2013-11 Kizilbas 32
Transkript
2013-11 Kizilbas 32
kızılbaş Ka sım 2013 - S a yı 32 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! Mustafa Kemal 1936 yılındaki meclis açılışındaki konuşmasında: “Dahili iç işlerimizde mühim bir safha varsa o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan iş bu yarayı, bu korkunç çıbanı ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir.” kızılbaş - sayfa 2 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik selanik cad. no: 23 / 20 kat 5 kızılay / ankara tel: 0 506 818 66 55 [email protected] kayseri temsilcisi a. rıza ülger [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 0177 457 79 78 gönüllü katkı formu stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] dünya ve avrupa için: kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE05 350 500 00 0300 23 23 29 yayın tarihi: 15 kasım 2013 sayı: 32 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger Sayfa 06 - DERSİM HALK ANLATILARINDA HIZIR İNANCI ............................................................................... Dr. Daimi Cengiz Sayfa 11 - “İDRAKTEN YOKSUN AHMAK TÜRK” Sayfa 12 - HDP Eş Başkanı Sebahat Tuncel: CHP ile İstanbul’da ortak aday gösterebiliriz Sayfa 13 - ‘Türk solunun başarı ihtimali olsa Kürtler’in yüzüne bakmaz’ ........................................................... Fehmi Işıklar Sayfa 14 - DİN KARDEŞLİĞİ MASALI ve TÜRBAN ŞOVU ................................................................................. Mahmut Alınak Sayfa 15 - Mustafa Kemal Atatürk ve Kürdler .......... Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 19 - Τα αντάρτικα Ποντιακά τραγούδια του ‘40 Sayfa 20 - Cumhuriyet tarihimiz ahlaksizlik tarihidir ..... Ahmet Altan Sayfa 22 - Reform ve ademimerkeziyetçilik .............. Prof. Dr. Taner Akçam Sayfa 23 - Liberallerin, Kürtçülerin ve Gezicilerin Kemalizm’i .......................................................................... Yıldıray Oğur Sayfa 24 - Doğru namaz, doğru seksten geçer ............................ Sibel Üresin Sayfa 25 - Pomakça gibi yabancı dilde konuşanlar cezalandırılacak 1936-Balıkesir-Gönen Sayfa 26 - Ecdadımız Kayıkları, Biz Gemicikleri Yürüttük ..Erdal Yıldırım Sayfa 28 - imha edilen kaçıncı arşiv? ................................... AYŞE HÜR Sayfa 29 - TÜRKÇE BİLMEYEN KÜRT’E İDAM KARARI! Sayfa 30 - Ağvan (Gökçe)’ın dutları ikinci plana atıldı ... Sultan KILIÇ Sayfa 31 - ÇETEDEN SÜRYANİLERE MANASTIRA CAMİ YAPARIZ TEHDİDİ .................................................................. Kemal Gümüş Sayfa 32 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 3. Bölüm ............ Hovsep Hayreni Sayfa 39 - Katliamlar üzerine kurulan bir cumhuriyet .... Zeynep Tozduman Sayfa 41 - AJAN´MI? PİR`Mİ? DÜŞKÜN‘ MÜ? ......... Adnan Cangüder Sayfa 43 - Bir inci tanesi üşüdü .................................. Necmettin Yalçınkaya Sayfa 45 - Bir gavur tanıdım! ................................. Faime Havva Özbey Sayfa 46 - Bu fotografi Twitter’da Turgut Öker’in bir paylaşımından aldım. .................................................................................. Dersim Mameki Sayfa 47 - Yalan Cumhuriyet ....................................... Pakrat Estukyan Sayfa 48 - Ordularının işgali altındaki ülkeler ................... Prof. Atilla Yayla Sayfa 49 - BERFO ANA.... ...................................... Aram Ararat Sayfa 50 - KENDİNE DÖNMEK.... -Kırklar cemini hatırlıyor musun? ....................................................................................... Remzi Aydın Sayfa 52 - Η Νεκρανάσταση του Αλή - Αργύρης Μπακιρτζής Sayfa 52 - EVRİM’İME ........................................... Ayşegül Karadağ Kevok Sayfa 53 - ‘Zazaca apayrı bir dil ama...’ .............. Sevan Nişanyan Sayfa 57 - Binboğa Değerleriyle Kırkısrak Ermenileri ve Ayşe Ana. ................................................................................ Ali Haydar Ülger Sayfa 61 - DARIDERE ............................................................. Ali Ülger Sayfa 62 - Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 10 ....... A. Haydar Kanlı Sayfa 64 - Kapaklar ve siyaset ...................................... Ali İhsan Avgül 17-18 Kasım 1937 O kara gün! Soykırımcılarının; Elazığ Buğday Meydanı’nda İdam sehpasında Tükürdün yezitin yüzüne “Ayıptır! Zulümdür! Cinayettir!” diye… *** Sen ulusun, Sen bilensin, Sen görensin… Ve sen adil değilsin, Bundandır ki; Seni ve soykırımcı İşgalcilerini, Asla af etmeyeceğim ! Ey koca felek !… -kızılbaş eli- kızılbaş - sayfa 4 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek Dünyada var olan kuramların kurumları tekliği kuramamıştır. Örneğin İbrahim’i dinlerin tek Allahları 4 peygamberleri ile 4 kutsal kitapları bunu başaramamıştır. Marksist kuramın da kendi içinde onlarca farklılıklara ayrılması da gayet normal… Ali Ülger Pabuç değiştirir gibi parti değiştiriyorlar. Geçmişin hesaplarını da vermeden… Kürt siyaseti giderek beyazlaştırılıp Türkleştiriliyor. Hem de aynı eski kadrolar ile. Şu ana kadar Tırk Kürt kardeşliği siyaseti içinde bulunan Tırk solu kendi kongresinde Kürtlerin devlet kurma haklarını kabul eden kararları var mı? Tırk solu kendi Genel Kurmayının, Türk ordusunun Kürdistan’dan çekilme çağrısının kararı var mı? Kürtlerin beyazlaştırılıp Türkleştirildiği bir sürece girmiş bulunuyoruz. Tırk ve Kürt ittifaklı inkârcı siyasete karşı çıkmak her dürüst insanın insani ve demokratik görevi olduğu kanısındayız... * * * Beyaz Kürt örgütlenmelerinin tümü Alevi-Bektaşiler CHP’yi desteklemeleri ile M. Kemal’in fotoğraflarını Cemevleri ile kendi evlerine asmalarını eleştiriyorlar. Bu doğru ve haklı eleştiriyi de kötüye kullanıyorlar. Şöyle ki; Kızılbaş-Aleviler yapınca kötü kendileri yapınca iyi bu yaklaşımın kendisi Kürt Kemalizm’inin ta kendisidir! HDP İstanbul’da CHP ile ortak aday gösterebileceklerini siyasetini işletiyorlar. Diğer yandan da beyaz Kürt hareketinin yetkili ağızları da bol keseden soykırımcı ırkçı Kemal’e methiyeler diziyorlar. Halkların böyük(!) önderi İmralı’da çok çok özgür ve güven ortamında vahiyler göndererek dışarıdaki Kürt siyasetini beyazlaştırmaya Tırkleştirmeye özel çaba sarf ediyor Hakan Fidan ittifakıyla… Görünen o ki; Alevi- Bektaşi, Beyaz Kürt örgütlenmeleri devletin denetiminde vatan, millet, birlik, bütünlük dâhilinde Türk Kürt kardeşliği işletiliyor! * * * Beyaz Tırk Alevi-Bektaşi örgütlenmeleri 3 Kasım’da Kadıköy’de gövde gösterisine dönüştürülen bir miting yaptılar. Konuşmalar, verilen mesajlar yapılan siyaset ile İslam, Müslüman ve AKP düşmanlığı yaptılar. İslam Müslüman ve AKP düşmanlığı siyaseti CHP’nin ve devletin siyasetidir. Yakında yapılacak seçimleri için ön yatırımlardır. Yarın hep birlikte göreceğiz devletin militarist ırkçı, şoven, eli yüzü kanlı CHP ve türevlerinin eşiklerini aşındırıp el etek öperek vekil belediye başkanlığı için diz çökecekler. Bu tür devlet CHP siyasetine karşı açık ve de demokratik bir duruş ile alternatif siyaseti geliştirmek gerekir. Bulunduğumuz her yerde CHP+AKP aday ve siyasetleri dışında açık liste ile bağımsız adaylar ile siyaseti işletmek gerekir. AKP + CHP devlet siyaseti dışında demokratik önerilerin oluşturulup adayların çıkartılması hayırlı olur. * * * Kızılbaş-Alevi-Bektaşi toplumunun kendi adına siyasal örgütlenmeleri olmalıdır. Kendi partilerini kurmalıdırlar. Hem de birden çok olmalı. Dâhil olduğumuz sosyal güncel gerçekliğimizde hiç bir kuram hiç bir öneri Kızılbaş-Alevi-Bektaşi kesiminin ihtiyaçlarına cevap veremez. Farklı önerilerin kendilerini özgürce ifade edip öz örgütlenmelerini üretip geliştirmelidir. Asıl iş burada yatmaktadır. Dünya üzerinde ABD + AB gibi emperyal ekonomik güçlerin siyasal örgütlenmelerinde de teklik yoktur. Bizimde içinde olduğumuz toplumsal kesimin de kendi içinde tekliği bugüne kadar mümkün olmadı, bundan sonra da mümkün olmasını beklemek siyasi körlüktür. Fanatizmi getirir. Kızılbaşların kendi öz örgütlenmesinin ana Temeltaşlarını yerli yerine koyarak kamuoyunun huzuruna çıkıp yetki ve destek istemelidir. Şu ana kadar bu yönde hiç bir adım atılmış değil. Bunun elbette maddi manevi ve siyasi nedenleri var. Bunların incelenip elenip günışığına çıkartılması gerekiyor. Tarihsel geçmişimizi ele alıp ikiye ayırmalıyız. 1- Dersim soykırımı öncesi! 2- Dersim soykırımı sonrası! - Dersim soykırım öncesi var olan ekonomik sosyo yapının ve kuramının irdelenmesi ve var olan gerçekliğin açığa çıkartılması Ana temel taşı olarak meydan konmalıdır. - Dersim soykırımı sonrası uygulanan devlet asimilasyon siyasetini ve sonuçlarını da cesurca eleyip savurmak şarttır. Çıkacak sonuçlarını da deşifre etmek gerekir. TÜRKLEŞTİRMENİN, MÜSLÜMANLIŞTIRILMANIN ORTAYA ÇIKARDIĞI TAHRİBATLARINI DA FARK EDEREK ARINIP YENİ MODERN ÖNERİLERİ GELİŞTİRİP ÖRGÜTLEMEK HAYATİ ÖNEME SAHİP OLDUĞUNU ASLA UNUTMADAN! Devletin ve türevlerinin Dersim’e Kızılbaşlığa yönelik yürüttükleri inkâr asimilasyoncu Amerikano beyaz kızılbaş - sayfa 5 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 solun ürettiği tahribatları da sağlıklı bilimsel bir mercek altına yatırmak zorunludur. Beyaz Kürt siyasetlerinin de Dersi’me Kızılbaşlığa yönelik asimilasyoncu siyasetini de mercek altına almak zorunludur. Bize ait olmayan romantik dayatmalarından da kendimizi arındırmak gerekir. Zaza ulusalcılığının da dayatmaları mevcut gerçekliğimize gölge düşürmektedir. Kürt ve Ermeni düşmanlığıyla ne bize ne de komşularımıza hiç bir faydası olmayacağını da görerek gerekir. Ermenilerin 1915 öncesi ve sonrası da mercek altına alarak tarihsel gerçekleri gün ışığına çıkarmadan bulunduğumuz coğrafyanın hiç bir insani ve siyasi sorunu çözülemez. Şöyle ki; Osmanlıdan T.C geçişteki devletin resmi kuramı ile ittihatçı örgütlenmelerini de sağlıklı irdelemek önümüzde duran acil işlerdendir. * * * Ankara’da bir sarrafa misafir oldum, ileri geri siyaset sohbeti ettik. Sarraf: “Ben her hafta Başbakanlık Osmanlı Arşivlerine giderim, her türden çalışan akademisyenler ile karşılaşıp sohbetler ettik. Kızılbaşlardan kimseyi görmedim” dedi... Bu durum biraz da bizim aydınlarımızın durumunu ilgi alanımızı işaret etmesi açısından önemli olduğu kanısındayım. Bizim Dersimli aydınlarımızın önemli bir kesimi kendine görev olmayan konular ile ilgilenmesinin bizde olan en önemli hastalıklarımızdan bir olduğunu söyleyebiliriz. Adam kalkıp TKP tarihiyle ilgili araştırma yapıyor peki niye bize çok mu lazım? TKP kendisi yapsın sorun mu? Peki bizimkilerine ne Türk Komünist Partisinden!... Buna benzer yüzlerce canlı örnek verebiliriz. * * * Geçen gün bir video izledim. Diasporadaki Gâvur-Ermenilere bir devlet bakanı der ki; “Gelsinler, yerleşsinler.” Peki; Davetin gerekleri nedir? Soykırımı mağdurlarının yaralarının sarılması nasıl olacak? Bunlar yok gelsinler gelsinler! Soykırımının telafisi ırkçı faşizan kurumların kuramıyla çözülemez! Demokratikleşmenin önünde duran en büyük engel devletin ırkçı inkârcı militarist faşizan varlığının kendisidir. Bu yapının ortadan kaldırılmasıyla demokratikleşmeye katılan her bireyin her kesimin ortak sorunudur bu. Aynı zamanda soykırımının uluslararası boyutu da var ki asla göz ardı edilemez. Soykırımında başta Almanya’nın, Rusya’nın, Fransa’nın çok çok önemli suç ortaklıkları vardır. Osmanlı’nın son hükümetleri İttihatçıların maddi ve manevi olarak bilfiil desteklendiği görülmeden olmaz. İttihatçıların kurusıkı yazdıkları tarihi ile tüm kuramları deşifre edilip çöplüğe atılarak adil ve kalıcı bir barış gerçekleştirilebilinir. Yoksa TC. Hükümetiyle diasporadaki bir kesimin şu ve ya bu noktalarda uzlaşmaları çözüm olamaz. Aynı durum Ermenistan devletiyle Türk devletinin uzlaşmalarıyla da barış olmaz. Asıl barış TC’nin ırkçı faşizan varlığının tasfiyesiyle oluşacak yeni bir yapıyla modern demokratik bir devlet ile üçlü bir çözüm projesi oluşturulabilinir. Demokratik yeni bir devlet + Ermenistan devleti + Diaspora Ermenilerinin katılımıyla kalıcı barış çözümü üretilebilinir! Bugün var olan en basit sorundan en karmaşık soruna kadar her adımda Ermeni Meselesiyle yüz yüze gelinecektir. Kürt Meselesi, Kızılbaş-Alevi Meselesi... Katliam ve sürgünler ile azınlığa düşürülmüş diğer toplumsal kesimlerin sorunlarına da buradan seyirlemek gerekir. Ermeni soykırımını es geçenlerin Tırk ırkçılığına maraba olacaklarını asla unutmayalım. Hangi dinden, hangi milletten olursak olalım bu sorun hepimizin ortak sorunudur. Dürüst olmayı başarısak, DERSİM sorunumuzu bu açıdan demokratik yollardan çözebiliriz! Saygılarım ile can cana yeni çıktı PANELİN tamamı video kayıtı yapıldı. 2 dvd den oluşan paneli isteyen herkeze posta ile gönderilir. posta ücreti dahil 15,00 tl. avrupa ve diyer ülkeler 15,00 € kızılbaş - sayfa 6 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DERSİM HALK ANLATILARINDA HIZIR İNANCI Dr. Daimi Cengiz Arapça’da ‘hadra’(yeşil) anlamına gelen Hızır, oldukça geniş bir coğrafyada örneğin Lazkiye sahillerinde yelken açan gemicinin, Fırat ırmağındaki kelekçinin, yola düşmüş gurbetçinin, bıçak altındaki hastanın, fırtınayla boğuşan yolcunun ve taşınır-taşınmazını ardısıra emanet bırakan mal ve mülk sahibinin dilinde telaffuz edilen ortak sözcüktür. Hızır kültü, Nuh Tufanı’ndan Kur’an ve Tevrat’a, Sümer Gılgamış Destanı’ndan Yunan mitolojisindeki Glankos Efsanesi’ne kadar birçok antik kültür ile Anadolu ve Orta Asya Türkleri, Kürtler, Zazalar (Kırmanc), Fars, Afgan, Hint, Arap, İbrani vb. birçok halkın epopesinde yer alır. Ahmet Yesevi’den Pir Sultan Abdal’a, Memê Alan Destanı’ndan Dersim şairi Sey Qaji’nin kılamına kadar geniş bir yelpazenin halk edebiyatında karşımıza çıkar. Hızır kültü; ‘Hızır’ adı ile başka pek çok ad ve sıfat altında örülen inançsal koddur. Koruyuculuğun, kollayıcılığın, kurtarıcılığın, yaratıcılığın, bilgeliğin ve ölümsüzlüğün simgesidir. Burada Dersim yöresinde Hızır (Xızır) adı altında olusmuş halk beklentileri ve bu kültün simge olarak halk kültür ve inancında taşıdığı mesajlardan söz edeceğiz. a) Denizlerin başı olarak Hızır: Deniz kabarmalarında, sel ve su baskınlarında, nehir taşkınlarında, kelek ve gemi kazalarında, dere ve çayların zorlu geçitlerinde ilk imdada çağrılan Hızır’dır. Su ile ilişkili bu alanlarda Hızır önemli yetkilerle karşımıza çıkar. Dersim’in Kırmancki (Zazaca) dilinde bu tasvir bir temenni duasıyla şöyle dile gelir: “Xızır tı melemê derd u ğemuna Serê derya u denguzuna Kelek u gemiuna Golek u chemuna Pırd u gavanunê çhetununa”(1). Hızır, sen dert ve gamların melhemisin Deniz ve deryaların Kelek ve gemilerin Göl ve ırmakların Köprü ve çetin geçitlerin başısın(kılavuzu/gözeteni). Hızır, Dersim Kırmanciye İtikatında “Ya Xızır’ê serê derya u dengızu!” çağrısında Hızır Reis, ve “Ya Xızır’ê serê kelek u gemiu!” çağrısında bir kılavuz ve adeta bir tanrı rolündedir. Dersim’de inanca göre herşeyin Wayır (Sahip) adı verilen bir tanısı vardır. Hiçbir şey sahipsiz olmadığına göre deniz, derya, çay, su kaynağı, köprü, göl ve geçitin de bir sahibi vardır. O da Hızır’dır. Ondandır ki; Irmak ve çayların bir çok durgun ve derin kesimlerinin ya da yüksek dağların başındaki bazı krater göllerinin adı‘Gole Xızıri’dir. Kırmızı Köprü’de ki ‘Pırdê Xızıri’ de Hızır Köprüsü’dür. Pek çok dar geçit ‘Gavanê Xızıri’(Hızır Geçidi) adını alır. Yine bir çok kapalı mekân da ‘Mekanê Xızıri’(Hızır Mekânı) adını alır. Pülümür-Tasni Köyü’ndeki “Bonê Tosniye”de Mekanê Xızıri (Hızır Mekanı) dır. Pek çok su kaynağı da “Çhımê Xızırı”(Hızır Gözesi) adını alır. İnsanın su tehlikesi ile karşı karşıya olduğu her yerde Hızır, ‘Ya Xızır! denilerek imdada çağrılan, dardaki, zordaki insana kol-kanat geren ve tehlikeyi bertaraf eden kurtarıcıdır. kızılbaş - sayfa 7 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 b) Karaların Hızır’ı: Özellikle su ile ilişkilendirilen Hızır’a, Dersim’de karada da kutsallık atfedilir. Dersim’de “Xızır golde ro, Duzgı kemerde ro”(Hızır göldedir, Düzgün kayadadır) özdeyişine rağmen, Hızır karadaki toplumsal yaşamın zorluklarında da sık sık karşılaşılan öğedir. “Nawoke yeno Ostoro Qır’o Şuariye seri Khalo, Xızıro”(2) Şu gelen kır attır Sırtındaki suvarisi Ak Sakallı, Hızır’dır Yukarıdaki dizede at sırtında cara yetisen, aksakallı, suvari ve bilge kişi olarak betimlenen mitolojik Hızır, aşağıdaki Pir Sultan dizesinde dündülün sırtında cara yetişen zülfükar kuşanmış Hz. Ali tiplemesi ile ayni roldedir. “Dündül eyerlendi, zülfükar kuşan Ali’m ne yatarsın car günün geldi” Hızır; beyaz donlu, yaşlı ve aksakallı kıyafetli bilgedir. Tez elden dar yerine varması ve tehlikeyi savuşturması gerekir. O’nun atı Köroğlu’nun kıratı gibi ak köpüklerden çıkma, delişmen, rüzgar hızında suratlıdır. Beyaz donlu ve beyaz (kır) atlı Hızır tipi barışın da sembolüdür. O Spela (Ak), Khal (Yaşlı Bilge), Khalo Kokım (Aksaçlı Yaşlı/Bilge)görünümü ile şeffaflığı, bilgeliği ve barışı çağrıştıran sıfat ve isimlerle anılır: “Xızır mordemo de bilano Xızır mordemo de gırano” Hızır yaşlı bilge kişidir Hızır ağırbaşlı/oturaklı kişidir Dersim’in aksakallı, yaşlı, bilge şairi ve seyidi Sey Qaji’de 1938 öncesi Dersimlilerin beyaz donlu kıyafetlerini ve konuştukları İran coğrafyasının en kadim inanç dillerinden biri olan Kırmancki dilini Hızır ile ilişkilendirerek bir mani ile dile getirir: “Zonê ma zonê Xızır’i yo Thonê ma thonê Xızır’i yo”. Dilimiz Hızır dilidir Donumuz (kıyafetimiz) Hızır donudur. Dersimliler de dil ve kıyafetlerini Hızır’la ilişkilendiren Hızır sılüetli bilge şair ve seyitleri Sey Qaji’ye bir mani ile cevap verirler: “Zonê Sey Qaji zonê Xızır’ı yo Thonê Sey Qaji thonê Xızır’i yo” kündür: Sey Qaji’nin dili Hızır dilidir Sey Qaji’nin kıyafeti Hızır kiyafetidir. “Xızır wayırê bext u mırodiyo” “Xızır wayırê ram u comerdiyo” “Xızır şerjiyo, Xızır xeverciyo” Hızır baht ve murat sahibidir Hızır rahman ve cömerttir Hızır şahittir/tanıktır, Hızır habercidir Hızır’ın sıfatlarını çoğaltmak müm- c) Konuk Hızır: Karada genellikle kırat sırtında görülen Hızır, inanca göre değişik insan kıyafetinde, bazen yaşlı, fukara, dilençi, yolcu ve gurbetçi kılığında yol-yolaklarda görülür. Hanelere ve hanlara ansızın konuk olur. Ümmetini gözetler, vijdanları sınar, gönülleri yoklar. Yol-yolakları kollar. Kervan güzergâhlarını gözetler. Ansızın hanelere mihman olarak çıka gelen Hızır’a şu yakıştırılır: “Xızır meymanê sata bê gumano Xızır qonağ u xanurê meymano” Hızır beklenmedik anın misafiridir Hızır konak ve hanların misafiridir. Hızır’ın farklı kıyafetlere bürünerek ümmetini sınadığı ve merhametsizleri cezalandırdığı inancına, şair Sey Qaji’nin Koê Jivani (Zigana Dağı) ağıtında rastlarız. Dersimli 12 gurbetçi İstanbul’dan sılaya dönerken 1932 yılı şubat ayında Gümüşhane ili Torul ilçesi Zigana Dağı mevkiindeki Barutçu Han’da konaklarlar(3). Sey Qaji’nin ağıtında rivayete göre fukara kılığında yaşlı bir adam akşam vakti konaklamak için hana gelir. Parasının olmadığını, gurbetçilere han parasını vermelerini rica eder. Hızır olduğu rivayet edilen bu fukaranın han parasını ödemeyen gurbetçilerin ve hancılardan birinin başina çığ felaketini getirdiği şöyle anlatılır: “Ameyme sewtimalê Xanê Jivani Khal amo çever vano: Sıma Estemol’ra amê Kês xatırê Haqi’ra dı u nêm mı vera Vardık yanası Zigana Hanına Aksakallı kapıya geldi Diyor: Siz İstanbul’dan gelmişsiniz Allah aşkına kimse iki buçuk kuruş kızılbaş - sayfa 8 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Xan pereşiya mı nêdano ……………………….. Khal thawa nêaseno Xancı vano: Mı nê zonake Xızır Ali’ye Selamio”(4). Benim için han parası vermiyor ………………………………. Aksakallı hiç görünmüyor Hancı diyor: Bilmedim ki (O) Hızır Ali-i Selam idi. Hızır’ın değişik kıyafette gezip vijdanları yokladığı, olumsuzluklar karşısında içini daralttığı ve ani hüküm verdiğine Dersim inanç manilerinde sıklıkla karşılaşılır: “Xızır Khalo, Khalo Kokımo Eve budağ u dalo, pêsın hukımo” Hızır bilgedir, yaşlı bilgedir Dal-budak sahibidir, peşin hükümlüdür. Hızır kulak verendir ve aşikardır: “Xızır gosdaro” (Hızır kulak veren/ duyandır). “Xızır ho keno eskera” (Hızır aşikardır). Hızır’ın duyarlılığı ve olaylar esnasında insan suretınde aşikar olduğu inancı yaygındır. Hızır’ın adil ve değişik kıyafetlerle insan suretinde aşikar olması tasavvuru Dersimlilerin batıni kızılbaş inançlarına da pek uygundur. Yine bu Dersimlilerin tanrının insan-ı kamil suretinde tecelli etmesi inancına da uygundur. Hızır’ın diğer bir sıfatı da her yerde ve her olayda hazır olmasıdır: “Xızır hazır u nazıro” (Hızır hazır ve nazırdır). d) Yol-yolakta yoldaş Hızır: Gurbete, askere, yola ve cepheye uğurlanan kişiye; “Xızır tode olvoz vo” “Xızır’o Khalo, rau welağude hevalo” “Xızır ra u welağu serowo” Hızır sana yoldaş olsun Hızır ak saçlı bilgedir, yol-yolakta yoldaştır Hızır yol-yolak gözleyendir Rizkli işe (ticaret, savaş, nehir geçişi, deniz yolculuğu vb.) “Ya Hızır!” denilerek, ya da “Hala hazır, ya Xızır!” denilerek başlanır. Çığ tehlikesinin başladığı yerde “Ya Hızır!” denilerek geçilir. Şimşek çakınca ha keza…Sel ve suda boğulma esnasında Hızır el atılan bir dal parçası, çığda sığınılan kayanın oyuğu, ağacın kavuğu ve evin üst eşiği (server) olup tehlikeyi savuşturandır. O, araba kazasında direksiyona uzanan gizli el, savaşta göğsünü siper eden er, kuşatmayı yaran aksakallı kıratlı öncüdür. O, bir Dersim manisinde kıyıma uğrayanlar, feryat edenler ve imdat bekeyenler için hayırlı haber getiren, dara yetişen kılavuzdur (Qılawıze sata tenge): “Wo ke xeverdarê xevera xêro Gêreke tenga made gamê rew bero”. O ki hayırlı haberi iletendir Gereki darımıza bir adım tez yetişe e) Emanetçi, koruyucu Hızır: İnanca göre O; darda olanın yanında, hastanın başucunda ve korumasızı kollayan, gözleyen Hızırdır. İnsana kendisinden daha yakın duran Hızır’dır. “Xızır tı ca u berjede ra Berge u perjede ra” Hızır sen basucundasın Yakın çevre ve çeperdesin Hızır hep yakın korumada hissedilir. O bireyin can ve mal emniyetini sağlayan sigorta görevi görür. Yol-yolakta, ameliyatta, savaşta ve doğal afetlerde yakın korumada olduğu gibi, sahipsiz hayvanların, terkedilmiş evin ve tahılın da emanetçisidir. Örneğin yola salınmış insan ve dağa salınmış hayvan için “Tağır amaneta Xızır’ia” (Hızırın koruması ve emanetindedirdir) denilir. Dağa salınmış sahipsiz hayvana saldıracak kurt, ayı vb. yabaniler için “Xızır feke deyi giredo” (Hızır onun ağzını bağlasın). Hatta yayla vakti geçici terkedilen ev bile “Emenata Xızır’ia”(Hızır’a emanet) diye terkedilir. Hızır hastanın, ameliyatta olan ve yaralanan kişilerin başucundaki beyaz kıyafetli cerrahtır. Kundaktaki kırklık bebeğin başucundaki kollayıcıdır: “Xızır gavanê çhetunude ro Berjenê newes u dırvetınude ro Bejenê domonê çhewreşide ro”(5). Hızır dar geçitlerdedir Hasta ve yaralıların başucundadır Kırkındakı bebeğin başucundadır kızılbaş - sayfa 9 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Sırre Xızır’i” (Hızır’ın Sırrı) denilen bir yemin vardır ki gizliliği ifşa etmemek için iki kişi arasında verilen söz ve içilen yemindir. Ölene kadar ifşa edilmez. Ayrıca Dersim’de Hızır koruma ve kollamanın yanısıra ekek çocuklara ad olarak verilen, adına kurban kesilen, niyaz dağıtılan, yemin edilen, oruç tutulan, and içilen, ikrar verilen ve samah dönülen kutsal şahsiyettir. Adı bu kadar kutsala çıkarılanın mercii, tanrının mercii ile eştir. f) Dara yetişen Hızır: Dara düşme esnasında Dersimliler Ya Haq!(Ya Allah!) yerine evvela Ya Xızır! (Ya Hızır!) derler. Çünkü onlara göre ‘Xızır mordeme sata tengo’ (Hızır dar anın adamıdır). Bundan ötürü şu maniyi de dillendirirler: “Sata tengede vaze ya Xızır Derdest wıza beno hazır” Dar anda ya Hızır de Anında orda hazır olur Bir başka iki mısralı benzer anlamlı dizeler de şöyledi: “Ya Xızır! Tı esta ke esta Sata tengede resta” Ya Hızır sen varsın ki varsın Dar anda yetişensin Bugün pek çok şehir ortamında kurulan ‘Hızır Acil Servisi’de Hızır’ın hızlılığı, dara tez yetişmesi mesaj algısından esınlenerek oluşturulmuştur. Dersim bölgesindeki Mama Hatun (Tercan)’da asılan Sılo Feqir kılamında da Hızırı’n kılavuz rölü şöyle vurgulanır: “Hermê mınê çhepi serde yena sızına vayi Mı va: Koti menda Xızırê mınê Budelayi Çhıme mı ra u welağunê tode perayi Seda ame gosê mıde vake: Me terse! Xızır vıreniya ordiyê kafıride Taftte Ostorê Qırı fino ra kayi”(6). Sol omuzum üstünde rüzgar sızıntısı geliyor Dedim: Nerde kaldın Budala Hızır’ım? Gözlerim yol-yolağında kaldı Kulağıma bir seda geldi. Dedi: Korkma! Hızır kafirin ordusu önünde Anında kıratı şaha kaldıracak Hızır, Dersim itikatının olmazsa olmazıdır. Bölge itikatındaki diğer kutsallardan (Allah, Muhammed ve Hz.Ali) daha önde ve baskındır. Hızır’ı çağıran samahlar dönülür ve deyişler okunur: “Bêhe bê! Can yımdade mı Şixê wertê Harşiye Marê kerda tariye Tı marê roşti cıfiye …………………. Bêhe bê! Mı Xızır hewnê hode di Kertê Çhaduru’de Vaze: Tı ke Hezreti Xızır’a Ma meverde charu ax u zaru de”(7) Gel gel Can imdadıma Bize karanlık gelmiş Sen aydınlık bahşet. ………………… Gel gel Hızır’ı rüyamda Çadır Geçidi’inde gördüm Deki: Sen ki Hazreti Hızır’sın Bizi ah u zar içinde bırakma. g) Hızır’a sitem: kızılbaş - sayfa 10 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersimliler onca yaratıcı, kollayıcı ve kurtarıcı kudreti olan Hızır’a sitem de ederler. Tanrı mertebesinde ki bu külte tapınma sınırsızdır. Kurban ve niyazlar onun adına olan mekanlara götürülür. Çerağlar ona yakılır. Dualar, yalvarış ve yakarılar ona yapılır ve gözyaşları ona dökülür. 1938 kıyımında Hızır’ın imdada yetişmediğini ve Düzgün’ün toplarını zalime fırlatmadığı inancıyla ona olan sitemlerini Şair Bava Kazıme Seydhesene Dewrese Demeni ağıtla şöyle dile getirir: “Ne Duzğı Duzğı, Xızır Xızır Zeke amenê verê lıngunê sıma Niaz u qırvan u sayi Çha verê lıngunê sımade qırkerdi Cuamerdi, hermeti u domonê soyi Cendeğe ma kerdi verê tijia amnoni u vayi Şiaye sarê sıma vo! Sıma çha sarê ho fişt bıne cılê şiayi”(7). Ey Düzgün Düzgün, Hızır Hızır! Sizin ayaklarınızın altına getirilirdi Niyaz, kurban ve elmalar. Neden ayaklarınızın önünde katlettiler Erkek, kadın ve kundaktaki bebeği? Cesetlerimizi yaz güneşinin Ve rüzgarın önüne serdiler. Başınızın (yüz) karası olsun Neden başınızı kara çulun altına koydunuz “Tahtê ho bırızne bextê ho merızne” (Tahtını yık bahtını yıkma) özdeyişleri Dersimlilerin adeta desturudur. Zorda ve darda kalan kişinin geşmişine bakılmaksızın, gelen bütün rizkler göze alınarak kişi himaye edilir. Ama onlar 1938 büyük kıyımda ve göçünde “Xızır ve bexto”(Hızır baht sahibidir) dedikleri Hızır’ından yardım ve baht görmedikleri için sitemini dile getiriyorlar. h) Hızır Orucu Hizır adına Xeylas (Hızır-İlyas) denilen kutsal günler vardır ki bu 40 gün kadar devam eder. Denizlerin piri Hızır’la karaların piri İlyas’ın buluştukları gün adına da icra edilen bir ritueldir. Üç gün orucun tutulduğu, kurbanların kesildiği ve niyazların dağıtıldığı bu günler yaklaşık olarak kışın Ocak ayının 20’sınde başlar. Subat ayı boyunca devam eder. Ancak her aşiret ya da mıntıka değişik haftalarda bu kutlamayı yapar. Hızır kışın fukara kılığında hanelere mihman olur ve yol-yolakları kollar. Bu kutlama günlerinde Hizır Cemi yapılır. Hızır günlerinde mutlaka subaşına gidilir. Bu sudan içilir. Evdeki eşya ve mala serpilir. i) Yaratıcı Hızır: “Yaratan tanrıdır” inancı Dersim’de adete Hızır ile paylaşılır. “Wayır” dedikleri sahip olan ve koruyan-kollayan tanrı Hızır ile eş tutulur. Hatta bazen Hızır’ın kendisidir. Evlat dileği ve diğer pek çok dilek ve temenniler de O’nun adına yapılır. Bir rivayete göre Hızır Gölü’ne gidip erkek oğul dileğinde bulunan Dersimli bir babanın dileği yerine gelir. Hızır’a bir öküz kurban eder. Bir erkek oğlu olur. Adını Mehmet (Mem) koyar. Geçen zaman içinde oğul hayırsız çıkar. Babasının başına pekçok belalar getirir. Oğulun bu belalarından ve hayırsızlığından bıkan baba tekrar Hızır Gölü’ne gider. Hızır’a şu sitemde bulunur: “Şune Gol eve niazê Xızır’i Ewlad wast, da mı lazê Xızır’i Mı va: Xızır lazê mı niyo, lazê Xızır’i Mı va : Azê mı niyo azê Xızır’i Memê ho bıje, gae mı bıde Xersız vejiya, sare dezê Xızır’i”(8). Gittim Hızır Gölü’ne niyaz ile Evlat diledim, Hızır bana oğul verdi Dedim: Hızır! Benim evladim değil senindir Dedim: Benden töreme değil, senindir Mehmedini al, öküzümü geri ver Hızır’ın vediği başağrısı hayırsız çıktı. Kaynaklar: 1) Gevher Nene (Dek Gewere), Tunceli ili, Kortasure Köyü 2) Gevher Nene (Dek Gewere), Tunceli ili, Kortasure Köyü 3) Mehmet Yıldırım, Osmanlı Arşivleinde Dersim Belgeleri (Yayımlanmadı) 4) Daimi Cengiz, Dizeleriyle Tarihe Tanık Dersim Şairi Sey Qaji, Horasan Yayınları, s.348, İstanbul-2010 5) Melek Teyze (Meleka Heme Pırki), Tünceli ili, Kortasure Köyü 6) Sıla Qız, Tunceli ili Mılu Köyü 7) Daimi Cengiz, Kheko Qız’ın Hızır deyişi, Kaynak: Seydali Yıdız, Pülümür ilçesi Şixan Mezrası 8) Baba Kazım (Bava Kazıme Seyd Hesene Dewrese Demeni’in Ağıtı), Baba Gülüm’den, Erzincan-Tecan ilçesi Ahatiri Köyü 9) Daimi Cengiz, Seydali Yurdakul (Seydaliye Aliye Qıji), Tunceli ili Kortasure Köyü Marıke Mezrası kızılbaş - sayfa 11 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şükrü Karakoç, Aykırı Yurttaş'ın fotoğrafını paylaştı. 31 Ekim. "İDRAKTEN YOKSUN AHMAK TÜRK" Osmanlı'da Türk kelimesi hakaret sayılırdı. Sultanahmet'teki Başbakanlık Devlet Arşivleri binası; çok sayıda insanın, kendisine Türk denildiği için hakaret davası açıp kazandığının belgeleriyle doludur.Anadolu Türklüğünün etnik orjini olan Türkmenler; savaşlarda "serdengeçti" olarak ön saflarda kırdırılmak dışında, Devlet hizmetinde yer alamazlardı. Hatta, Osmanlı döneminde Türk(men)ler, İSTANBULA BİLE GİREMEZLERDİ. Fatih'in (resmi adıyla; KAYZER-İ RUM SULTAN MEHEMMET HAN'ın) koyduğu bu yasak, yüzyıllarca uygulanmıştır. Daha sonra da Saray'a girme yasağı şeklinde sürmüştür. Sultan Süleyman "BENİM HAS KULLARIMIN ARASINA TÜRKLERİ, ÇİNGENLERİ.... SAKIN ALMAYASIZ" şeklinde ferman yayınlayarak; bu durumu KANUNİ hale sokmuştur. Zavallı yörük-Türkmenler, her savaştan (ganimet sefer'inden) önce, obalarına baskın yapılarak SERDENGEÇTİ olarak toplanırdı. Serdengeçtinin görevi, ÖLMEK'di. Savaş başlayınca, ön saflarda kırdırılır; "belki canımı kurtarırım" diye canla-başla çarpışırken de, "düşman" yorulmuş olur; sonra da, (ağırlıklı olarak SIRP olan hristiyan halklardan devşirme) Yeniçerililer, yorgun "düşmanı"ı hallederek ZAFER kazanır; ganimet yağmalarlardı. Seferden sağ dönen serdençgeçtiye hiç rastlanmadığına göre, ganimetçilik yapmaları da mümkün olmazdı. Zaten, sağ kalsalar bile, her halde onları da Yeniçerili öldürürdü. (Çingenelerle birlikte en hakir görülen halk olan) TÜRKMENLERE GANİMET VERECEK DEĞİLLERDİ HER HALDE. "Ecdadıma yapılan haksızlıkları çürütmeye çalıştım" diyen Prof.Halil İNALCIK ve Osmanlı hayranlığını her vesileyle ortaya koyan Murat Bardakçı dahi, "Osman Bey" diye birinin yaşamadığını ve Osmanlı dediğimiz devletin kurucusunun Orhan Bey olarak kabul edilmesi gerektiğini, kabul ederler. Bu devletin "Fatih öncesi" dönemde hangi isimle anıldığını ise kimse açıklamaz. 19.yy.'a kadar, ne Osmanlı, ne Türk ve Türkiye isimleri hiç kullanılmamıştır. Peki nedir bu Osman ve Osmanlı meselesi?.. Orhan Bey'in babasının adı, ATAMAN'dır. Kastamonu beyliğinin emrinde ALP'dir. O dönem, Türkmenler Alp ünvanını "şövalye" karşılığı kullanırlarmış. Tarih yazma geleneği olan Doğu ROMA ( ki, Bizans ismi, bu devlet yok olduktan 300 yıl sonra kullanılmaya başlanmıştır.) Ataman ismini, Hrıstiyan ismine uyarlıyıp, OTTOMAN olarak kayıtlara geçmiştir. Avrupa, Doğu Romanın kullandığı bu kelimeyi, "Osmanlı" dediğimiz devlet için kullanmıştır. Avrupalılar ayni zamanda, "Asyalı barbarlar" anlamında (Türkmen kelimesinin kısaltması olsa gerek) Türk kelimesini kullanmışlardır. Osman adından bile habersiz olan Osmanlı ise, Ne Türklüğü, ne Ottoman'lığı kendisi için kullanmamıştır. Bizim Fatih olarak bildiğimiz sultan, Roma İmparatorluğunu ele geçirdiği anlayışıyla; Ülkeyi Roma imparatorluğu anlamında "Diyar-ı Rum", kendisini ise, Roma İmparatoru anlamında KAYZER-İ RUM olarak tanımlamıştır. Yüzyıllarca Anadolu halkı ve Araplar, ülkeye RUM ÜLKESİ, Padişaha Rum Padişahı demeye devam etmişlerdir.Resmi yazışmalarda "Devlet-i Aliyye" ismi kullanılmıştır. 