Köprü Kasım 2012
Transkript
Köprü Kasım 2012
köprü Kasım 2012 Bosphorus Chronicle’ın Ekidir. HABERLER 1 Ergen dertlerinize çare bulmak için İrem Ablanıza danışınız. > 20. sayfada “Bir Taşla İki Kuş” röportajları kapsamında Hardy ve Özdemir çiftleriyle ilgili merak ettiğiniz her şey > 14-17. sayfalarda 9. Sınıf öğrencilerinin laptop hakkındaki görüşlerinden oluşan Özel Hem bir sosyolog hem de bir düşünür olan Levent Erden’le eğlenceli bir söyleşi. > 6. sayfada Laptop Dosyamız > 35. sayfada ROBERT KOLEJ AİLESİNİN YENİ ÜYESİ: ANTHONY JONES Şimdi huzurlarınızda sorduğumuz tüm soruları samimiyetle cevaplayan, birçok insanın vereceği klasik cevaplardan kaçınarak, samimi cevaplar vermeyi tercih eden Robert Kolej’in yeni müdürü Anthony Jones. > 10. sayfada Robert Kolej’deki hangi öğretmenin özelliklerine sahipsiniz? Merak ediyorsanız “Hangi Öğretmensiniz” testimizi çözün. > 40. sayfada “KIRK YAŞINDA HAYATIMI DEĞİŞTİRDİM.” Güler Kamer’in kırk yaşında üniversiteyi kazanmasıyla başlayan ve Robert Kolej Türk müdürlüğüne kadar uzanan başarısı. > 8. sayfada HEP BERABER ELEŞTİRİYORUZ, KÖPRÜ OLARAK SİZİN SESİNİZ OLUYORUZ. > 40. sayfada TOKİ Plato’da Toplu Konut İnşaatına Başladı > 12. sayfada İkiz olmak herkese göre bir iş değil. Sadece seçilmiş olanlar ikiz olabilir. > 34. sayfada EYP KAPATILDI! Peki, şimdi ne olacak? > 27. sayfada Burçlara seyahat > 38. sayfada Kasım 2012 Enerjisiyle koridorları dolduran yeni beden öğretmenimiz Gregory Pinto ile keyifli bir Röportaj > 23. sayfada Alex de Souza Elveda... > 29. sayfada Robert Kolej Kampüsü’nde yaşam şüphesiz gündüzlülerin tahmin ettiğinden çok daha farklı. > 26. sayfada Köprü EDİTÖRDEN 2 Hayalim, Hayalimiz Köprü’ye ilk girdiğimde hazırlıktım, daha yeniydim bu okulda. Okula geleli bir ay olmasına rağmen yazımın bir okul gazetesinde çıkacak olması nedeniyle çok heyecanlıydım. Her toplantıya büyük bir hevesle gittim ve her sayıya en az iki yazı yazmaya gayret ettim. Bazen sıkıcı, bazen eğlenceli, bazen okuduğunuz ve bazen de okunmayan yazılar yazdım. Bu iki senede hem anlatımımı ve fikirlerimi geliştirdim, her zaman çevremden gelen yorumları dikkate aldım. Ve 9. sınıfın sonunda, tekrar haftasında, Melek Hocam ve Serya Hocam bana seneye editör olacağımı söylediklerinde tabiri caizse havalara uçtum. O günden itibaren hayaller kurmaya başladım, aklımda bir sürü fikir vardı. Bütün yakın arkadaşlarıma, dostlarıma danıştım. Gittiğim topluma hizmet projelerinde geceleri insanlarla konuştuğum konu “Köprü”ydü. Köprü’yü nasıl gerçek bir okul gazetesi yapabilirdik, hem eğlenceli hem de eleştiren ama ölçülü yazılar yazabilir miydik ve en önemlisi kaliteli bir yazar kadrosunu nasıl oluşturabilirdik? Bütün bu sorular aklımı kurcaladı bütün yaz boyunca. Ve Ağustosun başında yazar bulmaya başladım. Köprü gazetesi eskisi gibi 10 kişi olamazdı, gerçekten renkli bir gazete çıkarmak istiyorsak, kaliteli, eğlenceli, bilgili ve istekli yazarlar olmalıydılar. Kalemleri yaratıcı ve güçlü olmalıydı. Bir ay boyunca arkadaşlarımı aradım, konuştum, onlara mesaj attım. Sanırım çabalarım amacına ulaşmış ki kulüplerin açıklandığı gün Köprü’nün üye sayısının 45 olduğunu öğrendik. 2 senedir en fazla 8 kişi olan toplantılarımız, bu sene 30 kişiyi buldu ve bu değişim hem Köprü’nün eski üyelerinde hem yeni üyelerinde büyük bir heyecan başlattı. Toplantılarımızda herkesten inanılmaz fikirler geliyordu ve işte o zaman anladım ki gerçekten de Robert Kolej’in güçlü, yaratıcı ve eğlenceli kalemleri artık Köprü’deydi. Ve toplantımızdan sonra bu kalemler yazılarını yazmaya başladılar, yazıların teslim tarihinde ise e-postamda gece 12’de 2 sayfa okunmamış ileti gördüğüm zaman çok duygulandım. Çünkü sonunda hayalim gerçekleşmişti, 45 kişi de birbirinden güzel yazılar yazmıştı ve bu yazılar Köprü’yü gerçek bir okul gazetesi yapacaktı. Ve işte aylardır inşa edilen o Köprü elinizde, bu gazete yapraklarında sadece matbaa kokusu yok. Bu gazete yapraklarında emek, yaratıcılık, grup çalışması, dayanışma ve hayaller var. Bu gazete yapraklarında minnettar olduğum insanların izleri var: Tasarım Ekibi, her türlü nazımıza katlandınız. Bu okulda çok az kişinin bildiği yazı düzenlemeye emek harcadınız, zamanınızı verdiniz. Köprü Ailesi size minnettar demeyeceğim, çünkü bu gazetenin çıkmasında emek harcayan sizler de bu ailedensiniz. O yüzden size iyi ki bizlesiniz, iyi ki varsınız demek istiyorum. Süpersiniz! Güler Hocam, söyleşi fikrimizi reddetmeyip bize mükemmel bir söyleşiyi imkânı tanıdığınız için, edebiyatçı kişiliğinizle hem yazılarımızı düzelttiğiniz hem de bize yol gösterdiğiniz için ve hem edebi hem de akademik gücü yüksek, öğrencilerine hem bir öğretmen hem de bir kılavuz olduğunuz için size teşekkürlerimi sunuyorum. Berfin, her zaman ihtiyacım olduğunda bana yardım eden, desteğini asla esirgemeyen ama YGS mağduru editör dostum! Her zaman moral vermenle ve emeğinle bana destek olduğun için çok teşekkür ediyorum Melek Hocam, neredeyse 2 günde bir sizinle gerek ileti gerek telefon yoluyla iletişim kurmamdan rahatsız olmayıp, aksine büyük bir heyecanla Köprü’nün şekillendirilmesinde yardım ettiğiniz, yol gösterdiğiniz için size minnettarım. Sıkıştığımızda bize adınız gibi bir melek gibi yardım ettiğiniz için çok teşekkür ederiz Serya Hocam, geç servis de bile gazete hakkında benle konuştuğunuz ve fikirler verdiğiniz, yüzünüzden hiç eksilemeyen gülümsemenizle ve Köprü ekibine yaydığınız pozitif enerji için çok teşekkür ederim. Umarım bu enerjiniz ve iyi niyetiniz hiçbir zaman yok olmaz. Ve Köprü yazarları… Yazın kendi kendime kurduğum ve siz olmasaydınız gerçekleşemeyecek bu hayalimi benimseyip, “hayalimiz” yaptığınız için size çok teşekkür ediyorum. Gün geldi THP’lerde konuştuk yeni fikirler üzerine, gün geldi ardı ardına gelen iletilerimden Yunus Emre Erdölen mesajlarımdan usandınız, gün geldi beraber fikir, yazı ürettik. Ve sonunda başardık. Robert Kolej’in 150 yıllık tarihinin en eğlenceli ve okul gazetesi tanımına en uygun gazetesi olduk. Hiçbiriniz olumsuz bakmadınız ve işinizi hiçbir zaman şansa bırakmadınız. Azimliydiniz, neşeli ve istikrarlıydınız. Hepinize yürekten teşekkür ederim, sizin gibi güçlü kalemlerle ve temiz yüreklerle çalışmak, benim için büyük bir şanstı. Umarım gelecekte hepiniz, hepimiz hayatımız boyunca sizin gibi temiz yürekli ve çalışkan insanlarla karşılaşırsınız. Kısacası bu yolda Köprü’ye desteklerini veren herkese çok teşekkür ediyorum ve her zaman yanımızda olmalarını diliyorum. Çünkü samimi duyguların ve insan ilişkilerinin giderek azaldığı günlerde, okulumuzun yoğun temposunu, neşeye, sevgiye, samimiyete bağlayan bir Köprü niteliği taşımak kolay değildi, ama imkânsız da değildi. Ve bu ekip ilk kez bu niteliği sağladı ve bu son kez olmayacak. İyi yolculuklar Değişimin Kendisi Olduk Üç yıl öncesini hatırlıyorum. Okulu daha yeni tanımaya başlayan bir dokuzuncu sınıf öğrencisi olarak hayatım kimya ve fizik dersleri arasında geçiyordu. Tabii bir de yirmi dakikalık teneffüslerde yaptığımız Köprü toplantılarını unutmamak lazım. Çok fazla üyemiz yoktu. Fakat hepimizin ortak bir noktası vardı, yazmayı ve yazdıklarımızı başkalarıyla paylaşma fikrini seviyorduk. Okul sorunlarından daha çok kültürel faaliyetlerden bahsediyor, kimi zaman da küçük bir spor köşesi yapıyorduk. Sayımız çıktığında ise sayfalarını ilk karıştıran bizler oluyorduk. O zamanlar istediğimiz kadar dikkat çekebilmiş bir öğrenci gazetesi değildik. Fakat en büyük değişimlerin sebebi olan zaman, bizleri de değiştirdi. Bu okul döneminde yepyeni bir ekiple, yepyeni bir maceraya atılmaya karar verdik. Artan yazar sayımızla bu yolda başarılı olacağımıza inandık ve aklınıza gelemeyecek birçok şeyi bir çatı altında birleştirdik. Okulumuzun Türkçe gazetesi olarak siz öğrencilerin sesi olmayı ve sizlere bu yoğun temponuzun içinde ihtiyacınız olan enerjiyi vermeyi amaç edindik. Bir taşta iki kuş köşemizle sizlere okulumuzda bulunan evli öğretmenleri tanıtmak istedik. Her sayı da devamını bulabileceğiniz bu köşe sizlerde bir bağımlılık yapacak. Edebiyat, kültür ve müzik sayfalarımızla sizleri hayatın ritmine bağlı tutmayı amaçladık. Gurme köşemizle, okul sonrası gezilerinizi canlandırmaya karar verdik. Her sayıda devamı olacak kısa hikayelerimizle heyecanı arttırmak Köprü istedik. Yeni gelen idarecilerimiz ve öğretmenlerle röportajlar yaparak onları tanımak ve sizlere de tanıtmak istedik. Spor köşemizle okul ruhunu canlı tutmak istedik. Yatılı köşemizle, okulun yatılı öğrencilerinin hayatını yakından tanıtmaya karar verdik. En önemlisi eleştiriyorum köşesi ile okul hakkındaki tüm önerilerinizi bir köşede topladık. Anonim olarak yazabileceğiniz bu köşe ile sesinizi tüm okula duyurabilmeniz mümkün. Tüm bunların yanı sıra gazetemize biraz da mizah katalım dedik ve absürd haberler köşemizle sizleri güldürmeye geldik. Karikatürlerimizle, burç yorumlarımızla ve sorularını cevaplamak isteyeceğiniz öğretmen anketlerimizle heyecanı bir kat daha arttırdık. Aynı zamanda öğretmenlerimize de gazetemizde Kasım 2012 Berfin Torun kendilerini ifade edebilmeleri için yer ayırdık. Köprü’nün devrim niteliğinde ki bu büyük değişimi yaşadığı zamanda Yunus Emre Erdölen ile beraber editör olmak ve tüm bu sorumlulukları en az bizler kadar heyecanlı yeni yazarlarımızla ve enerjileriyle bizi canlı tutan danışman öğretmenlerimiz Serya Kayapınar ve Melek Giray İnce ile paylaşmak beni hala çok heyecanlandırıyor. En önemlisi ise siz okuyucularımızın vereceği tepkileri büyük bir sabırsızlıkla bekliyorum. HABERLER 3 Eski Editörden Merhaba arkadaşlar, Bu yıl ilk sayıyı çıkarmanın heyecanı ve kulübün artık resmi bir parçası olmamanın üzüntüsünü duyuyorum. Ben okula girdiğim yıl kurulmuştu Köprü. İsminden tasarımına kadar her aşamada sürecin bir parçasıydım. Okuldaki diğer aktivitelerimin yanında ayrı bir yeri vardı Köprü’nün bende. Kulüpte sayıca az olmamızdan dolayı daha fazla sorumluluk vardı omuzlarımda belki ama karar aşamalarında söz sahibi olmak yaptığım işi daha çok benimsememi sağladı sanırım. Aidiyet hissettiğiniz bir iş için özveriyle, şevkle çalışırsınız çünkü. Köprü’deki beş yıllık maceramın sonunda birçok tecrübe edindim ama sizlerle en kıymetli olanını paylaşmak istiyorum: sabrederek çalışmak. Geçen seneki editör yazımı okumuş olanlar hatırlar. Biraz buruk bir yazıyla karşılamıştım sizleri. Yanlış hatırlamıyorsam on kişiydik geçen yıl ve bir gazete çıkarmakta çok zorlanıyorduk. Bir gazetenin sayfa sayısı dördün katları olmak zorundadır ve “gazete” görünümünde bir basım elde etmek için yirmiye yakın yazıya ihtiyacınız vardır. O yüzden her sayıyı güçlükle çıkarabiliyorduk. Ben de bu durumun verdiği üzüntüyü sizlerle paylaşmıştım. Kulüpte az kişi olmanın ve haksız eleştirilere maruz kalmanın getirdiği bir moral bozukluğu vardı hepimizde, ama yine de severek yaptığımız işten vazgeçmedik. Ve bu yıl sabrımızın meyvelerini topluyoruz. Yazar kadromuzdan da görüldüğü gibi bu yıl kırk üç kişiyiz ve bu yıl ki editörler Yunus Emre ve Berfin’in elinde altmışa yakın yazı var. Sizlere naçizane tavsiyem ne olursa olsun severek yaptığınız işten vazgeçmeyin. Başkalarından ilgi ve takdir görmüyor diye yarıda bırakmayın. Başlattığınız işe değer kazandırmak ve onu bir noktaya Nur Sevencan getirmek sizin elinizde. Biz Köprü ailesi olarak, yoktan bir gazete inşa ettik. Bütün zorluklarına rağmen bir gelenek başlattık. İnanıyorum ki, bizden sonra da bu gelenek devam edecek. Hepinize dolu dolu bir yıl diliyorum. Bu yıl benim sizlerle son yılım. Sürç-i lisan ettiysem affola malum dilin kemiği yok. Esen kalın… Zor Mu Kolay Mı? Düşüncelerimiz sadece bize mi ait? Sadece ve sadece bize mi, başka insanların etkisi yok mu hiç? Eğer cevabınız kesinlikle olumsuzsa pardon ama, buna inanmıyorum. Aslında başkalarının etkisi altında kalmasak, onların düşüncelerini bilmesek, kendi düşüncelerimize sahip olabilir miyiz? Mesela ilk insanlar. Zorluk ve kolaylık kavramlarını bilirler miydi? Sonuçta yapabildikleri her şey onlara kolay gelirdi, yapabiliyor olurlardı. Neyin kötü neyin iyi olduğunu bilebilirlermiydi? Sadece yapabildiklerinin en iyisi, onlara en iyi şey gibi gelirdi belki de. Aslında o bile değil, eğer bir sonuca varabilseler iyi olurdu onlar için. Ama şimdi öyle mi? Artık kavramlar arasında ince bir çizgi var sanki. İstisna kabul etmeyen, acımasız bir çizgi. Ya üstündesindir ya altındasındır onun. Ya iyisindir ya kötüsündür, ya kolaydır ya da zordur. Bir de ön yargı diye bir duygu var artık, insanları etkileyen. Anlamsız ve amaçsız olan, seni insanların düşüncesinin kölesi yapan; sana düşüncelerini unutturan, düşünmene izin vermeyen. Peki, bunlar doğru mu? Soyut bir çizgiye göre hareket etmek ve bu anlamsız duyguya önem vermek. Adalet denebilir mi buna? Aslında 9. Sınıfta aynen böyle. Herkes zor diyor, bizde zor diye başlıyoruz yıla. En baştan, daha hiç yaşamadan, sırf başkaları yüzünden, anlamsız bir ön yargıyla, yılın zor olduğuna inanarak. Biz bu yılın kolay gelmesine şans bile vermiyoruz, kendimizi bu seçeneğe kapatıyoruz resmen. Bazılarımız ilk sınavlar yüzünden hayallerini bile yitiriyor. Bir de başkaları Zor Mu Kolay Mı? sınavın kolay olduğunu söylerse umutları kalmıyor hiç, “O benden daha iyi, ben çok kötüyüm.”gibi anlmasız şeyler düşünebiliyorlar. Ya da üst sınıflara soruyoruz yine saçma bir nedenle. Onlar bu ortalama çok düşük artık büyük ihtimalle gidemezsin derlerse, ne kadar garip ki inanıyoruz buna. Hatta çabalamadan bile vaz geçenler Kasım 2012 vardır eminim. Bazıları ise 9. Sınıfa kim zor demiş, çok kolay demeye başlıyor, sadece ilk sınavdan iyi aldılar diye. Diğerleri daha karamsarlaşıyor böylelikle. Diğerlerinin düşüncelerini dikkate alıyorlar, kendilerininkine önem vermeyerek sorugusuz sualsiz onların dediklerine inanarak. Bir de bu yıl çok ödev var çok işimiz var diyenlerin aksine geçen yıldan daha az ödev var diyenler var tabii. Onlarda hazırlıkta fazla ödev veren Köprü Cansu Bayraktar öğretmenleri olan kişiler. Ee onların bunu söylemeleri diğerlerini daha çok üzmekten, tedirginleştirmekten başka ne işe yarıyor ki, kendilerini mi tatmin ediyorlar? Hiç sanmıyorum. Belki de ilk insanlar gibi olmalıyız artık. Sadece ve sadece kendi düşüncelerimize önem vermeye başlamalıyız. Kolaylık veya zorluk. Bu kavramların öznel olduğunu, en doğru şeyi yapmayı öğrenmeliyiz: kendimizi kimseyle karşılaştırmamayı; inatla karşılaştırıcaksak da o kişinin yanlızca kendimiz olması gerektiğini anlamalıyız. Özellikle hırslı olanlar. Bu duygu onlara zarar bile verebilir ki bizim okul hırs konusunda tetikte bence. Hırslılar: en tehlikeli olanlar. Belki de bu yüzdendir 9. Sınıfın zor gelmesi. Buna inandığımız için. Ön yargı denen o anlamsız duyguyu yaşadığımız için.Kendimizi düşüncelerimize kapadığımız yanlızca başkalarına inandığımız için. Peki ya o duygu olmasa, her şey daha iyi olsa. Sonuçta elimizden geleni yaparız o zaman. Başkalarını dinlemeyiz. 