Bir başka ifadeyle, Yunanistan’da ekonomik krizle birlikte 50’li yıllar adeta yeniden canlandı. Şimdiye kadar, Avrupa Birliği ofisini ziyaret edip CV bırakanların sayısının beş yüz bini bulduğu belirtiliyor. Diğer bir nokta da, on insandan dördünün başka ülkeye gitme niyeti olması. Ülkede yurtdışına gitmek için çözüm arayanların sayısı hiç de az değil. Hatta aralarından bazıları ‘’Ankara’da bizim için iş var mı?’’ diye de soruyor. Söz ettiğim ve kısaca anlatmaya çalıştığım iki göç dalgası arasında nicelik bakımından olmasa da nitelik bakımından büyük fark var. Zira, yakınlarda yaşanan ağırlıklı olarak bir beyin göçüne tekabül ediyor. 50’lı yıllarda göç edenlerin profili işçilerden ibaretti, şimdikilerin profiliyse eğitimli insanlardan oluşuyor. Bu iki göç arasında, benim kanaatime göre, çok temel bir başka fark daha görülmekte: 50’li yıllarda göç edenler, ‘’Biz gurbete gidiyoruz’’ derlerdi ve gitmek kendisini bir zorunluluk olarak hissettiriyordu. Bu şarkı söz- lerine de yansıyordu. Şimdi gidenlerse ‘’Buradan kaçmak istiyorum’’ diyerek Yunanistan’ı terk ediyor. İnsanlarda bir nefret ve infial duygusu oluştu. Kimlere? Esasen siyasetçilere. Yunanistan’ın bu hale gelmesinin sebebi onlar olduğunu düşünüyorlar. İlk göç dalgasında (yani 50’li yıllardakinde), vatan hasreti ağır basarak yirmi otuz sene sonra geri dönenler olmuş. Bu ikinci göç dalgasındakilerden de geri dönenler olacak mı acaba? ATAUM e-bülten İletişim Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara Telefon: 0 (312) 362 07 62 Faks: 0 (312) 320 50 61 Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten E-posta: [email protected] Editör: Erdem DENK Tasarım: Volkan KAYA * Yazılarınızla katkıda bulunmak için [email protected] adresine email atabilirsiniz. * ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir. * Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir. * Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir. Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: B. Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Hermes Ofset Ltd. Şti., Kazım Karabekir Cad. Murat Çarşısı 39/16 İskitler/ANKARA Tel: 0(312) 341 01 97 · Basım Tarihi: 10.10.2011 ATAUM EYLÜL 2011 e-bülten Britanya'nın Gurkha'ları Aysun ÜNAL 7 Britanya'nın Gurkha'ları Aysun ÜNAL Geçtiğimiz ay, Britanya ordusunda büyük ve önemli yere sahip olan Gurkha’ların statüsü sorunu tekrar gündeme geldi. Bu kez tartışılan, Gurkha’lara mülteci statüsü verilmesi. Yaklaşık iki yüzyıldır Büyük Britanya için dünyanın çeşitli yerlerinde savaşan Gurkha savaşçıları, yalnızca iki yıl önce belli kriterleri taşımaları şartıyla Britanya’da yerleşim hakkı elde etmişlerdi; fakat bu son tartışmalar ellerinden bu haklarının alınması anlamına gelmekte. Kim bu Gurkha’lar? Tüm dünyada savaşçı kimlikleriyle tanına Gurkha’lar hakkında söylenen özdeyişlerden birisi onları kısaca şöyle tanımlamaktadır: “Eğer bir insan ölümden korkmuyorum diyorsa ya yalan söylüyordur ya da Gurkha’dır”. 1800’lerde Britanya İmparatorluğu’nun parçası olan Hindistan’ın Nepal’i işgali sıra sın da far kı na var dı ğı Gurka’lar, isimlerini sekizinci yüzyıl Hindu savaşçısı Saint Guru Gorakhanth’dan almakta. Nepalli savaşçılar 1814-1816 arasında yapılan Gurkha Savaşı’nda Britanya Doğu Hindistan Şirketi’nin or- ta Britanya ordusunda Gurkdusuyla savaşmışlar ve bu sa- ha taburu bile kurulmuştu. vaşta İngilizleri ağır yenilgiye Bundan önce de Doğu Hinuğratmışlardı. Gurkha’lar ta- distan Şirketi adına paralı asrafından ağır yenilgiye uğra- kerlik yapan Gurkha’lardan tılan İngilizler, hemen bir ba- 13’ü, 1947’den beri Britanrış anlaşması imzalayarak yalılar için tüm dünyada saGurkha’lara İngiliz ordusun- dık bir biçimde savaştıkları da görev almalarını teklif et- için en yüksek askeri madaltiler. 1947’de Britanya Hin- ya olan Victoria Cross’a layık distan’dan çekildikten ve Ne- görülmüş durumda. pal de Hindistan’dan ayrıl- İkinci Dünya Savaşı’nda 200 dıktan sonra, hukuken aslın- binden fazla Gurkha savaştı da tam anlamıyla bugünkü ve geçtiğimiz 50 yıl içerisinde anlamda paralı bir askerlik- de Hong-Kong, Malezya, Borten bahsedilemese de Gurk- neo, Kıbrıs ve Falkland’da göha’lar tamamen Britanya or- rev aldı. Şu an da halen Irak dusuna entegre edilmiş hat- ve Afganistan’da çeşitli gö- revler almaktalar. Fakat sayıları İkinci Dünya Savaşı’ndan beri hızla azalmakta; nitekim o zamanlar 112 bin civarında olan sayıları şu an 3 bin 500’lerde seyretmekte. Sadece İkinci Dünya Savaşı’ nda yaklaşık 43 bin kayıp verdikleri belirtilmekte. Ana yerleşim alanlarıysa Falkland’daki Shorncliffe yakınlarında; fakat bu topraklar Britanya yönetiminde olmasına rağmen hiçbir Gurkha’nın Britanya vatandaşlığı bulunmamakta. Britanya’daki hukuki statüleri Tony Blair yönetimi öncesine kadar Britanya’da hiçbir hukuki statüleri bulunmayan Gurkha’lara, oturma izni de verilmemekteydi. Blair hükümeti 1997’den sonra emekli olan Gurkha’lara en az dört yıl orduda görev yapmış olmaları şartıyla 2004’te oturma izni verdi. Bu tarih Gurkha Tugay komutanlarının Hong-Kong’dan dönüş zamanlarına rastlamaktaydı fakat Gurkha Adalet Kampanyası bu hakkın diğer Gurkha askerlerine de verilmesi için büyük bir seferberlik başlattı. 2008’de Yüksek Mahkeme bu kararı bozdu ve Gordon Brown Hükümeti 2009’de diğer Gurkha askerlerine de yerleşim hakkı verdi. Bu hakka rağmen savaşçılar kızgındı çünkü verilen hakkın uygulamasında herhangi bir otomatik mekanizma öngörülmemekteydi; bir Gurkha’ya yerleşim izni verilip verilmeyeceği hükümetin tasarrufuna bırakılmıştı. Ayrıca Britanya’ya yerleşmek isteyen Gurkha’ların taşımaları gereken bazı gereklilikler de mevcuttu. Buna göre, örneğin orduda yaptıkları görevden sonra en az üç yıl devamlı olarak Britanya’da bulunmaları, burada çekirdek aileleri bulunması, bir cesaret ödülü almış olmaları zorunluluğu veya görev sırasında ağır bir kronik hastalığa yakalanmış olmaları gerekmekteydi. Gurkha Adalet Kampanyası’nı yürütenler bu Gurkha’lara mülteci statüsü mü verilecek? Gurkha’lara Adalet kampanyasını yürütenler, geçtiğimiz haftalarda bir milletvekilini Gurkha’lara mülteci statüsü verilmesini talep etmesinden dolayı kınadılar ve endişelerini dile getirdiler. Aldershot’tan vekil olan Gerald Howarth, “10 bin Gurkha’nın akın ettiği memleketine ciddi bir yük getiren Gurkha’ları Britanya topraklarına dağıtmayı” önerdi. Gurkha Adalet Kampanyası’nı yürütenlerden Peter Carrol’e göreyse, bu öneri kabul edilemez ve şoke edici nitelikteydi. Henüz 2009’de Britanya’ya yerleşme hakkını elde eden Gurkha’ların bu öneriyle büyük bir hayal kırıklığına uğradıklarını dile getiren Carrol, Başbakan ve Başbakan yardımcısına mektup yazarak Howarth’ın engellenmesini ve “dizginlenmesini” istedi. Aldershot milletvekili Carrol ise BBC radyoya verdiği demeçte kendi seçim bölgesinin bütçesine önemli yük getiren Gurkha’ ların yerel servislerden özellikle sağlık bütçesine çok ağır yükler getirdiklerinin altını çizdi. Özellikle yerel insanlarla Nepalli savaşçıları kıyaslarken yaptığı yorumlarda bu iki toplumun aynı haklardan faydalanmasının İngilizler açısından adil olmadığını dile getirdi ve İngiliz kültürüyle alakasız olan, İngilizce konuşamayan veya İngiliz iklimine alışkın olmayan Gurkha’ların İngiltere’ de yerleşmelerinin yanlış olduğunu savundu. Önümüzdeki günlerde Carrol’un isteklerinin hükümet tarafından nasıl karşılanacağı henüz belirsiz olsa da, on şartları taşıyan yalnızca 100 Gurkha’nın bulunduğunu söylerken hükümet 4 bin 300 civarında Gurkha’nın yerleşim hakkı elde edebileceğini ileri sürmekteydi. Babası da bir Gurkha olan ve bu kampanyanın en büyük savunucularından olan ünlü oyuncu Joanna Lumley, gerek Kraliyet Ailesi gerekse hükümetle istişarelerde bulunup tüm Gurkha’ların bu haktan faydalanması için büyük çaba sarf etti. yıllardır ayrımcılığa uğrayan Gurkha’ların bu açıklamalardan dolayı büyük bir endişe ve kaygı duydukları su götürmez bir gerçek. Yalnızca iki yıl önce büyük zorluklarla kazandıkları yerleşme hakkının ellerinden alınacak olması ihtimali bile büyük bir üzüntü ve karamsarlık nedeni. Ayrıca Carrol’un bu ayrımcı ve etnik temelli bakış açısının son zamanlarda gittikçe yükselen milliyetçi kampanyalara da ilham vereceği şimdiden tahmin edilebilen bir gerçek. 8 Seçimin Gör Dediği... Mühdan SAĞLAM EYLÜL 2011 ATAUM e-bülten Seçimin Gör Dediği… Mühdan SAĞLAM Ocak ayından bu yana ekonomik krizle boğuşan ve bugün iflasın eşiğine gelen Yunanistan’daki yangın, AB ve onun kalbi Almanya’ya da sıçradı. Yunanistan için içinden çıkılması zor bir dönemin adı olan 2011, AB içinse Euro bölgesinin geleceği ve “dostun zor gününde birlik” sınavı olması bakımından ayrı bir önem taşıyor. AB ekonomisinin lokomotif gücü Almanya ve Alman Şansölyesinin bu süreçteki tutumu, tam da bu sebepten gerek ülkesinde gerek uluslararası kamuoyunda gündemin ana maddesi olarak yer alıyor. “Süper Seçim Yılı” olarak nitelendirilen ve bu yılın Şubat ayından bu yana kademe kademe gerçekleştirilen eyalet seçimleri, hem Merkel hem de başında olduğu muhafazakâr-liberal hükümet açısından tehlike çanlarının çal- dığını gösteriyor. 2011 seçimlerini “kader seçimleri” olarak tanımlayan Almanya’ nın “Demir Lady”sinin ve lideri olduğu hükümetin kaderini seçim sonuçları üzerinden okumaksa zor değil… Almanya’nın seçim maratonu 18 Eylül’de Berlin seçimleriyle sonlanan maratona 20 Şubat’ta, Hamburg seçimleriyle başlanmıştı. Hamburg seçimleri, sonuçları bakımından 6 eyalette gerçekleştirilecek seçimlerin önemli bir göstergesiydi. 20 Şubat’taki seçimde Merkel’in Hıristiyan Demokratları adeta duvara tosladı. Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) daha önce sahip olduğu oy oranının neredeyse yarısını kaybetti ve Hamburg eyalet meclisinde sadece 28 sandalye elde edebildi. Öte yandan merkez sağ hükümetin küçük ortağı Hür Demokratlar, oylarını yaklaşık yüzde 2 arttırarak eyalet meclisine girmeyi başarsa da, iktidar bloğu genel olarak bu seçimde başarısız oldu. Hamburg seçimi, Merkel hükümetinin Euro politikasına karşı Alman kamuoyunun duru- şunu gösteren ilk dikkat uyarısıydı. Eyalet seçimlerinin ikincisi 105 sandalyeli Saxony-Anhalt seçimi, Hamburg seçimlerinden 1 ay sonra, 20 Mart’ta gerçekleştirildi. Hükümetin büyük ortağı Hıristiyan Demokratlar seçimden ilk sırada çıkmalarına rağmen Sosyal Demokratlarla kurdukları koalisyondan medet ummaya devam etmek zorunda kaldı. Öte yandan iktidar ortağı Hür Demokratlar yüzde 5’lik seçim barajını aşamadı ve meclis dışında kaldı. Yaklaşık 8 milyon seçmenin bu lun du ğu Baden-Württenberg’teki eyalet seçimlerineyse “nükleer için seçim” sloganı damgasını vurdu. Eyaletteki 58 yıllık Hıristiyan Demokrat hegemonya, seçim sonuçlarıyla sarsıldı. Liderliği kaptırmamış olması- na karşın Merkel’in başında bulunduğu Hıristiyan Demokratlar burada da yüzde 5.2’lik oy kaybı yaşadı. Dışişleri Bakanı Westerwelle’nin Hür Demokrat Partisi (FDP) ise oyların ancak yaklaşık yüzde 5’ini alabildi ve kıl payı meclis eşiğini aştı. Öte yandan hiç kuşkusuz seçimin en başarılı partisi, oylarını iki katına çıkaran ve tüm oyların yüzde 24’ten fazlasını alan Yeşiller Partisi oldu. BadenWürttenberg’te “nükleer için seçime” giden Alman seçmenin Yeşillerin yanında yer alması, iktidarın nükleer yanlısı tutumuna cevabı da ortaya koydu. Baden-Württenberg seçiml er iyl e aynı günde, 27 Mart’ta seçmen bir başka eyalette daha seçim sandığına gitti. Rhineland-Palatine’ de yapılan seçimin galibi bir önceki dönemde olduğu gibi Sosyal Demokrat Parti (SDP) oldu. SDP, yüzde ona yakın bir destek kaybı sergilese de liderliği Hıristiyan Demokratlara kaptırmadı. Öte yandan Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), bu eyalette oylarını yüzde 2.4 arttırırken, Hür Demokratlar hezimete uğradı. Yüzde 10 oranında oy kaybıyla sarsılan Hür Demokrat Parti, burada da eyalet meclisinin dışında kaldı. 22 Mayıs’taki Bremen seçimlerindeyse “şimdi doğru olanı yapma zamanı” sloganını sahiplenen Hıristiyan Demokrat Parti aradığını bulamadı. Merkez sağ kanat, 19 partinin katıldığı seçimden üçüncü parti olarak çıktı. Bu seçimi farklı kılan noktaysa, Batı Almanya tarihinde ilk defa Yeşiller Partisi’nin Hıristiyan Demokratları geçerek ya- ATAUM e-bülten rışı ikincilikle tamamlaması oldu. Seçim lideri SDP ile Yeşiller, 12 yıldır Hıristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar arasında devam eden ortaklığa son verdi, eyalet meclisinde koalisyon kurarak iktidarın sahibi oldu. Hıristiyan Demokratlar, bu seçimde sadece iktidar ortaklığını kaybetmekle kalmadı, temsilci sayısında da düşüş yaşadı. Gelelim Başbakan Merkel’in seçim bölgesi MecklenburgVorpommern eyaletindeki seçimlere… 4 Eylül’de yapı- EYLÜL 2011 lan seçimler, sarı-siyah hükümetin Doğu Almanya’daki durumunu göstermesi bakımından ciddi bir sınavdı. “Şeffaflık ve kararlılık” sloganıyla seçime giren Hıristiyan Demokratlar, seçimde yaklaşık 6 puanlık bir düşüş yaşayarak oyların sadece yüzde 23.1’ni alabildi. Böylece merkez sağ hükümetin büyük ortağının meclisteki temsiliyeti 18 vekille sınırlı kaldı. Merkez sağın diğer temsilcisi Hür Demokratların düş kırıklığıysa çok daha büyük oldu. Yaşadığı oy erozyo- nu yüzde 7’yi bulan FDU, yapılan altı seçimin dördünde meclis dışında kalmış oldu. Yedi eyalette Şubat’tan beri gerçekleştirilen seçimler, Almanya siyasi tarihinin en hareketli dönemlerinden biriydi. Seçim yılı olarak anılan bu süreç, 18 Eylül’de başkent Berlin’deki kritik seçimle son buldu. 2 milyon seçmenin oy kullandığı Berlin seçimlerinin galibi yine SDP oldu. Seçimlerin kaybedeniyse yine Hür Demokratlardı. Bir önceki seçime göre seçmen desteğini ciddi oranda yitiren Seçimin Gör Dediği Mühdan SAĞLAM 9 FDU, yüzde 2’nin altında oy alarak Berlin’de etkisini yitirdi. İktidar bloğunda yer alan parti, böylece başkentte de yüzde 5’lik seçim barajının altında kaldı. Berlin seçimlerinin en dikkat çekici sonucuysa, liberal söylemleriyle dikkat çeken Korsanlar Partisi’nin başarı oldu. Korsanlar Partisi, oyların yaklaşık yüzde 9’unu alarak ilk kez bir eyalet parlamentosunda temsiliyet kazandı. Koalisyonda soğuk duş etkisi Görülen o ki, AB’de yaşanan ekonomik kriz ve domino etkisiyle krizin yayılması, birliğin dinamosu Almanya’yı da sarsıyor. Almanya’nın krizle boğuşan ülkelere milyarlarca Euro’luk yardım taahhüdünde bulunması, nükleer enerji konusunda kararlı bir tutum takınmaması, son ola- rak dış politikada yaşadığı yalpalamalar, merkez sağ hükümetin ipinin çekilmesine giden yolu açıyor… Gerek seçmenin gerekse parti temsilcilerinin yoğun eleştirilerine maruz kalan Şansölye Merkel, seçim sonuçları sonrasında da daha üst perdeden tepkilerle yüzleşiyor. Merkel’in bu kadar yoğun eleştirilmesinin başlıca sebebi, ekonomik krizlerle boğuşan Euro bölgesi ülkelerine taahhüt edilen 211 milyar Euro’luk yardım fonu… Yedi eyalet seçiminin beşinde meclis dışı kalan siyah sarı koalisyonun küçük ortağı Hür Demokratların da başarısız- lıklarının temelinde bu kurtarma paketlerine destek vermeleri olduğuna inanılıyor. Seçim sonrasında Hür Demokratların önemli isimleri, paketin gözden geçirilmesi gerektiğini savunmuş ve oylamada ret oyu kullanabileceklerinin sinyallerini vermişti. Nükleer enerji, çevre, dış politika.. Zorlu eyalet seçimleri sınavında sınıfta kalan Berlin’deki koalisyonun hezimete uğramasının bir başka sebebiyse, nükleer enerji ve çevre politikaları konusunda takındığı kararsız tutum. Mart ayında Japonya’yla birlikte tüm dünyanın gözlerini nükleer enerjiye çeviren Fukuşima’ daki patlamanın etkileri Almanya’yı sarsmaya devam ediyor. Nükleer santraller ko- nusunda kamuoyu ikna edilemedi. Dışişleri Bakanı Westerwelle’nin “nükleer enerji konusunda bir referandum niteliği taşıyor” dediği Baden -Württemberg ve RheinlandPfalz eyalet seçimlerinden net bir “nükleere hayır” cevabı yükseldi. Her fırsatta nükleere enerjiye karşı olduğunu vurgulayan Yeşiller Partisinin elde ettiği başarılarsa, hükümete nükleer enerji ve çevre politikaları konusundaki tutumunu gözden geçirme çağrısı niteliğinde… Hükümetin kamuoyu önünde prestij kaybı yaşamasının bir başka sebebi de dış politikasındaki yalpalamalar. Kamuoyu, Afganistan’a asker gönderilmesi tartışmalarından beri hükümetin dış politikasında sapmalar olduğuna inanıyor. Büyük bir ekonomik güç olan Almanya’nın dünya gündeminde yeterince etkin olmayarak gücüyle örtüşmeyen bir sessizliğe bürünmesi kamuoyundaki bir diğer rahatsızlık. Özellikle Şubat 2011’den bu yana Arap coğrafyasında yaşanan gelişmeler karşısında hükümetin sessiz kalmış olması da eyalet seçimlerinde seçmen tercihlerine etki etmiş görünüyor. için de kritik bir anlam taşıyor du. Al man Fe de ral Meclisi'nde (Bundestag) yapılan oylamada, 611 milletvekilinden 523’ü yardım paketine "evet" oyu verdi; 85 milletvekili red oyu kullanırken 3 milletvekili de çekimser kaldı. Ve böylece, Alman- ya’nın 2012’ye kadar Yunanistan’a sağlayacağı kredilerin miktarı 211 milyar Euro’ ya yükseldi. Berlin’deki koalisyon için bu zor viraj, az fireyle atlatılmış görünüyor. Buna karşın, tüm bu seçim maratonu hükümet için alarm zillerinin çaldığına da işaret ediyor. Merkez sağ koalisyon şimdilik kendini güvenceye almış görünse de, 2013 seçimlerine dair öngörülerde tünelin ucunda ışık olduğunu söylemek hiç de kolay değil. Kritik oylama Öte yandan 29 Eylül’de yaşanan bir gelişme, eyalet seçimleri sonuçlarının ardından yazılan felaket senaryolarına bir şerh koydu. Zira Yunanistan Yardım Paketi’nin Almanya Federal Meclisi’ nde oylanması, sadece Papandreu için değil, Merkel 10 Artık Balkanlaş-ma Ebru SÜLEYMAN EYLÜL 2011 ATAUM e-bülten Artık Balkanlaş-ma Ebru SÜLEYMAN "Bölünme", Balkanlar için gayet tanıdık bir kavram; ne de olsa "bölünmenin" eş anlamlısı "Balkanizasyon" terimini ortaya çıkarmış bir bölge söz konusu. Farklı talepleri olan, değişik etnik grupların bir arada yaşadığı devletlerin korkuyla bahsettiği "Balkanizasyon", bu aralar kaynaklandığı yerde de tartışma konusu. Konuyu gündeme getirense, Kosova'nın kuzeyinde Temmuz’dan beri süregelen çatışmanın 27 Eylül’ de şiddetini tekrar arttırması oldu. Geçici bir anlaşmayla, Ağustos’tan beri KFOR'un denetimi altında olan Kosova'nın kuzeyi, anlaşmanın sona ermesi itibariyle yeniden karıştı. Eylül başında Kosova Başbakanı Hashim Thaçi, Sır- bistan sınırında bulunan 1. ve 31. gümrük kapılarının EULEX ve KFOR tarafından desteklenecek sınır operasyonuyla 16 Eylül'de denetim altına alınacağını açıkladı. Açıklamaların ardından, direniş gösteren kuzeydeki yerel Sırplar, yolları ablukaya alan barikatlarını güçlendirip, protestolarına da hız verdi. Sırbistan'ın AB, NATO ve BM Güvenlik Konseyi'ne bu tek taraflı eylemin durdurulması konusunda itirazda bulunmasına rağmen operasyon gerçekleşti. Sırbistan ise, uluslararası platformlarda operasyonun ve EULEX ile NATO'nun operasyona destek vermesinin yasadışı olduğu ve bu hareketle AB arabuluculuğunda sür dü rü len müzakerelerin devamlılığının da tehlikeye atıldığı görüşünde. Yerel Sırplar bu durumu, Sırbistan’la olan bağlarını kopartacağı ve tanımayı reddettikleri bir ülkenin kurumlarının bölgeye yerleşeceği gerekçesiyle kabul edilemez buluyorlar ve uluslararası kurumları, Kosovalı Arnavutlara kendi kaderini tayin hakkını tanırken kendilerine baskı yapmalarından dolayı "ikili oynamakla" suçluyorlar. İşte durumun istikrardan çok uzak olduğu bu ortamda, tam da müzakerelerin sonuncu faslının açılacağı 27 Eylül'de, barikatları kaldırmaya çalışan NATO güçleri ve yerel Sırplar arasında çatışma yaşandı. 