- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş M a y ı s 2 0 12 s a y ı 14 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! yeryüzünün yaşayan insan tanrısı HIZIR “Dahili işlerimizden en mühim bir safha varsa o’da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan işbu yarayı, bu korkunc çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acıl kararların alınması için, hükümete tam ve geniş selahiyetler verilmelidir”. - m.k. atatürk paşa 1600 yıllık surp karapet ermeni manastırı ahır olarak kullanılıyor! Dersim Alevistan Zazaistan batı anadolu alevileri asimilasyonun eşiğinde mi? kızılbaş veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 [email protected] berlin temsilcisi: ali koçak [email protected] tel: 01774577978 Stuttgart temsilcisi: ali usta [email protected] tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz [email protected] kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 Mayıs 2012 sayı: 14 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg 6 sayı 25 € - 12 sayı 50 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: sayfa 04: can cana ............................................................... ali ülger sayfa 05: batı anadolu alevileri asimilasyonun eşiğinde mi? ....................................................... hüseyin demirtaş sayfa 10: eksikliğimiz kendimizdedir, yeryüzünün yaşayan ölümsüz insan tanrısı hızır .................. adnan cangüder sayfa 14: Dersim, Alevistan, Zazaistan ..................... ayşe hür sayfa 17: Dersimliler’in Türkiye Cumhuriyeti Yeni Anayasası ile İlgili Görüş ve Beklentileri ............. Mısletê Dêsımi sayfa 19: ....................................................................... ali usta sayfa 20: unutulan bir tunceli dergisi: tunceli gecesi (1960-1961) ................................................... yrd.doç.dr. galip alçıtepe sayfa 22: İçişleri Bakanı Zerdüştlük ve Yezidilik’e taktı .............................. http://www.demokrathaber.net sayfa 23: Bir Grup Ermeni Aydın Hürriyet Gazetesine karşı Kampanya Açtı ........... Nadya Uygun Dr. Sarkis Adam sayfa 24: Bu ‘sükût’un bir anlamı olmalı ..Yetvart Danzikyan sayfa 26: zazaca ders .............................................. ilhami sertkaya sayfa 28: domoneniya made odetu tore kırmanciye..sait bakşi sayfa 29: zından ..................................................... mehdi tanrıkulu sayfa 29: lorî lorî ................................................. ahmet güven sayfa 30: insanı nereye koyalım? ................................ cennet bilek sayfa 31: An die Vorstandsmitglieder des Vereins Lepsiushaus Potsdam e.V. .......................... ali ülger sayfa 32: tarihe tanık belgeler............................................................. sayfa 33: sakallı nurettin paşalar .................... ragıp zarakolu sayfa 34: ‘1915’te Ermeni çocuklar pazarda satıldı’ sayfa 34: Mutfak bezleri ...................... Necmettin Yalçınkaya sayfa 35: Atatürk Hitler’e neler yazmıştı ......................................... sayfa 37: Bu soykırımdır Sayın Başbakan ............................................. Prof. Dr. Taner Akçam sayfa 38: Süryaniler ve Yakındoğu .................. Dr. İsmail Beşikçi sayfa 43: beşikçi kütüphanesi açıldı. ................... hatice çevik sayfa 45: 1 Mayıs, Emekçilerin Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günümüdür Gerçekten? ................... Sarkis Hatspanian sayfa 47: Sachsenhausen’dan Aşkale’ye... ......... recep maraşlı sayfa 52: Pontos Jenocidi ................................... Ali Sait Çetinoğlu sayfa 55: KRİTOVULOS TARİHİ ........................................... sayfa 57: Büyük Türk-Kürt İttifakı ....................... Hasan Bildirici sayfa 58: Anma’da Politikacılar ve Din adamları Elele ........... sayfa 60: türkiye’nin nazileri ........................................ serdar kaya sayfa 62: Kripto Ermenilerle ilgili yeni bir belgesel: “Menk Kank…” (Biz varız) sayfa 62: Dersim Eremenileri etnografyası ...... Kevork Halaçyan sayfa 63: 649 Dersimli’nin ölüm tutanağı ................................ sayfa 64: kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür. .... ibrahim kaypakkaya kızılbaş - sayfa 4 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Domuzdan post; CHP’den dost olmaz!.. 4 Mayıs Desim Tertelesini lanetleme günü ilan edildi. Hayırlı bir iştir. Siyasette saflığa körlüğe hayat hakkı olmaz. Desim Tertelesini kimler, ne için yas ilan etti? Asıl buranın aydınlatılması gerekiyor. Karanlıkta tutulmaya çalışılan nedir? “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali CHP soykırımcılarını başını çektiği bir girişim var... Burada karanlık, kanlı siyaset ile biz Desimlilere yeni tuzaklar kurulmadığının ne garantisi var? Soykırımcı, ırkçı, inkarcı, faşizan ve asimilasyoncu CHP den medet umup siyasetine katılanların akibetinin kınalıkeklik rayber gibi olacaklarını hatırlatırız!.... İlan edilen TERTELE (soykırım) günü, 4 Mayısta Sabiha Gökçen Havaalanı önünde basit ve gayri ciddi bir bildiriyle, kendilerini tatmin eden döküntü solcular CHP saflarında AKP-İslam düşmanlığı siyasetiyle başta Desime ve Kızılbaşlara zararlı işler yaptılar... CHP’in AKP’in ekmeğine yağ sürdüler Domuzdan post, CHP’dost olmaz! Emir kulu devşirme olan Sabiha Gökçen’e gidene kadar, Genelkurmay Başkanlığı, CHP genel merkezi ve Anıtkabire gidilmeliydi!.. Sessizce bir kara çelenk bırakıla can cana ali ülger bilinirdi!.. Bu haklı davanın tüm etkinlikleri, devletten ve devlet partilerinden bağımsız olarak işlenmelidir . Desim TERTELESİNİN birinci dereceden sorumlusu devletin kendisidir ! *** Onur Öymen’in “Desim gibi yapalım” önerisine neden beyaz alevi dernek ve vakıflarından ciddi bir tepki gelmedi ? Kadıköy Alevi mitingine 200 bin insan katılırken, biz Dersimlilerin Öymen’e tepki olarak gene Kadıköy’de düzenledikleri mitinge beyaz alevi örgütlenmeleri biz Desimleri desteklemediler. Desim mitingine katılmadılar. AABF’ CHP’den milletvekili adaylığı yapanlara da söz hakkı verilmişti. Memlekette ve dışarıdaki alevi örgütlenmelerinde yönetim ve tabanda bulunanların %95 Türk olmayan Kızılbaşlardan oluştuğunu da gözardı etmeyelim! Beyaz Alevi örgütlenmelerinde bulunan Kızılbaş Kürt’e Kızılbaş Zaza’ya Kızılbaş Türkmen’e Önerimiz; Yakın tarihleriyle yüzleşmeleridir!... CHP, Devlet siyasetinden feragat edip, kendinize ve Kızılbaş toplumuna zarar vermeyiniz!.. *** Ermeni soykırımında demokratik bir siyaset sunmayanların kendi sorunlarının çözümlerine yönelik demokratik öneriler-çözümler üretmeleri mümkün değildir. Bochum mitinginde R. T. Erdoğan’ı Ermeni Soykırımını tanımadığı için kürsüden eleştiren AABF Sekreteri sayın Ali Doğan’a bir hatırlatma; Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin Belçika’da düzenlediği ’’Ermeni siyaseti nasıl olmalıdır ?’’ brifingine katılan AABF Genel Başkanı Turgut Öker bugüne kadar hangi siyaseti işletti? AABF’ in Ermeni Soykırımını tanıyan herhangi bir kararı var mı? Yoksa; karar alınması yönünde bir öneriniz var mı? *** Beyaz Alevi örgütlenmelerinde bulunan Kızılbaşların içinde bulundukları durumun vahameti çok acı bir gerçeğimizdir. Koçgiri ve Desim soykırımları sonrası uygulanan devletin asimilasyon politikalarının ürettiği tahribatı ile yabancılaştırılmayı göstermesi açısından hayati önem taşımaktadır… can cana kızılbaş - sayfa 5 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 batı anadolu alevileri asimilasyonun eşiğinde mi? Son on yılda Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik üzerine bir enformasyon patlaması yaşandı. Çok yazılır çizilir oldu. Deyim yerindeyse Türkiye ve dünyada bir „Alevi Rönesansı“ yaşanıyor. Ancak yazılıp söylenenler daha çok genellemeci yanıyla ve büyük ölçüde Alevi toplumunun gerçekliğini ve bugün yaşananları yansıtmaktan oldukça uzak olmalarıyla dikkat çekiyordu. Kitaplar, makaleler ve konuyla ilgili açık oturumlar, sanki Aleviler bu toplumda yaşamıyormuşçasına ütopik kaçıyordu. Aleviliğin yerel, farklı ve çeşitli renklerini ele almaktan uzak bir havada idiler. Bu yazıda işte bu değinilmeyen boyutlardan birini gündeme getirerek, Batı Anadolu Alevilerinde, özellikle Kütahya, Eskişehir ve kısmen Manisa ve Balıkesir yöresinde yaşanan kimlik krizi ve asimilasyon sürecine değinmek istiyorum. Bence Türkiye ve Avrupa’daki Alevi kurum ve kuruluşlarının öncelikle örgütlenme, cemevi yapma ve devletten nasıl para koparabilirimden çok batı bölgelerinde yaşayan Aleviler arasındaki yozlaşma ve yer yer asimile olmaya karşı alınacak önlemler üzerinde yoğunlaşmaları gerekiyor. Burada portresini çizmeye çalışacağım Alevi köyünün özelliklerini okudukça bazılarınızın içinden „Hiç böyle Alevilik ve Alevi köyü olur mu?“ dediğini duyar gibi oluyorum. Evet, sanıldığı gibi Türkiye’de Alevilik ve Alevi Toplumu tek boyutlu ve homojen değil. Burada kendi köyüm Kütahya’nın Hisarcık İlçesine bağlı iki binin üzerinde nüfusu olan ve 1998’de belediye olan Şeyhler’i tanıtmaya çalışacağım. Burası çevresindeki Sünni köylerin arasında sıkışmış kalmış beş Alevi yerleşiminin en büyüğüdür. Bugüne kadar belde halkının çevredeki Sünni köylerle farklı inançtan kaynaklanan hiç bir ciddi problemi olmamıştır denilebilir. Tabii bu arada beldemizin yolu Dereköy adında oldukça katı Sünni bir başka beldenin içinden geçtiğinden, bura halkından bazılarının sebzeci vs. gibi gezici esnafı, „Orası kızılbaş köyüdür, gitmeyin“ diye geçirmedikleri gibi kü- hüseyin demirtaş çük olayları ve beldemize Alevi olmasından dolayı zaman zaman aşağılayıcı bir gözle bakıldığını saymazsak. ALEVİ KÖYÜNDE İKİ CAMİİ Beldemizde iki tane, ikişer şerefeli minaresi olan camii var. Belde iki ayrı yerde üç mahalleye bölünmesi nedeniyle bizim tekke dediğimiz iki tane de cemevi binamız mevcut. Seksenli yılların ortalarında yapılan camiler, bir tür aşağılık kompleksi ile „Çevredeki köylerde var da biz de neden olmasın. Siz müslümansanız biz sizden de müslümanız. Hem de Müslüman’ın hası!“ şeklinde özetlenebilecek bir duygu ile inşa edilmişlerdir. Tunceli, Sivas ve Erzincan gibi doğu illerinde ancak 1980 Askeri Darbesi sonrası başlayan Alevi köylerine zorla camii yaptırma bizde ve benim bildiğim diğer çevre Alevi köyle-rinde, 1960’ların sonlarında başladı. Ancak bizdeki camileri halk devlet zoru ile değil gönüllü olarak yaptırdı. Köyde 1970 Gediz Depremi’ne kadar bir yatırın odası camii olarak kullanılırken ve eski mahallede bulunan bu camide Eyüp Hoca (Demirbağ) halkın arasında yıllık olarak topladığı buğday, arpa cinsinden zahire karşılığı köyün camii ve cenaze gibi dinsel ihtiyaçlarını yerine getiriyordu. Depremin ardından yapılan afet konutları mahallesi ile birlikte, devlet tarafından buraya yeni bir ahşap camii yaptırılmıştır. Ama bu deprem camisi 1982’de yıkılarak, bir kaç Almancının önayak olmasıyla Almanya’da çalışan 100 aile kadar olan Şeyhlerli haneden para toplanmış ve köylülerin de katkısıyla iki şerefeli minaresi olan iki büyük camii inşa edilmiştir. Belde halkı cuma, bayram ve vakit namazlarını camide kılarken aynı insanlar, her perşembe akşamı cemevinde toplanmaktadır. Şeyhler’de dede sülalesi olmadığından dede vekili denilebilecek bir rehber bulunmakta, büyük ayin-i cemler ve ikrar törenleri olduğunda 25 Km uzaklıktaki Şeyhçakır Köyü’nden dede davet edilmektedir. Çocukluğum hariç yetişkin olduğumda ilk defa 1990 yılında cemevimize gittim. Bir de 1999 Mayısında babaannemin vefatı dolayısıyla „dardan indirme“ törenine katıldım. 1990 yazında Eskişehir’den aslen Bilecik Bozüyüklü Abidin adında bir dede gelmişti. Yaşlılar şöyle bilgili, böyle âlim bir dede diye övünce merak edip gittim. Bizim orada „nasihat“ denilen ve iki saatten fazla süren bir vaaz verdi. Dedenin konuşmasına referans aldığı kaynaklar tamamıyla Sünniliğin temel kaynaklarıydı ve dede sürekli olarak Kuran’dan ayetler okuyor, bir yandan da bunların tefsirini (yorum) yapıyordu. Konuşmadan Yezit’e ve Muaviye’ye lanet okumaları ve 12 İmam, Hz. Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin gibi bazı cümleler çıkarılsa, kendinizi cemevinde olduğunuz halde camide vaaz dinliyor sanabilirdiniz. 1980 yılına kadar dedelerimiz Hacı Bektaş’tan geliyordu. Ancak bu dedeler teker teker öldü. Bu nedenle şimdi 3-5 yılda bir Hacıbektaşlı dedeleri beldemizde görebiliyoruz. Benim de görme fırsatı bulduğum 1979 yılında ölen Hacıbektaşlı Lütfü Ulusoy adında bir dede vardı. Lütfü Dede bizde şimdi bile bir ermiş, evliya gibi sayılır ve hemen hemen her evde onun fotoğrafları duvarları süsler. Kimse kendisine kötü söz söyletmez ve buna kalkışanları da „Hâşâ, çarpılırsın ha!“ diye uyarmaktan geri kalmazlar. Lüt- kızılbaş - sayfa 6 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 fü Dede’nin Alevileri çok eskiden beri sünnileştirmek isteyen devlet içindeki bazı çevrelerin adamı olabileceğinden şüpheleniyordum. Ancak, hakkında son yaptığım araştırmalar, bu şüphelerimi bir ölçüde yalanlasa da, değişik kişilerden dede hakkında her iki iddiayı da destekleyici bilgiler edindim. Kimi, „Lütfü Dede, bizi bizzat camiye götürdü veya cemevinde birlikte vakit namazı kıldık“ derken, kimi de „Yok Lütfü Dede, öyle bir şey yapmadı. Köye geldiğinde cemevinden hiç çıkmadı ve camiye gidilmesini, Ramazan Orucu tutulmasını ve hacca gidilmesi gerektiğini ima eden hiçbir sözünü duymadık“ gibi birbirinin tamamen zıddı şeyler söyledi. Ortada Lütfü Dede ile ilgili çelişkili ve birbirini tutmayan ifadeler var. Yine Lütfü Dede ile aynı tarihlerde beldemize gelip giden yakın Alevi köyü Şeyhçakır’dan Ali Aydedeoğlu adındaki dedenin de, camiye „Yıkılası Muaviye yuvası“ diyerek karşı tavır aldığı, öldüğü 1992 yılında cenazesinin camiden kaldırılmaması için oğullarına vasiyet ettiği söyleniyor. Anlatılanların da bir ölçüde doğruladığı gibi gerek Lütfü Dede gerekse Ali Dede mademki bu kadar camiye ve oraya gidilip ibadet edilmesine karşıydılar, öyleyse Şeyhçakır ve Şeyhler’de bu iki dede toplum üzerinde çok etkili oldukları halde sünnileşme neden çok yoğun olarak yaşanmış? Her iki yerleşimde de başta Süleymancılık olmak üzere Milli Görüş geleneğine yakın Nakşibendîlik gibi tarikatlara ve Fethullahçılık gibi Nurcu cemaatlere yoğun ilginin kaynağı ne? Dedelerin halk üzerindeki karizmatik etkileri ile var olan „sünnileşme eğilimi“ arasında bir bağlantı kurmak oldukça güç. Bu durum belki dönemin koşulları gereği dedelerin, camiye ve diğer Sünni içerikli ibadet ve geleneklere çok açık bir şekilde karşı çıkamamaları ile açıklanabilir. Bir de, bu yerleşimlerden başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkelerine işçi göçüyle gidenlerin sünnileşerek, geride kalanlara parasal güçlerini de kullanarak etki etmiş olabileceklerini ve devletin tayin ettiği imamların çabalarını ekleyebiliriz. Bu yazının yayınlanmadan önceki halini okumaları için gönderdiğim beldemizden bazı dostların Lütfü Dede ile ilgili çok ağır suçlamalarda bulunduğum gerekçesiyle yazıyı oku-madığını ve yarım bırakarak fırlatıp attığını duydum. Ancak Lütfü Dede hakkın- daki kanılarımda son edindiğim bilgiler ışığında bir yumuşama yaşansa da, Lütfü Dede gibi hatırlı dedelerin şahsında sünnileştirme ve belli bir yerleşimi kimliğinden uzaklaştırma girişimleri olmuyor değil. Çünkü Alevi köylerinde dedeler aracılığıyla bilinçli sünnileştirme girişimleri ve pratikleri son elli yıldır hep yaşanıyor. O nedenle yazıyı, Lütfü Dede adının yerine bir başka dede adını koyarak okuyabilirsiniz. Lütfü Dede, büyük bir olasılıkla Alevileri sünnileştirmeyi amaçlayan bir ajan değildi ama Alevi köylerinde „işbirlikçi ve kınalı keklik“ dede örneklerine çok sık rastlandığını da unutmamak gerekiyor. Zira halen iki cemevimize hizmet görmek için gelip giden Şeyhçakırlı Murat Dede’nin bir imamdan pek farkı yok. Çünkü camide akşam namazını kıldıktan sonra cemevine gidiyor. Bence Alevi erkânını bilmesi, Şeyhçakır gibi bir ocaktan ve dede sülalesinden olması dışında bir özelliği olmaması yanında bir de camiye namaza giderek kötü örnek oluyor. Zira geçmişi bilmeyen genç kuşak dedeye bakarak Alevi olmanın camiye gitmeyi gerektirdiğini sanacaktır. Konuya tekrar dönersem, aslında Hacıbektaşlı bazı dedelerle ilgili düşünce ve iddialarım öyle temelsiz değil. Çünkü Hacıbektaş’tan emekli vali Kadri Erogan gibi Alevi-Sünni aynıdır çarpık mantığına sığınarak sünnileştirme politikalarına çanak tutan birçok insan çıkmıştır. Ayrıca dede olmasa da devlet yanlısı ve sünnileşmeyi çok normal karşılayan bürokrat, öğretmen vs. gibi Hacıbektaşlı kişilerle çok karşılaştım. Öte yandan Lütfü Dede’nin İslam’ı hem Sünnilik hem Alevilik yönüyle öğrenmiş, dinler tarihine vakıf oldukça geniş bilgi sahibi; emsalleri olan dedeler arasında ender rastlanabilecek bir insan olarak öne çıktığını görüyoruz. Lütfü Dede bize 1950’li yıllardan 1979’a kadar genellikle kışları gelirmiş ve aylarca çevredeki diğer Alevi köylerini de dolaşarak hem ayin-i cemleri yönetir hem de köylüler arasındaki problemlerin devlet mahkemelerine intikaline gerek kalmadan çözülmesini sağlarmış. Hacıbektaş gibi AleviBektaşilerin „Kâbe“si denilebilecek bir yerden geldiğinden, doğal olarak çok saygı görür ve ne dedi ise ayet gibi doğru olarak kabul edilir ve uygulanırmış. Oysa Lütfü Dede sanki bizim çevrede sünnileşmenin temellerini atan birisi gibi görünüyor. Bizde sözgelişi 50-60 yıl önce, bir tek kişi bile namaz kılmaz, camiye gitmezken, kadınlarımız geleneksel olarak başörtülü ama Sünni tarzda örtünmezken; onun telkiniyle daha kapalı giyinmeye başlanmış, erkekler de yine onun tavsiyesiyle namaz kılmayı bilmedikleri halde cemevinde veya camiye dede ile birlikte giderek cemaat halinde namaz kılmaya başlamışlardır. Lütfü Dede halk üzerindeki etkisini kullanarak kimlik kaymasını önleyebilirdi ama bugünkü durumu dikkate alınca ya gücünü kullanmadığını veya kullansa bile etkili olmadığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Ancak Şeyhlerli kadınların pek hakkını yememek gerekir. Çünkü kadınlarımızın halen yüzde 95’i namaz kılmayı bilmez. Sadece Kütahya gibi tutucu kentlerde yaşamaya başlayan kadınların bazıları kurallarına uygun bir şekilde namaz kılmayı bilir. Yine Lütfü Dede’nin gidip gelmeye başlamasıyla birlikte, ilk defa altmışlı yılların sonu ile yetmişli yılların başlarında hacca gidenlerde bir artış olmuş. Altmış yetmiş yıl öncesinde birkaç kişi de olsa hacca gidenler çıkmış. Şimdi ise hacca gitmiş olanların sayısı ellinin üzerindedir. Her yıl beldemizde ve Almanya’da yaşayan Şeyhlerli 3-4 kişi mutlaka hac ziyareti yapar. Lütfü Dede’nin burada da herhangi bir müdahalede bulunmadığı açıkça ortada… Diğer taraftan benim çocukluğumda bile -ki ben 1970 doğumluyum- Ramazan orucu tutanların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken şimdi neredeyse halkın yarısına yakınının oruç tuttuğunu duyuyorum. Çocukluğumda babamın bakkal dükkânı vardı. Ramazan ayı geldiğinde babam beni bağnaz bir şehir olan Emet’e götürmek istemezdi. Sen orada ekmek, su ister beni rezil edersin, derdi. Ama bu konuda Gediz ilçesi daha serbest olduğundan beni pazarına götürmeye çekinmezdi. O zamanlar köy olan beldemize ilk resmi imam 1970’li yılların başlarında tayin edilmiş ve 5-6 senelik bir çalışmadan sonra bir kız meselesi yüzünden kovulmuş. Ondan sonra bir iki imam daha köye atanmış, ancak sadece Simavlı Ali Emer bir anlamda bize uymak suretiyle 1982’den 1997 yılına kadar köyde kalabilmiştir. Diğer mahalledeki camiye de 1988’de Emet’in Alevi köyü Bahatlarlı bir imam tayin edildi. O da suya sabuna dokunmadan 1997 yılına kadar köyde barınabilmiş kızılbaş - sayfa 7 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve kişisel bir nedenden dolayı tayinini istemiştir. Camiler, tüm bu „sünnileştirme“ çabalarına rağmen yine de vakit namazlarında boştur. İmam namazını çok kere yalnız kılar. Her iki cami de, bir iki bir ayağı çukurda ihtiyar ve elmayla armudu karıştıran üç beş kişi dışında, sadece cuma ve bayram namazlarında zar zor yarıya kadar dolmaktadır. Ancak beldemizde camiye bir defa bile adımını atmamış erkek 10 kişi ya var ya yoktur. Nitekim camiye gitmenin gerekliliği adeta içselleştirilmiştir. Gitmeyenler de kendini suçluluk ve günah psikolojisi içinde hisseder olmuştur. Tamamı Alevi olmasına karşın belde insanı zamanla, gerek içlerinden çıkan dedeler gerekse devlet tarafından yürütülen yoğun „sünnileştirme“ çabalarının sonucunda, Sünni-İslam’ın gereklilikleri olan namaz, hacca gitme ve Ramazan orucu gibi şekilsel ibadetleri Alevi olmanın da bir gereği olarak görmeye başlamış, hatta bu ibadetleri yapmayanlar ayıplanır hale gelmiştir. Öte yandan bu insanlar mümkün olduğunca cemevine de gitmekte, ikrar, yol gösterme, vefat edenleri dardan indirme ve ayin-i cem gibi Aleviliğin gereklilikleri olan ibadet ve seremonileri yerine getirmektedirler. Şeyhler’de de her Alevi yerleşim biriminde olduğu gibi tavşan eti yenmez. Muharrem ayında 12 veya 17 gün geceleri de dâhil su içilmeden oruç tutulur. Ayrıca beldemizde her yıl hayır törenleri, kurbanlar kesilerek yapılan onun üzerinde yatır ve türbe vardır. Halk kadınlı erkekli, bahar ve güz mevsimlerinde yapılan bu hayır törenlerinde, bir bayram havası içinde semahlar dönerek, oyunlar oynayarak eğlenir. Türbelerin hayır törenleri çok coşkulu bir havada geçer. Ramazan ve Kurban bayramları da, Sünnilerin kutladığı gibi senelerdir aynı şekilde kutlanmaktadır. Aleviliğin en güzel geleneklerinden biri olan Musahiplik ise maalesef büyüklerimizin bile tam hatırlayamadığı bir tarihte Bayram adlı bir dede tarafından Şeyhçakır Ocağı’na bağlı tüm köylerde kaldırılmıştır. BİZİM ALEVİLER TANIM DIŞI Türkiye’deki genel geçer Alevi tanımlaması, „Aleviler demokrattır, ilericidir, yenilikten yanadır. Sol partilere oy verirler, ezilenin yanında sömürenin karşısındadır ve Aleviler laik devletin bekçileri ve garantörüdür“ şeklindedir. Beldemiz ve Kütahya çevresinin 20’ye yakın Alevi köyü için bu tanımlamalar büyük ölçüde geçersizdir. Beldemizde hâlâ kızlar ilkokuldan sonra pek okutulmazlar. Bu konuda maalesef çevredeki Sünni köylerden bile çok geriyiz. Belde halkı arasında lise ve yüksek öğrenimi tamamlamış olanların oranı çok düşüktür. Düşünün bir kere, bendeniz elli yıl aradan sonra ikinci öğretmen çıkan bir kişiyim. Birinci öğretmen Eskişehir Çifteler Köy Enstitüsü mezunu rahmetli Rıza Aslan’dı. İkin-cisi 1991 yılında tarih öğretmeni olan ben oldum. Son zamanlarda bu sayı birazcık artış gösterse de, dışa göçenlerle birlikte nüfusu 2 bin 500 civarında olan belde halkı arasında toplam üniversite mezunu sayısı 10-15 kişiyi geçmez. Yine bizde bilinen diğer Alevi köylerinin aksine, çok partili yaşama geçildiğinden beri sağ partilere yarı yarıya oy çıkmaktadır. Şimdi vefat etmiş olan Mustafa Demir 15 yıl aralıksız Demokrat Parti ve Adalet Partisi taraftarı biri olarak köyde muhtarlık yapmıştır. Tabii yine de CHP, genel olarak daha çok taraftara sahip olmuş ve oy almıştır. Bu durum 1995 ge-nel seçimlerine kadar sürmüştür. Bu seçimlerde daha önce SHP Kurultay delegesi de olan Muhtar Alaattin Ölmez seçim öncesi DYP’ye geçmiş ve „DYP’ye oy verirseniz daha çok hizmet gelecek“ gibi vaatlerle, bu partiyi seçimlerden birinci olarak çıkartmayı başarmıştır. 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde yeni kurulan belediye için ilk defa başkanlık seçimi yapıldı. Eski Muhtar Alaattin Ölmez ANAP’tan, Manisa’da müteahhitlik işleriyle uğraşan ve seksenli yılların ortalarına kadar babası Eyüp Hoca ile birlikte „hak“ karşılığı eski mahalledeki camide hocalık yapmış olan Medet Demirbağ DSP’den aday oldular. Seçimlerde Fazilet Partisi ve BBP de dışardan formalite adaylar gösterdiler. DSP adayı Medet Demirbağ seçimi oyların yarısından çoğunu alarak kazandı. Bu seçimlerde MHP ve Fazilet’e de hatırı sayılır oranlarda oy çıktığı gözlendi. Başkanın beldemizi Alevi kimliği ile tanıtmak için elinden gelen çabayı sarf ettiğini ve içinde kütüphane ve çok amaçlı salonların bulunduğu merkezi büyük bir cemevi yaptırmayı planladığını takdir ederek görüyorum. Bu bağlamda belde içindeki Haksız Hasan yatırının çevre düzenlemesinin yapıldığını ve Kültür Bakanlığı’nın da desteğiyle Ali Ekber Çiçek gibi Alevi sanatçıların türbe meydanında konser verdiğini ve bu tür etkinliklerin her yıl yapılacağını büyük bir mutlulukla öğrendim. DIŞARDA DA KİMLİK KRİZİ Şeyhlerliler’in yaşadıkları beldede olduğu gibi yerleşmiş bulundukları Türkiye’nin diğer kentleri ve Almanya’da da Alevi kimliklerini gizlemekte olduğu, Sünni ritüelleri benimseyerek kimliklerini kaybetme eğilimi içine girdikleri görülmektedir. Örneğin Almanya’da tanıdığım Şeyhlerli bir kadın Recep, Şaban, Ramazan ve Muharrem aylarında hep oruç tutuyordu. Ben bir defasında kendisine, „Şu Hıristiyanların oruçlarını da tut ki, bari cennete gitmeyi tam garantileyesin. Nasıl olsa her tarafı memnun etmeye çalışıyorsun“ yollu bir şaka yapmıştım. Almanya’da yaşayan yaklaşık yüz kadar Şeyhlerli ailenin hemen hemen hepsini tanıyorum. İzmir, Manisa, Kütahya ve Eskişehir’de yaşayan yüzün üzerinde hane var. Bu in-sanların hiç biri dışta yaşasalar da, beldemizle bağlarını kesmiş değil. Ben Almanya’da yaşıyorum. Türkiye’den dokuz yıldır hemen her yıl yaptığım izinler dışında uzağım. Ama uzaktan da olsa beldemizdeki gelişmeleri ve nerede olurlarsa olsunlar Şeyhlerliler’i çok yakından takip ediyorum. Bazılarıyla mektup, elektronik posta ve faksla sürekli yazışarak ve telefon aracılığıyla ilişkilerimi sıcak tutuyorum. Doğal olarak son yıllarda Almanya’dakileri çok yakından gözlemleme fırsatım oldu. Büyük çoğunluğu aynı veya birbirine yakın şehirlerde oturan Şeyhlerliler, her biri birer camii derneğine üye ve buralara 25-50 Euro arasında değişen miktarlarda üyelik aidatı ödüyorlar. Çocuklarını hafta sonları camilerde verilen Kuran kurslarına gönderiyorlar. Bildiğim kadarıyla içlerinden bir tek kişi bile bir Alevi derneğine üye olmadığı gibi sanki derneklerin varlığından rahatsız bir havada görünüyorlar. Hele birinci kuşağa mensup olanlar, Alevi derneklerinin önünden bile geçmekten korkar ve Türkiye’nin başka kentlerinden olan diğer Alevilerle konuşmaktan çekinir durumdadırlar. 1990’larda başlayan „Alevi Rönesansı“ nın getirdiği görece rahatlığa karşın, hâlâ kimliklerini gizli tutma savaşımı verdiklerine kızılbaş - sayfa 8 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tanık oluyorum. Hatta zaman zaman Alevi olmaktan dolayı bir tür eziklik duydukları da oluyor. Çevrelerindeki tanıdıklardan birisi bizim oralı bir ailenin herhangi bir yoldan Alevi olduğunu öğrendiğinde, bu kişi tanıdığının tüm Sünni ibadetleri yerine getirdiğini görünce şaşırıp kalıyor. „Bunlar acaba nasıl Alevi?“ diye kendi kendine sormadan edemiyor. Şeyhlerli’nin Alevi olduğunu öğrenen bu kişilere, senin tanıdığın bizim hemşehri veya aile gerçekten Alevidir denildiğinde, „Sen yanlış biliyorsun. Onlar Alevi değil. Öyle olsalar camiye gelmezler“ diyerek inanmakta güçlük çektiklerine defalarca tanık oldum. Şeyhlerliler’in kız çocuklarını Almanya’da da bir sürü imkânın içinde ihmal etmekte olduklarını ve yüksek okullarda okumalarına engel çıkardıklarını büyük bir üzüntüyle izlemekteyim. Kızlar zorunlu olan eğitimlerini (9 veya 10. sınıf) tamamladıktan sonra beldemizden bir kişi ile evlendirilerek, damat Almanya’ya getirilmektedir. Zira Sünni birine kız vermeme geleneği korunmaktadır. Ancak Sünnilerden kız alınmaktadır. Doğal olarak Sünni birine kızını gönüllü olarak vermenin yaptırımları da vardır. Kütahya’da oturan büyük dayım, kızını bir Sünni ile evlendirdiğinden dolayı bir süre „düşkün“ ilan edilerek cemevine kabul edilmemiştir. NURCU, SÜLEYMANCI ALEVİLER Almanya’da Alevi derneklerinin önünden geçmeye bile cesaret edemeyen korkak ve sinik karakterli çoğu Şeyhlerli, yaz tatillerinde izinlerini geçirdikleri sırada mutlaka „ikrar“ denilen ve ben Aleviyim diyen bir kişinin yaşamında kesinlikle yerine getirmesi önerilen bu ibadeti, beldemizin iki cemevinden birinde eşleri ile birlikte toplanan cemaat önünde yerine getirirler. Bu bir çeşit tarikata giriş töreni niteliğindedir. Ama Almanya’ya dönen aynı kişiler sanki Alevi değilmiş ve o görevi başkası yerine getirmiş gibi hemen sıradan bir Sünni Müslüman’a dönüşürler. Ne gariptir ki, son yıllarda Almanya’daki Şeyhlerliler arasında yukarda da belirttiğim gibi eşleri ile birlikte hac ziyareti modası baş gösterdi. Bu moda sonucu birinci kuşaktan Mekke’ye gitmeyen kişi neredeyse kalmamış, kalanlar da ilk fırsatta Hacıbektaş’tan önce hacca gitmeyi düşlemektedirler. Moda deyiminden kastım, hacca gitme furyası dinsel bir görevi yerine getirme duygusundan çok, diğeri gider de ben niye gidemem kıskançlığının ve adına hacı dedirterek toplumda saygınlık kazanma psikolojisinin bir ürünü olmasıdır. Eskiden hacca giden Şeyhlerliler önce Hacıbektaş’ı ziyaret eder ve daha sonra hacca giderdi. Şimdi bu gelenek kalktı ama yine de hacca gitmediği halde tek tük Hacıbektaş’ı ziyaret eden çıkıyor. Almanya’daki birinci kuşak Alevi hacılarımız aşırı hoşgörüsüz bir tutum sergiliyorlar. Artık çoğu emekli de olduğundan ev ile üye oldukları camii derneği arasında mekik dokumakta ve bizim gibi gençleri kendileri gibi olmadığımız için suçlamaktadırlar. Kraldan daha kralcı bir tutumla, evlerine misafirliğe gidildiğinde veya başka ortamlarda karşıla-şıldığında bizleri, niye namaz kılmadığımız, eşlerimizin başının neden açık olduğu gibi ko-nularda sorgulamaya kalkmaktadırlar. Görüldüğü gibi Şeyhlerliler’in genelinde biri gizli diğeri açık olmak üzere dual (çift) bir kimlik karşımıza çıkıyor. Ayrıca Türkiye ve Almanya’daki Şeyhlerliler’den bazılarının Süleymancılık, Fethullahçılık ve Milli Görüşçülük gibi İslamcı-tarikatçı gruplara katıldıklarını görüyoruz. Bu kişilerin eşleri ve kızları kara çarşaflara girmişler, özellikle Avrupa İslam Toplumu Milli Görüş’ün (İGMG) aktif elemanları haline geldiklerine tanık oluyorum. Hatta Milli Görüşçü olan iki kişi de 30’lu yaşlarında Sünnilerde bile çok yaygın olmamasına rağmen genç yaşta hacca gitmiştir. Sadece bir tarikata ve cemaate üye olan bu kişiler Alevi olmalarını utangaç şekilde de olsa inkâr etmekte, Alevi olmayı ve bu kimliği sürdürmeyi „sapıklık“ olarak nitelendirmekte bir sakınca görmemektedirler. Diğerleri de örneğin bir tartışma yapıl-dığında, Sünni ritüelleri tamamen benimsemiş oldukları halde Aleviliği sana bana bırakmamakta, kendileri gibi olmayan Alevileri dinsizlik, bölücülük ve Alevi olmamakla suçlamaktadırlar. Bu kişiler, çevrelerindeki Tuncelili, Erzincanlı, Sivaslı, Çorumlu ve kendileri gibi olmayan diğer Alevileri, gerçek Alevi saymamakta; bunlar bizimkiler gibi namaz kılmadıkları, oruç tutmadıkları, cami ile uzaktan yakından ilgileri bulunmadığı ve çocukları daha serbest yaşadıkları için küçümsenmektedirler. Aslında Alevi kimliğini kökenlerine uygun olarak sürdüren bu Aleviler hakkında „Onlar gerçek Alevi olamaz. Onların yüzünden bizim gibi dininde diyanetinde Aleviler karalanıyor. Eğer bir kişi Alevi olduğunu söylüyorsa, namaz kılmalı ve Ramazan orucunu tutmalıdır. Çünkü Hz. Ali efendimiz bu ibadetleri yapmıştır. Biz de Alevi olarak onun yolunu takip ettiğimize göre, ona uymalıyız“ şeklinde yanlış bir mantıkla düşünülmektedir. Aslında beldemizdeki camiler de yaşanan süreci ve gerçekliği tüm çıplaklığı ile ele vermektedir. Camiler pırıl pırıl ve yepyeni malzemelerle döşenmişken, iki cemevi de perişan ve bakımsız bir durumdadır. Bazı haftalar iki defa toplanıldığı halde, cemevlerinde kullanılan eşyalar çok eskidir. Zira zaten halk cemevine evlerinde artık kullanmadıkları şeyleri hayır olarak vermektedir. Camilere gösterilen aşırı özen bile tek başına Şeyhler’de terazinin ne tarafa doğru sarktığını göstermesi bakımından kayda değerdir. Almanya’da olduğu gibi Türkiye’nin başka kentlerinde yaşayan Şeyhlerliler’ in de hızla asimile oldukları net bir şekilde görülüyor. Çizdiğim Alevi yerleşimi portresi biraz iç bunaltıcı ama Şeyhler bir istisna değil. Çünkü Kütahya çevresinde ve Batı Anadolu’nun diğer Alevi yerleşim birimlerinde bolca örnek bulmak çok güç değil. Post kavgası yapanların dikkatine! Örneğin Ankara’da „Genç Erenler“ adında Alevileri sünnileştirmeyi hedefleyen ve Alevi’den çok Sünni okuyucusu olmakla övünen derginin sahibi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’nun köyü Emet’e bağlı Bahatlar’ı ele alalım. Bahatlar, Hüseyin Tuğcu ve kardeşi Cemal Tuğcu bu uğurda çok çalışmış olmalı ki, Şeyhler’den daha fazla asimile olmuş bir manzara sergiliyor. Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu’yu ben çıkardığı dergi vesilesi ile gıyaben tanıdım ve mektuplaşmalarımız oldu. Dergiyi bir yıl kadar da bana gönderdi. Yrd. Doç. Dr. Tuğcu, Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunudur. Ayrıca eğitim bilimleri ve sosyoloji dallarında mastır ve doktora sahibi bir kişi. „Türk Aile Yapısında Bektaşi Geleneklerinin Yeri ve Bir Bektaşi Köyü“ başlıklı yüksek lisans tezi kendi köyü ile ilgili. Ankara Mamak İmam-Hatip Lisesi’nde bir süre meslek dersleri öğretmenliği yapan kızılbaş - sayfa 9 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu, eğitim müfettişliğine yükselmiş ve bu görevin ardından Kırıkkale Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamıştır. Daha önce Aykut Edibali’nin Millet Partisi yanlısı olan ve partinin yayın organı Bayrak Gazetesi’nde zaman zaman yazıları çıkan Yrd. Doç. Dr. Tuğcu, Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) katılmış ve partinin Kurucular Kurulu’na seçilmiştir. Bahatlar’dan Yrd. Doç. Dr. Tuğcu’nun dışında benim tanıdığım iki ilahiyat mezunu daha var. Bu köyden imam-hatip mezunlarının sayısı da herhalde 20’nin üzerindedir. Birçok kişinin de Kuran kurslarına devam ettiğini biliyorum. Şeyhler’den ise halen benim yaşıtım iki kişi imamhatip olarak Simav ve Gediz’e bağlı iki köyde görev yapmakta, birkaç lise ve üniversite öğrencisi de Süleymancı, Fethullahçı ve diğer Nurcu cemaatlerin yurtlarında veya evlerinde kalmaktadır. Bunların çoğu şimdi okullarından mezun oldular ve yedikleri ekmekleri inkâr etmeyerek öğretmen ve çeşitli kademede memur olarak öğrencilik zamanındaki tarikat ve cemaatlerine bağlılıklarını halen sürdürmektedirler. Bu veriler hesaba katıldığında, Şeyhler’deki gidişatın son durağının tamamen sünnişme olacağı açıkça görülüyor. Bizdeki asimilasyon sürecinin benzeri, Emet ve Hisarcık ilçelerine bağlı Bahatlar, Kızık, Samrık, Alpınız (Uzunçam) ve Gediz’e bağlı Akçaalan Beldesi’nde de yaşanıyor. Hatta sünnileştirme çabalarının kesin sonucu bazı yerlerde çoktan alınmış durumda. Nitekim çevredeki diğer köylerden Karbasan, Simav’a bağlı Beyce, Çitgöl kasabaları ve Samat Köyü halkı zaman içinde tamamen sünnileşmiş ve Alevi olduklarını çoktan unutmuş bulumaktadır. İŞBİRLİKÇİ ALEVİLER Batı Anadolu’daki bu süreç hafife alınamaz. Çünkü bu yörenin Alevileri giderek bir zamanlar „Yezid“ diye küçümsedikleri insanların inançlarını benimsiyorlar. Bu konudaki diğer aktüel bir örnek ise asimilasyon sürecinin son durağına gelmiş bulunan Manisa’nın Akhisar ilçesine bağlı Sünnetçiler Köyü. Bu köyde Alevileri „sünnileştirme operasyonu“nun öncülüğünü 1960 İhtilali sonrası Milli Birlik Komitesi (MBK) üyeliği yapan ve Türkeş’le birlikte MBK’ dan uzaklaştırılan Emekli Albay Ahmet Er yapıyor. Buralı olan Ahmet Er, şu sıralar BBP’nin aktif elemanlarından biri. Daha önce MHP’liydi. Ben Ahmet Er’in 1991 yılında verdiği bir konferansa katılma fırsatı buldum. Alevilik konusundaki konferansta Diyanet İşleri Başkanlığı Başmüfettişi Dr. Abdulkadir Sezgin’le Balıkesir’de konuşmuşlar, yanlarında getirdikleri iki dedeye yaptırdıkları dua ve söylettirdikleri nefeslerle Alevi ile Sünni arasında hiç bir farkın olmadığını güya kanıtlamaya çalışmışlardı. Şimdi kendi köşesine çekilmiş gibi yapan ve en son Alevileri‚ „Alevistan“ kurmak istemekle suçlayıp büyük tepki çeken Dr. Sezgin için, Alevilerdi sünnileştirme işinin yarı gönüllü misyoneri ve Diyanet’in bu işle görevlendirmiş olabileceği uzman kişi denilebilir. Dr. Sezgin, Türkiye çapında verdiği sayısız konferansta ve yazdığı kitaplarda Alevi ile Sünni arasında temelde hiçbir fark olmadığını yıllardır kanıtlamaya çalışır ve Aleviliği, sırf Türklere has bir inanç biçimi olarak görür. Türk-İslam sentezcisi Dr. Sezgin ve Er, son yıllardaki Alevi kimliğinin dirilişini komplo teorisyeni bir zihniyetle değerlendirir ve bu dirilişi dış mihrakların işi ve bölücülük diye açıklarlar. Nedense Dr. Abdul-kadir Sezgin gibi insanlara, bozacının şahidi şıracı örneği içimizden Ahmet Er, Amasyalı Doç. Dr. Süleyman Sarıtaş ve Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Tuğcu gibi destekçiler hep çıkar. Kentli Alevi’yi bu saatten sonra artık kimse asimile edemez. Ama ben köylü Aleviler adına endişeliyim. Bugüne kadar Türkiye’deki Alevilik ve Bektaşilik genelleştirme yöntemiyle, klişeci bir anlayış ve yuvarlak laflarla tartışılıyordu. Umarım bu yazıdan sonra Alevilik tartışmalarına yerel, farklı ve ete kemiğe bürünmüş bir boyut gelir. Yazımın Alevilik ve Türkiye’deki Alevi toplumunun analizinde ayağı yere basan sosyolojik ve bilimsel boyutta tartışmaların yapılmasına hizmet etmesini dilerim. Bu da sanırım bir Alevi Enstitüsü ile olanaklı. Almanya’da Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) çatısı altında böyle bir enstitü kuruldu. Ama kendini güçlü bir şekilde henüz hissettiremedi. Hangi periyotta çıktığı bilinmeyen bir dergi yayınlıyor. Türkiye’de ise Ankara Gazi Üniversitesi’ne bağlı Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Merkezi beş yıl önce faaliyete geçti. Ancak bu merkezin, Türk-İslam sentezci Prof. Dr. Alemdar Yalçın tarafından yönetildiğinden dolayı, Alevilik-Bektaşilik konusunu aydınlatmaktan çok kafaların daha da karışmasına hizmet edeceğinden endişe duyuyorum. Bir dergi yayınladığını da öğrendiğim merkezin çalışmalarının sönük geçtiğini ve etkisinin daha çok akademik çevrelerle sınırlı olduğunu araştırmalarım ışığında söyleyebilirim. Sonuç olarak, Alevi önderliğine soyunanların ve Aleviliği ciddi olarak bir kimlik ve varoluş sorunu olarak görenlerin dikkatini, Batı Anadolu’da „Sünni-Hanefi sacayağı“ arasında sıkışmış Alevi köylerine çekmek istiyorum. Bu bölgede kanayan bir yara var ve duyarlı Alevi çevrelerinin objektiflerini bir an önce buraya çevirmeleri gerekiyor. Çünkü durum bu şekilde devam ederse, 20-30 yıl sonra bu insanların çocuklarına atalarının bir zamanlar Alevi olduklarını anlatmakta zorluk çekilebilir. Aleviler ve Alevi örgütlenmelerinin asimilasyona dur deme zamanı geldi de geçiyor. Çoğumuz, Alevi Toplumu’nun tabanının gün geçtikçe oyulduğunun farkında değiliz. Dünyanın neresinde olursak olalım Aleviler olarak ortak bir cephe oluşturmalı ve yanımıza demokratik yapıdaki kişi ve kuruluşları da çekerek yaşanan sünnileştirme sürecinin önüne büyük bir set çekmeliyiz. Sünni devlet kurumları aracılığıyla oluşturulan psikolojik baskı mekanizmalarına karşı acilen harekete geçilmelidir. Nitekim Alevilerin, Hz. Ali’ye olan zaafı kullanılarak ağır ağır „Sizin peşinden gittiğiniz Hz. Ali namaz da kıldı, oruçta tuttu vs.