19.yy.sonlarında, tüm Avrupayı milliyetçilik akımları sarıp, Devlet-i Aliyye tebaası olan milletler bağımsızlık istemeye başlayınca, Avrupadaki Osmanlı aydınları ve daha sonra İttihatçılar, milli kimlik arayışına girmiş; Avrupalıların kullandığı "Türk" kelimesinde karar kılmışlardır. Abdulhamit de kimlik arayışına girmiş, araştırmaları sonucu Karakeçili aşiretine mensup Türk oldukları sonucuna varmıştır. Daha önce Doğu Roma kayıtlarında ve Aşıkpaşazade tarihinde yer almış olan ve Avrupalıların kullandığı OTTOMAN adının, Osman olabileceği kanaatine vararak, Osmanlı ve "Türkiya" isimlerini resmen ilk kez kullanmaya başlamıştır. Devlet-i Aliyye'nin ilga edilişine kadar, İstanbul'un resmi adı KONSTANTİNİYYE olmuştur. Halk ise STANPOLİ'den bozma Istanbuli veya İstanbul ismini kullanıyordu. .............. kızılbaş - sayfa 12 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HDP Eş Başkanı Sebahat Tuncel: CHP ile İstanbul'da ortak aday gösterebiliriz "çatı partisi olsun" tartışmalarına dayanıyor. RÖPORTAJ Sebahat Tuncel HDP Eş Başkanı Tuncel, 'CHP'yi içeriden değiştirelim fikri çok defa denendi ve başarısız oldu. Solu birleştirmek adına önemli bir çağrımız var. Birlikte siyaset yapabiliriz' dedi HDP solu kapsayacak bir çatı partisi değil mi? Barış ve Demokrasi Partisi'nden (BDP) ayrılıp Halkların Demokrasi Partisi'nin (HDP) Eş Başkanlı'ğına seçilen Sebahat Tuncel, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün CHP İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı adaylığı hakkında konuştu. Tuncel, "Sarıgül'ün adaylığını desteklemek zorunda değiliz. CHP gerçekten İstanbul'u almak istiyorsa, HDP'yle işbirliği yapmak istiyorsa bunu tartışırız. Böyle bir tartışma olmadan 'niye aday gösteriyorsunuz?' denilemez. Elbette en güçlü adayımızı göstereceğiz" dedi. Tuncel, "Sarıgül'ü ya da CHP'nin göstereceği başka bir adayı destekleme ihtimaliniz var mı?" sorusu üzerine "Belki ters bir şey olur, ortak bir aday gösterebiliriz. Olması gereken bu..." dedi. Yerel seçimlerde Sırrı Süreyya Önder'in İstanbul için adaylığı çok tartışılıyor. Kürt hareketi kendi çıkarını düşünerek AK Parti karşıtı oyların bölünmesine neden olacak diye eleştiriliyor. Sarıgül'ü ya da CHP'nin göstereceği başka bir adayı destekleme ihtimallerinin olup olmayacağını yanıtlayan Tuncel, "Belki ters bir şey olur, ortak bir aday gösterebiliriz. Olması gereken bu..." ifadesini kullandı. Sarıgül'ü ya da CHP'nin göstereceği başka bir adayı destekleme ihtimaliniz var mı? Yeni parti (HDP) ve yerel seçimi hakkında da açıklamalarda bulunan Sebahat Tuncel'in HaberTürk'ten Kübra Par'a verdiği söyleşinin ilgili bölümü şöyle: Yani yerel seçimlerde CHP, HDP işbirliği yapmalıdır diyorsunuz... HDP'ye CHP'den katılım olacağı söyleniyor, doğru mu? Bir gazeteci yazmış ama bizimle temasa geçen kimse yok. CHP içerisinde gerçekten demokrat bir kesim var. CHP'yi içeriden değiştirelim fikri çok defa denendi ve başarısız oldu. Solu birleştirmek adına önemli bir çağrımız var. Birlikte siyaset yapabiliriz. Bu çok haksız bir eleştiri. Alternatif bir belediyecilik anlayışı oluşturulmak isteniyorsa, BDP'ye ve HDP'ye "alanı boşaltın" demekten ziyade "yerelde nasıl ortaklaşabiliriz" denilmesi lazım. Sarıgül'ün adaylığını desteklemek zorunda değiliz. CHP gerçekten İstanbul'u almak istiyorsa, HDP'yle işbirliği yapmak istiyorsa bunu tartışırız. Böyle bir tartışma olmadan "niye aday gösteriyorsunuz?" denilemez. Elbette en güçlü adayımızı göstereceğiz. Belki ters bir şey olur, ortak bir aday gösterebiliriz. Olması gereken bu... Mesele sadece yerel seçim sırasındaki iş birliği değil. Ana dilde eğitime hayır diyen bir partiye Kürtler oy vermez. Yapılması gereken ittifak politikası çerçevesini tartışmak ama henüz böyle bir durum yok ortada. BDP neden HDP'ye dönüştü? BDP'deki milletvekili arkadaşlarımız istifa edip HDP'ye geçmesi bu algıyı yaratıyor ama BDP, HDP'ye dönüşmüyor. HDP, HDK'nın örgütü. Geçmişi Evet. 2011 genel seçimlerine Emek Demokrasi ve Özgürlük Bloğu olarak girdik ve BDP'li olmayan arkadaşlarımız da milletvekili seçildi. Altan Tan, Şerafettin Elçi, Sırrı Süreyya Önder, Levent Tüzel ve Ertuğrul Kürkçü arkadaşlarımız aslında BDPli olmadığı halde bu blokta seçime girdiler ve kazandılar. Bunu başarmamız yıllardır verdiğimiz mücadele için önemli bir zemin oluşturdu. O zaman bu birlikteliği devam ettirelim dedik. BDP dururken neden başka bir yapılanmaya gerek duyuldu? BDP bir Türkiye partisi ama BDP'nin dışında da siyaset yapan, başka iddiası olan toplumsal kesimlerle yan yana durmak istedik. Mesela EMEP, ESP, SYKP, Yeşiller ve Sol Gelecek ve bunların dışında kendisini herhangi bir partide ifade etmeyen ama bu birlikteliği önemseyen, güçlü bir demokrasi cephesi oluşturmayı isteyen kesimler var. Dolayısıyla bunları kapsayan bir çatı partisi kurmayı amaçladık. Ekoloji, kadın, LGBT, gençlik, Kürt, sosyalist ve emek hareketlerini kapsayan çok geniş bir toplumsal örgütlenme zeminine sahibiz. HDP "marjinal sol" olmakla suçlanıyor Bu çok yanlış bir tartışma. Marjinal olan sol değil, sosyalist düşünceyi hayata indirgeyemeyen partilerdir. Ezilenlerin, emekçilerin, yoksulların partisi olacağız. Türkiye'nin yüzde 80'nine hitap eden bir hareket olacağız. Kaynak: http://www.rojevakurdistan.com/index.php/ roeportaj-hevpeyvin/11480-hdpe-bakan-sebahat-tuncel-chp-ilestanbulda-ortak-aday-goesterebiliriz kızılbaş - sayfa 13 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 'Türk solunun başarı ihtimali olsa Kürtler’in yüzüne bakmaz' HEP’in kurucu Genel Başkanı Fehmi Işıklar, HDP’ye ilişkin çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. parti var. Kürtler Türkiye’de bir sürü nimet varken, bu külfetin altına niye girsin? SHP-HEP ittifakının mimarlarından eski DİSK yöneticisi tecrübeli siyasetçi Fehmi Işıklar, HDP projesi ve Türk soluna yönelik sert eleştirilerde bulundu. Yüzlerine bakmazlar ama! HDP’nin Kürtleri temsil edemeyeceğine işaret eden Işıklar, ‘sol’un Kürt sorununda hep ikiyüzlü davrandığını ve Kürtleri kullandığını söyledi. Işıklar, “Türk solunun herhangi bir başarı şansı olsa Kürtlerin yüzüne bakmazlar” diye konuştu. Işıklar, Müslüman Kürtlerin dışlandığı, sol, sosyalist ve eşcinseller de dahil marjinal gruplara kapılarını sonuna kadar açan HDP’ye ilişkin çarpıcı değerlendirmelerde bulundu: Bölgede ciddi kaygılar var HEP’in kuruluşunda Karadenizli, Çerkez, Türkmen vardı. İşçi sınıfının en dinamik kesimleri vardı. Böyle bir oluşuma hem Kürtler hem de demokrasi açısından ihtiyaç vardı. O dönemde elinde silahı olanlar barışı istemediler. Başta devlet olmak üzere HEP’i kapattılar. Şimdi kaybedilen bu doğruyu bulmaya çalışılıyor. HDP ile bulabilecekler mi bilinmez ama bölgede çok ciddi kuşkular var. Halk, ‘bu yapı ile Türkiye çapında genişleyemezler’ diyor. Bölge halkında Dimyat’a giderken evdeki bulgurdan olmayalım endişesi hakim. Özellikle Kürt sorunu ve yoksulların meseleleri ile ilgilenmek için ne kadar insan bir araya gelirse o kadar iyidir. Ama bu konuda ciddi kuşkular var. Kürtler’den niye kaçıyorlar? HDP’nin Kürt hareketi ya da partisi olmadığına yönelik özel bir çaba gösteriliyor. Şimdi, bu ülkede en çok ezilen uzun yıllar baskı altında bırakılmış, hakkı yenmiş olanlar Fehmi Işıklar Kürtlerse niye ondan kaçıyorsun? Bu sorunu çözmek için ortaya çıkmış siyasetçi niye bunun gizlenmesine gayret göstersin? Bunu anlamak zor. Sorunu görmemezlikten gelmek, üstünü örtüp yokmuş gibi farz etmek ‘aman başkaları ürkmesin, çoğalalım’ demek o sorunu ötelemektir. Demirtaş’a siyasi katliam Selahattin Demirtaş ve parti yönetimi, artık Türkiye’de beğenilen, söyledikleri dikkate alınan hatta kamuoyunda da giderek beğeni ile izlenen bir profil çizmeye başladılar. Bir siyasi figür oldular. HDP’ye ihtiyaç bile yoktu. İhtiyaç olmadığı ortamda böyle bir girişimi anlamakta güçlük çekiyorum. Ege’de bile BDP’ye oy vereceğini söyleyen Kürt olmayan insanlar var. ‘Türkiye’ye barış gelecek, bunların çok önemli rolü olacaktır, ben de barıştan yanayım’ diyorlar. Şimdi nasıl kaçırılır böyle bir fırsat? Bu gözden kaçırılacak bir durum değildir ki! Eğer Selahattin Demirtaş gibi giderek deneyim kazanan insanların üzeri çizilmek isteniyorsa bu siyasi bir katliam olur. Bu konuda acımasız uygulamalar olduğunu biliyorum. Kürtler buna itibar etmez BDP’li arkadaşlar iyi niyetle büyümek isteyebilirler. Ama kendilerini inkar ederek, Kürt sorununu görmezden gelerek, böyle bir açılım istemezler. Kürtler, kendilerini görmezlikten gelen kendisine Kürt siyasi hareketi demeyen bir partiye niye itibar etsin ki! Etmez de. Etse zaten çok sayıda Sol ve sosyalist gruplar gibi içinde marjinal kesimlerin bulunduğu bu proje bölgede nasıl karşılık bulur onu bilemem. Ama şunu çok iyi biliyorum. Türkiye’de Türk solunda herhangi bir çizgisinde başarı şansı olsa, Kürtlerin yüzüne bakmazlar. Onlar hep ‘Bize oy versinler onlar için çok iyi şeyler düşünürüz’ derler. Yoksa kendi başlarına başarsaydılar, böyle bir şeye girerler miydi? Burada Kürtlerden yararlanma amacı olabilir. Gezi’dekiler ağaç da bölgedekiler değil mi? Türk solu, Kürt sorunu konusunda iyi bir sınav vermemiştir. Gezi parkında 15-20 ağacın kesilmesini tepki ile karşılarım. Ama Türk solu (1990’lı yıllarda) bölgede kesilen meşe ormanlarını bir göz önüne getirip ne yaptığına bakmalıdır. Sol ve sosyalist herhangi bir örgüt ya da partinin ortaya çıkıp ‘bütün meşe ormanları kesiliyor, bize de bir şey düşüyor’ dediğini görmedim Bunlar ağaç değil miydi? Bunlar basit şeyler değil. Korkunç şeyler oldu bir kez sormadılar Bırakın ağaçları, başkanı olduğum HEP’te aralarında il başkanlarının da olduğu 70’e yakın siyasetçi öldürüldü, faili meçhul oldu. Allah rızası için Türk solundan birisi gelip da yahu ‘haliniz, derdiniz nedir, ne yapabiliriz’ diyen olmadı. Oysa Diyarbakır il başkanının (Vedat Aydın) cenazesinde 7 kişi öldü 500 kişi yaralandı. Cenazeye saldırdılar, korkunç şeyler yaşadık. ‘Biz bunları bilmiyorduk’ deme şansları da yok bunların. Halk bunları biliyor. Bu bakımdan halk yeni oluşuma büyük bir kaygı ile bakıyor. (Star) kızılbaş - sayfa 14 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DİN KARDEŞLİĞİ MASALI ve TÜRBAN ŞOVU AKP meclisteki türbanlı milletvekili şovuyla halkı uyutma yolunda kendisine yakışır bir adım daha atmış oldu. Oysa din, türban ya da özgürlük diye bir dertleri yok. Onlar ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmanın ve hizmet ettikleri bu düzenin ezen- ezilen, sömüren- sömürülen çelişkisini halkın gözünden kaçırmanın derdinde. Türbanı bu korkunç düzeni saklamak için bir şal olarak kullanmaktadırlar. Tuhaf olan şu ki, türban takan kadınların çoğu da bu düzenin mağdurlarıdırlar. Ne var ki onlar bunun farkında değil. Biraz düşünseler iyice esaret altına girdiklerini göreceklerdir. Kurdun yemek için sabırsızlandığı kuzuya kardeşlik masalı anlatması neyse AKP'nin din kardeşliği masalı da odur. Aslında bu masal yeni de değildir, bunun binlerce yıllık bir mazisi vardır. Dünyaya hükmeden egemenler tüm tarih boyunca kendi halklarını bu tür masallarla uyutmuşlardır. Kenan Evren darbe günlerinde bu işi iyi kıvırmıştı. Kürsü konuşmalarını Kuran'dan ayetlerle bezer ve halktan da epey alkış alırdı. Sonraki yıllar bu mirası Tayyip Erdoğan ve ekibi devraldı. Yarın da başkaları sürdürecek. Ne de olsa her şey yıllardır süregelen bu kanlı diktatörlüğün bekası içindir! İnsanlık tarihini kan ve gözyaşına boğan despotlar hükümranlıklarını sürdürebilmek için sadece dini sembolleri kullanmakla kalmamış, milliyetçilik zehrini de kendi halklarının kanına enjekte etmişlerdir. Böylece din ve milliyetçilik afyonuyla düşünceleri felç edilen halklar, egemenlerle aralarındaki derin uçurumu göremez hale gelmiş ve kendilerini iliklerine kadar sömüren düzenin hem köleleri, hem de bekçileri olmuşlardır. Ne trajiktir ki, tüm diktatörlükler inim inim inlettikleri halkın verdiği tuhaf destek sayesinde ayakta kalabilmektedirler. Oysa din ve milliyetçilik masallarıyla akılları başlarından alınan halklar gözlerini açıp günlük hayatta olup bitenlere şöyle bir bakabilseler, egemenlerce göklere çıkarılan din ve milliyetçiliğin aslında onların umurunda olmadığını ordusunu süren bir yönetim nasıl kardeş olabilir? Hakkını aramadığın ve kölece sustuğun sürece evet, din kardeşisin, uslu çocuklar gibi başın okşanır. Ama… İnsani haklarını istediğinde düşmansın! İşte AKP' lilerin halkla olan kardeşlikleri böyle tek taraflı çıkarcı bir kardeşlik ilişkisidir. Mahmut Alınak kolaylıkla görebilirler. Söz konusu olan ister milliyetçilik, ister din olsun; bir katille kurbanının ya da bir işkenceciyle mağdurun aynı dinden ve aynı milliyetten olmalarının ve aynı bayrak altında yaşamalarının bir anlamı olabilir mi? Mahiyetindeki işçileri canlarını çıkartırcasına çalıştıran bir patronla asgari ücret karşılığında ömrünü tüketen işçilerin kardeş olmaları mümkün müdür? Bir kardeşlik düşünün ki, kardeşlerden biri tüm ömrünü bir lokma ekmek parası kazanmak için harcamış, öteki ise kardeşinin emeği ve alın teri ile oluşmuş zenginliğin görkemini yaşıyor! Böyle hastalıklı bir kardeşlik ilişkisi kabul edilebilir mi? Yarattığı korku imparatorluğuyla her tarafa dehşet salan, en çok hapishane, adliye "sarayları" ve karakollar yapan, katil polisleri ödüllendiren ve insani bazı hakları için sokağa çıkan insanların üzerine polis Kendileri milyar dolarlık servetlere sahipken, din kardeşi diye uyuttukları ve milliyetçilikle zehirledikleri insanlar geçim derdinde yaşamayı bile unutmuşlar! Nerede görülmüş böyle dengesiz, böyle haksız bir kardeşlik? Yoksullar alanlara çıkıp, "Madem kardeşiz ve dünya hayatı da geçici, öyleyse gelin hepimiz tüm mal varlığımızı halka ait vakıflara bağışlayalım,"deseler, acaba kaç AKP yöneticisi bu çağrıya kulak verir? Eminim başta Tayyip Erdoğan olmak üzere tüm AKP yöneticileri saklanacak delik ararlar. Ben kardeşliği dillerinden düşürmeyen bu beylere kamuoyu önünde açık çağrıda bulunuyorum: Kardeşlik öyle lafla olmaz, bırakın masal anlatmayı! O kardeşlik sözlerinde samimiyseniz ve bu dünyanın fani olduğuna inanan dindarlarsanız, gelin hep birlikte tüm malvarlığımızı halka ait vakıflara bağışlayalım. Bu vakıflar da çeşitli işletmeler kurup halk yararına ekonomik faaliyetlerde bulunsun! Var mısınız gerçek kardeşliğin gereğini yerine getirmeye? Size mikrofonlar uzatıldığında yılan görmüş gibi dehşete kapılıp kaçacağınızı biliyorum. Dünya malına öyle esir olmuşsunuz ki, bunu düşünmek bile uykularınızı zindana çevirir. Bir kez daha tekrarlarsak din, türban, bayrak ve milliyetçilik sizin için halkı uyutan birer araçtırlar. Sınıf uçurumunu, bu sömürü düzenini ve zulmü perdelemek için halka karşı acımasızca kullandığınız silahlardır. Kulağınıza küpe olsun, tarih halkın sizin bu boş masallarınıza gülüp geçeceği günlere de tanıklık edecek. 2 Kasım 2013 [email protected] tel: 0546 518 86 86 kızılbaş - sayfa 15 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Mustafa Kemal Atatürk ve Kürdler Mustafa Kemal Paşa’nın ve Atatürk’ün, Kürtlere ilişkin düşünceleri ve duyguları çok farklıdır. Mustafa Kemal Paşa 1919’u ve 1920 li yılları, Atatürk 1930’lu yılları hatırlatır. Bunları kronolojik sıraya göre ayrı ayrı belirtmek gerekir. de milli hakları verilecektir, Kürtlere gelişme serbestliği sağlanacaktır. Bu durum Kürtlere iyice anlatılmalıdır. Böylece onların, yabancıların, özellikle İngilizlerin kışkırtmalarına alet olmaları engellenmelidir.” deniliyordu. Milli hududun, Türklerin ve Kürtlerin oturduğu toprakları kapsadığının vurgulanması, ikinci protokolün dikkate değer bir yönüdür. I. Mustafa Kemal ve Kürtler 1. Mustafa Kemal, Haziran 1919 ortalarında, Cemil Paşazade Kasım Bey’e gönderdiği bir telgrafta şöyle diyor: “…Kürt kardeşlerimin hürriyeti, refah ve ilerlemesinin vasıtalarını sağlamak için sahip olmaları gereken her türlü hukuk ve imtiyazların verilmesine tamamen taraftarım.”[1] 2. Üçüncü Ordu Eski Müfettişi ve Padişah Fahri Yaveri Mustafa Kemal, 10 Temmuz 1919-13 Temmuz 1919’da Kürt şeyhlerine ve aşiret reislerine mektuplar yazmıştır. Bu mektuplarda, Türklerin ve Kürtlerin birlikte yürüttükleri bir mücadele olduğu, İslam memleketlerinin düşman çizmeleri altında kalmaması için mücadele yürüttüklerini, düşmanların Kürdistan’ı Ermenistan yapacaklarını, buna engel olmak için mücadele yapıldığı vurgulanmakta, yardımları talep edilmektedir. Bu mektuplarda, Doğu’da Ermenilerle, Batı’da Yunanlılarla yapılan savaşta, Kürdlerin yardımı istenmektedir. Bu mektuplar 7 adettir. Mektuplar, Mutki’de Aşiret Reisi Hacı Musa Bey’e, Bitlis’te, Küfrevizade Şeyh Abdülbaki Efendi Hazretleri’ne, Şırnaklı Abdurrahman Ağa Hazretleri’ne, Derşevli Ömer Ağa Hazretleri’ne, Muşarlı Resul Ağa Hazretleri’ne, Eski Milletvekillerinden Sadullah Efendi Hazretleri’ne, Şeyh Mahmut Efendi Hazretleri’ne, Norşinli Meşayihi Azamdan (Büyük Şeyhlerden) Şeyh Ziyaeddin Efendi Hazretleri’ne, Garzan’da Aşiret Reislerinden Cemil Çeto Bey’e yazılmıştır. Şırnaklı Abdurrahman Ağa’nın, Derşevli Ömer Ağa’nın, Muşarlı Resul Ağa’nın adı aynı mektupta zikredilmektedir. Şeyh Mahmut Efendi, Güney Kürdistan’da, o dönemde İngilizlerle savaşa tutuşan Şeyh Mahmut Berzenci’dir.[2] 3. Mustafa Kemal, 1919 yılında, bazı Dr. İsmail Beşikçi Kürt ağalarına daha telgraflar göndermiştir. 15 Ekim 1919’da Malatya Mutasarrıf Vekili vasıtasıyla, Hacı Kaya ve Şatzade Mustafa Ağa’ya gönderilen telgraf bunlar arasındadır.[3] 4. Heyet-i Temsiliye döneminde, 2022 Ekim 1919’da Amasya’da, Osmanlı Harbiye Nazırı Salih Paşa ile Heyet-i Temsiliye üyeleri Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey ve Bekir Sami Bey arasında beş protokol imzalanmıştı. İkinci protokol olarak bilinen bu protokolde, şöyle denilmektedir: “Beyannamenin birinci maddesi, Devlet-i Osmanî’nin tasavvur ve kabul edilen hududu, Türk ve Kürtlerle meskûn olan araziyi ihtiva eylediği ve Kürtlerin cama-i Osmaniye’den ayrılması imkânsızlığı izah edildikten sonra, bu hududun asgari bir talep olmak üzere temin-i istihsali lüzum-u müştereken kabul edildi. Maahaza Kürtlerin, serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette, hukuk-ı ırkıye ve ictimaiyece mashar-ı müsaadat olmaları dahi tervic ve ecanip tarafından Kürtlerin istaklali maksad-ı zahiresi altında yapılmakta olan tezviratın önüne geçmek için de bu hususun şimdiden Kürtlerce malum olması hususu tensib edildi.”[4] Sözü edilen bu ikinci protokolde, milli hudut da şöyle tanımlanmaktadır. “Beyannamenin (Sivas Kongresi Beyannamesi) birinci maddesinde, Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen hududunun, Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı… birlikte kabul edildi. Burada kısaca, “Kürtler, Türkler ortak mücadele yapmalıdır, savaştan sonra yani zafer kazanılınca, Kürtlere 5. 27 Haziran 1920’de, Büyük Millet Meclisi Hükümeti. El-Cezire Komutanı Nihat Paşa’ya Kürtlerle ilgili olarak Meclisin bir kararını gönderdi. “Bütün Türkiye’de mahalli idareler kurulması iç ve dış siyasetin gereğidir. Kürtlerin oturduğu bölgelerde ise, yine iç ve dış siyaset gereği, adım adım mahalli idare kurulması için uygulamaya geçilmesi istenmektedir.”[5] İç siyasetle kastedilenin Kürtlerin hakları olduğu açıktır. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922 günü yaptığı konuşmada, “ırki hukuka, toplumsal hukuka ve çevresel şartlara saygı iç siyasetin esas noktalarındandır” demektedir.[6] 6. 20 Ocak 1921 de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilmiştir. 1921 Anayasası mahalli idarelere yani yerel yönetimlere, yerinden yönetim ilkesine ağırlık vermiş bir anayasadır. 1921 Anayasası’nın 11. maddesi, “vilayet mahalli umurda şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir” demektedir.[7] Yani vilayetler yerel işler yüklenmede, tüzel kişiliğe ve tam özerkliğe sahip olacaklardır. Bu maddeye göre harici ve dâhili siyaset, adli ve askeri işler dışındaki işler vilayetlere bırakılıyor. Eğitim, sağlık, ekonomi, bayındırlık, sosyal yardım işlerinin yönetimi vilayet meclislerine bırakılıyor. 7. Büyük Millet Meclisi’nde, 10 Şubat 1922 günü, gizli bir celsede, Kürdistan muhtariyetine dair bir kanun tasarısının müzakere edildiği dile getiren bazı yayınlar vardır. İngiltere Yüksek Komiseri Horace Rumbolt, Dışişleri Bakını Lord Kurzon’a gönderdiği belgede, BMM’de görüşülen bu kanun tasarısı hakkında bilgi vermektedir. Bu kanun tasarısının 64’e karşı 373 kızılbaş - sayfa 16 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 oyla kabul edildiği de anlatılmaktadır. [8] 8. Mustafa Kemal, 16-17 Ocak 1923 günlerinde, İzmit’te, gazetecilere yaptığı bir görüşmede, gazetecilerin sorusu üzerine Kürtlere özerklik verilmesini tartışmaktadır. Gazeteciler arasında, Falih Rıf kı Atay ve Ahmet Emin Yalman da vardır.[9] 9. Lozan Antlaşması görüşmelerinde Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü milli mücadelede Kürtlerin Türklerle birlikte hareket ettiğini söylemektedir. İsmet İnönü şu görüşleri dil getirmektedir. “Sevr muahedesi ile Kürtler, Türkler gibi kendi vatanlarını tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Muahedesi hükümlerine göre Doğu Anadolu’da, Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının kendileriyle beraber, bilhassa doğuda, Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli mücadelenin devamınca, canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de Kürtler vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır.”[10] 10. Lozan görüşmelerinde Türk delegasyonu başkanı İsmet İnönü, Kürtlerle ilgili düşüncelerini şöyle sürdürmektedir. “Kürtler, Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize müracaat etmediler. Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda, milli davalarımızı ‘biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik”[11] 11. Mustafa Kemal, konuşmalarında ve yazılarında Misak-ı Milli’yi Kürtlerin ve Türkleri “ortak vatan”ı diye tarif eder. Misak-ı Milli’nin etnografik tanımında “Kürtlerle Türkler ibaresi kullanılır.[12] İsmet İnönü de Misak-Milli’yi, Türklerin ve Kürtlerin ortak vatanı diye tanımlar.[13] II. Mustafa Kemal ve Toplumun Farklı Unsurları Mutafa Kemal 1919-1920’lerde toplumu çeşitli etnik ve İslami unsurların meydan getirdiğini vurgulamaktadır. Bunları şu şekilde belirtebiliriz. 1. “Her milleten olan unsurlarımız…” (20 Eylül 1917)[14] 2. “Her iki kardeş ırk” (28 Mayıs 1919)[15] 3. “bütün İslami unsurlar… Kürtler ve Türkler, bütün İslami unsurlar… Türk ve Kürt milleti (16 Haziran 1919)[16] 4. “Kürtleri de bir öz kardeş olarak bağrımıza basıp tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek…” (16 Haziran 1919)[17] (4) 5. “Türk ve Kürt’ün ezici çoğunluğu…” (17 Haziran 1919)[18] 6. “Kürtler de Türklerle birleşti…” (18 Haziran 1919)[19] 7. “Ezici çoğunluğu Türk ve Kürt olan bu vilayetler…” (21 Ağustos 1919)[20] (7) 8. “Türk ve Kürt birbirinden ayrılmaz iki öz kardeş…” (15 Eylül 1919)[21] (8) 9. “Türk ve Kür unsurları…” (28 Aralık 1919)[22] (9) 10. “İslami unsurlar… kardeş milletler…) (24 Nisan 1920)[23] (10) 11. “Türk, Çerkez, Kürt… hepsinden oluşan İslami unsurlar… Millet, çeşitli İslami unsurlardan oluşmuştur…” (1 Mayıs 1920)[24] 12. “Milli hudutlar olarak çizdiğimiz daire dâhilinde yaşayan çeşitli İslami unsurlar… Kürt, Türk, Laz, Çerkez vesaire bütün bu İslami unsurlar…” (3 Temmuz 1920)[25] (12) 13. “Türkiye toprağındaki çeşitli unsurlar… hangi din ve unsura mensup olurlarsa olsun…” (5 Aralık 1921)[26] 14. “Milli hududumuz dâhilinde mevcut Kürt unsurlar… Hem Kürtler, hem Türkler… bu iki unsur…” (16 –17 Ocak 1921)[27] 15. “Türkiye halkı içinde… ırkan muhtelif olanlar vardır. Fakat muhtelif ırktan bulunanların birinin diğeri üzerinde, onun milliyetini yok edecek bir davada bulunmasına hacet yoktur…” (2 Şubat 1923) [28] III. Atatürk ve Kürtler Mustafa Kemal Paşa, 1922 sonlarından itibaren Kürt sözcüğünü telaffuz etmemeye başlamıştır. Cumhuriyet’in ilanından itibaren ise Kürt sözcüğü hiç telaffuz edilmemektedir. Bu süreçte artık, sadece Türk’e vurgu yapılmaktadır. 1920’lerin sonlarında, 1930’lardaysa, Türk-Tarih tezi ve Güneş-Dil Teorisi anlayışı doğrul- tusunda herkesin Türk olduğu, Kürt diye bir milletin, Kürtçe diye bir dilin olmadığı vurgulanmaktadır. 1. Mektebin vereceği ilim ve fen sayesindedir ki Türk milleti Türk sanatı, iktisadiyatı, Türk şiir ve edebiyatı, bütün bedayiiyle inkişaf eder. (Ekim 1922).[29] 2. Cihan içtimai ve siyasi icabatından doğan ve binlerce senelik Türk tarihinin netice-i tekâmülü olan devletimiz, devam ve istikrarın bütün evsaf ve şeraitini haizdir. (Ağustos 1923)[30] 3. Türk esaret kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır. (1925)[31] 4. Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silahlı olarak mukabele ve onlarla mücadele eylemek icab ediyordu. (1927)[32] 5. Türk milletinin başında bela olduğu asırlardan beri sabit olan Hilafet’in kaldırılmasiyle Türk Cumhuriyeti tarihin cereyanında layık olduğu temiz ve kuvvetli itibar mevkiini hakkiyle elde etti. Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk istiklali gibi Türk Cumhuriyetini de hilafetten ve her türlü iştirak ve müdahalelerden uzak olan salim şeklinde ilelebet muhafazaya vücudunu vakfetmeyi vatanın birinci derecede mevcudiyet sebebi sayacaktır. (1927)[33] 6.Türk milletinin tabiat ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir (1924)[34] 7. Türk inkılâbı kurucudur. Türk ihtilali, yüksek bir insani ülkü ile birleşmiş vatanperverlik eseridir. Çocuklarına bütün güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere acımak sanatını öğretmektedir. (1933)[35] 8. Türk kadını dünyanın en münevver, en faziletli ve en ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil; ahlakta, fazilette ağır, ağırbaşlı bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, bazusiyle, kızılbaş - sayfa 17 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 azmiyle koruma ve müdafaaya gücü yeter nesiller yetiştirmektir. Milletin kaynağı, sosyal hayatın esası olan kadın, ancak faziletli olursa vazifesini yapabilir. Herhalde kadın çok yüksek olmalıdır. (1925)[36] 9. Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vak’alarla ispat etti ki, yenilik sever ve inkılâpçı bir millettir. (1925)[37] 10. Ey Türk Gençliği! Birinci vazifen Türk istiklallini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. … Ey Türk İstikbalinin evladı! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklal ve Türk Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur! (Ekim 1927)[38] 11. Türk milleti, Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim. Ne mutlu Türküm diyene! (Ekim 1933)[39] 12. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk ulusunun nefesinin sönmeyeceği, onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksel Türk! Senin için yükseklik hududu yoktur. İşte parola budur. (11 Ocak 1935; Mülkiye Mektebi Öğrencilerine)[40] 13. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.[41] 14. Bu memleket tarihte Türk’tü, halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.[42] 15. Türk! Öğün, Çalış, Güven[43] 16. Bir Türk dünyaya bedeldir. (1925) [44] 17. Biz balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz? Bunun tek bir sebebi vardır. Bu da İslav araştırma cemiyetlerinin kurduğu Dil Kurumlarıdır, bizim içimizdeki insanların milli şuurlarını uyandırdığı zaman biz Balkanlarda Trakya hudutlarına çekildik.[45] 18. Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın, dikkatli, alakalı olmasını isteriz. (Kasım 1932)[46] 19. Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini, doğru temelleri üzerinde kurmak; öz Türk diline, değeri olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimler vereceğine şimdiden inanabilirsiniz. (Kasım 1932)[47] 20. Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır. (Ağustos 1931)[48] Kaynakça [1] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mayıs 1999, s. 388389 [2] Nutuk III, (1919-1927) Belgeler, Bugünkü dille hazırlayan, İsmail Gönülal, Atatürk’ün Doğumunun Yüzüncü Yılın Kutlama Komisyonu Koordinasyon Kurulu, Ankara 1984, Belge, 47, 48, 49, 50, 51, 52, 53 s. 24-28 [3] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameler IV (1917-1938) Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, 1964 s.63 [4] Faik Reşit Unat, Amasya Protokolleri, Tarih Vesikaları, Yeni Seri Cilt I, Mart 1961, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, Sayı 3. ‘18’ s. 361 [5] TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt III, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1985, s. 550-551 [6] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Derleyen Nimet Arsan, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü yayınları, Ankara 1959 s. 221 [7] Türk Anayasa Metinleri, “Senedi İttifak’tan Günümüze” Hazırlayan: Suna Kili-Şeref Gözübüyük, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1984 s. 92 [8] Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Sait İsyanı, 18801925 ÖZGE, Çev. Bülent Peker-Nevzat Kıraç, Kasım 1992, Ankara, s. 69-71, 244-246 İş Bankası tarafından yayımlanan TBMM Gizli Celse Zabıtları’nda, 10 Şubat 1922 tarihli zabıtlara rastlanmamaktadır. Bu zabıtlar yoktur. Zabıtlar, 9 Şubat’tan 11 Şubat’a atmamaktadır. Cilt II s. 726 vd. Sabah Ghalip, 1919-1923 Yılları Arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün, Kürt Meselesi Karşısındaki Tutumu ve 1922 tarihli Kürt Otonomisi Kanunu’nun Metni, Soranice Kürtçesi’nden Türkçeye çeviren: Agirkhorshid Zaher, Birnebûn Sayı 39 Payiz 2008, Bu incelemede, 1992 tarihli Kürt otonomisinin kanun metni de vardır. s. 67-70 [9] 2000’e Doğru Dergisi, 30 Ağustos-5 Eylül 1987, Sayı 35, “Gizlenen Belge”, “Atatürk: Kürtlere özerklik” konulu haber [10] İsmet İnönü, Hatıralar, Bilgi Yayınevi, Ankara 1987 s. 202 [11] İsmet İnönü, a.g.e. s. 202 Ayrıca bk. Lozan Görüşmeleri, Tutanaklar, Belgeler, Takım 1 Cilt I Kitap 1 Çev. Seha L. Meray, Önsöz: İsmet İnönü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını Ankara 1969 s. 342-375 [12] Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 4 Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası, Kaynak Yayınları, Kasım 1999 İstanbul, s. 223-228 İsmail Göldaş, “Biz Türkler ve Kürtler, Avesta, 2000, İstanbul [13] Lozan Barış konferansı, y.a.g.e. s.344 Doğu Perinçek, y.a.g.e. s.226 Metin Heper, Devlet ve Kürtler, Doğan Kitap, Eylül 2008 İsmail Göldaş, y.a.g.e. [14] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 120 [15] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 336 [16] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 388 [17] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 391 [18] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 393 [19] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 s. 394 [20] Atatürk’ün Bütün Eserleri 2 Nutuk/Söylev I Atatürk Kültür, Dil-Tarih Yüksek Kurulu, Türk Tarih Kurumu Yayınları 1989, s. 134 vd. [21] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve beyannameleri IV s. 71 [22] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II Derleyen Nimet Arsan, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları, ikinci basım, Ankara 1961, s. 12 [23] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Derleyen Nimet Arsan, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları ikinci basım, 1959 s. 30 [24] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, kızılbaş - sayfa 18 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 s. 74 vv. [25] TBMM Gizli Celse Zabıtları I, TBMM Basımevi, Ankara 1980 s.73 vd [26] Genelkurmay Harp Tarihi Dairesi, Atatürk Haftası Armağanı, Genelkurmay Basımevi, Ankara 1977 s. 147 [27] Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları (1923) Kaynak Yayınları, İstanbul, Haziran 1993 s. 104 vd. [28] Sadi Borak, Atatürk’ün, Resmi Yayınlara Girmemiş, Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kaynak Yayınları ikinci basım, İstanbul Şubat 1997, s. 211 vd. Doğu Perinçek, yukarıda sözü edilen Kurtuluş Savaşı’nda Kürt Politikası kitabında, metinde geçen muhalif sözcüğünün, muhtelif olarak okunması gerektiğini bildirmektedir. s. 237 [29] Atatürk’ten Düşünceler, Hazırlayan: Enver Ziya Karal, Milli Eğitim Bakanlığı Devlet Kitapları, Bilim Kültür Eserleri dizisi, İstanbul 1986, s. 85 [30] Atatürk’ten Düşünceler, s. 40 [31] Atatürk’ün Söylev ve demeçleri II, s. 230. [32] Nutuk I, s. 14-15 [33] Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri IV, s. 530. [34] Atatrük’ün Söylev ve Demeçleri III, s. 74. [35] Hâkimiyeti Milliye Gazetesi, 30.10. 1933, s. 2 [36] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s. 231 [37] Nutuk, s. 95 [38] Atatürk’ten Düşünceler, s. 97. [39] Atatürk’ten Düşünceler, s. 152. [40] Atatürk’ten Düşünceler, s. 152 [41] Mahmut Esat Bozkurt, Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’tan hatıralar, Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları, İstanbul 1955, s. 95 [42] Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahati, 1939, s.23 [43] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara 1959, s. 304 [44] Mustafa selim İmece, Atatürk’ün şapka devriminde Kastamonu ve İnebolu Seyahatleri (1925), Türkiye İş Bankası yayını, Ankara 1959, s. 14. [45] Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Hazırlayan: Utkan Kocatürk, Turhan Kitapevi, 1984, s.149. [46] Atatürk’ten Düşünceler, s. 88 [47] Atatürk’ten Düşünceler, s. 88 [48] Atatürk’ten Düşünceler, s. 88 5 Kasim 2013 Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan kanun, diğer katliamların “Jenosid olmadığı” anlamına gelmez. Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp atmak” için kanunlar hazırladılar. Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler. Kara ve hava harekâtı planladılar. Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk yetiştirme yurtlarına yerleştirerek kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek için program hazırlayıp uyguladılar Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50 bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60 bini toplu katledildi, telef edildi. 20 -30 bin insan sürgüne gönderildi. Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen, olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür. İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi, 1977 yılında hazırlamış olması, ilk kez “Dersim jenosidi” kavramı ile tanımlaması dikkate değerdir. “Jenosit/soykırım” kavramının 1990’ lardan sonra, Kürd ve Türk çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi” haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz. “Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan okumasını göstermesi bakımından da son derece önemli bir olgudur. Öte yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu, bilimsel düşünce sürecine darbeler vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. Araştırmada, kanunla ilgili meclis görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının, Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir. Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar), yerel(otokton) halkları yok etmeye koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki, özel olarak da Dersim'deki jenosid uygulamaları, çeşitli kaynaklardan yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır. Kritik edilmesi dileğiyle! İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla... kızılbaş - sayfa 19 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Τα αντάρτικα Ποντιακά τραγούδια του ‘40 Ο αντάρτης Πόντιος μαζί με το τουφέκι του στον ώμο, έπαιρνε και τη λύρα του! Οι Πόντιοι της εποχής του ‘40 εξακολουθούσαν να είναι αληθινοί Πόντιοι, χωρίς να τους διαφοροποιεί τίποτε από τους πατεράδες τους. Σκέφτονταν και μιλούσαν Ποντιακά, αγαπούσαν και έκλαιγαν με την Ποντιακή γλώσσα. Δεν μιμούνταν, δεν μάθαιναν, δεν προσπαθούσαν να είναι Πόντιοι… ζούσαν απλά ως Πόντιοι ή πιο σωστά ως Ρωμιοί του Πόντου! Τα κύρια κέντρα της δημιουργίας της αυθεντικής αυτής μουσικής παράδοσης ήταν κυρίως η περιοχή της Κεντροδυτικής Μακεδονίας, του Κιλκίς και της Ημαθίας (Βέρμιο- Πιέρια). Χωρίς να αποκλείσουμε και τις άλλες περιοχές με Ποντιακούς πληθυσμούς (Πιερία, Πτολεμαϊδα κλπ). Ο αντάρτης Πόντιος μαζί με το τουφέκι του στον ώμο, έπαιρνε και τη λύρα του! Τραγουδούσε τους καημούς και τα ιστορικά γεγονότα όπως αυτός ήξερε, στη γλώσσα του. Νέοι και νέες στα βουνά της Ελλάδας τραγουδούσαν και χόρευαν στις μελωδίες της αθάνατης Ποντιακής Λύρας. Τα Παλατίτσια είναι ακριβώς ένα παράδειγμα χωριού που δημιούργησε πλούσια τέτοια παράδοση. Από τη μια γιατί ήδη προπολεμικά μέσα στο χωριό ζούσε η Ποντιακή μουσική, με καθημερινά γλέντια και πολλούς λυράρηδες και από την άλλη γιατί ως χωριό είχε μαζική συμμετοχή στην Εθνική Αντίσταση. Τότε ήταν που δημιουργήθηκαν τραγούδια όπως το γνωστό στην περιοχή των Πιερίων “Αντάρτες κάψτεν το Μελίκ”. Πιστεύουμε ότι τα τραγούδια αυτά αξίζουν να καταγραφούν και να μελετηθούν από τους ειδικούς, χωρίς προκατάληψη, καθώς είναι τα τελευταία ζωντανά μνημεία της Ποντιακής μουσικής.. Αντάρτες κάψτεν το Μελίκ Και ποίστιατο μανέαν Τη κουκουβάγιας το πουλίν Να χτιζ απές φωλέαν Ο Μαύρον ασό Βέρμιον Κατήβεν σην Κουλούραν Απάν και σα μεσάνυχτα Εδέκεν ατό βρούλαν ————————— Αντάρτην επαρέξεγκα Το σπίτι’ μ ευκαιρώθεν Ελέπατον και σαίρουμαι Το όπλον ντ΄εφορτώθεν Βεργίνα και Παλατιτσια Ηρωϊκά χωρία Φόρον τρανόν επλέρωσαν Ση Γράμμου τα ρασία ------------------------Αναθεμά σε Φλώρινα Εσύ εποίκες όλια Αιχμάλωτα ντ’ επίασες Τα δύο πυροβόλα Ανάθεμά σε Φλώρινα Ντο πολλά αίμαν έπες Πολλά καρδίας έκαψες Και μανάδες εκλέντσες ————————— Τρία χρόνια σα ρασία πολλά έσυρα Τη Χριστού τα πάθη μάνα μ’ όλα επέρασα Πεινασμένος οξυπόλτος επολέμεσα Τον γλυκύν τον ύπνον μάνα μ’ εγώ κ’ εχόρτασα Σα Πιέρια μανίτσα μ’ σην οροσειράν Ση μάχην εγώ εντώχτα για πρώτη φοράν Εντώκανε με τα σφαίρας ας’ αυτόματα Και το ψιόπο μ’ εκολύμπεσεν σα αίματα Τα σφαίρας και τα κανόνια ρούζνε άμον βρεσίν Και την ψύμ θα παραδίγω απάν σο ρασίν Μάνα να ελέπς τα σφαίρας ντ’ εντωκάνεμε Δύο μέτρα παλληκάρ βάϊ εκοσκίντσανε Στείλομε τη νοσοκόμαν ή έναν γιατρόν Σο ρασίν απάν μανίτσα μ’ εμέν να λαρών Οι γιατροί παν κ’ έρταν μάνα μ’ και τερούνε με Κανείς το φάρμακον κ’ έβρεν να λαρών εμέν Μη κλαίς μη φτουλίεσαι ποίσον υπομονήν Κ’ έτον μαναχόν μανίτσα μ’ τ’ εσόν το παιδίν Υπερήφανη να είσαι να λες να γελάς Η ψύμ έβγαινεν κ’ εκούξα ζήτω το ΕΛΑΣ Πηγή kızılbaş - sayfa 20 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ahmet Altan: LAR Cumhuriyet tarihimiz ahlaksizlik tarihidir ERKEKLER GÜÇ... İÇİN Liberal Cavit Bey`i de, Komünist Mustafa Suphi Bey`i de ayni hunharlikla öldürdüler. Nâzim Hikmet`e de Necip Fazil`a da eziyet ettiler. Ne dindara, ne dinsize acidilar. Kürtlere özellikle aci çektirdiler. MAKSİMUM Bütün diktatörlükler, denetim manyagidir. Sadece "kosulsuz" bir yandaslik sergileyenler ödüllendirildi. Ahmet Altan bugün CHP`yi ve Cumhuriyet tarihini elestiren bir yazi kaleme aldi.. "Yanlis kurulmus bir cumhuriyetin insanlariyiz biz." diyen Altan, tartisma yaratacak bir soru da sordu: "Mustafa Kemal, bu ülkede seçim kazanabilir miydi?" Altan`in "Geçmise ilerlemek" baslikli o yazisi.. Her seyi denetlemek, muhalefeti saptamak ve onu ezmek isterler. Bu anlayis, her türlü degeri yok saydi. Ve, bütün kurumlarin hukuksuz bir karanlikta mikroplanip kangrenlesmesine yol açti. MUSTAFA KEMAL SEÇIM KAZANABILIR MIYDI Sadece iktidarda olanlari korumayi amaçlayan, yanlis kurulmus bir cumhuriyetin insanlariyiz biz. Halki küçümseyen, dahasi halktan korkan küçük bir zümrenin diktatörlügü, bütün gücüyle kendini koruyabilmek için her seyin kirlenmesine göz yumdu, sikistigi yerde bizzat kendisi her seyi kirletti. Bunun temel nedenini aslinda tek bir soruyla anlayabiliriz. Mustafa Kemal, bu ülkede seçim kazanabilir miydi? CHP SEÇIM KAZANAMIYORSA.. Eger aradan geçen onca yilda bilmem kaç kusagi korkunç bir egitimden geçirip, beyni yikanmis insanlar yaratmasina ragmen Atatürk`ün görüslerini savundugunu söyleyen partiler hâlâ seçim kazanamiyorsa, Cumhuriyet`in ilk yillarinda hiç kazanmazlardi. Bunun için kendilerine sadik kullar yaratirlar ve onlara iktidardan pay verirler. Onlarin yolsuzluklarina göz yumarlar. Diktatörlüklerin ahlaki yoktur. Ahlaki ve ahlaki degerleri çürütür, yok ederler. CUMHURIYET TARIHIMIZ AHLAKSIZLIK TARIHI Silahli küçük bir azinligi koruyabilmek için o azinligin çevresinde yolsuzluklara, ahlaksizliklara bulasmis bir çember, bir asalaklar duvari olustururlar. Nerdeyse bütün Cumhuriyet tarihimiz bir ahlaksizlik tarihi oldu bizim, "sayin muhbir vatandaslarin" ahlaki en degerli ahlak sayildi, bütün kurumlar "iktidari" koruyabilmek için yozlastirildi. Cuntaci generaller, yalanci tarihçiler, pespaye gazeteciler, dikta dalkavugu politikacilar, cinayet isleyen polisler bas taci edildi. Diktayi desteklemek kosuluyla bütün yandaslara ahlaksizlik ve suç islemek serbest sayildi. Seçimle kazanilamayacak bir iktidar nasil korunur peki? Cumhuriyet`le kurulan diktanin, sik sikirdim giyinip dans etmeyi Batililik sanan zavalli özentiliginin disinda bir fikri, ideolojisi, inanci yoktu, insanlar sadece ikiye ayriliyordu onlar için, yandaslar ve muhalifler. Silahla ve baskiyla. NE DINDARA NE DINSIZE ACIDI- DIKTATÖRÜLÜKLER MANYAGIDIR DENETIM BÜYÜK HESAPLASMAYI BASLATAN AKP OLDU Bu sistemi, ancak halki gerçekten temsil eden, Cumhuriyet iktidarinin kendisine "yabanci" buldugu siyasi bir güç degistirebilirdi. Sisteme ilk büyük darbeyi Turgut Özal vurdu. Asil büyük hesaplasmayi baslatan ise AKP oldu. Silahli Cumhuriyet diktasina karsi kendi gücünün tek basina yeterli olmayacagini bildiginden, evrensel bir demokrasi ve hukuk sistemi kurulmasini isteyen Avrupa Birligi`nin destegini sagladi. BÜYÜK BIR ÜMIT YARATTI Halkin ve dünyanin büyük destegiyle bir temizlik operasyonuna girdi, hukuk reformlari yapti, Ergenekon`un ve darbecilerin üstüne gitti, askerî vesayeti geriletti, Kürtlerin haklari oldugunu kabul etti, baris için müzakerelere basladi, Alevilerin dertlerini dinledi, yeni bir anayasa sözü verdi. Artik iyice çürümüs olan sistemi degistirmek için attigi her adimda halki ve gelismis dünyayi yaninda buldu. Büyük bir ümit yaratti. SONRA BIRDEN AKP DURDU Basbakan Erdogan, bütün dünyada "Müslüman bir ülkede demokrasiyi yerlestiren" ilk lider olarak saygiyla karsilandi, dünya liderleri arasina adi- kızılbaş - sayfa 21 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ni yazdirdi. Sonra birden AKP durdu. Degistirmek için söz verdigi sistemin, "yöneticilere" ne kadar büyük avantajlar sagladigini, nasil büyük bir iktidar alani açtigini, pay dagitarak nasil büyük bir yandaslar kalabaligi olusturmasina olanak verdigini fark etti. Sistemi degistirmek için mücadele etmektense, sistemle anlasmanin ve sistemin parçasi haline gelmenin daha "kurnazca" olacagina hükmetti. BEN BIR DINDAR YETISTIRECEGIM ANLAYISI Simdi yeniden geçmise dönüyoruz. Kürtlere baski arttikça artiyor, fasist yasalara sahip çikiliyor, sistemin kirliligine yönelik sorgulamalar yavaslatiliyor, "ben Cumhuriyetçi yetistirecegim" anlayisi yerine "ben dindar yetistirecegim" anlayisi getirilerek "yöneten istedigi gibi adam yetistirir" kuralina dibine kadar sahip çikiliyor, anayasaya dokunulmuyor, bombalarla parçalanan zavalli köylülerin hesabi sorulmuyor, onun yerine Genelkurmay Baskani`na tesekkür ediliyor, Hrant Dink`in katilleri korunuyor, Denktas yüceltiliyor, futboldaki kirlenmenin temizlenmesine engel olunuyor. Bu anlayistan bir hayir çikmaz. Halk gene ezilir, gene ahlaksizlik prim yapar, gene egitim "liderin" mesrebine göre sekillenir, gene çürüme yayilmaya baslar. Bunu durduracak olan ahlaksizligin acisini yillarca çekmis olan halktir. AHLAKSIZLIK BIR KEZ KABUL EDILDI MI Uludere`de köylülerin öldürülmesine, futbolda sikenin yayilmasina göz yuman bir ahlak anlayisini sorgulamadan bu sistem düzelmez. Ahlaksizlik bir kez kabul edildi mi o ahlaksizlik kisa zamanda hukuksuzluga ve suça dönüsür. Ahlak ve hukuk yoksunlunun ilk ve büyük kurbani ise daima halk olur. Kaynak: http://www.muhalifgazete.com Aşkale’ye gönderilen 1869 gayrımüslim vatandaşların hayatını derinden etkileyen « Varlık vergisi kanunu » TBMM’i tarafından 11 Kasım 1942’de kabul edildi. kızılbaş - sayfa 22 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Reform ve ademimerkeziyetçilik Birkaç yazıdır anlatmaya çalıştığım şu: Reform paketine, 19. yüzyıldan bu yana Osmanlı-Türk toplumunun yaşadığı reform macerası çerçevesinde yaklaşmak gerekir. Paketin ne olduğu ve nereye yöneldiği ancak böylesi uzun erimli bir tarih perspektifi ile anlaşılabilir. Ana iddiam paketin önündeki en önemli sorunun, zihniyet dünyamızla ilgili olduğu... Toplum olarak son 200 yılda oluşmuş zihniyet kalıplarını zorluyoruz. Thomas Kuhn’un paradigma kavramıyla anlattığı türden bir değişim kaçınılmaz gibi. Sorun, bu paradigma değişimini başarıp başaramayacağımız. Paradigma değişiminin birinci ayağı Millet-i Hâkime fikri ile ilgili. Bunu yeteri kadar tartıştım. İkincisi ise idari merkeziyetçi zihniyet. Eski tabir ile ademimerkeziyetçilik yenisi ile yetkilerin yerel yönetimlere devredilmesi meselesi. Reform paketinde bu konuda da bir şey yok. Tarihî bir perspektiften bakıldığında bu da bir tesadüf değil. Osmanlı İstanbul’un yetkilerini dağıtamadığı için dağıldı. Benzeri tehlike Türkiye Cumhuriyeti’ni bekliyor. En zayıf karın bu. Şu anki anlayış ademimerkeziyetçiliğin dağılmayı getireceği. Tarihte böyle olduğuna inanılıyor. Osmanlı Avrupa’yı, Hıristiyan toplulukların reform isteklerini kabul etmemesi nedeniyle, 1804 Sırp isyanı Prof. Dr. Taner Akçam ile başlayan süreçte ağır ağır kaybetti. İngilizcede self-fulfilling prophecy diye bir kavram var. Bunu, kendini gerçekleştiren kehanet diye çevirmek mümkün. İstemediğiniz ve korktuğunuz bir şey var, buna engel olmak istiyorsunuz; ama yaptığınız şeyler, korktuğunuz şeyin başınıza gelmesine yol açıyor. Osmanlı’nın ademimerkeziyetçilik ile böyle bir macerası var. Osmanlı dağılmaktan korktu. İktidarı yerel yapılarla paylaşmanın dağılma anlamına geleceğine inandı. Bunun için de ademimerkeziyetçiliği hiç sevmedi. Ancak ve ancak merkezin güçlendirilmesiyle dağılmayı önleyeceğine inandı. Yerel yönetimlere hiç hak tanımadı. Ama merkezi sıktıkça, merkezkaçın kuvvetlenmesini sağladı. Korktuğu ayrılıkçılığı, kendi izlediği politika ile kendisi yarattı. Sırp, Yunan, Bulgar bağımsızlıklarının kısadan öyküsü budur. İmparatorluğun Arap ve Ermeni top- lulukları için de durum farklı değildi. Yaşadıkları topraklarda Ermenilerin azınlıkta olduğunu bilen Taşnak örgütü, Hıristiyanların da eşit ölçüde katılacağı, yetkileri artırılmış yerel yönetimler istiyordu. 1895 ve 1914 reformlarının özü budur. Araplar için de durum aynı idi. 1908 sonrası kurulan Arap örgütleri, Osmanlı egemenliğinin ortadan kalkmasının, yaşadıkları bölgeleri büyük devletlerin sömürgesi h^’aline sokacağını biliyorlardı. Bu nedenle sorunlarına Osmanlı devleti çatısı altında çözüm aradılar. Tüm talepleri, ademimerkeziyetçilik olarak tanımlanabilecek şeylerdi. Bölgelerinde Arap memurların görev yapması, Arapçanın eğitim dili olması gibi basit, temel talepler ileri sürüyorlardı. Hatta örgütlerine, 1912’de Kahire’de kurulan Osmanlı Ademi Merkeziyetçi İdare Partisi (Hizb al-lamarkaziyya alidariyya al-’uthmani) örneğinde olduğu gibi isimler de veriyorlardı. Özetle, Ermeni ve Arapların önerdiği, günümüz tanımıyla yerel yapıların güçlendirilmesinden başka bir şey değildi. İttihatçılar, Sırp, Yunan ve Bulgar deneylerinden hareketle, Ermeni ve Arap taleplerinin ayrı devletlerle sonuçlanacağına inandı. Merkezîleşmeyi tercih etti ve ama sonuçta korktuğunu kendisi yarattı. Şimdi benzeri sorun Kürtlerle yaşanıyor. Yerel yönetimlere geçişin, Kürtlerin bağımsız devletlerine doğru gidişlerinin ön adımları olmasından endişe ediliyor. Gerek AB ile ilişkilerde gerekse bugünkü reform paketinde yerel yönetimler konusunda zorlanılmasının arkasındaki neden, bu tarihî korkudur. Üzerinde konuşmak gerek. Kaynak: http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 23 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Liberallerin, Kürtçülerin ve Gezicilerin Kemalizm’i "Kemalizmin ana düşmanı Kürtler, Ermeniler, Rumlar değil, gerici, çağ dışı dindar, Müslüman halk yığınları ve onların temsil ettikleriydi." Yıldıray Oğur, bugünkü köşesinde “Başörtülüler üniversitelere girsin orada zaten aydınlanırlar” diyen liberallerin de Kürtleri feodalizmden ve gericilikten kurtarmaya çalışan PKK’lıların da AKP’li seçmenle “Hüloooğ” diye dalga geçen Gezicilerin de hısım olduğu “Kemalizm”i yazdı: Kemalizm 4S Yıldıray Oğur / Türkiye Öcalan’ın “Mahir Çayan’ın emanetini teslim ettiğini” söylediği HDP kuruldu. Partinin başına da Çayan’ın yol arkadaşı Ertuğrul Kürkçü getirildi. Çayan,“Milli Mesele” diye kodlanan Kürt meselesinin çözümünde halkların kendi istikballerini tayin hakkı gibi klasik sosyalist çözümü, özerkliği destekleyen bir sosyalistti. Ama aynı zamanda savunmasında“Milli Kurtuluşçu bir tutum yansıtması açısından bizler sapına kadar Atatürkçüyüz. Onun Milli Kurtuluşçuluk bayrağını, hayatımız da dahil, her şeyimizi ortaya koyarak biz dalgalandırıyoruz” diyecek kadar da bir Kemalist. Deniz Gezmiş idama giderken “Türk ve Kürt halklarının kardeşliğinden” bahsetmişti. Ama aynı zamanda Şeyh Said’i savunan bir Kürd'e kızıp dolap yumruklamıştı. Zaten en ses getiren eylemi de Samsun’dan Anıtkabir’e yürümekti. Türkiye İşçi Partisi’nin bile Doğu Sorunu diyebildiği günlerde meselenin adını koyup Kürt meselesi diyen ilk kişi Doğan Avcıoğlu’ydu. Kemalist devrimi tamamlamak için Baas tipi darbesi 9 Mart’ta son anda engellenen Avcıoğlu. PKK’yla ilk ittifak kuran Perinçek’in Aydınlık hareketi oldu. 28 Şubat günlerinde Öcalan, “Batı Çalışma grubuna destek için Doğu Çalışma Grubu kuralım” derken yanında Yalçın Küçük vardı. Bugün bir partinin BDP ile seçimlerde ittifak yapması söz konusu bile değilken 1991 seçimlerinde HEP’i Meclis’e taşımaya cesaret edebilen İsmet Paşa’nın oğlunun lideri olduğu CHP’nin devamı SHP oldu. En ileri Kürt raporunu da onlar açıkladı. Dersim’i bombalayan Cumhuriyet, Kürtleri değil, oradaki ilkel, geri feodalizmi bombaladığını düşünüyordu, Tunceli Planı’nın amacı Kürtleri Türk yapmak değil, “medenileştirmek”ti. Şeyh Said’i tehlikeli yapan da bölücülüğü değil gericiliğiydi. Bu arada 1934’te Atatürk’ün emriyle 60 kafatası Türklerin en üstün millet olduğunu ispat için değil, Batılı birincil ırklardan olduğunu ispat için ölçüldü. Hiçbirinde çelişki yok. Kemalizmin en büyük derdi, esas motivasyonu milliyetçilik değildi. Varlığına kastetmiş, en korktuğu düşmanı da Kürtler değildi. Kemalizm milliyetçiliği denedi ve bu başarısız deneme Atatürk ölünce batan Güneş Dil Teorisi kadar kısa ömürlü oldu. Türkiye’de bir laik sadece milliyetçiliğe karşı çıkarak, Kürtlerin, Ermenilerin, Rumların haklarını savunarak Kemalizm’den kurtulup, demokrat olamaz.. Onu bekleyen daha büyük bir sınav var. Daha kazık, geçilmesi zor bir engel bu. Çaktırmadan üzerine geçirilmiş, genelde ancak kral çıplak diyen çocuğun görebildiği, zaman zaman ancak kuru temizlemeciye göndermek üzere çıkarılan Kemalizm gömleğini çıkarıp üstünden atmak… Ama bu Kemalizm o bildiğiniz hatta belki de karşı olduğunuz Kemalizm değil. Kemalizm en başta bir iktidarda kalma ideolojisi. Kitapsız, kaygan, esnek, pragmatik, hatta makyevelist o yüzden. O yüzden savaşta önce Hitler’e yanaştı, Varlık Vergisi çıkardı, savaş biterken ise bir gecede Almanya ve Japonya’ya savaş ilan edip kazanan cepheye göz kırpmak için çok parti- li hayata geçti. 1946’dan sonra DP’ye karşı İlahiyatçı Başbakan atayıp, İmam Hatip açtı, 1961 Anayasası’nda demokrasi, hürriyet, insan hakları kılığına girdi, Milli Şef’in talimatıyla ortanın soluna geçti, Ecevit’le Atatürk’ü bile eleştirdi, 12 Eylül’de Türk-İslam sentezine sarıldı, 28 Şubat’ta Batı Çalışma Grubu’nu kurdu, 2000’lerde Batı düşmanlığı yaptı. 90’larda Mollalar İran’a bağırdı, 2010’larda İran’la aynı cepheye geçti. Başına gelen bütün felaketleri Amerika’dan bildi, sonra Erdoğan’ı Amerika’ya şikayet etti. Kemalizmin bilinenin aksine 1881’de doğup, 1938’de vefat eden Mustafa Kemal’le de bir alakası yok. Kemalizm, Türk modernleşmesinin dili ve siyasetiydi. Ve o dil self oryantalist bir dildi. Kemalizmin kurucu dışarısı, radikal ötekisi, karşısında kurulduğu ana düşmanı Kürtler, Ermeniler, Rumlar değil gerici, çağ dışı dindar, Müslüman halk yığınları ve onların temsil ettikleriydi. Kemalizm sadece bir devlet ideolojisi, siyasi bir fikir de değildi. O aynı zamanda Müslüman bir ülkede Batılı ve laik bir hayat sürenlerin o kalabalık dindar kitleyle ilişkilerini, onlar hakkında kurdukları dili tanzim eden bir hayat tarzı ideojisiydi, yol gösteren bir rehber, İslam ülkesinde laikler için hayatta kalma kılavuzu, insani ilişkilere kadar sirayet edebilmiş bir politik adab-ı muaşeret bilgisiydi. “Başörtülüler üniversitelere girsin orada zaten aydınlanırlar” diyen liberallerin de, Kürtleri feodalizmden ve gericilikten kurtarmaya çalışan PKK’lıların da, AKP’li seçmenle “Hüloooğ” diye dalga geçen Gezicilerin de hısım olduğu işte bu Kemalizm’di. Türkiye’de laikleri bekleyen büyük sınav da hep bu oldu. Rejimi, Ankara’daki iktidarı değiştirme, yıkma potansiyeli Rumlarda, Ermenilerde, Kürtlerde değildi, onların haklarını savunmak işin kolay kısmıydı. Esas büyük iktidarı değiştirme potansiyeli sadece dindar halk yığınlardaydı. O büyük kalabalığa rağmen laik yaşamı borçlu olduğumuz Kemalizmin kurucu dışarısı olan halk yığınları. Demokratlığı esas belirleyecek olan, o dindar halkın siyaseti karşısında ne denileceğiydi. Kemalistlerin dediğinden farklı ne denebileceği? Gezi Ayaklanması’nda da farklı bir şey söylenemedi. Esas tehlike, başat meseleye karşı laikler kesrette vahdeti kızılbaş - sayfa 24 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gezi parantezinde yakaladılar. O yüzden bir gün devrim oldu ve o devrimi Halk TV ve Ulusal Kanal gösterdi. 'Duran Adam’ı bile dururken içinden Ey Türk Gençliği’ni geçiren Gezi’deki kesrette vahdetin en iyi temsil edildiği an kapağında Atatürk imzalı piyanoyla Taksim’de direnildiği andı. Gezi’nin alamet-i farikası CNN’e çıkmaktı. New York Times’e ilan vermekti. Polisi aydınlatmak için kitap okumak, gitar çalmak, orantısız zekâyla bir centilmen olmayan Erdoğan’ın üslubuna kızıp barikat kurmak ve onun az zekâlı seçmenleriyle dalga geçmekti. Gezinin çok kültürlülüğüne delil yapılan müttefiki de ancak antisi yanlış yerde olan, kapitalistleri değil Müslüman kapitalistleri eleştiren Anti-Kapitalist Müslümanlar olabildi. Ancak cipli türbanlı nefretleriyle Kemalist damaklarda lezzet bırakabildiler. Onların verdiği Nutella lezzetini bir de AKP’ye “yeni Kemalizm” diyen çok pişman ve itirafçı liberaller verebildi. O yüzden romanları, kitapları artık Hürriyet sayfalarından tanıtılmaya başlandı. 27 Mayıs’a giden gençlik eylemleri ahizeli telefonsa, Cumhuriyet Mitingleri Nokia 8110’sa, Gezi Ayaklanması da i-phone 4S’ti. Ama özünde çalan aynı telefondu. Numara aynı numaraydı. Telefonu açan ses de aynı ses. Ve o telefonu açtığınızda Kemalist Matrix dünyasının ileri bir versiyonuna geçiş yapılıyor. Gezi Ayaklanması’ndan bu yana etrafta Kemalist, ulusalcı kalmaması tesadüf değil. Her yer direniş ve herkes artık direnişçi. Marşın o sözü değiştirilse yeri: "90 yılda 15 milyon direnişçi yarattık her yaştan." Esed’e boyun eğme diyenlerden Sözcü gazetesine, TGB’den Yılmaz Özdil’e kadar pek muteber bir tarafı kalmayan Kemalizm’in sesi artık en itibarlı son kılıfının içinden çıkıyor. Yediğiniz biftek gerçek biftek değildi, ama Matrix ağzınıza gerçek bir biftek yeme lezzeti bahşetti. Gerçeğin çölüne hoş geldiniz. http://www.haksozhaber.net Doğru namaz, doğru seksten geçer Sibel Üresin: Doğru namazın yolu doğru cinsel birleşmeden geçer Doğru namaz, doğru seksten geçer Akşam Gazetesi’nden Sibel Ateş Yengin’e konuşan Sibel Üresin, çok tartışılan ‘Cinsel ilişki namaz kılmaktan da önemlidir’ açıklamalarına yeni bir boyut kazandırdı. Üresin’e göre, doğru namazın yolu doğru cinsel birleşmeden geçiyor. Yaptığı açıklamalarla çoğu kadının nefretini kazanan, soyadı üzerinden ‘Üremesin’ esprileri türetilen, ‘Cinsel ilişki namaz kılmaktan da önemlidir’ diyen yaşam koçu Sibel Üresin’e, Ali Rıza Demircan’ın ‘Sevişmek ibadetle aynıdır’ açıklamaları üzerine yaptığı ‘Cinsel ilişki namazdan bile önemlidir’ açıklaması hatırlatıldı. “Namaz yerine cinsel ilişkiyi mi koyuyorsunuz?” sorusuna Sibel Üresin şu cevabı verdi: “Birinin yerine diğerini koymuyo- rum. Doğru namaz kılmanın yolu doğru cinsel birleşmeden geçiyor. Kıyaslamak yanlış. Cinsellik bir ibadettir. Cinsellik o kadar tabu ki konuşmak bile insanları rahatsız ediyor, edepsizlik olarak algılanıyor. Konuşulmadığı için sıkıntı var. Helalinden bir cinsel ilişkiden doğan çocukla, haramla girilen cinsel ilişkiden doğan çocuğun yaradılışları aynı mı? Doğru namaz kılmak iyi abdest almaktan geçiyorsa, Allah’a iyi kul olmanın koşulu da sağlıklı döllenmektir. Bu yüzden önceliklidir. “ Kaynak: http://www.haberand.com/ dogru-namaz-dogru-sekstengecer-h-243666.html sibel hanım: kocanıza ikinci eş öneriyorsunuz! peki kocanız da size ikinci, üçüncü, dördüncü koca önerdi mi? (elif avsu) kızılbaş - sayfa 25 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pomakça gibi yabancı dilde konuşanlar cezalandırılacak 1936-Balıkesir-Gönen Bugüne kadar pekçok yerde herkez okumuş yada duymuştur. Pomakların ve bizim gibi sayıca az ve görece dağınık yaşayan halkların asimilasyonunda izlenen politikaların var olmadığı, çokta zorlunluı asimilasyona uğratılmadığı iddia edilmektedir. Oysa durum bunun tam tersi olduğunu biliyorduk ve elimize geçmiş olan bu gazete küpürünü sizlerle de paylaşmak istedik. 1936 tarihli Cumhuriyet gazetesinin haberine göre Balıkesir Gönen bölgesinde ”Pomakça” ve diğer dillerin konuşulması yasaklandığı haberin küpürü. 1378622_592220630813200_975650189_n Devletten gelen bir emirle Gönen Belediyesi karar almış ve ahali çok memnun olmuştur. Bu karar tellalarla ahaliye duyurulmuştur.. Gönende Pomakca konuşulması yasaklanmıştır. Herkes Türkçe konuşmak zorundadır, konuşanlar ağır cezalara çarptırılır .. Cumhuriyet Gazetesi. 21.05.1936 Kaynak: http://pomaknews.com/?p=9242 Kilikya Katliamı 1909 Sait Çetinoğlu Yakın tarihimizin az bilinen ve üzerinde pek çalışılmayan meselelerinden olan Kilikya / Adana Katliamı üzerine, konunun uzmanlarından Sait Çetinoğlu'nun bu kitabı, tarihi belgeler ve kanıtlarıyla olayın detaylarını ve vehametini ortaya koyuyor. Osmanlı'nın son döneminden günümüze dek süregelen devlet geleneğinin ve küstahlığının o dönemlerde vardığı boyutu anlamak için, benzersiz bir eser. Referans Bilgileri Kilikya Katliamı 1909, Sait Çetinoğlu, Propaganda Yayınları, ISBN: 978-1-927893-15-9 (pdf), 978-1-927893-16-6 (ePub), 978-1-927893-17-3 (mobi), 162 sayfa, Kasım 2013. kızılbaş - sayfa 26 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ecdadımız Kayıkları, Biz Gemicikleri Yürüttük Başbakan Recep Tayyip Erdoğan her fırsatta ecdadından bahsetmekten geri durmuyor. Yerel seçimlere yönelik bir yatırım olduğu herkesçe bilinen, konunun uzmanlarınca da birçok eksiği bulunduğu iddia edilen Marmaray tüp geçidi milyonların can güvenliği hiçe sayılarak apar topar açıldı. Başbakan açılıştaki konuşmasında da "ecdadımız gemileri karadan yürüttü, iktidarımız da denizlerin üstünden vagonları yürütüyor" dedi. Evet, bu iktidar gerçekten daha önce de "Hızlı Treni" yürütmüştü. Yine bir takım alt yapı, teknik vs eksikliğe rağmen yürütülen hızlı tren 22 Temmuz 2004 tarihinde Sakarya ili Pamukova ilçesinde devrildi ve trendeki 230 yolcudan 41 kişi yaşamını yitirdi ve 80 kişi yaralandı. Sırası gelmişken, dönemin Ulaştırma Bakanı kimdi dersiniz? Evet, yanılmadınız, şimdiki bakan, yani Binali Yıldırım. Evet, bu iktidar sadece Hızlı Treni ve Marmarayı da yürütmedi. Bu ülkenin tüm yeraltı, yerüstü zenginliklerini emperyalist sermaye ve cemaatlerle işbirliği içindeki şirketlere vererek yürüttü. Zenginliklerimizin ve vergilerimizin önemli bir kısmını gemiciklere dönüştürdü, kimisini oğluna, kimisini damadına, kimisini de çok yakın çevresindekilere vererek yürüttü. Konuşmaya dönersek, insanların tarihine, inançlarına, kültürlerine, ecdatlarına sahip çıkması, bilince çıkartmalarında bir sorun yok. Ama Başbakanın ecdadı konusunda önemli sorunları olduğu da yadsınamaz. Şöyle ki, Başbakan'ın her nedense ecdadım dediği kişilerden hangilerinin gerçekten Başbakan'ın ecdadı olduğu, hangisinin ecdadı olmadığı da pek belli değil.. Örneğin Mimar Sinan.. Hani birçok camii, medrese, türbe, kemer, köprü, kervansaray ve saraylar yapan Mimar Sinan. Hani en önemli eserlerinden birisi olan Edirne Selimiye Camisinin bir benzerinin Başbakan Erdoğan tarafında İstanbul Ataşehir'de yaptırılan Mimar Sinan.. ecdatlarını tanımayanlara biraz katkım olsun.. *I.Murat'ın annesi Bizanslı Horofira (Nilüfer Hatun), * Yıldırım Bayezid'in annesi Bulgar Marya (Gülçiçek Hatun), *Fatih Sultan Mehmed'in annesi Sırp Despina (Hüma Hatun), * Erdal Yıldırım İşte o Mimar Sinan, bir Ermeni devşirme*(*)*. İşte o "ecdad" Mimar Sinan, Kayseri Kesi nahiyesinin Ağırnas köyünde bir Ermeni çocuğu olarak doğuyor ve 20 yaşındayken başefendinin bir başka "ecdadı olan, 40 binden fazla Kızılbaşı katleden Yavuz Sultan Selim tarafından devşirilerek Osmanlı yapılıyor. İşte o Mimar Sinan, Kanuni ile Belgrad seferine yeniçeri olarak gidiyor, 40 yaşındayken baş mimar oluyor ve 3 padişah, pardon 3 ecdad döneminde de baş mimar olarak görev yapıyor.. Şimdi "ecdad" diye bildikleri Mimar Sinan'ın aslında bir Ermeni çocuğu olduğunu öğrenecek olan Osmanlıcılar, Türk kafatasçılar, İslamcılar ve bilcümle müslümanlar ne diyecekler bundan sonra? Ermeni Mimar Sinan halen ecdad olarak kalacak mı? Yavuz Sultan Selim'in annesi Ayşe takma adlı Pontuslu bir Rum, *Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi Polonya Yahudisi Helga (Hafza Sultan), * II.Selim'in annesi Yahudi kızı Roksalan (meşhur Hürrem Sultan), *III. Murat'ın annesi Yahudi Raşel (Nurbanû Sultan), * I.Ahmet'in annesi Yunan Helen (Handan Sultan), *Genç Osman'ın annesi Sırp Evdoksiya (Mahfiruz Sultan), * IV.Murat'ın annesi Sırp Anastasya (Mahpeyker Sultan), *II.Ahmet'in annesi Polonya Yahudisi Eva (Hatice Sultan), * Bu iktidar dahil, tüm egemenlerin bir başka taparcasına sevdikleri kişi ki, 1937-38 yıllarında Dersim'de 60 bine yakın Dersim'liyi bombalayarak öldüren Atatürk'ün manevi kızı ve bizzat Atatürk tarafından Dersim'i bombaladığı için kahramanlık madalyasıyla ödüllendirilmiş olan Sabiha Gökçen'dir. (asıl ismi Hatun Sebilciyan) İşte o Sabiha Gökçen de yetim bir Ermenidir. Yani devşirmedir. I.Mahmut'un annesi Aleksandra (Saliha Sultan), Sadece bu kadar da değil.. Bunların "ecdadım" dedikleri Osmanlı padişahlarının nerdeyse tamamına yakının anneleri de çeşitli uluslardan devşirmedir.. IV.Mustafa'nın annesi Bulgar Sonya (Sineperver Sultan), Bu konuda da o kadar çok örnek var ki.. Sadece birkaçını örnek vereyim de, I.Abdülmecit'in annesi Rus Yahudisi Suzi (Bezm-i Âlem Valide Sultan), *II.Osman'ın annesi Sırp Mari (Şehsüvar Sultan), * III.Mustafa'nın annesi Fransız Janet (Mihrişah Sultan), *III.Selim'in annesi Cenevizli Agnes (Mihrişah Sultan), * *II.Mahmut'un annesi Fransız Rivery (Nakşidil Sultan), * kızılbaş - sayfa 27 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 *Abdülaziz'in annesi Roman Besime (Pertevniyal Sultan), * II.Abdülhamit'in annesi Ermeni Virjin (Tirimüjgân Sultan), *Mehmet Reşat'ın annesi Arnavut Sofi (Gülcemal Sultan), * Mehmet Vahdettin'in annesi Çerkes Henriet (Gülistan Sultan).. Ve daha burada saymadığım birçok isim... Bir çok devşirme.. Mensubu oldukları toplumlara karşı düşmanca yetiştirilen ve daha sonra kullanılan birçok isim. Liste daha sayfalarca uzatılabilir. Listede değişik etnik kimliklerden isimler olması asla önemli değildir. Önemli olan şey, o kişinin yaşadığı dönemde farklı etnik ve inançsal kimliklere karşı egemenlerin emrinde hizmet edip etmediğidir. Salt bu tespitten ötürü çok net bir biçimde görülecektir ki, Kızılbaşları katleden Yavuz Sultan Selim'in, Kuyucu Murat'ın, Ebu Suud'un, Topal Osman'ın, Sakallı Nurettin ve Abdullah Alpdoğan'ın veya Sabiha Gökçen'in AKP iktidarınca da, daha önceki tek tipçi zihniyetlerdeki iktidarlarca da başka bir ulustan devşirilmiş olmasının önemi yoktur. Bu zıhniyet için önemli olan, bu kişilerin farklı inanç ve etnik yapılara karşı düşmanca tavırlar içinde olması ve kendilerine hizmet etmesidir. Böyle olunca bu kişiler değerli, hatırı sayılır "ecdad" olarak anılmaya devam edilecekler, iktidarlar da zenginliklerine zenginlikler katarak yürütmeye devam edeceklerdir. *(*) **Devşirme sözcüğüyle asla herhangi bir etnik veya inançsal kimliği hor görmek, aşağılamak gibi bir düşüncem olamaz -yoktur.. Durumu açıklamak için zorunluluktan ötürü kullanılmıştır* 1 Kasım 2013 Aşık İbreti - Her Taraf Kıblemiz Ay Dilbere / gurmaanci Allahı bil diye öğüt verenler Yaradandan gayrı bir yârimiz yok İbadet, secdeden haber soranlar Her taraf kıblemiz duvarımız yok Li baxe min bu zivistan Ay dilbere dem gulistan Ay dilbere dem gulistan Çilmisi gul, bax u bostan Weran ez im malim xerab Aşk şarabın içtik dîldar elinden Canınız kurbandır cânân yolunda Hak ile birleşip, birlik halinde Ondan ayrı gayrı bir kârımız yok Ay dilbere qe menale Feqiye teyran edi kale Nexweşeki pir be hale Tâ evvelden beri yârin kuluyuz Öl dediği yerde hemen ölüyüz Sevgi bahçesinin biz bülbülüyüz Dost yüzünden başka gülzârımız yok Ademde mevcuttur kuvvetle kudret Hakka ibadettir insana hizmet Tâ elestten beri böyledir adet Sevgiliden başka dîldarımız yok İBRETİ, olmuşuz sırrın mahremi Aşk şarabın içtik, defettik gamı Yaramız yâr sardı, bulduk merhemi Gayrılarla asla pazarımız yok Tu him gul î, him rihan î Tu him derd î, him dermanî Tu him derd î, him dermanî Him hekim î him loqman î Weran ez im malim xerab Ay dilbere, de tu zani Kulik vebun, çiya u bani Xalek ji xala gerdene Bilbil pirs kir, feqi kani Weran ez im malim xerab Subhan ji nave ji te re tene Xalek ji xala gerdene Xalek ji xala gerdene Te ez din kırım berdam dine Weran ezim malim xerab FEQIYE TEYRAN kızılbaş - sayfa 28 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 imha edilen kaçıncı arşiv? AYŞE HÜR Geçtiğimiz haftalarda 12 Eylül 1980' deki askeri darbeden 2004'teki sivilleşmeye gelinceye kadar, geride çok sayıda "Psikolojik Harp Planı" ve "Türkiye'nin ulusal güvenliği açısından tehlikeli görünen kişi ve kuruluş hakkında" bilgi dosyasının kaldığını, ancak (yeni ve sivil) MGK Genel Sekreterliği'nin AB'ye uyum çalışmaları çerçevesinde başka kurumlara ait belgeleri iade ederken, MGK üretimi plan ve fişleri imha ettiğini öğrendik. İçinde benim de bulunduğum bir grup kişinin "hayırlı" bulduğu bu eylemi TÜSTAV'ın Genel Başkanı Erden Akbulut şiddetle protesto etti ve bunun mutlaka soruşturulması gerektiğini, henüz yok edilmeyen belgelerin koruma altına alınması, imha edilenlerin ise mümkünse onarılması gerektiğini söyledi. İnternet ortamında Akbulut'a destek veren Galip Dursen ise fişlerin Avrupa'daki "Gladio"nun dağıtılmasından sonra yapıldığı gibi, ilgilisinin bilgisine açılmasını ve ilgilisinin izni altında yayınlanabilmesini önerdi. Gerçek bir tarih bilinci ile yapılmış bu itirazların arkası gelmedi, çünkü biz bu tür imhalara karşı şerbetliydik. "Şahbaba" kitabının yazarı Murat Bardakçı "milyonlarca belgenin olduğu Başbakanlık Osmanlı Arşivleri'nde bugün Sultan Vahideddin'le ilgili işe yarar tek bir siyasi belge bulunmuyor" dediğinde tepki göstermemiştik mesela. Aynı şekilde I. Dünya Savaşı yıllarında, Rus işgali sırasında el konulmasın diye Samsun'a gönderilen ve işgal sonrası Trabzon'a iade edilen 500 yıllık Trabzon Vilayet Arşivi'nin 1982'de yanlışlıkla denize dökülmesine de ses çıkarmamıştık. İstanbul Defterdarlığı Maliye Arşivi'ne ait yaklaşık 50 ton Osmanlı belgesinin 1931 yılında "okkası üç kuruş on paraya" Bulgaristan'a satılmasından haberimiz olmadığı doğruydu ama, Sirkeci tren istasyonu- na götüren kamyonlardan evrakların Sultanahmet Parkı civarında ortalığa saçıldığını ve çöpcüler tarafından toplanarak Kumkapı'da denize döküldüğünü okuduğumuzda da şaşırmamıştık. Nitekim halen Bulgaristan'da Cyril ve Methodius Kütüphanesi'nin Şarkiyat bölümünde bulunan belgelerin mikrofilmleri ve fotokopileri Bulgaristan hükümeti tarafından 1993 yılında iade edildiğinde de konu tartışılmadı. 2000 yılında, aralarında Sultan II. Beyazıt tarafından kurulan Haremeyn Vakfı da olmak üzere çeşitli vakıflara ait Osmanlı evraklarının, SEKA çöplüğünden vatandaşlarca toplandığı gazetelere yansımıştı. Evkaf-ı Hümayun Nezareti'ne ait evrakların muhafazasının İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü'nün sorumluluğunda olduğu açıklandı ancak evrakların kimler tarafından SEKA'ya gönderildiğini öğrenemedik, daha doğrusu öğrenmek için çaba göstermedik. Kayıtsızlık Bu olaylardaki kayıtsızlığımızı "Cumhuriyet kuşaklarının Osmanlı geçmişine karşı ideolojik kökenli ilgisizliği" diye açıklayanlar olabilir ama buna katılmak mümkün değil. Çünkü Cumhuriyet kuşakları sadece atalarınınkine değil kendi tarihlerine karşı da kayıtsız. Bildiğimiz kadarıyla 1 Mart 1923'te Osmanlı arşivlerinin korunması yolunda ilk adımı atan Cumhuriyet hükümetleri, "Muhafazasına Lüzum Kalmayan Evrak ve Vesaitin İmhasına Dair" nizamnamelerin ilkini 1934'de çıkarmıştı. Devlet dairelerinin 10 yaşını aşmış belgeleri imha etmesi öngören bu nizamnamede evrakların imha şekli açıklanmadığından taşra ile merkez teşkilatları arasında bitmez tükenmez yazışmalar yapıldıktan sonra, gizliliği olan ama güncelliğini yitiren belgelerin kıyılarak kağıt tüccarlarına satılmasına karar verilmişti, çünkü o yıllarda henüz SEKA kurulmamıştı! Uygulamadaki başıbozukluk yüzünden 1939'da rafa kaldırılan nizamnamenin yerine 1956'da çıkarılan yeni İmha Kanunu ve 1957'deki uygulama yönetmeliği ise o kadar karmaşıktı ki, uygulama neredeyse imkansız hale gelmişti. Sonuçta Maliye Bakanlığı ödenek ayıramadığı gerekçesiyle 1959'da bu yasanın uygulanmasına son verdi. Bu yıllarda kaç komisyonun ne kadar belgenin imhasına karar verdiğini bilemiyoruz. Çünkü imhaya ilişkin kayıtlar da ortada yok. Nitekim geçtiğimiz yıl, Tarih Vakfı adına bir araştırma için gittiğimiz ve Türkiye'deki en iyi arşivlerden birine sahip olduğunu sevinerek gördümüz Darphane Müdürlüğü'nde (eski Darphane-i Amire) 1934 öncesine ait bir belge bulamadığımız gibi bunların akibetini de öğrenememiştik. 1959'dan 1980'lere kadarki dönemde 17 kurumun TBMM'den aldığı özel izinle kendi belgelerini imha ettiği ileri sürülüyor. Binlerce kitap ve belgelik arşivi ile Cumhuriyet kuşağının gururu olan Orhan Koloğlu da, Basın Yayın Genel Müdürü iken (1974, 1978-79) Milli Mücadele'den itibaren bütün demeçlerin, resmi açıklamaların kaynağı olan kurumunun arşivini araştırmaya kalktığında "bina değişimi sırasında" bütün belgelerin SEKA'ya gönderilmiş olduğunu öğrendiğini açıklamıştı. Ama arşivlerdeki asıl büyük temizlik 1980 darbesinden sonra yapıldı. Televizyonlarda "siz imha edeceğiniz kağıtları söyleyin biz kamyon gönderelim" mealindeki reklamları hatırlayanlar için bu bilgi hiç de şaşırtıcı değil. Gerek devletin kağıt ihtiyacını karşılamak, gerekse ait olduğu kurum binalarında yeni boş alanlar açmak ve gelir temin etmek amacıyla yapıldığı ileri sürülen bu imhanın ideolojik yanı ise su götürmez. Nitekim Hüsamettin Cindoruk'tan öğrendiğimize göre, bu dönemde 1950'lere kadarki döneme damgasını vuran tek parti CHP'nin bütün arşivi, Demokrat Parti ve Adalet Partisi arşivlerinin önemli bir kısmı, Senato'ya ait zabıtların tamamı ve İstiklal Mahkemesi zabıtlarının bir bölümü de SEKA'ya gönderilerek imha edilmişti. Arşivler hurdacıya kızılbaş - sayfa 29 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 2002'de Zaman gazetesinde yayınlanan bir habere göre, Tünel İşletmesi ile ilgili bir çalışma yapan Prof. Dr. Vahdettin Engin Osmanlıca ve Fransızca pek çok değerli belgenin İETT arşiviyle beraber 1982 yılında SEKA'ya gönderildiğini üzülerek öğrenmişti. Prof. Engin Cumhuriyet tarihi ile ilgili master ve doktora öğrencilerine konu bulmakta zorlandıklarını, çünkü ciddi kaynak sorunu yaşadıklarını da söylemiş. 1998 yılında Dışişleri Bakanlığı'na ait kıymetli evrakların bulunduğu bir çelik kasanın ihale ile Milli Emlak tarafından hurdacılara satıldığını ise hurdacıdan kasayı satın alan market sahibi içindeki evrakların gizli damgalı olduğunu görüp de Genelkurmay Başkanlığı'na haber verdiğinde öğrenmiştik. İlber Ortaylı 2001'de Milliyet'te yayınlanan yazısında Dışişleri Bakanlığı arşivlerinin perişan durumunun "Ermeniler tarafından istismar edildiğini" yazmıştı. Bunlardan sonra, 2004 Haziran ayında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'ndeki lisans bitirme tezlerinin "çok yer işgal ettikleri" gerekçesiyle SEKA'ya gönderilmesinin ne kadar "önemsiz" olduğunu kabul etmek gerekir. Yazımızı bir bireysel arşivcilik hikâyesi ile bitirelim. 