16 siville 4 as- ker yaralandı. Olayların ardından müzakereleri kesen Sırbistan, tartışılacak tek konunun Kosova sınırında meydana gelen çatışmalar olduğunu belirterek müzakeredeki son faslı iptal etti. EULEX, gelen talepler doğrultusunda yaşanan olaylar hakkında soruşturma açacağını duyurdu. Yaşanan olaylar, bölgede kalıcı bir çözümün ve istikrarın sağlanamadığını bir kez daha gösteriyor. Sorunun halledimesi için kullanılacak araç konusunda hemen hemen herkes aynı fikirde: Müzakerelerin devam etmesi. Ancak anlaşmazlığın giderilmesi için müzakere edilecek konular hakkında değişik öneriler var. Daha çok sınır, daha az çatışma (?) Bölünme, Yugoslavya'nın dağılmasından beri konuşulsa da, özellikle Batı başta olmak üzere uluslararası toplum ve ona yakın olan Kosova'daki mevcut yönetim tarafından kesinlikle reddediliyor. Kosova'nın da dâhil olduğu muhtelif ülkelerden çeşitli analistler, kuzeyde bölünmenin kalıcı bir çözüm olabileceğini ve bunun en baştan beri yapılmamış olmasının bir başarısızlık olduğunu belirtiyorlar. Anlaşmazlıkara çözümün her iki tarafı da memnun edecek bir mukaveleyle sağlanması gerektiği ve bu yolun da bölünmeden geçtiği konusunda hemfikirler. Şüphesiz, "sınır değişikliği" konusunda en istekli taraf Sırbistan. Ülkenin içişleri bakanı Ivica Dacic, bölünmenin en uygun yol olduğu konusunda ısrar ediyor ve hatta bu konunun Sırbistan’la Arnavutluk arasında görüşülmesi gerektiğini ekliyor. Aynı zamanda Sırbistan başkanı Tadic'in de bölünmeye sıcak baktığı biliniyor. EULEX ve NATO'nun kuzeydeki eylemlerini sert bir şekilde eleştiren BM’nin Mitrovica bölgesi eski temsilcisi Gerard Gallucci'ye göre de bölünme gerçekçi bir çözüm olarak algılanıyor. Sonuç olarak, Belgrad yönetimi "sınır değişikliği" umutlarını devam ettiriyor ve bu doğrultuda kuzeyde yaşayan Sırplara destek vermekten vazgeçmeyecek gibi görünüyor. Diğer taraftan sorunu farklı tanımlayan grupların çözüm önerileri de doğal olarak tamamen değişiyor. Kosova' daki muhalif Kendin Karar Al hareketi, Sırbistan’la müza- içine geçmiş bir şekilde etnik kere yapmaya tamamen kar- azınlıkların çokça bulunduğu şı. Onlara göre asıl sorun Sır- Balkanlarda ve dahası dünbistan tarafından tanınmak yada -Kosovalı yöneticilerin değil. Önemli olan, Arnavut de özetlediği gibi- "Pandora' ulusunun tarihsel amacını bi- nın kutusunu açacağından" ran önce gerçekleştirerek ve bir domino etkisi yaratArnavutluk’la Kosova'nın ve masından endişe duyuluyor. bunların yanısıra Sırbistan, Sınır değişikliği belki de Makedonya ve Karadağ'da Kosova'daki anlaşmazlığı çöbulunan Arnavut şehirlerinin zerken Makedonya, Arnaentegrasyonu, yani Büyük vutluk, Bosna-Hersek ve SırArnavutluk Projesi. Bu doğ- bistan arasında yeni sorunrultuda atılması gereken ilk lara yol açacak. AB, artık adım da, başka bir ülkeyle Balkanlar'da bölünme dönebirleşmesini yasaklayan mad- minin kapandığını açık bir bideler içeren ve kendi irade- çimde söylerken, sınır değileriyle haklarını kısıtladığını şikliklerine izin verilmeyecedüşündükleri anayasanın de- ğini bildiriyor ve bu doğrultuğiştirilmesi. da AB'ye adaylık “havucunu” Sırbistan, bölünmenin ger- Sırbistan'a baskı yapmak için çekleşmesi kaydıyla Büyük kullanıyor. Arnavutluk'un kurulmasını ra- Arnavutluk Dışişleri Bakanlıhatsız edici bulmuyor. Sırbis- ğı, Kosova’yla birleşme kotan sınırında Arnavutların ço- nusunda yaptığı açıklamağunluk oluşturduğu bölge- da, bağımsız Kosova devletilerle, Kosova sınırında Sırp- ni bölgedeki barışı ve istikraların çoğunluk oluşturduğu rı sağlayacak bir unsur olabölgelerin "takasını" öneren- rak gördüklerini ve Arnavut ler de var. Her iki tarafın da ulusunun Euro-Atlantik enanlaşarak sınır değişikliğine tegrasyonun altında bir aragitmesinin kalıcı bir çözüm ya gelebileceğini söylüyor. olacağı düşünülürken, bu dü- Böylece bölünme ve birleşşüncelere özellikle Batı mer- meye karşı olduklarını da kezli uluslararası kuruluşlar göstermiş oluyor. Makedonkesinlikle karşı çıkıyor. Bö- ya'daki en büyük Arnavut parlünme fikirlerinin, birbirinin tisinin lideri de halktan, Kosova'da meydana gelen anlaşmazlıktan uzak durmalarını istemiş durumda. Bölgenin istikrara ve hukuka saygıya ihtiyacı olduğunu belirterek sınırlardaki herhangi bir değişikliğin tüm Balkanlar'da istanmeyen sonuçlar doğurmasından endişelendiklerini belirtiyor. Uluslararası kuruluşların ortak fikriyse, Kosova için hazırlanan ancak Sırbistan tarafından kabul edilmeyen Ahtisaari Planı'nın uygulanması. Plan ile Kosova'nın adem-i merkezileşmesi ve bu sayede kuzeydeki yerel Sırpların özerklik kazanmaları, yani Kosova sınırları içinde kalıp Sırbistan’la yakınlaşmaları öngörülüyor. Sonuç olarak etnik sorunların dorukta olduğu bu bölgede, self-determinasyona bağlı bölünmeler ve sınır değişiklikleri tehlikeli görülüyor. Görünüşe göre "Balkanlaşma"nın pabucu, uluslararası toplum tarafından dama atılmış durumda; yerine, ulus-üstü bir yapı altında birleşerek ve aynı zamanda da yerelleşerek, halkın istek ve ihtiyaçlarını karşılamak daha çok kabul görüyor. ATAUM e-bülten EYLÜL 2011 Belçika: Son Bir Umut Onur HAZNEDAR Belçika: Son Bir Umut Onur HAZNEDAR Bu günlerde Belçika, hükümet kur ma nok ta sın da önemli bir dönüm noktasına gelmiş durumda. Haziran ayından beri geçici hükümetin başbakanlığını yürüten Yves Leterme, henüz hükümeti kurmayı başaramadı ve Belçika bu alanda rekor üstüne rekor kırmaya devam ediyor. Buna bir de Yves Leterme’nin yılsonu itibariyle görevinden istifa edeceği ve Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’ne geçeceği haberi eklenince, belirsizlik hali önümüzdeki dönem de devam edeceğe benziyor. Bir devletin bu kadar uzun bir dönem hükümetsiz idare ettirilebilmesiyse, diğer ülkelerde daha farklı tartışmaları beraberinde getiriyor. Yves Leterme’nin görevini bırakacağını açıklamasıyla ta- tilini yarıda kesen ve acilen ülkeye dönen Kral II. Albert, Valon Sosyalistlerinin Başkanı Elio Di Rupo’yu belki de son kez hükümeti kurmakla görevlendirdi. Belçika Kralı var olan durumu şu şekilde değerlendiriyor: “Tarihin en uzun süreli hükümet kurma çalışması beni çok kederlendiriyor. Belçikalıların ne kadar büyük bir riskle karşı karşıya bulunduklarını söylemezsem görevime riyakârlıkta bulunmuş olurum.” Hükümeti kurmakla görevlendirilen Elio Di Rupo, ülkede 8 partiyi ilk kez aynı masa etrafına topladı ve hükümet kurma konusunda oldukça önemli adımlar atıldı. Müzakereler sonucunda başkent Brüksel’in çevre mahallerinde oturan Fransızca konuşan Volonlara özel seçim hakları tanındı. Esas itibariyle Flaman bölgesinde olmasına karşılık çoğunluğun Fransızca konuşuyor olması, seçimlerde ve seçim sonrası kurulacak koalisyon hükümetlerinde büyük anlaşmazlıklara neden oluyordu. Çünkü Flaman seçim bölgesine giren bu alanda Fransızca konuşan Valonlar kendilerini temsil eden partilere oy veremiyordu. Anlaşmaya varılan düzenleme her ne kadar Brüksel’in çevre mahallerini kapsıyor olsa da, ilerisi için bir umut niteliğinde. Elio Di Rupo durumu şu şekilde değerlendiriyor: “Şu anda yapmamız gerekenden uzaktayız ve hala birçok konuda tartışma halindeyiz.” Diğer parti liderleriyse çok önemli bir köprünün geçildiği kanaatinde. Kamuoyunun farklı kesimle- Yeni bir seçim Belçika’nın sonu olabilir En geç Ekim sonuna dek müzakereleri sonlandırmayı amaçlayan Elio Di Rupo eğer bu sefer de hükümet kuramazsa, yeni bir seçime kesin gözüyle bakılıyor. Fakat yeni bir seçim sorunları da beraberinde getiriyor. Genelde kısa soluklu koalisyon hükümetleriyle yönetilen Belçika’ da ayrılıkçı Bert De Wever liderliğindeki Yeni Flaman İttifakı’nın (NVA) oylarını arttıracağına kesin gözüyle bakılıyor. Son kamuoyu yoklamaları da NVA’nın oylarını yüzde 5-6 oranında arttıracağı yönünde. Yani yeni bir seçim demek, ayrılmanın eşiğine gelmek demek. Bu nedenle belki de son kez hükümetin kurulması için 8 parti bir araya gelmiş durumda. Bu noktada Brüksel’in hem Flamanlar hem de Valonlar açısından oynadığı kilit role dikkat çekmek gerek. Kent, Flamanlar açısından vazgeçilmez; bu nedenle her ne kadar ayrılmak isteseler de Brüksel’i Valonlarla paylaşmak istemiyorlar. Aynı durum koalisyon hükümeti kurmak isteyen Valon sosyalistler için de geçerli; bu nedenle hükümetin kurulma aşamasında Brüksel sürekli sorun teşkil ediyor ve sürecin tıkanmasına sebep oluyor. Kısacası, Brüksel bir yandan devletin bölünmesini engellerken hükümetsiz kalınmasına da neden oluyor. Belçika’nın 15 ayı aşkın süredir hükümetsiz idare edilebiliyor olması, başta İngiltere olmak üzere birçok devletin dikkatini çekmiş durumda. Bir ülkenin gerçekten bir hükümete ihtiyacının olup olmadığı konusunda çeşitli tartışmalar yapılmakta. Geçen günlerde İngiliz televizyonu Channel 4 bu konuda bir araştırma da yaptı ve Belçika örneği üzerinden İngiltere’yi inceledi. Kendisiyle bir söyleşi yapılan Belçikalı siyaset uzmanı Rolf Falter’a göre, İngiltere ile Belçika farklı siyasal geleneklere sahip. Belçika 1899’dan bu yana hep Flaman ve Valonlardan oluşan koalisyonlarla yönetilmiş. İngiltere’deyse genelde sadece 10 yılda bir merkez partinin değişmesi söz konusu; koalisyonlar istisnai bir durum. Mevcut koalisyon hükümetinin David Cameron ve Nick Clegg tarafından sadece bir hafta içinde kurulduğu da bir gerçek; yani Belçika’dakinden (şu an için!) yaklaşık 92 kat daha çabuk. Sonuçta bu tip karşılaştırmaların yapılması aslında pek de doğru değil. Zira her rinden de her geçen gün gidişattan memnuniyetsizliği belirten açıklamalar geliyor. Eylül’de Belçika’nın ikinci büyük şehri Antwerp’te toplanan hâkimler ve savcılar, şu anki ortamdan oldukça şikâyetçiler. Politikacıları hareketsizlikle ve beceriksizlikle suçluyor; partilerin demokrasiyi ayaklar altına alarak devleti yönettiklerini belirtiyor. Aynı şekilde finansal kuruluşlar da bir an önce hükümetin kurulması ve böylece önemli reformların yapılabilmesi konusunda devlete baskıda bulunuyor. Ama halka inildiğinde bu durumdan pek fazla şikâyetle karşılaşılmıyor. Çünkü Belçika’da son 30 yıldır işler genelde yerel yönetimler aracılığıyla sürdürülüyor, yani hükümet krizi aslında halka yansımıyor. ülkenin kendine has yapısal özellikleri var ve bunlar doğrultusunda bir tarihsel süreçten geçiliyor. Kısacası, Belçika ayrılma ya da bir arada kalma konusunda önemli bir dönüm noktasında. Eğer hükümet kurulamazsa seçimlerle beraber ayrılma olasılığı daha da yükselecek. Son bir umutla müzakereler şu an devam ediyor. Fakat kamuoyundaki hâkim hava hükümetin yine kurulamayacağı yönünde. Belçika gazetelerinde (epeydir) “Güle Güle Belçika” manşetleri atılıyor. Ama yine de başkent Brüksel’in ayrılma noktasında oluşturduğu kilit rolü de unutmamak gerekiyor. Belçika’nın bölünmesi, şimdilik Flamanların hayallerini süslüyor; Valonların da kâbusu oluyor. 