“ denilerek Aleviler Sünnilik hizasına çekilmek isteniyor. Bilelim ki, sünnileşme bir anlamda Aleviler için „yezitleşme“ dir! Bazı Aleviler o hale gelmiş ki, artık Alevilikle uzaktan yakından ilgileri kalmadığı ve büyük ölçüde sünnileştikleri halde, hâlâ kendilerini Alevi sanıyorlar... Ne garabet! Erime, asimilasyon ve kimlik kayması sürecini içselleştirerek, gerçekte yaşadıklarının apaçık „sünnileşme“ olduğunun farkına varmadan, bu durumu zamanla gerçek Alevi olma hali olarak duyumsamaya, kanıksamaya başlıyorlar. Dananın kuyruğu da burada kopuyor zaten. Meselenin can alıcı noktası ve asıl işaret etmek istediğim tehlike burada başlıyor! Anlayana..! Bad Nauheim, 5 Mayıs 2002 kızılbaş - sayfa 10 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ADNAN CANGÜDER EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (1) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE 1-Alevi - Kızılbaş İnancındaki Hızır ile Tek Tanrılı Dinlerdeki Hızırın Tanımı Ve Farklılıkları a-Sonuc b-Yararlandığım Kaynaklar Ve Kaynak Kişiler 2-Hızıra Ait Kısa Deyişler,Sözler ve Örneklemeler 3-Hızıra Ait Terimler,İsimler,Mekanlar ve Ünvanlar 4-Hızırdan İstemler Ve Beklentiler 5-Hıdırellez nedir? Hıdırellez Günü Halk Arasındaki İnançsal Düşünceler, Eylemler, İstemler Ve Beklentiler 6-Ekler a-Kuran (Osmanı Musaf) ve Tevrat (Ehl Kehf Süresi-Mağara) b-Gılgamış Destanı Alevi-Kızılbaş İnancındaki Hızır ile Tek Tanrılı Dinlerdeki Hızırın Tanımı ve Farklılıkları Sembolü yeşil ve yeşilliktir; batıni anlamda, yol süreğinde Hace Bektaşın Yunus emre’ye gösterdiği elindeki yeşil beni sembol olarak inancta ortak kabul edildiğinde zamansal sürekliliğin devamını gösterdiğide inanctaki yerini bulmaktadır. Aleviliğin yanında Bektaşilikte Hace Bektaşın yoldaşı misafiri ve yardımcısı konumunda peygamberler üstü bir ölümsüz veli konumundadır. Alevi ve Bektaşilerde ibadet başlangıcı ve sonrasında okunan bütün gülbenglerin sonunda hızır adı muhakkak geçer ve söylenir. Yörelere ve inanclara göre hızır değişik şekillerde hızır çağırma günlerinde çağrılır. Insan doğa evren üçlemesinin en kutsalı ve tanrısal gücün taşıyıcısı ve uygulayıcısı konumundadır. Bektaşilikte 12 posttan mihmandar postunu Hızır'ı temsil eder. Alevi-Bektaşi bilincinde-inancında bu orucu tutmayan Hızır’ı çağıramaz; ça- ğırsa da Hızır onun çığlığını duymaz. Alevi inancında Hızır adına Cem yürütülür, Oruç tutulur ve Kurban kesilip, Lokması dağıtılırken, Yahudilikte,Zer düştlükte,Hrıstiyanlıkta ve İslamda ise böyle bir şey asla yoktur. Buda tek tanrılı dinlerdeki (Yahudilik, Hrıstiyanlık, İslam ve Zerdüşt. Tek tanrılı dinler cümlesi ile bu dört kitablı din anlatıldığından yazımız süresince bu şekilde anlaşılmalıdır.) hızır ile cok tanrılı hızırın farkını yani tek tanrılı dinlerden önceki kadim anadolu ve mezopotamya halklarındaki Hızırın inanıştaki yerinin ve kutsiyetinin farklı oldugunu gösterir. Alevilerin inancsal olarak en kutsal bayramlarından ve şükran günlerinden biridir. Çalışılmaz , işe gidilmez ibadet için yapılması ne gerekiyorsa o yapılır ve tatil günü olarak kabul edilir. Anadoluda, Aşure gününün resmi bayram olması düşüncesinden çok önce Hızır Günü bayram olarak kabul edilmelidir. Türkiyede dini bayramlar arasında hızırın olmaması ise bize hızırın sadece Alevilerde ve çok tanrılı inançtaki toplulukların kutsalı olduğunu gösterir. Yaşamdaki pratik bize doğruyu göstermekte ve hızırın aslında kime ait olduğunu çok iyi anlatmaktadır. Soru şudur; Hızır özelinde islamda ve tek diğer tek tanrılı dinlerde neden bu kadar basite ve sıradan hale getirilmiştir. Cevabımız çalışma dosyamızda bulunmaktadır. Alevi inancında Hakk Muhammed Ali üçlemesiyle birlikte adına en çok söz şiir ve yazı yazılan,tapılan en kutsal ulusu ve en önde gelenidir. Yeri geldiğinde tanrı gibi sorgulanır yargılanır sitem edilerek haksızlığa karşı neden bir şey yapmadığı için suçlanabilir. (Dersim 1937-1938 katliamı) Alevilerin hızırı ile tek tanrılı dinlerin hızırı birbirinden çok farklı ayrıdır. Çok tanrılı ve tanrıçalı inancların hızırı ile tek tanrılı kitabi dinlerin hızırı aynı değildir. Alevilerin Hakkı ile tek tanrılı dinlerin allahıda aynı değildir. (örnek Nisa süresi 89-90.91 ayetleri) Hızır inancı burada bir ayna görevi görmektedir. Gözlüye gizli yoktur.. Alevilerin yaşadığı yerlerde (Dersim, Hatay) hızır tanrılar tanrısı yada baş tanrıdır. Eski tarih öncesi çağlardan beridir vardır şimdide var gelecekte de var olacaktır. Hakk ile görev paylaşımı vardır bölgenin konumuna göre kutsiyet sıraları değişir ama bir diğerini asla küçümsemez ve değersizleştirmez, bilakis birbirlerini değerli kılan ve kutsiyetini güçlendiren konumdadır. Alevilik inancında var olan reankarnasyon, tenasüh yada yol diliyle don değiştirme, dondan dona göçme ve ölürse tenler ölür canlar ölesi değil ritüelleri ve alevi inanc dili ile hızır günümüze kadar taşınmış ve bir yerde hızırın ölümsüzlüğünün inanctaki yeri ve kutsallığının devamı sağlanmıştır. Bunun yanında alevi inancındaki sır saklama yani pişmişe çiğ karıştırmama yol ehli olmayana yolun sırrını açmama gizliliği hızır inancında kendisini göstermiş ve yerine göre sessizce ve içinden kimsenin duymayacağı şekilde yetiş ya hızır sözüde söylenegelmiştir. Bunda bir diğer önemli etken ise alevilerin katledilmeleri ve can güvenliğinide sayabiliriz. Anadolu ve mezopatamya coğrafyasında hızır inancının en yüksek noktası Dersim ve Hatay coğrafyası diyebiliriz. Hatayda 51 türbe hızır adınadır buda Hatay alevilerinde (Nusayriler) yani günümüz diliyle arap alevilerinde hızır inancının ne kadar güçlü ve kutsal olduğunu gösterir. Türbelerin iç renginde yeşil tonlar çoğunluktadır. kızılbaş - sayfa 11 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dışı ise daha cok beyazdır buda beyazın temizlik ile günahsızlığı yeşilin ise hızırı temsil etmesindendir. Hızır türbeleri ve kutsal mekanları ile bunun yanında kutsal şahsiyet olarak kabul edilen isimler ile yaşadıkları dönemde insanlığa ve halka hizmetleri olmuş ulu kişilerin ve evliya, nebi gibi kutsallık göstermiş olanlarda aynı mekana defnedilmişlerdir. Alevilerin yaşadığı hatayda 6 mayısta hızır ve aya yorgi kutlamları beraber yapılmakta ve binlerce yıldır bu ibadet devamda etmektedir. İslamın doğduğu topraklarda ise bu şekilde bir kutlamaya rastlanılmaz. Bunun yanında yine türbelere ve kutsal yerlere gidilip hızırı anma ve hızır ile ölenler için mum yakma olayı tek tanrılı dinler öncesi ateşin kutsallığı ve koruyuculuğunun ile ateşin aydınlığının ve sıcaklığının insan ruhuna ait sembol edilme durumunun günümüze taşınmış halidir. Unutulmasınki tek tanrılı dinlerde ateş yakıcı ve yok edici haliyle şeytanın yada kötülüğün sembolü ve gücüdür. Ki alevi inancındaki şeytan tanımı ve anlamı tek tanrılı dinlerdeki şeytan tanımı ve anlamı ile aynı değildir. Ölmeden evvel ölmek yada yaşarken nefsi öldürmek. Alevi inancına dışarıdan sokulmak istenilen Osman-ı Musafta (Kuranı kerim) hızırda adının geçtiği anlatımı tamamiyle yalan ve yalnıştır. Hızır adı kuranda (osmanı musaf) asla geçmez ve yazılıda değildir. Tevrat ve, İncilde ise farklı anlatılır ama bu kitaplarda bile adı hızır olarak adı gecmez ve o şekildede kabul görmez. Tek tanrılı dinlerdeki ve kitaplardaki anlatımlara göre kendisi ölümlü bir canlı ve allahın yerine göre sıradan yerine göre ise kutsal bir kuludur. Oysa alevi inancında ölümsüzdür ve alevi batıni inancı kulluğu kabul etmez kendisini hakkın bir parçası sayar. Enel hakk; hakk benden, ben hakktanım. Ehl kehf suresine dayandırılarak anlatılır ama asla adı kuranda gecmez. Ehl kehf suresine dayanılarak anlatılması zorlama bir hızır tasviri ve sadece sahiplenmedir. Üvey evlat muamelesi görmekte ve asla miras alamaz konumda görülüp bir yerde din dışı noktada tutulmaktadır. Hızır bu dünyanın yaşayan baş tanrısı iken, cennet,cehennem,ahiret gibi terimleri ile allah öbür dünyanın tanrısıdır. Cennet cennet dedikleri bir kaç huri ile bir kaç ev, isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni, Yunus Emre Hızır peygamberlerden üstündür çünkü peygamber ölümlü hızır ise ölümsüzdür, ayrıca varlık olarakta üstün ve peygamberlere dahi yol göstericidir. Herhangi bir tek tanrılı dine ait olmazken bütün yaşayan anadolu ve mezopotamya halklarının ortak inancındadır. Tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin yanına yardımcı faktör olarak yerleştirilerek o dine inanılmasını sağlarken diğer taraftanda eski inançları kurulan o yeni dinin içine almıştır. Bu yerine göre musa olmuş yerine göre ise muhammed olmuştur, insan aklının alabildiği ve daha sonra ortaya çıkabilecek bütün olağanüstü olaylara ve yeteneklere sahiptir. Bilgi ve birikimde zamanın en son noktasıdır. Bu nedenle gerek ölümsüz olması gerekse olağanüstü yeteneklere sahip olması nedeniyle gelmiş geçmiş bütün tek tanrılı dinlerin peygamberlerinden çok daha üstündür. Tek tanrılı dinler olarak bildiğimiz yah udilik,zerdüstlük,hristiyanlık ve islamda bile kendisine kutsallık bularak tek tanrılı dinler yoluylada günümüze kadar kutsallıgını koruyarak ve değişerekte olsa gelebilmiştir. Kimi efsanalerde ve sonrası osmanı musafta (Kuran-ı Kerim, Alevi uluları muhammed zamanı yazılan kuranın osman tarafından yok edilip yeniden yazıldığı ve düzenlendiğine inandığından inanç dilinde Kurana osmanı musaf derler) İskender-i zulkarneynin yol arkadaşı olarakta tanımlanır ama iskender zulkarneyn ölümlü bir insandır. Tarihteki büyük iskender işte bu zulkarneyndir. Diyanetin tanımı ve anlatımları ile kesinlikle aynı anlamı ve inancı taşımaz ve kabulde görmez. Saat ve dakika gibi uygulamalar yoktur. Doğaya uygun olarak güne, güneşe, aya göre oruç açmalar vardır. Özellikle yetiş ya hızır sözü ile allahın değilde hızırın çağrılması inancta hızırın çok daha eski ve kutsal oldugunun belirtilerindendir. Kurandaki (osmanı musaf) Ehl kehf süresi zorlama ve dayatma bir hızır süresidir. Yani işin aslı kuranda(osmanı musaf) hızır adı geçmez ve şu anki islam dinin olduğu topraklarda bir hac,kurban yada namaz ibadetleri yapılıp yerine getirilirken hızıra ait hiç bir şey yoktur. Ehl kehf yani mağara suresi ise hristiyanlık zamanı yaşanmış bir olayın kurana (osmanı musaf) alınmasından başka bir şey de- ğildir. Ki bu hikaye bile hrıstiyanlığa ise çok daha eski bir efsanenin taşınması ile girmiştir. Tek tanrılı dinlerdeki hızır tanımlama ve anlatım günümüz inancındaki hızıra ve anlama uymamaktadır. Bunun yanında gemiyi batıracağına arkadaki kötü hükümdarı yok edip daha sonraki insanlarada kötülük yapmasını engelleyebilirdi. İkinci olarak genc bir çocuğu öldürmesi ise tamamen saçma bir tanımlamadır. Çocuga akıl,mantık ve bilim ile eğiterek çok daha iyi ve topluma yararlı bir insan haline getirebilirdi. Ayrıca alevi inancındaki 14 masumu pak noktasından bakarsak çocuk öldüren bir hızırda asla yer bulmaz. 3. Olarak 2 yetim insana duvardaki hazineyi vereceğine duvarı tamir ederek ters noktadan bakarak yalnış harekette bulunmaktadır. Bunun yanında alevi inancında olmayan kaderciliği öne çıkartıp kadere göre yorumlayarak hızırı anlatmakta ve açıklamaktadır. Bu ise akıl ve mantığa terstir. Buradaki hızır tasviri zorlama ve dayatmadır. Ne yazik ki bu suredeki olaylar ve açıklamalar inandırıcı olmaktan uzak; tam olarak açıklarsak bu elbise bizim hızıra hiçte uymamakta ve oturmamaktadır. Tek tanrılı ve kitabi anlayıştaki dinlerde hızır ile alevi inancındaki hızır birbirinden çok farklıdır. Tek tanrılı dinlerde hızır ölümlü bir kul yada bir bilge iken alevi inancında Abu hayat suyunu içmiş ölümsüz kutsal bir kurtarıcı konumundaki tanrıdır. Ademin oğlu ise hiç olamaz, ölümlü olur,kul konumuna yani insan konumuna gelir buda yine alevi inancına terstir. Hızır inancındaki kutsallık ve tanımlaması buradaki tanıma uymamakta ve hızırı basite indirerek sıradan alt bir konumda tutmaktadır. İnsanın oğlu insandır, ölümlü ve gidicidir. Oysa hızır ölümsüzdür inanctaki konuma ve halkın hızır inanc ritüeline terstir. Tek tanrılı dinlerdeki anlatımlar ve uydurma hadislerin tanımına uymaz, eger öyle olsa idi anlatımdaki kutsallığından çok daha fazlasını tek tanrılı dinlerde bulması gerekirdi oysaki günümüz tek tanrılı dinlerin toplumlarında özellikle Arap toplumunda hiçte öyle değildir. Tek tanrılı dinlerin hadislerine tek tanrılı dinler öncesi kutsallığı kendi içine alarak taraftar bulma ve tek tanrılı dini kabul ettirme düşüncesi ile zorlama yorumlardır. Hızır çok tanrılı ve tanrıçalı inanclardan günümüze kadar kutsallığını ve değerini çeşitli isimler kızılbaş - sayfa 12 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve görüntüler halinde bu güne kadar taşımış ve korumuştur. Çok tanrılı ve tanrıçalı inancların gizli bir sembolü ve görüntüsüdür. Çok tanrılı inanclarda ve alevilikte hızır ölümsüz ve her şey iken tek tanrılı dinlerde ise sıradan bir ölümlü konumundadır. Kuranın (osmanı musaf) 22 sene, 2 ay, 22 günde tamamlanmasına rağmen hızırın adının geçmemesi, bunun yanında tevratın (zebur) ile birlikte 300 yıl gibi süre içinde tamamlanması, İncilin ise İsa dan 100 ile 150 yıl sonra yazılı hale gelmesi neticesinde hızır adının hiç geçmemesi anormal bir durumdur. Günümüzde ise zorlama ve dayatma ile hızırın kutsallığı ve olgusu tek tanrılı dinlere sokulmak istenmektedir. Hızır diye tanimlanan ve anlatılan bir varlığın tek tanrılı dinlerdeki gibi bir gemiyi delmesi, bir bebeği yada çocugu öldürmesi ve rahata kavuşacak bir ailenin bulacağı hazineyi bulmaması için duvarı onarması ve bu emirleri yorumlaması günümüz ve geçmişteki hızır inancına uymaz. Bütün bu zorlamalar ve dayatmalar bizlere tek tanrılı dinlerin hızırı kendi içlerine istemeyerek olsada alarak bir yerde de hızırın kutsallığını kullanarak kendilerine dayanak yaptığını göstermektedir. Bir diğer nokta ise hızırın çok tanrılı ve çok tanrıçalı inanclarda asıl kutsal yerinin bulup alırken tek tanrılı kitabi dinlerde ise üvey evlat muamelesi görüp alması gereken değeri ve kutsallığı almaması ve taşımamasıdır. Anadolu ve Mezopotamya cografyası için daha çok geçerlidir. Ve bunun yanında merkezı olarakta Hatay ve Dersimi gösterebiliriz. Öyleki Hatayda hızır inancı ve kültü Dersimdeki hızırı geride bırakabilecek düzeydedir. Toplumların yaşadığı şartlara ve olaylara göre hızırın kutsallığı farklılık gösterebilir. Yaşayan insan tanri konumunda her insan bir başka insanın kurtarıcısı ve yardımcısı yani hızırı olabilir. Hızır gibi yetişmek.. Tek tanrılı dinler öncesi ibadet ve inanc tapınma şekilleri bir yerde günümüzdeki hızır inancının geçmişiyle aynı gibidir. Tek tanrılı dinler sonuçta birbirlerinin devamı ve takipçisidir. Hızır inancta Ademden öncede yasamda var olmustur. Tek tanrılı kitabi dinlerde efsanevi bir güç olarak görülürken çok tanrılı ve tanrıçalı inanclarda ise baş tanrı, var edici konumunda ve ölümsüzdür. Bir başka ilginç nokta ise tek tanrılı dinlerde özellikle islamda olduğu gibi bayramlarda yada dini günlerde yapılan Mevlit, Kuran okutma, Namaz kılma gibi o dine ait inancsal ritüeller hızır günlerinde yapılmaz ve uygulanmaz. Tek tanrılı dinlerdeki kitaplarda anlatılan ve Musa nın hikayesine konu olan kullardan bir kul veya o kul konumu alevilikteki hızıra uymaz ve kabulde görmez. Diyanet kendi islami kaynaklarında ademle hızırı başlatır ve insan olarak tanıtır. Oysa bu günümüz hızır inancına terstir. Günümüzdeki hızırın inancsal olarak ölümsüz olması inancını diyanetin insan konumuna indirerek basitleştirmesi sadece hızırı islam ve tek tanrı inancının dışında gördüğündendir. Tanrısal lütuflar sadece allaha aittir düsturu temel ögretisidir. Aksi düşünce ise allaha şirk koşmadır ve islam şeriatında cezası ölümdür. Günümüz diyanetin hızır tasviri ve tanımı asla halkın hızır inancı ile örtüşmez. Özellikle adının kuranda (osmanı musaf) hiç bir şekilde geçmemesi dinleri açısından basit ve sıradan olmasına yol açmıştır. Ehl kehf süresi yapıştırma ve zorlama tanımlamadır belirsiz süre yada ayetlerin hızıra dayanak yapılması işlemidir. Zoraki sahiplenmede diyebiliriz. Hızırı olağanüstü bir şahsiyet olarak kabul etmez ve hızırı sadece iddia yani söylenti,rivayet konumunda değerlendirir. Islam alimleri ve fıkıhçıları yani hukukcuları tek bir ağızdan hızırın öldüğünü ve yaşamadığını, insani bir varlık oldugunu ve bunada Muhammedin sözünü dayanak göstererek uydurma olarak nitelendirirler. Kurandaki (osmanı musaf) ayetlere dayanarak hızırı red ederler. Kuranda (osmanı musaf) hızırın ölümsüz hayatına dair hiç bir şey yazmaz. Buda hızırı kuranın (osmanı musaf) kabul etmediğini daha doğrusu tek tanrılı dinlerin kabul etmediğinin bir başka açıklamasıdır. Islam tasavvufçuları ve alimleri için hızır her sıradan insan gibi yaşamış ve ölmüştür. Elmalılı Hamdi Atatürk dönemi kuranı (osmanı musaf) türkçeye çevirmis ve bu arada hızırın anadolu halklari arasındaki inancsal gücünüde başka kitaplarında yorumlamıştır. Bunun yanında islam alimleri tasavvufta Musa nın hikayesindeki balığın canlanmasını hızırın kutsallığı ve alakası dışında farklı yorumlamışlardır. Ayrıca arapçadaki elhadr türkçeye çevrildiğinde yeşillik günü anlamına gelmektedir. Hızır inancı hakkında tarsus ilçesinde yapılan Ashab-ı kehf törenleri ise çok tanrılı ve çok tanrıçalı inanclar ritüellerin ve kutsallığının Yahudilikten Hristiyanlığa ve devamında islama geçmiş halidir. Özü itibariyle tek tanrılı dinlere ait bir uygulama değil bilakis çok tanrılı ve tanrıçalı inancın tek tanrılı dinler üzerinden günümüze taşınmış halidir. Bunun yanında Ashab-ı kehf ile eski kadim halkların inançları bu ad ile asimile edilip yok edilirken kendi yaşam alanınada yer açmaktadır. Bu durum tek tanrılı dinlerin doğasında var olduğunuda belirtmek zorundayız. Aksi takdirde tek tanrılı kitabı din olmaz. Islam dininde kurana(osmanı musaf) göre İlyas hızırdan daha değerli ve önemlidir. Bunun nedeni ise daha önceki tek tanrılı dini kitaplarda ilyas adının geçmesidir. Öyleki İsadan önce allah katına yükselen peygamber olarak kabul edilir ve öylede inanılır. Tevratta ise sadece İlyas olarak geçerken, islamda ise hızır ölümlü bir canlıdır yaşamış ve ölmüştür. Bunu peygamber Muhammedin hızır yaşasaydı bizimle buluşurdu anlamlı hadisini örnek göstermişlerdir. Abu hayat kavramı islam literatürüne sonradan girmiş ve yer almıştır, ayrıca Musa hikayesindeki balığın canlanması konusunda bilgi olmamakla birlikte söylenti olarak halk arasında söylene söylene günümüze kadar ulaşmıştır. Bunun yanısıra İskender Zülkarneyn hikayesi ise hızır olayından tamamen farklı ve ayrıdır. Ve hızır ile hiç bir şekilde bağlantısı yoktur. İskender tarihte bilinen büyük iskenderdir. Yani kılıcı ile düğümü kesip daha sonra sıtma hastalığı nedeniyle ölen Makedonyalı Büyük İskenderdir. Tarihe yön vermiş ve etkilemiş bütün önemli kişiler dinsel hikayeleri ve efsaneleri kendilerine dayanak yaparlar ve bu şekilde tanrısal güçlere sahip olduklarını ve yenilmez olduklarını halkın arzu ettiği yaşam ortamını sağlayacaklarının güvenini ve inancını verirler. Bu durum zaman içinde o kişilerde tanrısal kutsiyetin en üst noktaya çıkmasını ve bir sonrakine ise katlanarak devam etmesini sağlar. Ancak Kuran (osmanı musaf) ayetlerinde İlyas iki kez ismen belirtilmesine karşın, Hızır adından hiç bahsedilmemesi dikkat çekicidir. Arapçadaki İlyas,Grekçede Eliyas, İbranicede Elijah, Batı dillerinde Elie ve kızılbaş - sayfa 13 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Süryanicedeki İliya veya İlya’nın aynı kelimenin farklı imaları olduğu ve Tevrat’ta İlya ve Elişa’nın Kurandakine (osmanı musaf) benzeyen hikâyeleri göz önünde bulundurulduğunda aslında Hızır’ın İlyas yani İlya‘dan başkası olmadığı sonucuna ulaşılabilir gibi görünmektedir. Tek tanrılı dinlerin merkezlerinde etkisi ve kutsallığı çok az yada hemen hemen hiç yok iken tek tanrılı dinlerin merkezlerinden uzaklaştığı oranda kutsallığı ve değeri artar ve inancta en üst noktaya çıkar. Yani arabistan yada israil topraklarında hızır için oruç, kurban,adak,lokma, cem yada herhangi bir inancsal ritüel yerine getirilmezken bu merkezlerden uzaklaştıkça hızır inanctaki asıl yerini bulur. Tek tanrılı dinlerden çok daha önce hızır inancı çok tanrılı inancların içinde vardır. Tek tanrılı dinlerden çok daha önce çok tanrılı inanışlarda ortaya çıkmış ve daha sonra tek tanrılı dinlere yerleşmiş ve o şekilde kabul edilmiştir. Tek tanrılı dinlerden öncede var oldugu kabul gördügünden tek tanrılı dinlerinde üzerinde bir kutsallığa sahiptir. Tek tanrılı dinlerdeki ilk anlatılış Nuh peygamber döneminin tufan hikayesindeki geminin batması ve içindeki canlıların ölmemek için insanların yetis ya hizir sözü ile imdat istemesi ve gemidekilerin kurtulması sonucu ortaya çıkmıştır. Oysaki Sümerlerdeki Gılgamış destanında tufan olayı aynı şekilde geçer. Buda aslında hızırın tek tanrılı dinlerden 3 bin yıl önce çok tanrılı inanclarda var olduğunu ve adının farklı isimler altında olsada çağrıldığının ispatıdır. Hızırın sembolü yeşil renk ve yeşilliktir. Tek tanrılı dinlerin kendilerine ait özel renkleri vardır özellikle islamda Ehlibeyt in sembolük rengi ise siyah ve koyu kırmızıdır. Günümüzde bilindiği üzere yeşil renk islam dinin sembolü ve rengi değildir. Burdaki algılama tek tanrılı dinlerin kendinden önceki kutsallıklarıda içine aldığını ve bunu kullandığını göstermektedir. Tek tanrılı dinlerde çeşitli versiyonlarda konuşulmasına rağmen cok fazla önce çıkmamasının yada çıkartılmamasının sebebi çok tanrılı eski inanclardan alınması ve tek tanrılı dinlerin ortadan kaldıramadığı noktada içine alıp önemsizleştirmesi siyasetini yürütmüş olmalarındandır. Hızır ve Hıdırellez kutlama törenleri eski tarihlerde- ki tek tanrılı dinlerdeki törenlerden ve kutlamalardan çok daha fazla kutsal ve görkemli idi. Günümüzde ise eski önemini ve görkemini yitirmiş yada yitirme noktasına gelerek farklı biçimlere bürünmüştür. Çok tanrılı ve tanrıçalı inanctaki konumu ile tek tanrılı dinlerdeki tanrıların üstü, baş tanrı yada ana yaratıcı veya var edicidir. Tek tanrılı dinlerin en eski ve ortak peygamberi Mısırdaki Hermestir. Her dinde farklı adlarla yaşatılarak günümüze kadar getirilmiştir. Kitabı dinlerde İdris peygamber olarakta anılır. Ve günümüz hızırın tanrısal bütün özelliklerini taşımaktadır. Tek tanrılı dinlerde ve öncesinde araştırılmayı bekleyen belkide en önemli konu Hermescilik, kişi ise Hermestir. 7 ocakta yani 7 azer de Sabii lerce Hermes bayramı olarak kutlanması ve sürdürülmesi ve günümüze ulaşmış inanc ritüellerinden biridir.Bunun yanında güneşin yada ışığın kutsallığının geçmişten günümüze kadar bütün inanclarda, dinlerde ve yeryüzü topluluklarında baş köşeye oturtulması ve onu temsilen bir canlı kutsalın o toplumun dini inancında yer bularak günümüze kadar gelmesi dinlerin yada inancların fikirsel olarak çıkış noktasınıda bize azda olsa göstermektedir. Çok tanrılı inancların kutsalı olduğundan dolayı tek tanrılı dinlerde ve kitaplarda gereken değeri ve kutsiyeti görmemiş ve kabulde edilmemiştir. Olaylara ve zamana göre toplumdaki kutsiyetinden ve gücünden yararlanılarak tek tanrılı dinlere inanılması sağlanmış ve bu görevini yerine getirdikten sonra yine unutulmaya bırakılmıştır. Bir yerde tek tanrılı dinlerin yaşaması ve yerleşmesi için koltuk değneği görevi görmüşde diyebiliriz. Çok tanrılı inanclarda hızır olarak anılırken ve kutsanırken tek tanrılı dinlerde yanına İlyas da eklenmiş ve bu şekilde kutsiyetinden yararlanılırken hızırın karada ilyas in ise denizde güç ve söz sahibi olduğu belirtilmiştir. Yaşanıldığı anlatılan bütün büyük olaylarda hızırın kendisi öne çıkarken nedense ilyasın etkinliği hemen hemen hiç yok gibidir. insanın ölümsüzlüğe sahip olma düşüncesi ve isteği hızırda gerçekleşmiş ve günümüze kadarda bu düşünceyi taşıyarak yaşatmıştır. Tanrıdan önce gelir, tanrı olaylara tarafsız iken hızır taraf tutar ödüllendirme ve gerekirse cezada verebilir. Tek tanrılı dinler ve kitaplardan çok daha önce halkın inancında yer almıştır. Ve bunun sonucunda tek tanrılı dinlerin içine taşınmış ve yaşatılmıştır bir yerde ilk tanrıda denir bu nedenle varlığın çıkış noktasında adına oruc tutulan ve ibadet edilen kutsal bir kurtarıcı güçtür. Alevi inancındaki yeri tek tanrılı dinlerdeki yerinden çok daha fazla ve kıymetlidir, tek tanrılı dinlerde sıradan bir olay gibi anlatılır ve konuşulur. Alevi inancında en üst noktadadır ve bir yerde asimile karşısında kendisini korumuş ve günümüze kadar taşımıştır. Doğada canlı bir kutsiyet olarak yaşamını devam ettirir ve tek tanrılı dinlerdeki gibi allahın evi yada mekanı denilen ibadet merkezlerinde aranmaz ve o mekanlara sığdırılmaz. (cami, sinagog, kilise) İnsanın gönlü Hakkın mekanıdır, hiç bir mekana sığmayan Hakk insan gönlüne sığmıştır. Alevi inancında rüyada hızırın görülmesi durumunda çevresindeki insanlara haber verilir kurban kesilir orucu tutulur ve dilek dilenip lokması yedirilirken mükafat noktasında değerlendirilirken tek tanrılı inanclarda sır olarak saklı tutulur konuşulmaz. Alevi inancının tersine tek tanrılı dinlerde adı Hz Hızır olarak çağrılıp resmiyet verilip o şekilde algılanırken alevilikte ise bir yoldaş yada sıradan bir insan ile konuşuyormus gibi anlatılır ve davranılır. Böylece aradaki resmiyet sevgi ve muhabbet ile ortadan kalkarken kutsiyeti ise çok daha fazlalaşır. Alevilerin hızır (hıdır) adı çocuklarına vermeleri tek tanrılı dinlerdeki insanların kullanmasından çok daha fazladır ve bütünleşmişlerdir. Neredeyse her alevi ailesinde bir hıdır adı vardır. Alevi inancında daha çok hayat kurtarıcı can veren sevginin sahibi ve sembolü ile mutluluğu sağlayan bir kutsallık görevini ve sorumluluğunu taşırken tek tanrılı dinlerde ise tam tersi noktada kutsal orduları olan savaşta zafere taşıyan, ganimet kazandıran ve düşmanı yok eden bir konumdadır. Hızırın barışcı ve iyiliksever olması ve ölüm ile anılmamasını bunun yanında öldürücü ve yıkıcı olmaktan çok can kurtarıcı ve yapıcı olması tektanrılı dinlerin din için savaşa, allah için savaşa gibi insanlık dışı katliamcı, öldürücü ve yok edici gibi terimlerin dışında tutulmuş ve o şekilde de inanılmıştır. (devamı gelecek sayıda) kızılbaş - sayfa 14 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim, Alevistan, Zazaistan “Hükümetin ‘Kürt Açılımı’ vesilesiyle CHP Milletvekili Onur Öymen’in TBMM’de yaptığı garip konuşma Dersim tarihine yönelik ilgiyi arttırmış görünüyor. CHP’nin bilinçaltı konusunda çok önemli ipuçları içeren bu konuşmanın geleneksel olarak CHP’ye destek veren Alevi kesimlerde deprem etkisi yarattığını tahmin ediyorum ya da umuyorum. Taraf’ın yazıişleri, 15 Kasım 2008’de bu sütunlarda yayımlanan ‘1937-1938’de Dersim’de neler oldu?’ başlıklı yazımı iki gün önce aynen yayımlayınca hafıza tazelemeye gerek kalmadı. Ben de bu haftayı Dersim’in sosyolojik, kültürel özelliklerine ve yakın tarihine ayırdım.” *** 11. yüzyıldan itibaren Horasan’dan yola çıkıp Anadolu’ya akın eden Türkmen aşiretlerinin heterodoks fikirlere eğilimli olduğu, Kürt aşiretlerinin ise, en azından Osmanlı İmparatorluğu’na dahil oldukları 1515 yılına kadar, sadık Sünniler olduğu fikri genellikle kabul edilir. Şiiliğin (ve bu bağlamda Kızılbaşlığın) Kürtler arasında ne zaman ve nasıl yayıldığı konusu yazının çapını aşar, ancak Osmanlı Devleti ile İran arasında kalan Dersim’in Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girdiği 16. yüzyıldan itibaren Kızılbaş Türkmenler kendilerine Bektaşi tekkelerinde yer bulurken, Kızılbaş Kürtlerin içine kapandığı anlaşılır. 19. yüzyıla gelindiğinde, devletin Rafızî (Şiiliğin 21 kolundan biri) veya lâdini (dinsiz) olarak adlandırdığı, ancak belli bir özerklik tanıdığı bu gruplar, bölgede yoğun bir faaliyet gösteren Protestan misyonerlerinin etkisine girecektir. Dersim inançları Osmanlı’nın kapısını çalmaya cesaret bile edemediği bölgede, Protestanlar geleneklerle çatışmadan Alevileri modernleştirmeye çalışırlar. Kızılbaş Kürtlerin cem ayinlerine girmeyi başaran ilk yabancılardan biri, 1814’te Ten Years on the Euphrates (Fırat’ta 10 Yıl) adlı bir kitap yayınlayan C.H. Wheeler, kitabında şöyle der: “(Kızılbaş) Kürtlerin hiç değilse büyük çoğunluğu sadece sözde Müslüman. Aralarında dinsel Ayşe Hür törenler ve ayinler düzenlerler. Şimdiye kadar pek az bilinmekle birlikte bu törenler Müslümanlık, Hıristiyanlık ve putperestliğin bir karışımı gibi görünmektedir. Kürtlerin çoğunluğu Müslümanlık dinine bağlıdır. Diğer kol Kızılbaşların kendilerine has inançları vardır. Genellikle Türklerden korktuklarından gerçek inançlarını gizlemeye çalışırlar. Aralarındaki garip öğretilerden biri de içlerinden birinde ‘Kutsal Ruh’ un bulunduğudur. Bu kişi ‘Dede’ olarak adlandırılır. Kendisine büyük saygı gösterilir. Hepsi değilse bile Kızılbaşların bazıları Panteisttir (=Tanrıyı evrenle özdeşleştiren felsefi akım). Çarmıha gerilen İsa’yı da dualarında anarlar. İsa ya da Muhammed gibi diğer insanları, hayvanları, ağaçları, kayaları da kutsal sayarlar. Tüm varlıklar onlar için tanrıdır.” Etnik köken ve dil Dersimlilerin etnik kökeni konusunda çok değişik görüşler var. Örneğin Erzurum’daki Rus konsolosu Jaba, 19. yüzyıl ortalarına ait bir Kürt kaynağına dayanarak Dersim’in dağlık bölgesinin tümüne verilen bir ad olan Dujik Baba’dan dolayı ‘Dujik Kürtler’ olarak adlandırır ve ekler: “Türkler onları Dujik Kürtler ya da basit Kürtler (Ekrad) olarak adlandırırlarken, gerçek Kürtler de onlara Kızılbaş derler.” Osmanlı belgelerinde bölgedeki aşiretlerden genel olarak ‘Dirsimli’ veya ‘Dujik/Duşik’ aşiretleri olarak söz edilir ve hepsi ‘Ekrâd (Kürtler) taifesinden’ olarak sınıflandırır. Yalnızca Balabanların Yörükan taifesinden gelme Türkler olduğu söylenir. Dersim’i 1866’da ziyaret eden Diyarbakır’daki Britanya Konsolosu Taylor’a göre ise Dersimliler “aslen pagan bir Ermeni neslin” ardıllarıdırlar. Erken dönemde Zaza terimine yer veren nadir kaynaktan biri 1911 yazında Dersim’i ziyaret eden L. Molyneux-Seel’in seyahatnamesidir. Bugün tartışmaların odağında olan Zazalık meselesi daha çok dille ilgilidir. Dersim aşiretlerinin büyük bir bölümünün konuştuğu Zazacanın (Dersimlilerin diliyle Kırmancki veya Dımılkinin) Kürtçeden ayrı bir dil olduğunu söyleyenlerle, Zazacayı Kürtçenin bir lehçesi sayanlar arasındaki savaşı, son yıllarda ilk grubun kazandığı görülüyor. 1915’te Dersim Osmanlı döneminde Dersim, merkez için sürekli bir sorun kaynağıydı. Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren Osmanlı Devleti Dersim’e tam 108 kez müdahale etmiş ancak İttihatçıların Dersim konusundaki uzmanlarından biri olan Naşit Hakkı’nın (Uluğ) deyişiyle, “devlet Dersim’e sefer eylemiş ama zafer eyleyememişti”. Bu sorunun temelinde, başlangıçta Sünnilik-Kızılbaşlık gerilimi ile vergi ve asker gibi merkezî devletin ihtiyaçlarının zaten yoksul olan bölgede yarattığı gerilim varken İttihatçılar döneminde buna bir de Türk-Kürt-Ermeni milliyetçilikleri arasındaki gerilimler eklendi. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı, imparatorluğun diğer cemaatleri gibi, Dersimli Kızılbaşların kimliklerini açıkça ve kolektif olarak ortaya koymaları için fırsat yaratmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) ilk başta bu durumu kontrol altına almak için, askerî güç kullanmak yerine politik ikna yöntemini seçti. Baha Sait Bey, güya Alevilik ve Bektaşilik üzerine araştırmalar yapmak üzere bölgeye gönderildi. Ruslara ve Ermenilere karşı mücadelede Dersimlilerin desteğini almak isteyen İttihatçılar, Dersimlileri ikna etm ekte Bektaşi Çelebisi Celaleddin Efendi’nin yardımını istemişlerdi ama Çelebi’ye eşlik eden Kürt milliyetçisi Nuri Dersimi’ye göre bu çabalar karşılık bulmamıştı. 1915 Ermeni kırımı sırasında Türk- kızılbaş - sayfa 15 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 menler yani Kızılbaş Türkler, İTC’nin safında oldular ancak Ermeni kırımında yer almadılar. Ermenilerle iç içe, yan yana yaşayan, benzer inançları paylaşan, merkez tarafından benzer şekilde dışlanan Kızılbaş Kürtler ise 1894-1896 kırımında olduğu gibi, Ermenilerle dayanışma içinde oldular. Dersim ve Ermeni kaynaklarına göre bölgeye sığınan Ermenilerden 20 bin kadarı, Erzincan üzerinden oluşturulan ‘yeraltı demiryolu’ sayesinde Rusya’ya kaçarak hayatta kalabildiler. Kemalistlerin Dersimli algısı Böylesi bir tarihçenin, İttihatçıların ardılı olan Kemalistleri nasıl etkilediğini tahmin etmek zor değil. Hollandalı antropolog-sosyolog Martin van Bruinessen, “Aslını İnkâr Eden Haramzadedir” başlıklı makalesinde şöyle der: “Kemalizm’in Kürtler hakkındaki görüşü, her zaman içsel çelişkilerle dolu olmuştur. Bir yandan resmî görüş onların Türk olduklarını iddia ederken; öte yandan, Türk olmadıkları için onlara hiçbir zaman güvenilmemiş ve onları asimile ederek Türk olmayan özelliklerini kaybettirmek için kasti girişimlerde bulunulmuştur. Alevi Kürtlere karşı tutum çok daha paradoksal ve tutarsız olmuştur. Alevi olduklarından ötürü, bir yandan İslâm’ın gerçek bir Türk versiyonuna bağlı oldukları için ve Kemalistlerin laikleşme programının doğal müttefikleri olarak selamlanmışlar; öte yandan, Zazalıkları ve Kürtlükleri onları yabancı ve güvenilmez kılmıştır. Alevi Kürtlerin dinsel törenlerde kullandıkları dilin Türkçe olduğu gerçeği, onların kolay asimile olacaklarına dair umut verici ihtimaller sunar görünmekle birlikte, Alevi Kürtlerin devlete muhalefetlerinin tarihi onları ziyadesiyle şüpheli kılmıştır.” Jandarma raporu Gerçekten de, 1930’ların başında Jandarma tarafından Dersim üzerine hazırlanan bir çalışmada şu gözlemler yer alır: “[Zaza alevilere gelince:] Bunlarda mezhep ve âdet dili Türkçedir. Ayinlerde iştirak edenler Türkçe konuşmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyettir ki Alevi Zazalık asırlardan beri ihmal edildiği halde Türklükten pek de uzaklaşmamış, Dersim Alevileri arasında cevap istememek şartile Türkçe meram anlatmak mümkündür. Şayanı nazar ve esef olan nokta şudur ki 20-30 yaşından yukarı yaşlı her fertle Türk dili ile mütekabilen anlaşmak ve dertleşmek mümkün olduğu halde… Türk dili tamamen Zazalaşmakta ve hele 10 yaşından küçük çocuklarda ise Türk diline rastlamak imkânı kalmamaktadır.” Ancak, raporun yazarı bir sonraki paragrafta onları Türklükten ayıranın dilin ötesinde bir şey olduğunu itiraf eder: “Aleviliğin en kötü ve açıklama ihtiyacı duyuran cephesi Türklükle aralarındaki derin uçurumdur. Bu uçurum Kızılbaşlık itikadıdır. Kızılbaş, Sünni Müslümanı sevmez, kin besler, onun ezelden düşmanıdır. Sünnileri Rumî diye anar. Kızılbaş ilahi kuvvetin hamili bulunduğunu ve imamların Sünnilerin elinde işkence ile öldüğüne inanır. Bunun için Sünnilere düşmandır. Bu o kadar ileri gitmiştir ki Kızılbaş, Türk ile Sünni Kürt ile Kızılbaş kelimesini aynı telâkki eder.” Yazar, Kızılbaşlardan söz ederken, aslında Kızılbaşlara ilişkin kendi (elbette devletin) bakışını ele vermektedir. Bruinessen’e göre, rapordaki bu fikirler, 1925 Şeyh Said İsyanı sonrasında, bizzat Mustafa Kemal yönetimince Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk Ocakları Koordinatörü sıfatıyla Dersim bölgesine gönderilen Hasan Reşit Tankut’un ‘etnopolitika’ çalışmalarından esinlenmiş olmalıdır. Küçük bir yetimken Maraş Elbistan’da Alevi Kürt bir ailece evlat edinilen Reşit Tankut, çalışmalarını Mustafa Kemal’e ve CHP’ye gizli raporlar halinde sunmuştu. Bu görüşlerin devletin Dersimli algısını şekillendirmekte önemli rolü olduğu anlaşılıyor. Kürt milliyetçiliği ve Zazalık bilinci Martin van Bruinessen’e göre 1960’ların sonundan itibaren kitlesel bir hareket olarak ortaya çıkan Kürt milliyetçiliği Alevi (Kızılbaş) Kürtleri de etkilemiş ve bünyesine katmıştı. 1970’lerin siyasal kutuplaşması, sağcı ve solcu radikallerin bu cemaatleri ikmal bölgeleri olarak seçerek, karşılıklı şeytanlaştırmaya katkıda bulunmalarıyla Sünni-Alevi zıddiyetini şiddetlendirmişti. Çorum’da, Kahramanmaraş’ta yaşanan Alevi katliamları ortak bir Alevi bilinçliliğini güçlendirmede etkisi büyük oldu. Bu çatışmaların yer aldığı bölgede, Kürt ya da Türk olmak çok da önemli değildi; kişinin aslî kimliği dinsel olandı. 