4 SANAT Müziğin Derinliklerinden Merhaba, sen her kimsen ki büyük ihtimalle bir Robertlisin; bizim yazımızı bulacak kadar şanslı olman pek umurumuzda olmamakla beraber, sana asıl söyleyeceğimiz şu: Biz bu gazetedeki başka kimselere de benzemeyiz. Kendimiz için yazarız. Başkası okursa okur, okumazsan okulda otuza yakın geri dönüşüm kutusu var. -Maviş Oğlan: Ki kediler okurlardan daha umurumda. -Bay Pembe: İkisini de takmıyorum. Şimdi büyük ihtimalle gözün korktu ve sayfayı çevireceksin, ama bekle! Birazdan okuyacakların, sana Justin Bieber’ın olduğu bir dünyada hâlâ uğruna savaşacak bir şeyler olduğunu kanıtlayabilir. Kanıtlamasa bile, en azından sana bir şeyler katar. Sıkıcı adamlar da değiliz hani. -Maviş Oğlan: Ama uyarayım buradan öğrendiklerinle kız tavlayamazsın. Benim gibi çekici olman şart. Yoksa olmaz o iş. -Bay Pembe: Senin çekiciliğin de pek umurumda değil, lütfen müziğe geçelim. Hâlâ buradaysan müziğe gelebiliriz. Yıllardır gelmeye çalıştığımız ve aradığımız müzik, şüphesiz insan ruhunun dışa vurumunun en doğal hallerinden biridir. Şiir gibi, kitap gibi, tiyatro gibi, heykel gibi, müzik de insanın içindeki basit kelimelerin dokunamadığı noktalara dokunur ve sözlerin yetersizliğinde yardımımıza koşar. İnsan ruhunun bir meyvesi olan müziğin günümüze gelene kadar çeşitlenmesi ve farklı görüş ve anlayışlara sahip kişiler/ gruplar tarafından dallandırılması kadar doğal bir şey yoktur ve bugün bizler de olgunun oluştuğu son noktalardan az çok bahsedeceğiz. Müziği arayışımızdaki bu yolculukta ilk bahsedeceğimiz grup Modest Mouse. Modest Mouse indie müzik yapan sevilesi, tatlı, şeker, minik bir gruptur. Her şeyden önce albüm isimlerinin yaratıcılığıyla bile göze çarparlar ki “The Fruit That Ate Itself”, “Good News for People Who Love Bad News” ve “We Were Dead Before the Ship Even Sank” bunlardan sadece birkaçıdır. Her albümüyle yeni bir bakış açısı getiren bu grup, sesiyle de göze çarpar. Klasik indie sesini alıp klasik folk sesiyle karıştırıp bir de bunu başarmak büyük bir iştir ki bu Modest Mouse’u özel kılan şeylerden biri. Özgür bir müzik anlayışıyla kendilerine has bir ton yaratan Modest Mouse, bu akşam eve gidince biraz da güzel ve değişik müzik dinlemek isteyen herkesin bir bakması gereken gruptur. -Bay Pembe: Bugün dışarıda dolaşırken bir anda bastıran yağmur benliğimi yamulttu. (?)iPod’umun özenle seçtiği “Float On” beni kapüşonumu çıkarıp yağmurun altında huzurla ıslanmaya teşvik etti. -Maviş Oğlan: Yağmurda ıslanacak lükse sahip olmayan bir insan olarak, Modest Mouse’u sever ve takdir ederim. Öksürüyorum zaten, iyice fenalaştım, bir de yağmur yeseydim zatürre kaçınılmaz olurdu herhalde. Çok uzatmadan, “Float On”un çok etkileyici bir şarkı olduğunu söyleyeyim, bu muhabbet de şimdilik bitsin.“The Cure”, alternatif müzik türünün özel örneklerinden biridir. 1970’lerde ortaya çıkan ve o zamandan beri inatla inmeyip kendi çaplarında yeniden toplanma konserleri yapan ancak eski haline ulaşamamış bir gruptur. Zamanında çok iyi olan Cure, etkilerini yavaş yavaş kaybederek günümüzde unutulmaya yüz tutmuştur. “Just Like Heaven”, “Friday I’m in Love”, “Fascination Street” ve “Lovesong” gibi şarkılara imza atmışlardır ki günümüzdeki performansları düşünülünce bu şarkıların onlara ait olduğuna inanmak oldukça zordur. -Bay Pembe: Her Cuma BBM fotoğrafımı Friday I’m in Love yaptığımı belirtmek istedim -Maviş Oğlan: Eğer bugün bir aşk böceğiysem o da Cure sayesindedir. The Cure, müziğe duygusal yaklaşımıyla öne çıkan bir gruptur ve gençliğinde bol bol aşk acısı çektiğine inandığımız Robert Smith bu duygularının üstüne o kadar gitmiştir ki saçı başı, yüzü gözü sağa sola kaymış ve bu duygularından şarkılar yazmıştır. Şimdi değineceğimiz insana sadece Umutcan Gölbaşı Meriç Demirbaş müzisyen deyip geçmek tam olarak sekiz dinde günahtır. Değineceğimiz insan bir müzik tanrısı, bir dahi, bir ilah, bir jelibondan bile daha şekerdir. Onu dinleyerek büyüdük ve şu anki müzik bilgimizi temel taşlarından biridir. -Bay Pembe: Mızıka çalmaya 6 yaşında başlamama neden olan insandır ve mızıkada “bend” yapmayı bulan bir dâhidir. Bob Dylan, 1960’ların sonundan 70’lerin başına dek gerçekleşen müzikteki büyük değişimde çok büyük rol almıştır. Şarkılarında verdiği mesajlar ile insanlara anlatmak istedikleri, değerli ve önemlidir. “Everything is Broken”, “Shelter from the Storm”, “Blown in the Wind” gibi destansı şarkıları şiirselliğe farklı bir boyut kazandırır. Kısacası Bob Dylan bu kısacık paragrafa sığdıramayacağımız kadar büyüktür ve eğer hiç dinlemediyseniz kaybettiğiniz şeyin büyüklüğünü kelimelerle anlatamayız. -Maviş Oğlan: Aslında anlatabilirim: Bob Dylan dinlememiş bir insan vejetaryen bir hamburger gibidir, yenmez. Haydi bizden bu kadar bir sonraki sayıya görüşürüz. Kalın müzikle. Film Eleştirileri Resident Evil: Retrubition (Ölümcül Deney: İntikam) Puanı: 7.5 Yoğun bir sınav döneminde, eğer biraz rahatlamak, kafayı dinlemek isterseniz bu film tam size göre. Hayatın monotonluğundan iki saatliğine olsa bir kaçış. Elinizde patlamış mısır, kolunuzda en sevdiğiniz arkadaşınız kaçırmadan gidin derim. Biliyorum çoğunuz “DVD şeklinde alır izleriz.” diye düşünüyor ama sinemanın atmosferi bir farklı, özellikle de üç boyutlu olanın. Önceki filmlerden de bildiğimiz gibi Alice karakterinde Milla Jovovich harika bir iş çıkarmış. Özellikle aksiyon sahnelerinde kendinizi filmin içindeymiş gibi hissediyorsunuz. Tabii ki bunda Milla Jovovich’in etkisi olduğu kadar üçüncü boyutun inanılmaz bir profesyonellikte kullanılması da söylenebilir. Öncelikle filmin başlangıcının çok etkili olduğunu söylemem gerek. Dördüncü filmin son sahneleri geriye sarılarak çekilmesi ile, daha filmin en başından aksiyona doyuyorsunuz. Ardından çok fazla uzatmadan, hemen filmin merkezi olan Umbrella şirketinin üssüne geçiş yapılıyor. Yalnız bu seyirciyi yanıltmasın, ortam bakımından en çeşitli ölümcül deney filmi. Aksiyonun hiç bitmediği Ölümcül Deney filminin serinin en iyi filmlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ölümcül Deney’i diğer filmlere göre ayrı kefeye koymak gerekiyor. Sonuçta Köprü oyundan filme çevrim olduğu için ve bir zombi filmi olduğu için abartılı aksiyon sahnelerini fazlasıyla görüyoruz. Filmin son sahnesi için ayrı bir parantez açmam gerek. Filmi hiç beğenmemiş olsanız bile (ki bunun çok mümkün olduğunu zannetmiyorum) son sahnedeki sürpriz, heyecan ve savaş sahnesi önceki hiçbir filmde yok ve aynı zamanda son filmin de ön gösterisi.. Çok fazla filmle ilgili ipucu vermeden son bir şey eklemek istiyorum. Eğer siz de benim gibi Ölümcül Deney oyunlarına hayransınız, ya da sadece eğlenmek ve korkmak için film arıyorsanız bu film tam size göre. Özellikle sınav zamanındaki arkadaşlarımızın biraz da rahatlaması için bu iki saat kesinlikle Kasım 2012 Kaan Cemil Doğusoy yer de artar bile. Bu ayın kesinlikle en iyi aksiyon filmlerinden biri Ölümcül Deney. Paranormal Activity 4 Puanı 6.5/10 Pazar sabahı ne yapsam, ne yapsam diye düşünürken en sevdiğim film serilerinden biri olan Paranormal Activity’nin gösterime girdiğini gördüm. Hemen internet’ten biletimi aldım ve sinemaya gittim. Ben bu filmim seyircisini ikiye ayırırım: korkanlar ve korktuğunu sanat söylemekten korkanlar. Çünkü bu filmde korkmamanıza neredeyse imkân yok (Duygusuz olsanız bile) 4. filmi de öyleydi. Bolca korkunç sahne vardı, serinin en korkunç filmi olmaya aday. Bazıları bu filmi saçma buldular, ama maalesef söylemeliyim ki, bu filmi ben de saçma bulmaya başladım. Mantıksızlık hat safhadaydı. Sonunda hele, ismi malum kişinin kim 5 olduğunu anlayan bir izleyici olduğunu zannetmiyorum. Filmden çıkıp “Sensin.” deseler bile daha saçma olamazdı herhalde. Belki çok kötü değildi sonu ama Paranormal serisinin son filmi olarak yakışmadı. Keşke üçüncü filmdeki gibi sürprizi bol, korkusu bol, aksiyonu bol ve daha uzun bir final olsaymış ama olmadı. Genel olarak filmin kurgusu çok Ama sanki gösterimdeki diğer korku zayıftı. Bunun sebebi de çok belliymiş filmlerine göre eksik kalmış. Karar tabii meğerse. Yazar arkadaşlar ayrılmışlar, ki de sizin. sadece biri yazmış. Filmde çok büyük yara açmış bu olay. Umarım barışırlar da son bir film daha yaparlar. Bu filmin yarattığı saçmalığı yine bir tek onlar düzeltebilirler. Genel olarak seri için gidilebilecek bir film, korkacağınızdan da eminim. gibi Türk sanatçılarla sahneye çıktı. Bütün geceyi sesim kısılana kadar bağırıp yerimde zıplayarak geçirmemi sağladılar. Herkese ama herkese hayatları boyunca en az bir kez bir jazz konserine, mümküne Marcus Miller konserine gitmelerini tavsiye ediyorum. Kesinlikle pişman olmayacaksınız, olamazsınız zaten. 8 Eylül gecesi Santralistanbul’da o kadar çok Robert Kolej öğrencisi vardı ki gecenin bir bölümünü Robert’in konsere sponsor olma ihtimali olup olmaması üzerine düşünerek geçirdik. Bu konser açık ara farkla en çok eğlendiğim konserdi. Bunun nedeni müziğin daha kaliteli olmasından çok, ki müzik kesinlikle beklentileri karşılıyordu, çok fazla arkadaşımla ve tanıdığım insanla beraber orada olmamdı. Bence bir konseri iyi yapan iki kriter var: müzik ve ortam. RHCP konserinde ikisi de oldukça iyiydi. Grup elemanlarının Türkiye hakkında söyledikleri, yaptıkları doğaçlamalar ve kalabalığın müthiş coşkusu sayesinde enerjisi oldukça yüksek bir konserdi. Gerçi konserin sonunda üçüncü kategorinin yarısı yerde oturuyordu ama yine de ellerini sallayıp, yüksek sesle şarkılara eşlik ederek heyecanlarını belli ettiler. Konserden sonra en çok duyduğum şikâyet ise çok uzun insanlar en önde durduğu için arkadaki insanların sahneyi görememiş olmasıydı! Gerçekten de konserdeki boy ortalaması oldukça yüksekti ve sahneyi gösteren dev ekranların olmadığı yerlerde sahneyi görmek neredeyse imkânsızdı. Leonard Cohen yaşlandığımda olmak istediğim biri gibi. 79 yaşında olmasına rağmen konser gecesi Ülker Sports Arena’daki en hareketli ve enerjik kişi oydu. Konser boyunca hiç ama hiç yerine oturmadı. Ayrıca sahne için hazırlanan şarkı listesi o kadar başarılıydı ki herkes konserden yüzünde tatmin olmuş bir ifadeyle ayrıldı(Bu konudaki ekşi sözlük yorumlarını okumanızı şiddetle öneririm, insanların heyecanını daha iyi anlamış olursunuz). Ertesi sabah haberlere “İstanbul’dan bir efsane geçti” başlıkları atılmıştı. Gerçekten de Leonard Cohen gibi bir efsaneye İstanbul’da ağırlamış olmak mutluluk ve onur vericiydi. Konser geceleri ne kadar muhteşem olsa da öncesinde arkadaşlarla geçirilmiş bir gün, konser gecesine mükemmellik katar. Red Hot Chili Peppers konserinin olduğu gün, işte tam da böyle bir gündü. Eğer konser öncesinde tanıdık insanlara rastlamak istiyorsanız Taksim gitmek için en doğru mekan. Hem yemek yemek hem de eğlenmek için Taksim gibisi yok. Bir de eğer yakın Konserler Ertesi günün tatil olduğunu bilerek geçirilen bir cuma ya da cumartesi gecesi her koşulda iyi vakit geçirilen bir gece oluyor. Hele de yanınızda arkadaşlarınız, etrafınızda sizinle aynı müzik zevkini sahip havalı insanlar ve sahnede de bayıldığınız bir grup ya da şarkıcı olunca o gece tadından yenmiyor. Çok şanslı bir genç olarak yazdan beri müzikle iç içe üç konser gecesi yaşadım. Marcus Miller&Friends, Red Hot Chili Peppers ve Leonard Cohen konserlerinin üçü de birbirinden harikaydı. Her seferinde ertesi sabah pestilim çıkmış bir şekilde uyanmış olsam da zerre kadar pişman değilim. Yine olsa yine yaparım. Marcus Miller’den bahsetmek gerekirse öncelikle ne kadar muhteşem bir jazz müzisyeni olduğunu hatırlatmak isterim. Konser Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’ndeydi ve konser öncesi yaşanan trafik yüzünden konsere geç kaldım. Fakat bu biraz işime geldi, tam Marcus Miller sahneye çıktığı anda ben de konser alanına girdim. Konser alanına girerken muhteşem bir müzikle karşılanmak, Oscar’da kırmızı halıda yürüyormuşum etkisi yaptı. Beni de hemencecik konser havasına soktu. Marcus Miller çok uyumlu ve çok iyi doğaçlama yapabilen biri. Yanında Hüsnü Şenlendirici ve Burhan Öcal Su Mevsim Küçükakyüz arkadaşlarınızlaysanız kendinizi eğlendirmek için değişik yollar bulabilirsiniz. Hemen bir örnek vereyim: biz “Konser İnsanı!” oyununu icat ettik. Sadece iki kişi oynamış olsak da hem biz hem de etrafımızdakiler çok eğlendi. Oyunu oynaması oldukça basit: 1. Etrafta gideceğiniz konserle ilgili bir şey giyen birini tespit edin (Biz RHCP tişörtlü insanları bulduk.). 