11 12 Ana Dilime Dokunma! Recep Ersel ERGE EYLÜL 2011 ATAUM e-bülten Ana Dilime Dokunma! Recep Ersel ERGE Litvanya’da yeni eğitim yasasının sebep olduğu tartışma büyürken, huzursuzluk da artıyor. Konu azınlık hakları… Yeni düzenlemeyle azınlık okullarında Litvanya tarihi, coğrafya ve vatandaşlık bilgisi derslerinin Litvanca verilmesi zorunlu hale geliyor. Hâlbuki bugüne kadar hemen hemen hiçbir ders için böyle bir zorunluluk olmamıştı. Dahası, azınlık okullarında okuyanlar 2013'ten itibaren Litvanyalı öğrencilerle aynı lise bitirme sınavına girecekler. Sınav tabii ki Litvanca olacak. Ana dilde eğitime getirilen bu sınırlamalar özellikle Polonya kökenli va- tandaşların hedef tahtasında. Polonya-Litvanya Dostluk Antlaşması’nın ihlal edildiğini ve krizin basit bir hak savaşından daha fazlasını ifade ettiğini savunuyorlar. Litvanyalılar ise Hükümetin arkasında. Etnik kökenleri itibariyle yabancı olsalar da resmen “Litvanya vatandaşı“ olan herkesin devletin resmi dilini öğrenmek zorunda olduğunu düşünüyorlar. Yasanın getirdiği yenilik bu fikirle sınırlı olsaydı hiç de haksız sayılmazlardı, ancak durum bundan biraz daha karmaşık. Yasada ayrıca, yeterli sayıda öğrencisi olmayan köy ve kasaba azınlık okullarının kapatılması, buralarda eğitim gören öğrencilerin standart devlet okullarına nakledilmesi öngörülüyor. Başkent Vilnius ve çevresinde 14 binden fazla öğrenciye Lehçe eğitim veren 120 okul var ve bunların yarısı kapanma tehlikesi altında. Litvanya'da azınlıklar 3.5 milyonluk toplam nüfusun yüzde 16'sını oluşturuyor. Polonya diasporası bunların en büyüğü ve toplam nüfusun yüzde 7'sine tekabül ediyor. Hal böyle olunca en çok gürültüyü onların çıkarması da şaşırtıcı değil. Yasanın kabul edildiği Mart’tan bu yana sokakları terk etmeyen Po- lonyalılar, Vilnius ve Varşova bir yana, yoğun olarak yaşadıkları Washington ve Chicago'da bile seslerini duyurmayı başardılar. Ne var ki bir türlü Litvanya Hükümetinin dikkatini çekemediler. Ne kamu denetçisine yapılan başvuru ne de toplanan altmış binden fazla imzanın bir faydası oldu. Nihayet bıçak kemiğe dayanınca Polonyalı öğrenciler grev kararı aldı. Eylül başında iki binden fazlası Başkanlık Sarayı önünde toplanıp yeni yasayı bir kez daha protesto etti. Gösteriye Rus okullarından öğrenciler de katıldı. versiteye kadar kendi dilinde dilik askıya aldılar. eğitim alabildiği dünyadaki Litvanya Hükümeti, iki yıl öntek ülke Litvanyadır.” ce kaldırılan Ulusal Azınlıklar Ancak, bu beyanlara baka- ve Göç Başkanlığı’nı Kültür rak görüşmenin faydasız ol- Bakanlığı çatısı altında tekrar duğu sonucuna varılmamalı. kurdu ve başına Polonya köBilakis, iki lider önemli bir kenli bir Litvanya vatandaşı noktada uzlaştılar. Alınan ka- getirildi. Kültür Bakanı, gerar doğrultusunda, yasanın rekçe olarak, azınlık sorunPolonyalı azınlık üzerindeki larını idarenin en üst basaolası etkilerini tespit etmek maklarında ele almak isteüzere bir uzmanlar kurulu diklerini söyledi. Bu gelişme oluşturulacak. İki taraf da Litvanya kamuoyunda hoşböylece sorunun hızla çözül- nutsuzluğa sebep olurken mesini umuyor. Gerçekten Polonyalı azınlık tarafından de, tüm görüş ayrılıklarına beklendiği gibi olumlu karşırağmen çözüm iradesinin or- landı. Bu arada ülkesine döntak olduğunu söylemek müm- müş olan Polonya Başbakanı kün. Öyle ki, sadece birkaç Tusk, Litvanya’daki gelişmesaat içinde yaratılan bu iyim- lerin dikkatle takip edileceğiser tablo, Polonyalı gösterici- ni söyleyerek güven tazeledi. lerin bile ateşini söndürdü. Aynı zamanda AB ParlamenÖğrenciler çözüm vaadini sa- tosu üyesi de olan Polonya mimi ve ikna edici bulmuş ol- kökenli Litvanya milletvekili malılar ki, gelişmeyi takdirle ve Polonyalı Seçmenler Hakarşıladıklarını göstermek is- reketi (AWPL) Genel Başkanı tercesine grev kararını şim- Waldemar Tomaszewski de gelişmeleri olumlu bulduğunu söyledi. Bu yorum özellikle dikkate değer, çünkü Tomaszewski krizin yeni filizlendiği süreçte sarf ettiği şu sözler nedeniyle mahkemelik olmuş durumda: “Vilnius bölgesinde uyum sağlamaya çalışması gereken topluluk Polonyalılar değil, Litvanyalılardır. Biz baştan beri burada yaşıyoruz. Sonradan gelenler Litvanyalılar olduğuna göre uyum sorunu da onların sorunudur. Burası bizim toprağımız. Vilnius'taki eski mezarlıkların hepsinde Lehçe isimler var.” Etnik kargaşa yaratmakla suçlanan Tomaszewski, iki yıla kadar hapis cezası alabilir. Ama bu kadarla kalırsa belki de sevinmesi gerek. Çünkü bu sözler, tarihi gerçekler ne olursa olsun Litvanya devletinin egemenliğini hiçe saydığı şeklinde algılanmakta. Çözüm yolunda ilk adımlar Polonya Başbakanı Donald Tusk, bu son gösterinin ardından meseleye kayıtsız kalamayacağına karar vermiş olmalı ki, ani bir karar alarak meslektaşı Andrius Kubilius ile görüşmek üzere Litvanya’ ya gitti. Toplantıdan sonra açıklama yapan Tusk, eğitim reformunu takiben büyüyen gerginliği kaygı verici bulduğunu söyledi ve ekledi: “Polonyalı azınlığı ilgilendiren başka konuları da ele aldık ama ana başlığımız eğitimdi. Özellikle yeni düzenlemenin açık yüreklilikle tartışılması gerekiyor.” Litvanya Başbakanı Kubilius ise, şahsi fikrine göre, ülkesindeki Polonyalılara sağlanan eğitimin yüksek standartta olduğunu söyledi: “Burada tekrar belirtmek isterim ki, Polonya dışındaki en iyi Lehçe eğitim sistemi bizdedir. Polonyalı azınlığın anaokulundan üni- ATAUM EYLÜL 2011 e-bülten Ana Dilime Dokunma! Recep Ersel ERGE Raporun etkileri Ana muhalefetin Miller Raporu’nda beğenmediği bir diğer nokta da, uçağın teknik sorunlarından hiç bahsedilmemesiydi. Ancak raporda VIP uçuşlarından sorumlu olan 36. Özel Hava İkmal Alayı zaten sertçe eleştirilmişti. Hatta Savunma Bakanı da bu eleştirileri üstlenerek istifa etti. 36. Alay lağvedildi ve pilot eğitimiyle uçuş güvenliğinden sorumlu 3’ü general 13 yüksek rütbeli ko- mutan emekliye sevk edildi. “Görevi ihmal” iddiasıyla iki komutan hakkında soruşturma açıldı. Suçlamayı reddeden komutanların üçer yıl hapsi isteniyor. Bu arada, devletin kalan iki resmi uçağı hangara çekildi. Başbakan, uçuşlarının bir süreliğine ulusal havayolu şirketi LOT ile anlaşmalı olarak yapılacağını duyurdu. Ve Polonya şu anda AB Dönem Başkanlığı’nı yürütüyor. Litvanyalıların iki ülkenin ortak mirasından gurur duymaları gerektiğini ifade etti. ZSzP, “amacının Litvanya iç işlerine karışmak olmadığını” belirttikten sonra şu yorumda bulundu: “Litvanya otoritelerinin tavrı, ortak tarihimizi sırtlarından atılacak bir yük gibi gördükleri izlenimi veriyor.” Aynı zamanda AB Parlamentosu üyesi de olan Polonya kökenli Litvanya milletvekili ve Polonyalı Seçmenler Hareketi (AWPL) Genel Başkanı Waldemar Tomaszewski de gelişmeleri olumlu bulduğunu söyledi. Bu yorum özellikle dikkate değer, çünkü Tomaszewski krizin yeni filizlendiği süreçte sarf ettiği şu sözler nedeniyle mahkemelik olmuş durumda: “Vilnius bölgesinde uyum sağlamaya çalışması gereken topluluk Polonyalılar değil, Litvanyalılardır. Biz baştan beri burada yaşıyoruz. Sonradan gelenler Litvanyalılar olduğuna göre uyum sorunu da onların sorunudur. Burası bizim toprağımız. Vilnius'taki eski mezarlıkların hepsinde Lehçe isimler var.” Etnik kargaşa yaratmakla suçlanan Tomaszewski, iki yıla kadar hapis cezası alabilir. Ama bu kadarla kalırsa belki de sevinmesi gerek. Çünkü bu sözler, tarihi gerçekler ne olursa olsun Litvanya devletinin egemenliğini hiçe saydığı şeklinde algılanmakta. Mektup diplomasisi Vilnius görüşmesinden sonraki günlerde Litvanya, eski Polonya Cumhurbaşkanı Lech Walesa’yı insanlığa hizmetlerinden dolayı en yüksek ikinci devlet nişanıyla onurlandırdı. Ne var ki efsane lider, Polonyalı azınlığın Litvanya’da ihmal edildiği gerekçesiyle nişanı kibarca reddetti. Walesa, Varşova’daki Litvanya Büyükelçisine gönderdiği mektupta, Vilnius Polonyalı azınlığa karşı yürüttüğü politikaları gözden geçirirse söz konusu nişanı kabul etmekten büyük mutluluk duyacağını yazdı. Eğitim yasasının yol açtığı sorunlardan başka, Polonya kökenlilerin bütün resmi belgelerde adlarını “Litvancalaştır- mak” zorunda kaldıklarından bahsederek, “lütfen insanların soyadlarına ve vaftiz adlarına saygı gösteriniz” diye görüş bildirdi. Bu noktada belirtmek gerekir ki, Polonya kökenlilerin soyadlarını Polonya alfabesindeki harfleri kullanarak özgün biçiminde yazıp yazamayacakları tartışmasına aylar önce son nokta konulmuştu aslında. Avrupa Adalet