1980’ler Aleviliğin, Batı Avrupa’daki Türk ve Alevi göçmen cemaatler arasında gerçek bir kültürel ve dinsel yeniden doğuşuna tanıklık etti. Farklı eğilimlerden eylemciler, –solcular, Sünni Müslümanlar, faşistler, Kürt milliyetçileri- daha önceden bu cemaatleri örgütleme girişimlerinde bulunmuşlardı, ancak Türkiye’deki 1980 askerî darbesinden sonra çok sayıda tecrübeli örgütçünün, sığınmacı olarak Batı Avrupa’ya gelmesiyle yeni bir aşamaya geçildi. Bu kadrolar arasında en başarılı olanlar, radikal Sünni Müslümanlar ve daha sonra içlerinden PKK’nin çıkacağı Kürt milliyetçileriydi. PKK’ye karşı Alevilik Bu arada Türkiye’deki rejim, belli başlı cami federasyonlarını merkez alarak ve Sünni İslâm’ın ‘Türk-İslâm sentezi’ olarak bilinen aşırı muhafazakâr ve milliyetçi kanadını destekleyerek göçmen cemaatler üzerinde yeniden denetim sağlama çabasına girmişti. Bu faaliyetler yıllarca kimliklerini gizli tutan Alevilerin de örgütlenmesi konusunda teşvik edici oldu. İlk defa büyük Alevi dinsel törenleri kamuya açık olarak düzenlendi. Alevi örgütleri kuruldu ve bu örgütler, daha önceleri çeşitli solcu ve Kürt yapılanmalarda ön planda yer alan birçok genç Aleviyi çekti. Bu tarihten itibaren pek çok kişi, Marksist-Leninist kimliklerinin yanı sıra Alevi kimliklerini vurgulamaya ve ‘Alevistan’ diye ayrı bir yurttan söz edecek kadar Alevilerin bir tür ulus olduğunu düşünmeye yöneldiler. Aslında Alevistan kelimesi ilk kez, 1976 yılında Hürriyet gazetesinin Almanya’daki bölücü faaliyetler ile ilgili bir raporunda yer almıştı. Güya, devletin Maoist düşmanları, Türkiye’yi doğuda Kürdistan, merkezde Alevistan ve batıda Sünni Türk bakiye şeklinde bölmek için komplo kuruyorlardı. Gerçi 1980’lerde Almanya’da benzer bir şekilde Alevistan’ı bağımsız kılmak niyetini açıklayan Kızıl Yol adında kısa ömürlü aşırı solcu bir örgüt vardı ama birçok Kürt milliyetçisi ve başka eğilimlerden solcular, bu girişimlerin ‘Sünni ve Türk’ bir milliyetçi tepki kızılbaş - sayfa 16 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yaratmaya çalışan Türk istihbarat servisinin oyunları olduğundan şüpheleniyordu. Sonuçta, Avrupa’daki bu faaliyetlerle Türkiye’de aşamalı siyasal liberalleşme birleşerek, Türkiye’de de Alevi uyanışını harekete geçirdi. Görünüşte laik, aslında Sünni olan Türk Devleti’nin PKK’nin sesini artık güçlü bir biçimde duyurduğu 1980’lerin sonunda, PKK’nin Kürt (ve Zaza) Aleviler arasında daha fazla destek kazanmasını önlemek amacıyla Alevi kimliğine geçit vermeye yönelmesi de bu eğilimi destekledi. Bruinessen’e göre Zazaca yayıncılık, siyasal nedenlerden ötürü dilsel ayrımcılığa şiddetle muhalefet eden belli milliyetçi entelektüel çevrelerde sert olumsuz tepkilere yol açtı. Bunların bir kısmı, sentetik bir birleşik Kürt dili için çalışıyor; diğerleri iki yazılı Kürt diline tahammül edebileceklerini düşünüyorlardı. Ancak daha önce neredeyse hiç yazılı geleneğe sahip olmayan Zazacayı bir diğer yazılı dil olarak geliştirmenin Kürt ulusu arasına ayrılık tohumları ekmek olacağına karar vermişlerdi. Devletin hesaplayamadığı Zazaca dergiler Aslında, PKK’nin kuruluşunu gerçekleştirmekte büyük zorluklarla karşılaştığı ve her zaman diğer siyasal radikal hareketlerle yarışmak zorunda kaldığı bölge Dersim’di. Dersim halkı, en azından 1960’lardan beri, her zaman Kürt milliyetçiliğinden ziyade solcu radikalizme meyilli olmuştu. Başlangıçta militan bir şekilde din karşıtı olan PKK, 1980’lerin ortalarında, Sünni bölgelerde daha çok halk desteği sağlamak için gittikçe Sünni İslâm’a karşı uzlaşmacı bir tavır benimseyince bu durum, PKK’nin Aleviler arasındaki popülerliğine katkıda bulunmadığı gibi muhtemelen Alevi öznelliğini güçlendirdi. PKK’ye göre ise, Alevi uyanışı, Kürtler arasına ayrımcılık ekmek için doğrudan devletçe yönetiliyordu ve buna önayak olanların tümü ajandı. Bu yaklaşım, bir yandan Alevilerin PKK’den soğumalarına, bir yandan da PKK saflarındaki Alevilerden kuşkulanılmasına ve onların tasfiyesine yol açtı. Dinsel boyut giderek daha önem kazandığı bu süreçte Sünni köktenciliğine ve kapsayıcı Kürt milliyetçiliğine karşı bir tepki olarak asli bir kimlik olarak Aleviliğe yapılan vurgu güçlenmeye başladı. Ancak, “Zazaca ayrı bir dildir ve Zazalar ayrı bir halktır” diyen ilk Zaza aydını olan Ebubekir Pamukçu’nun 1985 yılında İsveç’te çıkardığı Ayre dergisi ile Zaza kimliği ve varlığı daha güçlü biçimde gündeme gelmeye başladı. Bunu 1988’de İsveç’te yine Pamukçu’nun çıkardığı Piya dergisi izledi. Dergide Zazaca, Türkçe, İngilizce makaleler olduğu halde Kürtçe makale yoktu ve Zazalardan, kimlikleri uzun zamandan beri sadece Türk devletince değil, Kürtlerce de reddedilen ayrı bir halk olarak söz ediliyor ve coğrafi bir ad olarak Kürdistan teriminin yerine ‘Zazaistan’ terimi öneriliyordu. Derginin ilk başta çok küçük bir okuyucu çevresi oldu ama bir süre sonra artan sayıda derginin görüşlerini benimsedi. Halen örgütlü bir milliyetçi Zaza hareketi görünmemekte ama hepsi Zazaların Kürtlerden farklı olduklarını iddia eden, Avrupa’da yayımlanan iki dergi (Desmala Sure ve Ware) ve Türkiye’de yakın zamanda çıkan bir dizi kitap ile yayımcılık faaliyetleri giderek artmakta. Avrupa’daki gelişmeler 1983’te Paris’te Kürt Enstitüsü kurulurken, ortak bir standart dile dair eski rüya yeniden su yüzüne çıkmış; ancak ne Kurmanci ne de Sorani konuşanlar ötekine imtiyaz tanımadıklarından, Kürdistan’ın tüm kesimlerinden okuyucuları hedef alan dergiler, hem Kurmanci hem de Sorani dillerinde bölümlere yer vermişlerdi. Kürt Enstitüsü’nce aynı yıl yayımlanan Hêvî/Hîwa dergisine bir de Zazaca bölümü ekledi. Dersimlilerin talepleri Geçtiğimiz günlerde, Yaşar Kaya’nın başkanlığını yaptığı Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu adına bir heyet Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Dersimlilerin taleplerini içeren bir mektup sundu. Mektupta UNESCO raporlarına göre ölü bir dil haline gelmekte olan Zazacaya TRT’de, üniversitelerde yer verilmesi, bu dilin Dersim’deki okullarda zorunlu ikinci dil olarak okutulması, Dersim’e kamu görevlisi atanırken, bu dili bilenlere öncelik tanınması, Dersim’deki yerleşim yerlerine de eski isimlerinin verilmesi, Alevi/Kızılbaş inancının temsilcileri olan ocakların tarihsel ve kültürel misyonlarının tanınması, bu kuruluşların özerkliğinin yasal güvence altına alınması, Munzur, Harçik ve Peri vadilerinde yapımı planlanan baraj inşaatlarının durdurulması gibi talepler vardı. 1937-1938’de çeşitli ailelere evlatlık verilen ya da Çocuk Esirgeme Kurumu’na verilen Dersimli yetimlerin akıbetlerinin ortaya çıkarılması, 15 Kasım 1937 tarihinde Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin açıklanması ve naaşlarının aile mezarlığına defnine izin verilmesi talebiyle devam eden mektup, devletin içten bir özrünün 71 yıldır devlete küskün, kırgın olan Dersimlilerin gönlünü almaya yeteceği ifadesi ile bitiyordu. Bakalım devlet bu sese kulak verecek mi? Özet Kaynakça: Martin van Bruinessen, Kürtlük, Türklük, Alevilik: Etnik ve Dinsel Kimlik Mücadeleleri, İletişim Yayınları, 2009 ve “Aslını İnkâr Eden Haramzadedir” (Çeviren: Özgür Gökmen), Diyarbakır.net, http:// w w w.diyarbekir.net /cgi-bin /index. pl?mod=news;op=author_id;id=139; Mehmet Bayrak, Alevilik ve Kürtlük, Öz-Ge Yayınları, Ankara, 1997; Zilfi Selcan, Zaza Milli Meselesi Hakkında, Zaza Kültürü Yayınları, 1994; Ebubekir Pamukçu, Dersim Zaza ayaklanmasının tarihsel kökenleri, Yön Yayınları, 1992. kaynak: http://www.taraf.com.tr/ayse-hur/makale-dersim-alevistan-zazaistan.htm kızılbaş - sayfa 17 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersimliler’in Türkiye Cumhuriyeti Yeni Anayasası ile İlgili Görüş ve Beklentileri Giriş Türkiye kamuoyunda yeni bir anayasa yoğunlukla tartışılıyor. Tarihsel sorumluluğun bir gereği ve Anadolu topraklarının kadim-, yerleşik halklarından olduğumuz bilinci ve gerçeğinden hareketle, Avrupa’da yaşayan biz Dersimliler de yeni anayasanın yapılması sürecine katkıda bulunmak istiyoruz. Bu amaçla 02-04 Mart 2012 tarihinde Almanya’nın Rüdesheim şehrinde bir araya gelerek, aşağıda belirtilen ilke ve konuların yeni anayasada dikkate alınmasını talep ediyoruz. Bir toplumsal sözleşme olarak yeni anayasa Bir toplumsal sözleşme olarak yeni anayasa toplumsal iradeyi hedefleyen bir doğrultuda, tüm kesimlerin görüşü alınarak, üzerinde uzlaştığı bir şekilde yapılmalıdır. Türkiye toplumu, kendi kaderini ve geleceğini inşa etmek için yeni, sivil bir toplumsal sözleşme yapma kararlılığını sergiliyor. Siyasi, ekonomik, kültürel ve politik alanda ciddi bir değişim ve dönüşüm sürecinden geçtiğimiz bu tarihsel dönemde, yeni anayasa ile, geçmişte yaşanan Dersim 1937/38 Soykırımı gibi acılardan, toplumu ayrıştırıcı, ötekileştirici etnik veya dini ideoloji ve doktrinlerden uzak; özgür, eşitlikçi bir geleceğin inşasına girişilmelidir. Anadolu’da, Anadolu ve Mezopotamya’nın yerleşik halklarının inanç, mezhep ve kültürel farklılıkları tehdit olarak değil, bir imkan olarak görülmeli ve fırsata dönüştürülmelidir. Bundan dolayı yeni anayasa, toplumun çok kimlikli, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir toplum olduğu gerçeğini benimsemeli ve özellikle dinlere, sosyal ve kültürel gruplara, etnik kimliklere, ideolojilere eşit mesafede durmalıdır. Devletin yapısı, tekçi zihniyetten arındırılmalı, içindeki tüm farklılıkları barındıran ve anayasal güvenceye kavuşturan bir yapıya dönüştürülmelidir. Yeni Anayasa ile, eşitlik temelinde barış ve kardeşlik egemen kılınmalı. Mevcut anayasada olduğu gibi, bir tarafın lehine değişmez maddeler olmamalı, hiçbir kutsiyet, değiştirilmez dogma veya ötekileştirici, dışlayıcı kavrama ve yaklaşıma yer verilmemelidir. Ayrımcılığa tabi tutulmaksızın her bir yurttaşın devletin işleyişine katılımı sağlanmalı. Irk, din, dil, renk, cinsiyet, sosyal, kültürel, ideolojik ve doktrin farklılıkları göz ardı etmeden eşitlik ilkesi çerçevesinde gerek bireyin, gerek topluluklarının özgürlüklerini kullanma hakkı anayasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Yeni toplumsal sözleşme eşitlikçi, çoğulcu, katılımcı ve insanı merkeze koyan bir anayasa olmalı, Birleşmiş Milletler Sözleşmeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi evrensel hukuk ilkelerine aykırı hükümler içermemelidir. Çağımızda demokrasi, çoğunluk kararlarının sınırsız bir şekilde uygulandığı bir sistem olmaktan ziyade, azınlık hak ve hürriyetlerinin tanınıp garanti altına alındığı ve bu azınlık haklarının alınacak olan çoğunluk kararlarının sınırlarını belirleyici unsurları biçiminde görüldüğü bir anlayış olarak tanımlanmaktadır. Demokrasinin “çoğunluğun tahakkümü” olmadığı ilkesinden hareketle, yeni anayasada din, dil, ırk, cinsiyet gözetilmeden her insan eşit haklara sahip kılınmalıdır. Kamu otoritesine karşı fertlerin hukukunun korunmasına özen gösterilmelidir. Demokratik siyaset dışında hiçbir odağın, zümrenin veya vesayet yapısının siyasal alanı belirlemesine imkan tanınmamalıdır. Devletin siyasal yapısı Devlet üniter, merkeziyetçi yapıdan tam federal bir düzene geçmelidir. Federatif devlet yapısı tercih edilerek, demokratik katılım yerelden itibaren, her bir farklılığın kendini kurucu ve değerli olarak göreceği biçimde inşa edilmelidir. Bu bağlamda, yerinden yönetim ilkesi esas alınmalı, merkezi idareye son verilmelidir. “Başkanlık” veya “Yarı Başkanlık Sistemi” yerine parlamenter sistem muhafaza edilmelidir. Cumhurbaşkanı önceden olduğu gibi meclis tarafından seçilmelidir. Siyasi partilerin kapatılması engellenmeli, seçim barajı düşürülmelidir. Hiçbir demokratik hukuk devletinde yeri olmayan Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Yükseköğretim Kurulu (YÖK) ve Diyanet İşleri Başkanlığı (D.İ.B.) gibi kurumlara yeni anayasada yer verilmemelidir. Devlet üniter yapıdan tam bir federal sisteme geçiş sürecinde, federal kurum ve kuruluşlar oluşturuluncaya kadar, yarı federal yapı olan ve kültürel, sosyal, etnik farkllılıkları esas alan “bölgesel özerkliği” tercih etmeli. Bu bağlamda federatif yapı içerisinde Dersim’e, tarihsel coğrafi sınırlarıyla özerk bir eyalet statüsü tanınmalıdır. Vatandaşlık ve kimlik tanımı Özellikle birlikte yaşama bilincini yok eden “etnik temelli“ vatandaşlık tanımına yeni anayasada yer verilmemelidir. Yeni anayasada, Türk, Zaza, Kürt, Ermeni ve diğer etnik kimliklere vurgu yerine anayasal vatandaşlık esas alınarak bütün vatandaşlar devlet nezdinde eşit olmalı ve bu anayasal güvence altına alınmalıdır. Eşitlik ve sosyal adalet temel ilke olarak benimsenmelidir. Mevcut Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan "Türkiye devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür" kızılbaş - sayfa 18 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ifadesi, aidiyet ve kimlik vurgusu yapılmadan, farklılıkları zenginlik olarak kabul eden, eşit yurttaşlık esasına dayalı anayasal vatandaşlık" olarak su şekilde değiştirilmelidir: “Anadolu/Cumhuriyet sınırları içinde doğan, ya da vatandaşlığa geçen herkes devletin eşit ve saygın vatandaşıdır”. Anadilde eğitim Federatif bir yapı içerisinde federal devletin resmi dili olmamalı, özerk bölgelerin resmi dili veya dilleri olmalıdır. Anadilde eğitim, her vatandaşın doğuştan gelen temel ve doğal hakkıdır. Daha kaliteli öğretim yapmak ve toplumsal barışı ve kaynaşmayı sağlamak için, okul çağına gelen çocuklara Zazaca ve Kürtçe gibi kendi anadillerinde, anaokullarından başlayarak ilk, orta ve yüksek öğretim kurumları da dahil olmak üzere, tüm eğitim kurumlarında eğitim ve öğretim imkanı tanınmalı, anayasada dillerin tam hak eşitliği garanti altına alınmalıdır. Bu bağlamda eğitimin yapılandırılmasında bölgesel gereklilikler göz önünde bulundurularak, gerekli altyapı oluşturulmalı ve iki veya çok dilli eğitimin önü açılmalıdır. Çok dilli eğitim sadece farklı etnik kökenli çocuklar için değil, Türk çocukları için de bir kazanç olarak görülmeli ve eğitim sistemi de buna göre şekillendirilmelidir. Herkes kendi anadiliyle eğitim görebilmeli ve bunun yanında Anadolu’da konuşulan diğer dillerden birini de okulda zorunlu, yanısıra Arapça, Farsça da dahil dünya dillerinden birini seçmeli olarak öğrenmelidir. Bu bağlamda devlet, hukuksal pozitif ayrımcılık ilkesi çerçevesinde, etnik dillerde yaşanan asimilasyonu durdurmak ve bu dilleri koruyup gelişmelerini sağlamak için tedbirler almalıdır. Bunun için, öncelikle dil öğretiminin önündeki tüm engeller ve kısıtlamalar kaldırılmalı, anadil öğretmenleri yetiştirilmelidir. Üni- versitelerde talep edilen tüm dillerde akademik çalışma imkanları tanınmalı, lisans ve lisans üstü programlar açılmalı, araştırma merkezleri ve enstitüler kurulmalıdır. Dersim’in en yaygın ve Anadolu’nun da en çok konuşulan üçüncü dili Zazaca, yaşanan Dersim 1937/38 Soykırımı ve sonrasındaki asimilasyon politikaları sonucu, UNESCO’nun da işaret ettiği gibi, kaybolma tehdidi altındadır. Özellikle kaybolma sınırına gelmiş Zazaca anayasal güvenceye kavuşturulmalı ve anadil olarak konuşulduğu bölgelerde, bu dilin korunması ve gelişmesi için gerekli tedbirler alınmalıdır. Zazaca’da tam gün radyo ve televizyon yayını yapılmalı, Zazaca yayın yapan basın yayın organları desteklenmelidir. Bunun dışında, yıllardır asimilasyon politikaları altında gelişmesi engellenen Dersim’in diğer dili olan Kürtçe’nin geliştirilmesi için gerekli tedbirler alınmalıdır. Din ve vicdan özgürlüğü Yaşadığımız sorunların temelinde anayasada yazılı olan laiklik ile din ve vicdan özgürlüğünün yeterince hayata geçirilmemiş olması yatmaktadır. Demokratik hukuk devleti ve laiklik bütün inanç gruplarının ve yaşam biçimlerinin teminatıdır. Yeni anayasal düzende bu temel hak, tüm yurttaşlar için gerçek anlamda hayata geçirilmelidir. Devlet, laik yapısı gereği tüm din ve inanç gruplarına tarafsız davranmalı, eşitlikçi ve azınlığın hakkını güvenceye alan bir mesafede olmalıdır. Laiklik bütün din ve mezheplerin gerçek anlamda ve eşit koşullar altında hayat bulmalarının teminatı olmalıdır. Din ve vicdan hürriyeti devletin müdahale alanı olmaktan çıkarılmalıdır. Bu anlamda: Devlet, dinsel çoğulculuğa saygı göstermeli, değişik din ve inanç mensubu bireylerin ibadetlerini yapabilmesi için gerekli olan kurumsal yapıların oluşturulmasına imkân verecek hukuki bir yapı oluşturup, bunun gereği olarak da dini kurumların önündeki tüzel kişilik oluşturma yolundaki en- gelleri kaldırmalıdır. Anadolu mozaiğinin bir parçası ve Dersim kültürünün özünü oluşturan Alevi kimliği yasal olarak tanınmalı, cemevleri (Alevi dergâhları) Alevi vatandaşların ibadethanesi olarak kabullenilmeli, diğer mezhep ve inanç gruplarının kendi içinde örgütlenmelerini sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Bu dini grupların özerkliklerini sağlayıp koruyabilmeleri için gerekli kurumsal yapıları oluşturmalarına imkan verilmelidir. Ulusal çapta olmasa da bölgesel anlamda, örneğin Dersim’de Xızır (Hızır) Orucu, Oniki İmamlar Orucu (Muharrem Orucu), Hawtemal ve Gağan ritüelleri gibi, bir inancın çoğunluk tarafından yaşatıldığı bölgelerde, o inancın özel günü/günleri resmi tatil olarak tanınmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı mevcut anayasal statüsü ile, devletin laiklik ilkesi ile bağdaşmayacak şekilde dinler üzerindeki müdahalesini, kontrolünü getirmekte, farklı inanç ve mezhepler üzerinde baskı ve dejenerasyon sağlamaktadır. Din, kişinin kendi seçimine bırakılmalıdır. Bundan dolayı Diyanet İşleri Başkanlığı, anayasal kurum olmaktan çıkarılmalıdır. Ancak bu anlamda devletin laiklik ilkesi şekilsel olmaktan öte bir anlam ve içerik kazanarak gerçek anlam ve pratik bir içeriğe kavuşmuş olacaktır. Devlet, laiklik ve eşitlik ilkesi ile vergi adaleti gereği, inançlar karşısında tarafsızlığını korumalıdır. Bunun için devlet, mecburi kılmadan vatandaşından aldığı vergiler üzerinden oluşturduğu kamu kaynaklarından farklı inanç gruplarına din hizmetleri için eşit faydalanma hakkı tanımalıdır. Devlet, çocukları ve gençleri belirli ideolojiler, inançlar ve yaşam tarzları doğrultusunda biçimlendirme yetkisine sahip olmamalı. Hiçbir koşulda ayrımcı, dışlayıcı, sorgulama imkânı bulunmayan doktrinleri dayatıcı bir politika takip etmemeli. Hiç kimseye veya gruba kendi kültür veya inançları dışındaki kültür veya inançları zo- kızılbaş - sayfa 19 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 runlu olarak öğretilmeyeceği konusu anayasada yer almalı ve bunun gereği olarak zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. bı Avesta`nın yazıldığı tarih İ.Ö.600 yıllardır. Tevrat`ın yazılmaya başlanması ondan üçyüz yıl sonra, İncil`in ortaya çıkması Tevrat`tan üçyüzıyıl sonra ve Kuran`ın ortaya çıkması İncil`den 6 yüz yıl sonradır. Güçler Ayrılığı İlkesi Yeni anayasa ile ‘Güçler Ayrılığı İlkesi’ temelinde yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığı tam garanti altına alınmalıdır. Bu anayasal kurumların yetkileri anayasada açık bir şekilde belirtilip sınırlandırılmalıdır. Yargı işleyişinde ve hiyerarşisinde siyasi otoritenin belirleyiciliği anayasanın güçler ayrılığı ilkesi doğrultusunda engellenmelidir. Cumhurbaşkanı da dahil olmak suretiyle hiçbir siyasi otoritenin başta yargı ve üniversite olmak üzere özerk kurumlar üzerinde atama yetkisi olmamalıdır. Yargı adaletsizliğini ortadan kaldırıcı, özellikle davalarda tutukluluk ve yargılama sürelerini kısaltıcı tedbirler alınmalı, objektif ve tarafsız yargılanmalara engel teşkil eden eski adıyla Devlet Güvenlik Mahkemeleri, yeni adıyla Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri kaldırılmalıdır. Sonuç Biz Dersimliler, yeni anayasanın Anadolu’da yeni bir tarihi süreci başlatacak bir toplumsal sözleşme olmasını umut ediyoruz. Devletin daha eşitlikçi, daha çoğulcu ve daha özgürlükçü bir temelde yenilenmesinin tüm toplum için hayati önem taşıdığına inanıyoruz. Bu nedenle, taleplerimizin temelinde imtiyazlar değil, hayatın her alanında gerçek, fiili eşitlik arzusu yer almaktadır. Dolayısıyla önerilerimizin de sadece bizler için değil, Anadolu’da yaşayan tüm yurttaşlar için çözüm teşkil edeceğini düşünüyoruz. Saygılarımızla 12.04.2012 Mısletê Dêsımi Dersim Dialog Grubu Ali Usta Alevi halkının son yıllarda verdiği hak arama mücadelesinin yükselmesi sonucu, bazı çevrelerce; bu ilerici inancı geri kalıplara sokarak asimile etme çabalarının başlandığını görüyoruz. Aslında bu tür asimile etme tarih boyunca katliamlarla paralel olarak süre gelmiştir. Bu çevreler bunu bin yıldır denediler ama başaramadılar. Başarmaları da mümkün değildir. "Alevilik İslam mıdır, İslam dışı mıdır?" gibi saçma bir soruya yanıt vermek bile abesle iştigaldir fakat şu an iktidarda olan siyasi İslam`ın, birey hak ve özgürlüklerine saldırarak, onlara adeta hakaret edercesine işi, Alevi köylerine cami yaptırmaya dek vardırmaları; bizim de, eldeki bilimsel verilere dayanarak, bu insanlık suçu asimilasyon politikasına dur demeye hakkımız olmalıdır diye düşünüyorum. Bazıları dediğim gibi gerek bilerek, gerekse de bilmeyerek olsun, büyük bir yanlışlığa düşüp, Aleviliği bir mezhep sınıfına indirgeyerek, bu köklü felsefeyi basit bir olguya dönüştürmeye çalışıyor. Ne var ki, Alevilik olarak adlandırılan din ya da felsefe, aslında tüm insanlık tarihi boyunca şekillenen bir olgudur. Alevilik, İslam`ın bir mezhebi olmadığı gibi; o kadar işgal, talan, baskı ve asimilasyona karşı İslam`dan en az etkilenen düşünce akımlarından biri olarak kendini koruyagelmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki; Alevilik adının Anadolu`da kullanılmaya başlanması bir buçuk yuzyıl ötesine geçmiyor. Alevilik olarak anılan konu, daha çok Kızılbaşlık olarak değerlendirilirse konumuz daha da anlaşılır duruma gelecektir. Kızılbaşlık inanç ve felsefesi tüm "Semavi Dinler"den daha eskidir. Kızılbaşlık inancının en önemli kaynağı sayılan Dünya`nın ilk peygamberli ve kitaplı dini olan Zerdüşt dininin kita- Doğrudur, ozanın dediği gibi Aleviler`in "Üç telli bağlamadan" başka bir kitabı yoktur. Buna gerek de yoktur. İnsan gibi yüce bir varlığın konu olduğu inanç sisteminde, insanı bazı dar kalıplara sıkıştırarak ne anlayabilirsiniz ne de o insan, bilim ve "hakikat" (Felsefe) deryalarının ışığında aydınlanabilir. Konu, bu "Kitaplı olmak" meselesine gelince; Allah`tan indiğine inanılan 4 Kitap uydurması tamamen hurafedir. Hz. Musa`ya Tevrat diye bir kitap indirilmemiştir. Tevrat olarak adlandırılan Yahudilerin kutsal ve milli kitabı, Yahudilerin milli destanlarıyla doludur ve Musa`dan çok sonraları yazılmıştır. Hz. Musa`ya sadece, 10 Emir`in bulunduğu tabletlerin indiğine inanılır. Zebur diye Hz. Davut`a indirildiğine inanılan bir kitap da yoktur ortada ve üstelik Yahudilere göre Davut bir peygamber değil, Yahudi Kralıdır. Arapça "Yazılı kağıt, mektup" anlamına gelen Zebur`un nerde olduğunu dincilerimiz arayadursunlar, Tevrat`tın sadece bir bölümünde "Davut`un Şarkıları" bölümü bulunur. İncil diye, Hz. İsa`ya inmiş bir kitap da yoktur. İsa böyle bir iddiada da bulunmamıştır. İncil olarak bilinen kitap, İsa`nın ölümünden sonra 4 havarisi tarafından yazılanların birleştirildiği bir kitaptır. Hz. Muhammed`in kendisine Allah tarafından indirildiğini öne sürdüğü kitabın ise, aslında Hz. Muhammed tarafından kendi siyasi ve özel çıkarları doğrultusunda düzenlenmiş bir tür "Resmi gazete" olduğunu anlamak için geliş sırasına göre (Ki şu anda piyasada bulunan Kuran`lar, geliş sırasına göre değil, baştaki Fatiha Suresi hariç, uzun surelerden kısaya dogru olarak düzenlenmiştir) ve Hz. Muhammed`in hayatını okumak yeterli olacaktır. kızılbaş - sayfa 20 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 UNUTULAN BİR TUNCELİ DERGİSİ: TUNCELİ GECESİ (1960-1961) YRD.DOÇ.DR.GALİP ALÇITEPE* [email protected] GİRİŞ: Tunceli Gecesi Dergisi 1960-1961 yıllarında yıllık periyot esaslı yayınlanan bir dergi olup Tunceli Kültür Derneği İstanbul Şubesi tarafından çıkartılmıştır. Derneğin İstanbul Şubesi, 14 Şubat 1957’de açılmıştır. Kurucuları arasında isimleri saptananlar, Haydar ÖZDEMİR, Kevni NEDİMOĞLU, Hüseyin YILDIZ ve Bedriye YILMAZ’dır(1). Kurulduğu andan itibaren yılda bir defa Tunceli Folkloru Gecesi düzenlemiş ve elde edilen paralarla İstanbul’da Kurtuluş’da Ergenekon Caddesi üzerinde bir öğrenci yurdu yapılmasına karar verilmiştir(2). 1960 da yapılan gecenin programı şöyledir: 1-Saz heyeti eşliğinde Halk Müziği Korosu, 2-Üç hanım ve üç erkek öğrenciden oluşan Pülümür Oyun Ekibi, 3-Ovacık Oyun Ekibi, 4-Maddi desteklerinden ötürü kurukahveci Mehmed Turgut Bey’e altın rozet takılması(3). Dergi, adını işte bu gecelerden almaktadır. TUNCELİ GECESİ DERGİSİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ: DERGİNİN AMACI: Derginin ilk sayısında yer alan ‘Çıkarken’adlı DR. Hayreddin DALOKAY imzalı yazıdan saptadığımız bilgilere göre,derginin yayın amacı; 1-Düzenlenen folklor gecelerinde çıkartılan mizahi Ceride-i Dersim Gazetesi yerine, daha kapsamlı bir dergi çıkartmak, 2-Tunceli’nin tarihi, coğrafi, iktısadi, kültürel değerlerini ortaya çıkartmak, 3-Dergi aracılığı ile Tunceli Kültür Derneği İstanbul Şubesi üyelerinin kendilerini ifade edebilecekleri bir ortam hazırlamaktır(4). Derginin ulaşmak istediği hedef kitle ise, özellikle Tunceli merkez kaza ve ilçelerinde ilkokuldan liseye değin eğitim gören çocuklardır(5). TEKNİK ÖZELLİLKLER: 185 x 200 mm boyutundaki sayfa düzeni ile yayınlanan derginin toplam iki sayısı çıkmıştır. Yayın periyodu yıllıktır. İlk sayı 18 Şubat 1960’da, ikinci sayı ise 20 Mayıs 1961’de çıkmıştır. İlk sayı onaltı ikinci sayı ise yirmialtı sayfadır. Derginin toplam sayfa sayısı kırkikidir ve otuzbeş yazı yayınlanmıştır. İlk sayıda dernek adına sahibi Dr. Hayreddin DALOKAY, Yazı İşleri Müdürü Haydar ÖZDEMİR olarak görülmekte iken ikinci sayıda sahibi Haydar ÖZDEMİR, Yazı İşleri Müdürü Hıdır BENZER olmuştur. Aynı şekilde ilk sayı Ekonomi Matbaası (İstanbul)’nde basılmışken ikinci sayının basım yeri Hüsnütabiat Matbası (İstanbul)’dır. İlk sayının fiatı saptanamamıştır. İkinci sayı ise 1 Kuruştur. Günümüzde Ankara ve İzmir Milli Kütüphanelerinde ciltli olarak muhafaza edilmektedir. SAYI: 1 18.02.1960 001 s.1 Hayreddin DALOKAY,’ Çıkarken’. 002 s.2, 16 Haydar ÖZDEMİR,’ Tunceli’de Kültür’. 003 s.3, 12 Hasan ÜNLÜ,’ Dost Acı Söyler’. 004 s.4 Mehmed TURGUT,’ Kıymetli Hemşerilerim’. 005 s.4 Hıdır YILDIZ,’ Dersim’den Hatıralar’. 006 s.4 Sıtkı YIRCALI,’Üçüncü Katın İnsanları’. 007 s.5,11 Kazım ÖRTÜN,’ Bir Tuncelili’den’. 008 s.6-7 Hıdır BENZER,’ Tunceli Kültür Derneği İstanbul Şubesi’nden Açık Mektup’. 009 s.8-9 ‘Tunceli’nin Coğrafyası’. 010 s.10. Rıza CAN,’ Tunceli’de Ticari Zihniyet’. 011 s.11 Sait KIRMIZITOPRAK, ’Karatoprağı Anarken’. 012 s.12 Hüseyin YILDIZ,’Kültür Nerede,Vatan Orada’. 013 s.13 Hüseyin AKAR, ’Yayla’. 014 s.14 ‘Tunceli’de Tarihi Kıymetler’. 015 s.15 Hasan AĞA, ’Dersim’. 016 s.15 Hasan AĞA, ’Yar’. 017 s.16 Bahri KURBAN, ’Pertek Türküsü’. SAYI: 2 20.05.1961 018 s.1, 24 Haydar ÖZDEMİR, ’Nurlu Ufuklara Doğru’. 019 s.2.22 M.Ali ARSLAN, ’Tunceli Kültürel Kalkınmaya Şiddetle Muhtaçtır’. 020 s.3 Ali ANAGÜR, ’Yeni Nesil’. 021 s.4, 21 Hıdır BENZER, ’Tunceli’nin Ekonomik Vechesi’. 022 s.5, 20 Fethi ÜLKÜ, ’Penisilin İlk Defa Tunceli’de Bulunmuş ve Orada Tatbik Edilmiştir’. 023 s.6, 18-20 Sait KIRMIZITOPRAK, ’Türkiye’nin Kalkınmasında Tunceli’. 024 s.7, 21 Hüseyin ARAR, ’Ekmek’. 025 s.8, 20 Kazım ÖRTÜN,’ Alkışlıyorum’. 026 s.9, 13 Hasan ÜNLÜ, ’İnkılabdan Kormayalım’. 027 s.10-13 Hıdır ÖZDEMİR, ’Tunceli’de Yol Davası’. 028 s.14. Mehmet SOYLU, ’Tunceli’nin Kalkınması’. kızılbaş - sayfa 21 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 029 s.15 Ali YILMAZ, ’Tunceli’ye Hizmet’. 030 s.15 Ali BAŞAR, ’Mebus Adayına İthaf’. 031 s.16 Hüseyin YILDIZ, ’Düşmanımız Cehalet,Kurtarıcımız İlimdir’. 032 s.17 Aziz YAŞAR,’Munzur Türküsü’. 033 s.17 Hıdır YILDIZ, ’Islıkçı’. 034 s.25 Hüseyin KALKAN,’Tunceli’, 035 s.26 ‘Tunceli’de Spor Hareketleri’. KONULARA GÖRE İNDEKS: SUNUŞ YAZISI 001,018. ANI 007, 011, 013, 024. ARKEOLOJİ 014. COĞRAFYA 009. EKONOMİ 021, 023, 028, 029. HABER 002, 003, 004, 008, 010, 012, 019, 020, 025, 026, 027, 031. SPOR 035. ŞİİR 005, 006, 015, 016, 017, 030, 032, 033, 034. TIP 022. Bu indeksin rakamsal olarak açılımı şu şekilde özetlenebilir: adet Sunuş Yazısı: 2 Anı: 4 Arkeoloji: 1 Coğrafya: 1 Ekonomi: 4 Haber: 12 Spor: 1 Şiir: 9 Tıp: 1 TOPLAM: 35 bulunduğu kütüphaneler şunlardır: 1-Tunceli Postası:1959-1961 yılları arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da T.C.SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi Gazete Arşivi ve Ankara’da Milli Kütüphane’de bulunmaktadır. 2-Demokrat Tunceli:1953-1957 yılları arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da T.C.SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi Gazete Arşivi ve Ankara’da Milli Kütüphane’de bulunmaktadır. 3-Demokrat Tunceli Postası:1959-1960 yılları arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da T.C.SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi Gazete Arşivi ve Ankara’da Milli Kütüphane’de bulunmaktadır. 4-Tunceli Sesi:1958-1963 yılları arasına ait sayılar düzensiz olarak ciltlenmiş olup Konya’da T.C.SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Merkez Kütüphanesi Gazete Arşivi’nde bulunmaktadır. 5-Tunceli :1953 yılına ait sayılar takım olarak İzmir ve Ankara’da Milli Kütüphane ‘de bulunmaktadır. Halen faaliyet gösteren Tunceli’deki basın organları ile yaptığımız görüşmelerde bu gazetelerden hiçbirinin Tunceli’de bulunmadığını öğrendik. Hem bu çalışmaya neden olan Tunceli Gecesi ve hem de diğer gazete ve dergilerin bir an önce birer örneğinin değişik tekniklerle alınması ve Tunceli ‘de araştırıcıların hizmetine sokulması, gerekirse bir araştırma merkezi kurulması gerekmektedir. DİPNOT VE AÇIKLAMALAR: (*)T.C.C.B.Ü. Fen/Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, T.C.Tarihi ABD.,Manisa. (1) Hayreddin DALOKAY, ’Çıkarken’ TUNCELİ GECESİ,S.1,s.1. (2) aynı yer. (3) aynı yer. (4) aynı yer. (5) aynı yer. % 5.71 11.42 2.85 2.85 11.42 34.28 2.85 25.71 2.85 100.00 YAZARLAR: Dergide yazarlık yapanların tamamı Tunceli Kültür Derneği üyeleridir. Bunun en önemli sebebi, Hayreddin DALOKAY’a göre; ’Tunceli’nin kültür ve medeniyete ne kadar susamış olduğunu yalnızca bölge insanı verebilir’(6). SONUÇ: Tunceli basını adeta unutulmuşlukla iç içedir. Bu çalışmada ele aldığımız dergi,diğer Tunceli gazete ve dergileri gibi nerede ise tamamen unutulmuştır. Orijinali İzmir Milli Kütüphane’de bulunmaktadır. Diğer gazete ve dergilerin adları ve bawa bertal hakka yürüdü sevdiklerine ulaştı kızılbaş - sayfa 22 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İçişleri Bakanı Zerdüştlük ve Yezidilik’e taktı İdris Naim Şahin farklı inançları hakaret sıfatı olarak kullanmaya devam etti… TBMM Genel Kurulu'nda, BDP'nin, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin hakkında verdiği gensoru önergesinin gündeme alınması kabul edilmedi. Görüşmeler sırasında İdris Naim Şahin ile BDP'liler arasında sert tartışmalar yaşandı. Genel Kurul'da, BDP'nin, Şahin hakkında verdiği gensoru önergesinin gündeme alınıp alınmaması konusunda, CHP, MHP, BDP ve AK Parti grupları adına yapılan konuşmaların ardından, Bakan Şahin, hakkındaki iddialara yanıt verdi. Bakan Şahin konuşmasında BDP Milletvekillerinin telefonlarını dinlediğini de ağzından kaçırınca yoğun tepki oluştu. Görüşmelerin tamamlanmasının ardından yapılan oylamada, gensoru önergesinin gündeme alınması kabul edilmedi. İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Nevruz kutlamalarından önce neden düzenlemeler getirdiklerine yönelik, "Bu konuyu, BDP'nin sözcülüğünü yaptığı, bir parçası olduğu KCK, yani Kürtleri cebren köleleştirme örgütünün aldığı tavsiye kararları, verdiği talimatları dinleyerek öğrendik. Ondan dolayı bu tedbiri almak durumundaydık" dedi. "İSTİHBARATIN GEREĞİNİ YAPMASAYDIK..." Şahin, önlem aldıklarını ancak BDP ve uzantılarının, durmadığını, masum insanları bir şekilde kandırarak, korkutarak, teşvik ederek kanunsuz şekilde 18 Mart'tan itibaren sokaklara dökmeye gayret ettiğini söyledi. Şahin, hedef- leri itibariyle bunu başaramadıklarını iddia etti. Cizre'de, 20 Mart'ta halkı korumak için görev yapan polis memurlarına, BDP binasının dibinde, uzun namlulu silahlarla ateş edildiğini söylen Şahin'e, BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan, "Yalan söylüyorsunuz" diye karşılık verdi. Şahin ise, "Ben siz değilim" diyerek, konuşmasını sürdürdü. BDP milletvekilleri, Şahin'i sıra kapaklarına vurarak protesto etti. Polisin canlı kalkan olarak, çocukları vurmamak için karşı ateş etmediğini, şehit olduğunu söyleyen Şahin, "Polis Ahmet Toprakoğlu ve diğer şehitlerimizin hesabını herhalde sizden soracağız. Hangisi insanlık, hangisi çağdışılık, hangisi mağara devri anlayışı, takdirlerinize sunuyorum" dedi. "EFENDİLERİNE BELLERİNDEN İPLE BAĞLILAR" Şahin, BDP'nin, istemeden, kanunsuz gösterileri, kışkırtmaları teşvik eden konumda olduğunu belirterek, şunları söyledi: "Nevruz ile ilgili genelgeyi yayımladıktan sonra, milletvekillerinin aralarında geçen diyalogda, 'İyi ki bu bakan genelgeyi yayımladı. Meydan meydan, şehir şehir harap olacaktık, bir günde bu işi halledeceğiz, ne güzel oldu' diye konuşanlar da onlar. İstemeden gidiyorlar. Çünkü mecburlar, özgür değiller, bir yerlere bağlılar. O yer neresi; efendileri var, o efendilere bellerinden iple bağlılar, çekerler dururlar, koyverirler gezerler. Emir alırlar yaparlar, emir alırlar dururlar. Bu gensoruyu önce verdiler, sonra ne olduysa vazgeçtiler. Emir geldi tekrar verdiler. BDP'ye, parti olarak diyecek bir şeyim yok. Sayın milletvekillerine ülkeye verdikleri işler nedeniyle hiçbir zaman teşekkür etmeyeceğim. Bir istisna var, bu gensorular için geçen sefer teşekkür etmemiştim, iki kez ediyorum. Çünkü bana BDP ve arka planını anlatma imkanı verdikleri için." "BU YAPI NEDİR?" Bakan Şahin, BDP'nin, KCK'nın ana sözleşmesine göre, belediyeleri ve paralelindeki sivil toplum örgütleriyle bir bütün olduğunu, hiyerarşik yapıda BDP'nin üstte değil, ortalarda bulunduğunu söyledi. "BDP'nin bağlı bulunduğu, organik bağı olduğu KCK yapılanması, yani ülkeyi bölme, yıkma amaçlı, 30 yıldır meşgul eden, lanetli yapının uzantısı" diyen Şahin, konuşmasının bu bölümünde de bazı fotoğraflar gösterdi. "Bu yapı nedir?" diye soran Bakan Şahin, şunları söyledi: "Mardin Nusaybin'de BDP tarafından 2008'de yaptırılan kültür merkezinin duvarındaki Zerdüştlük ve Yezidilik inancına ait semboller. Bu yapı, PKK terör örgütünün kandırarak, kaçırarak, dağa, sınır ötesine, yurt dışına götürdüğü, eğittiği insanlara yaşattığı bir hayatın resmidir. Bu yapıda İslam inancı yoktur, yapının tek özü önce Müslüman olmamak, sonra hiçbir dine mensup olmamaktır, dinsizlik yapısıdır. Bu yapıda kesilmiş olan yayladaki koyun değil, örgütün avlayarak kestiği, mensuplarına yedirdiği domuzdur. Bu yapı inancı yok eden benim Kürt kardeşimin inancını, ahlakını, namusunu rencide eden yapıdır. Bu yapıda sahte namaz, dalga geçerek saf tutma, oruç tutmadan açılan iftarlar, sahte imam- kızılbaş - sayfa 23 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lar, sahte paraların cebinde olduğu imamlar vardır. Bu yapının özünde Kürtlerin peygamberi haşa Başkan Apo vardır. Bu yapının uzantısından bu memlekete hiçbir hayır gelmemiştir. Benim Kürt kardeşim 30 yıl boyunca bu yapıdan çok çekti, çektirildi. 30 yılda, bu yapı nedeniyle tarım ve hayvancılık dibe vurdu, sınır ticareti, sanayi tesisi yapılamadı, girişimciler yatırım yapmamıştır. Ticaret tatile uğradı, kepenekler sürekli kapatıldı. Kapalı kepenklerin hesabını soracağız dediğimizde rahatsız oldular, kaybedilen canlar, akan kanlar, gözyaşı... Siz olmasanız, ardınızdaki o kanlı örgüt olmasaydı 30 yılın sonunda o bölgedeki Kürt kardeşimin, cebinde daha çok para, tarlasında daha çok ürün, yaylasında daha çok hayvan, şehrinde daha çok fabrika olacaktı. Bunun hesabını vermek durumundasınız, bu hesabı yapmak durumundayız. 30 senede 25 kuruş ne yaptınız, yıkmak, yakmak, yolları, kaldırımları tahrip etmek, can almak, kan dökmekten başka." BDP'LİLERDEN ÇOK SERT TEPKİ TBMM Genel Kurulu'nda, İçişleri Bakanı Şahin, hakkında verilen gensoru önergesi üzerinde parti gruplarının iddialarını yanıtladı. Şahin, konuşmasının ardından kürsüden ayrılırken, BDP'li milletvekilleri, "milletvekillerinin telefonları nerede dinlemiyormuş, açıkla" şeklinde laf attı. BDP'li milletvekillerinin, Şahin'e itirazları sürerken, Bağımsız Mardin Milletvekili Ahmet Türk, bağırmaya devam eden BDP Grup Başkanvekili Kaplan'dan, "bir dakika" diyerek susmasını istedi. Bunun üzerine, Bazı AK Parti milletvekilleri Türk'ü alkışlayarak, Kaplan'a, "dersini aldın" diye seslendi. "Sataşma" gerekçesiyle söz alan Türk, "Yıllardan beri bu parlamentodayım, bu kadar seviyesiz, halkıyla alay eden, inançları rencide eden böyle bir konuşmaya şahit olmadım. Sayın Bakan'ın halkımızdan özür dilemesi gerekiyor. Hiç kimse Kürtlere dinini öğretemez. Sayın Bakan buraya gelsin tartışalım. Bir taziyeye gittiğinde Fatiha okuya- biliyor mu? Sanki kendisi çok dindar" sözleriyle tepkisini dile getirdi. Kaplan, Türk'ün konuşması sırasında laf atan bazı AK Parti'li milletvekillerine, "Haddini bil. Terbiyesizlik etmeyin. Saygılı olacaksın" şeklinde yanıt verdi. AK Parti milletvekilleri, süresi tamamlanmasına rağmen konuşmasına devam eden Türk'e, "Ses gitti, ses gitti" şeklinde bağırdı. Konuşmasını, Bakanlar Kurulu sıralarına dönerek sürdüren Türk, "Bana yumruk atanı bulamadığınızı söylediniz. Orada polisler var" dedi. TBMM Başkanvekili Meral Akşener, bu sözler üzerine Kaplan'a, "temiz dil" uyarısında bulundu. “BÖYLE BİR BAKAN KONTROLSÜZ BİR GÜÇTÜR” "Sayın Bakan, milletvekillerinin telefonlarını gizlice dinlediğini ifade etti. Bu bir suçtur" ifadesini kullanan Kaplan, "Böyle bir bakan normal demokrasilerde 1 saniye görevde kalamaz. Böyle bir bakan kontrolsüz bir güçtür, tehlikedir. Bu tehlikeyi nasıl alkışlıyorsunuz? Böyle bir bakan hiçbir demokraside korunmaz" şeklinde konuştu. "USTALIK KABİNENİZİN..." “KALK BİR TAKLA AT, GÖBEK AT DA SENDEN KURTULALIM” BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan da "sataşma" gerekçesiyle söz alarak, "Adalet ve özgürlük böylesine sorumsuz bir bakanın insafına bırakılmayacak kadar kutsaldır. Taklacı, zurnacı ve ne dediğini bilmez bir bakan, bu Kutlu Doğum Haftası'nda gelip milyonlarca Kürt'ün inançlarıyla alay etti. Bu bakan, ustalık kabinenizin en rezalet, en rezil duruşunu gösteriyor" diye konuştu. BDP Muş milletvekili Sırrı Sakık, İçişleri Bakanı Şahin'e hitaben, "Siz hangi milletvekillerinin telefonunu dinlediyseniz çıkıp burada açıklamazsanız namertsiniz, alçaksınız. Bu ülkeyi, bayrağı, Tayyip Erdoğan'ı seviyor musun? Seviyorsun. O zaman kalk bir takla at, göbek at da senden kurtulalım. Sen taklacı bir bakansın, sen bu ülkeye layık değilsin" ifadelerini kullandı. ......... Bir Grup Ermeni Aydın Hürriyet Gazetesine karşı Kampanya Açtı Hürriyet Gazetesinin ırkçı ayrımcı ve kışkırtıcı üslubu dolayısı ile Hürriyet okumuyoruz… Defalarca uyarıldıkları halde tavırlarında bir değişiklik yapmayan Hürriyet Gazetesini protesto ediyoruz..En ufak bir haberi malzeme yapıp ırkçılığı, nefret tohumlarını körüklemesini ve ayrımcı üslubunu kınıyoruz! (Metnin Ermenice, İngilizce ve Fransızcasını aşağıda okuyabilirsiniz Hyetert) Bugüne dek birçok güzel insanin felaketine, ölümüne sebep olan, düğmeye basan bir yayın organı Hürriyet Yazarlarının başlattıkları karalama ve linç kampanyaları, defalarca Ermeni, Kürt ve diğer azınlıkları terörize edip, ölümlerine, linç edilmelerine zemin hazırlamışlardır… Gelin Hürriyet Gazetesi okumayalım! Bu çağrımız tüm insan haklarına saygılı, halkların ve inançların özgürlüğüne inanan güzel insanlar içindir. Daha güzel bir Türkiye, daha güzel bir Dünya için Hürriyet Gazetesini okumuyoruz! Grup adına: Nadya Uygun Dr. Sarkis Adam http://hyetert.blogspot.com/2012/04/bir-grup-ermeni-aydn-hurriyet.html kızılbaş - sayfa 24 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu ‘sükût’un bir anlamı olmalı Bir 24 Nisan’ı daha idrak ettik. Hepimiz, kendi usulumüzce, öldürülen yakınlarımızı andık. Ermenistan’da ve yurtdışındaki önemli merkezlerde de anma törenleri düzenlendi. Fakat önemli olan, elbette,Türkiye’de ne olup bittiğiydi. Şunu farkettik ki, memlekette neredeyse bir ölüm sessizliği var. Bu sayıda detaylarıyla okuyacağınız gibi, konuya hassasiyetle yaklaşan örgütlerce çeşitli toplantılar, anma törenleri düzenlendi, ulusal gazetelerde meseleye hakkaniyetle yaklaşan çeşitli makaleler, haberler yayımlandı, programlar yapıldı. Ancak iktidarı, muhalefeti, ulusal medyanın etkili kanalları ve sesleri, ‘önde gelen’ sivil toplum kuruluşları ve iş örgütleriyle, Türkiye’nin geneline baktığımızda, bu yılın ‘sessizlik’le, ‘sükût’la geçiştirildiğini gördük. Üzerinde durmaya değmez mi? Değer elbette. Öncelikle, iktidar açısından şu durum belli ki etkili oldu: ABD Başkanı Obama’nın bu yıl ‘soykırım” demeyeceği önceden belli olmuştu. Kongrede, senatoda bekleyen tasarı vs de yoktu. Dolayısıyla bu konuda telaş yaratmanın ya da “fena yaparız” diyerek ortalığı yıkmanın bir gereği yoktu. (Obama’nın ‘Medz Yeğern’ açıklamasına Dışişleri’nin çekmeceden çıkarıp verdiği cevabı saymaya gerek yok.) Keza Fransa’da da soykırımın inkârını suç sayan yasa Anayasa Mahkemesi tarafından sakıncalı bulunmuştu. O cephede de Türkiye’nin eli rahattı. E o zaman ‘soykırım’ı dert etmenin ne anlamı vardı? Ama konuya sedece iktidar/hükümet açısından bakarsak yanılırız. Ana muhalefet CHP’den de ses çıkmadı (tabii, ses çıkması zaten beklenmiyordu). MHP’nin böyle konularda zaten hiç konuşmaması evladır, bunu da biliyoruz. Dolayısıyla siyaset ‘esnafı’, tabiri caizse, malını satıp dükkânı kapatmış olmanın rahatlığı içindeydi. Meclis’te bulunan partilerden sadece BDP yazılı bir açıklamayla 1915’te ölenleri andı Yetvart Danzikyan ve ülkedeki hâkim inkâr politikasını eleştirdi. Anaakım partiler düzeyinde durum böyle. Peki o anlı şanlı sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, eskisiyle –ama daha çok– yenisiyle anaakım medyanın birinci sayfaları, önemli yazarları? Demokrasi yandaşlığında, darbe karşıtlığında, milli iradecilikte mangalda kül bırakmayanlar? O derin suskunluğu nasıl yorumlamalıyız acaba? Diyebilirler ki, “Zorunda mıyız?” Teknik olarak haklı olabilirler. Fakat ‘demokrasi’, ‘çoğulculuk’ dediğimiz şeyin sadece milli iradenin yani oy sonuçlarının iktidara yansıması olmadığını, geniş ve kapsamlı bir mücadele olduğunu biliyorsak ve hesaba katıyorsak, böyle bir konuda bir çift söz beklemek de herhalde hakkımız. 