2. Öyle birini görür görmez onu işaret ederek yüksek sesle “KONSER İNSANI!” diye bağırın. Evet, bu kadar. İlk önce bağıran puanı alıyor, fakat burada adil bir hakem bulmanız gerektiğini belirtem lazım. Yoksa benim gibi mağdur olabilirsiniz. Oyuna nasıl tepkiler alacağımızı bilmeden başladık ama aldığımız tepkiler genel olarak çok iyiydi. İnsanlar ya el sallayıp bize seslendiler ya da umursamadan yollarına devam ettiler. Eğer kendinize yeterince güveniyorsanız oynamanızı kesinlikle öneriyorum hem konser heyecanını artırıyor hem de yeni insanlarla tanışmanızı sağlıyor. Bir başka konser bombardımanına kadar sağlıcakla kalın, sizi seviyorum kuzular. 15 KASIM’DA XXVI. LISE LIVE’DA SAHNE ALAN TÜM ARKADAŞLARIMIZI KUTLUYORUZ. XXVII. LISE LIVE’DA BULUŞMAK DİLEĞİYLE... Kasım 2012 Köprü 6 röportaj Levent Erden’le Röportaj Reklamcı, pazarlamacı, öğretmen, entellektüel ve belki de çağımızın en kültürlü şahsiyeti. Sıfatların yetmediği adam Levent Erden’le yaptığım bu röportajı umarım siz de benim onunla konuşmaktan aldığım kadar keyifle okursunuz. En içten sevgilerimle Zeynep Can Aksoy Merhaba, kendinizi okurlarımıza tanıtır mısınız lütfen? Aleykümmerhaba, ben Levent Erden. Nüfus kağıdı 55 gösterse de ben kendimi 12 ila 16 yaş arasında hissediyorum. Önce Galatasaray’da sonra da Boğaziçi’nde okudum, çok genç yaşlarda çok büyük şirketler yönettim. Sonra da bir halt olmadım. Bu yaşa gelince de biriktirdiklerimi harcamaya çalışıyorum. Para biriktiremediğime göre gerisini harcıyorum. Şu an yapmakta olduğunuz ‘İstanbul Kafası’ programından biraz bahseder misiniz? Bu programı yapmaya başlamanızdaki amaç neydi? Aslında iki yıl önce ‘Şehrin Şifreleri’ adında 13 bölümlük bir programla başladım. Şehrin Şifreleri bittiğinde çoğu kanal aynı formatı izleyerek benzer programlar yaptı ve ben de bunu bir iltifat olarak kabul edip iki sene sonra ‘İstanbul Kafası’ programını yapma kararı aldım. Neden, diye soracaksın. Öncelikle insanlar bu şehirde yaşıyorlar. Şehir, hayatın çok önemli bir parçası ancak kimse bunun farkında değil. Bize sürekli maddi değeri olduğu varsayılan şeylerin peşinde koşmamız dayatılıyor. Yani herkes ev araba, en iyi elektronik eşya ve en son model telefonu alma peşinde. İnsanın hayatında tek değerli şey var bu da tatmin. Bu tatmini sadece maddi varlıklara yüklüyoruz ve mutsuzluğa sürükleniyoruz. Halbuki İstanbul’da, geliri ne olursa olsun, bir aile sadece 20 lira harcayarak inanılmaz bir gün geçirebilir. Bunun parayla pulla ilgisi yok. Hepimize, yani bu şehirde yaşayan 15 milyon kişiye çok büyük bir miras kaldı. Normalde miraslar kolayca tükenir ancak bizimkisi ye ye bitmeyen hatta çoğalabilen bir miras. Sorun kimsenin kendilerine kalan bu mirastan haberinin olmaması. Benim tek dileğim insanların bu mirastan haberdar olmaları ve onu yiyebildikleri kadar yemeleri. Bu programın özel bir hedef kitlesi yok. Bu şehirde yaşayan ve onun farkında olmayan özellikle de 1980’ler sonrasında klasik bir hastalık haline gelmiş meraksızlıktan muzdarip insanların bir miktar, hiç olmazsa yaşadıkları, önünden geçtikleri, yanında durdukları, içinde oturdukları mekanlar hakkında bilgi edinmelerini amaçlıyorum. Ben yıllarca etrafımdaki her şeyi merak ettim. İstanbul Kafası’nın başlamasının nedeni de benim ömrüm boyunca merak ettiğim şeyleri paylaşmak istemem. Nasıl başladığını da anlatayım: Açık hava tiyatrosunun tam karşısında bir Osmanlı çeşmesi vardır. Orada böyle bir çeşmenin olmaması gerekir, çünkü orası 1954’te yapılmıştır. 1954’ten önce orada yerleşim yok, yani çeşmeye de gerek yok. Ben oturdum, o çeşme nereden çıktı, diye debelendim, araştırdım ve en sonunda buldum. Beşiktaş’ta Barbaros Bulvarı’na çıkmadan önce bir çınar ağacı vardır, yol ikiye ayrılır orada. Çınarın öbür tarafındaki yol sonradan açılmış ve yol açılırken Beşiktaş’ın iskele meydanında bir düzenleme yapılmış. Barbaros’un da türbesi var orada. O türbenin çeşmesini meydana uymadığı için söküp onu yeni yapılan Osmanlı karakteri taşımayan bir yere taşımışlar. Sonra bu hikâyeden başlayıp, 1954’te şehir inşa edilirken ve yeni yollar yapılırken değişen birçok eserin ve yapının olduğunu araştırdım. Örneğin; maden fakültesinin karşısına yaptırılan çeşmenin Tophane’de olduğunu buldum. Daha sonra Karaköy’deki camiinin yerinden kaldırılıp adalara taşınmak istenirken kaybolduğunu gördüm. Birçok şeyin yerinin değiştiğini ve şehrin sakladığı binlerce hikâye olduğunu fark ettim. Ve ben de bu hikâyelerin peşinde koşmaya başladım. Bizde tarih ‘tü kaka’ bir alandır. Çocuğu tarihten kötü not alan anne bunu çok önemsemez. Fizik, matematik daha önemlidir. Tarih onlar için sıkıcıdır, tarih Köprü kitapları kötüdür ve taraflıdır. Üstüne üstlük tarih onlar için Muhteşem Yüzyıl’ın sonunda, Kanuni’nin ölmesiyle biter. Osmanlı tarihi burada son bulur. Sonunda da kötü padişahlar ülkeden kaçarlar. Halbuki arada atladığımız, önemsemediğimiz ve yok saydığımız 300 sene var. Hele son 100 seneyi çok az biliriz. Ancak ismi birbirine benzeyen ve öğrenciler tarafından karıştırılan padişahların kurduğu bu şehirde yaşıyoruz. Bugün olan biteni çok büyük ölçüde belirleyen dönem 1826 sonrasıdır. Ülkenin dünya görüşünü, olaylara yaklaşımını, çevresiyle olan ilişkilerini, komşularının yapısını ve gazetelerde okuduğumuz birçok sorunun başlangıcını belirleyen dönem 1826-1923 arasıdır. Bunu öğrenmediğimiz, araştırmadığımız ve merak etmediğimiz zaman fazla bilgisi olmadan fikri olan insanlara dönüşüyoruz. Biraz daha deşmek, biraz daha kurcalamak lazım. Ben bunun için başladım. Bir programı tamamen Hidivler üstüne kurdum. Biz bir Hidiv kasrı var, orada pikniğe gidilir diye biliyoruz. Ancak İstanbul’daki Hidivler ailerine ait yapıları ard arda koyduğumuz zaman 50’den fazla yapı olduğunu görüyoruz. Büyükada’daki köşklerden Sait Halim Paşa Yalı’sına, Beyoğlundaki Mısır Apartmanı’na, Sabancı’nın Atlı Köşk’üne kadar uzanan Hidiv yapıları aracılığıyla Mısır’la olan yakın ilişkileri gözlemlemek mümkün. Bugün Tahrir Meydanı’nda olanları anlamak istiyorsan bu ilişkileri, Hidiv ailesini ve tarihi anlamak lazım. Arap Baharı’nında da hangi mekanizmaların çalıştığını ancak bu şekilde anlayabiliriz. Bunların hepsi benim özel merak konum. Bu programın ne metin yazarı var, ne araştırmacısı var. Sadece iki kameraman ve ben. Mesela sürekli Lale Devri’nden bahsederiz. İstanbul’un simgesi hatta Türkiye’nin simgesi lale olmuştur. 1920’lerden sonra adlandırılan bu dönem sadece 11 senecik. O zamanlarda olan biten şeylerin kimse yerini dahi bilmiyor. Hatta Nedim’in şiirleri okutulur ama Sadabat lafının ne olduğu bilinmez. Oysaki inanılmaz güzellikte saraylar, su mekanizmaları inşa edilmiş o dönemde. Sonra Kasım 2012 Zeynep Can Aksoy Cumhuriyet döneminde bunların hepsi dinamitlerle patlatılmış. Herkesin farkında olması lazım bu hikâyelerin. Şehrin bize anlatacağı nice öyküler var. İstanbul’la ilgili böyle bir program yapabilmek çok büyük bir birikim gerektiriyor. Bu birikim, ilgi ve bu aşk nereden geliyor? Ben Galatasaray’da okudum, Beyoğlu’nun kalbinde. Beyoğlu başlı başına bir aşk zaten benim için. Beyoğlu’nda Kallavi Sokak vardır, bu sokağın adı ‘Galvani’ ailesinden gelir. Kallavi sokak iki tarafa açılır ve bir yay çizer ancak deniz görmez. Kallavi sokakta denizi görmezsin, güneşi görmezsin ama güneşin batışını görürsün. Mayıs ayının başında güneş saat 7’ye doğru batar. Bu sokaktaki kirli pencereler güneş ışığını yansıtır ve sokak kıpkırmızı olur. Ve Saint Antoine Klisesi’nin çanı her çaldığında o kırmızılık geriye gider. Bu durum hemen hemen bir hafta sürer. Biz lisede üç beş arkadaş çan sesiyle kırmızılığın kayboluşunu izlerdik. Aşk böyle başlıyor. Galatasaray postanesi’nin 1916’da işgal ordularının komuta merkezi olduğunu öğrendiğin zaman daha da merak etmeye başlıyorsun. Her sokak adının bir hikâyesi olduğunu anlıyorsun. Ben kendimi bildim bileli İstanbul’u hep merak ettim. Bir şehri merak edince onun içindeki tarihi de mimariyi de sosyolojiyi de psikolojiyi de siyaseti de ekonomiyi ve değişimi de merak ediyorsun. Bugünü anlamak istiyorsan zaten merak da etmelisin. Birkaç haftalık aktüel bilgiyle tahminlerde bulunmanın, durum değerlendirmesi yapmanın doğru olduğuna inanmıyorum. Hayatım boyunca etrafımda olanları, bunların köklerini, gerekçelerini ve çıkış noktalarını merak ettiğim için buradayım. Pera Palas’tan İstanbul trafiğine uzanan çok çeşitli bir program RÖPORTAJ 7 Levent Erden’le içeriğiniz var. Robert Kolej öğrencileriyle de paylaşmak istediğiniz, herkesi ilgilendirdiğini düşündüğünüz ilgi çekici bilgiler var mı? Herkesi ne kadar ilgilendiriyor bilmiyorum. Biz bugüne kadar İstanbul surlarının 1453’te yıkıldığını öğrendik. Ancak eski yarımadanın dışında Tophane’den Galata Kulesi’ne, oradan da Unkapanı Köprü’süne kadar uzanan bir sur yapısı daha vardı. Bu surlar 1863’te yıkıldı. Neredeyse 400 sene sonra. Galata’dan Şişhane’ye doğru uzanan caddenin adı Büyük Hendek Caddesi’dir. 1860’ta oradaki surlar yıkılıyor ve hendeklerin içi dolduruluyor, inşaat izni veriliyor. İstanbul’u Paris’deki gibi arandismanlara bölüyorlar 6. daire de Beyoğlu, ilk belediye de orası. Hâlâ bugün Beyoğlu Belediyesi 6. daireyi kullanır. Ayrıca Ceneviz Mimarisinde tüneller ve iç duvarlar çok yaygın. Bu tüneller restorasyon sırasında betonla kapatılmış hatta iki tünel daha yeni kapatıldı. Varolduğu bilinen bu tüneller, denize kadar uzanıyor. İstanbul’un içinde apayrı bir şehir vardır. Tavsiyem şehrin içindeki şehri görmeye gayret etmektir. Bakıp merak etmek lazım. Bundan sonraki projelerinizden ve programlarınızdan biraz bahseder misiniz? Red Kit hakkında bir sergi açıldı ve onu da programa kattık. Çünkü Red Kit bir döneme çok damgasını vurmuştu. Ses Tiyatrosu’nu da işledik, kimse Beyoğlu’nda Ses Tiyatrosu’nun olduğu yerde eskiden bir sirk olduğunu bilmiyordu. Projelerim sadece İstanbul’la alakalı değil açıkçası, hat sanatından mimariye, tarihe, siyasete, ekonomiye, sosyolojiye de dokunmaya çabalıyorum. Benim ilgi duyduğum ya da yeni ilgi duymaya başladığım her şey bu programa katılabilir. Ben çok fazla şeyle ilgileniyorum ve bu programa da bundan sonra yapacağım projelere de her şeyi tıkıştıracağım. Açıkçası programın akışı benim kafama bağlı. Biraz da sizden, bu kültür birikiminizden bahsedelim? Bu aslında birikim değil, sadece merak. Merak da çok kolay açıkanabilir. Biz radyo çağı çocuklarıyız. Radyoda duyduğun şeyi gözünde canlandırmak zorundasın. Her şey görsel olarak gelince insanların merakını tetikleyici unsurlar da ortadan kalkıyor yeni teknoloji çağında. Kasım 2012 O zamanlar internet yok, televizyon yok, sınırlı sayıda kötü basılmış ansiklopediler var. Öğrenmek sancılı ve araştırma gerektiriyor. Ben de kendimi bildim bileli merak ettim. Bu işin tek kuralı yetinmemek. Bize hep yetinmek öğretiliyor ve öğütleniliyor artık. Ben yetinmenin bu içerik patlamasının bir yan ürünü olduğunun kanısındayım. Bir de herkes çok fazla Amerikan kitabı okuyor, o örneklerle burayı anlamaya çalışıyorlar. Halbuki burası çok daha derin bir coğrafya, çok daha fazla parametre var. Amerikan kaşığıyla Türk çorbası içilmiyor. Yeni fikirler yeni teoriler üretmek, yetinmemek lazım. Türkiyenin, toplumun değişimi ve geleceği hakkındaki düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız? Öncelikle bu konuyu değerlendirirken bir şeyi atlamamak lazım. Türkiye’nin yaş ortalaması 28. Avrupa’da bu rakam çok daha yüksek. Bu çok önemli bir fark. Dolayısıyla birilerini örnek alma durumumuz artık yok. Ortalaması 40 yaş olan bir toplumun davranışlarıyla ortalaması 28 yaş olan bir toplumun davranışlarını kıyaslayamazsınız ve özleştirmezsiniz. Eskiden yaşlılar tecrübeli, gençler heyecanlı ve Köprü tutkuluydu. Şimdi teknolojinin de ilerlemesiyle gençler hem heyecanlı hem tecrübeli. Bu da yaşlıları devre dışı bırakıyor. Bu