Divanı, Litvanya’ nın kendi sınırları içinde Litvanya alfabesini şart koşma yetkisi olduğuna, bunun AB normlarıyla çelişmediğine hükmetmişti. Polonyalı aydınların toplandığı bir dernek ise (ZSzP), Litvanya Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı açık mektupta, ‘Polonyalılar uyumsuz ve sadakatsiz’ Litvanya Başbakanı Kubilius’a göre, Polonya tarafı Litvanya’daki azınlığın durumunu objektif olarak değerlendiremiyor: “Uzmanların çalışması Polonyalıların daha objektif bir bakış açısı edinmesine vesile olacak ve çeşitli nedenlerle oluşan korku ve endişeyi giderecektir.” Litvanya Cumhurbaşkanı ise, ZSzP’den aldığı mektubun da etkisiyle olsa gerek, çok daha yüksek perdeden konuşarak ülkesindeki Polonyalı azınlığı sadakatsizlikle suçladı. Azınlık temsilcisinin cevabıysa gecikmedi: “Litvanya’daki Polonyalılar Devlete hiçbir zaman sadakatsizlik etmemiştir. Sadece bazı kararları protesto ediyorlar ki, bu, demokratik bir devlette yadırganacak bir şey de- ğildir.” Polonyalı azınlık, sadakatsizlik suçlamasına aslında ilk kez muhatap olmuyor. Varşova'da görev yapan Litvanya Büyükelçisi, ülkesindeki Polonyalıların "Vilnius otoritelerine sadık olmadıklarını" üç ay önce dile getiren ilk isimdi: “Polonya'da yaşayan Litvanyalılar, Litvanya'daki Polonyalıların aksine, sadık vatandaşlardır. On- ların da sorunları var ama başkaldırmıyorlar. Aynı sadakati Litvanya’daki Polonyalılardan da beklerdim. Ne yazık ki, Litvanya vatandaşı gibi davranmıyorlar. Litvanya'da Rus, Belarus ve Yahudi kökenli olanlar da var ve hepsi de Polonya kökenlilere göre daha Litvanyalı." koymuyor. Bu arada, Polonya’nın Lublin kentinde, AB ülkelerindeki azınlık sorunlarını ele alan bir konferans başladı. Beş yüz küsur milyonluk AB’de on milyonlarca insanın etnik kökeni, dili veya dini açısın- dan azınlık grubunda olduğu düşünüldüğünde, konferanstan çıkacak sonuçların Litvanya dâhil bütün Avrupa’da çok sayıda insanın kaderini etkileyecek yeni gelişmelere etkide bulunması ihtimal dâhilinde gözüküyor. Yolun sonu nereye çıkacak? Şu an itibariyle Polonyalı azınlık çözüm vaatlerine güvenmeye devam ediyor. Tartışmalı eğitim yasasında henüz lehe somut bir değişiklik de yok. Gerilim hala gelişme evresinde ve belki de bir fırtına öncesi sessizliği yaşanı- yor. Uzlaşma çabasının uzun sürmesi halinde tansiyonun tekrar yükselmesi an meselesi. Çünkü soyadlarını yıllardır Litvanca yazmaya sabreden Polonyalı azınlık, ana dilde eğitim söz konusu olunca elinden geleni ardına 13 14 'İşkenceli, Misketli' Savunma Sanayi Fuarı Esra DERE EYLÜL 2011 ATAUM e-bülten 'İşkenceli, Misketli' Savunma Sanayi Fuarı Esra DERE Londra Excel Merkezi, 13-16 Eylül tarihleri arasında dünyanın en büyük ve en sansasyonel “savunma sanayi” fuarına ev sahipliği yaptı. Dünyanın en büyüğüydü, çünkü 46 ülke toplam bin 391 stantta yeni ürünlerini tanıtacaktı. Sansasyoneldi, çünkü katılımcı ülkelerden ikisi (İsrail ve Pakistan) “ürün” kataloglarını illegal savunma sanayi çizgisinde genişletmekte bir mahsur görmemişti. Birleşmiş Milletler tarafından kullanımı yasaklanan misket bombası ve işkence aletlerinin tanıtıldığı broşürlerini fuarda dağıttılar. Fakat bu aleni yasadışı ticaret, Yeşil Parti lideri Caroline Lucas ile Uluslararası Af Örgütü’nden Oliver Sprague’nin fuar yerindeki incelemelerine ve takiben savaş karşıtlarının tepki ve şikâyetlerine takıldı. Neticede TAR Ideal Concept isimli İsrail firması, Pakistan Mühimmat Fabrikası ve Pakistan Savunma İhracatı Geliştirme Örgütü, tabir yerindeyse fuardan kovuldu. Geçen Mart’ta Uluslararası Af Örgütü ve Omega Araştıma Vakfı’nca yayınlanan raporun aksine bu kez işkenceye meydan veren, işkenceciye alet edevat sağlayanlar Avrupa ülkesi değil. Avrupa ülkeleri bu defa (aradan ge- çeleri, sersemletici silah ve çen yalnızca bir yılda) işken- copların yanı sıra misket ce aletinden, ticaretinden bombaları ve firmaya göre elini eteğini çekmiş ve bu ya- “öldürücü olmayan, terörle sadışı ve hatta insanlık dışı mücadele ve iç güvenlik için olayı kınamaya koyulmuş du- kullanılan” aletler de bulunrumda. Oysa daha bir buçuk makta. Bu açıklamadan anyıl önce “Kelimelerden Bel- laşılacağı üzere, firma ya misgelere” adlı geniş raporda ket bombalarının illegal olbaşta İtalya olmak üzere duğundan ya da bu bombaİspanya, Belçika, Macaris- ları illegal yapan özelliklertan, Almanya, Çek Cumhuri- den habersiz görünüyor. Zira yeti’nde faaliyet gösteren ba- salkım bombası olarak da adzı şirketlerin yasal boşluklar- landırılan bu bombalar, dan faydalanarak İsrail’den “bomba içinde bomba” olaVenezüella’ya kadar dünya- rak biliniyor; yani hedefe nın dört bir yanına işkence atıldığında ana bomba infialetleri sattığı belgelenmişti. lak edince içindeki misket büBu uluslararası ticaret, işken- yüklüğündeki minik bombace ve kötü muamele için ta- cıklar da dağılarak çevreye sarlanmış “güvenlik” aletle- saçılıyor ve arka arkaya patrinin uluslararası ticaretini ya- lıyor. Etki alanı geniş oldusaklayan 2006 tarihli AB dü- ğundan verdiği zayiat da büzenlemesine bariz bir şekilde yük oluyor. Etrafa yüzlerce şaaykırıydı. Buna rağmen bu- rapnel parçası saçan misket gün İsrail ve Pakistan’ı bombasının siviller üzerinde “haklı” olarak kınayanlar, da- oluşturduğu tehlike, havada ha düne kadar “İsrail ve patlamayan bombacıklar. Bu Pakistan”dılar. bom ba cık lar, düş tük le ri Öyle ki, fuardan kovulan alanda mayın işlevi görerek, İsrail firmasının yöneticisi To- söz konusu çatışma bittikten mer Avnon da tu kaka ilan uzun süre sonra bile -firmaedilen broşürlerin fuar orga- nın ileri sürdüğünün aksinenizatörlerince önceden kont- “öldürücü” olabiliyor. Buraya rol edilip onaylandığını ve fu- kadar İsrail ve Pakistanlı kaar sırasında gösterilen tepki tılımcıların savunmasında kave kınamaların “saçmalığın bul edilebilir bir nokta bulötesinde” olduğu görüşün- mak mümkün görünmüyor. de. Onaylandığı iddia edilen Gelelim organizatör ve kontürünler arasında ayak kelep- rolör ev sahibi İngiltere’ye. İngiltere, bundan üç yıl önce misket bombalarını yasaklayan Oslo Anlaşması’na taraf oldu. Böylece bu silahın yasaklanması konusundaki kararlılıklarını teyit eden 49 ülke ile aynı safta yer almayı yeğledi. Dolayısıyla bu anlaşmaya taraf olan bir ülkedeki fuar organizatörlerinin “broşürlerde misket bombası tanıtımı yapıldığından habersiz oldukları” açıklaması, pek inandırıcı bulunmuyor. Daha derin bir araştırmayla başka yasadışı broşür ve reklamları da gün ışığına çıkarabileceğini iddia eden Yeşil Partisi lideri Lucas, bu konuda alınması gereken tavrı “İngiliz toprakları üzerinde yasadışı silahların tanıtımını savunan milletvekili veya polis kalmamalıdır” şeklinde dile getiriyor. Geçtiğimiz yıl “Kelimelerden Belgelere” isimli raporun gözler önüne serdiği gibi, demokrasi timsali ülkelerin yasa ve insanlık dışı işkence aletlerinin alıcı, satıcı ve aracısı olmaları dehşete düşürücü bir gerçek. Bugün, aynı ülkelerin bu alet ve bombaların tanıtımını fütursuzca görmezden gelmeleri ve hatta göz boyarcasına kınamayla geçiştirmeleri de en az bu gerçek kadar dehşete düşürücü. ATAUM EYLÜL 2011 e-bülten Şeyl Gazın Var, Derdin Var Görkem ÖZİZMİRLİ Şeyl Gazın Var, Derdin Var Görkem ÖZİZMİRLİ AB kriterlerine uyum konu- timi konusunda da uyum ça- AB içerisindeki önemi göz bu açıdan önem kazanıyor. sunda birçok alanda sorun balarını sürdürmeye çabalı- önüne alınırsa, Polonya’ nın Son dönemde gündeme geyaşayan Polonya, enerji üre- yor. Bilhassa enerji faslının uzun vadeli enerji planları da lense, “şeyl gazı” tartışması. ‘Şeyl gazı’ nedir? İngilizce Shale kelimesinin doğrudan Türkçe’ye uyarlanmışı olan “şeyl”, organik malzeme yönünden zengin kaya anlamına geliyor. Bu uzun anlamının arkasındaysa, enerji potansiyeli gizli. 10 yıl öncesine kadar şeyl gazından bihaber olan dünya, ABD şirketlerinin kayaları parçalamaya ve yatay sondaj çabalarına yönelik teknolojik yatırımlarından sonra bu alana bir umut gözüyle bakmaya başladı. En kötüm- ser tahminler bile, dünya üzerindeki şeyl gazı rezervlerinin dünyada bilinen tüm gaz rezervlerini yüzde 20 seviyesinde artıracak kadar yoğun olduğu yönünde. Projeksiyonlar, sessizce çıkan gaz üretimindeki bu yeni yöntemi, “içinde bulunduğumuz 10 yılın en büyük enerji inovasyonu” olarak görüyor. Zira verilere göre mevzubahis kayanın enerji potansiyelinin ancak yüzde 10’u petrole dönüştürülebiliyor. Şeyl ise geride kalan yüzde 90’lık potansiyele işaret ediyor. Yapılan sondaj daha derin ve pahalı; fakat ABD’nin bu yöntemle 100 yıllık bir enerji rezervi yaratması ve Rus doğalgazına bağımlılıktan kurtulma fikri, tüm Avrupa için çok cazip. Tabii bir de bu konuya yatırım yapan ABD şirketlerinin piyasa müdahaleleri de göz ardı edilemez. Geçtiğimiz beş yılda şeylden gaz üretimi Teksas, Luiziana ve Pensilvanya’da yayıldı. Bü- tün bu yeni üretim, ABD’de doğalgaz fazlılığı yarattı. Bunun sonucunda da doğalgaz fiyatları ve kamu faaliyetleri düştü. Şimdilerde Amerikan şirketleri, daha fazla enerjiye aç ülkelerde verimli şeyl sahaları arıyor. Özellikle, doğalgaz fiyatlarının kimi zaman ABD’dekinin iki katına ulaşan Avrupa ve bazı şehirlerin yakınında konuşlanmış geniş şeyl yataklarına odaklanmış durumdalar. Polonya şeyl gazı cenneti mi? Polonya’nın özellikle kırsal bölgelerinde enerji üretimi hala kömürle sağlanıyor. Özellikle bireysel ısınma sistemi olarak kömür-linyit revaçta. Çünkü ucuz ve diğer ısınma kaynaklarına erişim çok zor. Öte yandan, bölgesinde odun varlığı yüksek olan yerlerde, halk daha da ucuz olması sebebiyle ısın- mak için enerjiyi bu kaynaktan sağlamayı tercih ediyor. Fakat Polonya’nın önünde kömürün depolanmasına dair teknik bir sorun var. Talep çok