24 Nisan günü hiçbiri bu konuda konuşmadı. Peki hangi konuda konuştular? O da bir gösterge zira. Tekrar iktidara dönüp, 24 Nisan’da Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısında hangi mesajları verdiğine bakalım: CHP ile birkaç haftadır sürdürülen “Tek Parti döneminde camiler kapatıldı mı, kapatılmadı mı?” tartışması geniş yer kapladı. Evet, Tek Parti döneminde dindarlara baskı yapıldığı ve onları sıkıntıya sokan kararlar alındığı doğrudur. Belli ki bunların sorumluluğunu şimdiki CHP’nin sırtına yükleyerek rakibini daha da köşeye sıkıştırmaya çalışıyor Erdoğan. Gördüğümüz şuydu: AKP ekibi o dönemde kapatılan camilerle ilgili birtakım belgeleri ‘arşiv’lerden çıkarmıştı ve Erdoğan, partisinin grup toplantısında bu evrakları eliyle kameralara göstererek durumu kendince belgelemekteydi. Resmi tarihin –ve ‘resmi görüş’ün– en önemli aktörü olan Genelkurmay Başkanlığı da önemli bir faaliyet içindeydi 23 Nisan’da. Genelkurmay, Dersim Katliamı ile ilgili, 10 bin 650 adet önemli belgeyi, TBMM Dilekçe Komisyonu’nun bünyesinde kurulan Dersim Alt Komisyonu’na teslim et- mişti. Basına yansıyan belgelere göre, 4. Umumi Müfettişi H. Alpdoğan’ın imzasını taşıyan 30 Aralık 1937 tarihli belgede, şöyle denmekteydi: “Erzincan, Nazimiye, Mazkirt ve Hozat membalarından alınan haberlerde; muhalefet suçundan mahkûm olup batı vilayetleri hapishanelerine gönderilen mahkûmların götürüldükleri yerlerde idam edilecekleri, sünnetsiz erkek çocukların Ermeni ad verilerek Hıristiyan memleketlere sürülecekleri, evli olmayan Tuncelili kızların Türk gençlerle ve Türk kızlarının da Tuncelili erkek gençlerle evlendirilecekleri...” Hükümetin Dersim konusundaki pozisyonunun bir devamı olarak Genelkurmay’ın bu belgeleri Meclis’e teslim etmesi, hiç şüphesiz, önemli bir gelişmedir. Belli ki böylece Dersim Katliamı’nın perdearkasında kalmış çok sayıda ayrıntıyı öğrenebileceğiz. Eee? Bütün bu olup bitenler bize bir şey söylemeli, değil mi? Ne söylediğini anlatayım. Dünya ülkeleri, bilhassa Batılı büyük ülkeler ilgilenmedikleri sürece Türkiye’deki –eskisiyle yenisiyle– ‘müesses nizam’ın, medyanın, soykırımla, 1915 ile ilgilenmedikleri, ilgilenmeyecekleri, yüzleşmeyecekleri ortadadır. Dolayısıyla, temel olarak haklı bir noktadan kurulan “Dış ülkelerin parlamentoları bu konuda siyasi karar almasın, bu mesele bu ülkede çözülecektir” argümanı mevcut durumda zorlanmaktadır. Konuyu birileri gündeme getirmeyince ülkeye bir ölüm sessizliği hâkim olmaktadır. Denecektir ki, “Getirince ne oluyor? İnkâr söylemi yeniden yeniden kuruluyor.” Doğru, ama bu vesileyle yeni ayrıntılar, yeni bakış açıları çıktığını da not etmeliyiz. Fakat bir yandan da hükümetiyle, Genelkurmay’ıyla, yakın tarihin ‘karanlık perdesi’ aralanıyor, yeni detaylar ortaya çıkıyor. Buna ne diyeceğiz? Buralarda iktidarın oy devşirme ve siyasi çıkar hesapları elbette vardır ama bu süreci sadece bu açıklamaya bağlamak, konuyu basite indirgemek olur. Çünkü şu soru da doğar: Yani Ermeniler şu gün kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu soruya da haftaya yanıt arayalım. not: Gazete baskıya hazırlanırken ajanslara BDP listesinden TBMM’ye giren milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in 25 Nisan’da Meclis’te yaptığı basın toplantısının detayları geldi. Önder, 1915’te olanların soykırım olduğunu söyledi. kızılbaş - sayfa 25 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TBMM Başkanlığı’na, konuyla ilgili bir Meclis Araştırma Önergesi vereceklerini belirten Önder, 24 Nisan’ın ‘Ermeni halkının ulusal yas ve acılarının paylaşım günü’ ilan edilmesi için TBMM Başkanlığı’na bir yasa teklifi sunacaklarını söyledi. Önemli bir girişim; altını çizmekte fayda var. Bu ‘sükût’un bir anlamı olmalı 2 Geçen hafta, 24 Nisan’da iktidarıyla, ana muhalefetiyle yaşanan suskunluğa dikkat çekmiş, bir yandan da Dersim Katliamı ve Tek Parti döneminde dindarların yaşadığı baskı ile ilgili hükümetin ‘açığa çıkarma - yüzleşme’ çalışmalarına değinmiş ve yazıyı şöyle bitirmiştim: “Ermeniler şu gün kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu soruya da haftaya yanıt arayalım.” Elimizde, öncelikle, CHP’nin tek parti hâkimiyetini sürdürdüğü 1923-1946 döneminde toplumun nerdeyse tüm kesimlerinin devletin ‘tunç’ eli altında olduğu gerçeği var. Bu elin başta dindar kesimi kapsadığını biliyoruz. Bu şaşırtıcı değil, çünkü Kemalist rejim kendine en büyük rakip olarak dindar muhafazakârlığı görüyordu. İki kısa ömürlü çok parti girişiminin de (Terakkiperver Fırka, Serbest Cumhuriyet Fırkası) aynı kanaldan gelmesi ve toplumun aynı dinamiklerinde karşılık bulması, daha sonra Demokrat Parti’nin kuruluşuyla bu karşıtlığın kemikleşmesi, bu açıdan anlamlıdır. Fakat bu tunç el, aynı hassasiyeti Kürtlere de göstermiş, isyanlar sert biçimde bastırılmıştır. Yine bu el, gerekli gördüğü durumlarda azınlıkların da üzerinde olmuş, bilhassa Varlık Vergisi ile bu uygulama tepe noktasını görmüştür. Bir de, ta Osmanlı zamanından beri devleti meşgul eden Dersim meselesi vardır. Burada da, o zamanki CHP yönetiminin çok sert bir müdahalede bulunduğunu biliyoruz. Kemalist rejimin en büyük rakip olarak gördüğü ve TSK eliyle bugüne kadar sürekli bastırılan dindar muhafazakârlık, kazandığı net zaferin verdiği güvenle tarihsel anlamda da Kemalist rejimle hesaplaşmak istiyor. Bunun için en elverişli iki alan olarak dindarların gördüğü baskı ile Dersim Katliamı’nı seçmiş durumda. Dindarların gördüğü baskıyı mesele etmesinde bir acaiplik yok desek bile, iki konu başlığının, mevcut CHP’yi daha da zayıflatmak amacıyla seçildiği açık. CHP’nin mevcut durumda laik-elit bir tabana dayandığını ancak toplumda dinin siyasi alanda kullanılmasından rahatsız olan bir kesimden de oy aldığını gören AKP, muhtemelen bu kanalı da koparmak istiyor. Beri yandan, Aleviler ile CHP arasında kurulan geleneksel köprüyü de yıkarak, CHP’yi daha da geriletmeyi amaçlıyor AKP. Bu görüşün sağlamasını yapmak için Kemalist rejimin ezdiği diğer iki topluluğa bakılmalı: Kürtler ve azınlıklar. İlk bakışta Kürtler meselesinde durum biraz karışıyor gibi görünüyor. Öyle ya, Kürtler de kalabalık. Dolayısıyla Tek Parti tarihiyle yapılacak bir yüzleşme Kürt oylarını AKP’ye getirmez mi? Bu örnekte durum pek öyle değil. Çünkü siyasal Kürt hareketi hâlâ aktif, otoriteden/müesses nizamdan hak talep ediyor ve AKP’nin otoritesini zorlayan yegâne siyasi akım. Emin olun, Aleviler de siyasal Kürt hareketi gibi aktif bir hareket oluşturmuş olsaydı, Dersim yüzleşmesi filan görmezdik. Hatta büyük ihtimalle şimdi nasıl Kürtlerin ne Zerdüştlüğü, ne domuz yemesi kaldıysa, muhtemelen Aleviler için de malum hikâyeler, en yetkili ağızlardan pervasızca sarfediliyor olurdu. Otoriteler, kendilerine meydan okuyan hareketleri sevmez. Gelelim Ermeni meselesine. Burada durum daha da katmanlı bir hal alıyor. Çünkü ‘inkâr’ sadece AKP’nin değil, CHP, MHP ve TSK’nın da paylaştığı bir tutum. Bunu sadece ‘soykırımcı olarak tanınmama’ gibi halisane bir niyete mi bağlamalıyız? Pek öyle değil. Durum biraz Kürtler örneğini andırıyor. Zira yurtdışındaki ve Ermenistan’daki Ermeniler Türkiye’nin otoritesini tanımıyor ve onyıllardır yoğun bir faaliyet yürütüyor. İşin doğrusu, iktidarda kim olursa olsun, Türkiye’deki bir hükümetin bu konudaki muhatabı Türkiyeli Ermeniler değil, Yerevan ve yurtdışı Ermenileridir. Tabii, ‘muhatap’ kelimesiniderken herhangi bir temasa atfen değil, “Ne dediği izlenen, not edilen, gerektiğinde temasa geçilen” anlamında kulanıyoruz. Bu iki merkezin hak talebi ve Türkiye’nin ‘üstünlüğü’nü tanımaması, meydan okuması, AKP dahil tüm TC hükümetleri için, her zaman ‘kabul edilemez’ olmuştur. Bu kabul edilemezlik, çok büyük oranda, otoritenin ‘millet-i hâkime’ takıntısından ve kibrinden kaynaklanıyor. Peki nereye varıyoruz? 1915 ile ilgili bu inkâr politikasının tek sebebi bu mudur? Karşı tarafın Türkiye’nin otoritesini/hâkimiyetini kabul etmemesi mi? Sadece bu değil elbette. Çok katmanlı bir mesele demiştik. Diğer boyutu, ulus-devlet formülünde vücut bulan ‘homojen toplum’ talebi. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı, modernleşmeci akımların, ideal toplum olarak ulusdevleti seçmelerine tanık olmuştu. Bunda, iktisadi olarak daha kolay yönetilebilir bir toplum kadar, kitleleri –savaş gibi konularda– seferber edebilme açısından da tek dil ve tek dinin kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunun görülmesi tayin edici olmuştu. Fakat mesele şu ki, modernleşmeci kamp içinde sayılabilecek İttihat Terakki, Kemalist rejim ve CHP’nin yanı sıra dindar muhafazakâr kamp da başka bir açıdan bu ulus-devlet formülünü sevmiş, beğenmişti. Yer darlığından, ancak kabaca değinebileceğiz: Dindar muhafazakârlık, söylemindeki yumuşaklığa rağmen, İslam dışı cemaatlerin iktidara ortak olacak veya kamusal alandaki yekpareliği bozacak kadar kalabalık/etkili olmasını istemez. Bu cemaatlerin sınırlı/sembolik düzeyde kalmaları ve onlara sahip çıkma adı altında kendi hâkimiyetlerini/ otoritelerini meşrulaştırmaları, en ideal durumdur. Yeri gelmişken; bu sadece İslam dışı cemaatler için değil, dindar muhafazakârlığın otoritesini tehdit eden her akım-cemaaat için geçerlidir. Azaltmak/etkisizleştirmek, sonra da “Sizin hakkınızın da koruyucusu biziz” söylemiyle kendi otoritesini söylem düzeyinde bir kez daha inşa etmek, dindar muhafazakârlığın alametifarikalarından biridir. Dolayısıyla, modernleşmeci ulus-devlet, işin operasyonel kısmını çoğu zaman gaddarca icra ederken, dindar muhafazakârlık, bu operasyona cepheden karşı çıkmamakta, yüzleşmemekte, bireysel düzeyde bu işin bu kadar gaddarca yapılmasına belki muhalefet etmekte ama bir siyasi akım olarak nihai hedeften açıkça şikâyetçi olmamaktadır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Gün olarak 23 Nisan ile 24 Nisan arasında bizim için bir fark yok. 24 Nisan’a bu kadar önem atfetmeniz doğru değil. Yarın da 25 Nisan, kutlu olsun” sözlerini biraz da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Kaynak: http://www.agos.com.tr/makale/busuktun-bir-anlami-olmali-2-173 kızılbaş - sayfa 26 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ilhami sertkaya ZAZACA DERS 3 DERS -7GEÇMİŞ ZAMAN FİİL ÇEKİMLERİ İLE İLGİLİ-DERHEQÉ DEMÉ VİYARTİ RA, ANTENA KARAN DİLİ GEÇMİŞ ZAMAN -DEMO VİYARTİYO DİYAR (Bu zaman fiil çekimi ile ilgili, kısa örnekler, birinci periyodun 10. dersinde vermiştik, biraz daha genişletelimAntena karê nê demî ra, ma perîyodê verênî de, dersa 10. de kilmek numune dayîbî. Tayêna hîra bikime) A-(Eril nesnelerde olumlu hal-Çiyanê nêriyan de halo pozitif) Mi werd-Ben yedim To werd-Sen yedin Aye werd-O yedi Éy werd- O yedi Ma werd- Biz yedik Şima werd-Siz yediniz Înan werd-Onlar yediler B-(Dişil nesnelerde olumlu hal-Çiyanê makiyan de, halê pozitifi) Mi werde- Ben yedim To werde-Sen yedin Éy werde-O yedi Aye werde- O yedi Ma werde- Biz yedik Şima werde- Siz yediniz Înan werde- Onlar yediler C-(Eril nesnelerde olumsuz halÇiyanê neriyan de, halo negatif) Mi nêwerd- Ben yemedim To nêwerd- Sen yemedin Aye nêwerd- O yemedi Éy nêwerd- O yemedi Ma nêwerd- Biz yemedik Şima nêwerd- Siz yemediniz Înan nêwerd- Onlar yemediler D-(Dişil nesnelerde olumsuz halÇiyanê makiyan de, halo negatif) Mi nêwerde- Ben yemedim To nêwerde-Sen yemedin Aye nêwerde- O yemedi Éy nêwerde- O yemedi Ma nêwerde- Biz yemedik Şima nêwerde- Siz yemediniz Înan nêwerde- Onlar yemediler E- (Çogul hallerde- Halê zaf humaran de) (Bu zaman formunda, eril-dişil fark etmiyor, fiilin arkasına ‘î’ soneki gelerek bütünleniyor-Formê nê deman de, nerî u makî ferq nêkeno, kar, pê xo de herfa ‘î’ gêno) -Olumlu hallerde Örnek- Halê zaf humaran de NumuneMi werdî- Ben yedim To werdî- Sen yedin Mi sayî werdî-Ben elmaları yedim To goştî werdî- Sen etleri yedin Aye birincî werdî- O pirinçleri yedi Éy xîyarî werdî- O salatalıkları yedi Ma werî werdi- Biz yiyecekleri yedik Şima nonî werdî- Siz ekmekleri yediniz Înan hemgênî werdî- Onlar balları yedi F- (Olumsuz hallerde örnek- Halo negatîfan de numune) Mi sayî nêwerdî-ben elmaalrı yemedim To goştî nêwerdî-Sen etleri yemedin Aye birincî nêwerdî-O pirinçleri yemedi Éy xîyarî nêwerdî-O salatalıkları yemedi Ma werî nêwerdî-Biz yiyecekleri yemedik Şima nonî nêwerdî- Siz ekmekleri yemediniz Înan hemgenî nêwerdî- Onlar ballları yemediler DERS -8MİSLİ GEÇMİŞ ZAMAN- DEMO VİYARTEYO NEDİYAR A-(Nesne eril olursa, fiilin sonuna ‘o’ gelir- Çî ke neîr bi bo, kar, herfa ‘o’yî gêno pê xo) 1- Olumlu hal-örnek- Halo pozîtîf -numune Mi non werdo- Ben ekmek yemişim To non werdo-Sen ekmek yemişsin Éy non werdo – O ekmek yemiş Aye non werdo- O ekmek yemiş Ma non werdo- Biz ekmek yemişiz Şima non werdo- Siz ekmek yemişsiniz Înan non werdo- Onlar ekmek yemişler 2- Olumsuz hal- örnek- Halo negatîfnumune Mi non nêwerdo- Ben ekmek yememişim To non nêwerdo- Sen ekmek yememişsin Éy non nêwerdo – O ekmek yememiş Aye non nêwerdo- o ekmek yememiş Ma non nêwerdo- Biz ekmek yememişiz Şima non nêwerdo- Siz ekmek yememişsiniz Înan non nêwerdo- Onlar ekmek yememişler B- (Nesne dişil olursa, fiil sonuna ‘a’ harfi alır- Çî ke makî bo, kar, herfa ‘a’ gêno pê xo) 1-Olumlu hal-örnek- halo pozîtîfnumune Mi awe şimita- Ben su içmişim To saye werda- Sen elma yemişsin Éy qeleme şikita- O kalemi kırmış Aye dare birna- O agacı kesmiş Ma bize rota- biz keçiyi satmışız Şima mîye herêna- Siz koyunu satın almışsınız Înan perda şuta- Onlar perdeyi yıkamışlar 2- Olumsuz hal-örnek- halo negatifnumune Mi awe nêşimita- Ben su içmemişim To saye nêwerda- Sen elma yememişsin Éy qeleme nêşikita- o kalemi kırmamış Aye dare nêbirna- O ağaçı kesmemiş Ma bize nêrota- Biz keçiyi satmamışız Şima mîye nêherêna- Siz koyunu satıl almamışsınız Înan perda nêşuta- Onlar perdeyi yıkamışlar C-(nesne çoğul olursa, fiil arkasına ‘ê’ harfi alır- Çî ke zahhumar bo, kar, kızılbaş - sayfa 27 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 herfa ‘ê’ yî gêno pê xo.) 1-Olumlu hal-örnek- Halo pozîtîf- numune Mı awî şimitê- ben suları içmişim To sayî werdê- Sen elmalari yemişsin Éy qelemî şikitê- O kalemleri kırmış Aye darî birnê- O ağaçları kesmiş Ma bizî rotê- Biz keçileri satmışız Şima mîyî herênê- Siz koyunları satın almışsınız Înan perdî şutê- Onlar perdeleri yıkamışlar 2-Olumsuz hal- örnek- halo negatîfnumune Mi awî nêşimitê- Ben suları içmemişim To sayî nêwerdê- Sen elmaları yememişsin Éy qelemî nêşikitê- O kalemleri kırmamış Aye darî nêbirnê- O ağaçları kesmemiş Ma bizî nêrotê- Biz keçiler satmamışız Şima mîyî nêherênê- Siz koyunları satın almamışsınız Înan perdî nêşutê- Onlar perdeleri yıkamamışlar DERS -9MİSLİ GEÇMİŞ ZAMAN HİKAYESİ- DEMO VÎYARTEWO NEDÎYARO VERÉN A-olumlu hal- halo pozîtîf Mi werdîbî- Ben yemiştim To werdîbî-Sen yemiştin Éy werdîbî- O yemişti Aye werdîbî- O yemişti Ma werdîbî-Biz yemiştik Şima werdibi- Siz yemiştiniz Înan werdîbî- Onlar yemiştiler B-olumsuz hal- halo negtîf Mi nêwerdîbî- ben yememiştim To nêwerdîbî- Sen yememiştin Éy nêwerdîbî-O yememişti Aye nêwerdîbî-O yememişti Ma nêwerdîbî- Biz yememiştik Şima nêwerdîbî- Siz yememiştiniz Înan nêwerdîbî- Onlar yememiştiler C Bazı örnekler- Tayê numuneyî a-Şima par genim çînitîbî-Siz geçen sene buğday biçmiştiniz b-Ma pêrar kitabê to wendîbî-Biz evelki yıl senin kitabını okumuştuk c-Şeş serrî naye ra ver, birayê mi zewecîyabî- Bundan altı yıl evel kardeşim evlenmişti d-Mi nameyê to heşênabî-Ben senin ismini duymuştum e- Hesen ke ame, to non werdbî- Hasan geldiğinde sen ekmek yemişti DERS -10SANAL GEÇMİŞ ZAMAN(DA)/ GELECEK ZAMAN HİKAYESİ-DEMO VÎYARTÎ (DE) NÎYETÉ DEMÉ AMEYOXÎ A-Olumlu hal- Halo poîztîf Mi yo biwerdêne- Ben yiyecektim To yo biwerdêne- Sen yiyecektin A yo biwerdêne- O yiyecekti O yo biwerdêne- O yiyecekti Ma yo biwerdêne- Biz yiyecektik Şima yo biwerdêne- Siz yiyecektiniz Înan o biwerdêne- Onlar yiyeceklerdi B-Olumsuz hal-Halo negatîf Mi yo nêwerdêne- Ben yemiyecektim To yo nêwerdêne- Sen yemiyecektin A yo nêwerdêne- O yemeyecekti O yo nêwerdêne- O yemeyecekti Ma yo nêwerdêne- Biz yemeyecektik Şima yo nêwerdêne- Siz yemeyecektiniz Înan o nêwerdêne- Onlar yemeyeceklerdi C-Bazı örnekler- Tayê numuneyi a-Mi yo to ra qes bikerdêne, to yo nêşîyêne- Ben sana konuşacaktım, sen gitmeyecektin b-Ma ke nêweşî nêresnêne neweşxane, nêweş merdêne- Biz hastayı hastahaneye ulaştırmasaydık(kavuşturmasayd ık) hasta ölecekti c- To yo bivinetêne, çi ke ezo bîyamêne- Sen duracaktın, çünkü ben gelecektim d-Şima yo nêwendêne, ma yo pîya biwedêne- Siz okumayacaktınız, biz birlikte okuyacaktık DERS -11ŞİMDİKİ ZAMAN HİKAYESİDEMO VİYARTEWO NIKAYİN (Bu zaman çekiminde, nesnenin eril, dişil, çoğul olması, fiil çekiminde bir değişiklik getirmiyor- Antena nê demî de, çîyê nerî, makî, zaf humar, seba antena karî, ferq nêkeno) A-olumlu hal- halo pozîtîf Mi werdêne- Ben yiyiyordum To werdêne- Sen yiyiyordun Éy werdêne- O yiyiyordu Aye werdêne- O yiyiyordu Ma werdêne- Biz yiyiyorduk Şima werdêne- Siz yiyiyordunuz Înan werdêne- Onlar yiyiyorlardı B-Olumsuz hal- halo negatîf Mi nêwerdêne- Ben yemiyordum To nêwerdêne- Sen yemiyordun Éy nêwerdêne- O yemiyordu Aye nêwerdêne- O yemiyordu Ma nêwerdêne- Biz yemiyorduk Şima nêwerdêne- Siz yemiyordunuz Înan nêwerdêne- Onlar yemiyorlardı C-Bazı örnekler- tayê numuneyî a-Waxtê hardlercî, mi non werdêneDeprem zamanı ben ekmek yiyiyordum b-Vengê to ra, ez tersêne- Senin sesinden ben korkuyordum c-Şima no sodir, genim çînitêne-Siz bu sabah buğday biçiyordunuz d-Înan emşo şîyêne- Onlar bu akşam gidiyorlardı e-Şima werdêne, ma vêşan mendêneSiz yiyiyordunuz, biz aç kalıyorduk (devamı gelecek sayıda) kızılbaş - sayfa 28 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DOMONENİYA MADE ODETU TORE KIRMANCİYE Qısıme : Dıdine Nusdayise qısıme wereni de, gaxan u roze Xızıri sero wınetune mı nusna ardra zon. Nıqa qi hotemal u pire sero wındine, bınusnine. Hotemal çıko, pire çıqa, çıra hotemal wato, çıra roze pire watene. Tırqi, hotemalra cemre wane.Kırmanci’ya Dersimi de qi hotemal wajiyene. Çutır qe na waxto peyende, dersim qaniya made taye odetu tore xo, xo vira kerde cıra kevte duri, nıqa na bero peyeni qi, na odetu torura, qe xewera xo çona, çıra qe nezonene. Mıleto kırmanc endi leto jede sukune gırsude weşiya xo rameno. Nayera gore domone peyeni sukude biye, sukude biye pili, na odetune niyanenura be xeweriye, maa xora, piye xora, qalıqe xora, na odetura gore çiye nehesnoqe bızone. Mıleto kırmanc na odetu qe niyanora xo wiri. Hata na waxto peyen qe dewe Dersimi pıri wi ne odetu toreyi ardenera xo wiri, qesey kerdene, pilu qıji perüne zonene. Ze wereni na odetu torey hen berdene. Kırmanciye de watene asma marte asma cituna. (yani geçişler ayi) Marte asma usariya werena. Hata qe marte newejiyene keşi newatene qe usar amo. Watene asma marte ze ceniya wiyawa, (Mart ayi dul kadın gibidir.) ge huyina, ge berwena. Pençerera niyadana, dıme huyu zengenu wesnena. Ora gore mılete mawo weren qe guwane asma marte newiyene. Niya dene qe, roz wejino beno tiji, beno germ, reyna tı niyadana qe hewr amera wore wore, bi puqu tafan bi ze zımıstoni. Nayera gore mılete wereni tıdareqe xo, tıdareqe malu gaye xo, qanu qıt pe idare kerdene. Hotemal çıqo, çıra hotemal wajiyo.Zımıstan qe pıra pıra wejiya, endi usar nejdi bi, desu new yaqi wiste guzede hewaye zımıstaniyo serdın, tene pıra pıra, senıq beno germ, beno nerm, sıqino. Na rozura hotemalo weren watene. Ora dıme, wistu ses ya qi, wistuhowte guzede qi, germiye gınena hewaro, hewa tene beno germ. Na rozura qi watene hotemalo gız. Heştera dımeqi, SAİT BAKŞİ yane ses yaqi howte martede qi germiye gınena waro kuna hard, harde heqi beno germ.Na rozura qi hotemalo pil watene. Na rozude newede can yeno hard. Seru bıne hardi deqe çıke esto, çıqe newede tepiya royeno,her çi koqa xo sero yeno werte. Çesıt, çesıt gulu sosın, çiçeg beno tera, bıru daru bere heqi ye rozude pero sezde hardi beno (secdeye geir) hard kele keno, heqire sıqır keno qe, tepiya canu ru kewt hard, maqi newede tepiya can ru di. A roze niyaz potene ciranura kerdene vıla. (lokma dağıtma) Mılet şiyene diyare mezalu, sero duway kerdene. Merde xo ardenera xo wiri. Koqıme dewe şiyene derude uwa serdınera uwe kerdene xoro, xo sutene watene qewete yena cane isani. Na rozura hem hotemalo pil watene, hemı qi qere çarseme marte watene. Hotemalo pilqe wejiya,hire roji martera mendene, nafaqi watene endi roze pire. Pire hire roji martera, hire roj qi nisanera cena. Yane pire ses rojiya. Çıra pire watene,koqımune maye werenu pirera gore niya qesey kerdene. Watene: Waxtede koqıme biya,name xo pire wiya. Yane ceniqa de kokıme wiya, na ceniqa kokıme ses bızeqe xo biye. Sera jüye zımıstan zaf çetın amo. Pire bızeqe xo bedre bonde kerde bıne sepete, uza qayit kerdo kerde weyiye. Pıra pıra zımıstan wejino kune marte. Asma marteqi wejina, hire roji manene qe endi nisane kuyene, Pıra pıra wore qi sona beno şiya, beno belek wore, hard wejino. Tabi pire zaf sa bena, alefe bızequ qi qediyo. Wana endi bızeqe mı xeleşayi. Ewe o esqra pasqul dana sepetero o bınde gırkena erzena. Wana endi marte wejiya usaro. Tenganiye qedina,bızeqi qi xeleşine. Hama marte pire xapnena. Yane xapina. Çıra qe martera hona hire roji este tam newejiya. Ye hire roji wore worena, beno puqu tafan wore tepiya hard qapan kena. Alefe bızequ qi qediyo, wesaniyera hire bızeqe pire mırene. Hire teni manene, kune nisane ye hire bızeqe qe mende yeqi nisanede mırene. Coqa hire roji peye marte ,hire roji qi sere nisanera gore pire wane. Pire qe vejiye wertaliğ endi beno rehet, beno hirayiye, wore sona beno şiya, hard bıne worera wejino.Hegayi wejine, malu ga endi sono tewer, çereno. Endi waxte hegau ramıteno.Des desu ponce nisanede endi cıte kerdene hegay ramıtene. Eqe cıte kerdene, niyaz kerdene wıla,g ayqe hona neramıte, duway kerdene. Watene yarebi, bereket bıde, çı dana xere xo bıde, rısqe ma kemi meke., hemege ma uwede mewe. Niyaz qe ardene hegade kerdene hurdi kerdene wıla, cıra tene qi dene gawune cıte. Hegay qe amene waxte çinıtene, çinıtene, ardene conde çarnene, kerdene sımer. Ya way dene yaqi makine conira makine kerdene cewer wetene, sımer peyde şiyene hewı qi werde amene. Tixa hewi mor kerdene, teneqera pemıtene kerdene çuwalu, berdene ya kerdene anbaru yaqi kerdene petagu. Paizi berdene areyede rerdenera ardene, çede tepiye kerdene anbar, yaqi kerdene petage. Tıdareqe zımıstanira gore, niyadene qe çıqe kemiyo yaqi lazımo, şiyene Xarpet yaqi Erzınganra herinene ardene, tıdareqe xuye zımıstani niya kerdene tamam. Bonc ses asmi welate ma bıne worede mendene hata qe tepiya usar ame. Nusdayise xuyo binde tepiya, odetu tore kırmanciye seroberdewam kenu. mılete mare mılete dinare bırayiye, rındiye, haştiyeweşiye wazenu. Hata qe reyna bime piya, ameyme peser, bımane weşiyede. Ax kırmanciye ax kırmanciye Tı koti menda çıra niya biye Rınde qe wiye biye wini şiye Nemende rındiye,nemende isaniye. kızılbaş - sayfa 29 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dengê Amed Mehdi Tanrıkulu ZINDAN Tarahî û mirin, ronahî û jiyan… Dijminê tarahiyê ronahî ye. Çavkaniya ronahiyê bi xwe, Roj bi xwe ye. Hetanî Roj hilneyê jiyan dîlgirtî ye. Her wiha; ronahî, Roj, jiyan û azadî di destpêka serdema nûjenbûna civakê de, wate û hunerên diyarde di nava xwe de dihewînin. Lewre; di nava zilûmata tarî de, dîtina hilatina Rojê, evîna jiyana pîroz bi xwe nîn e? Dema zilûmata reş bi ser cîhanê de digire û kêmefamên wê demê hatina ronahiyê nabînin, qidûmê jiyanê di wan de dişkê. Jiyana bi jan a reşetarahiyê dihebînin; dibin leşkerên zilûmatê ango, ew dibin şebşebokên reşetarahiyan, hestîkojên laşxuran!.. Ew dibin qirêja ser laşê baweriyên pîroz. Ew tucar nebûne bawrî, bi ava pîroz nehatine şûştin. Dema bêhna ronahiyê difûre, ew pêla çîzeçîza derewan bilind dikin. Ew bi derewan dijîn hetanî ku bijîn. Ew derew in, derew desthilatdariya wan e, desthilatdarî dewleta wan. Derew; karê di nav gemara tarahiyê de israr dikin e. Kare kesên dixwazin pêşî li ronahiyê bigirin e. Roj bi derewan nayê veşartin, Lewre derew karê dewletan e, dewlet encama derewan. Li tu tixûbên pîvanên mirovahiyê nasekinin derewkar. Çavên wan sor dibin ku leqayî zelaliyan dibin. Di rastiya xwe de ji ronahiyê, ji rastiyê direvin. Di şûna ku ber bi ronahiyê ve bimeşin, xwe bi pîroziya ronahiyê bişon, hevdû ji hevdû re dikin mertal da ku hinekî din jî di nava tarahiyê de biçikin, xwe ji pîroziya ronahiyê dûr bihesibînin, dûr dikin. Xwe di ber hev re dikin wekî rawiran da ku çavên wan û Rojê rû bir û nebin. Lewre nikarin li rûçikek ronî binihêrin. Lê Roja pîroz, di merhaleya xwe de her hiltê û tava ronahiya li hemû mirovahiyê difûrîne, belav dike bi dayîkane. Ên ku tîrêjên ronahiyê li wan dikevin, bi pîroziya ronahiyê tên şûştin. Ronahî, wan hemêz dike û ew ronahiyê hemêz dikin êdî. Evînek nuh diafire. Lê yên ku hê jî di tarahiyê de ne û naxwazin jê derkevin, gemar in, bê serûçav êrîş dikin, ditirsin êdî. Xwe di gemariyê de digemirînin. Ew êrîşên mecalşikestî û bêhêvî wek tevgerek delodînî li hember hemû kesî, li hember rastiyan û li hember mafê jiyanê; li hember hemû baweriyên pîroz, li hember rastiya jiyanê, weke reşerawiran tavilê didomînin. Ew bi xwe dîlgirtiyê zilûmatê ne û naxwazin tu kes bigihê ronahiyê; pîroz bibe, azad bibe… Ew bi xwe ji jiyanê ditirsin êdî. Lewre, zindan jî têrî jiyana wan nake. Nizanin ku zindan zûde têkçûye!.. Zindan bûye sergoyê desthilatdariyê li vî welatî, desthilatdarî dibe sergo li vî welatî. Lêêê, me yê van rojan jî bidîta!.. Her tîrêj, parçeyek ji Rojê ne, ronahiyê difûrînini, azadiyê dizên. Dilgirtina wan ne pêkan e. Ma zincîr li tîrêjan dikeve? Na. Lewre ew, hemû reşetarahiyan diqelêşînin û jiyanê diafirînin, jiyanê difûrînin her deveran. Ma bê Rojê jiyan diafire!..? Bê ronahiyê demokrasî, wekhevî û azadî pêkan e, bê Rojê azadiya jiyanê pêkan e? Na!.. Zindan tarahî ye. Di deste desthilatdariyê de qeyda dîlgirtinê ye ku avêtiye stuyê civakê. Zindan, mêjiyê desthilatdariyê ye ku qirêjî bûye, kirêtiyê diafirîne, kirêtiyê difûrîne di nava zilûmatê de. Zindan, di destê desthilatdaran de, ji bo radestgirtinê, amûrê gefxurê civakê ye, çeka vînşikestinê ye. Bi taybetî di pêvajoya veguherîna civakan de, cihê ku îşkenceyên hovane lê têne kirin e zindan. Zindan, pargala desthilatdariyê bi xwe ye ku wek aşê zilmê civakê hêraye û dihêre... Di heman demê de, di dema guherîna cikan de zindan, dibe qada têkoşîna vînî ya herî dijwar. Lewre, vîna azad dîl nayê girtin qet tu demî!.. Di wir de vîna azadiyê, li hember desthilatdariya zilmê bi awayek rût û tazî, li hember êrîşên qelaş û hovane, têkoşînek rût û tazî diafirîne. Li hember hemû êrîşên hovane, serkeftinê bi dest dixîne. Jiyan Ew bi xwe ye, jiyan Ew e, jiyan Ew e!.. Serkeftina vînê, wek keda civakî, bi ronkayiya Rojê tê afîrandin, di tarahiya zindanê de. Ma ne zindan dewlet e dewlet jî zindan!.. Ne dewlet bê zindan dibe, ne zindan bê dewlet. Ahmet Guven LORÎ LORÎ Min axa welêt germ kir Bi dergûşê te lorî kir Hat bîra min qala dêûbavan kir Lorî lorî berxa’m lorî Xewe xweş li çaven reşnî Êvar dakete ser malan Tev li hev bû hesa se û çekan Xewneke xweş li ser çavan Lorî lorî berxa’m lorî Xewe xweş li çaven reşnî Dilê min çar parçe ye Her parçek mîna milkê xalkê ye Mirin mayîn ji boyê azadîyê Lorî lorî berxa’m lorî Xewa xweş li çavên mornî info@tev nyayinlar i.com h t t p : // t e v n y a y i n l a r i . c o m kızılbaş - sayfa 30 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ediyor. Bakın insanlara ne göreceksiniz; sürekli bir kuşku, güvensizlik, karamsarlık ve sonsuza kadar kapanmayacak karamsarlık duygusundan ve açılan yaralardan başka gördüğünüz bir şey var mı? İnsanın gülerken ağlaması bu sebepten! Cennet Bilek İnsanı nereye koyalım? Son zamanlarda kiminle sohbet etsem insandan, ilişkilerden şikâyetçi. Nereye koyacaklarını bilemiyorlar insanı; “Hayvan” “Vahşi” “Soysuz” vb sözcüklerle pekiştirmeye çalışıyorlar insanın insani duygularından uzaklaşmasını. Son otuz yıldır dehşetli savaşlara ve çatışmalara sahne olan coğrafyamız, en az insan kadar tahrip edildi. İnsanın insan olma değerlerini yitirmesine sebep oluyor savaşlar. İnsanlar, tıpkı savaş aletlerine dönüşüyor, mekanikleşiyor. Öldürme ve şiddetle yoğrulan ruh, etten, kandan sıyrılıp sadece kemiğe dönüşüyor. Oysa kemik deyip geçmemek lazım, kemiğin, taşın bile ruhu var. Ben insanı nereye koyacağımı bilemiyorum. Savaş ortamında yaşamak nasıl bir duygu; Üzerinizde sürekli savaş uçaklarının uçuşunu seyretmek ve o uçakların evlerinizi başınıza yıkacağını, dağlarınızı tahrip edeceğini, kızlarınızı, oğullarınızı öldürmeye gittiğini bilme düşüncesi bile şiddete yönlendirebilir sizi. Evimizin önünde, otobüs durağında ne malum bir bombaya hedef olmayacağımız! Ya da bir gece yarısı ansızın yatağımızdan alıp götürülmeyeceğimiz! Tecavüze maruz kalmayacağımız ne malum? Yurtsuzluğa mahkûm edilmeyeceğimiz ne malum? Savaşlar, sevgi yerine şiddet duygularını harekete geçirmeye devam Doğa tahribi ve insanlar üzerindeki tahrip dehşet verici. Ülkelerin kimyasal silah yarışı, yüz yıllık insan yerleşkelerinin savaşlar yüzünden, doğa afetleri yüzünden boşaltılması uykularımızı kaçırıyor. Bu insanın insana verdiği korkunç bir cezadan başka nedir? Sözün ateş olduğuna inanıyorum. Bu sebeple konuşurken karşımdakini incitmemek uğruna sözlerimi tasarruflu kullanmaya gayret ederim. Sevgi sözcüklerimi kullanırken ise tasarruf etmek aklıma gelmez. Yazmak için masaya oturduğumda ise hep korkarım. Ya yazdıklarımı herkes okursa endişesi kaplar ruhumu. Sevgisizlik ve nefret üzerine yazmaktansa tam tersini yazmaya çalışırım. Çünkü çevremiz zaten nefret ve sevgisizlikle yeterince kuşatıldı diye düşünüyorum. Bu nefret ve sevgisizlik zırhını aralamak okurlarımı gülümsetmek, heyecanlandırmak bana keyif veriyor. Kendimi her zaman Gandhi ruhuna yakın buldum. Tıpkı İsa gibi sağ yanağıma vurduklarında sol yanağımı gösterdim. Duygusallıkla suçlandım, eleştiriler aldım. Bundan asla zarar görmedim. Yaşadığım onca trajediye rağmen şanslıydım. Çalıştığım işyerimde, sendikada, partide, yazın dünyasında karşıma her zaman güzel yürekli insanlar çıktı. Acıyı sevinci beraber yaşadık. Belki de bu sebepledir ki acılar karşısında ayakta kalmayı başardım. Başardık. İnsan hep mi böyle acımasızdı? Sorusunu sıkça soruyorum kendime. Öylesine basit, havadan sudan sebeplerle kırılıp dökülüyoruz ki aklım almıyor. Bir dernek seçiminde yaşadığımız yenilgiyi, partide, sendikada yaşadığımız “makam” kapma kavgalarını her zaman anlamsız buldum. İnsanların diline kimliğine, mezhebine yabancılaştırılmasını, yasaklanmasını sırf düşüncesi yüzünden zindanlara doldurulmasını bir türlü aklım almadı! Hiç ama hiç insanca değildi bunlar? Savaş kışkırtıcılığı hümanist bilinci yok etti, etmeye devam ediyor. Belki de asıl savaş bundan sonra. Avrupa birliği yalanları, Orta Doğu da yeniden düzenlemeler, yalancı baharlar boşuna yaşanmıyor. Kan ve barut kokusu insan kokusunu yok ederken tüm canlıları ölüme mahkûm ediyor. Ölmeyenler ise “ölmekten beter” travmalarla başa çıkmaya çalışıyor. İnsan insan olalı hiç bu kadar değer kaybına uğramamıştır. Düşünün ki ilkokul çocukları içtikleri süt yüzünden zehirleniyor ve şöyle açıklama yapıyorlar; “Devlet bizi zehirlemek istiyor.” İlkokul çağındaki çocuğun gözündeki devlet profili bu ne yazık ki! Çünkü onlar, mayına basıp ölen, terörist diye zindanlara hapsedilen çocukların da olduğunu biliyorlar. Önüne gelen birbirine saldırıyor. Bu şiddet, saldırılar, sevgisizlik sebepsiz değil elbette. İnsanın özünden sevgiyi yok edip şiddeti ekersen olacağı budur elbette. Şimdi bu yazıyı okuyanların gülümsemelerini görebiliyorum. “Vahşi kapitalizm saldırırken, emperyalist kuşatmalar ayyuka çıkmışken yani iş mi bu şimdi?” “Savaş tacirleri en acımasız silahlarını mazlum halkların üzerinde denerken, sizin ki de laf mı?” Bunların gerçekliğinden zerre kadar kuşkum yok. Hatta savaş karşıtı olmak bile vatan hainliğiyle eş değer görülürken ben sadece insan kalmaya çalışıyorum. Oysa dünya geniş ve güzel, herkese yeter düşüncesini yaygınlaştırmamız gerektiğine inanıyorum. kızılbaş - sayfa 31 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ali Ülger Ali Ülger Bergheimerstr.51 Bergheimerstr.51 47228 Duisburg 47228 Duisburg Tel: 0177 502 88 53 Tel: 0177 502 88 53 LEPSIUSHAUS POTSDAM e.V. LEPSIUSHAUS POTSDAM e.V. Große Weinmeisterstr. 45 Große Weinmeisterstr. 45 14469 Potsdam 14469 Potsdam Duisburg, 30.03.2012 Duisburg, 30.03.2012 Lepsiushaus Postdam e.V.‘nin Yönetim Kurulu Üyelerine Değerli Yönetim Kurulu Üyeleri, „Aktion Sühnezeichen Friedensdienste e.V“ tarafından organize edilen bir etkinlik çerçevesinde yaklaşık 20 kişiden oluşan bir gurupla 26.10.2011 tarihinde „Leipsiushaus“ u ziyaret ettik. Sayin Dr. Rolf Hosfeld bizi karşılayıp ziyaretimiz süresince bize rehberlik etti ve bilgilerini tarafsız bir şekilde bize aktardı. Ermeni Soykırımının sorumluları nesnel olarak ortaya konuldu. Bununla birlikte sayın Hosfeld, sayın Soghomon Tehliryan hakkındaki konusması sırasında onu „katil“ olarak nitelendirdi. Şahsi kanaatime göre nesnel olmayan bu nitelendirmeye karşı cıkıp, itirazda bulundum. Buna karşın sayın Hosfeld sonraki konuşmalarında iki kez arka arkaya sayın Tehliryan’ın „katil“ oldugu şeklindeki ifadesini özellikle vurgulayarak tekrarladı. Bilindiği üzere, sayın Tehliryan soykırım esnasında tüm aile fertlerinin katledilmesine tanik olmak zorunda kalmıştır. Bir insanlık suçunun mağduru olan bir kişiyi, bu sucun faili konumundaki kişiye karsi yaptığı eylemden dolayı „katil“ olarak adlandırmak yakışık alan bir tutum değildir. Yönetim Kurlunuzun sayın Hosfeld’in, sayın Tehliryan hakkındaki nitelendirmeye katılıp katılmadıgını şahsıma bildirmenizi saygilarimla rica ediyorum. Ali Ülger… An die Vorstandsmitglieder des Vereins Lepsiushaus Potsdam e.V. Sehr geehrte Vorstandsmitglieder, im Rahmen einer von „Aktion Sühnezeichen Friedensdienste e. V.