1920 yılında TBMM'de Evrak ve Tahrirat Müdürü olarak çalışan Necmettin Sahir (Sılan), her şeyin kötü gittiği bir dönemde moral bozukluğu içindeki milletvekillerine bir soru yöneltmiş: "Kazanılacak olan İstiklal Savaşı'nın iyi sonuçlar vermesi neyle mümkün olacaktır?" Cumhuriyet tarihinin ilk anketi sayılan bu soruya 437 milletvekilinden 315'i tarafından verilen birbirinden ilginç cevaplar, Necmettin Bey'in vefatından sonra ailesi tarafından (binlerce belge ve fotoğrafla birlikte) Tarih Vakfı'na bağışlanmış. Yücel Demirel tarafından yeni harflere aktarılan, Prof. Mete Tunçay tarafından dili sadeleştirilen, Doç. Ahmet Demirel tarafından tasnifi ve analizi yapılan anket sonuçları, Meclis Başkanı Bülent Arınç'ın desteği ile TBMM tarafından yayınladı. Bu sevimli öykünün, belgelerle olan ilişkimizi yeniden düşünmemize yardımcı olmasını umalım. Kaynak: http://www.radikal.com.tr "Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekte hayır gelmeyeceğinden idamına..." Bu rejim, faşist-ulusalcılar tarafından kuruldu.temeli bozuk birkere, tümden yıkılması gerek!. TÜRKÇE BİLMEYEN KÜRT’E İDAM KARARI! Ahmet Süreyya Örgeevren, 1926 da Şeyh Said olayından sonra Diyarbakır'da kurulan İstiklal Mahkemesinin Baş Savcısıydı. Bu mahkeme, bilindiği gibi verdiği seri idam kararlarıyla ünlüdür. Ahmet Süreyya Örgeevren, 1960'larda Dünya gazetesinde yayınlanan hatıratında, duruşmalar esnasında yaşanan ilginç ve trajik olaylara yer veriyor. "Bir gün mahkemeye karayağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hakimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hakimler danıştılar ve delikanlının idamına karar verdiler..." Mahkemenin idam gerekçesi dehşet vericidir: "Türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekte hayır gelmeyeceğinden idamına..." "Hemen o gece çocuğu götürüp astılar" diyor. Baş savcı, daha sonra bu olayın etkisinden kurtulamadığını anlatıyor: "Dağkapı'da Yalova adlı küçük bir otel vardı. Orada kalıyordum. Uyur uyumaz, o Türkçe bilmeyen çocuk rüyama girerek boğazıma sarıldı ve Türkçe, niye beni bıraktın beni idam ettirdin? diye tehdit etti. Sabaha kadar bu hal iki-üç kere tekrarladı. Deliye dönmüştüm..." Sabahleyin, mahkemeye gittim ve hakim arkadaşlara dedim ki, 'Birader, Türkçe bilmeyenleri asarsak tüm-Diyarbakırlıları, hatta tüm doğuluları asmamız lazım. Biz buraya suçluları cezalandırmaya geldik.' Rüyada başıma gelenleri onlara anlattım. Mazhar Müfit ve Öteki hakimler, 'sen karışma, bu bizim işimizdir' dediler. Bende savcılığımı ileri sürdüm, aramızda münakaşa ağız kavgasına kadar ilerledi. Ben ve onlar şifre ile durumu Ankara'ya bildirdik. Bir hafta sonra şu telgrafı aldım: "Ahmet Süreyya Bey, Diyarbakır İstiklal Mahkemesi Baş Savcısı: "Gayemiz, Kürtlerin ve Kürtçülüğün kafasının ebediyyen ezilmesidir. Hakim arkadaşlarınla anlaş. Gözlerinden öperim.” Başvekil İsmet İnönü kızılbaş - sayfa 30 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ağvan (Gökçe)’ın dutları ikinci plana atıldı (1) rollerde görüyorum. En iyi dutu seçecek olan sözüm ona ‘gurme’lerin çevresinde dolanıp duruyor. Ben dereceye gireceğim, ikinci olacağım, bu benim dutum ha, diyerek kuru dut dolu bir kutuya pat pat vuruyor. Sözüm ona seçiciler kurulu, dereceye girebileceğine kanat getirdikleri birkaç kutuyu alarak tören alanından okulun zemin katındaki bir dersliğe gidiyor. Karar vermek kolay değil, orta yerde. Sultan KILIÇ Malatya’dan yola koyuluyoruz Ağvan’ a doğru. Doğanyol ilçesine bağlı bu beldenin yeni adı Gökçe; ama halkın kullandığı adı Ağvan. Gökçe, tabelada ve resmi yazışmalarda kullanılıyor. Devlet; geçmişi unuttururum taktiğiyle Mamaş’ı Koldere’ye dönüştürmüş, Zeruşağı’nı da Gümüşsu’ya… Doğanyollu ve İstanbul bağımsız milletvekili olduğu söylenen biri sahneye çıkıyor. İnsanın tüylerini ürperten, bayatlamış nutuklardan birini atıyor. Vatanı böldürmeyeceğinden, bayrağı indirmeyeceğinden, ezanı susturmayacağından dem vuruyor. Sanki böyle bir niyeti olanlar varmış gibi. Malatya’ya 87 kilometre uzaklıktaki bu beldeye, dağlara kıvrıla kıvrıla çıkıyor araç. Ağvan’ın girişinde, sağda köy mezarlığı, mezarlığın yanında da belediye binası bulunuyor. Beldenin çarşısı başlıyor sonra. Birkaç kahvehane, birkaç internet salonu, kocaman bir cami, kasap, berber, market, onarım atölyeleri derken Gökçe İlkokulu’nun karşısında bir yemek fabrikasıyla karşılaşıyoruz. Taşımalı sistemle okullara toplanan öğrencilere sıcak yemek verilsin diye kurulmuş, çevre köylerdeki pek çok okula buradan yemek gidiyormuş. Hani, içi boş sunumdan sonra göğüslerinden çıkardıkları bayrakla alkış alma kurnazlığındakiler vardır ya, aynen öyle. Milletvekili, hızını alamayıp konuşmasını “Ne mutlu Türk’üm” diye alkış bekleyerek noktalıyor Kürt Ağvanlılara. Derslikleri, hayırseverlerce donatılmış, yemek salonu, anaokulu ve öğretmen lojmanı bulunan ilkokulun bahçesine sandalyeler dizilmiş, karşıya sahne kurulmuş. Protokolle halk, sahnenin karşısında otururken Ağvanlı (Gökçe) kadınlarsa sahnenin yanında, anaokulunun önündeki sandalyelerde oturuyorlar. Ağvan Dut Festivali yapılıyor, bu ilk; Doğanyol’da da Nar Festivali düzenlenmişti; ama devamı gelmedi. Bakalım Ağvanlılar dutlarını tanıtıp pazarlama olanağı bulabilecekler mi? Festivallerin görünen yüzü eğlence olsa da asıl amacı bir yerin ya da ürünün tanıtımıyla ekonomik kazanç elde etmektir. Sonradan öğreniyorum Ağvan belediye başkanı, MHP’den seçilmiş, iktidar olanaklarından yararlanmak için AKP’ye geçmiş. Bunu söyleyen Ağvanlı, AKP’ye geçmeseydi köyümüze 2,5 kilometre mesafeden borular döşenerek sulama göleti yapılır mıydı, diyerek iktidar olanaklarından yararlanmak için parti değiştirmelerinin haklılığını savunuyor. Köyün kanalizasyon sistemi de yapılmış; ama kanal, köyün dışında öylece bırakılmış, bilgisini alıyorum. Bir bakıyorum, herkesin yarı akıllı diye sıfatlandırdığı Fattey, bir bez bulmuş. Okulun zemin katındaki tuvaletin önüne sermiş, vakitsiz bir namaza durmuş. Jürinin bulunduğu dersliğin tam karşısında. Ben kendisinin ne yaptığından anlamam diye sanırım, namaz kıldım diye açıklamada bulunuyor bana. Köylülerden öğreniyorum ki aslında Fattey, namaz kılmayı da bilmiyormuş. Ama dereceye girmek için namazı kullanmayı biliyor, diyor gördüğüm manzarayı aktardığım bir Ağvanlı. Ağvan’ın ünlü dutu, ikinci plana itiliyor Ciddiyetten uzak, sözüm ona gurmelerden oluşan sözde seçiciler kurulu, kuru dutları tadıyor. Bu tür yarışmalar, hep şaibelidir ve gerçeklik payı da çoktur. En iyi dut yetiştiricisi yarışmasının birincisi Abdullah Akın, ikincisi Fatih Çakır, üçüncüsü de Dilan Karaman olarak ilan ediliyor. Protokolden kişilerce yarışmada dereceye giren dut üreticileri altınla ödüllendiriliyor. İktidarlarla aralarını hep iyi tutmuşlar; şimdi yıkılmış, peye dönmüş evlerin aralarındaki sokakları bile yıllar öncesinden parke taşlarıyla kaplanmış. Ağvan’ın ünlü dutundan hepi topu bu kadar söz ediliyor. Türkü festivali ve siyasilerin nutukları için düzenlenmiş bir etkinlikten ibaret; Ağvan dutu gölgede kalıyor. Kim demiş Fattey, namaz kılamaz diye? İki yıl önceki Doğanyol Nar Festivali’n-de değişik, girişken tavırlarıyla dikkatimi çeken, ‘köyün yarı akıllısı’ olarak bilinen Fattey’i burada da baş Gençler, davul eşliğinde coşkuyla halay çekiyor. Gençler derken, kadınlı erkekli halay göremiyoruz Ağvan’da, sadece erkekler halay çekiyor meydanda. Kadınların oturduğu yan tarafta birkaç kız çocuk, güya halay çekiyor. kızılbaş - sayfa 31 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Oturma düzeni gibi halay düzeni de haremlik selamlık burada. Alevilerde, Ermenilerde, Süryanilerde, buradaki haremlik selamlık düzenini göremezsiniz. Kemal Gümüş - Mardin ÇETEDEN SÜRYANİLERE MANASTIRA CAMİ YAPARIZ TEHDİDİ Tören alanını terk edip köyün içine yönelmek en iyisi. Köydeki taş çamur karışımı neredeyse tüm evler yıkılmış, pey dolu her yan. Savaş filmi platosu gibi. Birkaç ev var ayakta kalmış olan, onlardan da ses gelmiyor; şenlik alanına gitmişler diye düşünüyorum. Tören alanına yetişmeye çalışan birinden Doğanyol, Pütürge ve civarında meydana gelen büyük depremde evlerinin yıkıldığını, devletin kendilerine uzun vadede geri ödemeli faizsiz kredi verdiğini, köylülerin de bahçelerine, yaylalarına ev yaptıklarını öğreniyorum. Böylece toplu yaşam ortadan kalkmış, Karadeniz’deki evlerin birbirinden uzak oluşu gibi bir durum çıkmış ortaya. Köy mezarlığında Sunal soyadlı üç kişinin mezarına rastlamıştım. Eskiden Ermenilerin olan Ağvan’da Ermeni mezarlığını aradığımda, gâvur mezarlığını sürüp tarla ettik diyorlar. Ağvan’dan Doğanyol’a giderken Sunallar tabelasından sonra, içerisinde Ermeni mezarlarına ait birkaç taş bulunan bir gâvur mezarlığı var, diyor on on iki yaşlarında bir çocuk. (Devam edecek) [email protected] Midyat’taki Süryanilerin evlerinin ve tarlalarının çete tarafından gasp edilmesi olayının ayrıntıları ortaya çıktı. Çetenin 1500 yıllık manastırın tapusunu ele geçirip “cami yaparız” şantajıyla fahiş fiyata satmaya çalıştığı öğrenildi. 1960 yılına kadar 1600 Süryani ailenin yaşadığı Midyat’ta şimdi 115 aile kaldı. Tefecilerin baskı ve tehditlerinin son yıllarda artması üzerine 15 Süryani aile Midyat’ı terk ederek yurt dışına göç etti. Star, Mardin’in Midyat ilçesinde Süryani vatandaşların mallarına al koyan mafyanın izini sürdü. Süryanilerin elinden aldıkları bazı tapuları nakde çevirmek için ilginç yollara başvuran tapu mafyası şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlere başvurmuş. 1500 yıllık tarihi Mor Hobil Mor Abrohom Manastırı’nın mezarlığı ile yanındaki bağın tapusunu 2011 yılında alan mafya, Süryani Kültür Derneği’ne giderek istedikleri parayı vermezlerse manastır bahçesine cami yapacaklarını söylemiş. Süryani Derneğinden, “Camiden rahatsız olmayız gelin yapın suyunu da biz veririz inşaatında işçi veririz” yanıtını alan mafya oyunu bozulunca bu seferde anlaşma yoluna giderek aldıkları yüklü miktarda parayla tapuyu geri vermiş. Konak sahibini tanımıyorlar Midyat’ta konakları ve bağlarıyla meşhur olan ve geçtiğimiz yıl vefat eden Süryani lider Ado’ya ait 8 daire ve iki dükkandan oluşan konak çete elemanları tarafından ilginç bir şekilde paylaşılmış. Konağın dairelerin ikisi Nusaybinli bir şahsın adına, kalan 6 daire ise tefecilerin adına kayıtlı. Fakat konak sakinleri bu adamları hiç tanımadıklarını söylüyorlar. Tapu Mafyası tarafından mallarına el konulan Süryanilerden haklarını arayanların tamamı evlerini 24 saat güvenlik kamerasıyla koruyor. Konuyla ilgili savcılığa ifade veren bir vatandaş “Beş yıl önce seyyar satıcı olan ve yaşı 30 olan bir insan nasıl oluyorda 32 trilyonluk bir servet edinebiliyor. O kadar pervasız ve rahat soygun yaptılar ki bir günde bir Süryani vatandaşın 24 tapusunu devredebiliyorlar “ dedi Tehdit edildim dayak yedim Kafes Eylem Planında Hrant Dink’ten sonra öldürülecekler listesinde yer alan Süryani Kültür Derneği Başkanı Yuhanna Aktaş Süryanilerin yıllardır baskı ve tehditlerine maruz kaldığını, Bakanlığın olaya el atmasıyla halkın rahat nefes aldığını söyledi. Aktaş, “Mafya bize baskı yapıyor. Bende dayak yedim. Bir kaç kırıkla kurtuldum” dedi. Kaynak: Star Gazete, Kemal Gümüş - Mardin kızılbaş - sayfa 32 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 3. Bölüm Aso Zagrosi'nin Ermeni hareketine yüklediği insafsız misyon: “Kürdistan'ı Kürtsüzleştirmek!” Bu eleştiri dizisinin son bölümünü Aso Zagrosi'nin görüşlerine ayırdım. Onun yazdıkları öncekilerden pek farklı değil, yalnız Ermeni ulusal hareketinin amaçları konusunda çok daha sivri suçlamalar içeriyor. Ona göre Ermeni partilerinin milliyetçiliği İttihat ve Terakki'den farksızdır. Hedef ve amaçları konusunda döne döne tekrarladığı şey “Kürdistan'ı Kürtsüzleştirmek” ve o zeminde “Büyük Ermenistan'ı kurmak” oluyor. Bu haksız yargısını kanıtlamak için, çeşitli dönemler Ermeni halkının güvenliğini tehdit eden Kürt gruplarına karşı takınılan tavırları genel olarak Kürt halkına düşmanlık ve beraber yaşamaya radikal karşıtlık şeklinde yansıtmaktadır. Ayşe Hür'le yürüttüğü polemikte Zagrosi, onun Ermenilere karşı Osmanlı devletiyle aktif işbirliği yapan Kürt kesimleri için söylediklerini şöyle karşılıyor: “Düne kadar Kürd yoktu. Bugün Kürdler var ve 'bütün stratejileri Ermenileri kovmaktı'. Dolayısıyla 'Kürdler Ermeni Soykırımının stratejik' aktörleridir mantığını empoze ediyor. Ayşe Hür'ün yaptığı Türk devletinin jenosid suçuna Kürdleri ortak etmektir. Ayşe Hür bir kısım Kürd'ün İttihat ve Terakki politikalarına alet olduğunu söylese insan üzerine düşünür ve belki hak verir. Sanki Kürdlerin bağımsız bir siyasi iradesi ve ondan kaynaklanan bir stratejisi varmış gibi bir tablo çiziyor.” [1] Bu paragrafta Zagrosi'nin tepki gösterdiği şeyleri akılda tutarak daha sonra Ermeni ulusal hareketi için kendi söyledikleriyle mukayese etmek gerekir. Bir kısım Kürd'ün İttihat ve Terakki politikalarına alet olduğunu çekingen şekilde kabul etmekle beraber Zagrosi, o dönem Kürtlerin “bağımsız bir siyasi iradesi ve ondan kaynaklanan bir stratejisi” olmadığına vurgu yapıyor. Bununla yanıt verdiği şey, Ayşe Hür'ün bir yazısında “1890’lardan beri bütün stratejilerini Ermenileri Anadolu’dan atmak üzerine kurmuş Kürtler”den bahsetmesidir. Burada itham edilen “Kürtler”in o dönem Hamidiye Alayları'nda örgütlenen aşiretler olduğu tahmin edilebilir. Ancak onla- Hovsep Hayreni rın Abdülhamit politikalarına alet olarak kıyıcı rol oynamaları, bölgedeki Ermenileri bitirmeye veya azami ölçüde söküp atmaya yönelik öz bir stratejiye sahip oldukları anlamına gelmez. Ayşe Hür'ün yaptığı tanım bu bakımdan subjektif bir tasavvur olarak eleştirilebilir. Buna karşılık, gerek Abdülhamit, gerekse İttihatçılar tarafından işbirliğine çekilen Kürt kesimlerinin, Ermenilere karşı Türk egemen siyasetini kabaca algılayabildikleri kadarıyla kendi çıkarlarına uygun görerek destekledikleri bir gerçektir. Bazıları salt dinsel fetvaların güdümü ve hükümet emirlerinin zorlamasıyla daha da körlemesine hareket etmiş olabilir. Fakat hepsini öyle düşünüp bütünüyle iradesiz bir katılımdan sözetmek mümkün değil. Ermeni reformları gündeme geldiğinden beri ona karşı çıkartılan Kürt kesimlerinin önde gelen motivasyon noktaları, Ermenilerin herhangi bir ölçüde yerel yönetimlere katılmalarına meydan vermeme, müstakbel Kürdistan olarak düşündükleri alanda kısmen olsun Ermenistan kurulması ihtimalini önleme ve bu “tehlike”yi bertaraf ederken onların zenginliklerini ele geçirme arzusu olmuştur. Kürtlerin kırımlara en çok da yağma ve talan dürtüsüyle iştirak ettiklerini gösteren ciddi tanıklıklar var. Ama Zagrosi, çıkar uyuşmasına dayalı iradi ortaklık ihtimalini Kürtler için bütünüyle dışlıyor. Bağımsız siyasi iradeleri ve ondan kaynaklanan bir stratejileri olamayacağını vurgularken, bağımlı tarzda olsun bir siyaset ve devletin stratejisiyle eşgüdümlü hareket durumunu sözkonusu etmek istemiyor. Buna karşılık Ermeni tarafına gelince, onların da devletsiz bir halk olmalarına rağmen, nedir ki Kürtlere göre daha erken aydınlanmaya başlamış ve parti türü örgütlülüğe sahipler diye, büyük büyük stratejileri onlara kolayca yakıştırıyor. “Ermenilerin saflarında ulusal bilincin gelişmesiyle birlikte Ermeniler bizim bugün Kuzey Kürdistan dediğimiz topraklarda 'Büyük Ermenistan Devletini' kurmak istiyorlardı. Tüm stratejileri bu amaca endeksliydi. Rusya ve o dönemin büyük batılı güçleri Ermenilere bu amaçlarını gerçekleştirmeleri için büyük sözler vermişlerdi.” diyor. Biraz yukarda ateş püskürdüğü Ayşe Hür'ün Kürtlere ilişkin söylemini, kendisi burada çok benzer ifadelerle Ermeniler için kullanmaktan sakınmıyor ve daha sonra Ermeni reform projesine değinirken bile esas amacın “Kürdistan'ı Kürtsüzleştirmek” olduğunu ileri sürüyor. Bugün artık bütünüyle Kuzey Kürdistan' a dönüşmüş toprakların soykırım öncesi aynı zamanda (hiç değilse kısmen) Batı Ermenistan olduğunu bu arkadaşlar bir türlü kabul edemiyor. Binlerce yıllık tarihsel geçmişiyle o toprakların en belirgin hüviyetini, kültür ve uygarlık dokusunu inkar olayıdır bu. Ermeni partilerinin ne derece bağımsızlık hedefi güttükleri ayrı mesele, ama olduğu kadarıyla bunu Ermenistan olarak ifade etmek yerine her defasında “Büyük Ermenistan” vurguları yapmanın bir tek anlamı var. O da “hakkı olmayan genişlikte” bir proje peşinde koşulduğunu ima etmektir. Ermeni ve Kürt nüfusunun aşağı yukarı dengeli şekilde karışık yaşadığı bölgelerde bağımsız Kürdistan kurmaya dönük girişimler sözkonusu olduğunda (örneğin Şeyh Ubeydullah'ın hareketi için konuşurken) benzeri bir yaklaşım gösterilmemesi dikkat çekicidir. Oysa eğer hakkaniyetli bakılırsa, geçmiş dönem boyunca bir kesimin Ermenistan, diğer kesimin Kürdistan adına güttükleri amaçlar, birbirinin hakkını görmezden gelme anlamında benzer eleştiriye tabi tutulmalıdır. Biri ötekinden çok farklı değerlendirilemez. Zagrosi, bu konudaki çifte standartlı bakışını Ermenilerin hakkını inkar ederek savunmaya çalışmış, üstelik “o bölgelerin Ermenistan olmadığı” görüşünü yalnız Osmanlı'nın son dönemi için değil, ondan yaklaşık 800 yıl öncesi için bile geçerli sayabilmiştir. Ayşe Hür'le yürüttüğü polemiğin kızılbaş - sayfa 33 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 şu paragrafını okuyup değerlendirelim: “Sayın Ayşe Hür’ün Türk resmi tarih tezlerini tekrarlama mantığı Kürdistan ve Ermenistan toprakları konusunda da kendisini gösteriyor. Geçmişte Kemalistler Kürdlerin karşısına 'Ermeniler Kürdistan’da Ermenistanı kuracaklar ve sizi kovacaklar' diyorlardı. Bu konuda Kazım Karabekiri okumak dahi yeterlidir. Bugün gelinen yerde ise Ermeni Meselesini jenosid ile çözdüklerinden dolayı, Ermeni tehlikesi 'tarihi haksızlıkla' bertaraf edildiğinden dolayı bölgede yaşıyan Kürdlere, 'aslında bazı şehirler size ait değil, Ermenilerindi' tezini geliştirmeye çalışıyorlar. Ayşe Hür’ün Malazgirt savaşı üzerine yazdığı yazıdaki Ermenistan ve Kürdistan hikayesi bilinen tezin çerçevesinde ele alınması gerekmektedir.” Geçmişte Kemalistlerin (hatta Abdülhamit ve İttihatçıların da) Kürtleri o söylemle kazanmaya çalıştıkları doğrudur. Fakat onların sözkonusu bölgeleri kısmen Ermenistan değil de bütünüyle Kürdistan olarak tanımlamaları bizler için bir referans olabilir mi? Daha savaş öncesi Osmanlı yöneticileri Ermeni reform tasarısını geçersiz kılmak için sözkonusu vilayetleri Kürdistan olarak tanımlamaya yönelik tercihli bir siyaset izlemişlerdi. Fakat bu onların taktik söylem geliştirme dışında Kürdistan'ı tanımaya niyetli oldukları anlamına da gelmiyordu. Kemalist liderlerden veya resmi tarihten herhangi bir argümanı, kendi davasına ters gelince kategorik olarak reddedebilen (hatta Ayşe Hür'ü “resmi tarihi tekrarlıyor” diye eleştiren) Zagrosi'nin, konu Ermeniler olunca Kazım Karabekir gibi bir şahsiyeti hiç sorunsuz ve güvenilir bir otorite gibi referans vermesi ilginçtir. Karabekir öz olarak “Kürdistan'ı Ermenistan yapmak istiyorlar” demenin Kürtleri kazanmaya yettiğini, daha özel gayretlere gerek kalmadığını anlatmış ve bunun yanında “Kürt kardeşlerimizi çiğnetmeyeceğiz” diyerek “bütün Kürtleri şerbetlemiş” olmakla övünmüştür. [2] Şimdi bu söylem o bölgelerin (özellikle de Karabekir tarafından tekrar işgal edilen yerleri dikkate alırsak) Ermenistan hüviyetine sahip olmadıklarının kanıtı mıdır? Zagrosi'ye bakılırsa evet! Dahası o, 1071'de Alparslan'ın işgal ettiği yerlerin Ermenistan ve Kürdistan diye ikili anılmasını bile “hikaye” sayıyor. Bu yaklaşım, bugünkü Kürdistan haritasını bütün genişliğiyle tarih boyunca geçerli göstermeye çalışan ve Ermenistan'ın varlığını geriye doğru da inkar eden milliyetçi anlayışın yalın bir dışa vurumudur. Ama yukardaki paragrafın daha ilginç tarafı, bugün gelinen noktada Kürtleri karşısına alan Türk şovenizminin “aslında bazı şehirler size ait değil, Ermenilerindi” tezini geliştirdiği iddiasıdır. Oysa gerçekte hiç bir resmi tarihçinin ya da o doğrultuda konuşan siyasetçinin öyle bir görüş ileri sürdüğü duyulmuş değil. Onlar Kürtlerin her türden statü talebini reddetmek için dahi olsa bazı yerlerin eski Ermeni hüviyetini öne çıkartmak istemezler; çünkü o taktirde “Misak-ı Milli” tezlerine halel getirmekten çekinir ve “Ermenilerin toprak taleplerine haklılık kazandırmak”tan korkarlar. Ermeni sorununun soykırım yoluyla halledilmiş olması onlara Zagrosi'nin ima ettiği türden bir rahatlık sağlamıyor. Bu durumda onun iması resmi tarihçileri değil de, tartışma muhatabı olan Ayşe Hür gibi alternatif görüş sahiplerini kastediyor olmalıdır. Ama öyle ise onları (yani tarihte Ermenistan'dan bahsedenleri) Kemalizmin yörüngesinde göstererek suçlaması ayrı bir tuhaflıktır. Zagrosi bu ve benzeri noktalarda Ayşe Hür'ü “resmi tarihin gizli savunucusu” yada “revize ihtiyacı duyulan konulardaki sözcüsü” gibi göstermekle açıkça ona haksızlık etmiştir. Aso Zagrosi değişik yazılarında tarihsel gelişmelerin farklı evrelerine karışık şekilde değinmiş. Bunları kronolojik bir düzen içinde ele alarak her evrenin toplumsal-siyasal arka planıyla birlikte değerlendirmeye çalışmak daha doğru olacak. Osmanlı devletinin Kürt beyliklerini hedeflediği dönem için onun da dikkat çektiği husus, başta cemaat öncüsü Patriklik olmak üzere Ermeni toplumunun genellikle Osmanlı tarafını tutmuş olmasıdır. Malesef öyle olmuştur, fakat bunu önceki sürecin gerçekliğinden bağımsız konu etme durumunda nedenlerini anlamak mümkün olmaz. O zaman yalnızca İstanbul'daki patriğin ve onu etkileyen amiralar sınıfının Sultan'a yaranmacı abartılı tutumu değil, fakat doğunun taşra bölgelerindeki Ermeni halkının beylik düzeni aleyhine daha makul ve hatta son derece doğal görülecek duygu ve tavırları da anormal karşılanır. Bu açıdan Zagrosi'nin önceki sürece dair söylediği birşey yok. Yalnızca “Tarihde 'Kürd Mirleri' dönemi dediğimiz yaklaşık olarak yüzyıllarca süren dönem sözkonusudur” diyor. Bu dönem aynı bölgelerde beraber yaşadıkları Hristiyan grupların toplumsal konumları ve karşılıklı ilişkileri nasıldı, yazıda buna ilişkin bir fikir verilmiyor. Öyle ki herşeyin çok normal olduğu, aralarında ciddi çelişkilerin bulunmadığı bir süreç sanılabilir. Önceki bölümlerde sözkonusu beylik (yada mirlik) düzeninin Ermeni halkını çokça mağdur ettiğine dikkat çekmiştim. Bunun da nedeni olarak ek- lemek gerekir ki, üçyüz yıl kadar süren Kürt otonomisi boyunca bu beyliklerin etki alanında Kürt-Ermeni ilişkileri bir tür yöneten-yönetilen ilişkisi olmuştur. Bunu yalnızca Ermeni kaynakları değil, sürece objektif bakan Kürt araştırmacılar da belirtiyor. Örneğin Recep Maraşlı, kitabının “Ermeni köylülüğü ve Kürt feodalitesi” bölümünde durumu şöyle karakterize eder: “Osmanlı-Kürt bağlaşıklığının doğru dan sonuçlarından biri de Ermeni toplumunun Kürt beyliklerinin otoritesi altında bırakılmasıdır. Osmanlı 'Millet sistemi' içinde olan Ermenilerin, kadim Ermenistan ve Kürdistan'daki nüfus çoğunluğu, Kürt beyliklerinin hakimiyetinde kaldı, haraç ve cizye gibi vergilerini de Kürt beylerine ödediler. (...) Osmanlı İmparatorluğu'nun yasaları ve siyasal sistemi uzun zaman Kürdistan beyliklerindeki Ermenilere ulaşmayacaktır. Dolayısıyla, Ermenilerle Osmanlılar arasındaki çelişmeden önce Ermenilerle Kürt feodalitesi arasında bir çelişme ortaya çıkmıştır. (...) Ne kadar 'iyi' olursa olsun, dört yüz yıllık bu ilişki yine de feodal serf-senyör (ağa-maraba) ilişkisidir. Üzerinde ikili bir iktidar süren Kadim Ermenistan toplumu, hukuken Osmanlı vatandaşıyken fiili olarak Kürt feodallerinin tebaası durumundadır.” [3] Bu durumu görmezden gelenler, sözkonusu yüzyıllar boyu Kürtlerle Ermeniler arasında kayda değer çatışmaların olmamasını, adeta eşit haklara sahip toplumlar arası barış ve huzur ortamı gibi yansıtıyorlar. Gerçekte bu barış, Osmanlı devletinin genelinde olduğu gibi, İslam unsurunun üstünlüğüne dayalı ve onun dışındaki grupların eşitsiz konumlarını kabullenmelerine bağlıydı. Herkes kendi "yerini" bildikçe fazla mesele çıkmıyordu! Merkezi planda bu durumun tercümesi “Osmanlı hoşgörüsü” olurken, bölgesel planda ise “Kürt beylerinin kendilerine tabi Hristiyanları hoş tutmaları” oluyordu. Eski Ermeni naxararlık (yönetici feodal beylik) evleri, Kürtlerin yardımcı olduğu Türk-İslam fetihleriyle bir bir ortadan kalkmış, yalnız Van, Şatax, Sasun, Zeytun, Xınus ve Kıği'nin dağlık yörelerinde silah gücüyle fiili özerkliğini koruyabilen küçük işxanlar (melikler) kalmıştı. Osmanlı döneminde artık büyük toprak sahibi Ermeni feodalleri yoktu. Her yörenin Ermeni köylülüğü bir Müslüman beyin hükmü altındaydı. Köyleri onlar arasında parsellenmişti. Başka aşiretlerin saldırılarından korunmayı sağladığı ölçüde bu bağımlılık “iyi” sayılıyor, fakat beylerin insaf derecesine göre tahammül edilebilirlik ölçüsü değişen feodal sömürü yanında kızılbaş - sayfa 34 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ulusal-dinsel baskı ve horlanma yaşanıyordu. Aynı yörelerin şehirli Ermenileri görece daha rahat koşullara sahip olsa bile, yine o beyliklere ağır vergiler ödüyor, kamusal alanda temsil edilemiyor ve ayrımcılık görüyordu. Köylülük kadar büyük olmayan şehirli Ermeni nüfusun küçük esnaf ve zanaatkâr sınıfı yanında zengin tüccar ve tefecileri de vardı. Bundan hareketle bazı yorumcular doğudaki Kürt-Ermeni çelişkisinin özünü feodalite-burjuvazi şeklinde açıklamayı tercih etmiştir. Bu da iki toplum arasındaki farklılık ve çelişkinin bir yönüdür. Tanzimat sonrası süreçte bu yönün gittikçe daha önem kazandığı da söylenebilir. Fakat öncesinde Kürt feodal beylerinin sahip olduğu yerel otorite gücü dikkate alınır ve Ermeni burjuvazisinin bölgede onunla rekabet edecek yönetsel bir pozisyona sahip olmadığı düşünülürse, o dönem iki toplum arası ilişkiyi karakterize eden çelişkinin bu değil; genel olarak bağımlı durumdaki Ermeni halkı ile ona hükmeden Kürt beylikleri arasındaki çelişki olduğu anlaşılır. 19. yüzyıla girerken büyük devletlerin kendi çıkarları gereği Osmanlı Merkezi yönetimini baskı altına alıp, başka değişimler yanında Hristiyan halkların korunması için reform dayatmaları, Osmanlı'nın da ekonomik çöküş ve dış borç ihtiyacı nedeniyle buna boyun eğmesi sonucu Tanzimat sürecine kapı aralanmış, bu ise merkezi otoriteyi güçlendirmek amacıyla İmparatorluk genelinde âyânların denetim dışı gücüne karşı yapıldığı gibi, doğuda Kürt beyliklerinin egemenliklerini sınırlandırmayı gündeme getirmişti. Bölgenin ezilen ve zarar gören toplumlarının bu yönelimden umutlanmaları, üzerlerindeki baskının hafifleyeceği kanaatiyle devletin müdahalelerini desteklemeleri doğal olan bir durumdur. Öte yandan, Kürt beyleri arasında Osmanlı seferlerine direnen ve bağımsızlık eğilimiyle ayaklananların olması da doğaldır. Ama bunlar esasta yitirilmek istenmeyen feodal imtiyazlar için yapılmış olup, o imtiyazlı durumun mağdurları olan Ermenilere ve diğer Hristiyan gruplara güven vermemiştir. Bedirhan Bey'in hareketi kendi otoritesini tanımayan onbinlerce Nasturiyi katletmekle bu güvensizliği daha da büyütmüştür. Bedirhan Bey'in aslında Osmanlı devletine silah çekmekten kaçındığına dikkat çeken araştırmacı Sait Çetinoğlu, onun daha sonraki sürgün yıllarında Halife'ye gösterdiği bağlılığı ve Hersek-Karadağ halklarının ayaklanmasına karşı devletin Rumeli ordusunda görev alma gibi çabalarını değerlendirerek, ulusal bağımsızlık ve özgürlük fikrine ne kadar uzak olduğunun altını çizer. [4] Dönemin Kürt direnmeleri, o zamana kadar devletin müttefiği değil de, geleneksel olarak ezdiği bir kesimden çıkış alsaydı, taşıyacağı özgürlükçü karakterle komşu halklar arasında destek bulma zemini farklı olurdu. Malesef öyle olmadığı için bazı istisnalar dışında destek görememiş ve izole olarak yenilmişlerdir. Sonuçta bu doğal karşıtlık durumu Kürtlerle Ermeniler (veya daha geniş olarak Hristiyanlar) arasında bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilirse de, yukardaki tarihsel-toplumsal gerçekliğin üstünden atlanarak suçlama konusu yapılabilecek birşey değildir. Zagrosi “Eğer Kürd Mirlerinden biri Osmanlı devletine karşı başarılı olsaydı Kürd devleti ortaya çıkardı. Bundan hareketle eğer Ermeniler Kürdlere destek verseydiler ne Ermeni Jenosidi ve ne de Kürd jenosidi olurdu sonucu çıkarılabilinirmi? Böyle bir soruya net bir cevap verme imkanım yok… Ama, Kürd- Ermeni ilişkilerinde bir kırılmaya neden olduğu açık...” diyerek dolaylı tarzda o durumun sorumluluğunu Ermenilere yüklemiş oluyor. Daha sonra gelişen Ermeni ulusal hareketine karşı Kürtlerin ağırlıklı tutumunu ise o kadar önemli görmüyor. Bu dönemin faturasını da Ermeni tarafına kesebilmek için Ermeni reform taleplerinin nasıl “Kürtlere karşı” olduğunu ve hatta onları “tasfiye” için geliştirildiğini kanıtlamaya çalışıyor. Böyle bir gayret içinde öne sürdüğü belgeler, o yıllarda Ermeni halkını eskisinden fazla mağdur etmeye başlayan zorba karakterli Kürt liderlerine yönelik tepkiyi ve onlardan kurtulma isteğini yansıtmaktadır esasen. Fakat Zagrosi bunları genel olarak Kürt halkının varlığına karşıtlık gibi gösteriyor. Verdiği en önemli örnek, dönemin Ermeni Patriği Nerses Varjabedyan'ın reform konusunda İngiliz diplomatlarına sunduğu söylenen bazı önerilerdir. Orada ele alınan Erzurum vilayeti için eşit sayıda Türk-Müslüman ve Ermenilerden oluşacak yönetim organları önerildiğine dikkat çeken Zagrosi, Kürtlere yer verilmek istenmediğini belirtiyor. Devamla sözkonusu belgeden Bilal Şimşir'in aktardığı şu bölüme yer veriyor: “Vilayette, güvenliği sağlayacak ölçüde güvenilir kişilerden bir jandarma teşkilatı kurulacak. Bu teşkilatın yarısı Müslüman Türk, diğer yarısı Ermeni olacak. Kürd ve Çerkez gibi barbarlar bu teşkilata alınmamalıdır... Halen(1879’da) polis ve jandarmada hizmet edenler de yeni teşkilatta bulunmamalıdır. Yetenekli jandarma subaylar yetiştirilinceye kadar bu teşkilatta çalışacak albay, yarbay ve binbaşıların Avrupalı olmaları, yüzba- şı ve daha aşağıdaki subayların yarısı Müslüman-Türk, yarısı Ermeni olmalıdır.” Ve “Kürdlerin patronluğu mutlaka kırılmalıdır”, “Birer zalim kral olan Kürdleri ve özellikle bey ve ağa denilen bu kimseleri hükümet buralardan sökmelidir... Uzak memleketlere sürülmeli ve bunların bir daha geri dönmelerine asla izin verilmemelidir” [5] Zagrosi'nin Bilal Şimşir'den aktardığı bu sözler oldukça dolaylı bir yansıtmadır. Belirttiğine göre Ermeni Patriği reform projesinin Erzurum vilayetine uygulanışı için somut önerilerini İstanbul'daki İngiliz işgüderi Malet'e sunmuş, o da bunu bir mektupla Lord Salisbury'ye iletmiş. İngiliz belgelerinden aktarılan sözkonusu önermeler Patrik Nerses tarafından ifade edildiği gibi midir acaba? Buna ilişkin Ermenice bir belge bulamadığım için karşılaştırma yapamıyor ve ihtiyatlı bakılması gerektiğini düşünüyorum. Ama yansıtılan görüşlerin aslına uygun olduğunu varsaysak bile, bunlar Zagrosi'nin aşağıdaki yorumuna haklılık kazandırmaz. Onun çıkarttığı sonuç şöyle: “Ermeni Reform Projesi Kürdistan’ı Kürdsüzleştirme projesidir. Kürd ileri gelenlerini hepsini devlet kurumlarından ve vatanlarından uzaklaştırma projesidir. Kürdler yok edildikten sonra 'Büyük Ermenistan'ın yolu açılabilirdi. Düşünün tüm tarihi boyunca Osmanlı devletinin giremediği Dersim’e Merkez Kaza olan Erzincan’a Ermeni mutasarrıfları, Erzincan sancağından Kemah, Kurucay, Kuzucan, Ovacık ve Mazgirt’te Ermeni kaymakamlar atanacak!!!!!! Dersim de bir dizi Kürdistan bölgesi gibi Osmanlı Kaymakamlarından nefret ediyordu. Bir de Ermeni kaymakamlar eksikti.” Zagrosi'nin bu yaklaşımı, son satırlarına yansıyan allerjik üsluptan da anlaşılacağı üzere, makul eleştiri sınırlarını zorlayan bir suçlayıcılık içeriyor. Patrik Nerses'e atfedilen önermeler ne kadar Kürt ileri gelenlerini dışlayıcı olsa da, buradan “Kürdistan'ı Kürdsüzleştirme” gibi bir amaç çıkarılamaz. Şüphesiz yukardaki önermelerin sorgulanmaya değer yönleri var. Yerel yönetimler, mahkemeler ve güvenlik birimlerinde Ermenilere yer verilmesini istemek son derece haklı bir talepti. Buna karşılık Müslüman kesim içinden Türklerin görev almalarını tercih edip Kürtlerin ve Çerkezlerin uzak tutulmalarını istemek doğru ve adil bir yaklaşım olmadığı gibi, bu halklar ile Ermeniler arasındaki gerginliği durduk yere artıracak bir şeydi. Tıpkı Berlin Anlaşması'nın Ermeni reformlarıyla ilgili maddesinde “Kürtlere ve Çerkezlere kızılbaş - sayfa 35 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 karşı Ermenilerin güvenliğini sağlama” cümlesinin kışkırtıcılığı gibi... Bunu daha önceki bölümlerde belirtmiştim. Osmanlı devletinin siyasi sorumluluğunu gözardı ettiren böyle bir formülasyonu özellikle tercih etmesi kendi hesabına akıllıca olurken, Ermeni tarafını temsil edenlerin bununla uyuşmaları tersine aptallık olmuştur. 1860'lardan itibaren doğu vilayetlerinde Ermeni halkına karşı yoğunlaşan fiili hak ihlalleri, toprak gaspları, soygun ve sair tecavüzler özellikle devletin yeniden kazanmak için göz yumduğu Kürt aşiretlerinden ve o dönem bölgeye yerleştirilmeye başlanmış Kaf kas muhacirlerinden geliyordu. Mağdur olan Ermenilerin İstanbul'daki Patrikliğe ulaştırdığı ve onun da takrirler düzenleyerek Bab-ı Alî'ye yansıttığı şikayetler bu grupların adını çıkartmıştı. Fakat saldırı yapan bunlardan ibaret olmadığı gibi çoğu durumda Türk yöneticilerin teşvik edici yada kayırıcı rolleri oluyordu. Bu adaletsiz ortamın asıl zemini İslam unsurunun üstünlüğüne dayalı Osmanlı sistemi olup, Tanzimat'ın sözde eşitlik ilanına rağmen Hristiyan halklar alışılmış ayrımcılık koşulları içinde savunmasız kalıyordu. Reform taleplerinde bu koşullara dikkat çekilmeli, ademi merkeziyetçi bir düzenleme içinde nüfusa orantılı temsil istenmeli, güvenlik ve adalet açısından tarafsız işleyecek mekanizmalar önerilmeli, fakat bazı somut durumlardan hareketle de olsa belli grupları dışlayıcı yaklaşım gösterilmemeliydi. Reformlar kabul görüp de uygulamaya geçilecek olduğunda önceki olaylarda sorumluluğu bulunan ve güvenilmeyen şahısların yeniden sorumluluk almalarına itiraz edilmesi mümkündü. Ayrıca suçlu olanların yargılanmaları da talep edilebilirdi. O tür örneklerden dolayı genel olarak Kürtler ve Çerkeslerin görev almalarına karşı çıkmak, dahası onların ağa ve bey takımının uzak yerlere sürülmelerini istemek, doğruysa eğer yakışıksız olmuştur. Yine de bundan bütün bir halkın bölgedeki varlığını hedefleme gibi bir kasıt çıkarılması mümkün değil. Çok çok “Ermenilerin Kürtler karşısında üstünlük sağlama arayışı”ndan söz edilebilir. O da yüzyıllar boyu altta kalmış ve devamlı zarar görmüş olma psikolojisi nedeniyle bir parça mazur görülebilir. Öte yandan, başlangıçta böyle bir önerme yapılmışsa bile, altı vilayet için oluşturulan reform projesi Türk-Kürt diye ayırmadan genel olarak Müslüman ve Hristiyan unsurlardan (önce eşit sayılarda, sonra tespit edilecek nüfus oranlarına göre) yönetim birimleri oluşturmayı benimsemiştir. Ermeni toplumunun o yıllar zarfında gö- rüş belirten ruhani-cismani temsilcileri ve siyasi partileri değişik yaklaşımlar göstermişlerdir. Kürtlere ilişkin dışlayıcılığı yanlış ve zararlı bulan, daha kapsayıcı ve birleştirici olmayı önerenler eksik olmamıştır. Mesela Xrimyan Hayrig'in çok olumlu çabaları vardır. İlk dönemin aydınlarından M. Mamuryan, H. Sıvacıyan, K. Çilingiryan ve daha başkaları Kürt halkının Osmanlı boyunduruğuna karşı birlikte mücadeleye çekilmesini vazgeçilmez önemde görmüşlerdir. Daha sonra Osmanlı bürokrasisi içinde yer alacak olan K. Noradunkyan bile ruhani liderlere yazdığı mektuplarında “devamlı Kürtler aleyhine şikayette bulunmak yerine, onlarla anlaşma imkanları yaratmaya çalışmayı” önerir. [6] Reform tartışmaları başladıktan sonra kurulan Ermeni partilerinin program ve söylemleri diğer halklarla ortak kurtuluş mücadelesinden yanadır. Kürtlerle diyalog ve dayanışma için bir takım somut girişimleri de olmuştur. [7] Bu çabaların yetersizliği eleştirilebilir, ama birleştirici hiç bir duyarlılık taşınmadığını söylemek yanlış olur. Erzurum vilayetine atfen ileri sürülen “Kürdistan'ı Kürtsüzleştirme” söylemi, o bölgenin görece daha belirgin olan Ermenistan hüviyetini inkar etme yönüyle de dikkat çekicidir. Önceki yüzyıllarda çok daha yoğun olan bölgenin Ermeni nüfusu, aleyhteki koşulların yolaçtığı tedrici dağılma ve azalmaya rağmen yine de hiç değilse Türk ve Kürt nüfusları ile dengeli bir ağırlığa sahip olmuştur. Zagrosi ısrarla, reforma konu olan bütün bölgeler için “Kürtlerin aritmetik çoğunluğu oluşturduğu”, “Ermenilerin her yerde azınlık olduğu” iddiasında bulunuyor. Bunun inandırıcı bir dayanağı yoktur. Resmi Osmanlı kaynakları, reform meselesi gündeme geldikten sonraki istatistiklerde Ermenilerin nüfusunu birkaç on yıl öncesine göre yarı yarıya az göstermeye başlamıştır. 