durum tarihte ancak birkaç yüzyıl sonra meydana gelebilecek toplumsal bir değişim. Bunun farkında olmak ve Türkiye’nin dünyada öncü bir durumda olduğunu görebilmek gerekiyor. Eskiden Türkiye ülkeler sıralamasında ilk onlara çocuk ölümleri ve trafik kazalarında giriyordu. Bu durum sosyal medyadaki kullanım oranıyla Türkiye’nin dünyada ilk beşe girmesiyle değişiyor. Bu çok büyük bir fırsat. Bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeyi amaçlamalıyız. Bir anda kartların yeniden dağıtıldığı bir duruma gelinebilir. Son olarak bizlere iletmek istediğiniz mesaj var mı? Var, merak edin. Merak edin ve tatmininizin nerede olduğunu düşünün. Yapmanız gereken ve yapmanız beklenen şeyleri değil de sizi tatmin edecek şeyleri yapın. Ve her zaman her şeyi sorgulayın. Teşekkürler! (Lise yıllarında edindiği ‘Mağra’ lakabı sizce de ona cuk otur muyor mu?) 8 RÖPORTAJ EN BÜYÜK BAŞARISIZLIK DENEMEMEKTİR Hazırlık yılımızda Güler Hocamızın odasına ilk girdiğimizde giriş koridorundaki kütüphanesi ve şiir koleksiyonu bizi çok şaşırtmıştı ve sevindirmişti. Edebiyat ve kitap sevdalısı bir müdürümüzün olmasının okulumuz için ne kadar yararlı ve ilginç bir özellik olduğu gerçeğini fark etmiştik. İlerleyen senelerde ise her gördüğünde öğrencileriyle selamlaşan, bayrak törenlerinde gülümsemesiyle ve pozitif enerjisiyle haftaya iyi başlayıp bitirmemizi sağlayan Güler Hoca’yı çok sevdik. Ama aynı zaman da Robert Kolej Türk Müdürlüğüne kadar yükselen başarı hikayesini ve daha bir sürü şeyi de merak ediyorduk. Her zaman söylediklerinin arkasında duran ve engin bir genel kültüre sahip olan Güler Hoca’yla bu yüzden bir söyleşi yapmaya karar verdik. Ve işte karşınızda Güler Hocamızla yaptığımız söyleşimiz. Defne : Güler Hocam, siz de bir Amerikan okulundan mezun oldunuz (İzmir Amerikan Koleji) ve bildiğiniz gibi bütün Amerikan okulları arasında büyük bir benzerlik var. Ve.. Bizim okulumuzda da bir sürü etkinlik... Yoğun bir tempo... sayılamayacak kadar çok bir sürü etkinlik... Siz Robert Kolej’de şu anda öğrenci olsaydınız, nasıl bir öğrenci olurdunuz, hangi kulüplerde olurdunuz? Güler Hoca: Güzel soru. Bir defa kesin sahnelerde olurdum. Tiyatrolardan birinde mutlaka görev alırdım. Ben eski sporcuyum ve kesinlikle büyük bir zevkle basketbol oynardım, İzmir Amerikan’da 5 yıl oynadığım gibi. Ayrıca MUN ve Münazara takımında da olurdum. İnsanları ikna etmeyi severim ve tartışmanın bir kavga olmadığını, konuşmak kadar dinlemenin de bir erdem olduğunu düşünürüm. Tabii ki bugünkü aklımla, çünkü ben de gençken düşüncelerimin ateşli bir savunucusu olmuşumdur, belki ben de karşımdakini dinleme konusunda sınıfta kalmışımdır! İyi bir dinleyici olmak iletişimin kaçınılmaz gereği.. Ama bugünkü aklımla daha güzel şeyler yapabilirdim diye düşünüyorum. Yunus: Sosyal medyayı çok etkin kullanıyorsunuz. Sizinle bizim aramızda da bir köprü oluyor ve bu yüzden size kendimizi daha yakın hissediyoruz. Hiç kendinize Twitter gibi başka bir sosyal medya hesabı açmayı düşündünüz mü? Güler Hoca: Teşekkür ederim, sağ olun. Twitter’ım da Linkend’im de var, ama onları zamanım yetmediği için Facebook kadar sürekli kullanamıyorum. Sosyal medyanın doğru kullanıldığında yararlı bir ortam olduğuna inanıyorum. Hepinize çok teşekkür ediyorum, başkalarının çekindiği gibi hiçbir öğrencim, hiçbir mezun tarafından sosyal medyada istismar edilmedim. Evet, bana uygun gelmeyen sözler olabilir, kendi aranızda kullandığınız jargon bana EN BÜYÜK BAŞARISIZLIK DENEMEMEKTİR-Güler Hocamızın Mezuniyeti ters gelebilir. O gibi durumlarda zaten hiç karışmam, hiçbir yorum yapmam. Ama eğer kurum ya da kuruma bağlı kişiler hakkında yalan yanlış ifadeler ya da size yakışmayacak şekilde üçüncü kişilere yönelik hakaretler varsa yorum yapıyorum ve uyarıda bulunuyorum. Başınızın derde girmesini istemediğim için, sizleri korumak adına, böyle durumlar karşısında uyarıyorum küçük arkadaşlarımı. Sizleri korumak isterim, çünkü ulu orta atılan bir söz büyür ve söylediğiniz söz sizi vurursa çok üzülürüm. Böyle bir şeyin yapılmaması gerektiğini nazik bir şekilde eleştirdiğim zaman da, hiçbir zaman olumsuz bir tepki almadım, almıyorum. Aksine “Teşekkür ederiz hocam, hemen siliyoruz” diyerek siliyorlar. Kötü niyet yok.. Amaç küçük düşürmek, salt eleştirmek değil. Hal böyle olunca herkes anlıyor. Yunus: Geçen sene ben duvarıma Köprü Kasım 2012 yarı İngilizce yarı Türkçe bir ileti yazmıştım. Siz de altına “Nece konuşuyorsun Yonis?” yazmıştınız. Sonuçta biz hem Türkçe hem de İngilizce eğitim gördüğümüz için, dilimizde de Türkçe, İngilizce karışmalar oluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Güler Hoca: Ben Türkçe öğretmeni ve Türk müdür olarak olabildiğince özen gösteriyorum. Ama bazen ister istemez oluyor. Defne: Çünkü bazı şeyleri İngilizce ya da farklı bir şekilde öğrendiğimiz için beynimizde o şekilde kalabiliyor. Güler Hoca: Evet bazı sözler hoş olabiliyor. Örneğin kızımın kendince yarattığı bir sözcük benim de çok hoşuma gidiyor: “Bu işin olabiletesi ne kadar mümkün sence?” demişti bana bir gün. Benim de hoşuma gitmişti. Ama bu günlük konuşmamız da olur da, topluluk önünde, bayrak törenlerinde, resmi konuşma ve yazışmalarda olmamalı diye düşünüyorum. Yunus: Hocam biraz geçmişten söz edelim. Söyleşimizden önce sizin hakkınızda bir araştırma yaptık. Ve İzmir Amerikan’dan mezun olduktan sonra eğitim hayatınıza ara verdiğinizi, 40 yaşınızdan sonra üniversite sınavına girdiğinizi ve Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesini kazanıp oradan birincilikle mezun olduğunuzu öğrendik. Bu azminizin nedeni nedir? Ve nasıl bir süreçti açıklayabilir misiniz? Güler Hoca: Teşekkür ederim, beni anılarıma götüren, güzel bir soru. Ben 40 yaşında hayatımı değiştirmeye karar verdim ve bu hikayem belki birkaç gence de örnek olur, o yüzden fazla alçakgönüllülük göstermeyeceğim bu konuda. Hayatta hiçbir şey için geç değildir. En büyük başarısızlık da denememektir. Herkesin bir ilgi alanı olduğu gibi, benim de ilgi alanım edebiyat ve şiireydi. O dönem,-benim İzmir Amerika’ndan 1970’te mezun olduğumu düşünürsekTürkiye’nin genelinde gençlerin çok politik olduğu ve çok kan dökülen bir süreçti. Gençler kutuplara ayrılmıştı ve ideolojilerinden dolayı birbirlerini acımasızca eleştiriyorlar, sadece eleştirmekle kalmayıp, sokak kavgaları, kanlı çatışmalara neden oluyorlardı. Ben de annesi babası ayrı bir çocuk olarak Köprü2012 Kasım Yunus Emre Erdölen Defne Aksoy evde üstüne titrenen tek çocuktum. Annemin ve dedemin gayretleriyle özenle yetiştirilmiştim. Yetiştirildiğim kurumdan aldığım eğitim ve tabiatım gereği biraz lider ruhlu ve çabucak bayrağı eline alan bir yapım olduğu için de annemin kaygıları ve korkuları vardı, haklı olarak. İstanbul’da dayım ve ailesi yaşamasına rağmen beni buradaki Edebiyat Fakültesine yollayamayacağını söyledi ve “Bugün sen üzül, yarın ben üzülmeyeyim” dedi. Dolayısıyla gelemedim. O sırada çocuklarımın babasıyla ciddi bir arkadaşlığım söz konusuydu. O da “Ben daha fazla beklemeden evlenmeyi düşünüyorum” deyince ben 19,5 yaşındayken evlendik ve o günün koşullarında evcilik oynar gibi bir yaşam başladı. Ama benim edebiyata ve şiire merakım hiç eksilmedi. Çocuklarımı yetiştirirken de onlara annemin bana okuduğu kitapları, manzum yazılmış masalları okudum. Öyle büyüttüm onları. Okumaya, zaman zaman da kendi halimce yazmaya devam ettim. Şiir söyleşileri olurdu, mesela Salihli Şiir İkindileri diye bir etkinlik hala daha vardır. Ve Türkiye’nin yüz akı bir etkinliktir, sadece Türkiye’den şairler değil, yurtdışından da sanatçılar, şairler gelirdi. Erkek egemen bir toplumda eşimi nasıl ikna ederim de bu etkinliklere katılırım diye düşünüp kızım Defne’yi de yanıma alarak gitme çözümünü bularak bir sürü Salihli Şiir İkindisi etkinliğine katıldım. O zamanlar İzmirli şair eleştirmen Mehmet H. Doğan ile birlikte giderdim. Rahmetli Mehmet H. Doğan çok saygıdeğer, güvenilen bir sanatçı idi Benim eşim de onu çok sever ve sayardı. O yüzden benim onunla gitmeme pek karşı çıkmazdı. Kendisi bir bakıma koruyucumdu. İzmir’de Mehmet H. Doğan, Turgay Gönenç gibi şairler benim ufkumu açtı. Gönenç sayesinde dışarıda duran şiir koleksiyonuma başladım. Şairlerin kendi el yazılarıyla yazılmış, altmışın üzerinde şiirim vardır. RÖPORTAJ Evlatlarıma hanlar, hamamlar, katlar miras bırakamayacağım, ama benim için çok anlamlı ve değerli bir mirastır o dışarıda asılı olan şiirler. Bu koleksiyona sahip olabilmek için çok emek harcadım, ama değdi. Bütün şairleri tanıma fırsatım oldu. Örneğin Sivas’ta yakılan Behçet Aysan’ı tanıma fırsatım oldu ki, çok büyük gurur duyuyorum bundan. Behçet’in de koleksiyonumda “Bir Beyaz Gemidir Ölüm” şiiri var ve benim için onun el yazısıyla yazılmış paha biçilemez bir eserdir. Cemal Süreyya’nın, Turgut Uyar’ın ve Aziz Nesin’in eserleri vardır orada. Hep bu merakım ve ilgim sayesinde onlara ulaştım. Yazdım, çizdim, peşlerinde koştum. İlhan Berk’in elinden şiir almak için eve geç döndüm ve evde bazı tartışmalara neden oldu bu şiir merakım ama hiç pişmanlık duymuyorum. Başarılı bir öğrenci olan oğlum üniversite sınavına hazırlanıyordu. Hepimiz heyecanlıydık ve uzun bir süre her şey onun rahat çalışması için planlanıyordu. Sınav günü hep birlikte götürdük Oğuz’u. Çıktığında elinde yanıtlarını yazdığı bir kağıt parçası vardı. Ertesi sabah beni uyku tutmadı, erkenden kalktım ve önce kahvaltıyı hazırladım, sonra da gazete bayisine gidip gazeteleri aldım. Gazetenin birinden Oğuz’un yanıtlarını kontrol ettim. Sonuçlar çok güzeldi ve Boğaziçi Ekonomi’yi kazanabilecekti. Ondan sonra da kendim, “Ben de şu soruları yanıtlayayım, bakayım!” dedim; merak ediyordum 1970’den beri ne kadar aklımda kaldığını. Türkçe sorularının tamamına yakınını doğru yanıtlama fırsatını buldum. Öğretmenlerimi saygıyla anıyorum, bize verdikleri eğitim ve öğretim o kadar köklüydü ki Coğrafya, Felsefe ve Tarih sorularında da başarılı olmuştum. Tek derdim Fen ve Matematikle idi. Ben o derslerin tümünü İngilizce okumuştum ve kavramları bile anlamıyordum. Kahvaltı sofrasında Oğuz’u tebrik ettik. Ben hemen kendi başarımdan bahsettim onlara... O mutlu aile tablosunda eşim de dedi ki “ Neden sen de girmiyorsun üniversite sınavlarına. Seni Salihli Şiir İkindilerinde, olmadık şiir etkinliklerinde arayacağımıza Ege Üniversitesinde olduğunu biliriz” dedi. Çocuklarım da destekleyince ben de “ Bakın ben bir işe başlarsam, tabiatım gereği devamını getiririm ve desteğinizi çekerseniz beni çok üzersiniz” dedim. Oğuz zaten AFS sınavını da kazanmış ve Amerika’ya gidecekti: Benim için de bir fırsat oldu ve ben de o hafta İzmir Büyük Dershane’ye yazıldım. Oğlumun yaşıtlarıyla beraber Türkçe, Sosyal, Matematik ve Fen sınıflarına girdim. Onların Güler Ablası olarak notlar tuttum, çok ciddi ve sıkı çalıştım. Sınavda iyi bir puan alarak girdim Ege Üniversitesine. Yazın kayda gittiğimde puanımla Edebiyat Fakültesinin üstündeki bölümlere de girebileceğimi söylediler, ama benim tek idealim ve hedefim olduğundan kaydımı Edebiyat Fakültesine yaptırdım. Benimle aynı yaşta hocalarım ve benden küçük doçentler vardı. Kimine göre “Hanımefendi”, kimine “Güler Hanım” ve tüm öğrencilerin de Güler Ablasıydım, artık. Kız öğrencileri arabaya toplayıp eve götürürdüm final haftasında. Oturur plan yapar ve ona göre derslere çalışırdık. Bazen üç sınav birden olurdu ertesi güne. Böyle durumlarda ilk başta Osmanlıca çalışır, sonra Farsça’ya geçer, gece yarısından sonra da kalan enerjimizi Eski Türk Edebiyatı’na harcardık.. Bu sırada da canım kızım Defne bize yemek hazırlar, eşim de servis yapardı. Gece bizde kalırlardı ve sabah da yine arabayla okula gidip sınavlarımıza girerdik. Sınıf arkadaşlarımın çoğu bugün çok güzel konumlardalar ve o sınıfın bir parçası olmak hepimiz için büyük bir gurur kaynağı. Örneğin okulumuz edebiyat öğretmenlerinden Sengül Özdemir benim sınıf arkadaşımdı. Meslektaşım olmasından kıvanç duyuyorum. Bugün halen İzmir Amerikan Koleji’nde iki sınıf arkadaşımız var. Birisi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı... Özel Koç Lisesi’nin bölüm başkanı da sınıf arkadaşlarımızdan biri. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi doçentlerinden Hatice Şirin de bizim sınıftan. Sınıfımızın başarı tablosu Türkiye’nin de haklı gururu... Ben yüksek öğrenimimi bölüm ve fakülte birincisi olarak bitirdim ve mezuniyet konuşmasını benim yapmam istenildi. O zaman ben çocuklara karşı kendimi kötü hissettim, sanki onların hakkını yiyormuşum gibi geldi. Hocalara “Ben yapmayayım gençler yapsın!” dediğim de hocalarım “Yok yok olmaz.” dediler. Bu senin ilk üniversite mezuniyetin. Senin hakkın. Zaten konuşmayı fakülte birincisi yapar. Sen çekilirsen belki bu hakkı bir Sosyoloji mezununa kaptıracağız. Olmaz, bu bizim tarihimizde bir ilk olduğu için mutlaka sen yapmalısın. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün onuru Köprü Kasım 2012 bu.” dediler ve ben de konuşmamı yaptım. Çok mutluydum kepimi cübbemi giydim ve çocuklarla beraber fotoğraflar çekildi. Artık bir üniversite mezunuydum.. Tam 44 yaşında. Önce yüksek lisansa başladım, çok değer verdiğim Hocam ve benim üniversitede kalmamı isteyen Tunca Kortantamer ile birlikte. Ama benden başka dil sınavını geçen öğrenci olmadığı için, ben öğrencilerin dil sınavını atlamalarını, yabancı dillerini geliştirmelerini bekledim. O sırada da bana “Sana her yerde ihtiyaç var, çünkü öğretmenlik kabiliyetin yüksek” diyen Tunca Kortantamer sayesinde İzmir Amerikan’da öğretmenliğe başladım. Arkadaşlar dil sınavını aşıp gelemediler o yıl. Ben de kendi okulumda göreve başladım. İkinci yılımda yüksek lisans hala başlayamamıştı ve o sırada da İzmir Amerika’nın Lise Müdür Yardımcısı (Lise Dean) istifa etmişti ve okul müdürü beni istemekteydi o görev için. Deneyim kazanmak için Amerika’da yaz eğitimine gittim ve Miami’de kurslara katılıp kendimi geliştirdim, okulumda müdür yardımcılığı yapmaya başladım. Tunca Kortantamer lösemiye yakalanmış, hepimizi çok üzmüştü bu durum. Ziyaretine öğrencim Fulden ile birlikte gittik Yıllık Edebiyat Ödevi için söyleşi yapmayı düşünüyordu Fulden kendisi ile. Orada hem öğrencimden hem de hocamdan aldığım övgüler, hayatımın en anlamlı armağanıydı benim için. Hala kulaklarımda çınlar o sözler.. İzmir Amerikan’da dört yıl Müdür yardımcılığı, ardından üç yıl da Türk Müdürlük yaptım. Üçüncü yılımda , bir gün zorlu bir disiplini yönetirken Robert Kolej’den bir telefon bağlandı. O zamanın Öğrenci İşlerinden Sorumlu Müdür Yardımcısı telefonda konuşuyordu. “Konuşamam disiplindeyim” dedim. Aynı gün iki kez daha aradılar, görüşemedik. Tam Disiplin konusu karara bağlanmıştı ki Mrs. Orhon aradı son kez. Benden önceki Türk Müdürün emekliye ayrılacağını ve yeni Türk Müdür olarak beni akıllarından geçirdiklerini ve Mr. Merchant’ın beni davet etmek istediğini söyledi. “Onurlandım, ama ben köklerime çok bağlıyım, İzmir’i ve okulumu bırakamam” dedim. Konu evde görüşüldüğünde eşim “Türkiye’nin en iyi kurumu seni çağırıyor, böyle bir bağnazlık olmaz, kabul etmelisin” deyince de uzun uzun düşündüm ve teklifi sonunda kabul ettim. İşte Köprü2012 Kasım 9 böyle.. Geldim ve buradayım. Kendi okulumdan daha çok sizin okulunuza hizmet ettim, benimsedim ve ikinci yuvam oldu burası. On yıldır Robert Kolej’deyim ve 2015’e kadar da buradayım. 2015’te yaş haddinden emekli olacağım ve sizin mezuniyetiniz, benim de mezuniyetim olacak. Umarım bu okulun öğrencilerine de elimden gelen desteği göstermiş ve sizlere katkı da bulunmuşumdur. Benim için çok büyük bir onur oldu Robert Kolej de bu görevde olmak. Yunus: Mr. Chandler’ı özlediniz mi? Güler Hoca: Mr. Chandler’ı da özlüyorum. Daha önceden birlikte çalıştığım bütün müdürleri Mr. Merchant’ı ve İzmir’den Mr. Heard’ü ve Mr.Frank’i de özlüyorum. Beraber çalıştığım bütün müdürlerden çok şey öğrendim. Defne: YGS ve LYS’deki değişikler hakkında ne düşünüyorsunuz? Güler Hoca : Ne yazık ki sürekli araç hareket halindeyken lastik değiştiriyor bizimkiler. Bu çok sıkıcı bir durum. Büyük haksızlık. Yalnız sadece bize olan bir şey değil, tüm Türkiye’yi ilgilendiriyor bu haksızlık. Evet, ekmek artık aslanın ağzında değil. Aslanın kursağına indi, midesini geçti, şimdi de bağırsağında. Sizin için zorlu günler geldi ve yarış daha da acımasızlaştı. Daha çok çalışmanız gerekiyor artık. Yunus: Okulda değiştirmek istediğiniz şeyler nedir? Güler Hoca: Okulumuza öğretmen ve öğrencilerin ortak benimseyecekleri Olumlu Disiplin Anlayışı getirmek... Bir de daha özgür, bağımsız; öğrencilerin ilgi, istek ve becerilerine yönelik çağdaş, ilerici ders programlarını sağlayacak değişiklikler yapabilmeyi istiyorum. Defne: Şimdi rolleri değiştirelim, sizin öğrenciler hakkında merak ettikleriniz ve sormak istediğiniz sorular var mıdır? Güler Hoca: Öğrencilerin Robert Kolej’de neleri değiştirmek istediklerini soralım. Bir de Robert Kolej’de kesinlikle değişmesini istemediğiniz değer ve ilkelerin neler olduklarını gerçekten çok merak ediyorum. İkinci sorum da bu olsun. Yunus, Defne: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz Hocam. Güler Hoca: Ben Teşekkür ederim. Sağ olun, var olun. 10 RÖPORTAJ Robert Kolej Ailesinin Yeni Üyesi: Anthony Jones Bir öğrenci olarak yeni müdürümüzü tanımak ve tüm okula tanıtmak kolay olmasa gerek. Öğrenciler olarak her zaman idarecilerden biraz çekinmişizdir. Bu sebeple soracağım sorulara nasıl yanıtlar alacağım konusunda bazı kaygılarım vardı. Karşımda nasıl birisini bulacağımı bilemiyordum fakat röportajın başlamasıyla beraber rahat hareket eden ve karşısında ki insanın da kendine güvenli hissetmesini sağlayan birini buldum. Şimdi huzurlarınızda sorduğum tüm soruları samimiyetle cevaplayan, birçok insanın vereceği klasik cevaplardan kaçınarak, samimi cevaplar vermeyi tercih eden Robert Kolej’in yeni müdürü Anthony Jones. Klasik bir soruyla röportajımıza başlayacağız. Sizi yakından tanımak istiyoruz. Robert Kolej’e yeni geldiniz. Bize kendinizden bahsedebilir misiniz? Anthony Jones: Kim olduğumu, neden burada Robert Kolej’de olduğumu açıklayacak en önemli nokta, bulunduğum yer neresi olursa olsun, orayı kendimin de öğrencisi olmayı isteyebileceğim bir okula çevirebilmektir. Çoğu öğretmen size okullarının çok iyi olmadığını söyler. Okula geldiğimde çalışanlara kendi hayatımdan biraz bahsettim çünkü hayatımdaki olaylar neden bir öğretmen olduğumu açıklıyor. On bir yaşına gelene kadar okulla ilgili iyi bir tecrübem yoktu. Dürüst olmak gerekirse okul hakkındaki tecrübelerim korkunçtu. Bazı iyi öğretmenler vardı ve sisteme karşı direniyorlardı. Fakat sistem bulunduğumuz şehrin problemleriyle başa çıkmak için yeterli değildi. Okulum küçük bir semt okuluydu. Şehrin tüm problemlerini okulda görmek mümkündü. Çocukların çoğu bıçaklarla geziyorlardı. İçinde bulunduğum yer şiddetli bir toplumdu. Öğretmenlerime gerçekten üzülüyordum. Çünkü biz öğrenciler olarak gerçekten kötüydük. Fakat lise yıllarım bundan tamamen farklıydı. Hayat koşullarım, babamın işi dolayısıyla, London’dan Amerika’ya taşınmamızla beraber değişti. Çok farklı bir okula gittim. Cesaretlendirici ve özgür hissettiğim bir ortamı vardı. Öğretmenlerle ilgili çok olumlu tecrübelerim oldu. Çok farklı öğrencileri bir arada bulmak mümkündü; maddi durumu iyi olan veya olmayan, beyaz veya siyah, Latin Amerikalı veya Asyalı, kuzey Amerikalı, Hindistanlı ve daha bir çoğu. Okul, gelmek isteyen öğrencilerin hepsini kabul ediyordu, farklılıklara bakmıyordu. Bu okulun özelliklerinden birisiydi. Tüm öğrenciler çalışmaları gerektiğini biliyordu, çalışmayanlara okuldan ayrılmaları söyleniyordu Öğrenciler ellerindeki fırsatın ne kadar özel ve benzersiz olduğunun farkındaydılar, bunu kaybetmek istemezlerdi. Anlaşıldığı üzere, lise hayatım çocukluk yıllarımdan çok farklıydı. Sonrasında Yale Üniversite’sine gittim ve zor olmasına rağmen orayı sevdim. İlk başlarda hoşlanmasam dahi, bir iki yıl sonra üniversitemi sevmeyi öğrendim. Üniversiteden mezun olduktan beş yıl sonrasına kadar bir öğretmen olmak istediğimi fark etmedim. Farklı şeyler yaptım. Şimdi yaptıklarımı sıralamayacağım fakat öğretmen olmak istediğimin farkına vardığım gün benim için çok mutlu bir gündü. Yirmi altı yaşımda bunun farkına varmıştım ve o zamandan beri de öğretmenlik yapıyorum. Türkiye’ye gelmeye nasıl karar verirdiniz? Neden Robert Kolej’i seçtiniz? Anthony Jones: Buraya gelmemde bir kaç sebep var. Her zaman RK hakkında farklı yollardan bir çok şey duydum. Paris, Luxemburg ve İsviçre’de uluslararası okullarda çalıştım. Uluslararası okullarda çalıştığınız zaman dünyanın farklı yerlerinde çalışmış öğretmenlerle tanışabilme şansına sahipsiniz. Çoğu zaman onlara nerede çalıştıklarını ve şu ana kadar öğretmenlik yaptıkların en güzel yerin neresi olduğunu sorarsınız. İşte tanıştığım öğretmenlerin birkaçı aynı şeyi söyledi. Bugüne kadar öğretmenlik yaptıkları en güzel yer Robert Kolej’di. Bu yüzden Robert Kolej’i daha on dört yıl öncesinden biliyordum. Öğretim yapabileceğim bir yer ararken, Türkiye’den bir iş teklifi aldım. Arkadaşlarıma ve çevremdeki öğretmenlere, Türkiye’den iş teklifi aldığımı söylediğimde Robert Kolej’den olup olmadığını söylediler. Teklifin RC’den olmadığını öğrendiklerinde ise çok tepki vermediler. RK’nin itibarı gerçekten çok büyüktü. Bir buçuk yıl sonrasında ise, bir arkadaşım RK’de bir müdür aradıklarını söyledi. Yaklaşık Köprü Kasım 2012 on dakika boyunca RK’nin ne kadar itibarlı olduğundan ve ne kadar özel Berfin Torun olduğundan, tanıştığım öğretmenlerin RK ile ilgili güzel düşüncelerinden bahsettim. Sonunda arkadaşım bana baktı ve neden başvurmuyorsun dedi? yurtiçinde dahi sınav sonuçları çok İşte bu şekilde RK’ye geldim. önemli. Robert Kolej öğrencileri hakkında Anthony Jones: Bu gerçekten üzücü ne düşünüyorsunuz? Bizler fakat anlaşılabilir bir şey. Türkiye gibi hakkındaki gerçek düşünceleriniz üniversiteye girmek isteyen bir çok öğrencinin olduğu bir ülkede kişisel nelerdir? Anthony Jones: Robert Kolej öğrencileri bir sistem meydana getirmek çok hakkında ki ilk izlenimim çok gülüyor zor. Amerika’da bu mümkün sanırım. olmaları. Ders aralarında, sınıflarını Fakat sadece belirli sayıda üniversiteler değiştirirken çok mutlu duruyorlar, için. Bu üniversitelerin görevleri birbirleriyle zaman geçiriyorlar ve sadece başvuruları incelemek olan gülüyorlar. Stresli olduklarında dahi danışmanları var. Sınav sorularının onları bu kadar canlı görmek gerçekten ötesinde olan olayları neden ve nasıl güzel ve bence bunu başarabilmek çok yaptığınızı açıklamanız gereken sorular güzel. Bir diğer izlenimim ise RK’de olan soruyorlar ve bunları değerlendiriyorlar. özel bir şey hakkında. İyi veya kötü, Sizi yakında tanımak istiyorlar. Türk bir sınavın sonuçlarının kullanılması sisteminin ya da Amerikan sisteminin eşitlikçidir. Bu oldukça demokratik bunu tam olarak uygulaması mümkün bir yoldur. Şimdiye kadar kimin olmayabilir. Çoğu Amerikan üniversitesi başvurduğuna önem veren bir çok de, yaklaşık yüzde yetmiş beşi, sadece özel okulda çalıştım fakat bunlardan sayıları kullanarak öğrencileri alıyor. tamamen farklı olarak RK bunun Bu hoş bir şey değil fakat bu sistemi önemli olmadığını söylüyor. Yani bir değiştirebilmek çok para gerektiriyor. öğrencinin başarılı olması önemli ama Üniversitelerin bazıları danışmanlarını maddi durumunun yetersiz veya yeterli dünyanın bir ucundan diğerine olması, Türkiye’nin doğusundan veya yolluyor. Sadece bu işle uğraşması batısından gelmesi fark etmiyor. RK’nin için danışmanlar buluyor. Örneğin bu özelliğini gerçekten çok seviyorum. bugün Illinois Üniversitesi öğrencilerle İngilizce de buna aynı zamanda konuşmak için buradaydı. Fakat çoğu meritokrasi diyoruz. Eğer bir okula üniversiteler de bunu yapamıyor. başvurmak için hak kazandıysanız, Türkiye’de ki sınav sistemi de belki yazılmak için hakkınız olmalı. Bu gelecekte başka bir şekle girecek, gerçekten çok özel. Fakat okula kabul değişecek ve geliştirilecek. ettiğiniz öğrenciler nasıl bir şeyin parçası olacaklarını da öncesinden Sınav sistemi değiştirilirse bu bizim bilmeliler. Gördüğüm kadarıyla RK’de için adil olmayacak. Peki ortada lisenin olimpiği gibi. Yoğun ve bir çok çok stresli dolaşan öğrenciler olay var. Öğrenciler onlara birbirleriyle görüyor musunuz? yarışmamalarını söyleyecek olsam dahi Evet ve hayır. Öğrencilerin neden stresli yarışmaya devam edecekler çünkü olduğunu anlama birkaç sebepten başarılı olmak fikri RK öğrencilerinin dolayı zor. RK yüzünden mi stresliler, zihinlerinde, içgüdülerinde ve üniversite sınavlarında dolayı mı, yoksa bedenlerinde. Öğrenciler bu isteğe sevgilileri ilgili mi problemleri mi var? durdurmak için mücadele etmemeli Bunu bilemezsiniz. Fakat üniversiteye fakat bu isteklerini iyi sonuçlar elde giriş sisteminin ne kadar stresli etmek için doğru yollara yönlendirmeli. olduğunu tahmin edebiliyorum. Daha Açılış töreninde söylediğim gibi, sadece önce de söylediğim gibi bu üzücü. Keşke sınav notları için eğitiminizi yanlış buna bir çözüm bulabilseydim. Fakat yönde kullanmayın. Bu sadece bir bunu yapabilmem mümkün değil. Eğer ileri de bu konuda bir gelişme başlangıç. olursa, bunun artık sisteme yeter, diyen Fakat biliyorsunuz artık neredeyse Türk Üniversitelerinden geleceğine her şey sınavlara bağlı. Artık inanıyorum. Bu üniversiteler, sınav Köprü2012 Kasım RÖPORTAJ Gerçekten mi? Anthony Jones: On yıl öncesine kadar en sevdiğim şehir Paris’ti, yirmi yıl öncesinde New York’tu, otuz yıl öncesinde ise Londra’ydı. Belki on yıl sonrasında favori şehrim İstanbul olmayacak fakat şu an bulunmak istediğim yer burası. sisteminin onlara istedikleri öğrencileri vermediğini ve sistemi değiştirmeleri gerektiğini söyleyecekler. Ne yazık ki bu çok uzun bir zaman alabilir, belki on yıl, yirmi yıl. Amerika’da bunun olması bir devir aldı. 1968’de bir çoğu üniversite insanların mali durumların ve renklerine göre adil olmayan kabuller veriyordu. Bu sistemin değişmesi en az yirmi yıl aldı. Bu yaz RKANEP ile beraber Sivas’a gittiniz. Nasıl bir deneyimdi? Anthony Jones: Gerçekten sevdim. Orada bulunduğum için çok mutluydum. Bazı