“ organisierten Tagung haben wir mit einer Gruppe von ca 20 Personen am 26.10.2011 das LepsiusHaus besucht. Herr Dr. Rolf Hosfeld hat uns dort empfangen, herumgeführt und sein Wissen ganz neutral und sachlich vermittelt. Die Verantwortlichen des Völkermords an den Armeniern wurden sehr sachlich dargestellt. Als jedoch dann Herr Dr. Rolf Hosfeld Herrn Soghomon Tehliryan sprach, bezeichnete er diesen wörtlich als "Mörder". Auf diese meines Erachtens nicht mehr neutrale bzw. sachliche Aussage von Herrn Dr. Rolf Hosfeld äußerte ich Widerspruch. Dennoch hat er anschließend noch zwei Mal hintereinander, die Aussage, dass Herr Soghomon Tehliryan ein "Mörder" gewesen sei, wiederholt und dies besonders betont. Wie wir nun wissen, musste Soghomon Tehliryan zusehen, wie während des Völkermords seine gesamte Familie vor seinen Augen massakriert wurde. Ihn, der Opfer eines Menschheitsverbrechens wurde, wegen seiner Tat als Mörder zu bezeichnen ist unangemessen. Ich würde von ihnen gerne erfahren, ob der Vereinsvorstand die Einschätzung Herrn Hosfelds teilt, wonach Soghomon Tehliryan ein Mörder war Mit freundlichen Grüßen Ali Ülger Soghomon Tehliryan Chefredakteur der Zeitschrift „Kızılbas„ kızılbaş - sayfa 32 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 tarihe tanık belgeler SAPIK İNANCA İLİŞKİN KİTAP OKUYANLARIN SÜRGÜNÜ YAZI: Zilhicce sene 983 (Mart 1576) Padişah 3. Murad dönemidir. KİMDEN: Padişah’tan KİME: Rum Beylerbeği’ne HÜKÜM KONU: Bazı kişilerde sapık inanca ilişkin kitaplar olduğu şikâyeti üzere Padişah bu kitaplar kimde bulunursa vakit geçirmeden o kişiyi kitaplarla birlikte İstanbul’a yollanmasını buyurmaktadır. BELGENİN MEÂLİ Çavuşlarından Kara Ya’kub’a virildi Rum Beylerbeği’ne HÜKÜMKİ, Radoviş (?) kadısı dergah–ı muallâma sûret–i sicill gönderüb kazâ–i mezbûrda (adı geçin ilçede)… tâyifesinden Karşı Fakih ve piri Fakih ve Pasin (?) kazâsında Hûb Mehmed nâm kimesnede Rafızi (Hazret–i Ebi Bekir ve Ömer’in halifeliğini kabul etmeyen) müteallik ba’z–ı kitablar olmağın ahvâlleri tahassus olındıkda Veli Fakih nâm Rafızi’nin Sivas ve Ortapâre kazâlarında kırk cild kitabı olub dört cildini alub mâ adâlarını mezbûr Hûb Mehmed’e emânetdir deyû istimâ olınub (işitilme, duyulma) teftiş olındıkda fi–l–vâki’ zikr olınan kitablar bir mikdarının emânet konılub emânete koyan Veli Fakih fevt olub (vefat edip) karındaşı oğlı Selim Fakih’e teslimitdim deyû cevab virdüğin bildürüb imdi zikr olınan kitablar merkum Selim Fakih’den taleb olınub bulanıb dergah–ı muallâma gönderilmesini emir idüb BUYURDUM Kİ, vardıkda bu hususı teftişidüb sâbit olduğı dört pare kitabı kimden alub mâ’ adâsı dahi kimdedir merkum (yukarıda adı geçen)Selim Fakih’de midir? teftiş idüb zikr olınan kitabları tahsîl dergah–ı muallâma gönderesin ammâ kitablar kimin elinde bulınursa kendülerin kayd u bend ile (yakalanıp) bile gönderesin bu babda kimseye himâyet iktizâsınca dakika fevt etmeyesiz. BELGE: BOA– Mühimme Defteri, cilt: 27, s. 399/656 kızılbaş - sayfa 33 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sakallı Nurettin Paşalar RAGIP ZARAKOLU Bir zamanlar ortalarda ben İzmir fatihiyim" diye dolanan bir zat vardı. Şimdi kimselerin hatırlamadığı. Herhalde gelip geçmiş en demokratik meclis olan 1. Meclis, onu görevden alacaktı. Koçgiri ve Pontus bölgesinde "asayişi sağlarken" yaptığı mezalim nedeniyle. Bu paşanın mezalimleri daha sonra da bitmedi. İzmir'e giren ordunun başında Sakallı Nurettin Paşa vardı. Bu paşanın bir merakı da linç örgütlemekti. İzmir'in güzel evlerine yerleştikten sonra, İzmir Rum toplumunun metropolitinin huzuruna getirilmesini buyurdu. Metropolit, Fransız bahriyesinden birkaç bahriyeli askerin sözde "koruması" altında huzura alındı. Zavallı metropolit Fransız devletinin konsolosluğuna sığınmıştı. Sakallı Nurettin Paşa metropolite hakaretler yağdırdıktan sonra, sözde Fransız koruması altında olan bu insanı, kapı önünde bekleyen bir güruha teslim ettirdi. Ve binanın önünde zavallı metropolit linç edildi. Sakallı Paşanın kısa bir süre sonraki bir başka linci ise ittihatçı kafayı sert eleştirileri ile bilinen gazeteci Ali Kemal'i İstanbul'dan kaçırtmasıdır. Yine aynı yöntemle bu kez İzmit'te konakladığı binada, önce Ali Kemal'e hakaretler yağdırdı, ona "Artin Kemal" diye hitap etti. Sonra bina önünde toparlanan güruha, Ali Kemal'i teslim ettirdi. İzmir Rum Metropoliti gibi, Ali Kemal'de feci bir biçimde linç edilerek katledildi. Ve cesedini ağaca ayağından astırdı. Bu bir anlamda trenle oraya gelen İsmet Paşa'ya da bir mesajdı. Sonuç olarak o zamanın "derin" kişileri, zaferden hisse istiyorlardı. Ve son düello da 1925 yılında yine İzmir'de oldu. M. Kemal'e ünlü suikast girişimi... Kadro içinde 1915 faciasının bazı tetikçileri de vardı. Arka planda ise kimi paşaların moral desteği... Olay ordu içinde de bir çeşit bölünmeye neden oldu. İsmet Paşa, bu nedenle paşaların sanık olmasını engelledi. Bunlar arasında bizim Sakallı Paşa da vardı. NUTUK'u biraz da bu paşalar arası hesaplaşma olarak okumak gerek. Sakallı da NUTUK'ta ağzının payını epey alır. Sonuçta "İzmir fatihi" olarak politik parsa toplamaya kalkan Sakallı Nurettin Paşa köşesine çekildi ve unutuldu. Ve asla yargılanmadı... Kemalizm'in parlak yazarlarından Falih Rıf kı Atay, "Çankaya" adlı kitabında İzmir yangınına da değinir ve "İzmir'i niçin yaktık" diye sorar. "Acaba gavur olmasından mı çekindik" diye devam eder. "Çankaya"nın içindeki bu değerlendirme son baskılarda sansür edildi. Herhalde resmi tarih ile çeliştiği için. M. Kemal'in İzmir'deki tavrı, "Yunan bayrağına basarak hakaret etmeyi reddetmesi, herhalde medya önünde bir jest değildi. Bu bir anlamda, öf keyle gelen bir asker kitlesine hakim olamamakla da açıklanabilir. Ama nasıl olduysa oldu, İzmir yandı ve sivil halk "denize döküldü" alevler arasında. İzmir yine "gâvur" olmaktan kurtulamadı. "Denize dökmek" metaforu siyaset literatürümüzde, "Birlikte kan döktük" söylemi gibi, terk edilmeyen bir yer kazandı. "Kurtarılan İzmir" 1925, 1930, 1946 seçimlerinde CHP'ye oy vermedi. Hep muhalefete oy verdi. Trakya ve Ege'nin CHP'ye kayması 1973 ve 1977 seçimlerinde Ecevit sayesinde sağlandı. O da reddi miras yaptığı "Atatürkçü" söylemi terk edip sola kaydığı için. İki genç ulus devlet, Yunanistan ve Türkiye sanki köle değiş tokuşu gibi yurttaşlarını mübadele etti. Anadolu'dan gidenler de Venizelos'a oy vermedi. Genellikle solu, komünistleri destekledi. Venizelos emperyalizmin oyununa gelip Anadolu Rumluğunun felaketine neden olduğu için. Gelenler de burada M. Kemal'e oy vermedi fırsat buldukça. Gelenler de gidenler de gittikleri yerde olduğu gibi, "muhacir" ve "mübadil" olarak dışlandı. Kültürleri ve dilleri farklı olduğu için. Dinleri bir olsa da... Zaman içinde karşılıklı gitmeler gelmeler başladı, empati oluştu. Buna sol kültürün desteği de oldu. 1980 faşist darbesinden sonra "gidenler" sıcak bir kucaklama ile sol "kaçkaç"çılara kapılarını açtı. İki devlet zaman zaman sözde savaş eşiğine gelse de sol gelenek Türk-Yu-nan yakınlaşmasını daha kolay kıldı. Sonuç olarak ne İstanbul'un ne de İzmir'in "fethi" son bulmuyor peş peşe gelen dalgalarla. İki kent de "gavur"luğunu koruyor. Anadolu'da yaşanan 1980 "sol tehcirinden", "Alevi tehcirinden" sonra da. Kaynak: Evrensel Gazetesi Birilerini anmak, onlarla tartışmak, yaptıklarını anmak ve kritik etmek ile mümkündür. Deniz, Yusuf, Hüseyin; Muhaliftiler, kararlıydılar, Samimi idiler. Ancak Resmi ideoojiyi kavramada yetersiz kaldılar. Kemalizm, faşizm ve sömürgecilikle hesaplaşmayi kavramsal olarak aşamadılar. Devletin halklar karşısındaki büyük projelerini çözemediler. Soykırımcı karekterini bilemediler. Bundan cesaret alan CHP gibi faşist partiler bugün onları kendine kalkan yapıp devrimcilerden oy avcılığına çıkmış.. Oysaki CHP’nin savunduğu devlet onları astı.. Bu net anlaşılmıyorsa, bunda onların da eksikliklerinin payı var. Kemalizmi Kavramada, Dr. Şivan, İbrahim Kaypakkaya ve İsmail Beşikçi kadar derinleşemediler. Devletin soykırımcı özelliğini çözemediler. Öğrenci hareketinin çevresinde kaldılar. Kürt ulusal Kurtuluş mücadelesinin dinemiklerini göremediler. Ahmet Önal kızılbaş - sayfa 34 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 '1915'te Ermeni çocuklar pazarda satıldı' Araştırmacı Yervant Baret Manok, 1915 Ermeni soykırımından sonra Mardin'de 4 bin Ermeni çocuğun pazarda satıldığını söyledi. Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu (AvEG-Kon)'nuna bağlı Göçmen İşçiler Kültür Derneği (GİK-DER), bu yıl Hrant Dink'e atfettiği "GİK-DER 4. Kültür Sanat Festivali" kapsamında 1915 Ermeni Soykırımı'na ilişkin panel düzenledi. Panele Hrant Dink Vakfı'ndan Özlem Dalkıran, Doğu dilleri ve Edebiyatları doktoru araştırmacı Yervant Baret Manok ve GİK-DER temsilcisi konuşmacı olarak katıldı. Özlem Dalkıran, Hrant Dink'in katledilmesinin vicdanı olan yüz binlerce kişiyi hareket geçirdiğini belirtti. Türkiye'de Ermeniler üzerindeki baskının devam ettiğini söyleyen Dalkıran, Dink katliamı davasında mahkemelerin süreci bilinçli ve örgütlü bir tarzda işlettiğini ifade etti. Dalkıran, halkın devletten hesap soracağına inandığını dile getirdi. Araştırmacı Yervant Baret Manok, tarihte bazı dönemlerde Ermenilerin tam bağımsız olduğunu, süreç içerisinde Doğu ve Batı Ermeni diye ikiyi ayırıldığını söyledi. Türklerin Anadolu'ya gelişi ile birlikte, Ermenilerin azınlıkta kaldığını ve bölgenin İslamlaşmasıyla birlikte Hristiyanlara karşı tepki geliştiğini anlatan Manok, Ermenilere yönelik soykırımın İttihat ve Terakki tarafından yapıldığını kaydetti. Manok, bazı Ermenilerin katliamdan kurtulmak için Müslümanlaştıklarını, 20-30 bin Ermeni'nin de Dersim'e sığınarak Alevi olduklarını belirtti. Manok, 1915 soykırımından sonra Mardin'de 4 bin Ermeni çocuğun pazarda satıldığını söyledi. GİK-DER temsilcisi ise Anadolu'da Alevilerin ve azınlık ulusların ve inançların pek çok kez katliama uğradığını söyledi. Kaynak: ETHA Necmettin Yalçınkaya Mutfak bezleri Eşim yeni mutfak bezleri satın almıştı. Her bezin farklı bir kullanım alanı vardı; cam için ayrı, bardaklar için ayrı, tencere için ayrı, fayanslar için ayrı, lavoba için ayrı... Tostun kokusuna geldi annem. ‘’Hele bir peynirli tostta benim için atın’’ dedikten sonra bağdaş kurup oturdu sofraya. Dayanamadı, kalktı yerinden, tostunu kendisi aldı. Akan peynir tost makinesini kirletmişti. Mutfak bankosundan rast gele eline geçirdiği bir bezle, makineyi bir güzel temizledi. Simsiyah olan bezi bankonun üzerine attı. Peynirli tostunu afiyetle yerken, eşim birden bankonun üzerindeki bezi gördü; hiddetlendi, bağırmaya başladı: ‘’Sen biliyor musun ben o beze kaç para verdim?’’ Ardından başladı bezler hakkında nutuk çekmeye… Annem tostunu yemeğe devam ediyordu. Konuşmuyordu. Sonunda dayanamadı: “Anam anam” dedi. “Tüm çocuklarım benim için nasıl birse, bezler de benim için aynıdır… Sınıflandırma yapamam!” s i p a r i ş i ç i n : n -y a l c i n k a y a @ w i n d ow s l i v e . c o m kızılbaş - sayfa 35 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Atatürk Hitler'e neler yazmıştı Hitler, yalnız İnönü ile değil, iktidara gelişinden sonra Gazi Mustafa Kemal’le de defalarca yazışmış, tebrikleşmişti.. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 3 Nisan’da yaptığı grup toplantısında İsmet İnönü’nün Adolf Hitler’le samimi tebrikleşmelerini haber yapan bir gazeteyi ekranlara göstererek ona ‘Führer’i kendi partinde ara’ mesajını verdi. Zaman gazetesinin tarih yazarı Mustafa Armağan bugünkü köşesinde bu konu üzerinden Atatürk ve Adolf Hitler arasındaki mektup - mesajları kaleme aldı ve 1930’lu yılları irdeledi.. İşte Armağan’ın o yazısı: MESELENİN UCU ATATÜRK’E DEĞECEK Başbakan’ın 1930’lu yılları -Dersim ve İstiklal Mahkemeleri hariç- neredeyse hiç tartışma konusu yapmayışının tek bir gerekçesi olabilir: Meselenin ucunun, hassas bir nokta olan Atatürk’e değecek olması. Karşısındaki cepheyi genişletmek istemiyor besbelli. Bu nedenle eleştiriler 1930’ları es geçerek büyük ölçüde 1940’lar üzerinde yoğunlaşıyor. 1930’LAR GERÇEKTEN ES GEÇİLEBİLİR YILLAR MI? Acaba 1930’lar (ve 1920’lerin ikinci yarısı) gerçekten de es geçilebilir yıllar mıdır? Bu dönemde demokrasi, hukuk ve ahlak adına eleştirilecek noktalar yok mudur? Ve eğer bir Tek Parti yönetimi kurulmuşsa bunun izini 1925’e kadar sürmek gerekmez mi? ASIL TUHAF OLAN BU YAZIŞMALARIN ÜZERİNDE NEDEN DU- RULMADIĞI Gerekir gerekmesine ama siyaset buna izin vermez. Lakin biz siyasetçi değiliz. Ve tarih gerçeği ortaya koymak durumunda. Ne var ki, Türkiye’de resmi tarihçiliğin esas işlevinin gerçeğin üzerindeki örtüyü açma değil, üzerini örtme olduğunu biliyoruz. Şunu bilelim ki, Hitler, yalnız İnönü ile değil, iktidara gelişinden sonra Gazi Mustafa Kemal’le de defalarca yazışmış, tebrikleşmişti. Bunda tuhaf bir taraf da yoktur, zira sonuçta iki devlet başkanının resmi yazışmalarıdır. Asıl tuhaf olan, bu yazışmalar üzerinde neden durulmadığı. Hitler’le yazışmak eğer sakıncalı bir şeyse, o zaman Atatürk’ün Hitler’le zaman zaman özel haberciler aracılığıyla devam eden mesajlaşmalarını nasıl yorumlayacağız? İşte Bilal N. Şimşir’in “Atatürk ve Yabancı Devlet Adamları I” adlı kitabından Hitler-Atatürk mesajlaşmaları (TTK, 1993, s. 149-178; bazı kelimeler sadeleştirildi). ATATÜRK HİTLER’İ, HİTLER ATATÜRK’Ü TEBRİK ETTİ İlk doğrudan mesajı gönderen Atatürk oluyor: “Alman Devletinin en yüksek makamına seçilmeniz dolayısıyle en samimi tebriklerimi arzeylemekle bahtiyarım. Çok yüksek saygılarımın kabul buyurulmasını rica ederim.” (21 Ağustos 1934) 5 gün sonra Berlin Büyükelçisi Hamdi Arpağ Hitler’i ziyaret ettiğini, Führer’in, Atatürk’ün taziye mesajına çok minnettar kaldığını ve teşekkürlerini ilettiğini yazmaktadır. 30 Ağustos günü Hitler, yazılı bir mesajla teşekkür eder. Ardından Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayan Hitler’e cevap gelir: “En hararetli teşekkürlerimi ve şahsî saadetinizle Almanya’nın refahı hakkındaki temennilerimi kabul buyurmanızı rica ederim” (2 Kasım 1934). 23 Kasım’da bu defa Hitler’dir yazan: “Memleket(ler)imiz arasındaki münasebetleri üstürmek(?) ve ilerletmek ciddi uğraşım olacaktır.” 4 Mart 1935’te Hitler, yeniden Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine Atatürk’ü tebrik eder. Ertesi günü Atatürk’ten teşekkür gelir. 2 Nisan’da Atatürk’ün yeni bir mesajını görürüz. Hitler, Reich Başkanlığı ve Reich Başbakanlığı’nı bir kanunla birleştirdiğini ve bu kanuna uyarak gücü ele aldığını bildirmektedir. Atatürk ise bundan “büyük sevinç” duymuştur: “Ekselâns, Sizi ülkenizin en büyük orununa geçmiş olmanızdan (dolayı) kutlarken, yurtlarımız arasındaki mutlu dostluk bağlarının korunmasını, berkitilmesini istediğinizin güvenini unutmayacağım.” Kitapta 217 numaralı belge, 1 Mayıs 1935 tarihini taşıyor. Yazan artık “Kamâl Atatürk”tür: “Alman Ulusal bayramı münasebetiyle Ekselânsınıza en ısı (samimi) tebriklerimle beraber özel gönenceniz ve asil Alman ulusu- kızılbaş - sayfa 36 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nun genliği (refahı) hakkında beslediğim samimi dileklerimi sunarım.” Hitler’den cevap gecikmez. 6 Mayıs tarihli mesajda teşekkür eder. TÜRKÇEYE ÇEVRİLMEYEN İKİ MEKTUP Bu arada Şimşir’in kitabında Hitler’in Atatürk’e yazdığı iki mektup nedense Türkçeye çevrilmeden bırakılmış. Bu mektuplarda bir büyükelçinin geri çekilip yerine yeni bir elçinin atanması söz konusu ediliyor ve bu vesileyle en yüksek saygılarımı ve en samimi dostluk duyguları iletiliyor. Dahası var. Bu defa 28 Ekim’de Hitler, Atatürk’ün Cumhuriyet Bayramı’nı kutlar, 3 gün sonra da Atatürk “hararetle” teşekkür eder. 30 Nisan 1936’daysa Atatürk Almanların millî bayramları münasebetiyle tebrik mesajı gönderir, gerek Hitler’in şahsî mutluluğu, gerekse Alman milletinin refahı hakkında samimi temennilerini bildirir. Ertesi günse Hitler teşekkür eder. Aynı tebrikleşmeler 1936 ve 1937 yıllarında da devam eder. Bu arada Almanya’da Hitler’in yaptırdığı bir balon karaya inerken patlar. Atatürk hemen Hitler’e bir geçmiş olsun mesajı gönderir. Aynı gün (9 Mayıs 1937) Hitler’den teşekkür gelir. Bu arada Berlin Büyükelçisi Hamdi Arpağ, Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği notta Atatürk’ün selamını ve imzalı bir resmini bizzat Hitler’e takdim ettiğini, resmin altına Atatürk’ün yazdığı yazıdan Hitler’in büyük bir memnuniyet duyduğunu ve Atatürk’e hayran olduğunu söylediğini yazar. Buna göre Hitler, “Türkiye’de hiçbir siyasi emelimiz yoktur ve olamaz. Dolayısıyla güzel ilişkilerde bulunmayı arzu eder ve bunu tabii görürüz” demiştir. (13 Temmuz). Nitekim bir ay sonra Hitler, Atatürk’ün kendisine resmini göndererek “kalbî temennilerini” bildirmesinden duyduğu memnuniyeti belirten mektubunu gönderir. ATATÜRK’ÜN MEMNUNİYETİ Atatürk 11 Ekim 1937 tarihli mektubunda, Hitler’in mektubundan duyduğu memnuniyeti şöyle bildirir: “Pek mütehassis olduğum bu nazikâne mukabelelerden ve bana, şahsî saadetleriyle Alman milletinin refahı hak- kındaki samimi temennilerimi tekrar eylemek fırsatını verdiklerinden dolayı Ekselanslarına kalbî teşekkürlerimi arz ederken derin bir haz duymaktayım.” 28 Ekim 1937’de Hitler Cumhuriyet Bayramı tebriğini gönderir. Atatürk ise cevaben şunu yazar: “Ekselanslarına teşekkürlerimi arzeder ve saadet ve afiyetleriyle Almanya’nın refahı hakkındaki samimi temennilerimin kabulünü rica ederim.” 30 Nisan 1938’de Atatürk Almanya’nın milli bayramı dolayısıyla Hitler’i kutlarken 6 Temmuz günü Numan Menemencioğlu eliyle Hitler’e “selam, muhabbet ve şahsi takdir hislerini” gönderir. 29 Ekim’de Hitler, Cumhuriyet Bayramı’nı kutlar Atatürk’ün. Ertesi günü yazdığı cevaptaysa Atatürk, Hitler’e “hararetli teşekkürleri”ni sunar. ÖLÜMÜNDEN 10 GÜN ÖNCE YAZILMIŞ SON MESAJ Ölümünden 10 gün önce yazılmış bu son mesajı, Atatürk’ün ölümü üzerine Hitler’in Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’ya gönderdiği taziye mesajı takip eder. Bu mesajı beraber okuyalım: “Ekselansları TBMM başkanına, tüm Türk halkına kendim ve Alman halkı adına Atatürk’ün vefatından ötürü derin üzüntülerimi iletirim. Kendisiyle birlikte büyük bir asker ve mükemmel bir devlet adamı ve tarihî bir kişiliği kaybettik. Kendisi yeni Türkiye “Reich”ının kurulmasına damgasını vurmuştur. Türkiye’nin varlığı nesiller boyu yaşayacaktır.” (Kitapta tercüme edilmemiş olan bu mesajı çeviren Aynur Kırcı’ya teşekkür.) Nitekim Berlin Büyükelçiliği’nin 11 Kasım tarihli mesajında Führer’in bir adamının, Kemalist Türkiye’nin kendilerine bir yıldız gibi kurtuluş ümidi bağışladığını söylediği belirtilecektir. 4 küsur yıl boyunca devam eden Atatürk-Hitler mektuplaşmalarının bilançosu böyle. Bundan sonra bana susmak düşecek. Gerçekler konuşunca hep olduğu gibi. Kaynak: http://www.ensonhaber.com/ataturkhitlere-neler-yazmisti-2012-04-15.html kızılbaş - sayfa 37 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu soykırımdır Sayın Başbakan Taner Akçam, Osmanlı Hükümeti Dahiliye Nazırı Talat Paşa'nın 1915'te çektiği 3 farklı telgrafında geçen, "Ermeni meselesi hallolmuştur", Ermenileri "milli dava takip edemeyecek hale getirmek" gibi ifadeleri sorguluyor. Başbakan'ın "benim milletim soykırım yapmaz" söylemine karşın, telgraflarda "bahsi geçen işleri" kimin yaptığını soruyor. Nedense, 24 Nisan'da, "benim milletim soykırım yapmaz", "Müslümanların tarihinde soykırım olmamıştır", diyen Başbakan Erdoğan'a bazı sorular sormak istedim. Söylediklerini doğru kabul edersem, ortaya bazı ciddi sorular çıkıyor ve ben bunların cevabını veremiyorum. Cevabını Başbakanımızın verebileceğini ümit ediyorum. Polemik değil amacım, sadece bazı Osmanlı belgelerinden alıntılar yapmak ve bunların ne anlama geldiğinin Başbakan tarafından cevaplandırılmasını istiyorum. Çünkü telgraflar 1915 yılında iş başında olan Osmanlı Hükümeti Dahiliye Nazırı Talat Paşa'ya ait. Birinci telgraf, 29 Ağustos 1915'de Ankara'ya çekiliyor. Telgrafta Talat Paşa, "Vilâyât-ı şarkiyeye âid Ermeni meselesi hal olunmuşdur. Fuzûlî mezâlimle millet ve hükûmetin lekedâr edilmesine lüzûm yokdur", demektedir. Telgrafın dili çok açık. 29 Ağustos'a kadar cinayetlerin işlenmiş olduğu kabul ediliyor ve 29 Ağustos itibarıyla, Ermeni meselesi hal olunmuş olduğu için, artık şiddete başvurmak fuzuli sayılıyor. Bu nedenle de fuzuli mezalime gerek yoktur diyor. Sorum çok basit, sayın Başbakan, 10 yıldır Hükümet yönetiyorsunuz. Bir İçişleri Bakanı olarak Talat Paşa, sizce "fuzuli" ve "fuzuli olmayan" şiddet ayırımını niye yapıyor? Fuzuli olmayan, yani gerekli ve doğru olan şiddet ne? "Fuzuli olan" şiddet ne? Bu "fuzuli olan ve olmayan" şiddeti uygulayanlar kimler? Eğer sözünü ettiğiniz "millet" değilse, kim bunlar? Öyle ya, ortada cinayetlerin işlendiğini, bunları "fuzu- tirmek" ne demek? Prof. Dr. Taner Akçam li" ve "fuzuli olmayan" diye ayırarak bir Hükümet yetkilisi açıkça söylüyor ve kabul ediyor. Bir soru daha, acaba bu "fuzuli ve fuzuli olmayan" cinayetleri işleyenler hakkında ne tür işlemler yapıldı, biliyor musunuz? Peki, halledilmek istenen Ermeni meselesi nedir? Ve neye göre, "hallolunduğu" düşünülüyor? Bu konuda Talat Paşa'ya ait olan iki ayrı telgraf daha okuyalım. Birincisi gene 29 Ağustos 1915 tarihli; hemen hemen tüm illere çekilen bu telgrafta da "Ermenilerin bulundukları mahallerden ihrâclarıyla ta'yîn olunan menâtıka sevklerinden hükûmetce muntazar olan gâye bu unsurun hükûmet aleyhine teşebbüsât ve fa'âliyette bulunamamalarına ve bir Ermenistan hükûmeti teşvîki hakkındaki âmâl-i milliyyelerinin (milli emellerini) tâ'kîb edemeyecek bir hâle getirilmelerini te'mîn esâsına ma'tûf olub (yöneliktir)", denmektedir. Burada cevabını aradığım soru şu: Ermenilerin, bir Ermenistan hükümeti gibi bir milli dava takip edemeyecek hale sokulmaları nasıl olacaktır? 1,5-2 milyon Ermeni'yi yerinden yurdundan edeceksin, Suriye'ye yerleştireceksin, peki nasıl olacak da, "milli dava takip etmekte olan" Ermeniler, bu davalarını takip etmekten vaz geçecekler? Kendi ana yurtlarında milli dava takip ettiği düşünülen bir millet, zorla başka bir yere taşınınca bu milli davayı takipten niye vaz geçsin? Örneğin, milli dava takip eden Diyarbakır halkını zorla Der-Zor'a sürseniz ne olur? Aksine daha çok bilenmezler mi? Hele hele, "milli dava takip edemeyecek hale ge- Sorunun cevabını merak ediyor musunuz? Gelin cevabı bir başka belgede arayalım. Bu da Talat Paşa'ya ait. Halep'te iskan işlerinden sorumlu Naim Bey'in anılarında yer alıyor. Naim Bey'e göre, söz konusu telgraf Kasım 1915 tarihinde gönderilmiş. Maalessef Naim Bey'in anılarının Osmanlıca orijinali yok elimizde. İngilizce, Fransızca ve Ermenice olarak mevcut; telgrafı Türkçeye şöyle çevirmek mümkün: "Eşhası malumenin sürgünü, ülkenin gelecekteki refahının sağlanması içindir, Çünkü onlar nerede iskan edilirlerse edilsinler, lanet olası (musibet) fikirlerinden vaz geçmeyecek olduklarından, sayıları mümkün mertebe azaltılmalıdır." Sorumuzun cevabı belli oldu, Ermenilerin milli dava takip edemeyecek hale getirilebilmeleri için sayılarının mümkün mertebe azaltılmaları gerekiyormuş. Zaten bunun için Suriye'ye gönderilen Ermenilerin sayısının, Suriye'deki Müslüman nüfusunun %10'u seviyesine düşürülmesi gerektiği konusunda, emir üzerine emir yollanıyordu. Böyle bir emri hep beraber okuyalım: "Ermenilerin iskânlarına tahsîs edilen mıntıka görülen lüzûm üzerine ta'dîl ve tevsî' edilmiştir (değiştirilmiş ve genişletilmiştir). (1) Kerkük sancağının İran hudûduna seksen kilometre mesâfede kâ'in (bulunan) kurâ ve kasabât (köy ve kasabalar) ve kurâ dahi dâhil olduğu hâlde Musul vilâyetinin havâlî-i cenûbiyye ve garbiyyesi (güney ve batısı). (2) Diyarbekir hudûdundan yirmi beş kilometre dâhilde ve Habur ve Fırat nehirleri vâdîsindeki ma'mûreler (şehir ve kasabalar) dâhil olmak üzere Zor sancağının cenûb ve garbı. (3) Haleb vilâyetinin kısm-ı şimâlîsi (kuzey) müstesnâ olmak üzre şark ve cenûb ve cenûb-ı garbîsinde kâ'in (bulunan) kâffe-i kasabât ve kurâda (bütün köy ve kasabalar) Ermeniler ahâlî-i Müslime nüfûsunun yüzde onu nisbetinde tevzî' ve iskân edileceklerdir." Bu nedenle, bölgelerden neredeyse kızılbaş - sayfa 38 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 haftalık bazda nüfus bilgileri soruldu. 1916 Bahar aylarında, nüfus sayımı için Meclis'e ek bütçe teklifi yapıldı ve para istendi; teklif red edilince, nüfus sayımı için gizli ödenekten para yollandı. Suriye'ye, canlarını zor atmış Ermenilerin hayatta kalanlarını tek tek saymak gizli ödenek ile halledilebilecek bir mesele sayıldı. Acaba, Başbakan kendi vatandaşının sayısını öğrenmek için gizli ödenekten para ayıran bir hükümet hakkında ne düşünür? Ermenilerin yerleşmeleri için sayılan bölgelerde Müslüman nüfus iki milyon civarındadır. En muhafazakar hesapla sürgün edilen 1,2 milyon Ermeninin, iki milyonun yüzde 10 haline nasıl sokulacağının cevabını bulmak ise zor değil. Ermeniler, 1916'da Ras-ulAyn'da başlayan ve tüm bir yaz boyunca Der-Zor civarında devam eden bir süreçte katledildiler. Ermenileri "milli dava takip edemez hale getirmek" için başka yollara da başvurulur. Bu yollardan biri de, Ermeni milletinin kültür ve tarih izlerinin "vücudunu tamamıyla kaldırmak". Tekrar edeyim: Bir milletin kültür ve tarih izlerinin "vücudunu tamamıyla kaldırmak"... Bunu da ben söylemiyorum, gene Talat Paşa söylüyor. Cemal Paşa'ya 7 Ekim 1916 tarihinde çektiği bir telgrafta Talat, Sis Ermeni Katogikosluğunun mallarına niçin el konulduğunu ve Katogikos'un niçin Sis'den sürüldüğünü şöyle anlatıyor; "... maksat Ermenilerce Kilikya'da pek büyük bir kıymet-i tarihiye ve milliyeye haiz bulunan ve güya Ermeni hükümetinin en son makarr-ı saltanatı (saltanat merkezi) olduğu ileri sürülen bu yerin vücudunu tamamıyla kaldırmaya matuftu." Bölgedeki tüm Ermenileri sürdükten sonra, onların Sis'de geride kalan Ermeni varlığının, vücudunun ortadan kaldırılmasından söz ediyor Talat. 1948 yılı itibarıyla buna soykırım denildiğini Başbakanımız bilmiyordur belki ama biz biliyoruz. "Bizim milletimize soykırım yapmıştır dedirtmeyiz!" Başbakanımız böyle diyor. Ama yukardaki işleri de birilerinin yapmış olması lazım. Bunlar kim acaba? 22.04.2012 Taraf kültür ürünlerinizin tanıtımı için [email protected] tel. +49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 39 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sür yan i ler ve Yakındoğu* Dr. İsmail Beşikçi Bizans İmparatorluğu, Bizans’ı, İstanbul’u, dünyanın merkezi sayıyor ve Doğu’ya doğru, coğrafyayı şu şekilde bölümlere ayırıyordu: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu. Yakındoğu’da, Anatolia, vardı. Kızılırmak’ın Batı tarafına, Anatolia deniyordu. Bugünkü Anadolu adlandırmasından farklı bir kavram olduğu besbelli... Yakındoğu’da Pontus vardı. Orta Karadeniz yörelerine Pontus deniyordu. Doğu Karadeniz Lazistan olarak adlandırılıyordu. Pontus’un ve Lazistan’ın güneyi Ermenistan’dı. Van Gölü çevresi Kürdistan, Dicle-Fırat havzası Mezopotamya olarak adlandırılıyordu. Kuzey Mezopotamya’da Turabdin, Süryanilerin de yaşadığı bir alandı. Bugünkü Çukurova yörelerine Kilikya deniyordu. Ermenilerin, Rumların, Arapların yaşadığı bir bölgeydi. Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Rusya’dan, Umman Denizi’ne kadar olan coğrafyayı içeriyordu. İran, Yakındoğu ve Ortadoğu arasında kalıyordu. Uzakdoğu, Altay Dağları’nın doğusunu, Mançurya, Çin, Japonya, Vietnam gibi ülkeleri kapsıyordu. Yakındoğu, Yakındoğu’nun yerli halkları (otokton halkları) uzaktan gelenler tarafından (aloktonlar) soykırıma uğratılmıştır. (autochthone- allochtoon) Bu yazıda bu konuyu incelemeye çalışacağız. Bu soykırım nasıl gerçekleşmiştir, bunu dile getirmeye çalışacağız. İttihat ve Terakki Fırkası’nın Devlet ve Toplum Projesi İttihat ve Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türk etnisi esasına göre yeniden organize etmek gibi bir sorunu vardı. Bu İttihat ve Terakki’yi en çok uğraştıran, İttihat ve Terakki’nin üzerinde en çok kafa yorduğu bir sorundur. Adriyatik Denizi’nden, Büyük Okyanus’a bir imparatorluk olacak, Türk imparatorluğu. Ama bu imparatorluk içinde Türk’ten başka bir etni olmaya- cak. Tamamen Türklerden oluşacak bir imparatorluk... Bu anlayışın, Osmanlı Devleti’ndeki mevcut toplumsal ve etnik yapıyla uyuşmadığı açıktır. İmparatorluk sınırları içindeki Hıristiyan halklar, Ermeniler, Rumlar, Süryaniler… bu anlayış karşısında önemli pürüzler olarak ortaya çıkmaktadır. Şüphesiz Ezidi Kürdlerin durumu da önemlidir. Müslüman olan ama Türk olmayan Kürdler, Kürdlerle birlikte Lazlar, Çerkesler… yine önemli bir pürüz oluşturmaktadır. Türk ya da Kürd olan ama Müslüman olmayan Kızılbaşlar (Aleviler) da çok önemli bir sorundur. İttihatçılar, 1910’larda bu konu üzerinde çok çalıştılar. Kızılbaşlar (Aleviler) hakkında ayrıntılı çalışmalar yaptılar. İttihat ve Terakki’nin gerçekleştirmek istediği ikinci bir durum daha vardı. İttihat ve Terakki Osmanlı ekonomisini millileştirmek istiyordu. Bu, Ermenilerin ve Rumların elindeki sermaye birikimine, ekonomik kaynaklara el koyup, bunları Müslüman Türk unsurun denetimine vermek anlamına geliyordu. Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Rum mallarıdır. Kürd bölgelerinde, Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, Kürd şeyhlerinin zenginliğinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani mallarıdır. İttihat ve Terakki bu düşüncelerini yaşama geçirmek için çok çaba harcadı. Çok ayrıntılı planlar yaptı. Balkan Savaşları’ndan sonra, Türkçülük düşüncesinde yoğun bir gelişme yaşandı. Osmanlıcılık, İslamcılık, Osmanlıyı kurtaramamıştı. Türkçü düşüncenin ve eylemin Osmanlıyı kurtaracağı hesaplanıyordu. Türkçülüğün çok önemli bir dayanağı ise İslamcılık anlayışıydı. Gizli-açık toplantılarda, zaman zaman yapılan ayrıntılı tartışmalarda, şöyle kararlar alındı. Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Kapadokya’daki, Egedeki, Kilikya’daki Rumlar, Ege adalarına, Yunanistan’a sürgün edilecek. Ermeni nüfus tehcir adı altında uygulanan politikalarla tamamen çürütülecek, yok edilecek. Hıristiyan Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aynı tehcir politikası uygulanacak. Kürdler Müslüman oldukları için Türklüğe asimile edilecek. Lazlara, Çerkeslere de aynı asimilasyon politikası uygulanacak. Kızılbaşlar (Aleviler) Müslümanlığa asimile edilecek. Tehcir edilen Ermenilerin ve Rumların taşınmaz mallarına el konulacak, bunlar, Müslüman Türk unsurun denetimine verilecek… İttihatçılar, bu düşüncelerini yaşama geçirmek için elverişli bir zaman bekliyorlardı. Birinci Dünya Savaşı İttihatçılara aradıkları bu fırsatı verdi. Savaş başlar başlamaz, Kapadokya’daki Rumlar, Karadeniz havalisindeki Rumlar-Pontuslar, Ege’deki Rumlar, Yunanistan’a, Ege adalarına sürgün edilmeye başlandılar. 1915’in, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran aylarında, 3-4 ay içinde, bir- bir buçuk milyon Ermeni, tehcir adı altında soykırıma uğradı. Böylece, İttihatçılar, savaş sırasında iki önemli pürüzü kendilerince çözmüş oldular. Bu arada, Süryanilerle ve Ezidi Kürdlerle ilgili sorunları da kendi anlayışları doğrultusunda çözmüş oldular. İttihatçıların, Ermenilere karşı sürdürdüğü soykırım, Almanya tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Wolfgang Gust’un, Ermeni Soykırımı 1915-1916 Alman Belgeleri Alman Dışişleri Bakanlığı Siyasi Arşiv Belgeleri bu konuda önemli bir kaynaktır ( Çev. Zekiye Hasançebi- A.Takcan, Belge Yayınları, Ocak 2012). Rumlara, Pontuslara, Süryanilere, Ezidi Kürdlere de aslında soykırım yapılmıştır. Ama Ermenilere soykırım, Rumlara-Pontuslara ise sürgün uygulamasının önemli bir nedeni de vardır. Rumlara-Pontuslara Yunanistan’ın sahip çıkacağı düşünülmüştür. Hâlbuki 1894-95’de, Sason’da, İstanbul’da, 1909’da Kilikya’da meydana gelen Ermeni direnişlerinde ve bu direnişlerin Osmanlı tarafından kanlı bir şekilde ezilmesinde, Batı devletlerinin Osmanlıya karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. Bu tepkisizlik soykırım konusunda İttihatçılara cesaret vermiştir. Kürdler ve Kızılbaşlar (Aleviler) konusunda temel politika asimilasyondu. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin, Ezidi Kürdlerin Müslümanlığa kızılbaş - sayfa 40 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 asimilasyonu İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçti. Cumhuriyetle birlikte çok daha sistematik bir şekilde uygulamaya konan politikalar oldular. Lazlar, Çerkesler, Ezidi Kürdler için de asimilasyon geçerli bir politika oldu. Ahmet Önal, “Yakındoğu Soykırımla Yok Edildi. Neden?” başlıklı yazısında (www.kurdistan-post.eu, 15 Ocak 2012) bu ilişkileri ele almaktadır. Yazının alt başlığı “ ‘Anadolu’ ve ‘Türkiye’ isimleri İnsanlık Hapishanesi Olarak İnşa Edildi” şeklindedir. Gürdal Aksoy’un, “Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürdlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma” (Komal Yayınevi, Haziran 2002) çalışması da bu konuda dikkate değer özellikler taşımaktadır. İttihat ve Terakki’nin bu devlet ve toplum projesini ayrıntılarıyla incelemekte yarar vardır. Osmanlıyı Türk esasına göre yeniden organize etmek... Devleti yeniden organize etmek... Jön Türklerin, İttihat Terakki’nin bu projesi Almanya tarafından çok yoğun bir şekilde destekleniyor. İttihat Terakki’nin en yoğun destekçisi Almanya’dır. Örneğin Adriyatik’ten, Orta Asya içlerine, Çin’e, Mançurya’ya kadar Türk imparatorluğu olduğu zaman Hindistan, İngiliz sömürgesi Hindistan, tehdit altında, Alman tehdidi altında olabilecektir. Bu proje, bir anlamda da yakın doğunun imhası anlamına geliyor. Çünkü Türk esasına göre yeni bir devlet kuracaksınız. O sınırlar içerisinde Türk’ten başka halklar varsa onları şu veya bu şekilde imha edeceksiniz. Almanya bunu çok yoğun bir şekilde destekliyor. Yakın Doğu’nun imhası Alman Görüşü. Ama İngiltere’nin, Fransa’nın ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma diye bir sorunu var. İşte biliyoruz 1915 yılı sonunda, Sykes Picot görüşmeleri başlıyor. Ve bu görüşmeler 1916’da sonuçlanıyor. Yani Osmanlıyı, Osmanlı topraklarını paylaşma... Kürdistan coğrafyası için de Sykes Picot’ta bir paylaşma söz konusudur. Sykes Picot’ta Kürdistan’ın paylaşılması da var, ülke olarak, halk olarak. Ama 1917’de, Rusya’da meydana gelen Bolşevik hareketi, devrim hareketi İngiltere’nin ve Fransa’nın bu projesinin yaşama geçmesini engelliyor. Ve İngiltere ve Fransa, Bolşevik Devriminin daha güneye inmesini engellemek için yeni projeler oluşturmak durumunda kalıyorlar. İşte benim kanımca bu- günkü Anadolu dediğimiz yerde yeni bir devlet organizasyonunun oluşumu, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması bu çerçevede gündeme geliyor. Afganistan’da Emanullah Han, Afganistan devleti, Uzak Doğu’da Çan Kay Şek hareketi… Bolşevik devriminin Rusya’nın sınırlarının dışına taşmaması için böyle projeler oluşturuluyor. Yakındoğu’nun imhası, böylece, bu sefer, İngiliz, Fransız ve Sovyet destekli olarak yaşama geçiyor. Bu, şu anlama geliyor benim kanımca, İttihat ve Terakki’nin Alman desteğiyle oluşturmaya çalıştığı Yakın Doğu’nun imhası, bu sefer İngiltere, Fransa ve Sovyetler Birliği tarafından destekleniyor. Kemalistlerin, İttihat ve Terakki’nin organik olarak devamı olduğu ise çok açıktır. Yakın Doğu böyle ortadan kalkıyor. Yakın Doğu’nun ortadan kalkması... Bugün örneğin Kilikya diye bir sorun yok. Veya ne bileyim Pontus diye bir sorun yok. Turabdin diye bir sorun yok. Son yıllara kadar bu adları kullanmak suçtu. Buralarda da soykırım vardır arkadaşlar. Örneğin Süryaniler söz konusu, Ezidiler söz konusu. Buralarda da soykırım var. Ama diyoruz ki Yakın Doğu imha edildi. Yakın Doğu yani Yakın Doğu’daki otokton halklar... Kimdir bunlar? İşte Süryaniler, Kürtler, Pontuslar, Rumlar, Ermeniler Yakın Doğu’nun otokton halkları. Bu Yakın Doğu’nun otokton halkları uzaktan gelenler tarafından soykırıma uğratılmıştır. İşte biz de yüzleşme, hakikat dediğimiz zaman soruna bir bütünlük içerisinde bakmamız gerekiyor. İşte Süryaniler, Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Kürtler, hepsinin birden ele alınması gerekiyor. Hepsinin birlikte değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yüzleşme dediğimiz zaman, hakikat dediğimiz zaman bu çerçevede bakmak gerekir. Bunun için her şeyden önce ifade özgürlüğünün sınırsız bir şekilde işlemesi, özgür düşüncenin yaygın bir şekilde gelişmesi gerekiyor. 1920’li yıllara özgürce bakabilmek için bu gerekli oluyor. Özgür düşünce, özgür eleştiri zaten bilim ortamının oluşması için büyük bir gerekliliktir. Akademik özgürlük ifade özgürlüğünü karşılamaz. İfade özgürlüğü yoksa akademik özgürlük de zaten var olamaz. Soykırım ve Mülkiyet Transferi Rumlar-Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler sürgün edildiler, tehcir edildi- ler, soykırıma uğratıldılar. Ermenilerden, Rumlardan, Süryanilerden kalan taşınmaz mallar ne oldu? Mülkiyet transferini üç aşamada değerlendirmek mümkündür. Birincisi şudur: 1915, Ermeniler, Süryaniler kafile kafile, yerlerinden yurtlarından sökülüp atılmakta, sürgün edilmektedir. Tehcir söz konusudur. Tehcire tabii tutulanlar, kadınlar, çocuklar, yaşlılardır. Erkekler, zaten savaş başlar başlamaz silâhaltına alınmışlardır. Orduda, taş ocaklarında, yol yapımında, yük taşımakta kullanılmaktadırlar. Kendilerine silah verilmemiştir. Kadınlar, para, mücevher gibi yükte hafif değerli varlıklarını beraberlerinde ama gizli olarak götürmeye çalışmaktadır. Kafileye muhafızlık eden emniyet güçleri bunun farkındadır. Zaman zaman, fırsat buldukça çeşitli bahanelerle veya hiç bahane aramadan, kadınları öldürmekte paralarına, altınlarına el koymaktadır. Kafileyi yürütmekle görevli bütün muhafızlar bunu yapmaktadır. Sonra da bu paraları, kendi aralarında paylaşmaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın payını da ayırmaktadır. Bu süreç bir-iki gün içinde, bu kafilelerde muhafız olarak yer alan görevlilerde büyük bir zenginleşme sağlamıştır. Bu dönemde, Teşkilat-ı Mahsusa’nın elemanları kimlerdir? Teşkilat-ı Mahsu-sa’da üç türlü eleman çalışmaktadır. a) Cezaevlerindeki mahkûmlar. Bunlar, ağır suçlardan dolayı cezaevlerinde tutulmaktadır. Teşkilat-Mahsusa elemanları, bunlarla sözlü anlaşmalar yapmışlardır. Eğer bunlar, Ermenilerle mücadele ederlerse, Ermenileri, Süryanileri bulundukları yerlerden kaçırtırlarsa, maddi ve manevi ödülleri çok büyük olacaktır. Ermenileri, Süryanileri öldürebilirler de. Eğer böyle yaparlarsa cezaevlerinden çıkarılacaklar, dosyaları da kapatılacaktır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın, birinci planda kullandığı elemanlar bunlardır. b) Teşkilat-ı Mahsusa’nın kullandığı ikinci grup elemanlar Balkan göçmenleridir. Bunlar, Balkan yenilgisi sonucu, oralardaki yerlerini yurtlarını terk ederek gelmişlerdir. Bundan dolayı çok öfkelidirler. Öfkelerini Ermenilerden öç alarak gidermeye çalışmaktadırlar. Balkanlarda kaybettiklerini Ermeni mallarına sahip çıkarak karşılamaya çalışmaktadırlar. c) Teşkilat’ı Mahsusa’nın kullandığı üçüncü grup elemanlar ise, Kürd aşiret- kızılbaş - sayfa 41 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 leridir. Bunlar, bazı Kürd bölgelerinde, Ermenilere ve Süryanilere karşı yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Mülkiyet transferinde ikinci aşama, Ermenilerin ve Süryanilerin bırakıp gittikleri evlerdeki eşyaların yağmalanmasıdır. Bunu daha çok Ermenilerin ve Süryanilerin komşuları gerçekleştirmiştir. Yağmalanan eşyalar arasında, para yanında, mücevher, kıymetli kâğıtlar da vardır. Büyükbaş, küçükbaş hayvan sürüleri, kağnı, at arabası, gibi üretim araçları da bu yağmaya dahildir. Marangozluk, demircilik, boyacılık, keçecilik vs. atelyelerindeki üretim araçları da… Bu da yağmacıları bir anda zenginleştiren bir süreçtir. Bütün bu sürecin devlet tarafından, İttihatçılar tarafından desteklendiği, teşvik edildiği açıktır. Mülkiyet transferindeki üçüncü aşama Ermenilerden ve Süryanilerden kalan, taşınmaz malların, tarlaların, bağ ve bahçelerin evlerin, dükkânların, atelyelerin yağmalanmasıdır. Bunlar da ilgili kişileri zamanla zenginleştiren süreçler olmuşlardır. Mülkiyet Transferinin Kürd/Kürdistan Sorunuyla İlişkisi Kısaca özetlemeye çalıştığımız mülkiyet transferi Kürd sorunuyla, Kürdistan sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Organik olarak ilişkilidir. Ermenilerin yaşadığı soykırımdan sonra, şu veya bu şekilde Ermeni/Süryani malı yağma eden bir kişi, bu malı sürekli olarak tasarruf etmek ister. İşte o zaman devletle karşı karşıya gelir. Devlet ona şöyle söyler. Bu malı kullanabilirsin, bu mal senin olabilir. Buna göz yumabilirim. Ama sen de benim görüşlerimi destekleyeceksin. Benim görüşlerimin yaygınlaşması için çalışacaksın. Aksi halde, bu malı senin elinden alırım. Kullanmana izin vermem. Devletin görüşleri elbette Kürdlerle ilgilidir, devletin asimilasyon politikaları ile ilgilidir. 1915’den önce şöyle bir ilişki var. Van Gölü ve çevresinde Kürdler kırsal alanlarda, Ermeniler daha çok şehirlerde yaşıyorlar. Kuzeye doğru çıkıldıkça Ermeni nüfus yoğunlaşıyor. Van Gölü’nün Güney kesimlerinde de benzer bir ilişki var. Buralarda da Kürdler ve Ermeniler iç içe yaşıyor. Kırsal alanlarda Kürdler, şehirlerde daha çok Ermeniler. Ama Güneye doğru inildikçe Kürd nüfusun daha yoğunlaştığı görülüyor. Ayrıca, Kürdler ve Ermeniler yanında, Süryaniler de var. Süryaniler hem kırsal kesimlerde hem de şehirlerde var. 1915’den sonra şu şekilde bir nüfus hareketi yaşanmış olabilir. Kürdlerin Güney’den Kuzey’e doğru bir nüfus hareketi olabilir. Böylece, Batı Ermenistan’da Ermenilerden boşalan topraklara Kürdler el koymuş olabilir. Yine, Batı Ermenistan’da ve Kürdistan’da kırsal alanlardan şehirlere doğru bir nüfus hareketi de yaşanmış olabilir. Bu varsayımların olgularla test edilmesi gerekir. Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz mallar bugün kimlerin denetiminde? Türk Ekonomi Tarihi Nasıl Yazılıyor? Bugün, Türkiye’de, büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Rum malları olduğunu söylemiştik. Kürd ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin zenginliğinin kaynağının Ermeni malları, Süryani malları olduğunu da belirtmiştik. Fakat Türk ekonomi tarihi, Türkiye İktisat tarihi gibi kitaplarda bu durumdan hiç söz edilmez. Osmanlıdan, Cumhuriyete geçişte, Ermenilerden, Süryanilerden kalan taşınmaz malların akıbeti hiç sorgulanmaz. Ama son yıllarda bu konuda önemli bir bilinç de gelişmektedir. Nevzat Onaran’ın, Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı’da ve Cumhuriyet’de, Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi, (Belge Yayınları, Mayıs 2010) incelemesi önemlidir. Sait Çetinoğlu’nun, bu kitap için yazdığı önsöz de değerli bir yazıdır. Bu yazı, “Önsöz Ya da Türk Kapitalistlerinin Kökeni ve Gelişimi” başlığını taşımaktadır. Sait Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 19421944 (Belge Yayınları, 2009) kitabı da dikkate değer. Kürdlerin Durumundaki Farklılık Yakındoğu’nun imhası sürecinde Kürdler de soykırıma uğramıştır. Ve bu süreç günümüzde zamana ve mekâna yayılmış olarak devam etmektedir. Yalnız, Kürdlerin durumunu iki aşamada ele almak gerekmektedir. Kürdlerin bir kısmı, 1915’de, Ermeni- Süryani soykırımında İttihatçılara tetikçilik yapmışlardır. Şu veya bu şekilde soykırıma katılmışlardır. Soykırımı planlayan, yaşama geçiren şüphesiz İttihatçılardır. Ama Kürdlerin tetikçiliği de dikkatlerden uzak değildir. Bundan dolayı, maddi ve manevi olarak ödüllendirilmişlerdir. Kürdlerin önemli bir kısmı, 1919-1920’lerde, Mustafa Kemal’le işbirliği de yapmışlardır. O dönemde Mustafa Kemal, Kemalistler, Kürdlere milli haklarla ilgili bazı sözler de vermişlerdir. Ama Kemalist hareket güçlendikçe Kürdlere verilen sözler unutulmuştur. Lozan Antlaşması imzalandıktan sonra, devlet kendini çok daha güçlü hissetmiştir. Lozan Andlaşması’nın gerçek adının, “Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Andlaşması” olduğu bilinmektedir. Artık Kürdleri ve Kürdçeyi inkâr etmeye, inkâr görüşüne katılmayan Kürdleri imha etmeye başlamıştır. Kürd soykırımı bu inkârdan sonra başlayan bir süreçtir. Zamana ve mekâna yayılarak sürdürülmüştür. Bugün de devam etmektedir. Arşivle İlgili Sorunlar Kürd/Kürdistan sorunu, Ermeni sorunu, Pontus sorunu Süryani sorunu, Alevilik gibi sorunlar gündeme geldiğinde hemen arşiv konusu dile getirilmektedir. “Arşivler açılmalıdır”, “Arşiv neden açılmıyor?”... Örneğin Kürdistan İstiklal Komitesi yani Azadi, Kürd tarihinde çok önemi olan bir örgüttür. Fakat Azadi ile ilgili arşiv açılmamaktadır. Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb Divanı ile ilgili arşiv de açılmamaktadır. Bunun nedenleri üzerinde düşünmek şüphesiz önemlidir. Burada arşivle ilgili bazı düşüncelerimi belirtmek istiyorum. Bu konuda üç olaydan söz edeceğim. Birincisi 24 Eylül 1996’da meydana geldi. Diyarbakır Cezaevi’nde PKK’li tutuklular ve hükümlüler, bir görüş gününde, maltada, gardiyanlar tarafından, demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövülerek katledildiler. On tutuklu ve hükümlü öldürüldü. Onlarcası ağır yaralandı. Yaralı olanlar, Antep Özel Tip Cezaevi’ne sürgün edildiler. Bu dönemde Başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’dı. Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı. İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’dı. Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı idi. İkinci olay, 26 Eylül 1999’da, Ankara’da Ulucanlar Cezaevi’nde yaşandı. Gardiyanlar, hamamda ve hamam yolunda tutuklulara ve hükümlülere saldırdılar. Gardiyanlar, tutukluları demir çubuklarla, zincirlerle, kalaslarla dövdüler. On tutuklu ve hükümlü katledildi. On- kızılbaş - sayfa 42 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 larcası ağır yaralandı. Cinayetin işlendiği bu dönemde Başbakan Bülent Ecevit’ti. Adalet Bakanı Prof. Dr. Hikmet Sami Türk’tü. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’dı. Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’ydu. Olgulardan ilk ikisi bunlar. Bu iki olgu üzerine iki varsayım geliştirmek istiyorum. Birinci varsayım şu: Diyelim 2080’lere geldik. 2080’lerde, üniversiteden, basından herhangi bir kişinin, araştırmacının veya herhangi bir yazarın bilincine böyle bir konu çarpıyor. 1990’larda, Diyarbakır’da, Ankara’da, cezaevlerinde neler oldu? Mahkumlar nasıl öldürüldü, şeklinde bir soru gündeme geliyor. İkinci varsayım da şu: 2080’lere geldik ama, Türkiye’nin siyasal sisteminde, siyasal rejiminde herhangi bir değişiklik, köklü bir değişiklik yok. Üç aşağı beş yukarı bugünkü siyasal sistem aynen devam ediyor. Bu araştırmacı ne yapabilir? Herhalde önce arşivlere bakar. Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Diyarbakır Valiliği, Ankara Valiliği, Diyarbakır Cezaevi, Ankara Cezaevi arşivlerine bakar. Araştırmacı, arşivlerde ne bulabilir? Kanımca hiçbir şey bulamaz. Onlar zaten teröristlerdi, teröristler arasında da nizah, anlaşmazlık, uyuşmazlık hiç bitmiyordu. Kendi aralarında çatışmaları vardı. Birbirlerini öldürmüşlerdir. Veya güvenlik güçleri teröristlerin saldırısı karşısında kendilerini korumuşlardır. Arşivden yararlanılamadığına göre, araştırmacılar nasıl bir yol izleyeceklerdir? Elbette mağdurların yakınlarıyla konuşarak olayı anlamaya çalışacaklardır. Katliamı, yaralı olarak atlatanlarla konuşarak anlamaya çalışacaklardır. Her iki olay da, mağdur yakınları ve yaralı olarak kurtulanlar tarafından mahkemeye intikal ettirilmiştir. Davacıların savunmaları şüphesiz önemlidir. Bu savunmalar, bakanlıkların, valiliklerin, cezaevlerinin arşivinde şüphesiz olmayacaktır. Ama ilgili avukatların, davacıların arşivinde şüphesiz olacaktır. Olayın basına nasıl yansıdığına bakmak elbette önemlidir. Bu olgulardan kalkarak 1915’e dönmek gerekir kanısındayım. 30 Ekim 1918’de, Mondros Mütarekesi’nden sonra, İttihatçı liderler, Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, ülkeyi terk ettiler. Ama ülkeyi terk etmeden önce, pek çok evrakı Cağaloğlu hamamlarında yaktılar. Cağaloğlu hamamlarına, külhanlara, günlerce çuval çuval belgeler getirdiler. Yaktılar. Bu belgelerin içeriği ney- di? Ermeni soykırımıyla ilgili oldukları çok açık... Bu belgeler neden yakıldı? Bunun da üzerinde düşünmek gerekir, Bunları, arşive pek de güvenilemeyeceğini belirtmek için yazıyorum. Ermenilerle ilgili arşiv, 1980’lerde açılırken, yeni bir elemeden daha geçirildiği bilinmektedir. Böylesine bir yakmadan sonra yeni bir eleme daha yapılıyor. Toplu Mezarlar Nasıl Kazıldı? Burada üçüncü bir olgudan daha söz etmeyi gerekli görüyorum. Ekim 2006’da, Nusaybin’de, kırsal bir alanda, köylüler kendilerine ev yapmak için temel kazmaya başlıyorlar. Kazıda, bir süre sonra kemikler çıkmaya başlıyor. Bizim İskilip’de olsa insanlar, bu kemikler hangi hayvanlara ait, acaba buralarda hangi hayvanlar yaşamış diye düşünür. Ama Kürdler bunun bir toplu mezar olduğunu düşünüyor. Kazıda bir süre sonra bir-iki kafatası da çıkıyor. Köylüler bunu, karakola ve İnsan Hakları Derneği’ne bildiriyor. O bölgedeki toplu mezarlardan haberi olanlar, bunu İsveçli Profesör David Gaunt’a bildiriyor. David Gaunt’un bölge ili ilgili bir kitabı da var “Katliamlar, Direniş, Kurtarıcılar” ( Çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, Kasım 2007) Prof. Gaunt, İsveç’ten Nusaybin’e geliyor. Toplu mezar yerini inceliyor. Toplu mezardan fotoğraflar çekiyor. Toplu mezarı kazıldığı kadar fotoğraflarla tespit ediyor. Toplu mezarı kazmak için çalışmalar başlıyor. Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu da gelişmelerden haberdardır ve oradadır. Prof. Gaunt’a, “Şimdi kışa giriyoruz. Yağmur-yağış var. Yakında kar yağar. Toplu mezarı gelecek sene baharda açalım” der. 27 Nisan 2007’de Prof. David Gaunt ve Prof. Yusuf Halaçoğlu, toplu mezarın başındadır. Ama Prof. Gaunt büyük bir şaşkınlık içindedir. Kemiklerden, kafataslarından eser kalmamıştır. Bu duygularını Halaçoğlu’na da bildirir. Prof. Halaçoğlu, “yağmur oldu, sel oldu, rüzgâr oldu, kemikleri sel suları götürmüştür” der. Daha sonra köylüler, İnsan Hakları yöneticilerine, “bir sabah birkaç kişi çuvallarıyla geldi. Kemikleri, kafataslarını toplayıp götürdüler…” der. Bütün bunlar, arşivin, toplu mezar kazılarının Türk siyasal sistemi çerçevesinde, nasıl bir içerik kazandığını göstermektedir. Burada şunu söylemek önemlidir. Arşiv elbette önemlidir. Ama arşive şüpheyle bakmak gerekir. Arşivin bilinçli olarak, kasıtlı olarak açılmadığı alanlarda, araştırmacılar, o alana ilişkin kendi yorumlarını yapabilmelidirler. En azından, arşiv açılıncaya kadar, bu yorumlar geçerli olur. Azadi ile ilgili arşiv neden açılmıyor, Hınıs Harb Divanı, Bitlis Harb Divanı arşivleri neden açılmıyor. Bu herhalde, Cibranlı Halid’in, Yusuf Ziya’nın, Teğmen Ali Rıza’nın, Faik Bey’in, Mela Abdülkerim’in savunmalarından dolayıdır. Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde yargılanan Dr. Fuad ile ilgili arşiv de açılmıyor. Herhalde o da Dr. Fuad’ın savunmalarından dolayıdır. Bu savunmaların içeriği konusunda araştırmacılar düşünce ve yorum geliştirebilirler. * 23 Mart 2012 de, İstanbul’da gerçekleşen Süryaniler Sempozyumu’ndan kızılbaş - sayfa 43 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İBV’dan Üniversiteye Doğru Bir Adım Daha.. Zengin bir koleksiyona sahip ve 3 bin kitabın yeraldığı ‘’İsmail Beşikçi Vakfı Araştırma Kütüphanesi‘’ açıldı. İsmail Beşikçi Vakfı Araştırma Kütüphanesi çok sayıda davetlinin katıldığı görkemli bir açılışla araştırmacıların hizmetine kapılarını açtı. Cezayir Restoran’ta düzenlenen törene yazar Celile Celil, KDP Türkiye Temsilcisi Omer Mirani, BDP milletvekilleri Hüsamettin Zenderlioğlu, Sebahat Tuncel, Sırrı Süreyya Önder, yazar Tarık Ziya Ekinci, Battal Batti, ressam Behram Haco, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, Doğu ve Güneydoğu Dernekleri Platformu Başkanı Abdulhakim Daş, Berlin Parlamentosu eski milletvekillerinden Giyasettin Sayan, yazar Ahmet İnsel'in de aralarında bulunduğu yazar,gazeteci ve akademisyenler ve dostları katıldı. Açılışa gelemeyen BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan, yazar Murathan Mungan, Handan Çağlayan ve Şiar Rizvanoğlu da mesaj göndererek kütüphane açılışını selamladı. Vakfın açılış kurdelesini İsmail Beşikci, eşi Leman Beşikçi, Celile Celil, Tarık Ziya Ekinci, Omer Mirani ve İbrahim Gürbüz kestiler. Kurdelenin kesimi esnasında konuşan Vakıf Başkanı İbrahim Gürbüz, İsmail Beşikçi'nin eserlerini ve arşivini araştırmacıların hizmetine sunmaktan mutluluk duyduklarını belirtti. Ressam Behram Haco ise "Qîrên - Çığlık" adlı tablosunu Vakıf'a hediye etti. İsmail Beşikçi Vakfı başkanı İbrahim Gürbüz; "27 Kasım 2011 tarihinde Resmi Gazete'de yapılan yayınla resmi olarak kurulan İsmail Beşikçi Vakfı'nın asıl kuruluşun Beşikçi'nin doğum günü olan 5 Ocak 2012 tarihinde yapıldı. Bütün çalışmalarını tamamlayan Beşikçi Vakıf, arşiv ve dokümantasyon çalışmalarıyla araştırmacılara kaynak sağlamayı hedeflerken, Beşikçi'nin eserlerinin ise Türkçe, Kürtçe dilleri dışında İngilizce ve Almanca çevirileriyle hizmet sunacağız. İki yılda bir başta bir sosyoloji olmak üzere farklı dallarda araştırmacılara İsmail Beşikçi Ödülleri olacak ve müze açmayı planlıyoruz. Önümüzdeki günlerde dergi, web sayfası, sergi gibi çalışmalarıyla araştırmayı özendirme çalışmaları yürütecek. Vakıf ayrıca araştırma alanlarında başarı gösteren öğrencilere bursta verirken ayrıca Diyarbakır'da da İsmail Hatice çevik - İstanbul Beşikçi Kültür ve Kompleksi kuracağız. 1,5 ay sonra radyo yayınına başlayacağız. Uzak hedefimiz ise İsmail Beşikçi Üniversitesi'ni kurmaktır" dedi. BDP Bitlis Milletvekili Hüsamettin Zenderlioğlu ise Kürtçe yaptığı konuşmada, "Devlet ne yaparsa yapsın dönem artık Kürtlerin devridir" dedi. Kürt yazar Celili Celil, Türkçe bilmediğini belirterek, "Türkçe iki kelime biliyorum. O da seni sevirem İsmail Beşikçi" dedi. Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, Beşikçi’nin açtığı yoldan yürüdüklerini ve bu onurlu insanı örnek aldıklarını ve Diyarbakır’da Beşikçi Vakfı’na tahsis edilen tarihi bir konutun müjdesini verdi. İsveç’te yaşamını sürdüren Diyarbakırlı Kürt yazar Hüsamettin Kaya’nın kendi tarihi evini Beşikçi Vakfına bağışladığını belirten Demirbaş, konuşmasını “Damarlarımızdaki kan aktığı, nefes aldığımız sürece Beşikçi’ye, mücadelede yolumuzu açan tüm değerlerimize, Apê Musa’ya, Necmettin Büyükkaya’ya, Mazlum Doğan’a ve emeklerini bizlerden esirgemeyen tüm değerlerimize minnettar olacağız. Onlara ancak özgürlüğümüzü elde ederek borcumuzu ödeyebiliriz,” İ. Beşikçi’nin yaşamı ve Kütüphanenin serüvenini anlatan belgeselin izlenmesinden sonra davetlilerin tümünün ayakta alkışlarıyla İsmail Beşikçi kürsüye gelerek konuşmasını yaptı. Davet- dr. ismail beşikçi / hatice çevik lileri Kürtçe “Hûn bi xêr hatin” diyerek selamlayan Beşikçi kitaplarının ve yıllardır binbir emekle biriktirdiği, korumaya çalıştığı 3 binin üzerinde kitap ve yayının serüvenini anlattı. Beşikçi; yaşananlar ile resmi tarih arasında fark olduğuna dikkat çekerek, "Bu kütüphane, yaşananlar ile resmi tarihte verilenler arasındaki farkları yapılan araştırmalarla ortaya koyacak. Bu kütüphaneyle geçmiş hakkında bilgi sahibi olunacak. Bizler tekrardan geçmişi araştırıp, tekrardan kuracağız.’’ Türkiye'deki Kürt sorunun artık uluslararası bir sorun olduğunu da sözlerine ekleyen Beşikçi; ‘’AKP Hükümeti'nin bu sorunu tam olarak anlayamadığını ve bu yüzden inkar ve asimilasyon politikalarını yürüttüğünün altını çizdi. Son olarak Kürtçenin seçmeli ders olma tartışmalarına değinen Beşikçi, "Kürtçenin seçmeli ders olması hükümetin sorunu iyi anlamadığının en somut göstergesidir. Kürtçe, Türkler, İngilizler ve Almanlar için seçmeli ders olabilir, ama Kürtler için olmaz. 20 milyonu aşkın bir nüfusu olan bir halkın dili seçmeli değil zorunlu dil olması gerekiyor. Türkiye'nin siyasal partileri örneğin Barış ve Demokrasi Partisi Kürtçe mecburi eğitimi savunmalıdır. Bence doğru olan da budur" dedi. Açılış bahçede verilen kokteylde İsmail Beşikçinin kitaplarını imzalamasıyla sona erdi. kızılbaş - sayfa 44 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 DEMEKİ KADER Dökülen göz yaşı gönlünü üzer Koy verme sen seni demeki kader Hayel eder insan ağlemi gezer Koy verme sen seni demeki kader Ahmet Dümrül DENİZ ASLAN İNAN Halklara yapılan haksızlığında Kurtulan olmuyor düzen ağında İşsizlik çoğaldı teknik çağında Deniz, Yusuf, İnan dolar gözüme Komunist Kızılbaş biri de Kürtler Onlar için geldi On İki Martlar Karanlık güçlerin elinde yurtlar Deniz, Yusuf, İnan dolar gözüme Ben bir çığlık olsam göklere değsem Denizler adını dünyaya yaysam Nerde bir özğürlük türküsü duysam Deniz, Yusuf, İnan dolar gözüme Dümrül: Yokluk bilmez para basanlar İnsanlık ne bilsin insan asanlar Gönül defterime yazıldı onlar Deniz, Aslan, İnan dolar gözüme Gezmiş, Aslan, İnan dolar gözüme Akşamı uğurlar bütün sabahlar Aydınlık günleri yaşayan canlar İnsanı bekleyen varsa hesaplar Koy verme sen seni demeki kader Yaşamak dünyada insana nimet Renklerle barışık insana kıymet Toprak hava sudan alırsın kuvvet Koy verme sen seni demeki kader Nizam kur kalbinde sorgula seni Lokmanı emeği çiğnetme teni Yaşatma beyninde insana kini Koy verme sen seni demeki kader Gelenler gidenler dünyayı tanır Tükenir nefesi ölecek sanır Kirli deyi vucut neden yıkanır Koy verme sen seni demeki kader Fezali baba,nın günah neyine Eyvallah etmedi ağa beyine Gurbette yaşıyor hasret köyüne Koy verme sen seni demeki kader www.fezalibaba.com PİRSULTAN ABDAL DERNEKLERİ BAŞKANLIĞINA YENİ SEÇİLEN KEMEL BÜLBÜL 24 nisan ermeni soykırımını lanetleyip özür dileme kararı alabilirmi yeni yönetim? ermeni meselesinde düzgün olmayanın siyaseti chp'ye marabalıktır. hadi kolaygelsin! ermeni yurdunun çocuğu pir torunu kemal bülbül.... yürek yangınlarındayım gene bir yanım daragacında, öteki sürgünde sahi! vatan neresi anne? vatanperverlik denen zirva nedir, inceltilmiş ırkçılık degilse? Kara Afrikadan çıktı insan ve sonra yayıldı yeryüzüne tende renk nedir anne, maddenin tabiata uyumunun adı degilse? insanda ırk nedir anne, zalimin sultasina boyun egmekten öte? Ali H. Kanlı 6 Mayıs 2012 / almanya kızılbaş - sayfa 45 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1 Mayıs, Emekçilerin Birlik, Dayanışma ve Mücadele Günümüdür Gerçekten? Bugün, «T.C.» adlı leylim ley devletin değişik şehirlerinde ellerinde «Dünyanın Bütün Emekçileri Birleşin», «1 MAYIS, EMEK, BARIŞ, EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK VE ADALET İÇİN BİRLİK, DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜDÜR» türünden yazılı pankartlar ve afişler tutan yığınların büyük alanlara aktığı ve biri birine sıra vermeden günün önemini vurgulayan konuşmalar yapılacağı gündür. Ancak, bugün düzenlenmesi planlanan açık veya kapalı salon toplantılarından tutun, miting ve yürüyüşlerden hemen hiçbirinde, kendini ilerici, demokrat, devrimci adlandıran örgüt, sendika veya kurumlar adına yapılacak olan konuşmalardan korkarım hiç birinde, bu topraklarda işçi sınıfının İLK partileriyle, sendikaların ve hangi halktan olurlarsa olsunlar, işçilerin, emekçilerin haklarını savunmak, onların insanca bir yaşam için verecekleri mücadeleyi koordine etmek amacıyla kurulan İLK örgütlenmelerin, Elen ve Ermeniler tarafından kurulmuş oldukları hakkında ne yazık ki tek söz dahi edilmeyecek !… İstanbul, İzmir, Selanik, Adapazarı, Zonguldak, Ankara, Samsun gibi şehirlerdeki fabrikalar, tarlalar ve madenlerde çalışanların ilk amele birliklerini kuran, işverenlerle işçiler arasında yapılan yazılı ilk iş sözleşmelerin Ermeni hukukçular tarafından hazırlandığı, bilahare iş güvencesi, daha ileri zamanlarda daha başka hakların elde edilmesi amacıyla yapılan ilk grevlerin de yine Elen ve Ermeni işçilerin başını çektiği bir grup örgütlü insanlar hakkında da susulacaktır eminim ! Elen ve Ermeni halklarının mağduru olduğu akılalmaz barbarlıklarla acıların bile hiç hatırlanmayacağı, o halkların binyıllardır üzerinde yaşayıp, hemen her metrekaresinde yarattıkları zengin uygarlık örneklerinden geçilmeyen kendi öz topraklarında kanlı soykırımlara uğratıldıklarından, anavatanlarından zorla sürüldüklerinden de hiç bahsedilmeyecek tabii !… yani içeriği bu çok önemli değerlerden boşaltılmış bu 1 MAYIS, emekçilerin BİRLİK, DAYANIŞMA VE MÜCADELE GÜNÜ olarak adlandırılabilir mi gerçekten ? SarkisHatspanian Bu böyle olduğu halde, hemen her yerde işçilerin-emekçilerin kardeşliğinden dem vurulacak, halkların kardeşliğine vurgu yapan enva-i türden ve dilden sloganlar atılacak, hatta hemen her sözün hurralarla eşlik edileceği söylemlerde sadece özgürlük, eşitlik, barışa parmak basılmasıyla da yetinilmeyip, o değerlerin propaganda edilipyükseltildiği sözlerle bestelenen şarkılar, türküler de duyulacak mutlaka ! Peki bu leylim ley devletin vatandaşı sayılan ve ara sıra, bazı bazı da olsa «1915-1923 arası Elen ve Ermeni halklarına yapılmış soykırımları, adaletsizce gerçekleştirilen 1924 Mübadelesi, Varlık Vergisi, 20 Kur’a Askerlik, 6-7 Eylül 1955, 1963 ve 1974 Kıbrıs olayları, ve bunun gibi daha nice barbarlık, zulüm, ihanet ve kanlı katliamlar-soykırımlara» karşı seslerini yükselterek «hesabını soracağız» diyenleri, daha dün denecek kadar yakın bir tarihte, 19.Ocak.2007’de şehit edilmiş değerli insanımız Hrant DİNK’in kahpece katli sonrasında «Hepimiz Ermeniyiz» diye sokaklara sığmayan bir insan selinin gerçekten gönüllü katılımcılarından farzetsek de, geçtiğimiz yıl planlı olarak ve özellikle bir 24.nisan günü katledilen kardeşimiz Sevak Şahan BIÇAKÇI’nın mezarının ilk baharında, toprak anamızın henüz baharın ilk otunu bile neredeyse yeni yeni doğurduğu, İNSANSAL ve TOPLUMSAL HAFIZADAN yoksun yığınların, Elen ve Ermeni halklarının işçi ve emekçi evlatlarının çok değerli çabalarını takdir edip, dökülen terlerini saygıyla anacağı yerde, aklının ucundan bile geçirmeyip, hiç hatırlamayacağı bugün, Değerli insan Demir KÜÇÜKAYDIN bundan sadece günler önce yazıp-yayınladığı bir makalesinde, sanki bu 1 Mayıs’ın nasıl geç(iştiril)eceğini önceden biliyormuşçasına; «Sol veya Sosyalist örgütler, artık kendilerinin bile “görücüye çıkmak” diye tanımladıkları, 1 Mayıs gösterileri için toplantılar, kimin nerede nasıl yürüyeceğine, nasıl güçlü ve etkili görüneceklerine ilişkin ince hesaplar ve pazarlıklar yaptıkları toplantıları sürdürüyorlar. Ama 24 Nisan bunların içinde hiçbir yer tutmuyor. Belki bir iki küçük sol örgütün ve birkaç bireyin bir uğraşı olarak kalıyor. Aslında Türkiyeli sosyalistlerin ve İşçilerin, 1 Mayıs’ın da tıpkı 23 Nisan gibi, 24 Nisan’ı unutturmanın, gizlemenin, gündemden düşürmenin ve bizzat 1 Mayıs’ın kendisini anlamsızlaştırmanın bir aracı haline dönüştüğünü görüp, 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmaları ve 1 Mayıs’ı gerçek 1 Mayıs’ın özünde bulunan mesaja tekrar kavuşturmaları beklenirdi» diye yazmış ve hemen ardından bu çok anlamlı analizini sırtlayarak, İNSAN adlı çok sert ve sarp yamaçlarla dolu dağın, ulaşılması imkansız denecek kadar zor bembeyaz doruğuna doğru çıkışa başladığı yürüyüşünü «Artık 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak, kendi zıddına dönmüş, Türkiye’deki demokrasi, hak ve eşitlik mücadelesine hizmet etmekten çıkmış bulunuyor. 1 Mayıs artık açıkça 24 Nisan’ı örtmenin, gündemden düşürmenin, bilinçlerden uzak tutmanın bir aracına dönüşmüşken; 24 Nisan egemenler ve anti demokratik güçler için 1 Mayıs’tan bin kere daha patlayıcı bir özelliğe sahipken; 1 Mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamakta ısrar etmek, bu politikanın basit bir aracı olmaktan başka bir sonuç vermez. 1 Mayıs’ı 24 Nisan’da yapmalı. En azından demokratlar, sosyalistler, “24 Nisan Ermeni Katliamı en azından vicdanlarda mahkum edilmedikçe, bu topraklarda bir matem ve utanç kızılbaş - sayfa 46 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 günü olarak anılmadıkça, 1 mayıs’ı 1 Mayıs’ta kutlamak bizlere haram olsun” diyerek 1 Mayıs’a gerçek politik anlamını, işlevini; enternasyonalist, demokratik ve eşitlikçi anlamını tekrar kazandırabilirler. Bu vesileyle tüm Türkiye’nin sosyalistlerini bu konuyu tartışmaya, gündeme almaya ve böyle davranmaya davet ediyorum» sözleriyle sürdürmüş ve «Şu an belki çok geç. Ama hala yapılabilecek bir şeyler olabilir. Örneğin bu 1 Mayıs’ta 1 Mayıs’ın bütün sloganları, 24 Nisan katliamı üzerine yapılabilir. Örneğin, “Bugün 1 Mayıs değil 24 Nisan!” diye bir slogan bu 1 Mayıs’a damgasını vurabilir. Ve gelecek yıllardan itibaren 1 Mayıs gösterileri 24 Nisan’larda yapılabilir» önerisiyle noktalamıştı. Sayın KÜÇÜKAYDIN’ın bana «Doğru söze ne denir ?» söylemini hatırlattığı bu eşsiz satırlarından sonra birşey söylemeye kalkmanın ABESLE İŞTİGAL anlamını taşıyacağını çok iyi bildiğim halde, üç gün önce edindiğim yazılı bir iletide merkezi İstanbul’da bulunan NOR ZARTONK adlı bir Ermeni gençlik örgütünün 1 Mayıs öncesi yayınladığı «Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik için 1 Mayıs’a; Nor Zartonk olarak 2008′den itibaren her sene olduğu gibi “EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK / ՀԱՒԱՍԱՐՈՒԹԻՒՆ, ԱԶԱՏՈՒԹԻՒՆ , ԵՂԲԱՅՐՈՒԹԻՒՆ” şiarıyla, bu yıl da 1 Mayıs Salı günü, Taksim 1 Mayıs Alanı’na yürüyoruz !» çağrısını okuyunca, elimde olmadan 1976 yılında Taksim Meydanı’nda ilk defa kutlanan 1 Mayıs gösterisine bir grup Ermeni ilerici-yurtsever gençliği olarak elimizde Ermenice «Կեցցէ՛ 1 Մայիս, Yaşasın 1 Mayıs» pankartıyla katıldığımız o güzelim günün her anını hatırlayıp-yaşayarak, Facebook sayfamda “1 MAYIS öncesi «T.C.»’de kendini devrimci adlandıranlar hakkında fikir edinebilmek için bir önerim var: 1,5 milyon insanımızın soykırıma uğradığı tarihi simgeleyen 24 nisan günü onlar Taksim’de topu topu 5 bin kadar insan toplayabildiklerini bildirdiler. Bakalım 1 mayıs günü Taksim meydanında ne kadar toplanacaklar, hep beraber oturup sayalım da ondan sonra şapkamızı önümüze koyup, ‘işçiköylü-emekçi’ diyen tüm bu insanlar için ‘ERMENİ HALKINA BİÇİLEN DEĞER ASLINDA NE KADARDIR ?’ sorusu etrafında düşünelim. Öyle bir değer onlar için gerçekten varsa tabii !” diye yazmaktan kendimi men etmek istemedim. Bugün, hangi halktan olurlarsa olsunlar «İş, barış, özgürlük, adalet ve halkların kardeşliği için» 1 Mayıs gösterilerine katılan tüm o insanların, 1 Mayıs’ı bu topraklarda 1909’dan beri hep kutlayan, ilk işçi sınıfı partileriyle, emekçi insanların hakkını savunmak için sendikal ilk mücadele örgütlerini kuran halklara fazlasıyla layık oldukları saygıyı göstermelerini ve bulundukları tüm alanları Elen halkının anadilinde «Ζήτω 1 μάη», Ermeni halkının dilinde «Կեցցէ՛ 1 Մայիս» sloganlarıyla yerden-göğe inletmelerini ister, onlardan böylesine onurlu bir davranışta bulunmalarını beklerdim. O zaman belki, hem mazlum halklarımıza kendileri tarafından verilen asıl değeri görmemiz sağlanmış olurdu, hem de NOR ZARTONK gençlerinin büyük bir inançla anadilimiz Ermeniceyle haykıracağı “ՀԱՒԱՍԱՐՈՒԹԻՒՆ, ԱԶԱՏՈՒԹԻՒՆ , ԵՂԲԱՅՐՈՒԹԻՒՆ / EŞİTLİK, ÖZGÜRLÜK, KARDEŞLİK” şiarı, önce eşitlik, sonra özgürlük, ancak ondan sonra arzulanan kardeşlik sıralamasıyla dillendirilen bu söyleme hakettiği anlam yüklenirdi ! Gençlerimizin, 1 Mayıs çağrılarını tam da bu özlemle «Կեցցէ՛ 1 Մայիս, Yaşasın 1 Mayıs, Bijî 1 Gulan, Ζήτω 1 μάη, орэпсэу жъоныгъокlым и 1, Skudas 1 Maisi, »ايحيgibi farklı dillerde ifade ederken de, aynen 104 yıl öncesinde olduğu gibi 1908 Meşruti- yet Mitinglerine katılarak “özgürlük, eşitlik ve adalet” isteyen Elen ve Ermeni soydaşlarınca taşınan umutların neredeyse bire bir aynısını yüreklerinin derinliklerinde taşırken de, ifade edemedikleri halde bilinçaltlarında varolan, aynı alanda yan yana, omuz omuza durdukları tüm o insanlardan tek beklentileri de, 1908’de atalarının desteğiyle iktidar olabilmiş, insanlık tarihinin belki de en büyük vefasızlık örneğini sergileyerek Ermenilere reva gördüğü, akılalmaz bir ihaneti gerçek kılan gücün yaptığı vahşetin korkunç sonuçlarının ortadan kaldırılması temelinde, insanlığa karşı işlenen ve zaman aşımı olmayan soykırım suçunun cezalandırılması yönünde atılması istenen somut adımlarla, dürüst çabalar ve en az onlar kadar önem taşıyan tertemiz rüyaları, namuslu duruşlara sahip olabilmeyi İNSANİ ERDEM sayanların topraklarımızda giderek çoğalmasıdır. Bu rüyanın gerçekleşebilmesi için ne yapılması gerektiğini lafı ağzında hiç gevelemeden formüle eden Demir Küçükaydın adlı büyük aydının önerdiği tartışılmaz doğruları yaşama geçirmek ise, insallaşmayı kendine amaç edinen herkesin anasından emdiği süt kadar helal bu onurlu adımı atma bilincine ulaşarak, uygarlığı, içindeki karanlığa değişebilmesine bağlıdır sadece ! Sarkis HATSPANIAN 1.Mayıs.2012 Yerevan – DOĞU ERMENİSTAN kızılbaş - sayfa 47 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sachsenhausen’dan Aşkale’ye... Berlin’deki mültecilik yaşamımda en çok ziyaret ettiğim yer, kente 35 km. uzaklıkta Oranienburg kasabasında bulunan Sachsenhausen Toplama Kampıdır. tırılmışlardı. [“Düşmanı denize dökmek” ve “yol zahmetine dayanamayıp öldüler” söylemlerini bir yerlerden hatırlıyoruz değil mi?] Sachsenhausen, Nazi toplama kampları içinde işkence ve barbarlıktaki kondisyonuyla hayli ünlü bir kariyere sahip. Her gün onlarca insanın dövülerek, işkenceyle, kurşuna dizilerek veya idam edilerek öldürüldüğü bir yer. 47.Sovyet Ordusu 22 Nisan 1945'de kampa vardığında 1.400’ü kadın olmak üzere sadece 3.000 tutsağı kurtarabilmişti.[3] 1938 yılında açılan bu kampta kurtarıldığı 1945 yılı Nisan’ına kadar 7 yıl içerisinde toplam 200 bin kişinin üzerinde insan tutsak edilmiş; 20 bini Yahudi, 6 bini Roman/ Sinti olmak üzere, komünistler, rejim karşıtı direnişçiler, eşcinseller ve değişik ülkelerden savaş esiri toplam 87 bin kişinin de öldürüldüğü tahmin ediliyor.[1] O şimdi bir “Gedenkstat”, yani “Anımekanı”. Sık sık oraya gidiyorum; şimdi burada meraklı ziyaretçilerin bozdukları ıssız ama bir ölüm sessizliğinin arkasında nasıl büyük acılar yattığını duymaya çalışıyorum. Üzerine ne kadar boya çekilirse çekilsin, ne kadar sterilize edilirse edilsin işte şu gestopo sorgu merkezinde direnişçi mahkumların yumruk ve tekmeleriyle hücrelerin demir kapılarında bıraktıkları izler öyle yakın, öyle tanıdık ki... İşte bir başka hücrede “Önce komünistleri götürdüler, ses çıkarmadık... sonra... sıra bize geldiğinde ses çıkaracak kimse kalmamıştı” diyen Rahip Martin Niemöller’in[2] kaldığı ölüm hücresi... Hücrelerde sık yenilendiği belli olan ama yinede kurumuş çiçekler eski fotoğrafların altında özür diler gibi hüzünle yatıyorlar. Recep Maraşlı Tutsakların üzerinde tıbbi deneylerin yapıldığı kamp revirine “Patoloji” deniyor: İşkence aletlerine dönüşmüş cerrah gereçleri camekanların arkasında bile tehditkarlar. Duvarlara asılmış fotoğraflarda, mahkumların kollarına vücutlarına yapılmış dövme resimlerin bulunduğu derilerin kesilerek abajurlarda kullanılmış olduğunu gösteriyor. Zemin kat ise şimdi tertemiz, ama burasının bir zamanlar kanlar içinde üst üste yığılmış cesetlerin bekletildiği bir morg. Su ve zaman her şeyi temizleyemiyor... ve ceset taşımaktan eskimiş bir el arabası... Daha ileride şimdi sadece parçalanmış zemini belli olan gaz odaları ve hemen yanı başında fırınlar duruyor. Berlin’deki ilk krematoryum (ceset yakılan fırınlar) da 1940 yılı Nisanında burada inşa edilmiş! Soğukkanlılıkla işlenen toplu cinayetler ve cesetleri yok etme düzenekleri. Cesetler yakılmadan önce yararlanılabilecek neleri varsa soyulmuş; çuvallar dolusu saçlar, öbek öbek takma dış yığınları, gözlük parçaları... Her şey üçgenlerle kategorize edilmiş burada. Yahudiler sarı üçgen, komünistler kırmızı üçgen, a-sosyaller siyah üçgen, eşcinseller pembe üçgenle kategorize edilmişler. Girişteki Yeni Müze salonunda etkileyici bir sergi vardı; Eşcinsel oluşlarından dolayı binlerce insanın çalışma kamplarında öldürülmüş olduğunu ilk kez burada öğrendim. Ve İnanılması zor ama “ırk bozanlar” diye bir kategori daha var: bir Yahudi ya da bir “öteki”yle evlenmeye cüret etmiş olanlar, kısacası Alman-Yahudi melezleri... Onlar da cezalandırılmış kamplarda. Kampın ortasından gökyüzüne acı dolu bir anıt yükseliyor, o da üçgenlerle işlenmiş... Kampın yerleşim biçimi bile üçgen.. Mimari olarak en kullanışlı ve verimli “ideal kamp biçimi” buymuş.. Kampın en dramatik günü ise 20-21 Nisan 1945’de yaşanıyor. Sovyet Birliklerinin Berlin’e yaklaşmakta oluşu üzerine Naziler Kamptaki tutsakların kurtarılmasını önlemek için onları Wittstock üzerinden Lübeck’e nakletmek üzere ölüm yürüyüşüne (“Tödesmarsh”) zorluyorlar. Zaten son derece güçsüz düşen yaklaşık 35 bin kişi öldü veya vuruldu. Aralarından 400 kişi ise SS’ler tarafından gemilere doldurularak ba- Evet, 2000 yılından beri sık sık Sachsenhausen’da eziyet çekmiş, ölmüş insanların anılarını ziyaret etmek üzere oraya giderim, bir bakıma gelecekteki Diyarbekir zindanı müzesini ziyaret ederim... Bu büyük acılar elbette hiç bir biçimde bir biriyle kıyaslanamaz; ama yine de insan kendi yaşadıklarıyla, tanık olduklarıyla bir özdeşleşme yaparken buluyor kendini. Bu insanların oradaki yapılara, havaya, toprağa sinmiş olduğunu sandığım acılarını paylaşma ihtiyacı hissederim sıklıkla. Ve burada yaşanmış olanlarla kendi ülkemin, doğduğum coğrafyada yaşanmış ve yaşanmakta olan acılarla bir özdeşleşme bulurum. Diyarbekir zindanı da bizim için bir toplama kampı gibiydi sonuçta... 80'li yıllarda koğuşlarda gece nöbeti tutarken, göreceğimiz son şeyin nice zulümlere tanıklık etmiş bu duvarlar olacağını düşünürdüm. Tesadüfen ölünebilecek yaşlarda tesadüfen yaşıyorduk! Acaba dışarıda yaşayan insanlar burada yaşananlardan haberdar mıydı? Bir gün olup da bu mekanları ancak müze olarak görülebilecek yerler haline gelecek miydi? Şimdi insanlık tarihinin gördüğü en acılı zulüm mekanizmalarının çalıştığı mekanlardan biri olan bu Toplama Kampında dolaşırken yine aynı şeyleri düşünüyorum... Toplama Kampının Türk ziyaretçileri... Diyarbekir zindanına yolculuk yapmamı sağlayan kampın, Türkiye ile ilgili başka ilginç hikayeler barındırdığını da öğrendim sonradan. Kampın arşiv ve dokümantasyon merkezinde de okumalar yapıyordum. Burada çalışan bazı Alman dostlar 2004 yılı başlarında beni arayarak, Sachsenhausen’daki bazı belgelerde, 1942 yılında burayı “özel istekle incelemelerde bulunmak üzere” ziyaret kızılbaş - sayfa 48 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 etmiş üst düzey iki Türk bürokratının adlarına rastladıklarını söylediler. Bu kişileri tanıyor olabileceğimi düşünmüşlerdi. Belgeleri birlikte inceledik; 1943 Şubat ayında özel istekle toplama kampını ziyaret eden iki Türk görevlisinin adları Halûk Nihat Pepeyi[4] ve Salahattin Korkut[5] idi. Bu isimler popüler değillerdi, çok kimse onları tanımıyordu. Hafızalar biraz zorlanınca Halûk Nihat Pepeyi’nin 50’lili yıllarda Lise Kitaplarındaki hamasi Çanakkale şiirinin yazarı olduğu hatırlanabildi o kadar.[6] Daha sonra üzerinde bir süre çalıştım. Ve işin ucu 1943 yılında Varlık vergisiyle mülksüzleştirilen gayrimüslimlerin toplandıkları Aşkale çalışma kamplarına kadar, yani benim doğup büyüdüğüm kente Erzurum’a kadar uzandı bu hikaye... Salahattin Korkut ve Haluk Nihat Pepeyi Türk devletinin verdiği resmi görevle Nazi Almanyasını ziyaret ederken, Türkiye’nin yüksek düzeyde iki Emniyet yetkilisiydiler. Ölüm kampını ziyaret ettiklerinde Haluk Nihat Pepeyi, İstanbul Emniyet Müdürüydü. Selahattin Korkut ise Emniyet Genel Müdürlüğü Azınlıklar Şube Başkanıydı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Varlık Vergisi'yle gayri müslim mükelleflere karşı yapılacak toparlama, gönderme operasyonun merkez üssüydü. Haluk Nihat Pepeyi, Almanya ziyaretinden 5 ay sonra Erzurum Valiliği görevine atanmıştır; yani Aşkale kamplarının bulunduğu kentin en yüksek mülki amirliğine... Kampın iki Türk ziyaretçisiyle ilgili kapsamlı bilgileri değerli araştırmacı Rifat Bali ortaya koydu. Pepeyi hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşan ve yakınlarıyla da bizzat konuşma olanağı bulan Bali'nin konu üzerinde Toplumsal Tarih Dergisinde iki makalesi yayınlandı. "İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk Pepeyi Almanya’dan ne getirdi ? -Talat Paşa’nın kemiklerini mi? Nazi fırınları mı?" diye sorarken, o günlerde İstanbul'un Balat semtinde inşa ettirilen ve İstanbul'da- ki Yahudi cemaati arasında yaygın olarak Yahudilerin yakılması amacıyla inşa edildiğine inanılan "Balat Fırınları" üzerinde de bilgiler vermektedir. Bali, bu gezinin içeriği ve sonuçları hakkında oldukça ihtiyatlı bir yaklaşım göstererek "Pepeyi ve Korkud’un neden özellikle Sachsenhausen Temerküz Kampı’nı ziyaret etmeyi arzuladıkları, Türkiye’de benzeri bir temerküz kampı kurma tasarısının gündeme gelip gelmediği, şayet geldi ise hangi şartlarda ve ne gerekçe ile geldiği meçhuldür." demekte ve "Eldeki mevcut veri ve belgelerden, şimdilik kaydıyla ulaşılabilecek sonucun tatmin edici olmadığı"[7] yönünde bir görüş bildirmektedir. Ben ise kendi incelediğim dokümanlar ve dönemin olgu ve eğilimleri ışığında bu ziyaretin çok yönlü amaçları bulunmakla birlikte hepsinin Türk hükümeti açısından Nazi Almanyası ile bir işbirliği ve deneyim ithalini niyetini ortaya koyduğu görüşündeyim. Toplama kamplarında inceleme yapılması, Talat Paşa'nın kemiklerinin İstanbul'a getirilmesi; Hükümetin Ermeni ve Rum gibi yerli Hristiyan halklara yönelik "etnik temizlik" mirasını sürdürme kararlılığının üzerine ek olarak Anti-Semitist politikayla birlikte Nazi Almanyası ile ideolojik-siyasi bir senkronizasyon kurma çabasını gösteriyor. Bu konuya "1915 Soykırımı" çalışmamda da değinmiştim.[8] Bali'nin makalelerinde tartıştığı diğer verilerin de aslında bu yargıyı güçlendirdiği kanısındayım. gali altında bulunan memleketlere mesleki tetkik seyahati" olarak belirtilmektedir. [9] Almanya'da ise 7 Ocak 1943 tarihli bir RSHA (Devlet Güvenlik Merkez Ofisi) [10] belgesine göre "Türk İstihbarat Teşkilatı veya Türk polisinin ileri gelen iki temsilcisinin Almanya’ya ve işgal altındaki bölgelere yapacağı ziyareti ile ilgili SS Kuvvetleri Komutanı Himmler[11] talimatı uyarınca ayrıntılı bir gezi programı" çıkarılarak gizli bir telgrafla ilgili birimlere gönderilmişti. [12] RSHA Şefi Walter Schellenberg’[13]in çıkardığı gezi programına göre 1 Şubat 1943 tarihinde "Sachsenhausen Toplama kampında inceleme" yapılacağı belirtilmiş ve "Özel istek" olarak parantez içinde not düşülmüştü. Türk heyeti 10 Ocak 1943'de İstanbul'dan karayoluyla hareket etti ve 14 Ocak'ta Viyana'da karşılandılar. Buradan da anlaşılacağı gibi heyetin Sachsenhausen Toplama kampı ziyareti daha Almanya'ya hareket etmeden önce planlanmış bulunuyordu. Buradaki "özel istek" ibaresi Toplama kampı ziyaretinin Türk hükümetince önceden ve "özellikle" talep edildiğini vurgulamaktadır. Almanca'da "besondere wunsch" ifadesi "kişisel bir arzu" anlamında değil "bilhassa önem verilen bir istek" anlamındadır. Arşiv belgelerine göre ziyaret Haluk Nihad Pepeyi Sealahattin Korkut İstanbul Emniyet Müdürü Halûk Pepeyi ile Emniyet Umum Müdürlüğü Dördüncü Şube Müdürü Salâhattin Korkud’a diplomatik pasaport verilmesini kararlaştıran 6 Ocak 1943'te tarihli Bakanlar Kurulu kararına göre gezinin amacı “Almanya ile Alman iş- Çalışma kampında inceleme yapacak olan iki Türk ziyaretçinin gezi programı ve Karl Hermann Frank’[14]ın direktifleriyle 26 Ocak 1943 tarihli bir yazı ile Sachsenhausen Toplama Kampı Komutanlığına bildirildi.