1844'den 1867'ye kadar yapılan sayımlarda imparatorluk genelinde 2.400.000 olarak gösterilen Ermeni nüfusu, 1881'den 1893'e kadar yapılan sayımlarda 1.048.143'e düşmüş görünür. Böylesi bir anormallik (aradaki savaşta Kars ile Ardahan'ın Rusya'ya geçmesi gibi küçük bir faktörü ayrı tutarsak) Ermenilerin yerel yönetimlerde temsil isteğini reddetmek için sayım sonuçları üzerinde hileye başvurma durumuyla açıklanabilir ancak. Reform sürecinin hemen başında (1878) Ermeni Patrikhanesi'nin Osmanlı salnameleri ile kendi sayımlarını birleştirerek ortaya koyduğu rakamlar, imparatorluk genelinde 3 milyona yakın Ermeni nüfus bulunduğunu, bunun 1.350.000 kadarının ise beş doğu vilayetinde (Erzurum, Van, Bitlis, Harput, Diyarbekir) yaşadığını gösterir. [8] Erzurum vilayeti için o zaman yaklaşık 280 bin kaydedilen Ermeni nüfusu, daha sonra 1895-96 kırımları ve neden olduğu göçlerle azalarak 1914'de 202.391 tespit edilir. Resmi rakamlarla bu dönem vilayetin en fazla 640 bine ulaşan toplam nüfusuna göre Ermeniler reform sürecinin başında yarıya yakın, sonra daha azalmış haliyle bile üçte bir gibi bir oran teşkil eder. Toplamda çoğunluk oluşturan Müslüman nüfusun ne kadarı Türk, ne kadarı Kürt ve daha başka etnik gruplardandır, sağlıklı bir veri yok. Çünkü Müslümanlar o dönem etnik aidiyetlerine göre ayrı sayıma tabi tutulmuyor, “millet-i hakime” olarak blok halinde sayılıyordu. Ama bu vilayette Türklerin, eğer daha fazla olmamışsa, Kürtler kadar nüfusa sahip oldukları tahmin edilebilir. Çeşitli sancak ve kazalarda farklı grupların değişik ağırlıkları olmuştur. Sonuçta 1895-96 kırımlarından sonra bile Ermenilerin tek tek gruplar olarak Türkler ve Kürtlerden az olmadığını, üç büyük grubun aşağı yukarı dengeli bir varlığa sahip olduklarını güvenle söyleyebiliriz. Vilayet genelinde 425 yerleşim birimine dağılmış olan Ermenilerin 406 kilisesi ve 76 manastırı vardı. [9] İşte Zagrosi'nin küçümsediği böyle bir durumdur. Onun Ermeni mutasarrıf yakıştıramadığı Erzincan sancağında 1914 itibariyle 37.612 Ermeni yaşıyordu. Erzincan şehrindeki toplam 24.000 nüfusun 13.109'unu Ermeniler oluşturuyordu. [10] Dersim'e gelince, belki anılan kazalarda değil ama, halen önemli nüfusa sahip oldukları Çarsancak ve Çemişgezek'de Ermeni kaymakam olması hiç yadırganacak birşey olmazdı. “Osmanlı devletinin giremediği Dersim” vurgusuyla adeta Ermenilerin de girememesi gerektiğini ima eden yazar, tarihsel geçmişi ve o günkü gerçekliğiyle bölgenin yerlisi bir halktan bahsettiğini unutuyor. Osmanlı'ya benzer nefreti hak eden bir “düşman” gibi konu ediyor. Daha sonra Kürtlerin ikinci büyük yekinmesi olan Şeyh Ubeydullah hareketine değinirken, adeta onun yenilgi nedeni de Ermenilermiş gibi imalarda bulunan Zagrosi, görüşünü şöyle özetliyor: 1880 yılında Şeyh Ubeydullah Nehri önderliğinde Bağımsız ve Birleşik Kürdistan için girişilen devrime Ermeniler esas olarak karşı tavır aldılar, yalan ve yanlış bilgiler yaydılar.. Şeyh Ubeydullah’ın Ermenilere yaptığı dostça çağrılara rağmen, Ermeni ileri gelenleri 'Şeyh Ubeydullah hareketinin devletin bir oyunu olduğu', 'Kürdlerin Ermenilere karşı saldırıya geçme hazırlığı içinde olduğu' vb uydurma haberler yaydılar, Rusya ve Ba- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tılı devletleri harekete karşı tavır almaya çağırdılar. Acaba bugün Kürdlerin devletsiz olmasının sorumlusu Ermeniler mi? Geçiyorum. Ermeni örgütlerinin 'Ulusal Kurtuluş Hareketi' meselesine gelince amaçları bir anlamda yukarıda verdiğim 'Ermeni Reform Projesi'ni hayata geçirmekti.. Yani Kürdistan’ı Kürdsüzleştirme projesiydi. Bu da Kürdlerle çatışmaya götürdü. Kürd milliyetçiliğinin babalarından Haci Qadri Koyi 19.yy’ın sonlarına doğru Kürdistan’ı Ermenistanlaştırma girişimlerine dikkat çekiyor ve (...) açık bir şekilde Kürdlerin toprakları Ermenistanlaştırdıklarında bir tek Kürd kalmayacağını yazabiliyordu.” Yapılan değerlendirmenin mantığı görülsün diye bu paragrafı bölmeden aktardım. Zira her etapta konu getirilip bir paranoya gibi aynı “stratejik hedef”e bağlanıyor. Ermenilerin ulusal kurtuluş adına güttükleri amacın Kürtleri o bölgelerden temizlemek olduğu, bir anlamda İttihatçı ve Kemalistlerin daha sonraları Türk ulusal kurtuluşu adına yaptıkları şeyin bu dönem Ermeniler tarafından yapılmak istendiği ileri sürülüyor. Devlet gücüne sahip ezen ulusun milliyetçiliği ile devletsiz bir ezilen ulusun milliyetçiliği kabaca eşitleniyor. Kendisinin de bir ezilen ulus milliyetçisi olduğu saklanmayan, fakat bu defa kelimeye olumlu anlam yüklenerek “Kürd milliyetçiliğinin babalarından” şeklinde sahiplenilen Haci Qadri Koyi'nin Ermeni amaçlarına ilişkin gerçek üstü tasavvuru çok isabetli bir öngörü gibi savunulup kanıt gösteriliyor. Niyet meselesini bir yana bırakırsak, Ermeniler hangi güçleriyle öyle muazzam bir tasfiyeyi gözlerine kestireceklerdi acaba? Reform projesi Ermenilere o bölgelerde kısmen yönetsel güç kazandıracak ve hatta Kürtlere oranla üstünlük sağlayacak olsa bile, sonuçta bu Osmanlı devleti bünyesinde yapılacak bir düzenleme olup onun kanunları ve merkezi denetimi altında Hristiyan bir halkın Müslüman komşularını yok etmeye girişmesi beklenemezdi. Kürt aşiretlerin her tarafta silahlı olmaları nedeniyle de böyle bir şey mümkün değildi. Bunları yapılan tasavvurun acayipliğini göstermek açısından belirtiyorum. Yoksa yüklenen niyetin kendisi başlı başına subjektiftir. Şeyh Ubeydullah hareketi ve Ermenilerin tavrına gelince; bu konu yazarın yukarda yansıttığı gibi ak-kara bir şey değildir. Şeyh Ubeydullah'ın ismi etrafında bir Kürt birliği yada ligası gündeme geldiğinde, Ermeni ulusal öncüleri şu nedenlerle temkinli bakmış ve kaygı ifade etmişlerdir. Birincisi Şeyh Ubey- dullah 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Şeyh Celalettin'le birlikte Şeyhülislam'ın Cihad çağrısına uyarak Bayazid cephesine akın etmesiyle ünlenmiş biridir. Gidiş yolunda Ağbak'ın Ermeni köylerine Celalettin'in düzenlediği yıkıcı saldırıları, aynı şiddette olmasa bile daha sonra Şeyh Ubeydullah da tekrar ederek kötü bir imaj edinmiştir. [11] İkinci olarak, onun savaş sonrası kısa bir süre sürgün bulunduğu (yada belki sadece Hac için gittiği) Mekke'den dönüp Kürt birliği yaratmaya öncülük ettiği haberleri, tam da Berlin anlaşmasından sonra Ermeniler için reform konusunda Bab-ı Ali'nin somut adım atmaya zorlandığı bir sırada gündeme gelmiştir. Bu durum, başka belirtilerle birlikte Ermeni ulusal öncülerini tedirgin eder. Kürt ligasının Ermeni reformlarını sabote etmek üzere yaratıldığı kanısı hakim olur. Her şeyden önce Türk basınının Avrupa'ya mesaj verir şekilde reform sürecini Kürt hareketiyle tehdit eden propagandası bu kanıyı yaratmıştır. Türk hükümeti hesabına Fransızca yayın yapan “L'Osmanli” gazetesinde bir makale; “Kürdistan sakinleri Avrupa tarafından reformlar adı altında uyandırılan Ermeni sorunundan fazlasıyla şaşkına dönmüşlerdir. Kürtler kendi akibetlerinin Doğu Rumeli halkı gibi olacağını sezdikleri anda derhal kendi ligalarını oluşturur ve tek bir adam gibi ayağa dikilirler. Kürtlerin bir kısmı göçebe hayatı yaşıyor, evleri ve ikametleri kendi atlarının sırtıdır. Onları ayaklandırmak için ata binlerini emretmek yeterli olur” diye yazıyordu. Bundan başka “Hakikat” ve “Vakit” gazetelerinin Kürtler lehine Ermenileri kötüleyen yayınları dikkat çekiciydi. O zamana kadar Kürtler arası parçalanmışlığı derinleştirmeye çalışan Osmanlı yöneticilerinin birden bire onları birleştirme çabasına girmeleri salt gazete yayınlarıyla değil, fiili girişimlerle de belliydi. Sultan Hamit, “kâfir” Ermenilere karşı dinsel nefreti körüklemek üzere çok sayıda mollaları doğuya gönderiyor, anti-Ermeni icraatleriyle göz dolduran aşiret reislerine bol keseden askeri ünvan ve madalyalar dağıtıyor, bunlar vasıtasıyla bütün Kürt halkına “Ermenilerin krallık yaratıp Kürtleri kendilerine esir etmek istedikleri” propagandasını yapıyordu. Bir başka oyun ise İstanbul'da sahneye konmuştu. 1880 Haziran'ında 6 büyük devletin reformlar için verdiği ortak notaya Bab-ı Ali henüz cevap vermemişken, Şeyh Ubeydullah tarafından gönderildiği söylenen, fakat başkentte oluşturulduğu anlaşılan bir takım temsilciler Abidin Paşa'ya başvuruyor; “Kürtler ve Kürdistan için özerklik” istiyorlardı. Raffi yazıyor ki “Ubeydul- lah o zaman İran'da bulunuyordu ve başkentte kendi adına görüşmeler yapıldığından haberdar bile değildi”. Az sonra anlaşılır ki o işin örgütleyicisi bizatihi Abidin Paşa'nın kendisidir. O yine savaş sonrası Yunanistan ve Çernogoria'ya karşı yükümlülüklerden kısmen kurtulmak için Arnavut birliğini yaratmıştı. Şimdi de Ermeni reformlarını suya düşürmek için bir Kürt ligası oluşturmakla meşguldü. [12] Buraya bir parantez açarak, Ermeni öncülerinin o vesileyle olsun neden Kürtlerle kendi reform ve özerklik taleplerini birleştirmeye çalışmadıklarını da sorgulamakta yarar var. Bu henüz Ermeni partilerinin ortaya çıkmadığı, reformlarla ilgili görüşmeleri Ermeni Patrikliği ve çevresindeki temcilcilerin yürüttüğü, bununla beraber ileride devrimci partilerin oluşmasına düşünsel katkıda bulunan aydınların tartışmalar yürüttükleri bir evredir. Daha baştan gerek reformlarla ilgili formülasyonda, gerekse Osmanlı devleti ve basını tarafından yürütülen propagandalarda Kürtlere verilen duygu onların bu işten bütünüyle dışlandıkları, hatta yapılacak herşeyin kendileri aleyhine olduğu yönündedir. Ermeni öncülerinin bu durumu önemseyip Bab-ı Ali'den reformlar için somut adım bekledikleri o süreçte Kürtlerle ortak bir özerklik tasarısı önermeye çalışmaları gerekirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Kürtlerle Ermeniler arasında diyalog eksikliği ve Ermenistan-Kürdistan bileşkesi bir ortak vatan üzerinde beraber özgürleşme anlayışının zayıflığı bu konuda Ermeni öncülerini bilinçli adım atmaktan geri bırakmıştır. Yine onlar Kürt halkının o dönem içinde bulunduğu eğitimsizlik ve ilkel yaşam koşullarına bakarak siyasi gelişmeleri algılama kapasitelerini küçümsemişlerdir. Yaratılmaya çalışılan yapay Kürt ligası ile reformları sabote etme girişimini teşhir etmeye önem verirken, bunun gerçek bir zemine sahip olduğunu ve Kürt-Ermeni birliği için kendileri güçlü bir çıkış yapmadıkça Osmanlı'nın Kürtlerle İslam birliğini güçlendirerek kazançlı çıkacağını çok iyi idrak edememişlerdir. Böyle bir zaaf gösterilmekle beraber, Zagrosi'nin iddia ettiği gibi Ermeniler Şeyh Ubeydullah hareketine karşı “yalan yanlış bilgiler” yayarak tavır almış değil, henüz Kürtlerin ayaklanması başlamadan Şeyh'in adına Türklerin yapay girişimlerini eleştirmiş ve Kürtleri Ermenilere karşı saldırıya geçirmeye dönük sinyaller üzerine gerçek kaygılarını dile getirmişlerdir. Raffi “Kürt Birliği” başlıklı makalesinde bu girişimi daha önce İngiltere'nin Lord Beacons- kızılbaş - sayfa 37 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 field hükümeti ile İstanbul Büyükelçisi Layard'ın başlattığını, onun bıraktığı yerden ise Osmanlı'nın kendi amaçları için ele aldığını anlatır. 1877-78 Osmanlı Rus savaşında Ermenilerin Rus sempatisine karşılık Kürtlerin Osmanlı taraftarlığı ve savaşçı güce sahip olmaları İngilizlerin dikkatini çekmiş, Rusların Fırat boylarına kadar yayılma arzusuna karşı bir duvar oluşturma noktasında onları en etkili unsur olarak görüp sıkı bağlar geliştirmeye yönelmişlerdir. Bu amaçla doğu vilayetlerinde bir bir İngiliz konsoloslukları açar ve o bölgeleri Ermenistan yerine tercihli olarak Kürdistan diye tanımlamaya başlarlar. Konsoloslar Kürt şeyhleri ve aşiret liderleriyle görüşerek birleştirici çabalar yürütür. Fakat bunun öyle kolay bir iş olmadığını görürler. Beaconsfield hükümeti düşünce onun hayalindeki duvar da kendiliğinden yıkılır. Bu arada Rusların Ayastefanos anlaşmasını geçersiz kılan Berlin Anlaşması ile İngiltere ve diğer Avrupa devletleri Ermeni meselesinde hamiliğe soyunmuşlardır. Ermeni reformları için sıkıştırılan Osmanlı yönetimi ise gayrı-ihtiyari İngilizlerin bu başarısız Kürt birliği girişimini hatırlar. Raffi burada “Gayrı-ihtiyari diyoruz, çünkü o birlik Türk hükümetinin pek hoşlanacağı birşey değildi, yıllarca Kürt aşiretleri arasında anlaşmazlık tohumları ekerek onları daha fazla bölmeye çalışmış, güçlerini zayıflatmak ve öylece bağımlı, vergiye tabi kılmak istemişti. Fakat değişen koşullara uyum göstermek gerekiyor, siyaset bunu istiyordu. Şimdi Avrupa'ya bir korkuluk gösterme zamanıydı.” diye açıklıyor Osmanlı taktiğini. Ve bu sırada Osmanlı basınının Kürtleri pohpohlayan yayınları ile Abidin Paşa'nın yukarda değindiğimiz Kürt ligası oluşturma çabasını konu ettikten sonra şöyle tamamlıyor. “Bütün bunlar içinde Avrupa'ya verilmek istenen mesaj; Bab-ı Ali'nin Ermenistan'da reformlar yapmaya karşı olmadığı, kendisinin onu gerçekleştirmeyi bilakis çok istediği, fakat önünde zorluklar bulunduğu şeklindeydi. O zorlukların Kürtler ve genelde Müslüman yığınlar arasındaki bağnazlıkta yattığı, onların dinsel geleneklerinin bu tür reformlarla uyuşmadığı ve eğer hükümet Müslüman halkın iradesine ters giderse bunun Hristiyanlara karşı büyük kırımlara sebebiyet verebileceği ve hükümetin bundan kendini sorumlu tutmakta zorlandığı fikri işleniyordu” [13]. Bugün de Kürt sorununda reform taleplerini savuşturma veya önemsiz hak kırıntılarıyla geçiştirme çabasında Türk hükümetinin öne sürdüğü bahane benzer bir fanatizmdir. Tek farkla ki, bu defa gösterilen korkuluk Türklerin “milliyetçi hassasiyetleri” oluyor. Her durumda bahaneci hükümetler aynı zamanda o fanatik duyguları pompalamayı da ihmal etmiyor ve kendi besledikleri şeyin ardına sığınıyorlar. Garo Sasuni, Şeyh Ubeydullah'ın Mekke dönüşü 1880'de İstanbul'da Sultan Hamid tarafından büyük bir ihtişamla kabul edildiğini, Sultan'ın ona birçok hediyelerle birlikte talimatlar verdiğini belirterek, üç amaç doğrultusunda onu kullanmak istediğini yazıyor. Özetlemek gerekirse bu amaçlar; 1) Kürtleri ayaklandırarak Ermeni vilayetlerini harabeye çevirmek ve reformları suya düşürmek, sonra da Avrupa ülkeleri nezdinde bütün kabahati Kürtlerin üstüne atarak kendisini temize çıkarmak, 2) Kürt şeyhlerini güçlendirerek bütün Kürtleri Halife Sultan'a bağlamak, Ermenileri ve diğer Hristiyan ulusları ezme yolunda despot rejime dini bir destek sağlamak, 3) Güçlendirilen dinsel fanatizm sayesinde Kürtleri ulusal bilinçten yoksun bırakıp onları ulusal bağımsızlık savaşından uzaklaştırmak ve yavaş yavaş Türkleştirmekti. [14] Zagrosi, Şeyh Ubeydullah hareketini incelediği makaleleri içinde Sasuni'nin dayandığı bilginin yanlış olduğunu, Şeyhin Mekke dönüşünün çok daha önce olması gerektiğini, çünkü Van'daki İngiliz konsolosunun Ağustos 1879 tarihli bir mektubunda Hakkari olaylarından söz ederken “Şeyh Abdullah” olarak isminin geçtiğini belirtiyor. Bu mümkündür, ayrıca Şeyh'in Şemdinan'a gelişi İstanbul üzerinden olmayabilir. İngiliz konsolosuyla görüşmesinde onun bir sorusu üzerine Şemdinan'a varış tarihini İstanbul'dan telgrafla bildirdiğine dair diplomatik cevabı da bir kanıt oluşturmaz. Bu durumda Sultan Hamid'le doğrudan görüşmesi olayına temkinli bakmak gerekir. Fakat Sultan'ın aracılar yoluyla onu Kürtlerin halifesi gibi onurlandırıp kendi arzusuna uygun hareketlendirmek üzere bölgede geniş bir toplantı yapmaya teşvik etmiş olması mümkündür. Bir örnek olarak eski isyancı Botan Miri Bedirxan'ın subay yetişen oğlu Bahri Bey, Sultan tarafından “ferik” (general) ünvanı ve Mecidiye madalyasıyla taltif edilip özel direktiflerle 1880 baharında bölgeye gönderilir. Rus gözlemcilerine göre Ubeydullah'ın yanına gelen Bahri Bey, ona Sultan'ın hediyesi olarak bir kılıç ile madalya verir ve hükümetin onu maaşa bağladığını belirtir. [15] Ama sonuçta Sultan'ın ona oynatmak istediği rol ile Şeyh'in kendi amacı farklıdır. Zagrosi de şöyle diyor: “Sultan Abdulhamid’in çeşitli planları olabilir. Olmaması da düşünülemez. Fakat bu ileri sürülen iddialar belgelere dayalı değildir. Kaldı ki Şeyh Ubeydullah’ın kendi planı var. Şeyh Ubeydullah’ın 'Bağımsız ve birleşik Kürdistan' planı 1880 yılının öncesine dayanıyor.” [16]. Yazarın görüşü bu noktada haklı olabilir. Zaten Garo Sasuni'nin anlatımları da Sultan'ın yönlendirmesi aksine Şeyh'in önce İran, sonra Osmanlı tarafındaki Kürtleri ayaklandırıp bağımsızlık elde etmeye yöneldiğini ortaya koyuyor. Sasuni, Şeyh'in Sultan tarafından güdülen amacı çok iyi idrak ettiğini ve uzak görüşlü olduğu kadar geçmişten ders çıkartmayı da bilerek Osmanlı hilekarlığına aldanmadığını söylüyor. 1880 Eylül'ünde Şeyh Ubeydullah'ın Nehri'de düzenlediği toplantıya Hakkari, Van, Bitlis, Muş, Sasun, Diyarbekir, Botan, Siirt, Amadiye (Musul), Süleymaniye ve İran Kürdistanı'ndan gelen 200'den fazla delege katıldığına bakılırsa, bu geniş buluşmayı tarihte adı konulmamış ilk Kürt Kongresi saymak mümkündür. Şeyh Ubeydullah'ın dinî düşüncelerle yetişmiş olmasına rağmen o dönem için umulmadık bir ulusal perspektifle bağımsız-birleşik Kürdistan hedeflemesi, ayrıca bu yöneliminde Hristiyan halklara zarar verilmemesi için fetva çıkarması gerçekten takdire değerdir. Zayıf halka olarak öncelikli saldırıya geçilen İran bölümünde yine de başıbozuk eylemlerin kurban ettiği hem Hristiyan, hem Müslüman siviller olur. Hareket orada yenilgiye uğratılınca Osmanlı tarafına yayılma şansı bulamaz. Acaba o şansı bulsaydı, Ermenilerin yoğun yaşadığı Van, Muş, Sasun, ayrıca Nasturiler ile Süryanilerin yoğun yaşadığı Hakkari, Siirt, Turabdin gibi yerlerde Kürt hareketinin bu halkları kazanma ve birleşme yeteneği ne ölçüde olurdu? Bunun özellikle var olan korkuları giderecek bir yaklaşıma bağlı olduğunu söylemekten başka tahmin yürütemeyiz. Şeyh Ubeydullah'ın bu halkları da kazanarak başarı şansını artırmak istediği açık olmakla beraber, kendi anlayışını yüzlerce aşiret liderine benimsetme gücü yetersiz olabilirdi. Öte yanda Ermeniler ile diğer Hristiyanların reform beklentileri onların Kürt ayaklanmasıyla birleşmelerinde kararsızlık ve bocalama nedeni olabilirdi. Hareket yayılamadığı için bunlar görülemedi. Ama yaşanıp görüldüğü kadarıyla Garo Sasuni'nin verdiği şu fikir önemlidir: “İtiraf etmek gerekir ki, Şeyh Ubeydullah'ın yarattığı birlik mevcud olmasaydı ve eğer Şeyh “Ermeni kırımlarından el çekin” fetvasını çıkarmamış olsaydı, 1880 yılında 1895 katliamlarından çok daha büyük felaketler doğabilecekti”. [17] Sonuçta böyle olumlu bir kanaat belirten Sasuni, daha sonra kurulan Taşnak partisinin bölgedeki yöneticilerinden biridir. Bu görüşü ve kitabında geçen başka bir kızılbaş - sayfa 38 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 çok değerlendirmeleri, Ermeni milliyetçilerinin Kürtlere hep önyargılı ve olumsuz baktığını söyleyenler için düşündürücü olmalıdır. Zagrosi'nin, daha hareket başlamadan önce Ermeniler tarafından Kürt birliği girişimlerine kuşku ve endişeyle bakılmasını, sanki Ubeydullah'ın yeterince anlaşılmasına rağmen ona karşı tavır almak şeklinde göstermesi ise haksız bir yargıdır. Bu hareketin yenilgisinde Ermenilerin fiili bir rolü olmamıştır. Bu anlama gelen imaların da yanlış olduğunu belirtmek gerekir. NOT: Aso Zagrosi'nin eleştirisi öncekilerden daha uzun tuttuğu için bölerek yayınlamayı tercih ediyorum. Kalan kısmı bu makale dizisinin 4. ve son bölümü olacak. 8 Ekim 2013 [1]"https://www.newroz.com/tr/politics/352210/sayin-ay-e-h-r-k-rdlerkonusunda-t-rk-resmi-tezlerini-tekrarlyor"Sayin Ayşe Hür Kürdler Konusunda Türk Resmi Tezlerini Tekrarlıyor. [2] Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal De- mokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yayınları, 2008, s. 280 [3] Recep Maraşlı, age, s. 110-112 [4] Sait Çetinoğlu, Bedirhan Bey ve Özgürlük yada Bedirhan Bey'de Özgürlüğün Nispeti; http://gomanweb.org/ index.php/tum-haberler/kueltuer-sanatmizah/4717-sait-cetinoglu-bedirhanbey-ve-oezguerluek [10] Raymond H. Kevorkian-Paul B. Paboudjian, age, s. 456-457 [11] Raffi, “Yergeri Liyagadar Joğovadzo, Dasnımegerort Hador” (Toplu Eserleri, Onbirinci Cilt), Yerevan, 1991, s. 342 [12] Vahan Bayburtyan, age, s. 134-135 [6] Vahan Bayburtyan, Kırderı, Haygagan Hartsı yev Hay Kırdagan Haraperutyunnerı Badmagan Luysi Nerko (Tarihin Işığında Kürtler, Ermeni Sorunu ve Ermeni-Kürt İlişkileri), Yerevan, 2008, s. 103-106 [7] Garo Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yüzyıldan Günümüze ErmeniKürt İlişkileri, Med Yayınevi, İstanbul, 1992, s. 127-142 [13] Raffi, age, s. 336-350 [14] Garo Sasuni, age, s. 106-107 [15] Vahan Bayburtyan, age, s. 132-134 [16] https://www.newroz.com/tr/politics/352691/eyh-ubeydullah-nehri-bams-z-ve-birle-ik-k-rdistan-fikri19 [17] Garo Sasuni, age, s. 111 mın hikâyesidir. Surmelian’ın tarzı basit ve gösterişsiz, sıcak ve komik, ama aynı zamanda uygar ve akıllı kişilerin hüznüyle dolu. Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler okuduğum en güzel ve heyecanlı öykülerden biri.” Batı Ermeni edebiyatı ve Amerikan edebiyatında kendine özgü bir yere sahip olan Leon Z. Surmelian’ın otobiyografik romanı Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler’i 70 yıl sonra Türkçeye kazandırıyor. William Saroyan Kitap Özellikleri: Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler, 1915 yılındaki tehcir ve katliamlarda hayatı altüst olan Trabzonlu Ermeni bir ailenin ve savaşın ortasında bir başına kalarak yıllar sürecek bir ölüm-kalım mücadelesine atılan on yaşındaki Levon’un hikâyesini konu ediniyor. 1945 yılında İngilizce yayımlanışı- [9] Raymond H. Kevorkian-Paul B. Paboudjian, age, s. 424 [5] HYPERLINK "https://www. newroz.com/tr/politics/352981/k-rtlerzamaninda-ermen-ler-n-zg-rl-k-veba-imsizlik-m-cadeles-n-bo-anlarinsafinda-yer-almasalardi" Aras Yayıncılık Leon Z. Surmelian, kendi hayat hikâyesinden yola çıkarak yazdığı bu romanda, küçük Levon’un Trabzon’dan Gürcistan’a, Sovyet Rusya’dan Ermenistan’a ve İstanbul’dan Amerika’ya uzanan serüveni aracılığıyla I. Dünya Savaşı’na, Anadolu’daki Ermeni katliamlarına ve Bolşevik Devrimi’ne dair önemli tanıklıklar sunuyor. [8] Raymond H. Kevorkian-Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler, Aras Yayıncılık, 2012, s. 58 Kitap Dili: Türkçe Çevirmen: Zülal Kılıç Basım Bilgisi: Yayına Hazırlayan: Nıvart Taşçı, Kapak Tasarımı: Aret Gıcır nın ardından birçok Batı diline ve Ermeniceye çevrilmiş olan Soruyorum Size Hanımlar ve Beyler, okuyucuyu masumiyetin, mizahın, açlık, sefalet, acımasızlık ve merhametin eşlik ettiği bir yolculuğa çıkmaya, savaşın ve şiddetin katı yüzüyle yapılacak bir yüzleşmeye davet ediyor. “Bu içinde nefret olmayan bir hikâyedir, çünkü nefret ve ölüm birbirlerinin eşidir; oysa bu, yaşa- Kitap Özellikler: 1. Baskı, 376 sayfa, 13x19.5 cm, Kasım 2013 ISBN: 978-605-5753-39-9 Aras Yayıncılık İth. İhr. Ltd. Şti. İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu 34430 İstanbul - Türkiye Tel: +90 (212) 252 65 18 Fax: +90 (212) 252 65 19 E-posta: [email protected] kızılbaş - sayfa 39 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Katliamlar üzerine kurulan bir cumhuriyet Cumhuriyet'in ilanı Zeynep Tozduman 29 Ekim'de ilan edilen Cumhuriyeti anlamak için öncelikle Büyük Millet Meclisi'nin açılışını ve devrimlerin niçin yapıldığını bilmek gerek. 23 Nisan 1920'de Ankara'da Büyük Millet Meclisi toplanarak, Mustafa Kemal'in 'Meclis Başkanı' seçilmesiyle kanlı bir tarih başladı. M.Kemal ilk iş olarak, savaş suçlusu Malta sürgünlerinin 30 Nisan 1921'de (33 kişi) salıverilmesi ile ilgili bir süreç başlatmıştır. Bu süreç, savaş esirlerinin İngiliz'lerle değişimi antlaşmasına ve davanın bitmesine neden olmuştur. Bu antlaşma İstanbul'daki Sadrazamla değil, temsilcileri olan Bekir Sami Bey aracılığında Ankara hükümeti ile yapılmıştır. Ardından da 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılarak dini ve siyasi yetkiler birbirinden ayrıldı. Saltanatın kaldırılmasının ana nedeni; ülke yönetiminde ve barış görüşmelerinde iki ayrı hükümetin bulunmasının uygun olmamasından ötürü çift başlılığı ortadan kaldırmak, TBMM'yi Türkiye'de tek yasal güç haline getirmek, yapılacak İnkılâplara zemin hazırlamak ve Ekonomiyi millileştirmektir. 20 Kasım 1922 tarihinde başlayan Lozan Barış Konferansı, aslında yeni Türkiye Devleti'nin sınırlarının çizilmesi içindir. 24 Temmuz 1923'de Lozan Barış Konferansında ağırlıklı olarak siyasal, mali- ekonomik konular ve mübadele görüşülmüştür. Mübadele Sözleşmesi Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanmıştır. Türk-Yunan nüfus mübadelesi, her iki ülke için de "ulus devlet" oluşturmaya yönelik 2 milyon insanı ilgilendiren tarihsel bir trajedidir. TBMM Hükümeti'nin mübadele isteğinin başlıca iki nedeni vardı. Öncelikli amaç, Batı'nın müdahalesine gerekçe oluşturan azınlıklardan tamamen kur- tulmak, İkincisi ise Müslüman unsurların kolayca uyum sağlayabileceği düşüncesiyle, Misak-ı Milli sınırları içinde "ulus devlete giden yolu açabilmektir. Azınlıklar açısından Sevr'den daha kötü haklara sahip olan Lozan antlaşması'nın III. Bölümü (Madde 37- 45) bu hakları düzenlemektedir. Anlaşma'nın 40. Maddesi şöyledir; "Gayrimüslim azınlıklara mensup olan Türk vatandaşları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada diğer Türk vatandaşlarına uygulanan aynı muamele ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Bunlar özellikle giderleri kendilerine ait olmak üzere her türlü hayır kurumuyla, dinsel ya da sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dini ayinleri serbestçe yapmak konularında eşit hakka sahip olacaklardır." Antlaşmanın 41. maddesi ise "gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşlarının, önemli oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklara devlet bütçesi, belediye ya da diğer bütçelerce, eğitim, din ya da hayır için ayrılan tutarlardan, hakkaniyete uygun ölçülerde pay ayrılacaktır" demektedir. Lozan antlaşmasından günümüze değin bu hakların hiç biri hayata geçirilmedi. Oysaki Sevr antlaşması Kürtlere ve Ermenilere daha geniş imtiyazlar veriyordu. Süryani halkı ise Sevr'de de yoktu. Sevr'de olmayan Süryani halkının Lozan antlaşmasındaki (Azınlık) hakları ise bu güne değin keyfi olarak uygulanmadı. Süryaniler diğer azınlıklardan farklı olarak okul açma ve vakıf kurma hakları gasp edilerek, Türkleştirme politikalarını en acı yaşayanlardı. 29 Ekim'de M. Kemal, milletvekilleri ile görüştükten sonra taslağı hazırlanan "Cumhuriyet" önergesini Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne vermesiyle teokratik bir sistemden, kanla inşa edilen cumhuriyete geçilmiştir. TBMM, Teşkilât-ı Esasiye Kanunun (1921 Anayasası)'da yaptığı değişiklikle, devletin yönetim biçimini 29 Ekim 1923'de cumhuriyet olarak ilan edilince, Kemalist cumhuriyetin ilk Cumhurbaşkanı da Atatürk olmuştur. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra sıra, ülke içersinde Sünni Türk olmayan unsurları yani Kürtleri eğitim yoluyla asimile etmeye gelmişti. Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası), TBMM tarafından, 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilerek bir genelge ile mahalle mektepleri – medreseler keyfi olarak kapatılmıştır. Öğretim Birliği Yasasıyla, Misyoner ve azınlık okulları Milli Eğitim Bakanlığı'nın denetim ve gözetimine girmiş; dinsel ve siyasal amaçlı eğitim yasaklanmış; ders programlarına tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, Türkçe dersleri eklenmiştir. Bu dönemde azınlık okullarında okutulan kitaplardan aziz resimleri çıkarılıp, okul binalarındaki haçların indirilmesi istenmiştir. Din esaslarına dayalı eğitim ve din propagandası yapma yasaklarına uymayan yabancı okullar ise kapatıldı. Bu kanunla Kürtçe eğitimin de önü kesilerek, 1925'de gizlice hazırlanıp uygulamaya konan ''şark ıslahat planı'' ile de Kürtçe konuşulması yasaklanıp, konuşanların cezalandırılması kararlaştırılmıştır. Ermeni, Rum ve Yahudiler devlet denetiminde de olsa okulları ve eğitim kurumları olmasına rağmen bu haktan Süryaniler hiç yararlandırılmamıştır. Bu yüzden anavatanında yabancı muamelesi gören bir halktır Süryaniler. Tevhid-i Tedrisat kanunu ile başlangıçta isteğe bağlı bir ders haline getirilmiş olan din dersi; ortaokullarda 1930'da, öğretmen okullarında 1931'de, şehir ilkokullarında 1933'de, köy ilkokullarında 1939'da tamamen müfredattan çıkarıldı. 1939-1948 yılları arasında din derslerinin hiç yer almadığı bir örgün eğitim deneyimi de yaşanmıştır. kızılbaş - sayfa 40 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu yasayla Radikal İslamcılar yer altı örgütlenmesine gitmiştir. M.Kemal, Şeyh Sait İsyanını gerek-çe göstererek 5 Haziran 1925'te İ.İnönü'nün başbakanlığında Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Parti ileri gelenleri İstiklal Mahkemelerince yargılandılar Hıyanet-i Vataniye Kanunu'nun kapsamı genişletilerek İstiklal Mahkemeleri yeniden kuruldu. Malta sürgünlerinin yargılaması sırasında çalışmayan/yargılamadan uzak olan mahkeme; konu Kemalist rejimin diktatörlüğüne karşı çıkanlar için olunca, işlevsel hale getirildi. Atatürk'e suikast girişimine adları karışan birçok rejim karşıtı ve İttihat ve Terakki Cemiyeti eski üyesi İstiklal Mahkemelerinde yargılanarak cezalandırıldı. 25 Kasım 1925'te "Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun" çıkarılıp, Türkiye sınırları içersinde dinsel giysilerle sokakta gezilmesi yasaklanarak inanç özgürlükleri yok edildi. Bu yasayla Papazların sakallarına, kıyafetlerine, hocaların, şeyhlerin, dedelerin, kılık kıyafetine müdahale edilmiştir. 1925'de çıkarılan şark ıslahat planı, Fırat'ın batısında ve kuzeyinde bulunan Kızılbaş/Alevi Kürtleri öncelikle asimilasyona tabi tutmuştur.1925'ten sonra Kürt/Nakşibendî tekkelerinin yanı sıra Alevi tekkeleri de kapatılmış; ancak 1927'de Bektaşi tekkeleri üzerindeki baskı göreceli olarak yumuşatılırken; Alevi/ Kürt kimlikli Dersim ve çevre dergâhları ve de tekkeleri süresiz kapatılmıştır. Kemalist devrim dedikleri şey aslında, kadim halklara karşı yapılan sosyal ve kültürel soykırımdır. Antidemokratik yasalarla kılıflanan yasakların ve farklı dilleri yok sayan anlayışların devrimle hiçbir ilgisi yoktur. Kemalist devrimler, az sayıda kalan azınlıklara, Radikal İslamcılara, Kürtlere ve Alevilere karşı yapılmıştır. M.Kemal'de tıpkı 1915 soykırımın mimarları TalatCemal-Enver üçlüsü gibi bir diktatörlük kurarak; Kürtleri, Alevileri, komü- nistleri ve İslamcıları katletmiştir. Tek tipçilik (Tek millet, Tek Bayrak, Tek din) Bitmedi, sürüyor... 1 Kasım 1928'de, Türk alfabesinin kabulü çok dillicilikten, tek dilliciliğe geçişin miladıdır. Kemalist hükümet, Eğitimde tek tipçiliği yasalarla zorunlu hale getirip, ana dilde eğitim hakkını, Türk olmayan halklara vermediği gibi Süryanilere, azınlık olmasına rağmen yasaklayarak 1928'de Süryani okullarını kapatmıştır. Bu ülkenin kadim halkları olan azınlıklar ve anadili Türkçe olmayan halklar, "vatandaş Türkçe konuş" kampanyaları ile psikolojik ve kültürel baskılar sonucu anadillerinde isim koymaya bile korktular, dahası ana dillerini kullanamaz hale geldiler. Süryaniler ise Lozan haklarından yararlandırılmadığı gibi çocuklarına çoğunlukla Türkçe isim vermek zorunda kaldılar. Bu ülkede Hıristiyan halklara katliamlar 1914'de başlamadı elbet. 1915'i baz alırsak 1924 Süryani/Nasturi katliamına kadar sistematik olarak genocid devam etmiştir. Azınlıklara yapılan katliamlar üzerine kurulan cumhuriyet, daha sonra da Kürt ve alevi katliamları ile varlığını idame ettirmiştir. 1915'den,Cumhuriyete ve günümüze değin soykırım şekil değiştirse de devam ediyor. 1.5 milyon insanın kanı üzerine kurulan cumhuriyet, bu ülkenin en kadim halklarını ya yasalarla asimile etmeye ya da korkutup ülkeyi terk etmeye zorladı. Cumhuriyet, işte bu ahval ve şartlarda kuruldu. 1915'den günümüze değin yaşatılan tüm katliamlar; vicdani ve hukuksal olarak bu ülkede yargılanmadığı, eşit yurttaşlık hakkı hayata geçirilmediği sürece bizler ''Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime'' türküsünü daha çok söyleyeceğiz. Kaynak: http://www.gelawej.net http://www.seyfocenter.com/index.php kızılbaş - sayfa 41 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AJAN´MI? PİR`Mİ? DÜŞKÜN‘ MÜ? Adnan Cangüder Her sene Yas-ı matem 12 İmam oruçları Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı tarafından arap toplumunun takvim yılının başlangıc ayı olan Muharrem ayında, Kurban bayramından sonraki 21. günü tutulmaya başlanır. Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı yaşadıkları ve gittikleri her yerde Yas-ı matem 12 İmamlar orucunu taşımışlar ve yaşatmışlar. Kendi yaşadıkları ülkelerde istedikleri gibi inanclarını yaşayamayan Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı gurbet dedikleri başka ülkelerde inançlarını daha serbestçe ve özgürce yaşamaya başlamışlar ve devamında ise örgütlü yapılarını kurarak demir çubuğu tersine bükmeye başlamışlardır. İşte Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ının demir çubuğu tersine bükme başarısı ve becerisi yüzyıllardır Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ını istedikleri şekilde katleden ve bir köleden daha aşağıda gören adına lanet yezid zihniyetli egemen sınıfları rahatsız etmiş, yılanın başı küçükken ezilmelidir anlayışı yeniden uygulamaya konularak kendi memleket topraklarından uzakta yaşasada yeniden aynı vahşeti yaşamasının kapıları içerideki kapı kulları tarafından açılmıştır. Adına lanet Osmanlı devletinin oyunları bitmek bilmez ve bu gün bu oyunu Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı içerisinde satın aldığı Ocakzade soylu olan ama ne yazık ki ocağına yakışmayan insanlar üzerinden devam ettirerek inanc sıralamasında Mürşit, Pir, Rehber ve Talip olarak bulunan silsilenin insanlarını birbirine düşürecek düzeye getirmiştir. Binlerce yıl dağ başlarında gözden ırak yaşayan Anadolu Alevi Kızılbaş insanları şehirleşme ve devlet ile yakınlaşması sonucu özellikle 12 eylül askeri faşist darbesi sonucu Süleyman Demirel tarafından kurdurulan Cumhuriyetci Eğitim Merkezi Vakfı (Cem) tarafından rol gereği önemsenmiş ve öne çıkartılarak toplum üzerindeki manevi gücün kullanılması noktasına taşınmışlardır. Rol gereği sistem tarafından öne çıkartılan bu tür kişiler içinden çıktıkları Anadolu Alevi Kızılbaş toplumuna en büyük darbeyi vurmaya başlamıs ve günümüzün hınzır paşaları olmuşlardır. Ve ne acıdır ki bir kaç güzel söze ve makama inanclarını ve yolunu değişen bu tür insanlar aldıkları direktifleri hiç çekinmeden uygulamaya koyarak ve en sert asimilasyon tavırları sergilemişler ve halende sergilemeyede devam etmektedirler. Günümüzdeki asimilenin Anadoludaki hain ve ihanetçi ayaklarından birini oluşturan İzzettin Doğan ve Fettullah Gülen bütün güclerini ekonomi üzerinden dayatarak kendi kuracakları Camii-Mescid-(Cemevi)-Aşevi ile asimileyi hayata geçirmek istemektedirler. Rızalıkla yapamadıklarını ekonomik güc ile yapmanın düşüncesi asimilenin daha tehlikeli kılmaktadır. Ve yapılmak istenilen özü itibariyle Camii-Mescid ve Aşevi’dir Cemevi ise olayın sadece boyasıdır. Cumhuriyetten günümüze ve öncesinde Anadoluda Türk İslam sorunu vardır,başka kimliklerin ve inançların sorunu bulunmamaktadır,olay Türk İslam asimilasyonuna karşı bütün ötekilerin ve ezilenlerin yok olmama ve yaşamda kalma mücadeleleridir. Avrupa ve Anadolu Alevi Kızılbaş örgütlerini belli bir süre birbirinden ayırma başarısını gösteren AKePe daha sonra halkın tabandan gelen aşırı tepkisi karşısında duramayan yöneticilerin gerek düşüncelerinin değişmesi gerekse koltuklarını kaybetmeleri sonucunda yeniden Avrupa‘daki ve Anadolu‘daki Alevi örgütleri biraraya gelebilmişlerdir. Avrupa ve Anadolu Alevi Kızılbaş örgütlerini karşı karşıya getirme projesi çökmüş ve bu çöküşe en anlamlı katkıyı Alevilerin kendi öz gücü ile oluşturdukları televizyon, dergi,internet siteleri ile oluşturdukları Alevi medyası yapmıştır. Bütün bu asimile politikalarına karşı Anadolu Alevi Kızılbaşlar‘ı için bir başka önemli nokta ise artık yürüttükleri Erkanlarda Osmanı-ı musafı değilde kendi yedi ulu ozanlarına ve diğer bütün erenlerine, evliyalarına ve kutsallarına ait olan duvaz-ı imamları, gülbenkleri, deyişleri ve beyitleri okuyarak zenginleştirerek yapmalarıdır. Bu durumda Osmanı-ı musafı inanc içinde olması gerektiği yer olan önemsizler noktasına taşımakta ve inanc üzerindeki asimile gücünüde boşa çıkartmaktadır. Yukarıda değişik açılardan bakarak değerlendirmeye çalıştığımız Anadolu Alevi Kızılbaş‘larının asimile politikasının Avrupa‘da sekteye uğraması sonucu AKePe tarafından Alevi kimlikli ama Alevi Kızılbaş inanclı olmayan RTE‘ e biat etmiş para ile satın alınmış kişiler Avrupa‘ya yollanmışlardır. Avrupada yapmak istedikleri nin başlıca amaçları ise 1 İnancın siyasallaştığının propagandasını yaparak avrupa alevi toplumunu bölmek ve parçalayarak son tahlilde avrupadaki devlet destekli kurumlara bağlamak. 