yüksek ve bu kadar kömür depolanamıyor. Öte yandan, Polonyalı bürokratlar Polonya’nın uyması gereken gaz emisyonu şartlarına da dikkat çekiyor. Fakat bu ko- şullara uymak için AB fonlarına olan ihtiyaçlarını da ısrarla dile getiriyorlar. Şu an enerji üretimin yüzde 95’inin kömürden karşılayan Polonya’nın yaptığı plana göre, 5.3 trilyon metreküplük şeyl gazı rezervi ülkeyi 2035’e kadar enerjisiz bırakmayacak bir rezerv. Zaten Polonya, Hollanda ve Türkiye’yle be- raber en yüksek şeyl gazı rezervine sahip Avrupa ülkesi olarak görülüyor. Bu açıdan 2014’te şeyl gazı üretimiyle stratejik bir atılım öngörülüyor. Fakat sorun sadece finansal değil; işin bir de çevresel boyutu var. rokratların buna karşı çözümüyse çok net: Polonya’da yerleşimin olmadığı çok kırsal bölge var ve oralarda şeyl gazının ne zararı olabilir ki! Gene de 4-5 km derinliklere kadar yapılan sondajın 700- 800 metreden içme suyu bulan ülkede sorunlara yol açabileceğini de eklemekten geri durmuyorlar. Şeyl gazı, çevreye karşı! Şeyl gazının çevreye bıraktığı etki, kömürden yüzde 20100 arasında daha fazla. Bu da Fransa’nın şeyl gazı sondajını çevrede bıraktığı radyoaktif materyaller ve kimyasal atıklar yüzünden yasak- lamasını açıklamak için yeterli bir veri. Öte yandan, zengin tortulu her kayanın sondaj çalışmasıyla enerji üretimine yönelik değerlendirilmesi, su kaynaklarını da tehdit ediyor. Polonyalı bü- Rüzgar enerjisi Polonya için kurtuluş mu? Şeyl gazına karşı bir kesim rüzgar enerjisinin kullanımından bahsediyor. Yenilenebilir enerji yatırımı olarak rüzgarın 2030’a kadar ancak yüzde 20 oranında enerji üretiminde yer alabileceği söz konusu olunca, şeyl gazının kurtarıcı olarak görülmesi de anlam kazanıyor. Öte yandan bürokratlar, Polonya’ nın sadece birkaç bölgesinde böyle bir potansiyel olduğunu, ayrıca bu enerjiye de “manzaramız kapanacak” gerekçesiyle karşı çıkan insanlar olduğunu söylüyor. Çevrecilerin çoğunluğu da rüzgar enerjisini savunurken, bir kesimse rüzgar enerjisinin de hayvan türleri- çıkartıyor. Kimin haklı oldune zarar verdiğini ve kuş tür- ğuysa, 2035 yılına gelindilerinin yok olmasına sebep ol- ğinde içme suyu ve doğanın duğunu söylüyor. mı yoksa enerjiyi kısa vadeKısacası, ABD şirketleri Po- den kazanmanın mı daha lonya’da yatırım yapmak isti- önemli olduğuna karar verilyor. Devlet bir an önce ener- diğinde ortaya çıkacak gibi. jiye ulaşım için şeyl gazını “stratejik” görüyor. Çevrecilerse ekolojik dengeleri öne 15 Portre Nazlı AKGÜN Joseph Fouché Stefan Zweig, "Fouché" kitabında şöyle der: "Sinirlerine söz geçirmesini bilir, şehvet onu baştan çıkaramaz... Başkalarının tutkularını tüketmelerini, kendilerini denetleyemez duruma gelip açık vermelerini büyük bir sabırla bekler. Sonunda büyük bir şiddetle ve acımasızca vurur. Sinir nedir bilmeyen sabırlılığın kazandırdığı üstünlük korkunçtur. Beklemesini ve kendisini her bakımdan gizlemesini bilen kişi, en deneyimli insanı bile yanıltabilir." Fransız devriminin en önemli casuslarından biri olan Joseph Fouché, 21 Mayıs 1759’da Nantes yakınlarındaki küçük bir köyde dünyaya geldi. Annesi Marie Françoise Croizet, babası ise Julien Joseph Fouché idi. Denizci bir ailenin çocuğu olan Fouché, fiziksel olarak oldukça güçsüz ve zayıf göründüğünden diğer mesleki eğitimler yerine kiliseyi tercih etti. Gençlik yıllarını manastırda geçirmesinin ardından öğ- retmen olmaya karar veren Fouché, sırasıyla Niort, Saumur, Vendôme, Juilly ve Arras’taki okullarda görev aldı. Sonrasında rahip cübbesini çıkartarak kilise yemini etmekten kaçınan Fouché, “Rosati” adı verilen aydınların toplandığı mekâna gitmeye başladı. Burada Fransız devrimin liderlerinden Maximilien de Robespierre ile dost olsa da, devrim sürecindeki güç mücadeleleri onları ezeli iki düşman yaptı. Joseph Fouché için Stefan rucu Meclisin seçim ilanına Zweig şöyle der: Sadık olma adaylığını koymasının ardınkonusunda yaşamı boyunca dan milletvekilliğine seçiledeğil bir insana, Tanrı’ya kar- rek siyaset sahnesindeki haşı bile kendisini sorumlu his- yatına başladı. setmemiştir. Gerçekten de Her şey uğruna en fazla çıkakendisi Fransız Devrimi’nde rı sağlamaya kararlı olan Fosırasıyla monarşist, jironden, uché, radikal ve ılımlı kanat jakoben, direktuvarcı ve Na- arasındaki çatışmalarda Jipolyoncu olmuştur. İlk olarak rondenlerin ellerinde tuttukNantes halkına siyasi semi- ları gücü fark edince, Jakonerler vermeye başlayan Fo- ben safında yer alan Robesuché, kısa bir süre sonra pierre ile dostluğunu bitireAmis de la Constitution’un rek Jirondenlerin tarafında başkanı oldu. 1792’deyse Ku- yer almaya karar kıldı. XVI. ATAUM e-bülten Louis hakkında hüküm verilecek gün olan 16 Ocak 1793’teyse, kürsüye çıkıp Kral’ın idam edilmesi yönünde "ölüm" diyerek oy kullananların sayısının oldukça fazla olduğunu görünce Jirondenleri oyuna getirerek radikal Jakobenlerin tarafına geçti. Taraf değiştirmesi Robespierre’in güvenini tekrar kazanmasına yetmezken, aksine idealleri yerine çıkarları peşinde koştuğundan ne kadar güvenilmez olduğunu gösterdi. Devrimden sonra Lyon'daki isyanı bastırma görevi esnasında yüzlerce kişiyi mermiyle öldüren Fouché, Lyon Kasabı olarak anılmaya başlandı. Bu sırada yaşanan kanlı olayların vardığı noktaya isyan eden Georges Jacques Danton, Desmoulins ile birlikte daha ılımlı politikalar izlemeye karar verdi. Onların Jakobenleri eleştirmesi, Fouché’de ılımlıların daha üstün gelebileceği hissini uyandırınca Lyon Kasabı Fouché, bir anda Lyon’un kurtarıcısı oldu. Toplu idamların durdurulmasını, sorumluların hesap vermesini istemeye başladı. Robespierre ise kendi düşüncelerine muhalefet eden herkesi yok etmeye kararlıydı. Jakobenlere meydan okuyan Georges Jacques Danton giyotinle idama gönderilirken, Fouché de Lyon'daki olayların hesabını mahkemede vermek üzere Paris'e çağrıldı. Sonunun kötü olacağını hisseden Fouché, özür dilemek için Robespierre’in evine bile gitti. Ancak iş sandığı kadar kolay değildi. Jakobenlerden dost kazanmak için komiteyi ziyaret eden Fouché, 7 Haziran’da Jakobenler Kulübünün başkanlığına seçildi. Fakat Robespierre mecliste yaptığı konuşmalarla Jakobenleri yine kendi tarafına EYLÜL 2011 çekti ve Fouché’nin kulüpten ve dolayısıyla başkanlıktan atılmasını sağladı. Artık sonunun Danton ile Desmoulins gibi olmasından endişe eden Fouché, kendisi gibi Robespierre’den korkanları yanına alarak komplo hazırlıklarına başladı ve gerçekten de hepsinden önce Robespierre giyotine gönderildi. Kendi canını kurtaran Fouché, yeni meclise seçilemeyince üç yıl casuslukla uğraştı ve yeni iktidar Barras için çalıştı. 3 Kasım 1799’da polis bakanlığı görevine getirildi. Polis bakanı Fouché, bu sefer de Jakobenliğini unutmuştu ki, sürekli şikayet edenlere tepki olarak Jakoben Kulübü' nü kapattı. Aldığı gizli haberlere dayanarak üyelerinin iç anlaşmazlıkları yüzünden Direktuvar’ın sonunun geldiğini anlayan Fouché, Napoléon Bonaparte’ın karısından da Bonaparte’ın yakında döneceği sırrını öğrendi. Bonaparte Mısır’dan döndüğünde halkın ona gösterdiği coşkulu karşılamayı görünce bundan sonra hâkimiyetin kimde olacağını anlayan Fouché, ilk iş olarak Bonaparte’ı ziyaret etti. Hükümet darbesine kadar ikili oynayan Fouché, Napoléon Bonaparte'ın kazanan taraf olduğunu öğrenince rengini belli etti. Zaferi kazanan tarafa o kadar rahat ve görünür bir şekilde geçti ki, Fouché’nin karakteri bir kez daha anlaşılmış oldu. Konsüllüğü sırasında gittikçe güçlenen Napoléon, ömrünün sonuna kadar hükümdar seçildi, Cumhuriyet sona erdi ve monarşi başladı. Bu gidişata başından beri engel olmaya çalışan Fouché, Napoléon'un da dikkatini çekti ve Napoléon, polis bakanlığı gibi bir kuruma gerek kalmadığını iddia ederek onun görevine son verdi. Politikadan vazgeçemeyen Fouché, Birinci Konsül'e gizli gizli belgeler götürmeye devam etti. Fouché ile Napoléon ikilisi birbirine güvenmese de birbirine hizmet etmeye devam etmekteydiler. Fouché, Napoléon tarafından bakanlığa tekrar getirildi ve beşinci kez bağlılık yemini etti. Kısa bir süre sonra da Otranto Dükü yapıldı; fakat İngiltere’yle gizli barış görüşmeleri yürüterek imparatora açıkça meydana okuması ona üç yıl sürecek bir sürgüne mal oldu. 1814’te Napoléon düşürülüp yerine XVIII. Louis kral olduğunda sürgünden geri dönen Fouché, yine sessiz kalarak bekledi ve tahmin ettiği gibi Napoléon Mart 1815'te tahtına geri döndü. Fouché'yi düşman olarak karşısına almaya cesaret edemeyen Napoléon, onu üçüncü kez polis bakanı yaptı ve ikilinin güvensiz ilişkisi tekrar başladı. Öyle ki Napoléon polis bakanı olarak tayin ettiği bu kurnaz adamın peşine kendi polislerini takıyordu. Önceki dönemde bu ilişkideki üstün taraf Napoléon olsa da, 1815’teki son mücadelede en başından beri daha güçlü olan Fouché idi. Napoléon, Fouché’nin Metternich ile yaptığı gizli görüşmeleri öğrenince kendisine yapılan bu ihaneti Fouché’nin maskesini düşürmek için kullanabilece ği ni dü şün dü. Fa kat Fouché'nin zekası yine üstün geldi: Metternich’den mektup aldığını kendiliğinden tüm soğukkanlılığıyla itiraf etti ve mantıklı bir açıklamayla süsledi. Artık Napoléon’un Fouché’yi kovmak için bir bahanesi yoktu. Haziran 1815’te Napoléon Waterloo savaşını kaybettiğinde Fouché bir yandan za- Portre: Joseph Fouché Nazlı AKGÜN 17 feri kazanan tarafla hemen ilişki kurdu, diğer yandan da milletvekillerine onun diktatörlük ilan edeceğini söyleyerek Meclis kararıyla Napoléon'un tahtı bırakmasını sağladı. Napoléon Bonaparte’ın hâkimiyeti sona erdiğinde artık iktidarın tepesinde tek başına Joseph Fouché vardı. Cumhuriyetçi görünmeye devam eden Fouché, hükümeti bir bakanlık makamı karşılığında XVIII. Louis’ye sattı. XVIII. Louis, erkek