[15] İki Türk Emniyet yetkilisinin 1 Şubat 1943 tarihinde Sachsenhausen‘da inceleme yapmaları uygun bulunmuştu. Kamp komutanlığının belgelerinde ise Haluk Nihad Pepeyi ve Selahaddin Korkut’un yaptıkları ziyaret kampın “önem verilmesi gereken faaliyetler” listesinde[16] yer almaktadır. SS Tugaykomutanı Richard Glücks[17] ve Kamp komutanı Albay Anton Kaindl[18] rehberliğinde ve gösterişli bir program hazırlanmıştı: Tanışma töreni, incelemeler ve yemek ziyafeti... Ziyaretçilerin onuruna verilen öğle yemeğinde: Haluk Nihad Pepeyi ve Selahaddin Korkut’tan başka SS Tugay Komutanı Richard Glücks, SS kıtası ve kamp komutanı Anton Kaindl, SS üsteğmeni ve şef doktoru Dr. Heinz Baumkötter, SS Yüzbaşı Matisiath, SS Asteğmen [Heinrich Otto] Wessel ve SS İstihbarat Servisi SD’den Asteğmen Finger hazır bulunmuşlar. Wessel aynı za- kızılbaş - sayfa 49 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türk Heyeti, Berlin'de Nazi toplama kampında "mesleki" incelemeler yaparken, aynı gün İstanbul'da da bir grup mükellef Trenle Aşkale Çalışma kampına sevkedilmek üzere Çöp kamyonlarıyla Sirkeci Garı'na götürülüyorlardı manda çevirmenlik yapıyordu. Kamp belgelerinde ziyaretçilerin öğle yemeği menüsünde neler yiyecekleri bile ayrıntılı olarak yazılmış. Savaş ve kamp koşulları düşünüldüğünde mükellef bir ziyafet: Et suyu, Yeşil sazan balığı ve patates salatası, beyaz şarap, Kaz ciğeri, patates, kırmızı lahana, kırmızı şarap, Tatlı elma püresi, Kahve.[19] Bir başka belgenin tanıklığına göre Toplama kampına "özel istek"le yapılan "mesleki tetkik ziyaret"inin amacı daha yılın biçimde ifade edilmektedir. Ziyaret sırasında kamp doktoru olan Dr. Heinz Baumkötter, "Tutsaklar üzerinde ölümcül deneyler yapmak, ölümlerine sebebiyet vermek, gaz odalarına sevk için seçiçiliki" gibi suçlamalarından dolayı Ocak 1956 yılında Münster'de yapılan yargılamada sorgusunda şöyle söylemektedir: “Bir keresinde Sachsenhausen'da Türk hükümetinden bir heyetin bulunduğunu hatırlıyorum ve Türk içişleri bakanı, diğer bazı üst düzey subaylar ve hükümet yetkilileri, dediklerine göre kendi ülkelerinde de benzerlerini inşa etmek amacıyla bu kurumlar hakkında bilgi edinmek için bulunuyorlardı.” [20] 14 Ocak 1943’te Viyana'da başlayan gezinin ilk etabı karayoluyla 17-18 Ocak'ta Prag, 19-21 Ocak'ta Berlin, 22 Ocak'ta Lahey, 23 Ocak'ta Brüksel, 24-25 Ocak'ta Paris, 26 Ocak'ta Bordo, 28 Ocak'ta yeniden Paris, 29 Ocak'ta Mannheim ve 30 Ocak'ta yeniden Berlin'de sona eriyor. Berlin'de Berlin’deki Kriminal Polis ve SS merkezlerinde incelemeler yapan heyet, Reichtag'ta bir oturuma katılarak ve Göbels'in nutkunu dinlediler. Almanya'nın diğer kentlerinde Alman işgali altındaki yerlerde ise konuklara daha çok sanayi tesisleri, silah fabrikalarını, güvenlik kurumları gezdirildi. Ziyaretçilerin sadece polis bürokratları olmasına rağmen, Almanlarca geziye çok önem verildiğini ve etkilemeye çalıştıklarını gösteriyor. 31 Ocak'ta Rostock ve 1 Şubat'ta da Sachsenhausen Toplama Kampını ziyaret eden heyet, 2 Şubat'ta Wansee'deki Konukevinde Emniyet ve İstihbarat Teşkilatları başkanlarının da katıldığı bir veda ziyafetiyle Almanya'ya veda ediyor. Gezinin son etabında uçakla seyahat ediliyor. 3 Şubat'ta Posen'e, 4 Şubat'ta Krakov'a, 5 Şubat'ta Kiev'e, 6 Şubat'ta Kırım'a gidiyorlar. Gezi yine uçakla Bükreş üzeri Sofya'ya gelinmesiyle 8 Şubat'ta son buluyor. Türk heyeti Sofya'dan Türkiye'ye hareket ediyor. Sachsenhausen Kampı müzesindeki belgelere göre ziyaret için "özel istek"te bulunanın sadece Türk hükümeti olmadığı anlaşılıyor. Irak'ın eski başbakanı Raşid Ali el-Geylani ve Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseyin de toplama kamplarında inceleme yapma isteklerini iletmişler. 15 Temmuz 1942 tarihli bir istihbarat raporuna göre Alman büyükelçisi Dr.Fritz Grobba, El-Geylani'nin gerekçesinin Irak'ta benzer kamplar kurmak için uygun bir örnek olup olmayacağını sınamak olduğu belirtiliyor. [21] Kamp İspanya Falanjist rejiminin polis şefi Jose Conde de Mayelde ile İsviçre Polis şefi Heinrich Rothmund tarafından da ziyaret edilmiş. Bu da Sachsenhausen Toplama kampının Naziler tarafından polis şeflerine "zararlı etnik ve sosyal unsurları" enterne etmek adına "örnek" bir uygulama olarak sunduklarını gösteriyor. Sachsenhausen kampının bir özelliği de tutsakların angarya çalıştırılmadaki verimliliğiyle ünlü oluşuydu. Tutsakların “çalıştırılırken öldürülmeleri”, Nazilerin sosyal-darwinist teorileriyle örtüşen bir anlayıştı. Böylece hem zararlı saydıkları unsurlardan azami ölçüde yararlanmış, hem de zayıf, güçsüz, işe yaramayanların öncelikle “elenmesini" sağlıyorlardı. SS’ler bu amaçla “Toprak ve Taş Atelyesi”(DESt) ve “Alman Donatım Atelyesi” (DAW) şirketleri kurmuşlardı. Tutsaklar Çalışma kamplarında bu şirketlerin üretim hedeflerine göre çalıştırılıyorlardı. Özellikle savaş malzemeleri üretimi için de işgücünün seferber edildiği bir yerdi. Sachsenhausen’de tutsaklar ağır koşullar altında Allgemeine Elektrizitäts-Gesellschaft (AEG), Siemens & Halske, DEMAG-Panzerwerk, Heinkel Flugzeugwerke, Daimler-Benz-Werke ve IG-Farben gibi şirketlerin savaş ürünleri için çalışmışlardı. 2. Dünya savaşının bütün cephelerde tüm şiddetiyle sürdüğü, sosyal ve ekonomik krizin hat safhaya ulaştığı 1943 yılının kış-kıyamet günlerinde Türk hükümeti iki önemli Polis Müdürünü hangi "mesleki tetkikler" yapmak için Almanya'ya gönderdi? Özellikle bir Toplama Kampında inceleme yaptırmak istemelerinin amacı neydi? Şükrü Saraçoğlu hükümetinin "gayrı-Müslim azınlık"ları hedef alan Varlık Vergisi'ni yürürlüğe koyduğu; son derece ağır vergiler yüzünden her şeyini kaybeden ama buna rağmen borcunu ödemediği gerekçesiyle Rum, Yahudi, Ermeni veya Muhtedi mükelleflerin Çalışma Kamplarına gönderilmeye başlandığı bir sırada ilgili polis Müdürlerinin Nazı toplama kamplarında "mesleki tetkik" yapmalarının başka ne izahı olabilir ki? Çalışma Kampları kurulması Saraçoğlu hükümeti tarafından bu geziden çok önce tasarlanmış; yasal dayanağı hazırlanmış, TBMM'de de onaylanarak yasalaşmıştı. İsmet İnönü'nün "Milli Şef", İttihat Terakki'nin eski İzmir milletvekili Şükrü Saraçoğlu'nun Başbakan; Recep Peker'in de İçişleri Bakanı olduğu bu dönemde çıkarılan "Varlık Vergisi" ve buna bağlı olarak "Çalışma Kampları" uygulamaları gezinin zihinsel arka planı hakkında yeterli bir fikir vermektedir. Görünürde II. Dünya savaşının dayattığı ekonomik krize karşı bir önlem olarak sunulan Varlık Vergisi Kanunu, 11 Kasım 1942 yılında TBMM tarafından “oybirliği ile” kabul edilmişti. Kanun "Çalışma Kampları" kurulmasının gerekçesini ve yasal dayanaklarını da belirlemişti. Vergi mükelleflerinin %87'si "gayrimüslim azınlık"lardan oluşuyordu ve dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu yasayla açıkça belirtilmeyen, gizli amaçlarını CHP grubunda yaptığı konuşmada şöyle savunuyordu. Türk heyetinin inceleme nedenlerinden biri de bu “çalıştırma” biçimleri olabilir. Zira Aşkale-Pırnakkabın ve Sivrihisar’daki Kamplar da angarya çalıştırılma esasına göre kurulmuşlardı. Türk hükümetinin amacı "Bu kanun...bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz." [22] kızılbaş - sayfa 50 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Varlık Vergisi Kanunun'un "Çalışma Mecburiyeti’ne Dair Hükümleri"ne göre Varlıkları yetmeyen Mükellefler çalışma kampına götürülecek ve geri kalan borcunu çalışarak ödeyecekti. uygulamaların "genlerinde 1915 jenosidinin ruhunu taşıyan bir ekonomik soykırım" olduğu görüşündedir.[25] - "İlk taksit süresi tamamlandıktan sonra vergiyi ödemeyenler, günde 250 kuruş yevmiye ile bedenen çalıştırılacak; bundan 60 kuruş vergi kesildikten sonra geriye kalan 190 kuruşun yarısı Varlık Vergisi’ne, yarısı da iaşe bedeli olmak üzere alıkonulacaktır. - Hastalık veya sakatlık dışında hiçbir yükümlünün sevki tehir edilemez. Sevk kararına karşı idari ve adli organlarda dava açılamaz. Tüm masraflar kendilerine aittir. - Yükümlüler, Nafıa Vekáleti’nce tespit edilen işyerlerinde çalıştırırlar." [23] Bir defalığına salınacağı belirlenen ve itirazı mümkün olmayan vergilendirmenin özel Takdir Komisyonları tarafından saptanıp uygulanması öngörülmüştü. Mükelleflerin kim olacağına ve ne kadar vergi ödeyeceklerine bu komisyonlar karar verecekti. Kemalist bürokratlardan, Türk ve Müslüman iş adamlarından oluşan komisyonla,r iktidarın talimatı, “güvenilir” tüccarların ve MİT’in verdikleri raporlarla bir kılıç gibi çalışarak “kelle uçurdu”. Komisyonun belirlediği tutar 15 gün içinde ve nakit olarak vergi dairesine yatırılmak zorundaydı. Bu tutarı yatırmayanların ve birinci dereceden akrabalarının bütün mal varlığına el konuluyor, icra marifetiyle satışa çıkarılıyordu. Mükellefler (M)Müslüman, (D)dönme ve (G)gayrimüslim ve (E)Ecnebi olarak dört liste halinde tasnif edilmiş; özellikle gayrimüslimlere diğerleriyle mukayesesiz vergiler yüklenmişti. Ermenilerden % 232, Rumlardan % 156, Yahudilerden ise % 179 oranında Varlık Vergisi istenmekteydi. Ecnebi olarak anılan Levantenler ve yabancı ülke vatandaşları da hedefin içindeydiler. Müslümanlardan alınan vergi ise % 5 civarındaydı. Varlık Vergisi çıktığında Türkiye Cumhuriyeti'nin bütçesi 385 milyon liraydı; Vergi yoluyla hazineye 500 milyon para kazandırılması düşünülüyordu. Kayıtlara göre gayrimüslimler arasında kabaca 26.000 kişi hiçbir serveti olmayan, zar zor geçinen fakirlerdi. Amele, hizmetçi, kapıcı, seyyar satıcı olan gayrimüslimlerden 26 bini de bu vergiyi ödedi. Oysa aynı alanlarda çalışan Müslümanlar vergiden muaf tutulmuştu. Varlık Vergisi sırasında İstanbul Defterdarı olan Faik Ökte, bu acımasız uygulamanın vicdan azabını yaşayarak Kanunun uygulaması hakkında 1951 yılında yazdığı "Varlık Vergisi Faciası" kitabında Başbakan ve kendisi de dahil sorumlu olan herkesin Yüce Divan'da yargılanması gereken bir suç işlediklerini belirterek; Varlık Vergisi’nin “Osmanlı gasp zihniyetinin son hortlaması” olduğunu belirtir.[24] Varlık Vergisi'ni "sermayenin Türkleştirilmesi" olarak tanımlayan Sait Çetinoğlu, Verginin çok fazla, ödeme süresinin ise çok kısa tutulması, pek çok yükümlüyü çok kısa süre içinde varını yoğunu yok pahasına elden çıkarmak zorunda bıraktı. Azınlıklar hızla ellerindeki gayrimenkulları satarak vergilerini ödemeye çalıştı. Ancak hem süre kısaydı, hem de vergi tutarını çıkaramıyordu. Bu dönemde pek çok gayrimenkul, fabrika, depo, ticarethane el değiştirdi. Bu yerlerin yeni sahipleri Türk burjuvazisi ve kamu kuruluşlarıydı. 15 günlük süre ve ek süreler bittiğinde azınlıkların evlerine haciz gelmeye başladı. Kişisel eşyalar da dahil her şeylerine el konuluyor ve satışa çıkartılıyordu. Vergisini veremeyen Avukatlar Baro'dan çıkarılıyor; haciz söz konusu olduğunda kış ortasında sobaya, pencerede perdeye, duvardaki aynaya kadar ne varsa alınıyordu. Oturduğu mülkü satılan kişiye kiracı olma olanağı bile bırakılmıyordu. Zaten zar zor ayakta durabilen "Azınlık"lara ait okul ve hastaneler dahi Varlık vergisinden nasibi almış, kapanmak zorunda kalmışlardı. Sırada mükelleflerin vergisini ödeyememe gerekçesiyle "Çalışma Kamplarına" gönderilmeleri vardı. Mükellef konumundaki erkekler ise gözaltına alınmaya başlandı. Sürgünler Aşkale'deki Pırnakkabın Çalışma Kampında Erzurum’u Tarbzon’a bağlayan transit yolu karlardan temizlemek için ellerinde küreklerle aylarca çalıştılar. Her gün karla kapanan yolu açtılar. Kop Dağı’nda taş ocaklarında çalıştırıldılar, taş kırdılar, yol yaptılar. Resmi rakamlara göre 1380 kişi Aşkale’ye yollandı. Çalışma kamplarında uzun süre kalmış olan Parseh Gevrekyan’a göre kamplara gönderilenlerin sayısı 1400 değil 6 ile 8 bin arasıdır. [27] Faik Ökte’nin kitabında sevk için kampa alınanların dökümü yapılırken 2.057 rakamı verilmekte ve İstanbul’da 1.869 kişi olduğu belirtilmektedir; toplam 3.936 kişi. [28] Aşkale’deki çalışma kamplarındaki zor koşullar nedeniyle 21 kişi yaşamını yitirdi. 1952 yılında İstanbul'da yayınlanan ve Başyazarlığını Ahmet Muhip Dranas'ın yaptığı Hizmet gazetesinin Varlık Vergisi ve Aşkale Mağdurları'yla yaptığı söyleşilerde tanıklar ölü sayısını 30-33 olarak vermektedir. [29] Aslen bu kamplarda fazladan işkence ve kötü muamele yoktu. Ancak ortalama eksi 15 derecede çalışan, yaş ortalaması 50 civarındaki yaşlı bedenler bu koşulları kaldırması mümkün değildi. Coğu karla kaplı yollara, dağlara, Erzurum'un soğuğuna dayanamadılar. Çalışma kamplarında kimsenin kendisinden istenen parayı biriktirmesi de zaten maddeten mümkün değildi; çünkü yüzlerce yıl geçmesi gerekirdi. Bir bakıma Aşkale’ye ölüme gönderilmişlerdi. Azınlıkların Erzurum günleri yaklaşık 2 yıl sürdü. Kimisi 6 ay kimisi 1 yıl Erzurum'da azınlık olmanın bedelini ödediler. Almanya ziyaretinin Türkiye'deki algı ve yansımaları Vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler 20 Ocak 1943 tarihli Bakanlar Kurulu kararı doğrultusunda yayımlanan 2 Şubat tarih, 131 no ve 5338 sayılı kararnameyle bedeni çalışmaya mahkum edildi. İlk Toplama Kampları İstanbul'da iki noktada oluşturulmuştu; burada toplanan mükellefler, Anadolu'da oluşturulan kamplara sürülecekleri günü ve saati beklediler. İstanbul Emniyet Müdür Muavini Ahmet Demir, o yıl İstanbul'da yaşanan dondurucu soğuklar altında mükellefleri Toplama Kampından alıp bir çöp kamyonu içinde, balık istifi yığarak Sirkeci garına götürdü. [26] 27 Ocak 1943'de İstanbul'dan trenle yola çıkarılan 32 kişilik ilk kafile Aşkale tren istasyonuna vardıklarında takvimler 1 Şubat'ı gösteriyordu. Kafile kar fırtınasıyla boğuşarak Aşkale'ye, oradan da 15 km. mesafedeki 1721 rakımlı Kop Dağının eteklerindeki Pırnakkabın köyündeki kampa gitmeye çabaladığı saatlerde; İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Pepeyi, Gayrı-Müslimlerle görevli Emniyet şube müdürü Selahattin Korkud ile birlikte Berlin Oranienburg'daki Nazi toplama kampında "mesleki tetkiklerde" bulunuyordu. "Balat Fırınları" üzerinde sözlü tarih çalışması yapmış olan ve aradan yarım asır geçmesine rağmen cemaatin bu konudaki hafızasının oldukça canlı olduğuna dikkat çeken araştırmacı Rıfat N.Bali, o günlerde İstanbul'lu Yahudilerin "Halûk Pepeyi’nin Almanya’yı ziyaret etmesinin tek amacının, insan yakma fırınlarını yerinde inceleyip benzeri bir tesisi Türkiye’de kurmak" görüşünde olduklarını aktarmaktadır.[30] "Dönemi yaşamış İstanbullu Yahudilere göre hükümet, Yunanistan ve Bulgaristan’ı işgal ederek Trakya sınırlarına dayanan Nazilerin Türkiye’yi de işgal etmeleri halinde kullanılmak üzere insan yakma fırınları inşa etmişti. Otuzlu, kırklı yıllarda ciddi kızılbaş - sayfa 51 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 bir Yahudi nüfusunun yaşadığı Balat’ta, ekmek fırını olarak inşa edildiği söylenen ancak hiçbir zaman üretime geçmeyen bacalı bir bina Balatlı Yahudiler tarafından ‘Los Ornos de Balat’ (Balat fırınları) olarak anılacaktır. ... Balatlı birçok Yahudi, bu binanın II. Dünya Savaşı yıllarında İstanbul’da inşa edildiği yaygın olarak söylenen ‘insan yakma fırınları’nın ta kendisi olduğunu iddia ediyordu.[31] Başka Balatlılar ise, Balat’ın Lonca semtinde inşa edilmiş ve duşlarla teçhiz edilmiş modern bir hamamın ‘Balat fırınları’ olduğunu ileri süreceklerdi. Temerküz kamplarındaki gaz odalarında duşların mevcut olması ve yıkanma bahanesi ile buraya götürülen Yahudilerin duşlardan fışkırtılan zehirli gazla katledilmeleri nedeniyle Balatlı Yahudilerin zihninde bu hamam, ‘imha fırını’ olarak yer etmişti. Hasköy’de de benzeri fırınların mevcudiyetinden bahsedilecekti.[32] “‘Balat fırınları’ konusunun 1992 yılında yeniden gündeme gelmesi üzerine aradan yarım asır geçmesine rağmen sekiz Istanbullu Yahudi, “Bina, bizleri yakmak için yapılmış. Inönü, Hitler’e Rusya dönüşünde Yahudiler için gerekli hazırlığın yapılacağı sözünü verdiği için yapılmış bu bina. Hitler’in Rusya dönüşünde bizler fırına gönderilecektik” sözleriyle, aradan geçen elli yıla rağmen bu inancın halen canlı olduğunu bir kere daha göstereceklerdi.[33] DİPNOTLAR [1] Başka bir kaynakta Sachsenhausen’de kayıtlı 132,196 tutsaktan 20,575 kişinin öldürülmüş olduğu belirtiliyor: Carlo Mattogno, “KL Sachsenhausen: Stärkemeldungen und ‘Vernichtungsaktionen’ 1940 bis 1945”, in: Vierteljahreshefte für freie Geschichtsforschung, 7(2) (2003) (online: vho.org/VffG/2003/2). The figures indicated by Mattogno are from the original documentation of the Sachsenhausen camp administration in the State Archive of the Russian Federation in Moscow (GARF, Dossier 7021-104-4, p. 39ff.). [2] Martin Niemöller, (1892-1984), 1937 yılında tutuklanıp Sachsenhausen Kapına gönderilen Niemöller, 1941’de Dachau kampına nakledildi ve 1945 yılında kamp Amerikan Birlikleri tarafından kurtarılıncaya kadar orada kaldı. “Önce Yahudileri götürdüler, Yahudi olmadığım için sustum, komünistleri götürdüler, sustum, sosyal demokratları götürdüler, yine sustum, sıra bana geldiğinde itiraz edecek kimse kalmamıştı.” sözünün sahibi. [3] Rainer Kühn, Konzentrationlağer Sachsenhausen, (Landezantrale für politische Bildungsarbeit Berlin), Berlin 1990; Gunter Morsch (Hrsg), Mord und Massenmord im Konzentrationlager Sachsenhausen 1936/1945, Schriftenreihe der Stiftung Branderburgische Gedenkstaten Band 13, Metropol Verlag 2005 [4] H.Nihat Pepeyi, (1901-1971) Gezi sırasında Istanbul Emniyet müdürüydü: Bu göreve 9 Kasım 1942’de atandı, 21 Ağustos 1943’te Erzurum valisi olarak atanana kadar bu görevde kaldı. 13.07.1945 tarihine kadar Erzurum Valiliği yaptı. Çeşitli illerde Valilik’de bulunduktan sonra Emniyet Genel Müdürlüğü de yapan Pepeyi Demokrat Parti’de siyasete atıldı. 1960’a kadar Demokrat Parti milletvekilliydi. [5] O. Selahattin Korkut, İstanbul eski Emniyet Müdürü, 22 Nisan 1941’den 16 Eylül 1941’e kadar 5 ay bu görevde kaldı. Gezi Sırasında Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Azınlıklarla ilgili 4. Şube Müdürüydü. [6] Haluk Nihat Pepeyi, Çanakkale Destanı, 1936, Kenan Matbaası, İstanbul 1947 / Kültür Bakanlığı, Ankara, 1981; Pepeyi’nin Millî Mücadele Destanı ve Müterake isimli şiir kitapları da bulunuyor. [7] Rıfat N. Bali, “İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk Pepeyi Amanya’dan ne getirdi 1, -Talat Paşa’nın kemiklerini mi? Nazi fırınları mı?”, Toplumsal Tarih, S:150, Haziran 2006, s.41-47; Rıfat N. Bali, “İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Halûk Pepeyi’nin Almanya gezisi-2 Sachsenhausen temerküz kampı’nın Türk ziyaretçileri”, Toplumsal Tarih, S:151, Temmuz 2006, s.38-43 [8] Recep Maraşlı, “Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı”, Peri Yayınları, 2008, İstanbul, s.393, 394 [9] T.C. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 6 Ocak 1943 tarih, 2/19825 sayı, 112-251 dosya, 30.18.1.2 fonkodlu, 100.110.11 yer numaralı belge. Akt; Rıfat N.Bali, “İstanbul Emniyet Müdürü Nihat Haluk Pepeyi Amanya’dan ne getirdi 1 -Talat Paşa’nın kemiklerini mi? Nazi fırınları mı?”, Toplumsal Tarih, S:150, Haziran 2006, s.47 [10] RSHA[Reichssicherheitshauptamtes ]; Nazi Almanyası Devlet Güvenlik Ana Merkezi [11] Heinrich Himmler (1900-1945), Nazi Gizli polisi SS Kuvvetlerinin Şefi, “Uzun Bıçaklar Gecesi” ve “Toplama Kamplarını”nın mimarı. 1945’de intihar etti. [12] RSHA tarafından gönderilen telgrafta gezinin 18 Ocak 1943’de Prag’tan başlayıp 8 Şubat 1943’de Sofya’da sona ereceği belirtiliyor. BA, NS 1973537 Belge No 1-2-3 Gezi programının fotokopileri ektedir. (7 sayfa) [13] Walter Schellenberg (1910-1953) Hitler’in son Gizli Hizmetler (İstihbarat) şefi. 1945’de tutuklandı, Savaş Suçları mahkemesinde yargılanarak 6 yıl cezaya çarptırıldı. [14] Karl Hermann Frank (1898- 1946), SS Ordu komutanı ve Polis şefi. Savaş suçları mahkemesinde yargılandı ve 1946’da idam edildi. [15] Belgenin fotokopisi ilişikte(1 adet) [16] Belgenin fotokopisi ilişiktedir (3 adet) [17] Richard Glücks (1889-1945), SS karargah Komutanlığında, Toplama kampları müfettişliği görevindeydi. Almanya teslim olmadan önce intihar etti. [18] Anton Kaindl, Sachsenhausen Toplama kampının komutanı, Sovyet Askeri Mahkemesince Berlin’de yargılanarak ömür boyu çalışma kampına mahkum edildi. 1951 yılında Workuta’da öldü. [19] Belgenin fotokopisi ekte (3 sahife) [20] Archiv Sachsenhausen, Landgericht Münster Strafverfahren Az. 6 KS 1/61 gegen Heinz Baumkötter u.a., Bd. X (Kopi- en aus Staatsarchiv Münster) Bd. 390.4 (Bl.1.133). JD ı/9 s.12-13 [21] Belgenin fotoğrafı ektedir. (1 adet) [22] Rıdvan Akar; “20. Yüzyılın Malazgirtleri”, Birikim Dergisi, S:71-72, s.65-76 [23] 11 Kasım 1942 tarihli ve 4305 numaralı “Varlık Vergisi Kanunu’nun Çalışma Mecburiyeti’ne Dair Hükümleri”nin 12., 13. ve 15. maddeleri. [24] Faik Ökte; “Varlık Vergisi Faciası”, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul, 1951, s.15 [25] Sait Çetinoğlu, “Varlık Vergisi 19421944” (Ekonomik ve Kültürel Jenosid), Belge yayınları, İstanbul 2009; Çetinoğlu, “Sermayenin Türkleştirilmesi” http:// www.hyetert.com/dosya/sermeyenin_turklestirilmesi.doc [26] “Facia kurbanları neler anlatıyorlar?”, Hizmet, 2 Temmuz 1952; “Çöp kamyonu ile nasıl nakledildik”, Hizmet, 4 Haziran 1952; Akt: Rıfat N.Bali, “1952 Yılı, Hizmet Gazetesinin Varlık Vergisi ile İlgili Yayını”, Toplumsal Tarih, Mayıs 2008, Sayı 173, s.26-33 [27] Rıdvan Akar; “Varlık Vergisi”, Belge yay, İstanbul, 1992 [28] Mustafa ÖZYÜREK, “VARLIK VERGİSİ (VI)”, FİNANSAL FORUM, 29.08.2000 [29] “Facia kurbanları neler anlatıyorlar?”, Hizmet, 2 Temmuz 1952; “Çöp kamyonu ile nasıl nakledildik”, Hizmet, 4 Haziran 1952; Akt: Rıfat N.Bali, “1952 Yılı, Hizmet Gazetesinin Varlık Vergisi ile İlgili Yayını”, Toplumsal Tarih, Mayıs 2008, Sayı 173, s.26-33 [30] Rıfat N. Bali, Yagy. s.47; Keza Bk: Rıfat N. Bali, İkinci Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Azınlıklar, II. Balat Fırınları Söylentisi’, Tarih ve Toplum, cilt 30, Aralık 1998, sayı 180, s. 11-17. [31] Eli Şaul, ‘Tres tristes datas en la historia de los Judios de Turkia’, Los Muestros, Haziran 1994, sh. 10. Akt: Rıfat N. Bali, Yagy. s.47; [32] Marie-Christine Varol, Balat Faubourg Juif d’Istanbul, İsis Yayıncılık, Istanbul 1989, s. 10-11., Akt: Rıfat N. Bali, Yagy. s.47 [33] Mehmet Güç, ‘Cevap bekleyen bir soru daha: Balat’taki iki bacalı binanın sırrı ne?’, Nokta, 19 Temmuz 1992, s. 24-25. Nokta Dergisi’nin haber yaptığı bu konu basında tartışma yarattı. Bkz. Hasan Pulur, ‘Balat’taki Krematoryum’, Milliyet, 18 Temmuz 1992. (devamı gelecek sayıda) http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 52 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontos uyduğunu söylemek mümkün. Jenocidi Ali Sait Çetinoğlu 1 bölüm Pontos İdeali 19 yy’la birlikte milliyetçiliğin gelişmesi, Pontos bölgesinin Hıristiyan nüfusunu da etkiler ve her Osmanlı unsuru gibi öncülüğünü burjuvazinin yaptığı milliyetçi bir canlanmanın etkisiyle birlikte, Yunan ulusuna ait olma duygusu benimsenmeye başlanır. Ancak bu romantik bir bağlılıktır. Gerçekte Yunanistan’ın Pontos’lulara ilgisi yoktur. 19. cu ve 20.ci yüzyılda ortaya çıkan Kimlik Krizi çağdaş Hellenizmin de oluşturucu öğelerinden biridir. Çünkü temel yönelimlerinden biri kendine ilişkin bilincin (öz bilinç) yeni veriler üzerinde yeniden kurulumu üzerinedir. Bu kriz sonuçları itibariyle kültürel kimliğin politik kimliğe dönüşümü ile ilgilidir. Bu yeni (ulusal) kimlik, politik bir içeriğe sahiptir ve Hellenizmin bağımsız bir devlet olarak uluslararası dünya sistemiyle bütünleşmesini öngörmektedir. Aynı kimlik krizi Pontos’lular için de geçerlidir. Ancak Pontus ideali, dönemin reel politiğinde değişik güç merkezlerinin çıkarları arasında parçalanır. Pontos, 1916 ile 1918 arasındaki dönemde yarı bağımsızlığı tatmış ve Türk - Yunan Savaşına kadar (1922) politik mücadelesini sürdürmüştür. Bağımsızlık mücadelesi ideolojisinden farklılaşanlar kaçak ve Yunanlıları dinleyenler olarak karakterize edilirler. Pontos’luların yurtlarına ne kadar bağlı olduklarına ilişkin çarpıcı bir örnek olması acısından Pontos Kongresi başkanı Pontos’lu K. Konstantinidis’in, dönemin Yunan başbakanı Elefterios Venizelos’a 1. dünya savasının hemen ardından düzenlenen Barış Görüşmeleri sırasında ilettiği metninde de görülmektedir. Bu metinde Yunan dışişleri bakanı N. Politi’nin, Pontos’un ekonomik yapısı üzerine olan görüşlerini kınadıktan sonra sözü ülkenin (Pontos’un) endüstriyel gelişmesine ve ihracat politikasının dinamiğine getirmektedir. Ve gelişme potansiyellerinin bir kaç yıl içinde bir kaç kez katlanabileceğini vurgulamaktadır. Pontos Osmanlı’nın en gelişmiş bölgelerinden biridir. İster Yunanca isterse de Türkçe konuşsunlar bu Hıristiyan halk yalnızca bu özelliklerinden dolayı (dinlerinden dolayı) Lozan antlaşmasına göre 1924 yılına kadar yaşadıkları toprakları, yani 3 bin yıldır emek verdikleri, ekip biçtikleri toprakları geride bir tek kişi kalmayacak şekilde terk ederek başta Yunanistan olmak üzere gezegene mülteci olarak ve örgütsüzce yayılmaya mecbur bırakılmışlardır. Her iki kişiden birinin kaybolduğu, kalanların da bir dönem bağımsızlık düşleriyle uğrunda mücadele ettikleri ülkelerini artık katliamlar ve kovulmayla anımsamaktadırlar. Uluslararası Devrimci Hareket ve Pontos Devrimci hareket ulusların gelecekleriyle ilgili net bir görüş sahibidir. Örneğin Lenin UKKTH’da (1914) ulusal hareketlerin devrimci yanına dikkat çekerek feodal gericiliğe karşı ulusal hareketlerden yana tavır almış ve ulusların kendi bağımsız devletlerini kurmalarını savunmuştur. Lenin’in sözleriyle: “Kendi kaderini tayin derken ulusun yabancı ulusal bütünlükten koparak bağımsız devlet olarak örgütlenmesini anlıyoruz”. Ulusal baskıyı ise emperyalizmin yeni biçimi olarak algılamakta ve “bir başka ulusu ezen ulusların kendilerinin de asla özgür olamayacağını” ileri sürmektedir. Lenin’in analizlerinin Rum, Ermeni, Arap ve Kürtlerin durumuna tıpa tıp Bolşeviklerin Türkler hakkındaki görüşleri ise: “Türkler, şimdiye kadarki asimilasyoncular içinde en şiddetli olanları olarak, yüzyıllar boyunca ulusları sakatladılar ve toplu kıyımlardan geçirdiler.” Keza Bolşevikler Türk milliyetçiliğinin tarihsel alanının İyonya, Pontos, Doğu Trakya olmadığını, ancak Anadolu’nun iç kısımları olduğuna inanırlar. Bu anlamda kendisini oluşturan parçalara bölünmesinin de pozitif bir süreç olduğunun altını çizmektedirler. Ulusal hareketlere karşı mesafeli duruşu ve uluslararası sosyalist harekete önceliği ile bilinen Roza Luxemburg ise şöyle demektedir: “Türkiye kendisini oluşturan diğer unsurlarla birlikte yeniden dirilemez çünkü değişik uluslardan oluşmaktadır. Bunun (bu birlikteliğin) hiç bir maddi çıkarı ve ortak çıkarı olacak şekilde koşulları yoktur. Tersine, diğer uluslar aleyhine baskı ve sefalet koşulları her gün daha da artmaktadır. Bundan dolayı da diğer uluslar kendi toplumsal gelişmelerini tamamlamak üzere ayrılarak kendi devletlerini kurmanın peşine düşmüşlerdir. Türkiye için tarihsel kriz gelip çatmıştır: Dağılmaya mahkûmdur ! Luxemburg, Hıristiyan ulusların kendi kaderlerini tayin mücadelesine karşı, devrimci mücadelenin görevini ise sınırsız dayanışma biçiminde tarif ederek. Şöyle der: “Türk egemenliğinde kaldıkça hiç bir ülkenin ilerleme şansı yoktur. Doğu sorunu karşısındaki görevimiz, Türkiye’nin parçalanmasını bir gerçeklik olarak kabul etmek ve bu Hıristiyan uluslara karşı sınırsız dayanışmada bulunmaktır”. Ancak Osmanlı devletinde iktidarın Jön Türklerce ele geçirilmesi konusunda devrimci hareket ikiye ayrılmaktadır. Örneğin, Luxemburg “yeni Türk hükümetinin iç olgunlaşmamışlığından ve karşı devrimci karakteri”nden bahsederken, Lenin, onları otantik devrimciler olarak nitelemektedir. Kendi sözleriyle Jöntürkleri şöyle olumlamaktadır: “Ben ve Bolşevikler Sovyet Devriminin Jöntürkleriyiz”. Ancak daha sonraları “Büyük Sovyet Ansiklopedisi”nde Jöntürkler, tarihin sahte yazıcıları ve Pantürkist şoven doğmanın ilham kaynağı olarak geçe- kızılbaş - sayfa 53 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cektir. Alman Emperyalizmi ve Pontos Roza Luxemburg un ‘Türkiye’de Alman emperyalistlerinin faaliyetleri’ adlı çalışmasında Almanların, Türkiye’de çok büyük ekonomik ve askeri çıkarları olduğundan bahsetmektedir. Keza güçlü bir Türkiye olursa Britanya ile daha iyi baş edeceğini düşünmektedir. Tam da bundan dolayı Türkiye’nin toprak bütünlüğünü en az onun kadar istemekte ve bu bütünlüğe yönelen her ulusal hareketin yok edilmesinde elinden gelen yardımı yapmıştır. Böylece Osmanlı toprakları, Almanların en önemli faaliyet alanı olarak öne çıkar. Bunun en önemli ayağını ise Alman bankaları oluşturmaktadır. Bu faaliyet ve göz boyamanın bir örneği de; 8 Kasım 1898 de Şam’da bir bayram gününde yaptıkları yemindir; Almanlar, Selahaddin Eyyubi’nin izinde ve peygamberin yeşil bayrağının altında Müslüman toplumu koruyup kollama sözü vermekten çekinmezler. Roza Luxemburg’un ifade ettiği gibi Osmanlı devletinin yeniden dirilişinin Almanlarca üstlenilmiş olması, ölüyü cilalamaktan başka bir şey değildir. Roza Luxemburg’un görüşleri, Bağdat demiryolu inşaatının, Osmanlı İmparatorluğundaki halk yığınlarının sömürülmesinin gerici niteliğini daha savaş ortasında görülmesi ve gözler önüne serilmesi bakımından önemlidir. Rosa Luxemburg, Berlin kadınlar hapisanesinde şöyle seslenmektedir:”Alman emperyalizminin en önemli harekât alanı Türkiye, burada yolları açan da, Almanya’nın doğu politikasında ağırlık noktasını meydana getiren Deutsche Bank ile onun Asya’da giriştiği büyük işler olmuştur. ... Bu yoldan ... iki türlü sonuç elde ediliyor. Anadolu’nun köylü ekonomisi, Avrupa, özellikle Alman banka ve sanayi sermayesinin yararına işleyecek iyi düzenlenmiş bir sömürme sürecinin hedefi haline geliyor. Böylece Türkiye’de Almanya’nın ‘çıkar alanları’ genişliyor. Bunlar, gene Türkiye’nin siyasal ‘korunması’ için temel ve fırsat sağlıyor. Aynı zamanda köylülerin ekonomik sömürüsü için gerekli emme aygıtı, Türk hükümeti, Alman dış politikasının uslu bir aleti, kâhyası durumuna giriyor.” Balkan savaşlarından sonra Almanlar, Türkleri imparatorluğun diğer (Gayrimüslim) halklarına karsı fanatikleştirmek için büyük caba harcamıştır. Dido Sotiriyu’nun aktardığı gibi; Filistin’de Alman Bankasının dağıttığı bir bildiri her şeyi ortaya sermektedir: “Biz Türkler eğer acı çekiyor ve aç kalmışsak nedeni, elimizdeki zenginliğimizi çalan ve ticareti de elimizden alan gavurlardandır. Daha ne kadar bu duruma göz yumacağız. Mallarını boykot edin ve onlarla her türlü alışverişi durdurun. Onların arkadaşlığından ne umuyorsunuz? Onlara bunca sevgi ve kardeşlik sunmanın karı nedir? Anadolu’daki etnik temizlik hareketi Balkan Savaşından sonra Rumlara karşı ilk kovulma hareketleri 19131914 yıllarında başlamıştır. Bunun ardından 1915 yılında ise 1 buçuk milyon Ermeni’nin yok edilmesiyle sonuçlanan jenosit yaşanacaktır. 1916 yılında ise yukarıdaki politika ışığında Alman Ordu komutanı Liman Von Sanders’in öncülüğünde Pontus Rumlarının “iç alanlara göç ettirilmeleri”ne geçilmiştir. Sanders Ayvalıkta Rumların hala yerlerinde olduğunu gördüğünde söylediği söz: Bu gavurları hala sürmediniz mi! Olur. Alman Emperyalizmi Hıristiyan unsurlarından arınmış bir Osmanlının toprak bütünlüğünden yanadır. Müttefiklerin de farklı bir düşüncede olmadıklarını söylemek mümkündür; İngiliz, Fransız, Amerikan ve İtalyan devletlerinin Savaş sırasındaki tavırları ve savaş sonrası uygulamaları bu tezi güçlendiren argümanlardır. Bu devletler, Anadolu’nun kadim halklarının bu coğrafyadan zorla kazınmasına ses çıkarmadıklarını söylersek bunlara haksızlık yaptığımız söylenemez. Pontos’un Politik Örgütlenmesi Türkçe’de Pontos Sorunu konusunda yazılanlar öz ve biçim olarak aynıdır ve tek kaynaktan beslenmektedirler. Konuyla ilgili tüm neşriyat, Matbuat ve İstihbarat Matbaasında 1922 tarihinde basılan Pontus Meselesi adlı propaganda kitabından iktibas edilerek birbirlerini tekrar ederler. Temel alınan kaynak bir propaganda metnidir. Pontos hareketi her kaynakta aynı sözlerle ifade edilir: Pontus Rum Cemiyeti ilk defa 1904 yılında Merzifon Amerikan Koleji’nde gizli olarak kurulmuştu. 1908 yılında Samsun’da “Müdafaa-i Meşrute”, daha sonra “Mukaddes Anadolu Rum” cemiyetlerinin kurulmasıyla Pontus teşkilatı genişletilmiş, Batum’dan İnebolu’ya kadar olan bölgede birçok şube açılmıştı. Pontus Rum Cemiyeti 1909 yılında Atina’daki Küçük Asya (Asya-yı Sugra) Cemiyeti’nin emri altına girmiş, ertesi yıl “Pontus” adlı bir risale yayımlayarak çalışmalarını daha da yoğunlaştırmıştı. Birinci Dünya Savaşı sıra-sında Rus işgal döneminin himaye ettiği bu faaliyetler, Mondros ateşkesi sonrasında bu kez Yunanistan’ın güdümünde yeniden hız kazanmıştı. Cemiyetin amacı Batum’dan Sinop’a kadar uzanan Karadeniz sahillerinde başkenti Trabzon veya Samsun olan bir Karadeniz Rum Cumhuriyeti kurmaktır. Sözleriyle tekrar edilenler Pontos’ta olanları anlatmaktan acizdir. Sorunun kaynağının birincisi, her ulusal harekette olduğu gibi, ekonomik güç ile siyasi güç arasındaki çelişkidir.19.yy’ın ortalarından itibaren Karadeniz’deki ticaret büyük bir gelişme gösterir. Tütün, Fındık gibi ürünlerle kapitalist Pazar için üretim yapılmaktadır. Deniz ulaşımının kolaylığı da ticaretin gelişmesine ve ürünlerin pazarlara ulaşımında sağladığı kolaylıklar dolayısıyla Pontos’lu tüccarlar bütün Karadeniz kıyılarındaki ticari yasamda egemenlik kurarlar. Ekonomik güç ister istemez siyasi talepleri de harekete geçirecektir. Pontos aydınlarının ulusal Helen ideallerini benimsemeleri 19.yüzyılın ikinci yarısına dek gider ve 1870’te İstanbul’da yayınlanan Pontos’la ilgili bir kitapta bu inancın hayli kökleştiği görülür. Pontos hareketini 19 yy’ın ilk yarısına kadar götürenler de bulunmaktadır. “1840 yılından başlayarak, Rize’den İstanbul Boğazına kadar Anadolu’nun Karadeniz havzasında, eski Yunanlılığın ihyası için çalışan ve dışarıdan yönlendirilen ayrılıkçı bir Rum Grubun varlığı bilinmektedir.” M. Kemal, Nutuk’ta Pontos’tan söz ederken aynı ifadeleri kullanmaktadır, Pontos’taki gelişmeleri anlatırken soruna verdiği önem belirgindir. kızılbaş - sayfa 54 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Başlangıçta kültürel kulüpler olarak kurulan Pontos kulüplerinde, Pontos’ta siyasi bir eylemin mümkün olduğu fikri, 1908 Jöntürk devriminden sonra doğacak, 1912 Balkan savaşıyla gelişecek ve 1914’te 1. Dünya savaşının başlamasıyla siyaset gündemine girecektir. Pontos Hareketinin başını çekenler, gerek mizaçları gerek siyasi bağlılıkları bakımından birbirlerinin tam zıddı olan iki din adamıdır. Amasya Metropoliti Ghermanos (Germanos) Karavangelis ve Trabzon Metropoliti Chrisanthos (Khrisantos). Germanos Yunanistana bağlı bir Pontos fikri geliştirirken, Barışçıl ve uzlaşmacı bir çizgi izleyen Khrisantos diğer halklarla birlikte bağımsız ya da eşitlikçiotonom bir Pontos fikrinin savunucusu olarak mücadele etmektedir. Pontos Cumhuriyetinde sosyalistlerin de var olmasına rağmen, harekette belirleyicilik daha çok bu iki din adamının kişiliğinde şekillenmiştir. Balkan savaşları, İmparatorluğun olduğu gibi Bölgenin kaderinde de bir dönüm noktasıdır. Mehmet Akif, Beyazıt Camiindeki bir vaazında, Balkan Savaşlarını, Allahın, kendisini toparlamayı bilmeyen topluma ilahi bir cezası olarak nitelemektedir. Balkan savaşları sonunda Jöntürkler artık Osmanlıcılık maskesini çıkarmış Türkçülük temelinde toparlanmaya başlamışlardır. Balkan savaşları, Türk Milliyetçiliğinin zincirinden boşalmasına etken olacaktır. Meşrutiyetle beraber Gayrimüslimlere de askerlik yükümlülüğünün getirilmesiyle birlikte bölge halkının askerliğe tavrı göze batmaya başlar. Zaten Bölge halkının zenginliği de İttihatçıların gözlerini kamaştırmaktadır. Bölge halkı da askere gidip amele taburlarında kırılmak istememektedir. Aslında asker kaçakları her millette ne kadar varsa Pontos’lularda da aşağı yukarı aynıdır. Balkan savaşlarıyla birlikte başlayan ve Anadolu köylüleri tarafından bir bütün olarak hiç de iyi karşılanmayan seferberlik, kilise ve okulun propagandasının kurtarıcı olarak tanıttığı ordulara karşı savaşmaları söz konusu olduğundan Pontos’lular tarafından daha da kötü algılanmıştır. O tarihe kadar silah altına alınmamış, sadece donanmada angarya hizmetlerinde çalıştırılan Pontos halkının düzenli orduya besledikleri nefretle, ulusal duyguların bunda ne kadar etkili olduğunu birbirinden ayırmak zorsa da, savaşın ilk aylarında askerlerin ordudan kitlesel bir biçimde kaçtıkları bir olgudur. Silahlarıyla ya da silahsız olarak memleketlerine dönen köylüler, köylerinde yaşamaya cesaret edemezler ama, yine de ailelerini korumak ve tarla işlerine yardımcı olmak amacıyla köylerinin civarında kalırlar. Böylece bölgede silahlı birlikler kendiliğinden kurulur. Hükümetin bölgede Balkan göçmenlerinin bir bölümünü yerleştirmeye çalışmasıyla, olayların ikinci bir aşamasına geçilir. Pontos köylülerinin, göçmenleri kendi köylerine kabul etmemekte kararlı olmaları, otoritelere ilk başkaldırı eylemlerini başlatır. Bu durum karşısında hükümet 1915 sonbaharında, olaylara en fazla karışan ve göçmenlerin yerleştirilmesini önlemiş olan köylere karşı ( Ökse, Çirahman ve Tevkeris) ilk cezalandırma harekâtına girişilir. Köyler ateşe verilir, nüfus dağıtılır ve işe yarar erkekler, en tanınmışı Vasilis Anthopoulos-Vasil Usta olan şeflerin etrafında örgütlenmeye başlayan silahlı gruplara katılırlar. Çok sayıda silahlı gruplar Bafra Nebiyan bölgesinde toplanırlar. Balkan savaşlarına kadar da Pontos’lu aydınlarda hakim olan görüş: Türklerle barış içinde ve işbirliği ile bir Türk Pontos Birliğinin yaratılmasına ilişkin yanılsamadır. Bu düşüncelerin yayılmasında Trabzon Metropolitani Khrisanthos’un Doğu Partisinin görüşlerinin katkısı önemlidir. Balkan savaşlarından sonra özellikle de Birinci Dünya Savaşı öncesinde Jöntürkler 1911 yılında Selanik Kongresinde kararlaştırdıkları gibi Anadolu’daki ulusal sorunları diğer ulusları imha ederek “çözme”ye başlarlar. Savaşla birlikte de tehcir uygulaması başlatılır. 1916 yılında bağımsız bir Pontus Cumhuriyetinin kurulması düşüncesinin kolaylıkla taraftar bulmasının bir nedeni de Jöntürklerin uyguladıkları bu politikaya olan tepkidir. Neredeyse bütün Pontos yerleşim yerlerinde Pontos’luların politik haklarını savunma- yı öncelikli hedef sayan örgütlenmeler dönemi baslar. Pontos’lu devrimciler arasında küçük de olsa Yunanistan ile birleşmeyi savunan bir grup da vardır. Bunlara birlikçiler denir. Ancak somut şartlar (coğrafik mesafe) bağımsızlıkçıların, yani Pontos ta bağımsız bir devlet düşüncesine daha elverişlidir. Pontos’un bağımsızlıkçı çizgisini savunanlar arasında Trabzon’da çıkan Epoxi (Mevsim) gazetesinin sahibi Kapetanidis de bulunmaktadır, Kapetanidis 1921 yılında Amasya da öldürülmüştür. Pontos’un bağımsızlığını hedefleyen Pontus Ulusal Merkez Konseyi, Güney Rusya da Ekim 1917 de kurulur. Aynı ay, Elefterios Venizelos ile görüşen K. Konstantinidis kendisine Pontus hareketinin hedefleri hakkında bilgiler verir. Pontos’lulara yaptığı bir konuşmada Konstantinidis söyle der: Yurttaşlar, ulusal birlik istemek ve başarmak isi bize düştü. Gelin bağımsızlık amacı altında birleşelim ve ümit edelim ki himayeci devletler Rusya, İngiltere ve Fransa yüzyıllardır içimizde büyüttüğümüz bu yüce isteğimizi ve hukukumuzu tanısınlar ve Pontus cumhuriyetimizi desteklerler. 