2 Avrupada yaşayan alevileri ocakzadelik üzerinden örgütler kurdurarak avrupa örgütlülüğünü zayıflatarak uzun vadede ortadan kaldırmak. 3 Avrupa alevi örgütlenmesi tc devletinin karşısına ilk defa denilebilecek şekilde direkt olarak karşı çıkması ve bu durumu gün geçtikce anadoludaki alevileri katarak güçlendirerek genişletmesidir. 4 Avrupada satın alabilecekleri kadar insanı satın alarak satın aldıkları insanları kendi amaçları için kullanma ve avrupa örgütlenmesi içerisindeki gelişmelerin devlete aktarılması. 5 Yapılmak istenilen bütün bu planlar sadece ocakzadeler üzerinden yürütülmek istenilmiş ve uygulamaya konulmuştur 6 Gelenler devletin direkt ajanları ve insanlarıdır, elde ettikleri bilgileri ve gözlemleri geri döndüklerinde rapor olarak devletin yetkili kurumlarına sunacaklardır. Aksi bir durum ise devletin işleyişine terstir. 7 Avrupalı aleviler her durumda devlet olan ilişkilerini yeniden gözden geçirerek kendi şartlarını dayatmalıdırlar, unutulmasınki devletin boyalı sahte yüzünü ancak aleviler ve kızılbaş - sayfa 42 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dostları ortaya çıkartabilecektir. 8 Diyanet işleri başkanlığı her alanda ağırlığını arttırması ve toplumu yönetmesi devletin ve toplumun iki kurum tarafından cendereye alınıp yönetilmesidir. Bu iki kurum Diyanet İşleri Başkanlığı(DİB) ve Türkiye Cumhuriyeti Başbakan’lığıdır. Alevileri ve Alevi inancını ileriye taşıyacak her türlü oluşum ve gelişim AKePe tarafından şiddetle cezalandırılıp; yok etme ve ortadan kadırılma zihniyeti ile karşı karşıyadır. AKePe Kemalist yasaları kendi islamist yasaları ile formatlayarak değiştirmekte ve kendi yaşam alanını genişleterek ömrünü uzatmaktadır. İttihat ve Terakki‘ nin devamı olan Türk ve İslamcı Kemalist Cumhuriyet kuruluş ilkelerine ters ve karşı olan Alevi‘leri asimile etmek ve ortadan kaldırma hareketine hız vermiş ve bunuda demokrasi paketi ile dahada ileri bir aşamaya geçirmiştir. Bu bağlamda asimile ve yok etme dairesinin içine diğer bütün ötekileride koyabiliriz. CHP’nin Alevi inancındaki Başkanı ile Cami-Mescid(Cemevi)-Aşevi asimile hareketine sahip çıkması ise Türk İslam sentezi ve devletin partisi olduğunun açık kanıtıdır. CHP özünde Alevi Kızılbaş düşmanı bir partidir. DİB’e karşı çıkmayan CHP gerçek zihniyetini ortaya koymaktadır. Anadoludaki Alevi Kızılbaşları yerel seçimlerde gerek Avrupa gerekse Anadoludaki pilot bölgeler,şehirler ve kasabalar belirleyerek ortak adayları seçmelidirler. Kemalist ve Türk İslamcı CHP zihniyeti temel hak ve özgürlükler üzerinden demokrasi mücadelesi vermesi gerekirken olayı sadece kendi tarafına yontma ve oy kazanma politikası üzerinden yürütmektedir. Aynı durum belli kıstasları değişiklikler içerisinde BDP içinde geçerlidir. Sistemle genel bir hesaplaşmaya gidilmeden sistemi revize etme ve yenileme davranışında bulunulmaktadır. Son zamanlarda üzerinde çok konuşulan faşist ve ırkçı bir olgu olan TC Anayasası hiç bir şekilde ezilenlere ve ötekilere ait değildir. Yaşanılan şu anki sistemlede olmayacaktır. 1980 askeri faşist anayasası 3K‘ ye karşı yazılmış ve halende yaşatılmaktadır. Haziran ayındaki gezi direnişi bizlere sadece tek bir şey öğretmiştir sistem ve sistemin partileri ezilenlere ve ötekilere cevap verememektedir. avcılık cinayettir! lanetliyoruz! avcılık yasaklanmalıdır! avcılar da cinayet suçundan en ağır şekilde cezalandırılmalıdır!... mahlukat ğardaşlarımıza sahip çıkalım!.. kızılbaş - sayfa 43 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir inci tanesi üşüdü böyle?” diye kızdı. “Ne güzel eylülde yanına gelecektik…” Gözlerini kederle uzaklara dikti. “Bilsen ane kurban seni ne çok özlemişim” dedi. “Sen beni hiç kırmadın… Uzaklara, sürgünlere gittin, beni unutmadın. Adıma kitap yazdın…” Bir şeyler ekleyecekti ama tıkandı. “Hele kızım bir bardak su getir…” diye seslendi. Suyu içti. “Su tuzluydu” dedi. Ağzının tadı tuzu yoktu, bilemedi. “Şu klimayı azıcık kapatın” dedi, “dudaklarımı kuruttu.” Necmettin Yalçınkaya “He ana” dedim. Annem hasta. Çok hasta. Eriyor her gün. Farkında değil illet hastalığın. Ayağa kalkacağını sanıyor. İple çekiyor o günü. “Sıkıldım” diyor, “yatmaktan” Ev sürekli dolup taşıyor. Kalabalığa kızıyor. “Ayakkabılarıyla halılarıma basıyor birileri, evim kirleniyor” diyor. “Anamdan İnciler’i okumak isterdim.” dedi kederli bir sesle. “Şu çocuklara diyorum: Bana okuyun. Bir iki okuyup çaktırmadan sokağa kaçıyorlar…” “Boş ver anne” diyorum. “Düşünme sen bunları. Bir an önce ayağa kalkmaya bak” “Babana çok benziyorsun” dedi. “Ama baban çok yakışıklıydı.” Derin bir iç geçirdi. “Öyle deme oğul, mal canın yongasıdır” diyor. Küçülmüş, ışığı sönmüş gözleriyle etrafı kesiyor. Sustum. Boğazıma bir şeyler gelip düğümlendi. Gözlerim ıslandı. İçimde zehir zemberek tuzlu ırmaklar akıyordu. Çok erken ayrılmıştı aramızdan babam. Birlikte çekilmiş tek bir resmimiz bile yoktu. Ah ne kötü bir talihsizlikti bu. Olaydı resmi, şimdi bakar bakar kederlenir, hasretle ağlardım. “Anne” diyor erkek kardeşim. “Bak oğlun karşında duruyor. Şiir okumanı bekliyor” Utanıyor. “Şiir bilmem ki ben” diyor. Sonra okuyor. Cümleler ağzında parçalanıyor, dağılıyor, anlaşılmaz oluyor. “Protezim ağzıma büyük geliyor” diyor. Ardından başlıyor şiirini okumaya: “Mektup yazdım kış idi Kalemim gümüş idi Sana yazacaktım Kalemim yere düştü” Yüzüne çocuksu bir sevinç geliyor. Alkışlıyoruz hep birlikte onu. Mahzunlaşıyor, durgunlaşıyor. “Benim ellerim hiç kalem tutmadı ki!” diye hayıflanıyor. Kederi gözlerinde okunuyor. “Köyümüzde okul yoktu, tarlada, evde, ahırda iş çoktu…” diyor. “Anam bizi okula göndermek istedi. Ama o babam yok mu, o, bizi vermedi okula. Vereydi iyi olurdu. Okumamyazmam olurdu” Cam’ın öteki ucunda duran bana baktı. “Beni görüyor musun?” diye sordu. Sonra bana “Kamaraya az daha yaklaş” dedi. Yaklaştım. Uzun uzun baktı: Serumdan şişmiş, yer yer morarmış, güçsüz elleriyle önce gözünün yaşını sildi, ardından bir pamuk gibi bembeyaz olan saçlarını düzeltti. “Bu ameliyat işi de nerden çıktı “Yine huysuzlandı “ dedi kardeşim Nuri, “canı sıkıldı mı, hiçbir şeyi beğenmiyor. Sataşıyor önüne gelene.” Yatakta sağa sola dönmekten yoruldu. “Vücudunda yara bere var mı?” diye sordum Nuri’ye.” “Yok, abi” dedi. Duydu bizi hemen. “Kardeşim Memonun kızı Ayten bana su yatağı aldı” dedi. “Öyle güzel ki, hiçbir yerim ağrımıyor.” Kız kardeşim o sırada ilacını getirdi. Suyla yuttu. Yavaş yavaş gözleri kapandı, dalar gibi oldu. Uyandı birden, kamaraya baktı. “Sen oradasın ane kurban” dedi. “He ana buradayım” dedim, “gitmedim daha” “İyi iyi “ dedi, gözleri kendiliğinden kapandı. Daldı. Nuri yanağına çocuk tadında bir öpücük kondurdu. Bana baktı. Bir kez daha öptü. “Bu senin içindi” dedi. kızılbaş - sayfa 44 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aşkımı Irmaklara anlattım Uzun yıllardır İsviçre’de sürgünde yaşayan Dersim doğumlu, Alevi kökenli Kürdistanlı bir göçmen olarak, yine bir edebiyat atölye çalışmamın sonuçlarını siz göçmen edebiyatseverlerle paylaşmak istiyorum. Evlerinize konuk olacak Aşkımı Irmaklara Anlattım adlı şiir kitabım toplam 100 tane lirik şiirlerin yer aldığı bir çalışmamdır. 168 sayfadan uluşan bu ürün, çeyrek asırlık göz nurumdur! Gurbette edindiğim tek servetimdir. Şiiri hep önemsedim, özümsedim. Benim gizli dünyamdır. Kendimi ifade ettiğim bir alandır. Sıkça uğradığım ve huzur bulduğum ılık bir mekânımdır. Hayata sıkı sarılmamı ve bilgi dağarcığımı faal kalmasını sağlayan büyük enerjimdir şiir. Hüzünlü ve sevinçli günlerimde uğrak yerimdir. Gurbet özlemimdir. Umutsuzluğun umuda dönüştüğü, kötülüklerin asla giremediği bir edebiyat atölyesidir şiir! Göçmenlikte yaşadığımız dil kaybı, kültür kaybı, yurt kaybı, iklim kaybı yaşamımızın aksayan en büyük bölümünü oluşturuyor. Yitik değerlerimiz zaman içerisinde özleme, acıya, bazen öfkeye dönüşüyor. Yanı dışlanıyorsanız, sayısız kayıplar yaşıyorsanız, âşık olduğunuz insana ulaşmıyorsanız, acı ve özlem çekiyorsanız, sevdiklerinizi onlarca yıl göremiyorsanız, ölenlerinizin cenaze törenlerinde bulunamıyorsanız; tam da bu ortamda şiir bir kardelen gibi varlığını gösterir. Ve insan mecrasında hayat buluyor. Mısralara dökülüyor. Bu kitabın dokusunu oluşturan aşkı, sevmeyi, göçü, hasreti, savaşları, yitik toplumsal değerleri, ötekileştirilenleri şiirin imgelerine denk düşecek şekilde yoğun edebi bir incelikle işlemeye çalıştım. Haziran 2013 tarihinde Babıali Kitaplığı ( Ozan Yayıncılık’tan) çıkan Aşkımı Irmaklara Anlattım şiir kitabımı severek okuyacağınıza ümit ederim. Diğer kitaplarım Birinci kitabım 2007 yılında röportajlardan oluşan (İsviçre’de Türkiyeli Göçmenler) adlı kitabım Ceylan Yayınları’ndan çıkmıştı. Zira bu kitabı- mın genişletilmiş ve yeniden derlenmiş ikinci baskısı Şubat 2013 yılında Ozan Yayınları tarafından yayınladığını hatırlatmak isterim. Bundan böyle sizlerin hayat hikâyelerini yazmaya devam edeceğim… 2012 yılında 14 öykünün yer aldığı (Kardeş Halkların Nazlı Çocukları) adlı kitabım Babıali Kitaplığı (Ozan Yayınları) tarafından yayımlanmıştı. Bu kitapta başta Kürtler olmak üzere, Alevileri, Ermenileri, Romanları anlatmaya çalıştım. Bu halklar şahsında barışı kardeşliği edebi bir dille aktarmıştım. Dağıtım: İstanbul: 2A, Alfa, Alkım, Artı, Bilgi, Cağaloğlu, D&R, Final, Paraf, Remzi, Say, Totem, Yelpaze Ankara Işık Eğitim, İmge, Kıta, Ekinoks İzmir Erdoğanlar, Gema. Teşekkürler Siz değerli okurlardan aldığım değerlendirmeleri önemsediğimi belirtmek isterim. Kitaplarıma gösterdiğiniz ilgi, beni fazlasıyla memnun etmiştir. Kitaba erişme adresler İnternet erişim: www.kitapyurdu.com, www.yenisayfa.com, www.kitapnet.com, www.iskenderiye.com, www.selsus.com, www.dharma.com.tr, www.ideefixe.com Hüseyin Can [email protected] [email protected] Bıra sıbe nebe, sıbe dıbe tu diçi rewıyé riyamı bıra, roj dernekeve, roj derté tu wenda dibi stérka jiyanami bıra şev neqede, şev dıqede şahiyamınji dıgede mın tariya şevèda te hızkır ronahıya şevamı. Bıra çavenmı venebın xewa şirin bı ser çoken te. Nebinim ji ğem nine jı mıra. Çaven dıl te dibinim tira eşqa ser dılémın eyer benirseniz cane can kızılbaş - sayfa 45 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir bize selam veriyorlar. Hele birde şarkı hediye etti ‘’Dıle Mosa ‘ belki elli defa dinledim. Bu bizim duygularımız. Bunlar bizim türkülerimiz. gavur Kürtçe ya da Ermenice diye hep es geçmişiz. .. tanıdım! Malumunuz sosyal medya da tanıyalım yada tanımayalım hepimiz birbirimizi ekliyoruz. Şayet, birazda sosyal medyayı belli amaçlar için kullanıyorsak, ne kadar çok insan olsa paylaşımlarımız o kadar çok insana ulaşır diye düşünüyoruz.. Bende aynı gayeyle sosyal medyayı kullanan biriyimdir. Paylaşımları çok uç noktalarda değilse arkadaşlık isteklerini kabul ederim. Bir süre önce de yine böyle bir istek geldi, adı Ararat Önyargılarım hemen devreye girdi . Bu isim ağrı dağının eski adı, olsa olsa Ermeni’dir dedim. Temkinli yaklaşmak düşüncesiyle ekledim. Ekler eklemez hemen yazdı. Nezaketle teşekkür etti.. Paylaşımlarımı beğenerek takip ettiğini söyledi Bu adam Ermeni adı aram benim paylaşımlarım genel olarak, İslam düüncesini yaymaya çalışan paylaşımlardır neden beğensin ki? Hem Ermeniler bizim düşmanlarımız bizden toprak istiyorlar, yada sürekli ülkemiz için kötü şeyler düşünüyorlar. Her bilgi beyindeki bilgi dağarcığınıza atom gibi girer diyorlar ya, Faime Havva Özbey dinbirsen hanımlar komisyonu genel başkan yardımcısı Ya ülkemiz hakkındaki düşünceleriniz? Peki Müslümanlara bakışınız nedir? Ben hangi niyetlerle soruyorum kendisi büyük bir nezaketle espiriyle cevap veriyor. Günler geçti birbirimizin düşüncelerini daha yakından tanımaya başladık .. Konuştukça samimiyetimiz arttı. Anladım ki. Bu topraklarda da yaşamış, kader birliği yapmış, bu milletin insanları olarak, Kaygılarımız.. Umutlarımız Hayallerimiz düşlerimiz.. Hep aynı. Kimsenin bu vatana ihanet düşüncesi yok! Onlar bu toprakları sırtlarına alıp götürmek için değil altına girip yatmak uğruna seviyorlar. Bu insanlar Müslümana tuzak kurmak için değil, doğrularda birleşmek adına Bu insanla tanışmamızda Ermeni sine gavuruna (Bizim tabirimizle ) bakış açımı tamamen değiştirdi.. Diyeceğim o ki: Biz millet olarak bu topraklarda yaşayan insanlarımızı çok ihmal etmişiz. Hep uzak diyarlarda kardeşlik bağı aramışız.. Meğer aynı hisleri aynı kaygıları taşıdIğımız insanımızla aramıza set çekmişiz. Kimine Ermeni, kimine Kürt, kimine Gavur deyip selam vermeden geçmişiz. Meğer bu topraklar ne tohumlarda ne çiçekler barındırırmış da haberimiz yok muş! Selam vermeye korktuğum bu gavurla en samimi dost olduk.. Önümüzdeki günlerde ülkemiz milletimiz için güzel çalışmalara da imza atacağımızı düşünüyor İyi ki seni tanıdım sevgili GAVUR ARAM arkadaşım diyerek bitirmek istiyorum. ÖNYARGILARADAN KURTULUP İNSAN OLDUĞUMUZ İÇİN SEVMEK TEMENNİSİYLE. Kaynak: http://www.diniajans.com Olsun adama yine de nezaketen teşekkür etmek lazım diye konuşmaya başladım. Kendisinin gavur olduğunu, Erzurumlu bir ermeni ailenin çocuğu olduğunu söyledi. Başladım sorular sormaya şimdi dedelerinizin intikamını almayı mı düşünüyorsunuz? Şanlıurfa Dağetegi (Germuş) köyündeki tarihi kilise İnek ahırına çevrildi. kızılbaş - sayfa 46 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim Mameki Bu fotografi Twitter'da Turgut Öker'in bir paylaşımından aldım. Kendisi bu fotografi büyük bir övünçle paylaşmıştı. İşte igdeli'de aslında Cami arsası olan bu yeri köylüler kendi paralarıyla satın alarak Cemevi yaptılar vs. bir yorumla gururla sunmuştu. Bende bu fotografın altına; Turgut Hoca bu Cemevinden ziyade bir Atatürk düşünce dernegine benziyor diye bir twit attım, eleman anında bloke etti beni. Sorun o degil. Konuya girersek; Aleviler 3 Kasım'da Kadiköy'de "Eşit Yurttaşlık" mitingi düzenlediler. Ben yıllardır Alevi mitinglerine hep mesafeli durdum. Gönlüm hep yanlarında olmak, dayanışmak istese de hep mesafeli durdum. Bunun nedeni Alevilerin haklarını araması degil, yöneticilerinin yanlışlarından dolayı faşizmin gölgesinde bir hak arayışına girmek istemedim. Zira faşizmin gölgesinde hak aranmaz. Hem Atatürk resmini asacaksın, hemde hak hak hak diye bagıracaksın ve destek isteyeceksin. Kendini bilen bir insan, gerçekten demokrat bir insan, sosyalist bir insan, insan hakları evrensel normlarından haberdar ve en basiti "vicdanlı bir insan" gider Atatürk posteriyle Alevi hakkı arar mı? Bundan yaklaşık 1 yıl önce Tayyip Erdoğan Almanya Bochum'a gelecekti ve Alevi örgütleri bir protesto eylemi düzenlediler. Bende ilk defa Alevi örgütlerinin düzenledigi bu organizasyona arkadaşlarımla katılmak için uzun bir yol katederek Bochuma gittim. Ne olsa iyidir? Turgut Öker ve ekibi Alevi Kürtleri Kürdi sembollü bayrak ve flamalar taşıdıkları gerekçesiyle bizi miting alanına sokmadılar. Uzun bir tartışmanın ardından bizde ayrı bir protesto eylemi gerçekleştirdik. Oysa onların miting alanlarında Türk bayrakları ve Atatürk resimleriyle doluydu. Tabii çeşitli şehirlerden gelen çogu arkadaşımızon bu engellemeden haberleri yoktu. Onlar Aabf'nun miting alanına gittiler. Şimdi ayni örgütler Kadiköy'de bir miting düzenlediler. İzlediğim videolar ve fotograflara dayanarak bir yorum yaparsam; yine atatırk resimleri vs. flamalar. Peki bu mitinge bir Alevi Kürdü nasıl gidip hak arasın? Bir Dersimli nasıl hak arayabilsin? Atatırk resmiyle Alevilerin haklarını aramaya kalkmak; Başta Dersime ve Koçgiri'ye en büyük hakarettir ve bu Soykırımı onaylamaktır. Bizler yıllarca Turgut Öker ve ekibine şunu söyledik; Acılarımıza saygi gösterin. Dersim soykırımının baş mimarı Atatırk resmini Cemevlerine asmayın. İbadethaneleri kirletmeyin. Ama nafile kimseye anlatamadık. Aynı suçu Kadiköy'de de devam etti. O organizasyonu yapan Alevi Dernekleri, Dersimlilerin ve Koçgirililerin acılarına saygı göstermediler. Bu organizasyonu yapanlara soralım; Siz hic Adolf Hitler posteri asıp onun gölgesinde kendi haklarını arayan bir Yahudi gördünüz mü? Baş sloganlari "DEVLETİN ALEVİSİ OLMAYCAĞIZ" Bu sloganı attıran yöneticiler ya kendileri aptaldır yada halkı aptal yerine koyuyorlar. Zira Atatırk resmini miting ve protestolarınızda taşıdığınız sürece, o resmi Cemevlerinize astığınız sürece; Devletin Alevisinin ta kendisisinizdir. Dolayısıyla; "Devletin Alevisi Olmayacağız" solaganıyla sadece ve sadece kendinizi kandırmış ve halkı aptal yerine koymuş olursunuz. Yada kendiniz bunu anlayamacak kadar aptalsınızdır. 3 kasım kadıköy mitinginden Kaynak: https://www.facebook.com/dersim.mameki kızılbaş - sayfa 47 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yalan Cumhuriyet Pakrat Estukyan Türkiye'de, milli eğitim bakanlığının müfredat programından geçirilen nesiller için, ülkenin son yüz yılını kapsayan yakın tarihi algılamak hiç de kolay değildir. Detaylarıyla kurgulanmış bir tarih anlatımı, ne yazık ki yalın gerçekleri ustaca çarpıtmakta, bunun için de olayların oluşum şeklini ve zamanı büyük bir maharetle eğip bükmekteydi. Sistem zaten sorgulamaktan çok öğünme, güvenme, inanma, ant içme, iman etme üzerine kurulu olduğundan, aynı kitabın ön sayfalarında muhteşem atalarımızın nasıl da üç kıtaya yayılan bir imparatorluk kurduğuna hayran olurken, ilerleyen sayfalarında da yedi düvele, emperyalist batıya karşı kurtuluş savaşı veren mazlum halk olmanın tuhaf çelişkisini fark etmiyorduk bile. Biz asker bir millet olarak kolay kolay yenilmezdik de, müttefiklerimiz yenildiği için biz de hükmen mağlup olmuş sayılıyorduk bu saçma sapan tarih öğretisine göre. Hiç birimiz de "olur mu öyle şey, Fair Play müsabakası mı yapıyoruz yoksa çift kol pişpirik mi oynuyoruz" diye sorgulamıyorduk bu saçmalığı. Birkaç sayfa önce Çanakkale'nin geçilmez olduğunu öğreniyor, ardından da İngilizlerin İstanbul'u işgalini okuyor, yine de koskoca çelişkiyi algılamıyorduk. Olayları, zamanları eğip bükerek ilintisini gözlerden, akıllardan uzak tutmanın ustaca bir uygulamasıydı MEB'in tarih kitapları. Ama işin tuhaflığı bizatihi bakanlığın adında da gizliydi. Biz göremiyorduk sadece. Öylesine doğal karşılamıştık eğitim bakanlığının önündeki "Milli" ibaresini. Oysa o ibare tam da amacı vurguluyordu. Gerçek değil milli eğitimdi amaçlanan. Öğrenmemiz istenilenler doldurulmuştu o çuvala. Geçmişimizden kopalım ve Kemalist ulus devletin istediği torna tezgâhında şekillenelim diye tasarlanmıştı her şey. Bu yüzden de Cumhuriyetin nimetlerine kolayca inandık. Devrimlere de inanmıştık aynı kolaylıkla. Mesela Arap harflerinin kullanımının ve öğreniminin zor olduğuna, Latin harflerine geçince okur-yazarlığın arttığına kolayca inanmıştık. Mantıklı da görünmüştü üstelik. Tabii o zamanlar neden Irak veya Suriye toplumlarında Arap harfleri kullanıldığı halde okur-yazar oranının bizden daha yüksek olduğunu sorgulamamıştık. Hoş böyle bir gerçeklikten de haberdar da değildik o zamanlar. Cumhuriyet'in ilanından on yıl önce, Harput'ta, Fırat kolejindeki Ermeni öğrencilerin Ermeni alfabesi ile Ermenice, Arap alfabesi ile Osmanlıca, Latin alfabesi ile de Fransızca okuyup yazdıklarını da bilmiyorduk. Örneğin cumhuriyetimizin kadınlara Avrupa'daki birçok devletten önce seçim hakkı tanıdığından, kıyafet devrimiyle onları özgürleştirdiğinden şüphe bile etmiyorduk. Hâlbuki kadının bu gün bile adı yok bu ülkede. Tabii Cumhuriyet balolarının o hotozlu hanımefendilerini "kadınlarımız" saymazsak. Sonuçta Osmanlı imparatorluğu her ne kadar bir çöküş süreci yaşıyor olsa da, aslında çağının ivmesini yakalamaya çalışan, kırsal kesimde değilse bile şehirlerde zamanın gereklerine uygun bir yaşam sürdürüyordu. Yani Cumhuriyet önce bu gelişmiş uygarlığı tarumar etmiş, kentleri yoksullaştırmış, ardından da kalkınma hamlesi başlatmıştı. Cumhuriyet'ten önce Diyarbekir ülkenin dördüncü gelişmiş iliyken, günümüzde altmışıncı sırada yer alıyor. Aynı şekilde, nasıl olup da yeni devletin tüm kurucu kadrolarının birkaç yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde suçlular ordusuna dönüştüğüne, İstiklal mahkemeleri ve benzeri süreçlerle tasfiye edildiklerine, Mustafa Kemal'in nasıl 'tek adam' haline geldiğine ilgi duymuyorduk. Zaten bu netameli konular ne lise tarih kitaplarında yazılıydı, ne de öğretmenlerimizin anlatımlarında. Bu yapay tarihin daha iyi anlaşılabilmesi için, milli eğitim tedrisatının dışında, alternatif bir tarih okumasına ihtiyacımız vardı. Üstelik on-on beş yıl öncesine kadar bu konuda Türkçe yazılmış kaynak bulmak da neredeyse imkânsızdı. Sistem yarattığı efsanenin tartışılmasına tahammül edemiyordu. Bir dizi yasayla korumaya almıştı yapay tarihini. Tüm bunların sonucunda da, kendini laik, devrimci, solcu filan sanan bir avuç Nasyonal Sosyalist, şimdi var güçleri ile kuvay-ı milliye ruhunu canlandırmaya çalışıyorlar. Emekle, emekçiyle, halkların kaderlerini belirleme hakkıyla tüm bağını koparmış bir solculuk, kalpak giyerek gericilikle savaşabileceğini zannediyor. Bu gün yalan ve yanlış bir cumhuriyetin kuruluşunun 90. yılı. Faşistlere kutlu olsun! Agos kızılbaş - sayfa 48 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ordularının işgali altındaki ülkeler Prof. Atilla Yayla Ekim başlarında dünya medyasına düşen ilginç bir haberle, bu yılın Temmuz ayında bir darbeyle 11 ay önce demokratik seçimlerle iş başına gelmiş olan cumhurbaşkanı Mursi'yi deviren Mısır ordusunun müdahale hazırlıklarına 2012'nin Aralık ayı civarında başladığı ortaya çıktı. Bir haber ajansının elinde bulunan, darbeci general Sisi'nin başkanlığında yapılan bir toplantıyla ilgili üç saatlik video kaydının yalnızca 3 dakikalık bölümü yayınlandı. Kayıtlarda Sisi ve adamları, ordunun itibarının zedelenmesinden ve hükümranlığının yıkılmasından şikayet ederek, bir restorasyon talep ediyordu. Diktatör Mübarek'in devrilmesinden beridir, medyanın orduyu 'gelişigüzel' eleştirdiğine dikkat çekiyor ve 'orduyla ilgili haberlerin ancak askerî istihbaratın izniyle yapılabildiği' eski güzel günlere özlem dile getiriyordu. Ömer adlı bir subay, 'Medyada 20, 25 kişi hükmediyor. Bir ekip kurmalıyız ve bu ekip gizli şekilde medyanın nabzını tutanlarla ilişki kurmalı ve onları ya kazanmalı ya da korkutmalı' diyordu. Mursi tarafından Genel Kurmay başkanı olarak atanmış olan Sisi ise, 'gerekenin' yapılacağına söz veriyordu. Geri kalanında kim bilir ne ilginç konuşmaların bulunduğu videonun medyaya sızdırılan bu üç dakikalık kısmı bile Mısır'daki darbenin arka planını açıklamaya yeterli. Mısır ordusu, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına sürpriz olmayacak şekilde, kendisini siyasî sistemin merkezine koyuyor ve ülkenin gerçek ve tartışılmaz sahibi olarak görüyor. İtibarını ve hâkimiyetini her şeyin üstüne yerleştiriyor. Dokunulmaz ve eleştirilmez olduğunu düşünüyor. Bir milletin ordusu olarak değil, milleti olan bir ordu olarak varlığını sürdürme kararlılığı sergiliyor. Demokratik iktidara sadakat ve saygı duymuyor. Bu bilginin ortaya çıkması biri mahallî diğeri genel iki gerçeği aydınlatıyor. İlk olarak, Mısır'daki darbenin amacı, demokrasiyi korumaktan ziyade ordunun itibarını takviye etmek ve hâkimiyetini yeniden kurmak. Darbeyle itibarın korunamayacağı açık. Mısır ordusu toplumun darbeye destek veren kesimleri nezdinde itibarını güçlendirmiş olabilir, ama diğer kesimleri nezdinde tersi oldu, ordunun itibarı dibe vurdu. Evet, ordu geçici olduğunu zamanla anlayacağı bir hükümranlık kurdu, fakat iktidarda harcadığı her an müstakbel iktidarının altını oyuyor. Bunu da zamanla görecek. Tabiî bu arada, Mısır darbesinin dünyadaki, özellikle Türkiye'deki destekçilerine sormamız gerekiyor: Ne düşünüyorsunuz hanımlar, beyler? Hâlâ darbenin demokrasiyi kurtarmak için yapılan bir meşru operasyon ve ordunun katliamlarının gerekli 'temizlik harekâtları' olduğu kanaatinde misiniz? Fikriniz değişti mi? Değişmediyse niye? Değiştiyse özür dileyecek misiniz? Mısır darbesinin gerçek yüzünün ve amacının bu video kaydı üzerinden dünyaya pis pis sırıtması, konsolide demokrasiler dışındaki yer yüzünde, özellikle Ortadoğu'da şahit olunan bir vakıayı tekrar gözler önüne seriyor: Fakir toplumlar tarafından büyük fedakârlıklarla yaşatılan orduların kendi ülkelerinin işgalcisi olması. Üçüncü dünya ülkelerinin kendi ordularının işgali altında bulunduğu boşuna söylenmemiş. Buralarda ordu toplumun üzerinde yaşayan asalak bir varlık. En büyük amacı kendi imtiyazlı statüsünü sürdürmek ve refah seviyesini yükseltmek. Bu yüzden toplumun hizmetine koşmak yerine toplumu kendi hizmetine koşuyor. Bütün zihniyeti ve yapılanması bu esas üzerine kurgulanmış. Kendisini toplumun velinimeti olarak görüyor. Kendisine silah ve insan gücü veren topluma efendilik taslıyor, efeleniyor, dikleniyor. Bütün bunların tecessüm ettiği en iyi örnek Mısır ordusu. İsrail karşısında süklüm püklüm olan, yerlerde sürünen Mısır ordusunun subayları kendi vatandaşlarına karşı aslan, daha doğrusu canavar kesiliyor. Barışçıl gösteri yapan ve demokrasiye sahip çıkan silahsız insanların üstüne tankla, makinalı tüfekle, bombayla gidiyor. Mısır'dan söz ediyoruz ama yakın zamanlara kadar Türkiye'deki durum da çok farklı olmaktan uzaktı. Mısır ordusundaki darbeci zihniyetle Türkiye ordusundaki darbeci zihniyet aynı. Bereket versin bu ülke son yıllarda sistemindeki militarist, üçüncü dünyacı mevzuatı ve yapılanmayı tasfiye etmek, darbecilerden ve darbe teşebbüslerine geçenlerden hukuk aracılığıyla hesap sormak için önemli adımlar attı. Bütün hatalarına, yanlışlarına ve eksiklerine rağmen Balyoz, Ergenekon, 28 Şubat ve 12 Eylül yargılamalarını bu çerçevede görmek gerekir. Buna paralel olarak orduya egemen zihniyette de yavaş da olsa bir değişim yaşandığı gözleniyor. Kısaca, Türkiye kendi ordusunun işgali altında bir ülke olmaktan adım adım çıkıyor. Darısı Mısır'ın başına. Kaynak: http://yenisafak.com.tr/yazarlar/atillayayla/ordularinin-isgali-altindaki-ulkeler/40241 kızılbaş - sayfa 49 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BERFO kayaların yarıkalarına, sonra derelerin kıyılarına ve kürdistanın tekmil dağlarının en doruklarına çıktı. yoktu. uçan kuşa,yolda giden yolcuya sordu bürtü böceğe,ağaca suya sordu oğlunu kimse salık vermedi cemilin... ANA.... Aram Ararat yatağında son bir kez daha doğruldu.kırışımış,ve dermansız kalmış elerini,yorgun ve bitat düşen bedenine destek yaparak zor bele duvara tutuna tutuna yeklenerek ayağa kalktı.binbir umutla pencereye doğru yüneledi. son bir kez pencereden sokağa baktı. sokak bomboştu daha doğrusu o öyle gürüyordu.kırışık yüzüne düşmüş karbeyaz saçlarını titrek eliyle geriye çekti,sonra da her iki eliyle feri kalmamış güzlerini ovuşturdu,sonra bir daha baktı sokağa.bu defa sokak baştanbaşa saydam ince bir buğuyla kaplıydı.bu saydam buğunu içinde bembeyaz bir entari içinde cemil,her iki kolarını açmış ona doğru koşuyordu.oda büyük bir sevinçle cemil e doğru koşmaya başladı tam cemil i yakalıyordu,cemil bir anda güzünde yitip gidiyordu,o ise yüzükoyun yere kapanıyordu.az sonra bir daha cemil,"dayé dayé"diye çağırıyordu.o ise bir daha cemil e koşuyordu ve cemil bir daha güzden ırayıp gidiyordu. en sonunda cemil i tam yakalıyordu bu sefer cemil ansızın kemik yığınına dönüşüyordu.oda bu kemik yığının başında çüküyor,ve yaklaşık kırk yıldır aynı ağıtı yakıyordu."cemilémın lolawo payize wexta beran berdané/ denge dahol u zurneyan té lolawo disa dawat u dilane/çavémın lı réya te qerimi mal xırab dılémın büryane/eşu külu kesere te ez kuştım ez perıtandım berxo dünya lımın bu wérane"diye devam ediyordu... boğazı kurumuştu dili damağına yapışmıştı yaban bir ağrı gelmiş böğrüne saplamıştı,içi paramparçaydı yürği cayır cayır yanayordu dili ağzında kesik,dilim dilim olmuştu.duyulur duyulmaz bir sesle tornuna seslendi"keçé tasek ava cemidi"diye su istedi.tornu suyu getirip verdi ona,oda koca bir sürahi aldı kafaya dikti ve bir nefeste hepsini içti.sonra her iki koları yana düştü rengi benzi atmıştı,ince beyaz bir çizgi dudaklarına konmuş,ölümcül bir ağırlık bedenine çükmüş ,ağırlığın altında durmadan ığrılıyordu, güz kapağı ağır ağır kapandı. işte yine cemil tam karşısındaydı ve ona elini uzatıyordu,cemilin tam elin tutarken birden ayağı kaydı ve cemil in ayakların dibinde yere yığıldı.cemil,koştu başını kaldırdı dizine koydu.güzleri yarı açıktı,yaşlı güzlerinde ürkekçe iki damla yaş süzülmüş öylece kirpiklerinde asılı kala kalmıştı.cemil anesinin artık daha fazla acı çekmesini istemiyordu sağ elin ayasıyla anesinin güz kapağına sürdü ve annesi güzünü kapatı... evet BERFO ana bir tarihtir,acının kederin ve hüznün tarihi.bir asra yakındır oğlu,cemili arıyordu.cemil kış mevsimin soğuk ve karanlık bir gecede,karanlık kişiler tarafında kaçırılmıştı.o gün bugündür bir daha haber alınmamaştı.BERFO ana eline bir demir deynek, ayağına da çelikten bir ayakkabı geçirmiş,ve yollara düşmüştü.dağ dağ,ova ova,kasaba kasaba,köy köy, mezre mezre,şehir şehir dolaşmıştı fakat bulmamıştı oğlunu.ağaçaların kovuğuna baktı, yalçın bir yarım asır her gece sabah kadar hiç durmadan ağlamıştı.güz yaşaları sel olup aras nehrine karışmış,ülke sınırlarını aşmıştı.acının en belasıydı evlat acısı yakar eritir insanı dirhem dirhem bitirir.cehnem ateşinden beter bir ateş gibi cayır vayır yakar."SİZİN HİÇ EVLADINIZ KAYBOLDUMMU?"veya hiç "EVALDINI KAYBEDEN İNSANLARIN GÜZLERİNİ GÜRDÜNÜZMÜ?"... evet BERFO ana her gece yatığında kapısını açık bırakıyordu bir umutla cemil gelir diye ama olmadı cemil gelmedi.o halde cemil gelmdi diyerk kendisi cemilin yanına gitti... ey dağ ve dağın ardındakiler,ey düz ovada siyaset yapan koca koca adamlar,ey zalimin zülümüne karşı koyan onurlu insanlar, ey züllümüyle övünen korkak zallimler,ey kundaktaki bebek ve ey duvaklı gelin haberiniz varmı berfo ana oğluna kavuşmak için öldü... yaşlı yaşlı kadınları getirin ağıtlar yaksın BERFO ana, ve oğlu cemilin acılarına.ağlasınlar acıyla yırtsınlar yüzlerini,belki biraz dinecek ağrıları. sonra melayé ciziriyi getirin iki beyt okusun kederli kederli.dengbejler divanı kursunlar, bu hüzün dolu yaşamı sesleriyle biçimlendirsinler. sonra tekmil dağların tüm kavlacıları getirin,nefeslerile bu acıya ortak olsunlar. yıldız çakara, haber salın bir kaç söz biçimlendirsin BERFO anaya ve oğlu cemilin yaralarına.en sonunda şeroyé bıro sisılé kılamıyla katılsın bu bela eleme, ve bu hazin dolu hikayeye... evet BERFO ana öldü ve cumartesiler öksüz kaldı.fakat unutulmasınki zalimlar kadar züllüme karşı koyanlar da vardır.... kızılbaş - sayfa 50 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 KENDİNE DÖNMEK.... -Kırklar cemini hatırlıyor musun? Remzi Aydın -Evet, Dewres Cemalli Pir anlatmıştı. -Evet, anlattı ama o sana sadece perdedeki gölgeyi anlattı, gerisini bana bıraktı. Yine aklımdan geçenleri okumuştu, belki de benden daha önce beynime giriyordu. Ondan bir şey gizlenilmeyeceğini defalarca ispatlamıştı ama ben hâlâ buna alışamamıştım. -Şimdi iyi dinle! Bu anlatım, akıl alanı dışına taşmasına rağmen, ışık felsefesinin, beyin ve ruh aynasında, tutucu inançlara karşı ileri sürülmüş karşı anlaşmanın şartlarıdır. Ortodoks tutucu inançlar, ışık yolunun yolcularına kendi inancını dayattı. Katı kurallı inancın elçisi, sezgisel aklı sayesinde yani içgüdüsel zekâsı ile gönül yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğa, Tanrının elçisi, kulu olarak yola çıkan bu kimlik, “fakirlerin hizmetkârı” durumunda, halktan biri olarak eğitilerek geri döndü. Bu eğitimi, Cibril (akıl) yardımıyla, kendine yaptığı (sonsuz boşluk) yolculuk sonunda, halk temsilcisine (mı-xometh” dönüşerek tamamladı. Tanrı, elçisine doksan bin sözden bahsetti, bunun otuz bini Kutsal Kitabı oluşturur ve ümmete ithaf edilir, atmış bini ise Oli’de (Êlî) “Kırklar Cemi’n de” sırdır. -Şimdi daha iyi hatırlıyorum, Elçi Tanrı katına çıktığında yani “Algısal Miraca” orada bir kapı gördü. O zaman bu kapı iç dünyasında, ruhunda ya da anılarında var olan gizli yerdi, belki de kara delik denilen yer orası, insanı tümüyle yutan ve dönüştürerek mad- deselliğini orada bırakıp, ışık olarak dışarıya fışkırdığı yer. Kapıdan içeriye “Elçi” sıfatıyla giremedi, defalarca denediyse de içerden” biz ümmet değiliz, kul değiliz, peygambere ihtiyaç duymayız” cevabı alarak ret edildi. Ta ki, “”Cibril” (akıl) aracılığı ile “fakirlerin hizmetkârı” anahtarını bulana dek. On altı kadın, yirmi üç erkek ve Selman Farisi ile kırk kişi, bu kırklar makamının simgesi mi bunu çözemedim. Kadın-erkek eşitliğine dayalı olan bu topluluk, “en küçüğümüz ve en büyüğümüz bizim ulumuzdur” sözü ile renk-dil-ırk-cinsiyet ayrımını ters yüz etmiştir. Bu yolculuk sırasında Elçi, kırklar meclisinin kapısında “kulak abdesti” yoluyla yıkandı, Mecliste ise kırk bire eşit dağıtılmak zorunda kalınan, tek üzüm tanesi dolu haline getirildi ve içildi. Elçi burada da inançta; akılla simgeleşmiş doluyu içerek, bu kez de daha “akıl abdesti” almış oldu, bu; iç temizliği, ruh temizliği anlamına geliyor. Bilgi ile yıkanan Elçi, toplumsal aklın temsilcisi olan kırklara biat eder. Doludan sonraki semah, kul durumundan; yorum, yetenek durumuna dönüşen insanların, bedensel ayrılıkları elinin tersiyle ittikleri, ışığı insanını önceledikleri toplu davranıştır. Bu da, inanç tanrısı yerine insan tanrıyı kabul eden bir ritüeldir. Ama anlayamadığım, neden yirmi kadın, yirmi erkek değil? -Maddeler dünyasında, yirmi eşittir yirmi olabilir. Ama orası maddeler ötesi alan ve orada ne zaman ne mekân var, hatta sayısal değerler yok. Sadece ruh var, ruhun ne erkeği olur ne de dişisi. Rakamlar bu anlamda tuzaktır. Madde dünyasında nasıl gözün altın oranı varsa, yüreğinde bir oranı vardır, ama şu anda konumuz bu değil. Devam et bakalım fotoğrafçı, parçalanan yüreğin başka neyi sezinliyor. -Semahı ve Oli’yi okumasını bilen kişi, atmış bin sözcüğün ne olduğunu anlar. Ama cümle kuramaz, anlamı kavramak farklı bir şey. Ya da milyonlarca farklı cümle kurar. -Gerçeğe giden yolun cümlelerle işi olmaz. -Sessizlerin ve konuşmasını bilmeyenlerin diliyle konuş. Piro, gülümserken kızıl ışığın yansıması da titriyordu, duvardaki katmanlar sanki sürekli yer değiştiriyordu. Beyaz sakalları ve kaşları kızıl renge bürünüyor, Kızıl baş olarak beni ışığının içine çekiyordu. -Ama artık öyle düşünmüyorum, daha derin bir şey bu, belki de Kızılbaşlığın temeli orası. Işık yolu, kırklar cemi açıklığa kavuşunca aşikâr olur. İndiğimiz basamaklar ve kırklar cemi belki de aynı şey. Işık insanının iç dünyasını yansıttığını düşünüyorum. -Devam et bakalım! -Onaltı kadın, yirmi üç içerde olmak üzere, dışarıdaki ile yirmi dört erkek. Rakamlardaki sırları kavrayamadım açıkcası. Onaltıyı; bir ve altı olarak düşününce yedi rakamını buldum, yedi kutsal ışık, yedi kutup, yedi evren, Xowtumal gibi kavramlarla eşleştirince yedi kutsal bir rakam. Üretkenliğin, doğumun sembolü kadın olunca yediyi anlayabiliyorum. -Ya da gökkuşağının renkleri ve dolayısı ile insan ruhundan yayılan renklerin sayısı. -Belki öyledir! Yirmi üç rakamını iki ve üç olarak düşününce beş yapıyor, bu da duyu organlarına karşılık geliyor. Maddeyi algılama sayısı! Ya da yirmi beş erkek, iki ve beşin toplamı olarak yediye tamamlanır, bu da eşitlik anlamına gelebilir? -O zaman şöyle diyebilir misin? Kadın, ruhun sayısı, erkek ise maddenin algılayış sayısı, yani madde sayısı? O zamanda maddenin, ruha oranı ortaya çıkar belki de! -Altın oran aklıma geliyor, evrenin oranı olan 1,618. Cibril, Elçi ve diğer yirmi dört erkeği toplarsam, altın orana çok yakın oran yakalamış olurum. Bu da estetiğin ve mükemmeliğin ölçüsü. Fakat yine de yüreğim hayır diyor, başka bir şey olmalı. Belki de ışığın ışığa oranıdır! -Devam et bakalım, doğru soru doğru cevabı anından çıkarıp getirir! Bu arada; kovandaki dişi ve erkek arı oranıyla, kırklardaki oran aynıdır. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 -Yirmi dört rakamını düşününce iki ve dört, eder altı, bunu da yönler olarak kabul edersek, Selmanı Farisi altıncı Kişi, tüm yönlerin dışında, çünkü hiçlikte. Ama Oli’nin parmağı kesilince onun kanıda dışarıdan içeriye doğru aktı, bu da altı yönün dışında olanın bütünlükten ayrı olmadığını anlatıyor. Bir süre nefes aldım, toparlamaya çalıştım olayları, bu aynı zamanda kendimi ispat edebileceğim bir sınav gibiydi. Fakat o arada Piro’nun yüz şekli değişti, sertleşti, hata yaptığımı egoma ya da kibrime, nefsime yenildiğimi fark ettim. Düşünceleri boşalttım kafamdan ve doğaçlama anlatmaya devam ettim. -Dışardan katılan elçi kırkın içinde yer alamadı, o zaman çıkarılması gerekir ki buda üç demektir. Üç ise tekin diğer ismidir. Xaq-Mıxometh-Êlî ile üçlükten tekliğe iniş vardır. -Yani? -Her şey tektir, kadın ya da erkek yoktur her şey Saf Gevherin yansımasıdır ve Saf Gevherdir. -Devam et bakalım, ne çıkacak ortaya? -Altı yönün dışından gelen yiyecek olan Henguri (üzüm) dünyasal bir yiyecek olamaz. Çünkü tek bir üzüm tanesi kırk bir kişiye dağıtılarak, kırk biri mest edemez. Kırk birin aklını duman eden, aşk hali olmalı! O zaman üzüm aşkın kendisi ve altı yön dışından insana sunulan meyve ve helal üstelik. Ve bir tek tane, yani tek olanın aşkı, mutlak aşk. Bunu da nereden biliyorum, Mıxometh tek üzümü kırk bire dağıtma şaşkınlığı yaşarken, sezgisel akıl devreye girerek, tas içinde ezilmesini emrediyor. Ve bu öyle bir aşk ki, herkese yetebiliyor. Ya da teki sevmek aslında tüm evreni sevmek gibi. MiXometh sözcüğünü gerçek anlamı olan “Halk” olarak kullanırsak, halka eşit paylaşım görevi yüklenmiş olur. luşu yani cenneti kabul etmeyişinin en belirgin nişanı. İnsanlar henüz yaratılmadan önce yaşandığı rivayeti ise, ışık insanının tanrısal özden vaz geçmeden önceki haliymiş gibi geliyor, ya da henüz insan kendi bilincini oluşturamadan önceki hal. Miraç olayı ise, bu işin Dünyamadde dışında olduğunu anlatıyor, o zaman bu saf akıldan başka bir yer olamaz yani Xızırın mekânı. -Hım! Pir, elindeki keskiyle tortularını baya yontmuş. Devam et bakalım başka neler var mektubunda, oku. -Selmanı Farsiyi gaipte olarak kabul edersek, geriye otuz dokuz var buda üç ve dokuz eder ki, oniki kültüne karşı gelir. Selmani Farsi Mehdi gibidir, dışarıdan getirdiği şey ile semahın aşkını, ilk hareketi başlatır. Bu evreni tekrar düzene koyma inancı ile eşleşiyor. Selmanı Farsi, dışarıdan geliyor, dışarıdan getiriyor ama aslında bütünün parçası ve bütünlük onun gelişi ile tamamlanıp, aşk haline geçiş yaşanıyor. -Peki fotoğrafçı, Oli’yi (Êlî) anlat bana! Yaşlı adam sonra gülümsedi, gökyüzü sanki birden açıldı, şimşek ve gürültü birden bire kayboldu, ilkbaharın o muhteşem kokusunu ve dinginliğini yaşadım. -Mektuba bakayım ne yazıyor, her ne kadar şimdi gibi gözükse de mektup çok önceden yazıldı, benim şimdim bile geçmişin şu anki yaşanmışlığı. -Başka! -Hım! Yalnız rakamlarla uğraşma, onlar sonsuzluk içinde belirli düzene bağlı düşünsel oluştur, tıpkı yıldızlar ve sonsuzluktaki düzen gibi. Öylesine muhteşemce hazırlanmıştır ki, en ufak bir hatayı kabul etmez, her sayı ya da yıldız yerini, konumunu, değerini bilir ve ona göre bir yerde bulunur. Bunu birlikte yıldızları izlediğimizde daha rahat hatırlayacaksın, şimdilik bırak tortularından arınsın. -Mıxometh, elçi olmasına rağmen ki o zaman henüz adı Ahmet, kapıdan içeriye alınmıyor. Ta ki Dünyasal sıfatları ve eşyaları kapının önünde bırakana dek, “fukaranın-halkın hizmetkârıyım” sözünden sonra kabul ediliyor. Bu da ışık insanının tek kişilik kurtu- -İki adet Oli var, biri Elçinin damadı ama bu Zahiri ve Ortodoks inanca göre. Işık felsefesine göre Oli kimliği, baskıcı ve katı inanca karşı koyan insanların ardına sığındığı, bir zırhtı. Arap yarımadasındaki Ali elinde kılıçla insanları inancına sokarken, Anadolu da ki ışık insanlarının Êlî’si Arap Ali’sine başkaldıran, halkların özlemlerine ve umutlarına uygun şekilde giydirilerek, muhalif insanları kurtuluşa taşıyacak, sufilerin sözcüsü durumuna dönüştürüldü. -Peki Sufi kimdir Fotoğrafçı? -Sufi, Kızılbaşlıkta rehber kimliktir. -Hım! Rehber, aklın bedenleşmiş kimliğidir, Sufi; bir yol öğretmeni olarak, yol ehli cana hem su abdesti aldırır, bu su bedensel temizlik suyu değildir, içi temizleyen sudur. Hem de kulak abdesti verir, yol ehli canı (ruhu) bilgiyle yıkar, onun bir akıl varlığına dönüşmesini sağlar. Êlî, yani gerçekliğin gerçekliği, sufi makamında en üsttedir, katı ve baskıcı siyasete dönüşen sisteme başkaldıran, insanın kendi inancına ulaşmasını sağlayan yolun mistik kimliğidir, ama bu kimliğin özü sezgisel akıldır. Başlangıçta uzlete (kendine) çekilerek kendisini tanımaya ve kendisiyle savaşmaya başlayan sufi, bu savaş sonucunda kendi kabını parçalayarak kendini aşar, ilahi aşkı ve özü aramaya koyulur. Daha sonra bu felsefeyle kendini, çevresini ve evreni sorgular, tüm inanç yaratıklarını kendisinde somutlar. Saf aklın kılavuzluğunda kendine ve evrene hükmeder, zaman içinde sufi kimlikli insan; yorum ve yetenek varlığı olarak öne çıkar, yol önderliği yapar. -Bu güne bakınca ne görüyorsun fotoğrafçı? Bir toplum düşün ki, herkes olabiliyor, ama kendi olamıyor! Herkesin derdine derman oluyor ama kendisi yaralı! Herkesin savaşında ölüyor ama kendi kimliği işgal altında! Başkalarının cenazesinde ağıt yakıyor ama kendi çocuğunun ölümünde yapayalnız! Bir toplum düşün ki, “başkalarının ağaçlarında kök, lakin kendisi susuzluktan kuruyor”. Ve bir toplum düşün ki başkasının varlığına varlık katıyor ama kendisi yok! Endemik, bu sihirli bir sözcüktür! Sadece bir yerde yetişen ve başka ortamda yaşam şansı olmayan, tükenmesi ile bu varlığın yaşamsal izinin yokluğu anlaşılır. Bilim adamları, bir tek en- kızılbaş - sayfa 52 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 demik bitki ya da hayvan için yıllarca emek harcarlar, uzun araştırmalar ve emek sonucunda bilimsel literatüre bulan kişi olarak geçerler. Bir türün eksikliği, ekolojik dengenin sarsılması anlamına gelir. Şimdi, bir bitkinin yok oluşu bile bu kadar önemliyken, bir felsefenin yok oluşuna insan nasıl göz yumabilir? Bir dilin, inkar ve asimilasyon sonucu özgün yapısından uzaklaşması kime nasıl bir yarar sağlayabilir? -Günümüzde gördüğün şey bu mu? -Biz doğaya ve insana dönerdik yüzümüzü, Enel Hakk derdik, elimizi güneşe “Ey halkımın ışığı, aydınlatıcısı” diye açardık. O günlerde biz aya el açarken; “Ey ana Tanrıça, Ey Ana Fati-ma derdik”. Biz kırk yıl önce, suya, dağa, taşa, toprağa, ateşe, hayvanlara kardeş derdik, yüzümüzü kardeşimizin gül yüzüne sürercesine niyaz ederdik. Tanrının duvarlar arasına hapsolmayacağını, kendi ruhumuzdan bilirdik. O nedenle beş yüz yıllıkbin yıllık ağaçlarımız var ama yüz yıllık konaklarımızı hiç olmadı. Binlerce yıllık Musahipliğimiz, kivralığımız oldu ama ağalarımız olmadı. Biz ki tüm inançlara saygılıydık, birini diğerinden üstün görmedik, biz ki; yetmiş iki milleti aynı nazarda gördük, biz ki evrene saygılıydık, bir parça coğrafyaya sığamadık. Binlerce yıllık katliamlardan kurtulmuşken, son kırk yılın katliamından kurtulamadık, kendimize yabancılaştık. Hangi birini anlatayım Piro! Kırmanciki (Zone Xızıri) denilen dil yani ana dil, tam anlamıyla kuşatılmış, sözcükler değişiyor, farklı anlamlara bürünüyor, konuşan kişi sayısı gün be gün eriyor! Kızılbaşlık (Rae Xeq-Rae Xızıri) içi boşalmış bir halde, kendi ile tamamlanmaya çalışıyor. Xızır, Houwtemal, Qereçarseme, Muzıri, Duzgi, Xaskare, Dar-ber sizde yeno, Xere Merdu, Musaip, Kewra gibi kavramlar neredeyse tanınmıyor. Kaç çocuk, Xızır Cemini, Xeq cemini tanıyor? -Sonra? -Kendimizi nerede unuttuk, nasıl da yabancılaştık özümüze… Söylesene biz kimiz, neyiz? 15 Sep 2013 Η Νεκρανάσταση του Αλή - Αργύρης Μπακιρτζής Ὁ Ἀλής, τ᾿ ἀσλάνι τοῦ Θεοῦ, προτοῦ πεθάνει κάλεσε τὰ παιδιὰ τοῦ στὸ ντιβάνι τὸν Χουσεῒν μαζί με τὸ Χασάνη κι εἶπε τὸ τελευταῖο του φιρμάνι: Τὴ Ζουλφικὰρ προσέχτε τὸ σπαθί μου νὰ μπεῖ στὴν κάσα μου καὶ πάρτε τὴν εὐχή μου. Κι ἀφῆστε με μονάχο στὸ πατάρι ποὺ θά ῾ρθει ἕνας φακίρης νὰ μὲ πάρει. Τ᾿ ἀγόρια τὸν βολέψαν καὶ κρυφτῆκαν νὰ δοῦνε ποιὸς θὰ ῾ρχότανε σκεφτῆκαν. Μὰ ὁ ξένος εἶχε πρόσωπο κρυμμένο, μὲ πέπλο μυστηρίου σκεπασμένο. Τ᾿ ἀγόρια τὶς γκαμῆλες πλησιάζουν ποὺ κουβαλοῦσαν τὸν Ἀλῆ κι ἁρπάζουν τὸν πέπλο τοῦ φακίρη. Τότε ἐφάνη ὁ ἴδιος ὁ Ἀλῆς, τοῦ Θεοῦ τ᾿ ἀσλάνι. Κι ἔφυγε μέσ᾿ στὴν ἔρημο, ἐκεῖ πέρα, μὰ θὰ ξαναγυρίσει κάποια μέρα ὁ Ἀλῆς θανάτῳ θάνατον πατήσας, λιοντάρι τοῦ Θεοῦ καὶ τῆς ψυχῆς σας. Στίχοι: Εὐάγγελος Ζάχος Μουσική: Λάμπρος Τσίγγας Ἑρμηνεία: Ἀργύρης Μπακιρτζῆς Ayşegül Karadağ [email protected] EVRİM’İME Gülüşü; bir uçurumun kenarında insanın tutunacağı son dalı, son toprak parçasını anımsatıyor. Ve hiçbir mevsimde görülmeyen renklerde bir bahar saçıyor etrafa gülüşü. Öyle güzel, içten gülümsüyordu ki; yüreğimizi ısıtan, gülüşü binlerce bahara bedel. Ax Evrim ax. Sen aramızdan hiçbir zaman gitmedin ki. Bizimlesin hep. Sen yeniden doğacaksın, Evrim Evrim... Evrimler öyle saf ve masum ki; ölüm başka bedenlerde yeniden yeşerecek. Evrim’in güzelliği, Evrim’in gülüşü, Evrim’in masumluğu ovalardaki Berfinlerde, Şilanlarda yeniden hayat bulacak. Tıpkı bahar gibi... Her şeyin bir sebebi vardır: Senin sebebin de yeniden can bulmak, insanlığa, halklara, ezilenlere ulaşmak… Amacı inançlı, tertemiz, dürüst olanlara yol göstermekti. Evrim yeniden doğan Evrimlere kaldı. Onlar seninle yeniden var olacaklar, hep beraber adım atacak, hep beraber büyüyecek, hep beraber mücadele edecek, hep beraber yeniden gülecekler… Sen yeniden başka bedenlerde can buldukça hiç kaybolmayacaksın. Sen her şeyden önce bir kadınsın, sevdayı köklerinde yaşayan gizil bir kadın… Hiç unutamadağım EVRİM ALATAŞ’a kızılbaş - sayfa 53 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 'Zazaca a p ay r ı b i r d i l a m a . . .' Sevan Nişanyan Dilbilimci Sevan Nişanyan, kimi görüşlerin aksine, Zazaca'nın Kürtçe'nin bir lehçesi değil apayrı bir dil olduğunu söylüyor ama hemen ardından ekliyor: "Bu, Kürtlerde şiddetli tepki ve duygusal fırtına yaratan bir konu. Bu kadar duygusal konularda da net görüş belirtmek iyi değildir". İSTANBUL - Birleşmiş Milletler'e bağlı UNESCO'nun raporuna göre Türkiye'de tehlike altında bulunan 15 dil var. Bunlardan bazıları (Hertevince gibi) çok az sayıda insan tarafından konuşuluyor ve her an yokolabilir. Bazıları ise, karşılaştırmalı olarak, daha güvenli durumda. Çerkes dilleri, Abhazca ve Zazaca; risk altında olmakla beraber halen kayda değer sayıda insan tarafından konuşulan diller. önemli bir kısmı Zazaki'nin ayrı bir dil olduğunu belirtiyor. Bu konuda akademyanın ne dediğini öğrenmek için, tanınmış dilbilimci Sevan Nişanyan'ın görüşlerine başvurduk. "Zazaca gerçeğiyle" tanışmama, TRT Şeş'te çalışmaya başladığını öğrendiğim Tuncelili (Dersimli) bir meslektaşıma "Demek ki bundan sonra bir süre Kürtçe habercilik yapacaksın" dediğimde aldığım yanıt vesile olmuştu geçen yıl: "Ben Kürtçe'den anlamıyorum ki, benim anadilim Zazaca". UNESCO'nun 'tehlike altındaki diller' listesinde Türkiye'yi "temsil eden" 15 dil üzerine bir yazı dizisi hazırlamam söz konusu olduğunda, bu seriyi Zazaca ile başlatma kararı almamı sağlayan ise Kürt yazar Altan Tan'ın bir söyleşideki su sözleri oldu: "Bugün Kürtçe için konuştuğumuz konular, Kürt sorunu çözüldükten sonra Zazaca için konuşulacak". Sevan Nişanyan, kendisiyle gerçekleştirdiğimiz ve birkaç paragraf aşağıda okuyabileceğiniz söyleşisinde Zazaca ile Kürtçe arasındaki mesafenin, İtalyanca ile İspanyolca arasındaki mesafeden bile fazla olduğunu söylüyor. Bu, tepki çeken bir görüş. Farklı görüşleri yansıtma etik sorumluluğu gereği, Nişanyan'ın ortaya koyduğu görüşe muhalefet edenlere de burada yer açmak gerekiyor. ntvmsnbc, 'Türkiye'nin yokolan dilleri' dosyasını açıyor. Bugün başladığımız dizide ilk konu başlığı Zazaca... Kırmancki, Zazaki, Dımıli gibi isimlerle de anılan bu dile dair, önümüzdeki yıllarda gündemi daha fazla işgal etmesi muhtemel bir tartışma alttan alta devam ediyor. Kimi görüşlere göre Zazaca diye ayrı bir dilden söz etmek mümkün değil çünkü bu Kürtçe'nin bir lehçesi. Bu görüşü savunan Kürt milliyetçi çevreleri, Zazaki'nin ayrı bir dil olarak ortaya konmasını, ardında devletin bulunduğu bir "nifak" girişimi olarak yorumluyorlar. Diyarbakır'ın yerel kanalı Gün TV'nin Kürtçe haber spikeri Hangül Özbey'e göre "gerek internet üzerinden, gerekse farklı basın kuruluşları aracılığıyla, Zazaların farklı bir halk olduğu, Kurmanclar tarafından asimile edilmek istendiği, Dimilî lehçesinin lehçe değil kendi başına bir dil olduğu, Kurmanclar tarafından önemsenmediği, kısacası Zazaların ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü iddia ediliyor". Özbey şöyle devam ediyor: "Bu iddiaların temel nedeni, Kurmanclar ve Zazalar arasında çelişki yaratmak ve bu çelişkiler üzerinden kendini yaşatma çabasıdır. Kürtler arasında böyle bir ayrım söz konusu olamaz". Ancak Türkiyeli Zaza toplumunun Şair-yazar İbrahim Halil Baran da Zazaca'nın Kürtçe'den gayrı bir dil olduğu görüşüne şiddetle karşı çıkıyor: "Kürtçe ve Zazaca diye iki ayrı dilden bahsetmek için ortaya bir mihenk konulmalıdır. İkisinin ayrı dil olduğuna karar vermelerini gerekçelendiren morfolojik, semantik sentaks ya da gramatik şey ne? Elbette diller zamanla gelişir ve birbirlerinden koparak yeni diller, dil aileleri meydana getirirler ama Kürtlerin kullandıkları diller için bunu söylemek henüz çok erken ve ikisinin ayrı dil olduğuna dair bir ayrımdan bahsetmek mümkün değil. Türkiye’de bunun tartışılması da ne yazık ki diğer bütün meseleler gibi bilimsel bir kaygıdan değil siyasi durumdan kaynaklanıyor". Baran, Zazaca'nın gündeme getirilme şeklini, ardında devletin olduğu bir "PR" çalışması olarak gördüğünü ima ediyor: "Bazen bir şeyin yaygın kanaat haline gelmesi için o şeyin doğruluğu değil, doğru bir iletişim diliyle pazarlanması yeterlidir. Zazalık meselesinde de ne yazık ki bu böyle olmaya devam ediyor ve devletimiz ‘bölücülükte’ başarılı olduğunu bir daha kanıtlamakta. Kürt-Zaza gibi bir ayrımda bulunmak Kürt toplumunun üzerinde durduğu sosyolojik temelleri bilmemek demektir. Kürtlük, içinde birçok etnik yapıyı barındıran bir şemsiye kimlik konumundadır. Bu yüzden Kürtler kendilerini Kürt ve Zaza olarak değil Kurmanc ve Kirmanc olarak tasnif ediyorlar. Bugün kendisine Zaza diyen 70 yaşında bir Kürde rastlayamazsınız". Şimdi ise dilerseniz Sevan Nişanyan'a kulak verelim: Zazaca meselesinde Kürt milliyetçi çevrelerinde şöyle bir eğilim var biliyorsunuz; “Bu ayrı bir dil değil, Kürtçe’nin lehçesi. Kürt dilleri var Sorani, Kurmanci gibi. Bu da onlardan bir tanesi”… Buna karşı da şöyle bir görüş var; “Hayır, Zazaca ayrı bir dil”. Kürt milliyetçi literatürü ise buna “hayır, bu aramızda yapay farklılık yaratmak isteyenlerin uydurduğu bir şey” diye karşılık veriyor. Sizin görüşünüz? kızılbaş - sayfa 54 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ben bir tarihte Taraf’taki köşemde bu konuda iki üç yazı yazdım. Gökyüzü tepeme yıkıldı diyebilirim. Korkunç bir duygusal fırtına yaratan bir konu. Akademik görüş son derece nettir, Zazaca ayrı bir dildir. Lehçenin standardı bellidir, iki dil karşılıklı olarak, özel bir eğitim almadan ve tam teşekküllü cümlelerle konuşulduğunda birbirini anlayabilir mi anlayamaz mı… Zazaca ve Kurmanci birbirini anlayabilen diller değildir. Dolayısıyla teknik olarak bunlar iki ayrı dildir. Parantez açıp bir şey sorabilir miyim? Azerice ayrı bir dil mi lehçe mi? Bence lehçe olması gerekir. Çünkü Azerice ile Türkçe birbirini anlayabiliyor. Buna karşılık Türkçe ile Özbekçe iki ayrı dil sayılmalıdır. Tam sınırı kestirmek güçtür bu işlerde. Yorum meselesidir, biraz meşrebe bakıyor. Günümüzde genel trend dünyada, arada en ufak bir fark varsa ayrı dil kabul etme yönündedir. Yani İspanya’da Galego lehçesinin dil sayılması bundan 15-20 yıl öncesine kadar düşünülebilecek bir şey değilken şimdi genel “doğru görüş” bunların ayrı dil olarak kabul edilmesi yönündedir. İsviçre Almancası da ayrı bir dil kabul ediliyor artık. Dolayısıyla da gerek bilimsel yaklaşım, gerekse dünya çapında baktığı- nız zaman bugünün trendlerine uygun olan yaklaşım; Kürtçe ve Zazaca’yı iki ayrı dil olarak kabul etmektir. Buna karşılık bu görüş Kürtler arasında çok şiddetli bir tepki topluyor, duygusal bir fırtına yaratıyor. İkinci olarak, Zazaların kendisi de tastamam ikiye bölünmüş durumda. Bir yarısı bu bir lehçedir diyor, diğer yarısı bu ayrı bir dildir diye gazeteye bir cümle yazdığınızda “ağam babam elini öpeyim” duygularına kapılıyor. Çok duygusal bir konu ve bu kadar duygusal konularda net görüşler ifade etmek bence iyi değildir. Ama ben şunu anlıyorum. Dünyadaki trendi de bir kenara bırakarak söylemek gerekirse, siz bu iki dili konuşan iki kişinin, biraraya geldikleri zaman, özel bir eğitim almamışlarsa birbirlerini anlayamadıklarını söylüyorsunuz… Evet, apaçık… Yani İrani diller disiplininde iki ayrı dil kabul edilir. Zazaca Kürtçe’ye nazaran çok daha arkaik özelliklerini koruyan, yani eski İranca hakkında daha fazla bilgi veren enteresan bir dildir. Kurmanci dili fazlasıyla evrilmişken Zazaca çok daha muhafazakâr ögelerini korumuş olan bir İrani dildir. Benim anladığım kadarıyla Zazaca ile Kürtçe arasındaki fark, mesela İspanyolca ile İtalyanca arasındaki farktan çok daha fazladır. O zaman bitmiş bu iş demektir… Bana da öyle geliyor. Ama bunu söylediğiniz zaman linç edilebilirsiniz, anlatabiliyor muyum… Bunda da haklı bir takım kaygılar var. Gerçekten doğrudur, Türk devleti nifak amacıyla bu tez üzerinde çalışmıştır. Devletin böyle bir tutumu olduğuna dair somut bir kanıt var mı? Somut bir şey şu anda aklıma gelmiyor ama geçmişte “Kürtçe diye bir dil yoktur” tezini savunmuş çevrelerde aynı zamanda Zazaca ile Kürtçe’nin farklı iki dil olduğunu savunan görüş de egemendir. Türk milliyetçiliği Zazaca ile Kürtçe’nin ayrı olduğuna dair ısrarlı bir bakış açısını korumuştur. Bu haksız oldukları anlamına gelmez, sadece bir gerçeği kötü amaçla da kullanabilirsiniz… Zazaların “lehçe mi dil mi” tartışmasında ikiye ayrılmış durumda olduğunu söylediniz. Bu ayrım hattı Sünni ve Alevi Zazaların arasından mı geçiyor? Tam değil. Sünni Zazalar daha çok Kürtçülüğe yatkın, Alevi Zazalar daha fazla Zazacılığa yatkın. Ama tam olarak böyle bir farklılaşma yok. Söz gelimi Siverek Zazaları Sünnidir ama şiddetle Zaza milliyetçisidir. Kaynak: http://www.ntvmsnbc.com kızılbaş - sayfa 55 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Xuşka û birayê hêja, ez dixwazim îro jî dilxweşiya xwe ya ku weşanxaneya NA yê, pirtûka min ya bi navê Gengeşe û Sedemên Peyva ku Êzdî Bilêvnakin da çapkirin https://www.facebook.com/ p a g e s / We% C5%9Fa n% C3% A A n N a - N a -Ya y % C 4 % B1 n l a r % C 4 %B1/287792558015256, ji we hêjayan re pêşkêşbikim. Hêvîdarim hûn jî weke min, ji vê xizmeta berpirsiyarên weşanxaneya NA yê birêz Yusuf Taştan, H. Kovan Baqî, Şems Qemer û Berfo Barî , yên ku pirtûka min ya bi navê Gengeşe û Sedemên Peyva ku Êzdî Bilêvnakin dane çapkirin razîbin. Her wisa ezê gelekî dilşad bim ku, naveroka vê pirtûka min ya bi navê Gengeşe û Sedemên Peyva ku Êzdî Bilêvnakin jî bi dilê we be, hûn jî bikaribin wê bi xwandevanên Kurd, dost û nasên xwe yên hêja bidine nasandin! Pêşgotina pirtûka Gengeşe û Sedemên Peyva ku Êzdî Bilêvnakin : Xwendevanên hêja, weke ku ez dizanim, Ezdahîtî di demên kevn de û bi taybetî jî di nav baweriyên gelên Mezopotamiya yên berê de, xwedî bandoreke mezin bûye û di tu wextê de jî ne bûye dînê dewletekê. Lê Xwedê nasîna EZDAHÎTİYÊ, weke ola xelkê, timî li dijî nêrîna ku ronakbîr, dîndar û rêberên dewletên desthilatdar, yên ku digotin–dibêjin, “rêvebirên desthilatdar pîroz in û hemû kiryarên wan rastin” derketiye. Lewma jî, gelek ji desthilatdarên ol û dewletên Mezopotamiya yên kevn û dagirkerên Kurdistanê (tevî şah, xelîfe, sultan, paşa, mîr, beg, walî, axa, cerdevan, jendirme û berpirsiyarên baylozxanên dewletên hevalbendên xwe) bi fetwa û kampanyayên xwe endamên EZDAHÎTİYÊ, mîna eşqiya, diz, hov, haydût û hwd. dane xuyanîkirin. Ewan ji bo armancên kesayetî û desthilatdariya xwe yên qirêj, gelek êrîş anîne ser Kurdistaniyan û bi taybetî jî, bi sed hezaran Êzdiyên bê sûc û gune bi darê zorê qulibandine ser dînê xwe, qirkirine, tevaya mal û milkên Êzdiyan li ser navên xwe çê kirine û bi hemd nehîştine, ku tu berhemên li ser Kurd, Kurdistanê û êrîşên zilma wan, di nav arşîva desthilatdariya wan de bêne veşartin. Lewma jî, lêkolîn û çavkaniyên ku di derheqê jiyan, fikr û ramanên pêşiyên me Kurd û endamên civaka Êzdiyan de agahî bidin gelekî kêm in. Bi dîtina min, piraniya çîrok, mesele, ayet, lêkolîn, berhem û hemû dîroka ku alim, zane, nivîskar, partî û rêxistinên dagirkerên Kurdistanê li ser dîroka netewa Kurd û bi taybetî jî yên li ser Êzdiyatiyê nivîsandine an jî gotine qet bi kêr nayên. Ji ber vê jî nezanîn, nenasîn û paşverûtiya di nava gelê Kurdistanê de, pişta gelek rizgarîxwazên Kurdistanê şikandiye û me ji hevûdinê dûrkirine. Pirsgirêka nenaskirina dîrok, zargotin û çanda ola EZDAHÎTİYÊ, hê jî di nav Kurdistanê û tevaya cîhanê de, kevintirîn pirsgirêka nasnama netewî ya Kurdî ye. Hişmendên netewa Kurd û Êzdîtiyê, heta vêga hê jî ew sedemên ku em Kurd ji hevûdinê dûrketine, bi rastî nedane fahmkirin. Mînak: Di gelek agahî, gengeşe û sedemên ku min ji nav zargotina civaka me tomar kirine de, hinek kesên Kurdperwer, rewşenbîr, ilimzane û oldarên me Êzdiyan yên ku vêga hê jî dibêjin (binêrin li hevpeyvîn û nêrînên ku di vê pirtûkê de ne !): Pêşiyên me, ji ber Êzdîtiya xwe û tirsa ku dengê vê gotina neqenc nebihîzin, ew nediçûne nava gelek mal, gund û bajaran û pêdiviyên xwe yên ferz jî temîn nedikirin. Ji vê tirsa ku Kurdên Bisilmanên nezan û olperest ê bi zarokên wan nekufirin û zarokên wan ji dînê wan derxînin, ne dihîştin ku zarokên wan herine dibistanan, nava gund û bajaran. Keç û jinên xwe bi tenê nedişandine tu deveran. Dema carekê ewan zanîbûna ew ê ji bona gelek ferz û pir pêdiviyan herine daîreyên fermî, berhemeke xwe bibirina firotanê, hinek pêdiviyên malê lazimbûna û hwd., diviyabûn ser, rû û libasên xwe weke yên Kurdên Bisilman bidine xwanê. Di ser vê bihemetkirinê de jî, hinga hinek Bisilmanên nezan û temenê wan mezin Êzdî nasdikirin, bi dengekî bilind ev gotina ji bo Êzdiyan niyeta xirab dide xwanê, diqîriyan. Heta pirê caran Bisilmanên fanatîknezan zarokê soqaqa bertîl dikirin û digotine zarokan, “herin di guhên vanên han de vê gotinê (navê mêrik) bibêjin”. Êzdiyan bi reva rev xwe ji nava wan olperest û nezanên Bisilmanan xilas dikirin.......... Min xwast di vê mînakê de bidime xwanêkirin, şahidê dîrokê ne tenê ew dokumentên ku ji alî û li goriya desthilatdarên dewletên dagirker û kevneperestên Kurdên Êzdî, Zerdeştî, Mazdakî, Cihû, Xaçparêz, Bisilman, Elewî û hwd. ve hatine nivîsandin. Hîna gelek bûyer û nimûnen wekî vê neheqiyê hene (çima wêjeya ol û parêzgehên me tune kirin, navên cîh û kesayetên Kurdî yên ku reseniya me di wan de xwanêdikirin rakirin, zimanên ku bi Kurdî diaxivîn jêkirin, semayên ku pirrengiya civakên Kurdî radixistin, qedexe kirin û hwd.?), ew hêja jî tam nehatine lêkolînkirin û fahmkirin. Ez bawerim, ew kesên ku naxwazin kızılbaş - sayfa 56 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dîroka xwe ya derbasbûyî nasbikin, ew hebûna xwe înkar dikin û dixwazin ku nezanî, zordarî, zilm û neheqî hebe. Vêca, ji bo ku zanîn û agahiyên hişmendên neteweya Kurd (rewşenbîr, nivîskar, berpirsiyarên mal, komel, ol, çande, partî û rêxistinên Kurdî) di derheqê hinek ji van sedemên nakokiyên ku neyaran berdaye nava dilê gelê Kurd û bi taybetî jî gelek zahmetî û neheqiyên ku Êzdiyan ji ber bikaranîna peyv–gotina neqenc (nifira ku bi tîpa Ş.... destpêdike û gelek Êzdî jê aciz in) dîtine nasbikin, em bikaribin hinekî ji dîroka derbasbûyî gengeşe bikin û ew dîroka xayîntiya derbasbûyî di pêşerojê de jî cardinê dûbare nebe, divê em hişmendên Êzdî jî hemû agahiyên, zilm û zora ku dewletên dagirker û kevneperestên Kurdên Bisilman li me û pêşiyên me kirine, ji ber devên rûsipiyên me yên ku vêga hêja dijîn, dikarin bûyerên bi serê xwe ve hatine û wanên hîna li sersinga wan veşartî mane bi devê xwe bibêjin, tevan ji bo parastin û pêşxistina çandê, dîrok, ziman û pirrengiya civakên Kurdîtiyê tomar bikin. Em bi herkesî bidine xwanêkirin ku, ola EZDAHÎTİYÊ nasnama Kurdîtiyê di tekoşîn û zargotina xwe de parastiye. Ez hêvîdarim, ku min karîbû bi berhevkirina van gengeşe û sedemên ku di vê pirtûkê de hatine tomarkirin re, ew erka Kurdperweriyê (ku ketiye ser milên min) anîbe cîh. Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê Kevneşopên Ezdîtiyê ****************** Spasî û diyarî ! Spas ji bo Xwedê û hemû bavkalên me Êzdiyan, yên ku ev baweriya Xwedênasîna Ezdahîtiya qedîm, bi can û keda xwe ji me re parastine. Ez vê berhema xwe ji bo wan rûspî û civaknasên ku bi wêrekî serpêkhatiyên xwe ji min ra gotine û hemû kesên ku ji ber Êzdînasîna xwe bi nivîskî beşdarî rastî û dewlemendiya sedemên peyva neqenc, nifira ku em Kurd ji hevûdinê dûrxistine bûne, dikim diyarî û spasiya tevan dikim. Hevser, keç, law, hemû nebî û bûken min yên ezîz, ji ber ku we di dema amedekirin û nivîsandina van berheman de gelek ji wextê xwe dida min, bi dilekî xweş piştgiriya pêdivî û saxiya min dikir, ez we tevan spas dikim, ji Xwedê lavan dikim ku hûn timî di nav xweşiyê de gelekî sax û serkevtî bin. Kemal Tolan *********** Peyva berpirsyarê weşanxaneya NA yê weha ye: “ Kemal Tolanî, bi kurmanciya xwe ya henûn û herikbar tabloyek ji me re nîgar kiriye; ev tablo, him derhişê me diteyisîne, him binhişê me. him vebêj e, him şanîdar. gava ku em dixwînin, em xwe dibînin, gava ku em temaşe dikin, em xwe dixwînin. Me him bi belengazî û bindestiya me dihesîne û him bi barbariya me. Me him bi bindestiya me dihesîne û him bi bindestiya bindestiya me. Her rûpelekî vê tabloyê, qatekî rastiya me ye; em her rûpelqatekî û qatrûpelekî diqulipînin, em sûretekî ji sûretên xwe dibînin; rûpelek, mişt melo-dram; rûpelek, tijî tecawiz, neheqî û kevneperestî; rûpelek, xetimî ye ji azar û êşê, rûpelek, gewimî ye ji ricimandin û talankeriyê. Qatek ji ser qatekî radibe û em, xwe dibînin; em rastiya rûçikê xwe dibînin; em bisilmaniya xwe ya barbar dibînin; em ezdahîtiya xwe ya saf a bêguneh dibînin. Hew rêya mikurhatinê li ber me vekirî dimîne: dîtin û mikurhatina me, ma’dê me ji me dixelîne; em rûrreşiya bisilmantiya xwe ya zordest dibînin; em birakujiya xwe dibînin; em destên xwe yên bi xwîn dibînin. xwîna birayên me yên êzîdî ji serê tillîkên me diniqite; bêhna talanê ji destên me tê– û em dibînin, dixwînin, dihisînin… Em qatekî ji ser qatekî, rûpelekî ji ser rûpelekî radikin, diqulipînin: Dil û hişê kemal tolan, li dîwana qesra bîra me dinihirîne: liyan e, dilê min xemxwirî liyan e birayên min î bisilman rahiştine şûr û mertalê dijminan e bi xezeb digirin ser me êzdiyan e bi darê zorê qîzên me vediqetînin ji ber pêxîlên dêyan e gotinên neqenc dikin ji bo ola me û tawiz-î melek, dilê min liyan e me diqewirînin ji welatê bav û kalan talanên me dimîne bi wan e dilê min liyan e, oooûyyyy, dilê min liyan e!“ Ez hemû berpirsiyarên weşanxaneya NA`yê cardinê spasdikim û bi taybetî jî dêjime kekê xwe H. Kovan Baqî, hêvîdarim tû min bibexşînî, ez nikarim dilxweşiya xwe li ser van nirxandinên ku te di bergê dawiya pirtûka min de diyarkirine, bi peyvan bînime ser ziman! Her wisa dêjime birayê xwe Têmûrê Xelîl jî, malî ava keko û eger ku te bi min ra alîkarî nekirina, minê nikarîbû van rêzdarên berpirsiyarên weşanxaneya NA`yê nasbikim û vê dilşadiyê bijîm! Meriv dikare vê pirtûkê di nav Tirkiyê de li cem weşanxana NA `yê Navnîşan: 920 sok. no 61/201 Kemeraltı/Konak/İzmir Tel: 0(532) 552 42 78 e-maîl: [email protected] û bi vê ISBN: 978-605-63926-2-7 li cem hemû pirtûkfiroşên li Tirkiyê hene peydabike. Bila Xwedê sihet û quwetê bide piştevanên Kurd û Kurdistanê! Rêz û silav Kemal Tolan, Xemxwar û Berhevkarê Kevneşopên Ezdîtiyê 18.10.13 kızılbaş - sayfa 57 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Binboğa Değerleriyle Kırkısrak Ermenileri ve Ayşe Ana. Ali Haydar Ülger Eğitimci-Yazar [email protected] Anadolu topraklarında yaşanan Ermeni kıyımı ve gerçeği bir asırdır kabullenilmemesine karşın, kıyıma ilişkin yapılanların ve yaşananların belgelerle, sözlü anlatılarla kulaktan kulağa günümüze değin gelmesi, yapılan bu kıyımların gerçekten inkar edilmesine yer bırakmayacak bir şekilde ortada olduğu, artık nerede ise resmi tarihin de bu gerçek karşısında kıvırmaya başladığını görmek olasıdır. Anadolu’da gelişen Ermeni kıyımları ile ilgili farklı araştırma ve kaynaklar ışığında, özellikle Osmanlının son dönemlerinde tüm azınlıklara karşı olduğu gibi, Ermenileri bir korku unsuru olarak görmesi sonucu, Anadolu coğrafyasının tamamında Ermenilere büyük bir kıyım girişiminde bulunur. Özünde yapılmak istenen temel erek, topyekûn Ermenileri bu topraklardan tamamen silmektir. Onun için de ilk aşamada öncelikle Ermenilerin iş alanlarını, tüccarlarını, ileri gelenlerini, gençleri, eğitimli herkesi (doktor, mühendis, sanatçı, zanaatçı), her kimse onları yok etmek bir zorunluluk olarak görülür. Eğer bunu uygulayacak olurlarsa, Ermeni halkının dünya ile ilişkisinin kesileceğini bilmekteler. Yapılmak istenen de budur. Tam da bu süreçte; kimi kaynaklara göre bu dönemde askere alınan çok sayıda Ermeni genç, toplu eğitim yapılacağı gerekçesiyle kimsenin göremeyeceği ıssız alanlara götürülerek kurşuna dizilirler. Öyle bir an gelir ki, geride yalnızca savunmasız kadınlar, çoluk çocuk, yaşlılar ve onların yanı sıra dağlık alanlara kaçarak yerel halk tarafından saklanabilen bir kısım Ermeni kalır. Kıyımların başlangıcı olarak gelişen bu süreçten sonra, yıl 1915’lere geldiğinde, kıyım ve yok etmenin önü alınmadan en üst düzeye ulaşmış olur. Tüm bunlar tarihte benzeri görülmemiş, sayıları yüz binler ve milyonları bulan ölüm yolculukları olan tehcirlerin başlaması ile açlık ve soğuktan kaynaklı asıl ikinci kıyımlar başlamış olur. Bu göçlerin büyük çoğunluğu Suriye ve Rusya’ya doğru gelişir. Kıyım sürecinde yaşanan en acı olayların geneli, Osmanlı çetelerinin göçe zorlanan Ermenileri yollarda yakalayarak öldürmeleri, kadın ve kızları yakalayarak onların ırzına geçerek namuslarını kirletmeleri, tarihin en utanç veren sayfaları arasında yerini alır. İşte Anadolu’nun bazı alanlarında Ermenilerin yaşadıkları büyük açlık, susuzluk, yorgunluk ve yoksulluk sonucu yollarda, dağ başlarında, mağaralarda öldükleri, yaşanan kıyımın ayrı bir boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ermenilerin tarihinde bilinen bu gerçekler, onların yaşadıkları Anadolu topraklarının hemen hemen her yerinde görülür duruma gelir. Özellikle de Anadolu’nun doğu bölgesinde bilinen sonla, kıyımlar daha da yoğun yaşanır. Sınırlara yakın alanlarda büyük çoğunluğu zorla sürülürken, bu kıyımdan kurtulabilenler dağlarda kendilerine sığınabilecekleri yer aramaya başlarlar. Tam bu vurgunkırgın yıllarında kimi Ermeniler, kendi kimliklerini gizleyerek ya da İslamiyet’i seçerek öldürülmekten kurtulma yollarını ararlar. Olanakları olmayan ve Anadolu’nun ortasında yer alan ve dağlara sığınan Ermenilerden birkaç aile; Gürün, Zara, Boğazlıyan taraflarından kaçarak Kürt Alevilerin (Kızılbaş) yoğunlukla yaşadığı Binboğa Dağlarındaki Kırkısrak Köyü’ne sığınırlar. Tarihsel süreçte Kırkısrak insanı hiçbir dönemde ırkçı, şoven, mezhepçi ve düzenbaz olmadı. Her zaman insani değerlerden yana oldu. Türk, Kürt, Laz, Ermeni, Çerkez, Arap, Avşar, Fellah, Alevi, Müslüman gibi ayırımların içinde yer almadı. Yaşama bakış anlayışlarında böyle bir ayırıma zaten yer yoktu. Kızılbaşlık’tan gelen insani bir öğretiyle şekillenen düşünceleri ırk, renk, din gibi etnolojik ayırımlara kesinlikle kapalı idi. “Bu mezhepler nedir, bu dinler nedir, Bu yüzden dökülen bu kanlar nedir, Din için, ırk için, bu kinler nedir, Bu hal tarihlerde görülmelidir.” İbreti (1) Anadolu Ermenileri, yaşadıkları bu toprakları anavatanları olarak bilirler. 19. yüzyılda ulusalcılığın (milliyetçiliğin) doğuşu ile o güne değin Osmanlı ile ara- larında su sızmayan, hatta Osmanlı’ya verdikleri hizmetleri nedeniyle “millet-i sadika” (sadık ulus) statüsüne uygun görülen ve bu dengenin bozulması sonucu 1915’te başlayan korkunç olaylar, vurgun-kırgın günlerini başlatır. Gerek “resmi tarih” gerek ona karşı çıkan “gayri resmi tarih” tezinin bir türlü doğru dürüst tartışmasını başaramadığı, kabullenemediği bu gerçeğin kendisi “Ermeni Soykırımı”dır, bunun başka bir tanımlaması ve açıklaması da olamaz. “Ermeniler‘in Tahkil ve Tehcir Edilmesi Kararı” ile sözde ileri sürülen olay, 1915 yılında dönemin hükümeti, Birinci Dünya Savaşı nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş durumunda olduğu bu süreç neden gösterilerek (-ki bu kıyım ve tehcirin kararı önceden alınmıştır), Çarlık Rusya’sıyla işbirliği durumunda ve başkaldırılarıyla Ermenilerin savaşa başlamaları, Doğu Cephesi’nde savaşan orduya engel olmamasını ileri sürerek, Ermenilerin bu bölgelerden uzaklaştırılması, onlara karşı cephe alınması, genelinin güneye Suriye’ye ya da kuzeye Rusya’ya sürülmeleri ile kıyım süreci başlamış olur. 1915‘te, Ermenilerin Van’daki başkaldırılarında yaşanan çatışmalarda binlerce Ermeni’nin öldürülmesiyle, Osmanlının aldığı kararlar ışığında Diyarbakır, Trabzon, Bayburt ve Erzurum’da kıyımlar yaşanır ve bu olaylara bağlı olarak göçlerin bu dönemde hızlandığı görülür. Tam bu koşullarda 16-55 yaş arasındaki Ermeni nüfusunun Bağdat Demiryolu’ndan uzağa, Suriye’ye sürülmeleri hız kazanır. Her ne kadar hükümet sözde önlemler almaya çalışsa da, sürgünlerin bir kıyıma dönüştüğü tarihi bir gerçektir. Bu büyük kıyımı devlet söylemiyle irdelemeye çalışan Emre Kongar, her ne kadar “soykırım” kavramını diline dolaştırsa da, bir türlü söyleyemediği bu gerçeği şu şekilde yorumlamayı yeğler. “Türk ve Kürt çeteler, asker kaçakları da bu katliama katılırlar. Sürgün edilen yaklaşık bir milyon Ermeni nüfusunun bir bölümü bu trajedide ölmüş ya da öldürülmüş olur. (2) “İşin en ilginç yanı, Osmanlılar Birinci Dünya Savaşı’nda yenildikten sonra, sürgünden sorumlu, Ermenilerin ölüm savlarının gündeme geldiği Boğazlıyan Kaymakamı Yozgat Mutasarrıf Vekili Mehmet Kemal Bey, Damat Ferit Paşa Hükümeti tarafından kurdurulan Nemrut Mustafa Paşa başkanlığındaki özel mahkemede, Ermeni tehcirinden (göç ettirme, sürme), kızılbaş - sayfa 58 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 soykırımından ve Ermeni olaylarından sorumlu tutularak İstanbul Bekirağa bölüğünde tutuklanıp, Divanı Harp tarafından 9 Nisan 1919’da idamla cezalandırılır. Mehmet Kemal Bey ertesi gün Beyazıt Meydanı’nda asılır. Ancak aynı kişi, cumhuriyet döneminde ulusal kahraman ilan edilip, 1922 yılında TBMM’nin aldığı bir kararla da ailesi maaşa bağlanır.” Ermenilerin 24 Nisan’da “soykırım” olarak gündeme getirdikleri anma günü işte bu tarihtir. 