şeyleri okuyabilirsiniz, veya da görebilirsiniz. Fakat hâlâ anlayamayabilirsiniz. Düşünüyorum da bir turist gibi arabayla da üç- dört hafta boyunca Türkiye’yi dolaşabilirdim fakat bu şekilde İstanbul’un dışında ki yaşamı Zara’da geçirdiğim bir haftada ki gibi anlayamazdım. ( Bu sırada, Sivas RKANEP’te kendisine hediye edilen bıçağı da gösterdi. Okulda ki dolabında bir hatıra olarak saklıyordu.) kadar yanıltıcı olabileceğini biliyorum. Paris’e taşındığım zamanı hatırlıyorum. Taşınmadan önce iki haftalığına kalmaya gelmiştim ve bu sürede unutamayacağım üç tatsız olay yaşadım. Orada yaşadığım sekiz yıl boyunca, bir haftada yaşadığım bu üç tatsız olay gibi, bir olayı bir daha hiç yaşamadım. Bu yüzden bir insanın içinde bulunduğu toplumu ve kültürü algılaması ve anlaması uzun bir süre alır. Çok kitap okudum ve kesinlikle insanların yaptıkları analizleri de değerlendirdim fakat bazı şeyleri daha iyi anlayana kadar genellemeler yapmayı sevmem. Şimdi röportajın en eğlenceli kısımlarından birine geldik. Soracağım sorulara kısa cevaplar verebilir misiniz? Favori şarkıcınız? Anthony Jones: Fakat bu adil değil. Sevdiğim bir sürü şarkıcı var. Mercedes Sosa ve David Bowie. Favori filminiz? Türkiye’de Sivas dışında başka Anthony Jones: Yine zor bir soru. “ Lost in Translation” Son zamanlarda bu film şehirlere gittiniz mi? Anthony Jones: Bir hafta Asos’a gittim hakkında düşünüyordum. fakat o sayılmaz. Paris’te öğretmenlik yaparken, öğrencilerimi akademik bir Favori yazarınız ve en sevdiğiniz gezi çerçevesinde buraya getirdim. kitap? İstanbul’da tarihi yarımadanın olduğu Anthony Jones: Favori yazarım Malcolm yerleri içeren klasik bir gezi yaptık. Gladwell. On kere okuyabileceğim ve İstanbul’un tarihini yıllar boyunca okumaktan hiç sıkılmayacağım kitap ise Muhteşem Gatsby veya Hamlet. öğrencilerime öğrettim. Bu şekilde düşünmediğim için sorular Türk halkı hakkında ne çok zor geliyor bu çocukların arasında düşünüyorsunuz? Bu konuda seçim yapmak gibi bir şey ve bunu hiç değişik analizleriniz, izlenimleriniz bir zaman yapmazdım. var mı? Anthony Jones: Şu ana kadar hiç sevmediğim biri olmadı, hepsi de çok iyiydi. Bu konuda kişisel bir analiz yapmadım çünkü ilk izlenimlerin ne Haklısınız fakat insanlar sizi merak ediyor. Favori şehriniz? Anthony Jones: İstanbul Köprü Kasım 2012 Favori sporunuz ve favori sporcunuz? Anthony Jones: Son zamanlar da Rugby çünkü takıma yardım ediyorum. Favori oyuncumu ise muhtemelen kimse bilmeyecek ama bunu yine de söyleyeceğim: Gareth Edwards, gerçek bir büyü. En sevdiğiniz çizgi film? Anthony Jones: Favori bir çizgi filmim yok. Televizyon izlemiyordum çünkü ailemin televizyon alacak parası yoktu. Daha sonrasında yatılı okula gittiğimde ise, sadece Perşembe günleri bir saat televizyon izlememize izin verdiler. Bu bir saatte de çizgi film değil, müzik izliyorduk. Bu yüzden çizgi filmleri görmeden önce baya büyümüştüm. En sevdiğiniz ders? Anthony Jones: Lise 11 yılıma kadar okulu çok sevmiyordum. Lise 11’de ise her şey birden değişti. Öğretmenlerim fikirlerimi sormaya başladı, bir yetişkinmişim gibi davranmaya başladılar. Sanırım artık bizler de daha yetişkin bir şekilde hareket ediyorduk. Fizik öğretmenim çok iyi olmasa daha fiziği çok sevdim. Rus edebiyatını da çok seviyordum. Zihnimi başka bir dünyaya açmıştı. Sosyal çalışmalarla ilgili derslerde yapıyorduk. Amerikan tarihini öğrenmiyorduk, Amerikan tarihi üzerine münazara yapıyorduk. Gerçekten güzel bir deneyimdi. Hiç unutamadığınız, sizi çok etkileyen ve bizimle paylaşabileceğiniz bir anınız var mı? Anthony Jones: Üzücü olan bazı anılarım var. Acı bazı şeyleri mutluluktan daha uzun süre hatırlamamızı sağlar. Büyük ihtimalle öğrencilere bu konuda konuşurdum. En güçlü anılarımdan bir tanesi bana cesareti öğreten öğrencilerimle ilgili. Cesaret büyüleyici bir problem ve konu. Cesaretle mi doğarsınız, bunu sonradan mu geliştirirsiniz, cesaretin ne anlama geldiğini nasıl bilebilirsiniz? Köprü2012 Kasım 11 Yirmi dokuz yaşındaydım ve Paris’teki okulumda topluma hizmet projelerinin başına gelmem istenmişti. Bu konuda bir geçmişim yoktu. Kesinlikle bunun önemine inanıyordum fakat kişisel bir deneyimim yoktu. Kesinlikle bu konuda gerekli olan değerlere ve davranışlara sahiptim. Paris’te çalıştığım bu okul da müdür bana bu görevi üstlenmemi söylediğinde gerçekten çok şokaşırmıştım ama bu bana onur vermişti. Fakat konuşmaya başladıktan on dakika sonrasında ise ne yapacağımı düşünüyordum ve öğrenciler bana tam anlamıyla ne yapacağımı öğrettiler. İnanılmaz derecede cesurdular. Tam anlamıyla ve mecazen beni daha önce bulunmadığım yerlere götürdüler. Yaptıkları şeylerin tartışılabilir olduğuna karar verdiler. Örneğin; eskiden okul öğrencilerinden eski battaniyeleri ve kıyafetleri toplayıp, ihtiyacı olanlara veriyordu. Bunlar toplandıktan sonra, bir organizasyon aracılığıyla ihtiyacı olanlara verilecek sanıyordum. Fakat öğrenciler buna “hayır” dediler. Kendileri bunları ihtiyacı olanlara dağıtacaklardı ve başardılar da. Böyle şeyler yapıyorlardı. Okul şehrin öbür ucunda yapılan engelli olimpiklerine, zihinsel ve fiziksel engelli öğrencilerin katıldığı olimpiklere, pazar günleri üç veya dört öğrenci yolluyordu. Bu öğrenciler, engelli öğrencilere su getirmede, yazı yazılması gerektiğinde yazı işlerinde ve bu tür konularda yardım ediyorlardı. Öğrenciler bu etkinliği de kendi okullarında yapmak istediler. Ben şaşırsam da onlar kararlıydılar. Söylediğim gibi, cesareti dört veya beş tane on altı,on yedi yaşlarındaki çocuktan öğrendim. Son olarak RK öğrencilerine ve öğretmenlerine bir tavsiyeniz var mı? Anthony Jones: Hayatını tadını en iyi şekilde çıkarın. Çok özel bir anda ve çok özel bir yerdeyiz. Robert Kolej’de bu ülkenin en zeki ve başarılı öğrencileri ve harika öğretmenlerine sahibiz. Çok güzel anılarımız ve arkadaşlarımız olacak ve umarım tüm bunlar çok özel bir şekilde bir yolda bir araya gelecek. Bu röportaj için çok teşekkür ederim. Eğlenceli ve güzel bir röportajdı. Anthony Jones: Rica ederim. HABERLER 12 Absürd Haber Köşesi Plato’da Toplu Konut İnşaatı! İstanbul’da ev yapılacak boş arazi kalmadığı için gözler en güzel Boğaz manzarasına sahip olan okulumuzun Plato’suna çevrildi. Önceden okul zamanında spor aktiviteleri için, yazın da buğday ekilerek okula ek gelir sağlanması için kullanılan Plato’yu TOKİ istimlak etti ve Boğaz Manzaralı mega gökdelen yapımına başladı. 2+2 ve 4+4+4 tipi dairelerden oluşacak “Sıkıldık Gökdelen Dikiyoz” adlı projenin temel atma töreninde Arnavutköy Muhtarı “Bu gökdelenler şehrin tarihi dokusunu, Boğaz’ın siluetini ve Rabırt Golej gibi köklü bir kuruluşun saygınlığını pekiştirecektir. Keşke bu teknoloji atalarımızda da olsaydı da Dolmabahçe olsun, Topkapı olsun hepsi gökdelen olsaydı. Biz de bir New York, bir Manhattan olabilirdik. Bundan sonra her yere bu tür gökdelenler dikilmeli ki insanımız Dünya’ya bir adım yukarıdan baksın” dedi. Robert Kolej Yönetimi ise gökdelende yaşayacaklarla okul öğrencilerini ayırmak için platoya olan ulaşımı kesti. “Sıkıldık Gökdelen Dikiyoz” gökdelen yöneticileri ise okul bölgesine giren gökdelen sakinlerine alıkoyma cezası verilmesine karar verdi. İlerleyen günlerde Robert Kolej öğrencileri ve “Sıkıldık Gökdelen Dikiyoz” sakinleri arasında yaşanan olayları size aktaracağız. köşe yarattı, böylece Robert Kolejlilerin ödülleri artık bir sermaye oluşturuyor! Seçmeli Ders Sayısı Bunalım Oranını Artırdı Birçok seçmeli ders imkânı sunan Robert Kolej, ne seçeceğine karar veremeyen, zorlanan Robert Kolej öğrencilerini çıkmaza soktu. Hem İngilizce hem fen hem sanat hem matematik dersi, ama aynı zamanda ilgisini çeken dersleri almak isteyen öğrenciler bunalıma girdiler. Tartar Tartmaz adlı öğrenci “ Seçmeli Dersler güzel hoş ama esas zor kısmı seçmesi. Çoktan seçmeli olsa işimiz kolay olur, sonuçta dikkatli çözersek kaydırma da yapmayız. Ama kutucuk doldurmak cidden bizi çok zorluyor, özellikle “A,B,C,D” yerine “1,2,3,4” yazmak zor geliyor.” diyerek tepkisini belirtti. 10 Sınıf Defteri Monitörlerin Evlerinde! Tehlikenin Farkında Mısınız? Hazırlıktayken herkesin olmak istediği ama zamanla gönüllü olan kimse kalmadığı için kurayla belirlenen monitörler sınıf defterlerini kaybetmekte veya evlerine götürmekte ısrarlı. Çoğu monitör defterlerden kopamadıkları için defterleri çantalarıyla evlerine götürdüklerini ve Lise Ofis’teki sınıf defteri raflarının boş kalmasından rahatsız olmadıklarını Robert Kolej Öğrencileri Ödüle belirtti. Sınıfta defteri unuttuğu için Doymak Bilmiyor! izin isteyip dersi bölen öğrencilere karşı Her türlü yarışmada ödül alan Robert olarak birleşen RC Hocaları “Monitörler Kolej öğrencileri gerçekten de ödüle Sınıf Defterlerini Boyunlarına Bağlasın” doymuyorlar. Ödüle aç olan öğrenciler, kampanyası başlattı. gördükleri her ödülü mideye indiriyorlar. Robert Kolej Fizik Bölümü bu kadar Dünya’nın En Geniş Ekranları çok metalin insan sağlığına zararlı Robert Kolejde olduğunu belirtti. Ama bazı öğrenciler Geçtiğimiz aylarda Robert Kolej’de En İyi Demir Adam yarışmasını gerçekleşen “Geniş İşlere Geniş Ekranlar” kazanmak istediklerini, böylece daha Fuarının göz bebeği, Robert Kolej’de çok ödül alacaklarını belirttiler. Plaket kullanılmaya başlanan dünyanın en olsun, sertifika olsun, heykelcik olsun, geniş ekranlarıydı. Bu ekranlar Robert her türlü ödül kapsamındaki cismi yutan Kolej’de televizyon ekranından ziyade Robert Kolej öğrencileri Ödül Borsasını bilgisayar ekranı olarak kullanılıyorlar. da hareketlendirdi. Ödül Heykelciği Bu projeyi gerçekleştirmek için Dünya yapan firmalar “Robert Kolej öğrencileri Bankası’ndan destek aldıklarını olmasa halimiz ne olurdu, Allah belirten Robert Kolej Yönetimi, onlardan razı olsun, ödüle doymuyorlar dünyada bilgisayarlı eğitimin önem iyi ki de” sözleriyle Robert öğrencilerine kazandığını ve bu konuda çalışmalarını olan minnettarlıklarını belirttiler. Ayrıca sürdüreceklerini açıkladı. Şimdilik çoğu gazete, ödül alan Robert Kolejliler enleri 2 metreyi bulan bilgisayarların, için her sayıda farklı bir haber yapmak birkaç yıl içinde genişliği 8 metre yerine doğrudan Robert Ödülleri adlı bir olanlarla değiştirilmesi planlanıyor. Köprü Böylelikle bir bilgisayar aynı anda 3 farklı öğrenci tarafından kullanılacak, böylece enerji tasarrufu sağlandığı gibi sanal dünyanın yalnızlaştırdığı gençler tekrar sosyal hayata kazandırılacaklar. Okulda kullanılmayan camlardan üretilen ekranlar gün içinde öğrenciler tarafından kullanılırken akşamları ise ışıklandırma amaçlı kullanılacaklar. Ekranların çalışması ve temizliği için harcanan enerjinin karşılanması için platoya yeni bir elektrik santrali Kediler İş Başında kurulması gündemde. Öğrenciler beden derslerinde platoda dinamoya bağlı çarklarda koşacaklar ve Robert Kolej enerjisini bu şekilde üretecek. Aynı zamanda alıkoyma cezası alan öğrencilerin de, ceza süresi boyunca santralde çalıştırılmaları düşünülüyor. Agresif Ergenlerin Pişti Kavgası Geçtiğimiz günlerde gerçek bir “çıkışa gel” olayının yaşandığı haberini almış bulunmaktayız sevgili okur.Detaylar biraz karışık olsa da, özetlemek gerekirse olay şu: Süsüne püsüne düşkün bir arkadaş, haftada üç kez pişti olmanın yarattığı sinirle adam toplayıp dövdürtme yoluna gitmiş. Geçen salı okul çıkışı agresif ergen arkadaşın topladığı on kişilik grup, pişti olduğu şahsı tenhada kıstırmış. Şans eseri Caroline Reis imdada yetişmiş de can kaybı olmamış. Ayrıca grubun bir kısmını Ergen Dertleri Köşesi yazarlarının oluşturduğu haberleri de dolaşıyormuş diye bir dedikodu çıkmış ki katiyen yalandır. İnanmayın, inandırtmayın sevgili okur. Öptüm hepinizi teker teker. Kod Adı Pisi Pisi: Bir Kedi Kuşatması Robert Kolej’in kedilerinin ünü bizim mahalleye kadar ulaştı. Mahallemizin Kasım 2012 sürekli sakinleri Sarman ve Tırmık’ı okulumuzun kedileri hakkında konuşurken duydum geçende: “Bizim yaşadığımız da hayat mı be? Kopat ve Pençe Arkadaşları. Robert Lisesinin yönetimine el koyuyormuş, biz de bütün gün süt diye yalanıp miyavlayalım millete. Hey yavrum hey! Gençliğimde görecektin beni Tırmık! O sivri pençelerimle genç kedilere taş çıkarırdım. O ayaklanmayı da şüphesiz ben yönetirdim zaten…” Ayaklanma mı? Meğer son zamanlarda, kedilerimizin nüfusundaki artışın temel sebebi, okulu ele geçirme planları için adam toplamakmış. Peki o bir görünüp bir kaybolan kedilere ne demeli? Onlar da Arnavutköy Kedi Heyeti’nin gönderdiği elçilermiş. Saldırı planı hakkında bilgi almak için gidip geliyorlarmış. Birkaç gün önce kedileri takip ederek kendini önemli bir miyavlama seansının ortasında bulan muhbirimiz nasıl kaçacağını şaşırmış, parça pinçik yapmışlar zavallımı. Tommy Hilfiger marka gömleğinde pençe izleri vardı. Ortam çok vahşileşmiş. Bütün bunlar olurken okulumuzun saygıdeğer hayvan severi Tulu Derbi’yle konuşmaya çalıştık, ancak sessiz kalma hakkını kullanarak sorularımızı cevapsız bıraktı. Söylemeden geçemeyeceğim. Kendisini her sabah kedilerle derin muhabbet içinde görüyoruz. Kopat ve Pençe Arkadaşları kendilerine sağlam bir yardakçı bulmuş anlaşılan. Çok geç olmadan bu duruma bir el atılmalı. ÖNEMLİ NOT: Adını vermek istemeyen muhabirimizin bize en son attığı mail şu şekildedir: “Artık çok geç! Hiçbir şey yapamayız. Herkesin hemen kaçması gerekiyor. Tekrar ediyorum. Herkes hemen kaçmalı. CANINI SEVEN KAÇSIN! Organize olmuşlar. Orantısız güç kullanmaktan çekinmiyorlar! Karanlıkta parlayan yusyuvarlak gözler üzerime doğru gelirken sizi uyarmayı son görevim bilirim. Pençelerden sakıMİYAAAV!” *Bizim okulun kedileri bir çete grup adlarını Kopat ve Pençe Arkadaşları koymuşlar. Ele başı Pisi Kopat’mış, hani o saldırgan kedi var ya bir tane, hah o işte. Fakat sevgili kara kedimiz Caroline bu işten hiç hoşlanmamış(Onu çeteye çağırmamışlar galiba). HABERLER 13 Tatbikat Sıraları birbirinden ayırmış, sınıfta 4 sıra arka arkaya oturuyorduk. Hoca, sınav kâğıtlarını dağıttı. Eee, 9. Sınıfın ilk edebiyat sınavı… Diğer sınıflardan farklı olarak, bizim sınıfımız Gould’un 3. Katındaydı. Aslında bayağı şanslıydık. 