1917 Ekim ayı ortasında Atina’da, Pontos’luları bağımsız bir devlet içerisinde birleştirme amacını güden bir konferans toplanır. Eski Giresun belediye başkanı olan Kaptan Yorgi’nin oğlu olan Konstantin Konstanidis, görünüşte, Sovyetlerin, Rus İmparatorluğunda yaşayan halkların kaderini kendilerinin belirlemeleri yolundaki deklerasyondan esinlenerek Marsilya’da bir Tüm Pontos’lular Kongresini toplar. 4 Şubat 1918 de Avrupa, ABD ve diğer ülkelerden Pontos temsilcileri Marsilya da bir araya gelerek birinci tüm Pontos konferansını gerçekleştirirler. Konferans Sovyetlerin desteğini almak için dışişleri bakanı Leon Trotsky’e bir mektup gönderme kararı alırlar. Mektup Trabzon’un tekrar Türklere geri verilmesinin büyük bir yanlış olacağını ve Pontos Cumhuriyeti düşüncesini desteklenmesini içermektedir. Trotsky’ye gönderilen telgrafı aşağıya olduğu gibi alıyoruz: Pontos ve yakin bölgelerden gelen kızılbaş - sayfa 55 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontusluların yanı sıra ABD, İsviçre, İngiltere, Fransa, Mısır ve Avrupa ile Amerikanın diğer ülkelerinden gelen temsilcilerin Marsilya da düzenledikleri Konferans, Rus ordusunun geri çekilmesinden sonra ülkenin Türk egemenliğine yeniden girmemesi için sizden bu ülke için (Pontos) kendi kaderini tayin hakkini tanımanızı istemektedir. Arzumuz, Rusya sınırlarından Sinop’a ve iç bölgelere de yayılan bir alanda bağımsız bir devlet inşa etmektir. Sizden bu sonucun oluşması için aktif olarak müdahale etmenizi etmekteyiz. Sizin sonuç âlici desteğinize güvenmekteyiz ve şimdiden teşekkürlerimizi iletiyoruz. Konferans Başkanı K. Konstantinidis. Trotsky’ye gönderilen bu mektup müttefikler ve Fransa tarafından iyi karşılanmaz.” Yukarıdan da anlaşıldığı üzere Konferans bağımsızlık mücadelesini ilan etmiştir. Kurulması öngörülen Pontos Cumhuriyetinin haritasının da sunulduğu konferansta öne çıkan sloganlar (talepler) ise şunlar: Pontos’lular başkaldırın! Yaşamda, bağımsızlıkta ve bağımsız uluslar içindeki yüksek haklarınızı düşünün! 4 Mart 1918 den itibaren Pontos’lu bağımsızlıkçıların sesi olan Pontos gazetesi İstanbul’da yayınlanmaya başlanır. Kasım 1918 den itibaren çok fazla Pontos’lunun yasadığı İstanbul da da İstanbul Pontos Derneği’nin faaliyetleri sonucu Pontos sorunu büyük boyutlar kazanır. (devamı gelecek sayıda) GI 3 koduyla muhafaza edilen bu elyazması, uzun yıllar boyunca dikkatlerden kaçtıktan sonra 1870 yılında yayımlandı. İngilizceye ancak 1954'te çevrilen kitabın ilk çevrildiği dillerden biri de Türkçeydi. İzmirmebusu Karolidis Efendi, 1910'da Osmanlıcaya çevirdiği kitabı, üyesi olduğu Tarih-i Osmanî Encümeni'nin dergisinin eki olarak yayımladı. ne dersin? MARDIN 1915'TEN KÜÇÜK BİR AYRINTI KRİTOVULOS TARİHİ İstanbul'un, Trabzon'un ve Fatihin pek çok fethine bizzat tanıklık edip, notlar alan tarihçi. Mihail Kritovulos İmrozlu'dur ve son devir Bizans ve Osmanlı'nın İstanbul (Konstantiniyye) döneminin ilk Helen asıllı tarihçisi olup; büyük hükümdarın Helen kültürüne ve tarihine olan yakın ilgisini ve bilgisini ondan öğreniyoruz ve aynı zamanda da fethin bir dönemi kapatıp öbürünü açtığını ama medeniyetlerin bir uzlaşma içinde devamlılık sağladığını bu parlak üslupla şahid oluyoruz. Kritovulos döneminin olaylarını basit bir vakanüvis gibi değil, geriye gidişlerle ortaya koymaktadır. Bu nedenle bizim için dönemin diğer tarihçisi Tursun Bey kadar önemlidir. "Fatih Sultan Mehmed'in Fethine dair tarih" adlı eseri, vazgeçilmez bir kaynaktır. (İlber Ortaylı) ** ** Kritovulos'un, Fatih Sultan Mehmed'in saltanatının ilk on yedi yılını anlattığı bu kitabının dünyada sadece tek bir nüshası vardır. Topkapı sarayında 1915 katliamlarından sonra Mardin Kildani ve Yakubi cemaatlerinin hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak görünen katliam devrinin bittiği ve yeni bir çevrede yaşamın devam ettiğidir. Savaş zamanı azınlıklara yönetilen şüphe ortamı devam etmektedir. Rahip Jozef Tüfenkçi olayı bir örnektir. Sıncar'dan Mardin'e 14 Ekim 1916'da gelen Rahip Tüfenkçi, Fransa yararına casus olmakla suçlanır. 19 Ocak 1917'de evi polis tarafından aranır. Mutasarrıf Kadri beye [Üçok] götürülür. Sıncar'daki zamanı hakkında sorgulanır ve hapsedilir. Nuri el Bitlisi de hala görevdedir ve onu falakaya yatırır. 14 Mart'ta Diyarbakır'a götürülür mahkemede ona tanıdığı Hıristiyan hakkında bilgi istenir. Daha sonra dosyası 2. Ordu komutanı Mustafa Kemal'e gönderilir. Rahip Tüfenkçi Diyarbakır'da hapiste kalır veher gün işkence edilir. 16 Haziran'da idam emri kendisine bildirilir. Bir molla hücresine girer ve İslam'a dönmesini önerir. Red edilir. Rıdvan bey ve Keldani piskopos Süleyman yardımları ile temyiz ister. Karar durdurulur (15 Ağustos) 11 Kasım'da tekrar mahkemeye çıkar. 27 Şubat 1918'de Mardin'e döner. İşkenceler ve hapis hayatı onu tüketir.... Yves Ternon, Mardin 1915 anatomie pathologique d'une destrction (Mardin 1915, bir yıkımın patolojik anatomisi) s 247 Belge uluslararası yayıncılık tarafından yayına hazırlanmaktadır http://gercek-inatcidir.blogspot.de kızılbaş - sayfa 56 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 be, eger ew gel bi zimanê xwe nikaribe bixwîne û binivîse, bi zargotinê çand, wêje û hunera xwe di vê demê de nikare bidomîne. Civakên etnisîtê bi saya wêje û zimanêkî standard dikarin bibin netewe û netewetiya xwe pêşve bibin. "Zivistanên gundên çiyayên Serhedê, him pir xweş in, him jî pir bi kul û keser in. Şev dirêj in. Zivistan bi stran û çîrok, bi tinaz û henekan derbas dibin. Rê û dirb tên girtin. Nexweş bê bijîjk û bê derman in. Ar û dû, alif û arvan roj bi roj, qiram bi qiram tê hesibandin. Nemaze xizanên wek Apê Hemo, ji herkesî bêtir li ser arvan û ar û dû dilerizîn ku bi hêsanî karibin biharê li xwe bînin." (Ji çîroka "Mirinina ji ber Tirsê") Berê li gundên Kurdistanê odeyên civatan hebûn. Di wan odeyan de dengbêjan stran distirîn, govendgeran govend digerandin û çîrokbêjan jî çîrok digotin. Bi vî awayî zargotina kurdî gur û geş dibû û ji bav û kalan derbasî qirnên nû dibûn. Lê di serdema me de ev zargotin êdî nikane li dijî teknomedyaya serdest û nijad perestiyê xwe biparêze. Hela zimanê gelekî ne zimanê perwerdeyê Çîrok an kurteçîrok berê jî gelek dihatin gotin, lê ne bi zimanekî an nerîneke seranser bû. Di çirokan de Mamosta Fevzî ev encama netewetîyê bi zimaneki xweser ango xwezaye ji nav civata Kurd standîye û bi nêrîn û xemilandineke asofireh û nûjen, bi hesret û hêvîya pêşerojê daxistîyê nava vê pirtûka ku di destê we de ye. Çirok bixwe ji jîyanê tecrube standin e û ji wê pêwîstîyê derketîye. Gelo ji vê pirtûke çi nîne ku hûn jî, ji Mamosta Fevzî bistînin û daxînin nava his, hizr û kirîtîkên xwe? Ji kerema xwe dê hûn jî, ku karibin, çend saetên xwe yê zêrîn ji bo van çirokan xerc-bikin û bi ken û kêf bixwînin! Em bibawer in ku dê hûn pê kefxweş bibin û sipasiya xwe pêşkêşî Mamosta Fevzî bikin! Nivîskarê vê pirtûkê ji herêma Serhedê, bajarê Erzoromê, li gûntaxa çiyayê Şegşeq, gundê Şoraxê ku girêdayî navçeya Qortiyê ye, di sala 1943´an de çavên xwe li dinyayê vekiriye. Dibistana seretayî li Qortiyê, gundê Barmasê, dibistana navîn û lise jî Ii Erzoromê gedandiye. Pişt re Peymangeha Karsazî ya Zangoha Stembolê quta kirîye. Debara xwe bi xebatên xwe yên serbixwe bi dest dixistîye. Nivîskar ji piçûktiya xwe û vir ve li ser ziman û wêleya kurdî radiweste. Ji sala 1993´an û vir ve jî, li Elmanyayê weke penaberekî kurd dijî. (Nîşeya Weşanên Pêrî ya li ser berga pirtûka Siyên Şikestî) Yokluk beni mecbur etti Gurbeti ben mi yarattım Gençliğimi aldı gitti Gurbeti ben mi yarattım Ne mektup ne haber aldım Yurdumdan yuvamdan oldum Her şeyime hasret kaldım Gurbeti ben mi yarattım Akşam olur gölge basar Umuduma yeller eser Yokluk imkanımı keser Gurbeti ben mi yarattım Akarsu sılayı anma Bu ayrılık geçti sanma Çaresizdim geldim amma Gurbeti ben mi yarattım Kızılbaş Yayınevi K i t ap - D er g i -A f i ş - D i z g i Ta s a r ı m - G r a f i k D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i na i l e yapı l ı r. Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z kitapevlerinde kızılbaş - sayfa 57 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Büyük Türk-Kürt İttifakı Hasan Bildirici Önce Yeni Şafak gazetesinden İbrahim Karagül dile getirdi. Ardından başka yazarlar benzer şeyler söylediler. En son Star gazetesinden Nasuhi Güngör, Büyük Türk-Kürt ittifakının gündemde olabileceğini belirtti. Bir adım ileri gidip, Selçuklu İmparatorluğu'nun kuruluşuna benzer yeni bir Kürt-Türk ittifakının doğduğunu söyleyenler var. Bunların çoğu Sünni cephesinin Cemaat'e yakın yazarları. Komşularıyla sıfır problemden, tüm komşularıyla problemli hale gelen yeni Türk devletinin, sıkışmış Türk devletinin, Arap coğrafyasında itibar kaybına uğrayan Türk devletinin, Batılı devletlerin gücüyle İran'a ve Suriye'ye karşı taşeronluk yapan ve Avrupa Birliği'nin reform çağrılarının hiç birini yerine getirmeyen faşist Türk devletinin Kürde tezgahladığı yeni bir oyundur bu. Cellatla idamlık kurbanın ittifakı! Kürt halkının, kendisine karşı yüzyıldır her türlü stratejik tezgah içinde olan Türk devletine ihtiyacı olmamalıdır. Ayrıca geleceğin Ortadoğusu'nda Türkiye'nin ve Türk devletinin alacağı şekil, rejimin yaşama gücü sadece Kürtler tarafından belirlenecek bir şey değildir. Dünya, inanılmaz olayların yaşandığı bir gezegendir. Sovyetler Birliği yıkıldığı güne kadar Sovyet yöneticileri dahi sistemin dağılma olasılığına inanmıyorlardı. İki Almanya'nın birleşmesini bekleyen çok az insan vardı. Yugoslavya'dan ve Çekoslovakya'dan yeni bağımsız devletler türedi. Mısır eski devlet başkanı Mübarek, ebedi gibi duruyordu. Kaddafi'nin vahşice öldürülüşünü unuttuk bile. Birbuçuk milyon Ermeni vatandaşı et doğrar gibi doğrayan, Anadolu ve Kürdistan'ı halklar ve inançlar mezarlığına çeviren Türk devleti bir süre daha batı tarafından işlerine geldiği için kullanılacaktır. Tarihsel hesap vakti geldiğinde ise bir ekonomik ve siyasi spekülasyonla soykırım suçlusu devleti sınırlarıyla birlikte toz duman edeceklerdir. Tarih, bazı uluslara geçmişte yaptığı haksızlıklar ve işlediği suçlarının üzerine bir kez çizgi çekme avansı sunar ve ona şöyle der: "Sen vaktinde çok suç işledin. Ezdin, öldürdün, başkalarının mülkünü kendi devletinin mülkü yaptın. Başkalarından alıp, kendi adamlarına dağıttın. Şimdi sana düşen görev, geçmiş haksızlıklarına yüzleşmek olmalıdır. Geleceği kucaklamak istiyorsan, geçmiş suçlarının ağırlığından kurtulmak zorundasın." Ermenilerin, Kürtlerin ve köklerini kuruttuğu başka toplulukların mülkü ve serveti üstüne devlet olmuş Türk devleti yukarıda tarif ettiğim özeleştirici devlet midir? Bir buçuk milyon Ermeniyi katledip, Ermeniler bizi katletti diyen yalancı bir devlettir Türk devleti. Anadolu ve Kürdistan'ın başka ülkelerin işgalinden kurtarılmasını tarihi Kürt-Türk ittifakı olarak adlandırıp, daha sonra Kürde en büyük kazığı atan devlettir Türk devleti. Kürdistan'ın dört bölünmesi ve Kürtlüğün ortadan kaldırılması yolunda en zalim uygulamaların ve ittifakların sahibidir Türk devleti. Sömürgeci Türk devletinin hakimiyet sınırları içinde Kürtlerin kendi dillerinde bir ana okulları dahi yoktur. Arap ülkelerindeki mezhep çatışmalarını kışkırtan Türk devletinin hakimiyet alanında, yirmi milyon Alevi'nin devlet tarafından kabul edilmiş tekinanç ve kültür görevlisi bulunmuyor. Aleviler, yüzlerce yıldır Türk İslam sentezinin "bunlar ana bacı bilmez" iftiralarıyla yaşadılar. Devletin ve onun tetikçi nesillerinin mazlum Alevi toplumuna karşı bir özürü dahi yoktur. Türk devletinin mezhep ve etnik sorunları, Arapladan ve İranlılardan daha ağırdır. Güney Kürdistan yönetimi ne kadar övgü dizerse dizsin Türk devleti Kürtlerin hak ve özgürlüklerinin tanınması konusunda Araplardan ve Farslılardan daha geridir. Ortada bir Kürt-Türk sempatisi olmadığı gibi, Kürdün yeniden kandırılması üzerine kurgulanan "büyük Türk-Kürt ittifakı" büyük yalandır. Soykırım ve katliam suçlusu Türk devletine ve onun simgelerine verilecek her türlü yaşamsal destek, Türk sömürgeciliğne verilmiş destek olarak algılanmalıdır. Türk devletinin piyasaya sürdüğü "Türk Kürt ittifakı" olgusu, Türk devletinin yönetim zaaflarını gidermek için tertiplenmiş adice bir oyundur. Bütün isyanlarda yüzbinlecre Kürdü öldürmüş, Kürdistan'ı ismi ve halkıyla birlikte ortadan kaldırmış katliamcı ve sömürgeci gücün Kürt ittifakından anladığı şey, her defasında yaptığı gibi birkaç yüz Kürde para, mevki, ve çeşitli olanaklar sağlayarak, Kürdü yendien kapıkulu yapmak istemekten başka bir şey değildir. Kürtler eğer bir kez daha soykırımcı ve katliamcı Türk devletiyle tarihsel maraba ittifakına girerlerse; bu komşu halklara, yetim nesillere, tarihe, yaşamı ve düşleri bir kez daha Türkün uf kuna hapsedilecek geleceğin Kürt nesillerine büyük bir ihanet olacaktır. Yüyıllardır Arap, Türk ve Fars sömürgeciliği altında yaşayan devletsiz ve statüsüz Kürt halkı için en güzel ve onurlu yaşam, kendi adamlarına servis yapan sömürgeci bu devletlerden kurtulmak olmalıdır... Kaynak: [email protected] http://www.rojevakurdistan.com kızılbaş - sayfa 58 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kilisedeki Anma'da Politikacılar ve Din adamları Elele Halil Yörenç,Behice Öztep,Hayk Çetinkaya,Avukat Björn Stehnn ve bir grup Türkiyeli de bulunmaktaydı. Cem Özdemir ve Hamburglu vekiller Kilise'de Ayin ve Anma toplantısına katıldılar. Hamburg'da İlk kez 2010 yılında yapılmış olan Hamburg'un en meşhur St.Petri kilisesindeki „1915 Jenositini Anma İnisiyatifi"'nin düzenlediği toplantıda oturacak yer kalmamıştı. Toros Sarian öncülüğünde düzenlenmiş olan anmanın kısa açılış konuşmasını Süryani kökenli politikacı Abut Can yaptı. Anni Kluge'nin yaptığı anmaya Türkiye kökenli vekiller de katıldılar. Günün önemi üzerine yapılan konuşmayı ise, Ankara kökenli Köln Ermeni Kilisesi Başpiskoposu Karekin Bekdijan yaptı. Konuşmasında "bu dini ayinle sadece Ermenileri değil, dünyadaki hayatını kaybetmiş tüm mazlumları" andıkları açıkladı. St Petri Kilisesin'deki anmada yazılı ve görsel Türk basınını diğer "Ermeni Sorunu" içerikli etkinliklerde de olduğu gibi görmek mümkün değildi. Önce genç kızlardan oluşan koronun seslendirdiği Süryanice söylenen türküler salonda tamamen bir sessizliğin çökmesine yol açtı. Ya çok işleri vardı...! Ya da emir büyük yerden gelmişti...! Gayane Grover yönetiminde,biri hariç hepsi alman olan ve Ermenice söylenen yetişkinler korosunun türkü ve şarkılarıtakip etti. Solistliğini Leman Stehn'nin yaptığı ve türkülerin özel bir vurguyla söylendiği programda ,sözlerini anlamasak da müzikal melodilerle geçmiş yaşanan acıların hiçbir zaman yaşanmaması dileği ve temennisi dile getirildi diyebiliriz. 1915 olayları sırasında Ermeni vatandaşlarına sahip çıkan zamanın Halep,Erzurum ve Konya valiliklerini yapmış Osmanlı bürokratı Celal bey ile, yine dönemin Ankara Valisi ile Lice ve Mardin Kaymakamları isimleriyle tanıtıldıldıktan sonra „onları buradan sevgi ve saygıyla anıyoruz“ diyerek tipik Türk düşmanlığından öte, kardeşlik duygularına ve vefaya vurgu yaptı. Moderatörlüğünü Hamburglu işkadını Aralarında Almanya Yeşiller Partisi eşgüdüm başkanıCem Özdemir, Hamburg Eyalet parlamentosu vekili Filiz Demirel (Grüne),Hamburg Eyalet milletvekillerinden Kazım Abacı ve A.Rıza Şimşek (SPD) Almanya Alevi Toplumu ikinci başkanı Ali Ertan Toprak'da katıldılar. Yapılan en küçük çay partilerini dahi sayfalarına taşıyanlar gelmeyerek adeta „üç maymunları“oynamaktaydılar. Tanıdığımız diğer politikacılardan SPD Eyalet milletvekili Gerhard Lein ve Yeşiller Altona Meclis üyesi Yusuf Uzundağ'da katılımcılar arasındaydı. Dinleyiciler arasında araştırmacı yazar Sait Çetinoğlu ve Doğan Akhanlı,Öğretmen Hasan Burgucu, Hamburglu iki Süryani Papaz öncülüğünde yapılan dini törende sessizlik hakimdi. Program, duygusal bir atmosferde iki ayrıkoronun söylediği şarkılar ve türkülerle devam etti. CEM ÖZDEMİR: MÜSLÜMAN KOMŞUSUNA SAHİP ÇIKAR Yeşiller Partisi eşgüdüm başkanı Cem kızılbaş - sayfa 59 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Özdemir sık sık yutkunarak yaptığı konuşmasında „ acılar bir daha yaşanmasın, müslümanım diyenler kardeş ve komşularına neden sahip çıkmazlar“ dedikten sonra, Ermeni Sorununu kastederek „neden ders kitaplarında bu yaşanan acılara yer verilmez, komşularına yardım eden bürokratların ve Ordu mensuplarının açık adları yazılmaz bu eksiklik giderilmelidir“ dedi.. Sorunları görmezden gelebilirsiniz, “sokaktaki bir çocuk Hrant Dink'in öldürülmesi sonrası ailesine neden Hrant'ın öldürüldüğünü soruyorsa ve ülkemizde anlatılan bu olaylar gerçekten yaşandı mı diyorsa üzerinde düşünmeliyiz“ dedikten sonra köken olarak müslüman bir aileden geldiğini ifade ederek, dinde kardeşlik ve komşuluk ilişkilerinin çok önemli bir yer aldığının altını çizdi ve „müslüman başka birini öldürmez“ dedikten sonra Türkiye-AB ilişkilerine de değinerek,Türkiye'de demokrasinin yerleşmesi durumunda Türkiye- AB ilişkilerinin daha da kalıcılaşacağından sözetti. Ertan Toprak,“uyum politikasını yürüteceğiz diye Hamburg senatosundan maddi destek alanlar yaptıkları etkinliklerle uyuma darbe vurmaktadırlar, bunlar neden sorgulanmaz“ diyerek yeni bir tartışmanın fitilini Hamburg'dan çekmiş oldu.(Kastedilen Ünivesitedeki "Ermeni Trajedisi" adlı Panel) Kapanış konuşmasını İnisiyatif adına Toros Sarian yaptı.Konuşmasında Hamburg Eyalet başbakanı SPD'li Olaf Scholz'a davetiye göndermelerine rağmen, kendisinden ne sözlü nede yazılı bir reaksiyon geldiğini açıklayan Toros Sarian, bu tavrı „anlamakta güçlük çekiyoruz“ açıklamasıyla „1915 Jenositini Anma İnisiyatifi “ olarak yaptıkları toplantıya son verdi. Tüm bu tartışmalar esnasında yaşanan gelişmeleri dışarıdan sessizce izleyen islami kesime ne denmeli? Hamburg ve Avrupa'nın çeşitli kentlerinde düzenlenen "Ermeni Soykırımı ,Tehciri, yada Ermeni Trajedisi " adlı toplantılara islami kesimlerin oldukça mesafeli duruş sergilemeleri dikkatlerden kaçmamaktadır. Aslında dini açıdan düşünüldüğünde tam tersi bir yaklaşım içerisinde olmaları gerekirken günümüzde "bekle gör" politikasını izlemektedirler. Türkiye'deki 12 Eylül darbecilerinin yargılamalarına ve Kürt sorununa yönelik de ilk başlar da aynı "utangaçlığı' göstermemişler miydi? Daha sonra "Miladın kendileriyle başladığını" iddia ederek birden "demokrasi kahramanı" oluvermişlerdi. Ne dersiniz tarih tekerrür eder mi? Kaynak: Fotoğraflar: Faruk Yüksek http://www.avrupa-postasi.com ht t p://w w w. a r men ien i n fo.ne t ALMAN PAPAZ VE ERMENİ BÜYÜKELÇİ'DE KONUŞTU Berlin Ermeni Büyükelçisi Armen Martirosyan'ın ingilizce yaptığı konuşmayla öz olarak acıların bir daha yaşanmaması diledi. ALİ ERTAN TOPRAK: ERMENİ SOYKIRIMI KABUL EDİLMELİIDİR Almanya Alevi Toplumu ikinci başkanı Ali Ertan toprak ise konuşması esnasında „Ermeni Soykırımı dünya ülkelerince resmen kabul edilmelidir,hatta bunu inkar etmenin suç olduğu yasalaşmalıdır“ diyerek bir adım ileriye attı. “Türkiye'de mevcut hükümetin Kürtlere ve özellikle de Alevilere yaptıkları uygulamaların geçmiş devlet politikasının aynen devam ettiğinin tescilidir“ sözleriyle konuşmasını sürdürdü. TGH'YA SUÇLAMA: "TGH UYUMA ZARAR VERMEKTEDİR" Hamburg Senatosunun TGH'ya yapmış olduğu maddi desteği sorgulaması gerektiğini açıklayan Almanya Alevi Toplumu ikinci başkanı Ali Tel: +90 (212) 252 65 18 http://www.arasyayincilik.com e-posta: [email protected] [email protected] http://www.network54.com/Forum/121213 kızılbaş - sayfa 60 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SERDAR KAYA Türkiye’nin Nazileri [1918 yılında, üç gayrımüslim milletvekili Meclis-i Mebusan’a bir soru önergesi verir. Önerge, yeni hükümete son dört yıl zarfında Ermeni ve Rum nüfusa yapılan katliamların sorumluları konusunda ne yapacağını sormaktadır.] Soru önergesinin Meclis’te okunmasının ardından söz alan Aydın milletvekili Emanuelidi Efendi, onca insanın öldürülmesinin üç dört kişinin yapabileceği bir iş olmadığını, beş on kişiye ceza vermenin konuya herhangi bir çözüm getirmediğini söyler ve yeni hükümetin bu konuda herhangi bir politikası olup olmadığını öğrenmek istediğini belirtir. Soru önergesine cevabı, yeni hükümet adına İçişleri Bakanı Fethi (Okyar) Bey verir. Fethi Bey’e göre, son dört senede memleketin altı üstüne gelmiş, bu esnada Rumlar, Ermeniler ve Araplar kadar, Türkler de zarar görmüştür. Fethi Bey’in şu cümlesinden sonra ise, Meclis’te alkış sesleri yükselir: “Arzu ederdim ki Emanuelidi Efendi Hazretleri bu unsurlar arasına belki hepsinden ziyade zarar gören ve mağdur olan Türk unsurunu da dâhil etmiş olsunlar.” Soru ve cevabı Acaba Fethi Bey’in bu sözleri soru önergesinde yer alan ifadeleri cevaplandırmakta mıdır? Önergede,“Ermeni milletine mensup olmaktan başka hiçbir cürümleri bulunmayan bir milyon nüfus, kadınlar ve çocuklar istisna edilmeyerek katil ve itlaf edilmiştir” denmektedir. Buna ek olarak, Karadeniz, Marmara ve Ege’de katledilmiş ve malları gasp edilmiş olan “beş yüz elli bin Rum nüfus”un bahsi geçmektedir. 1945 yılında Almanya’da Yahudi milletvekillerinin (Yahudiler başka olmak üzere çeşitli etnik grupla- rın soykırıma uğradığı) holokost hakkında bir soru önergesi verdiklerini düşünelim . Kendilerine cevap veren Alman milliyetçileri, “Biz sizi öldürmüş olabiliriz ama başkaları da bizi öldürdü, askerlerimiz doğuda, batıda farklı cephelerde savaşıyordu, hatta bu bahsettiğiniz unsurlar arasında belki en ziyade zarar gören ve mağdur olan Alman unsurudur” diyecek olsa ve orada bulunan Almanlar bu sözleri alkışlasa, ilgili kimseler hakkında ne düşünmek icap eder? Türk unsurunun iktidarı Emanuelidi Efendi, yeniden söz aldığında, “Bendeniz Rum unsurunun mağduriyetinden ne kadar müteessir olur isem Türk unsurunun mağduriyetinden de aynı surette müteessir olurum” der. Türklerin mağduriyetini önergesinde belirtmemiş olmasını ise, Türklerin azınlıkta değil iktidarda olmaları nedeniyle buna gerek olmadığı ile açıklar. Emanuelidi Efendi’nin “Bugün hâkimiyet, Türk unsuru namına icra edilmektedir” şeklindeki sözleri, “İnşallah daima” sadaları ile mukabele görür! Ardından, Trabzon milletvekili Mehmet Emin Bey (Yurdakul) söz ister. Ancak ilgili oturuma dair düzenleme, açıklama yapmaya değil, soru sormaya müsaade etmektedir. Ama, Mehmet Emin Bey’e göre, “Bu mesele başka”dır. Meclis Başkanı’nın bu keyfî tavra cevabı, “Öyle ise nizamnameyi bırakıp atalım” olur. Bunun üzerine de, Kastamonu milletvekili Rüştü Bey, “Milletim tahkir olunuyor, haksız ithamata maruz bulunuyor da hâlâ Meclis nizamnamesinin tatbiki düşünülüyor” der. Bu tepkiler karşısında, Meclis Başkanı, müzakerelerin bir usule bağlı kalmaması durumunda Meclis’teki heyetin bir müzakere heyeti olmaktan çıkacağını izah etmeye çalışsa da, oturumu bir düzene koymayı başaramaz. Etrak-ı Bîinsaf 1918 yılına ait olan bu tablo, gurur duyulacak bir tablo değildir. Daha da acı olan ise, ilgili kaba ve çiğ tavırların 94 yıl sonra hâlâ değişmemiş olmasıdır. Bir mecliste yeni bir hükümete sorulması en doğal sorulardan biri, “Peki bundan sonra ne olacak” sorusudur. İlgili soru önergesi de bu soruyu soruyordu. Ancak Türk vekillerin içinden, işlenen onca suçun ardından hicap duyup özür dilemek şöyle dursun, bu basit soruyu efendice cevaplandıracak bir kişi bile çıkmadı. Sonradan bir kısmı Ermeni katliamı sanığı olarak İngilizlerce Malta’ya götürülecek olan bu vekiller, ya konuyu geçiştirme ya da Emanuelidi Efendi’ye tepki gösterme eğiliminde oldular. Mehmet Emin Bey’in derdi ise, soru önergesinin zabta geçmesine engel olmaktı! Soru önergesi zabıttan çıkarılmadı. Ama bu şekilde, cevaplandırılmadan geçiştirildi. Bir sonraki mevzu, yine Ermeni katliamı ve gasp edilen mallar ile ilgiliydi; ve Mehmet Emin Bey yine “Türk tezleri”ni savunmaktaydı. Bir noktada sözü yine Emanuelidi Efendi’nin soru önergesine getirdi ve “sırf Ermeni olduklarından dolayı kesilmişlerdir” mealindeki beyanları kabul etmediğini söyledi. Bunun üzerine, Halep milletvekili Artin Boşgezenyan Efendi kendisine çok basit bir soru sordu: “Ne için kesilmişler?” Az önceki soru önergesi gibi, bu soru da cevapsız kaldı. Kaynak: Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, TBMM Arşivi. http://j.mp/ meclis1918 Kaynak: Taraf Gazetes, 10.04.2012 kızılbaş - sayfa 61 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ahtamar su çekilirken kıyılardan ateşli küçük bir mırıltı duyulur. Işıltılı Van gölü kıyısında küçük bir kentten her gece genç bir adam açılırdı suya, en iyi şekilde saklanarak. Tamar’ın yüreği dağlanır! Ah, gitme zamanı gelmiştir... Yeniden biri hiddetli gölde, diğeri de adanın kıyısında kalacak. Kayıksız açılırdı suya, yalnızca kollarıyla ilerlerdi suda. Korku nedir bilmeden. Bir keresinde, kötü adamlar kıskanmışlardı sevgililerin hazinesini, söndürmüşlerdi ateşi iblissi kara bir gecede. Göldeki kara adadan bir ışık gösterirdi O’na yolunu. İlerlerken adaya doğru küçük bir deniz feneri vardı. Kara dalgalar şimdi taşır yitmiş bir sevdalıyı! Rüzgâr taşımaya devam ediyor iç geçirişini O’nun: Tamar! Her gece o kara adada güzeller güzeli Tamar yakardı bir feneri. Gizlilikte ve sabırsızlıkla beklerdi ve alazlar içindeydi yüreği! Sesi yakınlardadır: Karanlıkta hiddetli dalgaların yükselip alçaldığı keskin kayalıkların altında, - yakındır sesin duyulmaz olması, yitip gitmesi - yakındır usulca çağırması: “Ah Tamar!” Büyükbabam Şimdi yalnızca su sesi duyulur. Bir gölge gibi durur adanın kıyısında... O’dur gelen! Yeniden birlikteler! Ah! Gizem üstüne gizemdir gece! O zamandan beri ve bu yüzden Van gölündeki adanın adı Ahtamar’dır. Büyükbabam dikmişti köydeki genç ağaçları, büyükbabam çakmıştı nallarını köy atlarının. Köyün çitlerini inşa etmişti büyükbabam, buğday dövülen yerleri kendi yapmıştı. Sulamıştı meyve bahçesini, kazmıştı tarlasını, alnının temiz teriyle geçindirmişti ailesini. Büyükbabam sürüp ekmişti toprağı; hasatta ağrırdı orağı tutan elinin bileği. Büyükbabam düşünürdü ve konuşurdu toprakla, ağlardı bulutlarla, gevezelik ederdi suyla... Bir gün, ayakları ansızın büküldüğünde, şaşkınlıktan donakaldı ve kızardı utancından. Bıraktı sabanı nefes almak için: soğuk terler boşaldı alnından. Büyükbabam uzandı sürülmüş toprağa ve uyudu, toprakla bir oldu, onu besleyen toprakla bir. Sonra okşar Van gölü kıyılarını uysal dalgalarla, Hovhannes Toumanjan (1869-1923, Ermenistan) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy Hamo Sahyan (1914-1993, Ermenistan) Çeviren: İsmail Haydar Aksoy Karanlıkla kaynasa bile göl ve çarpsa da o genç yürek, hiddetli olsa da su, çağıldasa da gelirdi şikayet etmeksizin her gece. İşitirdi Tamar kulakla ve yürekle suyun yakınlarındaki bir sesi, ve dönüşürdü bir aşk meşalesine adanın kıyılarında. Şafakta gölün dalgaları kıyıya attılar cesedini. Donmuş, kaskatı kesilmiş dudaklarında ölüm anında yapışmış sanki iki sözcük: “Ah Tamar!” 5 18 2 6 i k .com 5 2 l 1 2) com nci 0 (2 s y ay i lik. i 9 c + a : in Te l w w. a r a s y a y r w / a @ p: / ht t i n fo : a t os e-p kızılbaş - sayfa 62 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kripto Ermenilerle ilgili yeni bir belgesel: “Menk Kank…” (Biz varız) 3 Mayısta, Ermenistan Sinemacılar Derneği’nin küçük salonunda (H. Malyan Tiyatrosu) Armen Khaçatıryan’ın “Menk Kank…” filminin prömiyeri (senarist, rejisör ve operatör Armen Khaçatıryan, tercüman Diran Lokmagözyan, metni okuyan Guj Manukyan) gerçekleştirildi. Hemşin, Muş, Van, Dersim… Bu bölgelerde mesleği, yaşam tarzı, dertleri farklı olan Ermenilere rastlamak mümkündür. Onları birleştiren temel unsur ise Ermeni kimlikleri… Hemşin’den Dersim’e uzanan uzun bir yol… Hemşin’le Dersim doğa açısından birbirlerinden ne kadar farklıysa, buralarda yaşayan insanlar da bu denli farklıdır. Biri gazeteci, diğeri dükkân sahibi, üçüncüsü demirci, hepsini birleştiren ise, onların gerçek orijinleri, Ermeni kökenleri, bunu çevrelerinden gizleme mecburiyeti ve asimile olma tehlikesi. Ve bu insanlar filmde kendilerinden bahsetme cesareti buluyorlar. Mirakyan sülalesinden bir Dersimli Ermeni, çocukluğunda büyükannesinin Paskalya zamanı nasıl kendisine ve kardeşlerine boyalı yumurta dağıttığını anımsıyor. Tüm bunlar çocuklar için bir sırdı, büyükanne bu yumurtaları neden boyuyordu, yoksa tavuklar mı renkli yumurta yumurtluyordu…? Dedesi de yeni yılda evin her tarafına su serpiyor ve bunun kutsal su olduğunu söylüyordu… Hepsinin anlatılarında acı ve çile var… Hikâyeleri, kaçınılmaz olarak Ermeni Soykırımı’nı anımsatıyor… Lakin aynı zamanda, onların hâlâ var olduklarını, yaşadıklarını kanıtlıyor… Meline Anumyan Akunq.net Dersim Eremenileri etnografyası - 1 Kevork Halaçyan / Çeviren Miran Pırgic Gültekin 17. yüzyıla değin “Dersim” adına her hangi bir yerde rastlanmıyor. Türk egemenliğinden sonradır ki, ” Mananalık”, “Karya” ve hatta “cırvan” yer adlarına karşılık olarak Dersim’e rastlıyoruz. Bu konuda halkın belleğinde, tarihsel temelleri olan bir söylence, korunarak günümüze değin gelmiş. 1604 yılında, bir yandan Şah Abbas Ermenistan’ın şehirlerini ve köylerini işgal etmekte ve halkını İran’a sürmekte, diğer yandan Sinan paşa’nın müttefiki olan Celaliler Batı Ermenistan halkını, Erzurum’a kadar kırmaktaydılar. 1605′te Erzurum, Erzincan, Eğin ve Kemah Ermenileri, celali katliyamları ile baş edemeyip, evlerini, barklarını terk etmekte, aç-susuz batı illerine, İstanbul ve Trakya’ya doğru kacmaktaydılar. İşte o acı yıkım günlerinde, yurdunu terk etmeyen kimi Ermeniler de Celali talan ve kırımlarından kurtulmak için dinini değiştirmeye başladı. Böylece, Keşiş dağı eteklerinden Sıbıngor ve cardaklı eteklerindeki “pişkıtağ”, “Galaric”, “Keartağ”, “sıbıngor”, “Esesi”, Sırırgatağ”, “Dzormes”, “xax”, “sılbus”, Handesi”, “Til”, “Vartan Şah”, “Xaşxaşlı”, “Meliktağ”, “Xoran tağ”, “Veri tağ”, “Tılxas”, “Norkeğ”, “Kioşigner”, “Mekezinger”, “Gabrişi”, “Vasgaril”, “Hamdesi”, “Corxas” vs Ermeni köylerinin halkı yurtlarını terk etmemek için dinlerini değiştirmeye razı oldular. Burada sayılanlar, Müslümanlaştıkları halde köylerinin ismini değiştirmeyen Ermenilerin köyleridir. Kimisi harabe, kimiside kaim olmak üzere her birinde bir veya birden fazla kilise vardır. Müslümanlaştıktan sonra adınıda değiştiren köyleri, coğrafya ve etimoloji bölümlerinde inceledik. Dinlerini değiştirmekle birlikte, bu köylerin halkı kiliselerini yakıp yıkmadılar, sadece terk ettiler, ama asla unutmadılar. Ovada yaşayan Ermenilerin yazgısı böyle şekillenirken, dağlık bölgelerden Bağrin, Munzur, Avzerdin, Kazntağ, Surp luys, Sim, Dujig, Malin, ve Davrosa sığınanların yazgısı neydi? Söylence de tam burada başlamakta. Denir ki Celali saldırılarına karşı ne yapacağını kararlaştırmak için, dağ köylerinin Ermenileri, bilge keşişleri DER SİMON ‘un dönüşünü beklemektedirler. Keşiş, önemli bir dini toplantıya katılmak üzere bölge dışındadır o sıralar. Der Simon ve ona eşlik edenler, daha bölgeye varmadan, yaşananlar hakında bilgi sahibi olurlar. Tedbir olarak geysilerini değiştirirler. Başlarına yeşil puşular bağlarlar ve kendilerini Kürt Alevi din adamı olarak tanıtırlar. Güvenli bir şekilde bölgeye ulaştıktan sonra, Der Simon din adamlarını ve köylerin ileri gelenlerini toplantıya cağırır . Toplantıda mevcut sıkıntılardan kurtulmak için, din değiştirmeyi önerir. Ancak önerdiği türklerin dini değil, komşuları olan kürt alevi dinidir. Toplantıya katılanlar dini önderleri Der Simon un önerisine oy birliği ile razı olurlar. Der Simon adını Seyit Ali olarak değiştirdi ve kureşanlar ocağının piri oldu. Kısa süre sonra ise Ermeni ve Kürt din adamlarının kararı ile pire-piran(katalikos) rütbesine yükseltildi. Bu söylencenin, daha doğrusu tarihi gerçekliğin kaynağı olan toplantının tutanakları, tüm detayı ile, ceylan derisinin parşömenler üzerine yazılmıştır ve kutsal emanetler olarak pire-piranın varisleri tarafından korunmaktadır. Bu emanetler dokunulmazdır ve pire piranın büyük erkek varisinden başka kimse el süremez. Varis pir babasından veya dedesinden devraldığı bu kutsal emanetlere ihanet etmiyeceğine, içeri hakkında kimseye birşey söylemiyeceğine dair yemin etmiştir. Böylece dağlı bölgede yaşayan Ermeniler, Aleviliği kabul ederek güvende olurlar. Önderliğini anmak içinde Batı Ermenistan platosunun bu en yüksek bölgesini onun adıyla DER SİMON olarak andılar. Bu isim zaman içinde değişimlere oğrayarak, kısaltılarak DERSİM halini alır. Ermeni bilimler Akademisi Yayını, Yerevan, 1973, s. 249-250. Kaynak: http://akunq.net/tr/?p=2555 kızılbaş - sayfa 63 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 649 Dersimli’nin ölüm tutanağı Tunceli Valisi Mustafa Taşkesen, TBMM Dilekçe Komisyonu’nun 1938 yılında yaşanan Dersim olaylarına ilişkin istediği belge ve bilgileri toplarken, Hozat İlçesi’nde o dönem öldürülen aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 649 kişinin ölüm tutanakları ve kimlik bilgilerine ulaştıklarını açıkladı TUNCELİ- TBMM Dilekçe Komisyonu’nun talebi üzerine Tunceli Valiliği, 1938 yılında yaşanan Dersim olayları sırasında, olayları bizzat yaşayan, tanık olan ve hayatta olan kişilerin tespit çalışması başlatıp, kaymakamlıklar, köy ve mahalle muhtarlıklarından olaylara ilişkin bilgi ve belge istedi. Tunceli Valisi Mustafa Taşkesen, çalışmalarla ilgili düzenlediği basın toplantısında Hozat Kaymakamlığı arşivinde yeralan bir bilgede 1938 olayları sırasında her yaştan kadın, erkek, yaşlı ve çocuğun bulunduğu 649 kişinin ölüm tutanakları ve kimlik bilgilerinin çıktığını açıkladı. Vali Taşkesen, TBMM Dilekçe Komisyonu’nun talebi doğrultusunda 1938 Dersim olaylarıyla ilgili çok geniş bir çalışma yürüttüklerini 81 vilayete yazı yazılarak o döneme ait bilgi belge varsa elerinde kendilerine gönderilmesini istediklerini söyledi. Taşkesen, 1938 mağdurlarının ellerinden alınan taşınmazlarının tespiti ve göç ettikleri yerlerdeki mallarının tespiti için çalıştıklarını ayrıca ilçelerde kaymakamlıkların ellerindeki belgeleri daha önceden Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne gönderdiklerini söyledi. Vali Taşkesen, sadece Hozat Kaymakamlığı’nda bazı belgeler kaldığını belirterek, şunları söyledi: “TBMM Dilekçe Komisyonu, Dersim olayları ve sonrasında yaşanan olayların mağduriyetlerinin giderilmesi anlamındaki talepleri gündemine almış ve valiliğimiz ile diğer vilayetlerden çeşitli taleplerde bulunmuştur. Bize gelen taleple ilgili kısım ise, özellik- le 1937-38 Dersim olayları sırasında mağdur olan ve o dönem mağdurların hala yaşayıp yaşamadığı konusunda ve yine eğer yaşıyorsa nerede hangi adreste ve hangi ilde yaşadıklarına dair bilgi talep ediliyor. Bununla beraber yerinde inceleme ve araştırma yapılacağı düşünüldüğünden dolayı bu konuda uzman olan ve Dersim olaylarının yaşandığı yerleri iyi bilen ve bu konuya hakim olan 2 isimin bildirilmesi ve yine 1937-38 Dersim olaylarını yaşayan ve tanık olan hala yaşayan insanların bilgileri ve ikamet adresleri isteniyor. TBMM Dilekçe Komisyonu’nun bir başka isteği de, Dersim olaylarının yaşandığı dönemde dilekçe vererek mağduriyetlerini bildiren kişilere ait dilekçelerin il ve ilçelerdeki devlet arşivlerinde var olup olmadığı ve bu konuda belge olup olmadığıdır. Biz de bu konuda köy muhtarlıklarına, mahalle muhtarlıklarına ve ilçe kaymakamlarına yazı yazarak ellerindeki belgeleri bize göndermelerini istedik. Bizim Yazımızdan sonra birtakım belgeler geldi hala da göndermelerini bekliyoruz.” ÖLÜM TUTANAKLARI Vali Taşkesen, Hozat Kaymakamlığı’nın 1938 olaylarıyla ilgili kendilerine belgeler gönderdiğini belirterek, şunları söyledi: “1938 olaylarıyla ilgili Hozat Kaymakamlığı tarafından bize gönderilen belgeler arasında yer alan bir belgede, 1938 askeri hareket sırasında öldüğü kabul edilen 649 kişiye ait ölüm tutanağı yani ölüm belgesini bulabildik. Elimizdeki 649 kişiye ait ölüm tutanağında o dönem öldürülen vatandaşlarımıza ait kimlik bilgilere yer ve ölüm tutanakları yer alıyor. Bu belgeyi de ilgili yerlere göndereceğiz. Yine TBMM Dilekçe Komisyonu’nun yaptığı başka bir çalışmada 1934 ve 1935 iskan kanununa göre o dönem yaklaşık 32 vilayete nüfus sevki yapılan yani başka vilayetlere gönderilen o vatandaşlarımızın burada kalan malları ve bu vatandaşlarımızın 1947 yılında tekrar buraya dönme iradesi gösterenlerin mallarının ne olduğu yine bu vatandaşlarımızın buradan gönderildikleri sırada gittikleri yerlerde kendilerine tahsis edilen arazilerin ne olduğu ve ayrıca buradaki mallarının ve arızilerinin ne olduğu kimlere verildiği konusunda bizlerden bilgi ve belge talep edilmektedir. Başka il- lere nüfus sevki yapılan yani 1937-38 Dersim olayları sırasında tespitlerimize göre 32 farklı ile sürgün edilen vatandaşlarımızın taşınmazları ile ilgili bilgi ve belge talep ediliyor. Bizim bu konudaki çalışmamız da titizlikle devam ediyor bu konudaki çalışmalarımız hala bitmedi. Bu konuyu özetlersek 1938 yılındaki olaylar sırasında mağdur olan vatandaşlarımızın o dönemde mağduriyetlerini bildirmek için dilekçe veren vatandaşlarımızın ilimizde hala yaşayıp yaşamadıkları, bununla birlikte onların arşiv belgeleri, yine bununla birlikte diğer vilayetlere nüfus sevki yapılan yani sürgün edilen vatandaşlarımızın burada kalan taşınmazları ve gittikleri yerlerde kendilerine verilen taşınmazları ile ilgili bilgi belge talep ediliyor bu konudaki çalışmalarda hala devam ediyor.” ‘DEVLETİMİZ GEÇMİŞLE YÜZLEŞEREK...’ Tunceli Valisi Mustafa Taşkesen, devletin artık geçmişiyle yüzleşerek ilerlediğini belirterek, şunları söyledi: “Netice itibariyle şunu söyleyebilirim. Artık devletimiz geçmişiyle yüzleşerek ilerleme cesaretini göstermektedir. Bu yapılan çalışmalarda mağduriyetlerin giderilmesinin yanında böyle bir kararlılık böyle bir politikayı da göstermektedir. TBMM Dilekçe Komisyonu kendilerine ulaşan bilgi ve belgeler çerçevesinde bizden istedikleri bilgi ve belgeleri bizler de hızla topluyoruz. Elimize gelen ve elde ettiğimiz bütün belgelere kendilerine göndereceğiz. Ayrıca bu konuda uzman olan 2 kişinin ismini ve yine o dönem yani 1938 olaylarının canlı tanığı, olayları bizzat yaşayan ve hala hayatta olan vatandaşlarımızın isimlerini de komisyona bildireceğiz. Onlar bu bilgi ve belgeleri tekrar inceledikten sonra sanıyorum ilimize de gelerek bir çalışma yapacaklarını düşünüyorum. Ama ne zaman gelecekleri konusunda elimizde kesin bir tarih yok.” (dha) kızılbaş - sayfa 3 - sayı 14 - mayıs 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür. ibrahim kaypakkaya * * * katedilişinin 39. yılında kızılbaş ibrahim kaypakkaya’yı sayğıyla anıyoruz.
Benzer belgeler
- Kızılbaş
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi:
ali koçak
alikocak5...