kardeşinin katili, yedi defa yeminini bozmuş Fouché’yi, Meclis’in, İmparator’un ve cumhuriyetin bakanlığını yapmış bu kişiyi sekizinci kez ve bu defa kendisine bağlılık yemini etmek için karşıladı. Fakat kraliyet ailesinin tüm fertleri Fouché’ye istemeye istemey e m akam veren XVIII. Louis’den bu bakanı kovmasını istedi. Hesapları bu defa tutmayan Fouché, Otranto Dükü olarak değil, 1792’de kralı ölüme mahkûm eden Nanteslı Fouché ve “Lyon Kasabı” olarak Fransa dışına sürgüne gönderildi. Sonrasında Prag, Linz ve Trieste’de zamanını geçiren Fouché, 26 Aralık 1820’de öldü. Joseph Fouché, onun hayatından haberdar olan sonraki bütün siyaset adamlarının kâbusu oldu. Fouche’nin hayatını okuduktan sonra kendi emniyeti için derhal gizli servis şefini görevden alma gereğini duyan Stalin’i bunlara örnek gösterebiliriz. Ayrıca 30 Kasım 1929’da, Vossische Zeitung gazetesine demeç veren Atatürk de, söz Napolyon’a geldiğinde, onun hatalarına değinirken, ‘Napolyon, Polis Bakanı Fouché’nin yaşamını bildiği halde, onu görevinde bırakmıştır’ diyerek Fouché’yi anımsamıştır. Eylül'de Avrupa Michel de Montaigne (28 Şubat 1533-13 Eylül 1592) “Denemelerde gördüğüm her şeyi Montaigne’de değil, kendimde buluyorum.” PASCAL Pek çoğumuzun ilkleri arasında o olmuştur. Çocukluktan çıktığımız yaşlarda bize bizi anlatan, sohbeti tatlı bir dost olarak bizi dünya üzerine, insan üzerine ve bizatihi yaşamak üzerine düşünmeye yönlendiren ve her birimizin farklı seslerle işittiği Montaigne, tıpkı Pascal’ın dediği gibi her bir satırda bize biraz Montaigne’i ve fakat daha çok kendimizi veriyor. Yüzyıllara inat, her denemede yeniden hayat buluyor. Fransız rönesansının yaşandığı o yıllarda zengin bir tüccarın ailesiyle yaşadığı büyük malikânede doğmuştu. İçinde büyüdüğü aile hayatının üzerinde bıraktığı etkilerle döneminin dinamikleri arasında kendini var etmişti. Geleceği planlanmış bir çocuk olarak attığı her adımın neticesinde kendine kattıklarıyla ve doğumundan ölümüne içinde büyüttüğü, biriktirdikleriyle beslenen Montaigne, 16. yüzyılın en etkileyici ve ilham verici yazarlarında, filozoflarından biri oldu. Kendi isteği dışında kurulan hayatında, devletin hizmetinde çalışmış, kendi isteğinden bağımsız bir biçimde evlendirilmiş, talihsiz bir biçimde doğan 6 çocuğundan 5’ini kaybetmişti. Yine de tüm yaşadıklarıyla var ettiği düşünceleri onu bağımsız kılmıştı. M.S. 46- 120 yılları arasında yaşamış ve orta dönem platoculardan olan Yunan tarihçi ve deneme yazarı Plutarchus’tan esinlendiği ve dahası insanı, insan doğasını ama hepsinden çok kendisini anlatmayı amaçladığı denemelerini bir bir kaleme almıştı. Kiminde zayıf hafızasının anımsadıklarından dem vurmuş, kiminde anlaşmazlıklara, sorunlara çözümler getirmeye çalışmış, kiminde de döneminin en önemli olaylarından biri olan “Din Savaşları”na olan nefretini dile getirmişti. Yüzyıllar boyu elden ele, nesilden nesile okunan “Denemeler”, samimi dilinin ve yazılış tarzı- nın ötesinde okuyucuya sunduğu düşüncelerle de çok büyük bir yere sahip olmuş ve hatta İngiliz ve Fransız edebiyatının gelişiminde de önemli bir dinamik olarak belirmişti. Bugün aradan geçen yüzyıllara rağmen neredeyse Pınar Dilan SÖNMEZ her kütüphanenin, kitaplığın vazgeçilmez eserlerinden biri olan “Denemeleri”yle Montaigne, hepimizin yaşamına değen ve onlara karışan felsefesiyle yaşıyor. General Primo de Rivare ve İspanya’da Darbe Birinci Dünya Savaşı’nın tarafsız devletlerinden İspanya, sahip olduğu tarafsızlık statüsü sayesinde savaş boyunca hem ittifak hem de itilaf devletleri için önemli bir malzeme tedarikçisi durumuna gelmiş ve neticede küçümsenmeyecek bir ekonomik patlama yaşanmıştı. Ne var ki dünyanın ve Avrupa’nın içine düştüğü bunalımların büyük etkileri, eko- nomideki bu avantajlı konumun kısa sürede sona ermesine ve ülkenin borç batağına sürüklenmesine yol açacaktı. Özellikle İspanyol Gribi adı verilen ve dünyanın pek çok yerinde milyonlarca insanın ölümüne sebep olan hastalıkla savaş sonrası dönemin ekonomik darboğazının yarattığı çıkmaz, ülke içinde ayaklanmaların baş göstermesine neden olmuş- (13 Eylül 1923) tu. Artan şiddet olaylarıysa düşünüyor ve yaşanan yolhenüz demokrasi deneyimi suzluklar konusunda orduoldukça zayıf olan İspanya i- nun soruşturulacağını belirçin yeni bir dikta dönemini a- tiyordu. Bu iddialar karşısınçacak ve halkı sıkıyönetimle da şaşkınlığa uğrayan orkarşı karşıya bırakacaktı. duysa iddialara yanıtını 13 İspanya ciddi bir düşüş için- Eylül 1923’te sert bir biçimde deydi ve İspanyol ordusunun verecek ve De Rivera liderli1921’deki Fas yenilgisi bu dü- ğinde, Kral XIII. Alfonso’nun şüşün doruk noktası olacak- desteğiyle gerçekleştireceği tı. Cortes yani İspanyol Par- askeri darbeyle ülke yönetilamentosu bu gidişattan as- mini eline geçirecekti. Yeni keriyenin sorumlu olduğunu yönetimin başbakanı olarak ATAUM e-bülten göreve başlayan Rivera’nın ilk işi, Cortes’i dağıtarak yönetimin sıkıyönetim kanunları çerçevesinde işlemesini sağlamak olmuştu. Amacının İspanya’nın anayasal düzeninde önemli, kısa bir parantez açmak ve bu sayede eski, kendi çıkarlarından başka bir şeyi düşünmeyen politikacıların yarattığı bu yıkık İspanya’dan yeni bir İspanya kurmak olduğunu belirtmişti. Sansür vb. uygulamalarıyla diktatörlük yönetiminin temel özelliklerini ortaya koymakla beraber, ülkede işsizliğin azaltılması, fakirlerin durumlarının iyileştirilmesi gibi çabaları da göz önünde bulundurulduğunda Rivera klasik bir diktatör olmaktan uzaktı. Ülkenin özelikle ekonomik alandaki altyapısını güçlendirmeye yönelik girişimlerde bulunan Rivera, muhafazakâr tutumuna rağmen reformist olarak yeterli seviyedeydi ve fakat aynı zaman- da radikal politikaları da ülkedeki geleneksel bir güç olan elitleri korkutmak için yeterliydi. Özellikle solcu muhaliflerin dikta rejimine yönelik protestoları sürerken belli bir kesim ise ülkeyi yönetebilecek güçlü bir liderin varlığının arayışı içindeydi. Nitekim uygulanan politikalar başarı sağlayamayacak, artan enflasyon ve Rivera’nın Arnavutluk’un Varşova Paktı’ndan Çıkışı İki kutuplu düzenin yarattığı rekabet ortamı, 1960’lı yılların ortalarından itibaren yumuşamaya doğru evrilmeye başlamıştı. ABD ve SSCB’nin güçlerinin neredeyse dengelenmesi, iki süper devletin de sıkışmasına ve dahası bloklar içinde kopuşların ortaya çıkmasına neden olacak, ortaya çıkan bu durumsa yeni politikaların benimsenmesine yol açacaktı. Stalin’in ölümünün ardından iktidarı ele geçiren Kruşçev’le birlikte Sovyetler Birliği iç ve dış politikasında küçümsenmeyecek değişikliklere gitmişti. Özellikle 1956’da gerçekleştirilen SBKP’nin 20. Kongre- Eylül'de Avrupa Pınar Dilan SÖNMEZ EYLÜL 2011 si’nde alınan kararlarla ekonomik ve siyasal alanda önemli avantajlar sağlanmaya çalışılmış, “sosyalizme farklı yollardan ulaşma”, “barış içinde bir arada yaşama” gibi temel ideolojik değişimler görülmüştü. Bu dönüşümle birlikte özgürlükçü hareketler artmaya başlayacak ve yeni politikaların verdiği cesaretle Çekoslavakya, Polonya gibi Doğu Avrupa ülkelerinde ayaklanmalar baş gösterecekti. Nitekim özellikle ekonomik alanda belirmiş sıkıntılar ve bu doğrultudaki ayaklanmaların önünü tamamen kesmek çok kolay değildi. Arnavutluk da 1960’ hem halk nezdindeki meşruiyetini yavaş yavaş kaybetmeye başlaması hem de ordu içindeki desteğini yitirmesi, 1930’da dikta rejiminin sonunu getirecekti. (13 Eylül 1968) larla birlikte yeni politikalar belirleyecek, dahası SSCB’ye rest çekecekti. Stalin’in iktidarı döneminde SSCB ile yakın ilişki içinde olan uydu bir devlet olarak Arnavutluk, Stalin’in ölümünün ardından özellikle Kruşçev’le birlikte bu yakın politikasını terk etme kararı almıştı. Gerek 20. Kongre kararlarının etkisi gerekse 1961’deki 22. Kongre’ de benimsenen çok merkezliliğe geçiş politikası Arnavutluk’a aldığı kararı uygulamaya sokma fırsatı verecekti. Varşova Paktı’nın ya da NATO’nun kendi güvenliğini sürekli tehdit ettiği düşüncesiyle hareket eden Arna- 19 vutluk lideri Enver Hoca, kendine yeterlilik politikası izlemenin ülkesi için en iyi ve geçerli yol olacağı algısına sahipti. Nitekim devlet 1961’ den itibaren Varşova Paktı’ nın çalışmalarına katılmamaya başlayacak; nihayet 13 Eylül 1968’de Varşova Paktı’ndan tamamen çekilecekti. 1968 Prag Baharı ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi yeni ve küçümsenemeyecek güç odaklarının Arnavutluk gibi bazı Doğu Avrupa devletlerini SSCB’ye karşı desteklemesiyle komünist blokta yaşanan çatlak iyiden iyiye derinleşecekti. 