4 koca kat çıkacağımıza sadece 3 kat çıkıyorduk edebiyat dersi için. Sınavın ise gerçekten kolay olmasını mı bekliyorduk. İlk sayfaya baktım. Bu sorular bayağı kolaydı. Rahat rahat yavaşça tüm soruları yanıt veriyordum. 9. Sınıf zor diyorlardı da benim için bayağı kolay olacaktı anlaşılan. İlk sayfa bitti, arka sayfayı çevirdim. İkinci sayfanın üzerindeki ilk soruyu okuyordum. Daha doğrusu okumaya çalışıyordum. Çünkü okunacak gibi değildi. Burada soru değil, paragraf yazıyordu. Paragraf bile yetmez, resmen kitaptı bu. Bu gerçekten edebiyat yazılısı mıydı yoksa bir kitap mı? Bu sınavsa benim bugüne kadar gördüğüm sınavlara ne demeliydi? Saate baktım. Sınavın bitmesine sadece 15 dakika kalmış. Daha 3 sayfam boş, ben ne yapacağım? Bu 9. Sınıfa zor, zor diyorlardı da inanmıyordum. Gerçekten de öyleymiş. Birden bire hayatımı kurtaracak bir zil çaldı. Bu okul zili falan değildi, zaten okul zili olsa hayatımı kurtarmaz, bitirirdi. Bu yangın alarmının ta kendisiydi. Sınıftan “Oleeeey!” şeklinde bağrışmalar ve alkışlar yükseldi. Nasıl olsa bir tatbikattı. Tüm sınavı da bu sayede kurtarmıştım. Hoca, bir yandan bizi susturmakla uğraşıyor, bir yandan da iptal olmuş sınavın kâğıtlarını toplamaya çalışıyordu. Biz ise sevinçten göbek atıyor ve yangın tatbikatını büyük bir sevinçle kutluyorduk. Hoca, bizi susturamadı; en sonunda “Bunu tatbikattan sonra kutlarsınız. Şimdi sessizlik ve herkes Maze’e!” diye bağırdı. Herkes büyük bir mutlulukla beraber dışarı çıktı. Ben onun mutluluklarına katılmadım. Doğanın çağrısı vardı. Acilen tuvalete gitmeliydim. Millet dışarıya çıkıyordu, ben ise koşarak üst kattaki tuvalete yetişmeye çalışıyordum. Yangın alarmı da çalıyordu çalmasına da, kimse alarmı dikkate almıyordu. Sınıfça yangın alarmında göbek bile atmıştık. Gerçi bu artık kaçıncı yangın alarmıysa… Her birinde “Yangın var” diye dışarı çıkıyorduk, sonunda yangın olmadığını görüyor ve ciddiyetsizliğimizden dolayı azar bile işitiyorduk. Neyse ki bu sefer şanslı olan sınıf bizdik; bir sınavı iptal ettirmiştik. Peki, bundan önceki tatbikatlar? Sen git İngilizce’den quiz ol sonra da beden dersinin tam ortasında tatbikat olsun. Hem de tam softballda ilk kez topa vurmuşken… Bendeki şans mıdır? Kırk yılın başında şans yüzüme güldü, matematik sınavı iptal oldu. Acaba bundan sonra başıma kötü olarak ne gelecek? Önce bir tuvalete gideyim de, sonra düşünürüm bu kısmı. Kesin geç geldiğim için azar işiteceğim ya da detention alacağım. Gould’un merdivenlerinden yukarı çıktım ve sonunda tuvalete ulaştım. Bu okulda da haksızlık var, ne zaman tuvalete ihtiyacım olsa kızlar tuvaletinin olduğu katta bulunuyorum. Erkekler tuvaleti için her seferinde ya bir kat yukarıya ya da bir kat aşağıya inmem gerekiyor. Neyse ki ben çok geç olmadan tuvalete ulaştım. Burası bir garip kokuyordu, farklı bir koku. Sanki biri önceden okulda sigara içmiş gibi… Ya da bugünkü öğle yemeğimiz yanmıştı. Gerçi öyle olsa, yemeğin kokusu Gould’un üçüncü katına kadar yükselmezdi, yükselir miydi? Bir yandan da hava bayağı bir ısınmıştı, çok sıcaktı. Tuvalet ihtiyacımı giderdim, ellerimi yıkıyordum. Dışarıdan da bir ışık geliyordu ama bu ışık farklı bir ışıktı. Sanki biri el feneri tutuyor tuvalete. Koku da git gide artmaya başladı. Dayanılmaz yakıcı bir koku. Hava da sisli miydi ne? Tuvalet de tamamen sis olmuştu. Şu an tatbikat olmasa “Yangın var!” diye korkudan bağırıp çağıracaktım. Ama tatbikat değilse alarmı niye çalsınlar ki? Hem böylesine bir okulda yangın nasıl çıkar? Bir dakika, bunun tatbikat olup olmadığını söylemediler ki! Ya gerçek bir yangınsa? Korkuyla hemen Berk Özgen kapıyı açtım. Hemen çıkmam lazımdı. Gould koridorlarına adımımı atar atmaz yerimde dondum kaldım. Okul, bu sefer gerçekten yanıyordu. Bu bir tatbikat değildi! Her taraftan kapkara dumanlar yükselmişti. Peki ben buradan nasıl çıkacağım? Hemen merdivenlere yöneldim. Buradan çıkabilmek tek umudumdu. Umudumdu… Ama merdivenlerden iki kat aşağı inince benim sonum olduğunu fark ettim. Kütüphane yanıyordu ve her nasıl olduysa yangın merdivenlere de sıçramıştı… Ben ne yapacağım şimdi? Öldüm bittim ben. Daha genceciktim ne yapacağım şimdi? Hüngür hüngür ağlamaya başlamıştım. Atlayabilir miydim ki? Son umudumdu… Ama arada yükselen ateşleri nasıl geçecektim? Galiba bu atlasam bile kül olup gidecektim bu hayattan. Yangın alarmını ciddiye almadan tuvalete gitmiştim. Bu bir tatbikat olmalıydı, ama değildi. Ya bir kâbussa, ama bir kâbus olsaydı çoktan uyanmış olurdum. Son nefeslerimi veriyordum. Son bir mucize olmadıkça kurtulamazdım artık buradan. Galiba, hayatım okul merdivenlerinde son bulacaktı… Uluslararası Kütüphane Haftası Robert Kolej, bu yıl yine bir ilki gerçekleştirdi. Uluslararası Kütüphane Haftası kapsamında 15-19 Ekim haftasında okulda çeşitli etkinlikler düzenlenmeye başlandı. İlk olarak öğle aralarında yapılan konuşmaları dinlemek veya konuşma yapmak üzere kütüphane okuma alanında buluşuldu ve kitaplardan seçilen bölümler dinlendi. Sevilen şiirleri seslice birilerine okunarak ya da duvarlara yapıştılarak paylaşıldı. Bütün bu etkinlikler tüm okulun kutladığı okuma haftası etkinliklerinin yaygınlaştırılması için çok güzel çalışmalardı ancak en çok ilgi çeken etkinlik 19 Ekim Cuma günü isteyenlerin en sevdiği edebi karakter gibi giyinebilmeleriydi. Cuma günü okulda çok büyük bir çümbüş vardı. Percy Jackson’ından Katniss Everdeen’ine Peter Pan’inden Sherlock Holmes’üne yüzlerce karakter kitaplardan fırlamış ve yerleşkede dolaşıyorlar, bizimle aynı sıralarda oturup aynı yemekleri yiyip aynı dili konuşuyorlardı. Bu karakterler arasında popülerler olanlar kadar pek bilinmeyen karakterler de vardı. Daha önce adını bile duymadığınız kitapların karakterleriyle de tanışmak en az yolda yürürken yanınızdan geçen tanıdık karakterleri tahmin etmek kadar eğlenceliydi. Bazı öğretmenler de kendi dil ve kültürlerini tanıtmak adına büründükleri karakterlerle bu etkinliğin öğretici yanından faydalanmış oldular. İnsanları gerçekten kitap okuma kültürünün içine çeken ve okumaya teşvik eden bir etkinlik olarak ben kişisel olarak bu etkinliğin bu hafta için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum. Robert Kolej’de Uluslararası Kütüphane Kasım 2012 Haftası etkinliklerinin bu yıl ilk kez gerçekleştirilmesine rağmen çok yüksek katılım gerçekleşti. Gelecek yıllarda dal Uluslararası Kütüphane Haftası’nın bu yıl olduğu gibi çeşitli etkinliklerle dolu dolu kutlanılmasını umuyorum. Cuma günü çeşitli sebeplerden ötürü giyinmemiş öğrencilerden “Ben de bir kitap sever olarak herkes gibi bir edebi karakter gibi giyinmek, bu etkinliklerin bir parçaşı olmak isterdim.” gibi çeşitli yorumlar duydum. Eğer bu hafta her yıl bu şekilde kutlanmaya devam edilirse inanıyorum ki Robert Kolej’de okuma kültürü yayılmış ve şekillenmiş olur. Şule Kahraman Kitap Kahramanları Teknolojiye de Hakim Köprü RÖPORTAJ 14 Bir Taşla İki Kuş Ülkem & Jeremy Hardy Sera Pekel: Öncelikle nasıl tanıştınız? Tanışmanızın bir hikayesi var mı? Ülkem Hardy: Jeremy ve ben, üç sene önce Işık Okulları’nda birlikte çalışıyorduk ve masalarımız yan yanaydı. Jeremy Hardy: Ve benden zımba isterdi, ben de ona zımbayı uzatırdım. Bazen ben bisküvi yerken benden bisküvi isterdi ve ben de ona bisküviyi uzatırdım. Daha sonra konuşurduk, evet, yaklaşık bir seneyi birbirimizi tanımaya çalışarak geçirdik, tabii ki bu bir sene profesyonel bir düzeyde, iş yeri çerçevesi içindeydi. Sene sonunda birlikte bir konferans için bir atölye çalışması düzenledik ve bu sayede çok fazla birlikte çalışmamız gerekti. Böylece aramızda gittikçe yakınlaşan bir arkadaşlık oluşmaya başladı. Kısaca tanışma hikayemiz böyle, değil mi? ÜH: Evet, böyle. SP: Bazen, evli öğretmenler birlikte çalışmanın zor olduğunu söyler. Bu doğru mu, yoksa bu sadece bir söylenti mi? ÜH: Bu öğretmenlerin ne demek istediğini anlıyorum, yani gerçekten zor olabilir ama Jeremy ve ben okul zamanı birbirimizi neredeyse görmüyoruz. Çünkü, onun ofisi Gould Binası’nda ve benim ofisim Woods Binası’nda ve ben genelde hazırlık öğrencilerine ders verdiğim için benim öğle yemeği saatim Jeremy’ninkinden çok daha erken oluyor. Bu yüzden gün içinde çok fazla görüşemiyoruz. JH: Yani, bu iki taraflı bir durum. Öncelikle, ikimiz de öğretmen olduğumuz için, okuldan sonra bir şeyler yapmamız gerektiğinde birbirimizi anlıyoruz. İkimizin de not vermesi gereken kağıtlar ve hazırlaması gereken bazı şeyler oluyor ama eğer ikimizde sürekli bununla zaman geçirirsek, birlikte geçirebileceğimiz tüm zamanımızı kaybetmiş oluyoruz. Bu yüzden, kendimize zaman ayırmak ve biraz rahatlamak için, zamanımızı sınırlandırmamız gerekiyor. Benim ebeveynlerim de aynı okulda çalışan iki öğretmendi ve onlar her zaman: “Daha fazla ‘o ile başlayan sözcük’ hakkında konuşmayalım.” derlerdi. “O ile başlayan sözcük” bizim ev içinde yasaklı, ayıp bir kelime gibiydi; ama aslında bu sözcük “okuldu.” Kısaca, kendimize bazı sınırlar belirlemeliyiz. SP: Ama sanırım, okul meseleleri hakkında aranızda konuşuyorsunuzdur? ÜH: Evet, okuldan sonra eve yürüyerek gidiyoruz. Ve bu yürüyüş, genellikle okul meseleleri, dersler ve iş hakkında konuştuğumuz zaman oluyor. Ama eve vardığımızda, bu konuşma sona eriyor. JH: Evet, eve yürürken okul hakkında konuşmak için yaklaşık yarım saatimiz oluyor. Ancak eve vardığımız an, birden bu konuşmayı bitiriyoruz. Öğrenciler hakkında konuşuyor muyuz? Hayır, asla, tabii ki hayır! bizim öğretmenimizdi.” diyorlar. Bunları Jeremy’ye aktarıyorum, ancak “dedikodu” yapmıyoruz çünkü daha yeterince öğrenci tanımıyorum(!) DA: Bildiğimiz kadarıyla siz (Jeremy Hardy) Belçikalısınız, ve siz (Ülkem Hardy) Türksünüz. Bu kültür farklılığı başlığı altında hiç zorluklarla karşılaştınız mı? Ya da okulda, kendi aranızda, veyahut ailelerinizi içeren komik bir anınız var mı? ÜH: Ben, aslında Avustralya’da doğdum ve büyüdüm. O yüzden kendimi klasik bir Türk olarak tanımlamıyorum, kısaca, Türkiye’de, ben de birazcık yabancı sayılırım. Ama, düğünümüzde bazı ilginç olaylar yaşadık, çünkü düğüne Defne Aksoy: Ve bizler de Türk, Fransız, İngiliz, birçok aile katıldı. öğretmenlerimiz hakkında hiç Babam, 38 yıl Avustralya’da yaşamış konuşmayız. olmasına rağmen, İngilizce ne de olsa JH: Hayır, tabii ki konuşmazsınız. onun ikinci dili ve en iyi konuştuğu dil Yani, öğrencilerde veya olaylarda değil ama Jeremy ve o oturup, gayet karşılaştığımız zorluklar ve başarılarımız iyi bir biçimde Türkçe konuştular ve hakkında konuşuruz. iyi anlaştılar. Zorlandıklarında ben de ÜH: “Böyle bir şey oldu, bana bazı yardım etmeye çalıştım. tavsiyelerde bulunur musun?” gibi JH: Annem, Fransız olduğu için, Türk konuşmalarımız olur. Bence, ikimiz de gelenekleri hakkında bazı endişelere profesyonel anlamda “Bu durumda sen kapıldı. Ne yapması gerektiğini ne yapardın?” veya “Bu öğrenciyi yeni bilmiyordu ama gerçekten önem arz tanımaya başladım ve başıma böyle eden bir sorun çıkmadı. Mesela babam bir şey geldi, sence bu durumda ne konuşma yapıp yapmamak hakkında yapmalıyım?” diyebilecek kadar saygı düşünüyordu ama Ülkem’in babası duyuyoruz konuşma yapmayı planlamıyordu bile. JH: Evet mesela, “Onun ayağına basar ÜH: Yani, evet, bazı komik anılarımız mıydın?”, “Onun kalemini çalar mıydın?” oldu ama çok milliyetli bir çift olmak (Gülüyorlar.) hakkında önemli bir olay veya sorunla karşılaşmadık. Ancak, bir keresinde bir GT: Mesela ortak öğrencileriniz ve taksi şoförü ile komik bir an yaşamıştık. onlar hakkındaki anılarınızla ilgili JH: Evet bu gerçekten çok ilginçti. hiç “dedikodu” yapıyor musunuz? Şoför benim yabancı, Ülkem’in de JH: Öğrencilerimiz hakkında dedikodu Türk olduğunu biliyordu ve: “Baban bu yapmıyoruz, ancak stratejilerimiz duruma ne diyor? Karşı çıktı mı, yoksa hakkında konuşuyoruz. sizi destekliyor mu?” gibi sorular sordu. ÜH: Mesela ortak bir öğrencimiz varsa Çünkü şoförün kızı da Amerikalı bir ve bu öğrencinin çok zeki olduğunu adamla beraber Hawaii’de yaşıyordu ve düşünüyorsak ve bu öğrenciyi daha kızı: “Gel ve bizi ziyaret et.” dediğinde ne çok zorlayacak görevler