1400’e yakın memurun, İngilizlerin ve Fransızların baskısıyla kurulan Savaş Mahkemelerinde yargılanmış olması ve pek çok kişinin hapis cezası almasının yanında, kırk kişinin de idam edilmiş olmasının altındaki gerçek de budur. Bunu izleyen zaman diliminden sonra; Ermeniler Anadolu’daki yerlerinden, yurtlarından, köylerinden, tedirgin olarak canlarını kurtarma yoluna düşerler. Yıllardır bir arada yaşayan bu insanlar; Osmanlı padişahlarının, beylerin, ağaların, siyasetçilerin, ırkçı-yobaz din sahtekârlarının yüzünden birbirlerine düşman edilmeye çalışılır. Sonuç olarak akıllara durgunluk veren kin tohumları ekilir. Durum öyle bir konum alır ki, masum bir ulusun boğazlanmasına ve aynı ulusun kendi topraklardan sürülmesine yol açar. İşte bu koşullardan sonra Boğazlıyan, Gürün ve Zara taraflarından kaçıp gelen birkaç Ermeni aile Kırkısrak’a sığınırlar (3). Toplamda Kırkısrak’a sığınan Ermeni ailelerin sayısı 48 kişiye ulaşır. O kıyım, kaç-göç, vurgun-kırgın yıllarında kendilerine insanca yaklaşan, hoşgörü sahibi, çağdaş ve olgun insanı amaçlayan Kürt Alevi Köyü Kırkısrak, her türlü baskıya karşın Ermenileri bağrına basar, konuk eder ve koruma altına alır. Bu insanlar; dağlık, yaya ulaşımı oldukça çok zor dağ yollarını deneyerek, aç-susuz günlerce süren bir yolculuktan sonra Kırkısrak’a ulaşırlar. Elbette ki bu fırsatı yakalayamayanlar köylerinde ya da geçtikleri dağ yollarında yok edilirler. Aynı Ermeni ailelerin İstanbul doğumlu torunu Sarkis Erkol; “Büyüklerimiz için Kırkırsak bir yandan kurtuldukları, yaşamda kaldıkları yer, diğer yandan doğup yaşadıkları yeni bir yuva olmuştur” der. Kırkısrak Köyü’nü bir sigorta, bir güvence gören Büyük Bedros, Boğas… Zara tarafından, Bozo (asıl adı Sarkis, sarışın olduğu için kendisine Bozo deniliyor), Kirkor, Madros ise Gürün tarafından gelirler. Boğas’ın eşi öldürüldü- ğü için büyük oğlu Bedros ile onun eşi Zaruk birlikte gelirler. Ancak Bozo ile tanış olan Boğas’ın akrabalık bağları yalnızca yazgılarının benzer oluşuyla sınırlıdır. Bozo, seferberlik yıllarında yaşadığı Gürün’e vardığında (askerlik sonrası -ki yedi yıl askerlik yapmıştır), kendi ailesinden kimsenin kalmadığını görür. Çevrelerindeki tüm yaşlıların öldürüldüğünü, kimsenin kalmadığını gören Bozo, Binboğa Dağlarında bulunan Alevi yerleşkelerine doğru yola alır. Duyumları alan Yusuf Onbaşı Afşin’den alıp getirdiği Bozo’yu, Çandır Dağı’nın kuzey eteklerindeki büyük bir ardıç ağacının dallarının altına gizler. Yeniden Afşin’e dönüp diğer Ermenileri aramak için gittiğinde, Sünni köy Maravuzlu köylüler (Afşin-Dağlıca) tarafından o bölgede bir Ermeni’nin gizlendiği duyumu alınır. Bu insanlar adım adım izlense de (takibe alınsa), büyük dedem Yusuf Onbaşı’nın planlı ve yürekli çabalarıyla kurtarılır, sır verilmeyen bir gizlilik içinde Kırkısrak’a getirilirler. (4) Bozo, Kırkısrak’a geldikten yıllar sonra kardeşi Anuş’un izini Gaziantep’te bulur. Diğer kardeşi Rakel Brezilya’ya gider, Maryam ise İstanbul’da ortaya çıkar. Bir diğer kız kardeşi Ağavni göçlerle Maraş-Afşin’den geçerken o dönemin “kolağası” onu beğenip oğluna alır. Kendisine Nadire adı verilen Ağavni, Müslümanlığı kabul etmek durumunda kalır. Anuş ise daha sonra yeğenleriyle birlikte İstanbul’da yaşamaya başlar. Madros ile eşi Anuş vurgun-kırgın yıllarında, hemen hemen doğadaki her canlının en son başvuracağı bir davranışla, öldürülme korkusuyla çocuklarını geride bırakarak Kırkısrak’a sığınırlar. Bu arada Yusuf Onbaşı; Zara tarafından gelen Madros ve Kirkor’un kız kardeşi Beyzar’ı (5) Bozo ile evlendirir ve düğünlerini yapar. Madros’un çocukları olmadığı için, kaynı Bozo’nun oğlu Sarkis’i evlatlık edinir. Kırkısrak’a sığınan Ermeniler, gizlisaklı günlerce mağaralarda, izbe yerlerde yaşamlarını sürdürürler. Boğas ve beraberindekiler, bu gün kendilerinin adıyla anılan Yağlıca Yaylası’nın alt katlarındaki Qunê Pûğus-Pûxus “Boğas’ın Mağarası”nda, yaz-kış kesintisiz yaklaşık olarak üç yıla yakın bir süre orada yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Gündüz mağarada, gece köye inen bu insanlara Kırkısraklılar “Marîye Şevê” anlamında “Gecenin İnsanları” derler. Yusuf Onbaşı (Doç Dırej), köyde öyle bir düzen oluşturur ki her gün bir aileyi bu insanlara ekmek, peynir, katık, bulgur, un vb vermekle sorumlu tutar. (Bu zor koşullarda, ilkbaharla birlikte en önemli besin kenger, yemlik, kuzukulağı ve çiriştir. Boğas Emmi (Kırkısraklılar Pûğus derler), yaşadığı bu mağarada hemen hemen her gün çiriş pişirmektedir. O gizlilik dönemlerinde sık sık yanına uğrayanlar vardır. Günlerden bir gün Büyük Haydar Yaldız; “Pûğus Emmi ne haldesin, ne yapıyorsun?” Pûğus Emmi de: “Haydar’ım ne yapayım. Her gün aynı şey… Çiriş pişir, bulgur iliştir. Bu da bir iştir” der. Oradan ayrılan Haydar Yaldız, et yüzü göremeyen bu insanlara, komşu köylerden çarptığı bir danayı getirerek kesip ve yedirir.) Bu kaçışta; Sivas tarafından gelen Ermenilerin büyük çoğunluğu Köyyeri (Sarız), Karapınar, Çavdar, Damızlık ve Deştiye… gibi Sünni köylerde kurulan pusularda yakalananlar birer öldürülürler. Bir bölümü de canlı canlı o bölgede bulunan kuyulara (bîr) atılarak yaşamlarına son verilir. Bu kıyımların sürdüğü acılı (trajik) süreçte, Zara tarafından Binboğa yöresine doğru kaçıp, Kıyıma uğrayan (katledilen) ailelerden kurtulan (geriye kalan) genç bir kadın Nedya ve iki çocuğunun duyumu Kırkısrak’a ulaşır. Duyumu alan Yusuf Onbaşı ve beraberindekiler daha Karapınar’a varmadan her iki çocuk kuyuya atılırlar. Bölgeye ulaştıklarında çocukların öldürüldüğünü, genç annenin ise yaşadığını, ancak “tecavüz” edildiğini, anlatılması çok çirkin ve korkunç bir konumda olduğunu görürler. Bindikleri atın terkisine aldıkları kadını Kırkısrak’a getirirler. Tehcir sırasında bu genç kadının akrabalarının büyük bir bölümü Suriye’ye sürüldüğünden, bu fırsatı bulamayan Nedya, Kangal üzerinden Binboğa Dağlarına doğru yol almıştır. (Geçmişten gelen bir uygulama ile Kırkısraklılar, o dönemde koyun sürülerini kışlak olarak Suriye sınırına İslâhiye, Kömürler, Fevzipaşa, Cilvegözü’ne -kışı orada geçirmek üzere- götürürlerdi.) Sağlığına kavuşan Ermeni kadın Nedya, Suriye’ye ailesinin yanına gitmek isteğini belirtir. Yusuf Onbaşı, Suriye hükümetine yazdığı bir mektubu ona eşlik eden (refakat) adamlarına vererek, Nedya’yanın arzusu üzerine onu Suriye’ye gönderir. Kadın olduğu bilinmesin diye erkek giysileri giydirilir. Sırtına da bir çoban kepeneği (keçe) ile sürülerin yanındaki diğer erkek çobanlarla birlikte, 28 günlük yaya bir yolculuktan sonra Suriye sınırına değin ulaştırılır. Ancak bu süre içerisinde (yollarda kadın olduğu kesinlikle bilinmesin diye) hiç ses çıkarmaması ve konuşmaması tembih edilir. Kırkısraklı çobanlar tarafından Suriye sınırı geçilerek Ahbez’e (Abez), oradan da Halep’e götürülen Nedya ailesine teslim edilir. kızılbaş - sayfa 59 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İlgili makamlardan da teslim alındığına ilişkin Yusuf Onbaşı’ya bir teşekkür mektubu gönderilir. Benzer durumlar, vurgun-kırgın yıllarının bitmesinden sonra, oradaki yakınlarıyla buluşmak için bu yolu deneyerek, Suriye’ye gitmek isteyen çok sayıda Ermeni aile, Kırkısraklılar tarafından Halep şehrine kadar götürülürler. Kırkısrak’taki diğer Ermeniler, belli bir süre Yusuf Onbaşı’nın yanında, onun hayvanlarının bakımlarıyla ilgilenirler. Bunların yeteneklerini ve zanaatçı yönünü bilen Yusuf Onbaşı; körük, kalay ve kalaycı takımları temin ederek, “Köye yeni bir kalaycının geldiğini” duyurur. Uzun süre baba mesleklerini yerine getirmiş olurlar. Kırkısrak’a ulaşan bu insanlar, ortamın yumuşamasından sonra mağaralardan çıkarak yeni köylerinde yaşamlarını sürdürmeye başlarlar. Varlıklı aileler tarafından kendilerine birer koyun, keçi ve inek verilerek onların mal sahibi olmaları sağlanır, gün gelir birlikte Binboğaların zirvelerindeki yaylalara da birlikte çıkmış olurlar. Ayşe Ülger (Yusuf Onbaşının en büyük torunu). Kin, nefret, düşmanlık ve ırkçılığın her türlüsüne karşı olan Kırkısraklılar, yıllarca bu insanlara karşı insanlığın, insan olmanın, hoş görünün ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini gösterirler. Yıllar sonra (2000 yılı), Kırkırsak Kültür Şenliğine katılan Bozo dedenin torunu Agop oğlu Sarkis Erkol, Ermenilerin geçmişte kaldıkları Kalolar Mahallesi’ne uğrar, 90 yaşındaki annem Anişe (Ayşe Ülger) ile geçmişlerine ilişkin söyleşmek ve hatırını sormak ister. Sarkis, Ayşe Ana’nın ellerini öptükten sonra; “Ana, beni tanıdın mı, ben kimlerdenim” der. Ayşe Ana, ellerini öpen bu delikanlıyı sarılıp öper; “Yavrum senin kim olduğunu bilmiyorum ama sen Agop kokuyorsun” diyen annemin, insanları korumacı duygularıyla tanıyacak değin içtenlikli, her Kıkısraklı gibi sevecenliğin en güzel örneğini sergilediğini anlatmama gerek var mı bilmem… Ermeniler; çalışkan ve üretken insanlardı. Zamanın en değme taşçıları, duvar ustaları, demircileri, kalaycıları, marangozları, köşkerleri, culfacıları (dokumacılık-Ermenice’den gelir) vb akla gelmedik en ince iş ustaları onlardandı. Hemen hemen hepsi zanaatçı insanlardı. Bozo ise çok çalışkan, her işe koşan, köyün ileri gelenleriyle de çok iyi ilişkileri olan bir kişiliğe sahipti. Sevilen, değer verilen bir insandı. Beyzar’la evli idi. Beyzar’dan Agop, Bedros, Meryem, Serkis, Seranuş, Nişan, Arik ve Markırıd dünyaya gelir. Beyzar Nine ile 1974’te tanıştığımda; doğal, içtenlikli, sevecen, geleneklerine bağlı, tipik Kürt Kızılbaş kadınlarının bütün değer ve özelliklerini taşıyan bir insandı. Evet, bu insanlar kaçıp sığındıkları Kırkısrak’ta, onaylamadıkları bir evliliğin dışında, kalıcı ve köklü dostluklar yanı sıra, kapalı aile konumlarını hep korumuş olurlar. Şanslı olan bu insanlar yaşadıkları o trajediyi hiç unutmayan ve yaşamlarını borçlu oldukları Kırkısraklıların karşısında, sanki eziklik duydukları da bilinen bir gerçektir. Onlar köyün her işine koşarlar, “olmaz” sözcüğünü yaratılışlarından yok eden insanlardı. Yıllarca birlikte yaşayan Ermeni aileler ile Kırkısraklı Kürt Aleviler (Kızılbaşlar) arasında gerek inanç ve etnik temelde, gerek yaşamsal sıkıntılar temelinde en küçük bir sorun yaşanmamıştır. Bu değerlendirmeyi biraz açtığımızda, tarihi geçmişleri temelinde benzer ortak yanlarının olduğu da bir gerçektir. Bu anlamda; “Kürt Alevilerle Ermeniler arasındaki inançsal ve etik değerler yönünden çok büyük farklılıklar olmadığı gibi, bazı inançsal değerlerde benzerlikler bulunmaktadır. İki toplumda tek kadınla evlilik vardır. Kadın yol düşkünü olmadıkça iki toplumda da boşanma olmaz. Ermeniler’in göğüslerinde haç çıkarmaları şeklinde şahadet getirmeleri gibi, Kırkırsak Alevileri de açık avuçlarını bağırlarına basarlar. Bu anlamda Ermenilerle Kürt Alevilerin inançsal olarak benzerlikleri birçok noktada koşutluk göstermektedir. Ermenilerin, Hıristiyanlık öncesi paganist (çok tanrıcılık) bir inançsal yapıları bulunmakta idi. Güneş ve Ay, aynen Kürt Alevilerde olduğu gibi kutsal sayılmakta, Güneş’in yeryüzündeki simgesinin ateş ve ocak olduğu kabul edilerek ateşe saygı gösterilmekte idi. Ermeniler, Hristiyanlık öncesindeki bu inanç evresini “Ateşperestlik” olarak adlandırırlar. Bu bağlamda, Ermeni kiliselerinde mihrap merkezinde Güneş sembolü bulunmakta, sabah yakarışlarında Güneş’in adı söylenmektedir. Aynı ritüel Kırkırsak Kürt Alevilerinde, sabah kalktıklarında Güneş’e dönerek yakarışta bulunmaları ya da yeminlerinde “Be seri Hiv û Rohe be -Ay ile Güneş’in başı için” iki ulus arasındaki ortak değerler olarak belirtebiliriz.” Tarihsel süreçte benzer yazgıları paylaşan Kırkırsak Alevileri, Ermenileri kendi öz insanları gibi korumuş, yıllarca birlikte kardeşçe yaşamışlardır. Yeri gelince Kırkısraklılar Ermeniler gibi, Ermeniler de Kırkısraklılar gibi ortak değerler ortaya koyarak o temelde yaşamlarını sürdürmüşler. Seviyeli ve candan dostluklar oluşturmuşlar. Bozo kendi çocuklarına Ermenice öğretirken, babam Kûşo (Hüseyin Ülger) çocuklara eski (Arapça) ve yeni yazıyı öğretmiş. Hatta karşılıklı anlaşılır bir Kürtçe-Ermenice konuşulur olmuş. Dinsel anlamda ortak değerler oluşturan iki toplumun insanları arasında her konuda olduğu gibi, kültürel anlamda da hiçbir sorun gündeme gelmemiştir. Çocuklar arasındaki oyun ya da tartışmalarda bile; Kürt, Kızılbaş, Ermeni, Gâvur vb kavramların asla yeri olmamıştır. Ayşe Ülger ve yaşadığı ev… (Bir bölümünde Kırkısrak Ermeniler’in de yaşadığı evden bir görünüm.) (Çizim, Ali Haydar Ülger) Öyle ki, günü gelmiş birbirlerinin çocuklarına annelik de yapmışlar. Kırkısraklı Ayşe anne; Ermeni çocuklara emzirme dönemlerinde yeterince sütü olmayan Ermeni anne Beyzar’ın bebekleri, Arik ve Markirid’in doğumlarından sonraki ilk 6-7 aylık o süreçte, annem Ayşe bizleri nasıl emzirdiyse, Ermeni çocukları kendi öz çocukları gibi emzirir. Annelik duygusunun verdiği yoğunlukla, hümanist Alevi anlayışının verdiği kutsal değerler sonucu o çocukları emzirerek beslemeye çalışır. Evet, evet, bana sütkardeşi olan bu insanlar daha da yakınlaşarak bizlerden birer can olurlar. (6) “Deme şu Yahudi, şu da Ermeni, Gayen insanlıksa insanı tanı, Haksıza eş olma, çoktur ziyanı, Vicdansızın eksik olmaz tufanı,” İbreti. Ermenilerin çocukları büyür, aynı köyün gençleri olurlar. Aralarında duy- kızılbaş - sayfa 60 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gusal ilişkiler de yaşanır. Deli Hasan oğlu Hüseyin’in Mayram’ı (Meryem) kaçırması, Ermeni aileler kadar Kırkısraklı herkeste rahatsızlık yaratır. Büyüklerimizin şiddetle tepki gösterdiği, Kırkısrak’ta hiç kimsenin onaylamadığı bu olay büyük bir üzüntüyle karşılanır. Mayram’ın babası Bozo dede, yıllarca bu üzüntüyü içinde taşıyarak yaşar. (Meryem’in doğum sonrası ölümünde, cenazenin geçişi sırasında acılı baba, başını kaldırıp kızının tabutuna bile bakmaz, kızının acısı yüreğinde kor olur.) Zamanla nüfuslarının artması, tarlaların yetmemesi, ekonomik nedenler, onları da her Kırkısraklı gibi göçe zorlar. Aziziye (Pınarbaşı), Kayseri daha sonra İstanbul’a göç ederler. İstanbul’dan; Fransa, Amerika, Kanada ve Brezilya’ya değin ulaşanlar olur. Beyzar ile Bozo’nun göçünden sonra, başlarında Madros ile Anuş’un bulunduğu kafile 1949’da bir daha dönmemek üzere Binboğalara veda ederler. Arkalarında güzel, kalıcı ve seviyeli dostluklar bırakan Ermenilerin son ailesi de buruk anılarla Kırkısrak’tan ayrılırlar. Bu ayrılıktan hüzünlenen Kırkısraklılar onları, atları ve eşekleriyle Aziziye’ye değin yolcu ederler. İnsanlığın bitmez tükenmez soyluluğu adına, dostluğun en güzel örneğini sergilerler. Ermeniler, Kırkısrak’tan ayrıldığı gün büyük bir boşluk yaşanır. Bir süre bakır kaplar kalaysız, öküzler nalsız, culfa (dokuma) tezgâhları ipliksiz, duvarlar örülemez olur. Anlaşılan o ki, Kırkısrak’ın iş yaşamındaki üretkenlik sanki onlarla birlikte yitip gider. karşılaştığımızda, Kırkısrak’tan “köyümüz” diye söz ederler. Bakın, aynı duyguları Agop oğlu Sarkis şöyle dile getirmektedir. “Hiç Kırkısraklı olduğumuzu unutmadık. Birileri hastalığı dolayısıyla İstanbul’a geldi mi bizde kalır, babam hastaneye götürür, yardım ederdi. Kırkısrak’tan birileri askere geldi mi birkaç gün bizde kalırdı. Eskisi gibi olmasa da bu hala böyledir. Bunları kimi arkadaşlarımıza anlattığımızda gerçekten şaşırıyorlar.” Binboğalar’ın güzel değerlerini olduğu gibi yaşıyorlar. Kırkısraklılar da aynı duygu ve değerlerle, aynı içtenlikle, ayırım yapmadan onları köylüleri olarak hep anarlar ve anmaktalar. Kırkısraklıların yüreğinde herkese yer olduğu gibi… Arkalarında güzel, kalıcı ve seviyeli dostluklar bırakan Ermenilerin son ailesi de buruk anılarla ayrılır. Kırkısraklı Ermeni aileleri resmi anlamda irdelemek gerekirse; 01.04.1937 tarihinde kayıtları tescil edilir. Cilt No: 29, Hane No: 152’de Kırkısrak nüfus kütüğünün son sayfasında yer alan Ermeni ailelerin, Kırkısrak doğumlu ilk kayıtları, 01.05.1945’te Markırıd ile başlasa da, geliş tarihlerine bakıldığında diğer çocukların da Kırkısrak’ta doğduklarını belirtmek gerekir. (7) Serkis Erkol (Bozo-Büyük Baba), Ağup oğlu, Marta’dan doğma, 1887 Gürün doğumlu. Vartan Erkol (Beyzar-B. Anne), Torus kızı, Antiran’dan doğma, 1904 Gürün doğumlu. Ağup Erkol, Serkis oğlu Vartan’dan doğma, 1926 Gürün doğumlu, Meryem Erkol, Serkis kızı Vartan’dan doğma, 1924 Gürün doğumlu, Arik Erkol, Serkis kızı Vartan’dan doğma, 1928 Gürün doğumlu (Kırkırsak), Kırkırsak, Kalolar Mahallesindeki Ermeni mezarları Aynı topraklarda ölülerimiz yan yana yatmaktadır. Kırkısrak’ta, feodal yapıdan gelen bir anlayışla 76 ayrı yerde mezarlık alanları olmasına karşın, “Bu gün mezarlarda ölülerimizle yan yana, yaşayanlarıyla da karşılaştığımızda can canayız.” Boğas Kaprıyelyan, Maryam Erkol, Seranuş Erkol ve Anuş Kumruyan Kırkısrak toprağında yatmaktalar. Onlar bu toprakların, Binboğaların, Kırkısrak’ın insanlarıdır. Zaman zaman Seyranuş Erkol, Serkis kızı Vartan’dan doğma, 1930 Gürün doğumlu (Kırkırsak), Bedros Erkol, Serkis oğlu, Vartan’dan doğma, 1932 Gürün doğumlu (Kırkırsak), Markırıd Erkol, Serkis kızı, Vartan’dan doğma, 01.05.1945 Kırkısrak doğumlu, Nişan Erkol, Serkis oğlu, Vartan’dan doğma, 1943 (Yaş Tas.) Kırkısrak doğumlu, Haçik Erkol, Ağup oğlu, Mavuş’tan doğma, 1952 Kırkısrak doğumlu (8), 2009 ağustos ayında “Kırkısrak” ile ilgili belgesel bir çekim yaptığımızda, Hayat Tv adına çekimlerde bulunan İlknur Yılmaz’a, “Kırkısrak’ın bir parçası olan Ermeniler de bu belgeselin içinde yer almalıdır” şeklinde bir hatırlamada bulunmuştum. Daha sonra benim katkı ve birikimlerimden yararlanarak “Kırkısrak Ermenileri” ile ilgili olarak ayrı bir belgesel çekim hazırlığına girişti. O çalışmaların ilk ve geniş bir bölümü yerelde Kayseri, Sarız-Kırkısrak Köyü, Kalolar Mahallesi’ndeki çekimlerle işe başlandı. Devamında İstanbul’daki Ermeni dostlarımızla yapılan söyleşilerle tamamlanarak, 2010 yılında “Ninilerin Göçü” adlı programda yayına girdi. Hazırlanan o belgeselin giriş yorumunda: “Ermeniler... Terziydiler, marangozdular, kuyumcuydular, dülgerdiler... Kentlerimizin, kasabalarımızın rengi, zenginliği ustalarıydı hepsi. Yoksul çiftçiler, güzel ozanlar, içli müzisyenler, tiyatroculardı... Ermeniler kapı karşı komşumuzdular. Benzer yanlarımız çoktu, ekmeğimiz, yemeğimiz ortaktı... Severdik. Kardeştik… Kardeştik. Ama “Gâvur” sözcüğü dillerimizden sökülüp atılamadı... Kardeştik. Ama gün geldi malları birilerinin gözüne batar oldu, evleri, dükkânları yağmalandı. Kardeştik. Ama katledilirken, topraklarından sürülüp atılırken çoğumuz sustuk, saldırıya uğradılar, görmezden geldik... Kardeştik. Ama kafamız bozuksa “Ermeni Tohumu” idi onlar... Hep kardeştik güya, ama ancak “Hrant Dink” alçakça öldürüldüğünde hatırladık bunu yeniden... “Hepimiz Ermeniyiz” diyebildik, bütün eski utançları silmek adına... Onlara yapılanları kendimize yapılmış gibi hissediyoruz bugün... Komşumuza kılıç çalan, bizi de kesti en derinden... Şimdi uyanıp kan uykusundan soruyoruz: Kardeşim, neredesin? Kesilmiş bir kol gibi omuz başımızda duruyor boşluğunuz. Kapanmamış yaramız gibi, kopmuş bir damarımız gibi, canımızı yakıyor yokluğunuz... Biz, bu ülkenin yoksul emekçileri, işçileri, namuslu Kürtleri, Türkleri, Lazları, Çerkezleri, Arapları, yani malınıza el uzatmayanlar, kanınıza ekmek doğramayanlar, biz de korktuk, biz de sustuk, el uzatamadık... Özür diliyoruz kardeşim, özür diliyoruz...” Evet, Kırkısraklılar’ın yüreğinde herkese yer vardır. Adları Bedros, Vartan, Haçik, Nedya, Satrek, Margos, İskapet, Ayşe, Fatma, Meryem, Ali ya da Hüseyin olmuş ne fark eder? İnsanlar, geç- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mişleriyle öz eleştiride bulunarak gelişirler. En çağdaş ulusların, geçmişini en iyi bilen uluslar olması da bundandır. Geçmişe bağlı kalmak, yaşam için ne kadar zararlıysa, geçmişe boş vermek de o kadar zararlıdır. Ölenlerle ölünmez ama ölenler bizimle yaşar. Geriye dönüp bir kıyım adına özür dilemek neyimizi eksiltir acaba. Bütün sorun geçmişin yük olması değil, tersine güzel bir davranışla yükümüzü azaltmasıdır. Bilimde, sanatta, düşüncede, eğitimde, tohumları nereden gelirse gelsin ancak belli bir toprağın koşullarıyla ya da geçmişimizle barışarak yaratıcı olabiliriz. İnsanlık dediğimiz gerçek de zaten bunu gerektirmiyor mu? 21.yüzyılda ilerlerken, iki ulusu “Anadolu halklarını” düşman gibi göstermeye çalışan ve yok eden odakların, o insanların ayrılma anındaki gözyaşlarını göz önüne almalarında büyük yararlar vardır. Bu bağlamda; “Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemlerde, etnik kökenlerine ve dinsel farklılıklarına göre insanların dışlanmadığı, ötekileştirilmediği, hor görülmediği, barış, kardeşlik, dostluk gibi değerlerin çok sağlam yaşandığı Kırkısrak Köy’ünde yaşanan bu güzelliklerin, başta Türkiye ve tüm dünya insanlarına örnek olması, insanım diyen her kesin katılması gereken bir dilek olsa gerek.” Muğla - 2012 Not: 2007 yılında yazılan bu makaleye, 2012’de bazı eklemeler yapılarak yeniden düzenlendi. Dipnotlar: (1) Kırkısraklı Ozan İbreti- “İlme Değer Verdim” adlı yapıtından. (2) Emre Kongar. “Tarihimizle Yüzleşmek”-2006 (3) Erkol, Oflazoğlu, Kumruyan aileleri. (4) Yusuf Onbaşı Haydar oğlu (Çaxo), Rumi 1283 doğumlu. (Kürtçe lakabı Doç Drej, “Uzun Kuyruklu” anlamında). Kırkısraklı Uzunlar’ın büyük dedeleri. Kimsesiz yetim büyüyen Yusuf Onbaşı 1947 yılında yaşama gözlerini yumar. Mezarı Kırkısrak’tadır. (5) Beyzar’ın nüfus kayıtlarındaki adı Torus kızı, Antiran’dan doğma Vartan olarak geçer (6)Ayşe Ülger. 1909-2009 Kırkısrak doğumlu. Yusuf Onbaşı’nın Haydar ve Emiş’ten doğma en büyük torunu… (7) Sarız-(1605) Ali Batıhan nüf. Müdürü-29.07.2005 (8) 1952 doğumlu Haçik ile 1954 doğumlu Serkis’in doğum yeri Kırkısrak olarak yazılmasına karşın göçleri 1949’da gerçekleşmiştir. DARIDERE Ali Ülger Kayseri’de bir Kızılbaş Derneği, sıcak insanların bir arada olduğu kendileri ve çok sevdikleri köyleri için arı gibi çalıştıkları bir köy derneği olan, DARIDERE Köyü derneği, söyledikleri gibi sadece köy derneği ama öyle sıradan bir dernek değil. 2010’da kurulan bu derneğimiz 3 yıl içinde birçok etkinlik yapmış olup eskiden köy hayatından kopan şehirde yaşayan köylüleri için yeniden birlik olma, kaynaşmayı sağlama, gençlerin birbirini tanımasını sağlayan böyle toplumsal bir Alevi Derneği. Darıdere Köy Derneği “Cami ve Cemevi Projesi”ne karşı olduklarını bildiriyorlar. Yani şundan endişeliler bu proje bir asimile etme projesi olduğunu, daha bu kadar birbirimize saygılı olmadığımızı, bizim Cemevlerimizin daha cümbüş evi olarak lanse edilen bir konumda olduğunda böyle bir proje olsa olsa asimile etmek içindir. İzzettin Doğan Alevilerin birlik olmamasından faydalanarak kendine göre hareket yeteneğine sahip oluyor, “bizim birlik olmamız şart” diyen dernek yöneticileri her yerde küçük küçük örgütlenmemiz gerektiğinin altını çizerek belirtiyorlar. Bu derneğimiz hiç bir siyasi faaliyetle ilgilenmediğini vurguluyorlar. Her yıl geleneksel olarak halk konserlerini düzenliyorlar ve yine kültürel bir gezi yapıyorlar. Anneler, sevgililer ve babalar günü yani özel günlerde dernekte toplanıp kutluyorlar. Her fırsatta beraber olan Darıdere Köyün tarihçesi şöyle: 1810-1820’ye kadar dayanmaktadır. Köyün ilk kurucuları Erzincan’ın merkez köyü Gırmana’dan gelen ailelerdir. Ayrıca Sivas’ın Divriği, Zara ve İmranlı ilçelerinden gelen aileler köye yerleşmişlerdir. Aşiretin ana merkezi Dersimin ÇEMİŞGEZEK ilçesi KİRMEŞLİ köyüne dayanıyor. Darıdere Köyü Sarız ilçesinin tek Kırmeş köyüdür. Darıdere Köy Derneği “ağaç yapraklarıyla gürler” cümlesinin anlam bulduğu bir dernektir. “Ağaç yapraklarıyla gürler” bu cümle o kadar anlamlı ki biz Kızılbaşların birlik olmadan gürlememiz mümkün değildir dostlar. kızılbaş - sayfa 62 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir Kavram Bin KIRIM Yanilsamalar - 10 Egitim: “bireylerin davranış biçimlerini değiştirme süreci” Tyler. Tyler´i şu sekilde de okuyabiliriz: Bireyleri sistemiçileştirme süreci (sisteme entegre etme, kaliba dökme süreci) Çoğu durumda kişi veya toplumların yaşanmışlıklarını, deney ve birikimlerini birçok nedenle yok sayarak yada yok ederek, onları yeni bir kalıba dökmenin adıdır “egitim” (A.H.Kanlı) İnformal (formal olmayan) Egitim: göz gördü beyne mesaj iletti, beyin ele buyurdu el dokundu maddenin halini beyne iletti. Beyin düşündü ve maddeyi işleme görevi verdi ele. Ve Arşimet, “bana bir dayanak verin, Dünyayı yerinden oynatayım” dedi. İnsan bir devdi, dev adımlarla ilerliyordu. Ne ki; İnsanın, insanlığın önünde birçok engel vardı. Dogal engelleri bir bir asan insan, adına inanç denen sistem engellerine takılıp tökezliyordu. Hermes´ten Arşimet´e, Şehristani´den, İbni Rüst´e, Kopernik´ten Retik´e, Bruno´ya, öncellerinden ardıllarına degin tarihin bir çok kesitinde insanin emek yoluyla edindigi bilgi ve belgeler yasaklanmış, yakılmış, “bilim” yalnızca “din bilim”´ine (!) indirgenerek tersine davrananlar ya engizisyon ve molla kararlarıyla saatlerce kızartıldıktan sonra yakılmış ya Sokrates gibi zehir içirilerek öldürülmüş yada kimi örneklerde görüldügü gibi (Bruno) 130 ayrı (aykırı) eylemden (okumak, düşünmek, yazmak) suçlu bulunarak yakılmışlardır. Çünkü; egitim sistemini sorguluyor, bilimi maddi temelllere oturtuyorlardı. Bilim küçümseniyor, gelişmesine imkan verilmiyor, fellik fellik izleniyordu. 900 yıllık Atina Akademisi kapatılmış, Akademiye sığınan son Filozoflar Bizans İmparatoru Justinyen´in emriyle kovulmuşlardı. İskenderiye´de ayak takımı, Sarapeion kitaplığını yakmış, Babasının izinden yürüyerek Geometri ve astronomi dersleri veren Matematikçi Teo´nun kızı Ipatya´yı parçalayarak öldürülmüştü. Artık manastırlarda A. Haydar Kanlı bilim, sadece “ilahiyatin hizmetçisi” olarak tutulan bir üvey evlattı. Fakat; insan ögrenmekten ve ögretmekten vazgeçmiyordur. Dinin edilgenlige sürükleyerek körleştirme bas kısına can pahasına direnerek, maddeyi işleyip tanımlıyor, uzayı gözlemleyip yorumluyorlardı. Bunlardan Kopernik (Doktor ve Astronom), “İncilde ve İsa Emretti Güneş Durdu“ fikrisabitligini cürüten gözlemlerini (Güneşin Dünya etrafinda degil , Dünyanın Güneş etrafinda döndügü tezini), “Tornlu Nikola Kopernik´in Gökkubbelerinin Dönmesine Dair Altı Kitabı “başlığı altında kitaplaştırdı Son günlerinde kendisini ziyaret eden genc dostlarından Retik; adeta bir buz kıran rolü üstlenerek ustasının kitabına yolaçıyordu. Retik; “Filozof olmak isteyende özgür akıl olmalı. Eskiden gerçek sanılanları, yalnız eski oldukları için doğru bulanlar, Gök olayları Astronomların isteklerine degil, Astronomlar gök olaylarına uymalıdır. Ptolemaios mezarından çıksaydı, kendi sisteminden vazgecerdi “diyerek alay ediyordu. Batı Romada yaşam bulamayan eski çağ Yunan bilimi İskenderiye´de boy veriyor, orada yaşam alanı daralınca yada yok edildiginde Arap topraklarında serpilip gelişiyordu. İslam egemenliginin Arap topraklarından kovdugu bilim bu kez İspanya´da boy veriyordu. Engizisyonun yogun saldırılarındancanlarını kurtarmaya çalışanların yanı sıra kitaplarını kurtarmaya çalışanlar da vardı. Yunancadan Arapçaya, arapçadan da Latinceye çevrilen eski Yunan bilginlerinin kitapları elden ele ülkeden ülkeye can havliyle taşınmaya, çoğaltılmaya çalışılırken, binlerces İs- kenderiye´de, Semerkant´da, Kostantinopolis´te, Roma´da, Ürgenc´te, Sirakuzai´de ve daha dünyanın birçok yerinde yakılıyor, yazan ve yayanlar işkencelere tabi tutularak, yakılarak, parçalanarak öldürülüyorlardı. İnsanlığın binlerce yıllık emegiyle oluşturduğu birikimleri yok edilerek, insanlık tek kalıba dökülmeye çalışılıyordu (Formal egitim) Bagdat´ta İnsanlardan uzak yaşayan Filozof (İmam) El Gazali adlı İslam şarlatanı, bilginin gereksiz, aklın güçşüz olduğunu söylerken, Cordoba´da aynı 12.yy.´da bir Aristoteles hayranı olan Filozof İbni Rüşt bilimi cesaretle savunuyordu. 16.yy. in başlarında (1519) da ölen Leonardo Da Vinci´nin eserleri tam 300 yıl sonra Milano kitaplığının tozlu depolarında bulunmuştu. Hristiyan egitim sisteminin yasakçımant/iksizl/igi bilimin izlerini nerede görse, yasaklıyor, avlayıp yok ediyordu. Dün böyleydi de bugün farklı mı sanki. Kemal´den Musolini´ye, Hitler´e, Franko´ya gelen süreçte ve sonrasında milyonlarca kitap yakıldı, yazan ve yayanlar zindanlara tıkıldı, gözaltılarda kaybedildi veya işkencelerde öldürüldü. Yapma tarih tezleri kusaklar boyu milyonlarca cocuğa ezberletilerek kültür ve egitim jenosidi uygulandı-uygulanıyor. Latin Amerika´dan Avrupa´ya, Asya´ya, Afrika´ya yüzlerce ulusun kırımına, egitim araç ve gereçlerinin yasaklanarak yokedilmesine malolan onlarca ulus-devlet kurulmuş, askeri darbelerle kesintiye ugrayan ara süreçlerde kırım daha da yoğunlaştırılarak sürdürülmüştür formal egitim adına. Gelinen aşamada egitim, sermayenin ihtiyaclarına göre biçimlendirilerek, ucuz işgücüne indirgenmiştir. Bakınız Türk Ulusal Egitim Sisteminin hedeflerinde nelervar. Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi: “1- Egitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi 2- İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi 3- Kadınlar, gençler ve dezavantajlı grupların istihdamının artırılması 4- İstihdam-sosyal koruma ilişkisinin güçlendirilmesi” (Ulusal İstihdam Strateji Belgesi) Saglıkta ve sosyal guvenlikte neoliberal dönüşüm, egitimde 4+4+4 ve kızılbaş - sayfa 63 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yeni YOK tasarısı (+4), kamu personel rejimi, neoliberal yerinden yonetim şartı, neoliberal kentsel dönüşüm, kadın istihdam + 3 çocuk paketi ve neoliberal muhafazakar aile politikaları, Kurt sorununda neoliberal müzakere sureci ve emek yoğun sektorlerin Kurdistan’a kaydırılması projesi… “Ulusal İstihdam Stratejisi” hepsinin ortak eksenidir. Hepsinin temeline oturan ve birbirine baglayarak yeniden yapılandıran sermayenin bir ust (kureselbölgesel) düzeyden entegre azami birikim stratejisinin bir ifadesidir. “Egitim-istihdam ilişkisinin güclendirilmesi” ne anlama geliyor? Kölece Çalıştırma Stratejisinin temel politika eksenlerinin ilk sırasında, en kapsamlı ve ayrıntılı yer Egitime veriliyor. Bu başlığın tercumesi; 1Egitim sisteminin sermayenin dinamik ve degişken beklentilerine tam uygun, esnek, nitelikli, ucuz ücretli köle üretmeye odaklanması, 2- Egitimin kendisinin de dev caplı bir esnek işgücü piyasasına dönüşturulmesidir. “Turkiye’de eğitim sisteminin en önemli eksikliği ekonominin ihtiyacına uygun insan gücü sunamamasıdır…. Bu kapsamda özellikle – oğrencilerin iş dünyası ile temasının başlıca aracı olan- stajların etkin bir şekilde uygulanamaması onemli bir eksikliktir.” “Orgün ve yaygın mesleki ve teknik eğitim programlarının iş dünyasının ihtiyaçlarına uygun olmaması, vasıflı meslek sahiplerinin yetiştirilmesine engel teşkil etmektedir… diploma veya belgeler, kişilerin sahip oldukları bilgi ve becerileri kanıtlamada yetersiz kalmaktadır. Eğitimle istihdam arasında doğru ilişkinin kurulması, mesleki ve teknik eğitim programlarının işgücü piyasasının ihtiyaçlarına göre şekillen dirilmesinin sağlanması ve de bireylerin sahip oldukları yetkinliklerin Uluslararası açıdan kıyaslanabilir düzeyde tanınmasını sağlayacak Ulusal Yeter- lilik Sisteminin oluşturulmasına ilişkin önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu bağlamda Ulusal Yeterlilik Sistemini kurmak ve işletmek üzere Mesleki Yeterlilik Kurumu oluşturulmuştur.” (Ulusal İstihdam Stratejisi Belgesi’nden) Bunlar yeterli özettir. Egitim, yaygınlaştırılan okul öncesi egitimden başlayarak sermayenin beklentileri doğrultusunda isgücü üreten üretim bantlarına indergenmektedir. Bunun için tüm liseler içinde meslekteknik liselerin oranı 5 yıl gibi bir sürede 3′te birden 3′te ikiye çıkarıldı. Ögrenciler 9. sınıftan itibaren teknik işgücü olma bantına sokulmakta, aynı zamanda okulda ve işyerlerinde ogrenci emeginin fiili sömuru süreci de başlamaktadır. İnsan, tüm duyu ve duygularıyla insandır. Formal Egitimeteslim olmuş bir insan, çarkın bir dışlişinden daha fazla işleve sahip degildir. Çakmak taşından alet üreten insan beyni tüm evreni içine alacak derinlik ve güçtedir. İnformal Egitim diye adlandırılmış kurumlar dışı kaynaklardan beslenmedigi sürece insan beyni istenen derinlige erişemez. Her birimiz Engizisyonun yaktığı bir Cadi (düşünen, soran, sorğulayan ve yaratan beyin) olmaliyiz. Ki; insan ruhu küçük kabile “ben”´inin dar duvarları arasında kapanıp sıkışmadan dev adımlarla ilerleyebilsin gercek İNSAN olmanın o sonsuz deryasına. Happy haloween ! Cadilar bayraminiz kutlu olsun ! Kasim 2013 / Almanya 1-" Başından beri benim böyle ayrı bir toprak koparma isteğim hiç olmadı. Yanımdaki insanların bu tür amaç taşıdıkları söylenebilir. Ama ben hep içimde bunları alaya aldım. Hatta devlet için tehlike arz eden bu düşünce sahibi insanları, devletten çok ben bitirdim. Ben devleti tehlikeli bir ortama sürüklemedim. Devlet için tehlikeli olabilecek bir soruna el atıp, devletin bu konuda duyarlı olmasına çalıştım. Kaldı ki, bizim önderliğimizle bu soruna el atılmamış olunsaydı, devlet daha büyük bir tehlikenin içine sürüklenecekti. Üstelik benden önce buna talip insanlar vardı. Ama bunları tasfiye ettik. 2- Atatürkçülük Türk-Kürt kardeşliğinin tesisidir. Atatürk’ün Kürt düşmanlığını esas alan tek bir cümlesi yoktur. Benim biricik eserim Türk milliyetçiliğidir dememiştir. Cumhuriyetçiliktir demiştir.” (Şubat 2002, İmralı Adası) 3- Ne mutlu Türk’üm diyene sözü, bazı Kürt çevreler tarafından Atatürk’ün milliyetçi ve ırkçı olduğunun işareti olarak ele alınmaktadır. İfade diğer halkları asimile etme amaçlı olarak değerlendirilmemeli. Türkler, Osmanlı döneminde kırsalda yaşıyordu. Hor görülüp dışlanıyorlardı. Türkmenlerin kendilerine güvenmelerini sağlamak için bu söz söylenmiştir. Yoksa Kürtlerin de kendilerine Türküm demeleri için değil. Ne mutlu Türküm diyene, ne mutlu Türk oldum demek değildir. Bu büyük bir yalandır. Türkiye ulusu kavramı tüm halkları kapsayabilir, Türk ve Kürtleri temsil ve ifade edebilir, bundan gocunmamak lâzım.”(24 Eylül 2003, İmralı Adası) 4- Büyük stratejik önem arz eden Kemalizm, emperyalizm koşullarında, emperyalizme karşı halkların bağımsızlaşması, özgürleşmesi ve özerkleşmesi, Türk ve Kürt halkının birlikte emperyalizme karşı tavır koyma hareketi, Türk ve Kürt halkının emperyalizm koşullarında özgür birlikteliğidir. 5- Silahlı savaşımız bir hataydı. Yüzde yüz kazanacağımızı bilsek bile tek bir kurşun sıkmayacağız”. (İmralı Savunması). “Bugün Güney'de bir Kürt devleti doğuyor. Arkasında ABD ve Avrupa var. Bu devletin ideolojisi milliyetçidir. Bu milliyetçilik yerinde durmayacak. İran'dan, Türk'ten, Arap'tan, şundan bundan bir şey isteyecek. Bu da katliamları getirecek. Bunlar yaygınlaşacak. İkinci bir Siyonizm gibi Kürt işbirlikçiliğinin devletleşmesi söz konusudur. Kürt milliyetçiliğinin devletleşmesi İran ve Türkiye'ye karşı kullanılacak. Ben bunu engellemeye çalıştım”. (A.Öcalan 05.01.2005. Asrın Hukuk brosu görüşme notları) kızılbaş - sayfa 64 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 http://www.youtube.com/atch?v=K3KJmVSnFRE Kemalizm Faşizimdir! ittihatçılığnı iyisi olmaz hepsi aynıdır ırkçıdır. Soykırımcıdır, inkarcıdır, asimilasyoncudur, işğalcidir yalancıdır. İttihatçı CHP ve türevlerinin tasfiyesine açıktan katılıp kökten tasfiyesi yapılmadan hiçbir siyasi demokratik sorunlar çözülemez. Demokrasinin özgürlüğün ve de barışın önünde en kara engel ittihatçılık ve türevleridir. - Skine Polat - Önder, Atatürk'ün, "Yüzyılın gördüğü en büyük dehalardan biri, en kıymetli insanlardan biri" olduğunu söyledi. Vatan hainliğinden kurtuldu!..
Benzer belgeler
- Kızılbaş
kızılbaş - sayfa 2 - sayı 31 - Ekim 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53