20 Regata Storica Aylin AYDI EYLÜL 2011 ATAUM e-bülten Regata Storica İtalya’nın tarih kokan şehri Venedik, adeta sular üstünde yüzen bir masal kenti gibi. Sokaklarında kimi zaman aşk kimi zaman tarih kimi zaman da sanat rüzgârları eser. Bu çok yönlü şehri çeşitli adacıklara ayıran kanallar söz konusu ve bu kanallar da çeşitli etkinliklere, festivallere ev sahipliği yapıyor. Her yıl eylül ayının ilk pazar günü gerçekleştirilen “Regata Storica”, bu kutlamalardan sadece biri fakat aynı zamanda da en önemlisi. Regatta kelimesinin etimolojisi hakkında çeşitli tartışmalar söz konusu. Günümüze gelindiğindeyse kelime, Venedik ’le birlikte “kayıklar üzerindeki yarış” anlamını kazandı. Regattaların oyun alanı olan Grand Canal (Büyük Kanal), Venedik’in en büyük kanalı olmasının yanı sıra şehri de ikiye bölmekte. Yarışlarsa esas olarak mayıs ayında başlıyor. Regata Storica (Tarihi Regatta) ise bu ya- rışların en sonuncusu. Aynı zamanda diğerlerine göre tarihi önemi de daha büyük. Tarihi Regata, aslında yılın da ana yarışı. Bununla beraber, diğer adalar ve Venedik lagün toplulukları da kendi regattalarını yıl boyunca düzenlemekte. Pazar günü öğleden sonra başlayan Tarihsel Geçit, Büyük kanal boyunca yapılmakta ve döneme özgü kıyafetler giyen tayfalar da sandallar içerisindeki yerlerini almakta. En Aylin AYDI önemli kürek yarışlarıysa, Venedik’in çeşitli komşularıyla yapılan yarışlar olmakta. Venedik’in tarihi yapısıysa izleyicileri bu atmosfere kolayca adapte eder nitelikte. Yarışlar başladığında izleyicilerin sesleri hem kanal boyunca yankılanıyor hem de böylece yarışa ve yarışçılara cesaret veriyor. Regatta sona erdiğindeyse coşkulu kalabalık kanallardaki sandalları dolduruyor. Geçmişten gelen bir ses: Viva Regata! Regattaların geçmişi 13. yüzyılın ikinci yarısına kadar uzuyor. Eski Venedik Başkanı Giovani Soranzo, şehre yabancı bir prens geldiğinde, papalık seçimlerinde ya da başkanlık seçimlerinde, su geçit törenleriyle Venedik’in ihtişamının kutlanmasına karar vermişti. Askeri zaferleri kutlamak ve yabancı devlet adamlarını onurlandırmak için yapılan kutlamalar, ilk kez Serenissima’da düzenlenmişti. Günümüzdeyse ta- rihi geçit ve kürek-tekne yarışları olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Ragattalar, eski zamanlarda olacak herhangi bir karışıklığı önlemek ve gerek olursa müdahale etmek için kendine has şekilleri olan “bisonne”ler tarafından yönetilirdi. Günümüzde düzeni koruma görevi bulunmayan bisonneler Tarihi Regatta’yı başlatıyor. Tarihi Regatta, “bucintoro” adı verilen kayıklarla, Venedik kürek kulübü tekne- Venedik tarzı kürek çekme Venedikliler’in en bilinen yarışı olan regattalar, her zaman yerlilerin ve yabancıların ilgisini çekmiştir aslında. Yarışla ilgili bazı temel bilgiler vermek gerekirse, yarış geçmiş zamanlarda Serenissima Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşlarına açıkken bugün yalnızca Venedikli kürekçiler bu yarışa katılabiliyor. Tarihsel geçitten sonra yapılan ilk yarış olan Genç Kürekçiler Yarışı gelecek vaat eden genç adamların mücadelesine sahne oluyor. Ki bu yarış iki kürekle idare edilen ve oldukça teknik özelliklere sa- hip “pupparini”lerle yapılıyor. Daha sonra kadınların maskeli yarışları başlıyor. İsminin böyle olmasının sebebiyse, kayıkların burunlarının “buata” maskesine benzemesi. Yine iki kürekle idare edilen bu kayıklar, eski zaman cariyeleri kılığına girmiş maskeli kadınlar tarafından kullanılıyor. Üçüncü yarış, erkek gücüyle kullanılan altı kişilik “caorline” kayıklarıyla yapılıyor. Söz konusu kayıklar, günümüzde nehir taşımacılığının yanı sıra lagünlerin etrafında seyahat etmek amacıyla da kullanılmakta. leri tarafından oluşturulan, su üzerinde yapılan renkli geçit töreniyle başlıyordu. Bu tören ilk kez 1489’da Kıbrıs Kraliçesi Caterina Cornaro’ nun Venedik’e gelmesi şerefine yapılmıştı. Ki bu olay, Serenissima’nın bariz bir şekilde Akdeniz Adaları’na hükmetmesinin de başlangıcıydı. Diğer taraftan deniz ve dış ticarette elde ettikleri başarılar, bu kürekçilere sahip olmaları açısından önem taşımaktaydı. Regattalar bugün hala dünyadaki Venedik kürekçileri için kavgacı sezonun doruk noktasını temsil ediyor. Diğer yandansa Venedik’in geçmişte denizlerdeki ekonomik ve siyasi ağırlığını açıkça gözler önüne sermekte. Dolayısıyla yarışmalarda birinci olmak kürekçiler için Venedik sporunun tarihinin içinde belirli bir ölçüde de olsa yer almak anlamına geliyor. Tarihi Regatta’nın şampiyonluk yarışlarının doruk noktasını, iki kürekle idare edilen çok ince şekilli hafif tekneler yani “gondollar” oluşturuyor. En popüler lagün kayıklarının üzerinde yapılan regattaların aksine, bu yarışlarda önemli olan kürekçilerin kol güçleri değil kişisel yetenekleri. Tüm bu Venedik tarzı teknelerin ve onları kullanan gondolcuların katı kuralları mevcut. Örneğin 1562’de çıkarılan bir yasa gereği tüm gondollar siyaha boyanıyor. Bunun yanı sıra gondolculuk da kesin kurallara bağlanmış durumda. Öyle ki ailenizde bir gondolcu yoksa bu mesleği yapabilmeniz imkânsız. Ayrıca gondolcular kendi içlerinde enteresan bir iletişim tarzı da yaratmışlar. Günlük konuşmalarında kullandıkları özel terim ve kelimeler söz konusu. Büyük Kanal’da kazanmak bugün hala her yarışmacı için en çok istenen şey. “Alla veneta” (Venedik) kürekçisi olmak ise pek çok Venedikli için yasaklanmış bir rüya olarak duruyor. Avrupa`nın Bayrakları Yiğit KÖSEOĞLU Belçika Bugünkü Belçika toprakları, ya da genel coğrafi bir terimle ifade edilirse “Alçak Ülkeler” -yani Hollanda, Lüksemburg ve Belçika- Avrupa'nın hareketli siyasi tarihinin ortasında yer alan, hem bu tarihi şekillendiren hem de bu tarihten etkilenen önemli siyasi yapılanmalara ev sahipliği yaptı. Bu siyasi hareketlilik tahmin edilebileceği gibi bu coğrafya üzerinde tarih boyunca kullanılan bayraklara da yansıdı ve bu coğrafya bir benzetmeyle devletler kadar bayraklar mezarlığına da döndü. Şunu hemen belirtelim; bu bölgede bugün bulunan Benelüks devletlerinin bayraklarının öyküleri bir çok yerde kesişmekte, sonra ayrılmakta, daha sonraysa tekrar birleşebilmektedir. Konumuz Belçika bayrağı olduğundan, bu karmaşıklığı göz önünde tutarak şimdi bu bayrağın hikâyesine kulak verelim. Biraz önce değinildiği gibi, bu bölge tam bir bayraklar mezarlığı. Belçika bayrağına giden yolda kullanılan tüm bayraklardan burada bahsetmekse gerçekten güç. Bu sebeple bu uzun hikâyenin önemli kırılma dönemleri üzerinde durmak daha yerinde olacaktır. Belçika bayrağına giden yolun başlangıcını 9. ve 11. yüzyıllar arasında Lotharingia bölgesinde kullanılan ve kırmızı-beyaz-kırmızı şeritlerden oluşan bayrak olarak belirleyebiliriz. Bu bayrak, 13. yüzyılda ufak bir değişikliğe uğrayarak üstten aşağıya kırmızı ve beyaz şeritlerden oluşacak ve 16. yüzyıla kadar kullanılacaktır. 9. ve 11. yüzyıllar arasında kullanılan bayrak 13. yüzyıldan sonra kullanılan bayrak 16. yüzyılın başlarından itibaren Alçak Ülkelerin güneyden gelen bir tehditle karşılaştığını görüyoruz: İspan- yollar. Bu ülkeler güneyden gelen bu yoğun baskıya fazla direnemedi ve bu yüzyılın sonlarından itibaren İspanyolların denetimi altına girdi ve İspanyol Hol lan da sı (1581–1713) kuruldu. Bu yeni siyasi oluşum, beraberinde yeni bir bayrağı da getirdi ve üstten aşağıya doğru kırmızı, beyaz ve sarı renklerden oluşan zemin üzerinde Burdungy haçı olarak bilinen tırtıklı bir kırmızı haçın olduğu bayrak benimsendi. İspanyol Hollandası'nın bayrağı Tarihler 1713'ü gösterdiğinde İspanyol Hollandası bir başka siyasi gücün denetimi altına girdi. İspanyollardan sonra bölgede Avusturyalıların sözü geçmeye başladı ve A vus tur ya Hollandası (1713–1795) kuruldu. Avusturya Hollandası'nın bayrağını incelediğimizde, İspanyol Hollandası'nın bayrak zeminine sadık kalındığını, ama bayrağa Avusturya İmparatorluğu'nun sembolü olan çift başlı kartalın eklendiğini görmekteyiz. ten aşağıya doğru kırmızı, si- Son olarak bayraktaki renkyah ve sarı renklerden oluş- lerin anlamlarından da bahtuğu görüyoruz. sedersek sarı cömertliği simgelerken, kırmızı cesareti ve gücü, siyah ise kararlılığı sembolize etmekte. Belçika bayrağı son halini 23 Ocak 1831'de bir parlamento kararıyla aldı ve yatay olarak sıralanan renkler Fransız 1790'da ortaya çıkan bayrak bayrağının ve milliyetçilik ideolojisinin büyük etkisinde Burada bu renklerin nereden kalınarak birçok Avrupa geldiğine ve anlamlarının ne bayrağı gibi dikey olarak yeolduklarına da değinmekte niden tasarlandı. Bayrağın yarar var. Öncelikle bayrağın renkleri de siyah, sarı ve renkleri tarihsel olarak çok kırmızı olmak üzere önceki gerilere gitmekte ve şimdiki bayraktan tamamen ters bir Belçika devletinin de bir ili dizilimle sıralandı. Bu bayrak olan Brabant'ın armasından hakkında verilecek son bilgi, gelmekte. Diğer yandan İkinci Dünya Savaşı sırasında B r a n b a n t D ü k l ü ğ ü ' n ü n yaşadığı Nazi işgali esnasın(1183-1430) bu bölgede da Na zi Almanyası'nın kurulmuş en eski siyasi yapı- kırmızı zemin üzerindeki silanmalardan biri olması bu yah gamalı haçtan oluşan armasının renklerinin milli- bayrağının kullanılmasıdır. yetçiler tarafından neden Bu bayrak 1945'te savaşın biseçilmiş olduğunu cevaplar tişiyle ortadan kalkmış ve nitelikte gözükmektedir. Bu 1831'de kabul edilen bayraarmaya baktığımızda arma- ğa geri dönülmüştür. nın siyah bir zemin üzerinde pençeleri ve dili kırmızı renkli, sarı bir aslan tarafından oluştuğunu görmekteyiz. Brabant bölgesinin arması Avusturya Hollandası'nın bayrağı 1700'lü yılların sonunda yaşanan Fransız Devrimi'nin etkisi tüm hızla yayılırken bu dalgadan en hızlı etkilenen coğ raf ya lar dan bi ri de bugünkü Belçika toprakları oldu ve halk Avusturya İmparatorluğu'nun toprakların da ki hü küm ran lı ğı na karşı ayaklandı. Belçikalı milliyetçi kanat bu mücadeleden zaferle çıktı. Bu gelişmeler sonucunda 1790'da Belçika Birleşik Devletleri kuruldu ve bugünkü Belçika bayrağı da ilk kez ortaya çıkmış oldu, ama tek bir farkla: Bu bayrağın şeritleri yatay olarak sıralanmaktaydı. Belçika Birleşik Devletleri'nin bayrağına bu bağlamda göz attığımızda bu bayrağın üst- Belçika Bayrağı BASINDA TÜRKİYE - AB İLİŞKİLERİNİN 50 YILI 13 Eylül 1963'te Hürriyet gazetesinde yayınlanan bu haber, ATAUM bünyesinde hazırlanan “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ (ed. Erdem Denk) başlıklı kitaptan alınmıştır. Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için... Avrupa Gündemi... ATAUM ATAUM-BİM (09-2011) e-bülten bulmak isteyene not: sadece elektronik posta kutusunda bulunur...
Benzer belgeler
e-bülten - ATAUM - Ankara Üniversitesi
Esra AKGEMCİ
Küresel ekonomide yeni bir güç merkezi haline gelen BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika), Euro Bölgesi’ne borç kriziyle mücadelede yardım etmeye hazırlanıyo...