vermeliysek yapması gerektiğini bilmiyordu. “Jeremy, bu öğrenci senin sınıfında ÜH: Evet, “Allah Allah, ne yapmalıyım?” nasıl? Bu konuda neler yapıyorsun? Bu diyordu. öğrencinin ders olan ilgisini arttırmak için sence ben ne yapabilirim?” diyorum. SP: Kendi aranızda Türkçe veya Bazen de, ben okulda yeni olduğum Fransızca konuşuyor musunuz? için, bazı öğrenciler bana gelip: “Siz ÜH: Ben Fransızca bilmiyorum, tabi ki “Je Madam Hardy’siniz. Geçen sene eşiniz t’aime”i (Seni seviyorum.) saymazsak. Köprü Kasım 2012 Sera Pekel Gizem Taşkın Defne Aksoy Ama bazen Türkçe konuşuyoruz. JH: Evet, özellikle sinirli olduğunda! (Gülüyorlar.) Ama, evet çok sıklıkla olmasa da Türkçe konuşmaya çalışıyoruz. Gizem Taşkın: İkinizin de severek yediği hatta hep paylaştığınız bir yiyecek var mı? ÜH: Jeremy çok iyi bir aşçıdır, söylemeden geçemeyeceğim. Ne pişirirse pişirsin ortaya güzel sonuçlar çıkarır. Bilemiyorum, mutfaktayken birlikte çok iyi çalışıyoruz, birbirimize yardımcı oluyoruz. Ama her zaman yediğimiz özel bir yiyecek yok sanırım. Ancak yemekle deney yapmayı seviyoruz, yani yeni şeyler denemeyi. JH: Her sabah mısır gevreği paylaşırız, ama sanırım bu sayılmaz. Ayrıca pizza yemeyi de seviyoruz. ÜH: Evet, pizza yemeyi seviyoruz. DA&SP>: (hep bir ağızdan) Herkes pizza yemeyi sever! JH: Bu güzel bir soru. ÜH: Başka ne seviyoruz? (Yunus içeri girer) SP: Bonjour Yunus :) DA: Örneğin tatlılardan ne seviyorsunuz? ÜH: Jeremy sütlaç yemeyi çok seviyor. Bu yüzden ben sütlaç yaptığımda çok mutlu oluyor. SP: Bu belki biraz özel olabilir ama cevaplamak isterseniz birbirinize koyduğunuz takma isimler var mı? ÜH: Aşkım, canım... JH: Onların hepsini öğrenmem gerekti; “canım, bir tanem, en sevdiğim” ve diğer sevgi sözcüklerinin hepsini. Bazen Ülkem bana Jero diye seslenir. Avustralya’da bütün sözcüğü söylemek yerine bazen kelimelerin sonuna “o” RÖPORTAJ harfi koyarlar, bu nedenle bana Jero der. Bunun dışında “bebeğim”i çok kullanıyoruz. ÜH: Jeremy yanlış bir şey yaptığında Türkçe sözcüklerin hepsini aynı anda kullanır. “Aşkım, bir tanem, canım... Seni çok seviyorum.” Ama genellikle birbirimize “bebeğim” diye sesleniriz. Sanırım bundan başka lakabımız yok. SP: Türk geleneklerine göre, “kız istenmesi” gerekir. Siz bu deneyimi yaşadınız mı? JH: Hayır, geçen sene şubatta Avustralya’ya gitmeyi planlıyorduk ama daha sonra çok pahalı olduğu için vazgeçtik. Ben zaten evlenme teklif etmiştim ama yine de babasının onayını alacaktım. Ama şans olmadı, ve gerçek anlamda “kız istemedim.” Bu eski ama güzel bir gelenek, Amerika’da ve bazı başka kültürlerde de hala yapılıyor. ÜH: Ama babama sormayı istedik. Onu arayıp dedim ki: “Gelebiliriz ama uçak biletleri ve masraflar oldukça pahalı, yaklaşık yedi bin dolar. Jeremy’nin bunu yapması senin için gerçekten önemli mi yoksa sadece ‘Verdim, gitti.’ mi diyeceksin? Ne düşünüyorsun?” Ve o da: “Hayır, ben mutlu olmanızı istiyorum. Parayı düğün için harcayın. Başka şeyler için endişelenmenize gerek yok.” dedi. Yani babam gerçekten iyi ve anlayışlıydı. O klasik bir Türk babası değildir. Bu yüzden bu durumu dert etmedi. JH: Ve ben de şanslıydım. GT: Şuanda ikiniz de MUN Kulübünde danışman öğretmenlik yapıyorsunuz. Biz hepimiz de bu kulübün birer üyesiyiz. MUN’de sizin ilginizi çeken ve katılmak istemenizi sağlayan neydi? Bu sene hangi konferanslara gideceksiniz? JH: İkimiz de MUN’i seviyoruz çünkü sınıfta yaptığımızdan çok daha farklı bir şey. MUN ilgi çekici çünkü güncel olayları, politikayı, araştırmayı ve sahneye çıkıp bazı fikirleri sergilemeyi içeriyor ve bu yönünü çok seviyoruz. Ayrıca klübün öğrencileri konferanslara katılmak ve başka ülkelere gitmek konusunda bu kadar cesaretlendirmesi de çok hoşumuza gidiyor. Bu sene Polonya’daki WAWMUN konferasına gideceğiz ve okuldaki RCIMUN’da burada olacağız. ÜH: Konferanslara diğer üç danışman öğretmenle de iş bölümü yaparak katılıyoruz çünkü herkesin konferanslara gitmek için bir şansı olması gerek ama aynı zamanda her konferansa da gidemeyiz çünkü okulda olmadığımız zamanlarda yerimize derse girecek öğretmen bulmamız zor olabiliyor. Ayrıca konferanslar tatillere denk geldiğinde her danışman öğretmenin dinlenecek ve ailesine ayıracak zamanı olmasına dikkat ediyoruz. JH: Siz neden bizi MUN’de istiyorsunuz? Yunus Erdölen: Örneğin sadece bir kadın veya erkek öğretmen yerine ikiniz de gelirseniz bizler için daha yararlı olabilir. DA: Ayrıca, neredeyse hepimiz Mösyö Hardy’yi tanıyoruz ve konferanslarda daha az tanıdığımız birindense sizi görmek daha samimi bir ortam oluşturacaktır. ÜH: Evet, samimiyet gerçekten önemli. SP: Umarız ki zamanla Madam Hardy’yi de daha iyi tanıyacağız. YE: Biliyorsunuz ki bazı okulların konferanslarında Fransızca komiteler de var. Bizim okulumuzda da Fransızca komite açmak gibi bir projeniz var mı? JH: Hayır, şimdilik yok. Ama bence bu çok güzel ve üzerinde düşünülmesi gereken bir fikir, özellikle de Fransızca 3 almış ve kendine Fransızca konusunda güvenen öğrenciler için. Belki bu sene değil, ama ilerleyen yıllarda bu fikir hayata geçirilebilir. GT: Mösyö Hardy, hangi dilleri konuşuyorsunuz? JH: Yedi dil konuşabiliyorum. İngilizce ve Fransızca’yı doğuştan beri; Flamanca’yı ortaokuldan beri; Almanca’yı lisedeki son senemden beri; İtalyanca’yı İtalya’ya gittiğimden beri, İspanyolca’yı üniversiteden beri konuşuyorum. Şu anda da Türkçe öğrenmeye çalışıyorum. Ayrıca bir süre Japonca ve Arapça dersleri aldım ancak bu iki dilde de konuşamıyorum. SP: Madam Hardy, siz de Avustralya’da doğduğunuzu söylemiştiniz. Sizi Türkiye’de tutan şey nedir? ÜH: (Mösyö Hardy’yi işaret ediyor.) JH: Kayıtlara geçsin diye söylüyorum, beni işaret etti. ÜH: (Gülüyor.) Aslında Türkiye’ye sadece bir seneliğine gelmiştim. Bir sene burada çalışıp, Avrupa’yı gezecek ve eve geri dönecektim. Ama Jeremy ve ben birbirimize aşık olduğumuzda, onun olduğu yerde olmam gerektiğine karar verdim. Ancak şimdi Türkiye’nin bizim Kasım 2012 15 evimiz olduğuna inanıyorum. Bence bu ülke bize çok uygun çünkü Jeremy’nin ailesine yakın, benim aileme de biraz yakın; yani arada bir mesafedeyiz. Ama bizi Türkiye’de tutan şey buradaki yaşama tarzı, kültür ve Boğaz. İstanbul, yaşamak için çok güzel bir yer. JH: Aslında sizi rahatsız edebilecek birçok şey listeleyebilirsiniz ama eğer bunları aşmayı başarırsanız, İstanbul gerçekten harika. ÜH: Evet, bu nedenleri görmemezlikten gelmeye çalışıyoruz. Jeremy Hardy & Ülkem Hardy DA: Peki, birbirinize evlilik hakkında vermek istediğiniz tavsiyeler var mı? JH: Aslınca geçen sene hazırladığımız bir belge var. Tabii ki resmi bir belge değil, ancak “eğer bu ilişkinin yürümesini istiyorsak” uymamız gereken kuralları içeren, kendimiz için hazırladığımız bir belge. Mesela bu kurallardan biri her hafta bir randevu gecesi yapmaktı. ÜH: Eğlenceli bir şeyler, özel bir şeyler... JH: Evet, mesela dün birlikte dişçiye gittik. (Gülüyorlar.) Bundan başka, örneğin, akşamları günümüzü birbirimizle paylaşmak için birbirimize zaman ayırmak da bu kurallardan biri. Eve gidip çalışıp uyursanız hayat çok monotonlaşır. Eve yürüyerek gidiyoruz, yolda konuşuyoruz, birlikte “Modern Family” (bir televizyon programı) seyrediyoruz. ÜH: İletişim çok önemli. Gün içinde ne yaptığımız gibi küçük bir şey hakkında veya “Böyle yapmandan nefret ediyorum.” gibi önemli şeyler hakkında birbirimizle konuşabilmek gerçekten çok önemli. JH: Ve de tüm duyguların geçerliliği olduğunu unutmamak gerek. Eğer birisi kızgınsa, o kişi kızgındır. Eğer birisi üzgünse, o kişi üzgündür. Duygularımızı birbirimize aktarabilmek çok önemli ve tabii ki bir orta nokta bulabilmek. ÜH: Bilirsiniz, benim içimde bir Türk kızgınlığı var, Jeremy beni dinleyip beni sakinleştirmek konusunda çok iyi bir iş yapıyor. Kısaca tavsiyelerimiz bunlar... öğretmek o kadar kolaylaşır. Ama ne yazık ki derste her zaman beş dakikamız olmuyor. ÜH: Soru değil ama, vermek istediğim bir tavsiye var. Ben lisedeyken benim yapmadığım bir şey, ben fırsatlardan yeterince yararlanmadım. Mesela bir müzik kulübü vardı ve “Zaten başarılı olamam.” diyerek bu gibi fırsatları değerlendirmedim. Bence bugünkü çocuklar çok şanslı çünkü çok fazla seçeneğiniz var. Benim sorum: “İlgi alanların neler ve bunları hayata geçirmek için neler yapıyorsun?” olurdu. Ayrıca bu yolda, aynı zamanda eğlenmeniz ve keyif almanızı da tavsiye ederdim. JH: Bu kesinlikle doğru. Benim ailem, bir şeylerin parçası olmam için beni asla zorlamadı. Bana sadece “Ne yapmak istersin?” diye sorarlardı ama ben on dört yaşındaydım. Ne yapmak istediğimi nerden bilebilirdim? Ama etrafınızdaki şeylerin bir parçası olmak çok güzel bir şey. ÜH: Ayrıca bazı şeyleri çok ciddiye almamak gerek. Keyif almaya bakın. SP: Bunu bir, hatta iki öğretmenden duymak gerçekten çok anlamlı. JH: Tabii ki Robert Kolej Kurallar Kitapçığı’nın sınırları içerisinde! ÜH: Kurallara uyun ve iyi öğrenciler olun(!) DA&YE&SP>: Bizlerle konuştuğunuz ve böyle samimi YE: Şimdi rolleri değiştirelim, sizin cevaplar verdiğiniz için çok öğrencilere sormak istediğiniz bir teşekkürler. soru var mı? ÜH&JH: Bizle röportaj yaptığınız için biz JH: Benim sorum “5 dakika içinde bana size teşekkür ederiz. hayat hikayeni anlatır mısın?” olurdu. Bir öğrenciyi ne kadar tanırsanız, onlarla bağlantı kurmak ve bir şeyler Köprü RÖPORTAJ 16 Bir Taşla İki Kuş Sengül & Birol Özdemir Evli öğretmenlerimizle yapacağımız “Bir Taşla İki Kuş” söyleşi dizisi için ilk aklımıza gelen adlar, Birol Hocamızla Sengül Hocamız olmuştu. Derste ve ders dışında her zaman öğrencilerine karşı içten davranan, gülümsemeleri yüzlerinden hiç eksik olmayan, öğrencileri tarafından çok sevilen çift, aynı zamanda birbirlerinin iş arkadaşı ve dostudurlar. Söyleşi teklifimizi kabul ettiler ve onlarla çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Yunus: Öncelikle söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Sengül Hanım: Biz teşekkür ederiz. Yunus: Evlenmeden önce okulumuzda ikiniz de öğretmendiniz ve bu yüzden nasıl tanıştığınızı çok merak ediyoruz. Hikâyenizi bizimle paylaşabilir misiniz? Birol Bey: Bunu ben yanıtlayayım isterseniz. Okulumuzda yeni gelen öğretmenlere eski öğretmenlerin okulu tanıtma sürecinde danışmanlık yaptığı bir program vardır. Sengül Hanım için de okuldaki ilk senesinde danışmanlık görevi bana verilmişti. Bana “Sengül Hocanın okula uyum sağlaması için siz sorumlusunuz” denildi, ben de görevimi galiba biraz fazlasıyla ciddiye almışım! Bu süreçte birbirimize ısındık ve arkadaş olduk. Sengül Hanım: Düğünümüz de 31 Mart 2010 tarihinde tanıştıktan 9-10 ay sonra oldu. Birol Bey’in ve benim öğrencilerim bir araya geldiler, nikâh törenimiz çok renkli geçti. Birol Bey: Kütüphanede 24 Kasım Öğretmenler Günü Kutlaması vardı. Biz de bu kutlamada evlenme kararımızı öğretmen arkadaşlarımıza duyurduk. Ondan sonra da evlenme sürecimiz başladı. Yunus: Birol Hoca’yı geçen sene öğretmenim olduğu için tanıyorum. Çok sakin ve eğlenceli birisiniz. Evdeki yaşamınız nasıl? Okul hakkında konuşuyor musunuz? Sengül Hanım: Okul hakkında konuşmamaya çalışıyoruz, çünkü akşama kadar okuldayız. İki ayrı çalışma odamız, kütüphanemiz var. Kitapları koyacak yer bulamıyoruz, çünkü evlenmemizle birlikte kitaplarımız da birleşti. Benim odamda daha çok şiir ve eski Türk edebiyatıyla ilgili yapıtlar var. Birol Hocanızın odasında da tarih, felsefe, psikoloji, edebiyat gibi farklı alanlarda kitaplar yer almakta. Odalarımıza çekilmeyi ve çalışmayı seviyoruz. Birol Bey: Ortak alanımız salon. Sengül Hanım: Evet, salonda buluşuyoruz. Birol Bey: Çoğunlukla edebiyat hakkında konuşuyoruz. Sengül Hocanızın da dediği gibi okul hakkında konuşmamayı tercih ediyoruz, çünkü gün boyu zaten okulla ilgili kafamız yeterince doluyor. Sengül Hanım: Ayrıca edebiyatçı arkadaşlarımızla, benim arkadaşlarımla ve aynı alanda olduğumuz için geçmişten tanıdığımız edebiyatçı arkadaşlarımızla sohbetlerimiz çok güzeldir. Akşam yemeklerini, edebiyat sohbetlerini çok seviyoruz, bu sayede çok güzel ortamlar ortaya çıkıyor. Birol Bey: Arkadaşlarımızın çoğu edebiyatçı veya edebiyat öğretmeni zaten. Böyle olunca konuştuğumuz konular dönüp dolaşıp yine edebiyata geliyor. Sengül Hanım: Film izlemeyi seviyoruz, onlar hakkında sık sık konuşuyoruz. Film festivallerini ve tiyatroları takip etmeye çalışıyoruz. Sakin denebilecek bir yaşantımız ve herkesin kendisine ait özel bir dünyası var. O özel dünyayı bozmamaya gayret ediyoruz. arkadaşıyız. Zaten odalarımız da altı yıl boyunca farklıydı. Ben kızlar tuvaletinin yanındaki odadaydım, Birol Hocanız da 406 numaralı odadaydı. Şimdi aynı odadayız ama ben bir köşede Birol Hocanız bir köşede oturuyor. Bu söyleşi vesilesiyle bir araya gelmiş olduk. Birol Bey: Bazen karşılaştığımız oluyor koridorda. Özellikle Sengül Hocanız doktora tezini hazırlarken kendini dünyadan soyutlamıştı. Dört yıl boyunca odasına kapandı ve çalıştı. Ben de bu süreçte bazı öykülerimi yazdım. Sengül Hanım: Edebiyatçılar yalnız olmayı seviyorlar. Biz de bu özel alanı bozmamaya gayret ediyoruz. Hayatımız okumayla geçiyor, ben kitap okuyorum, hocanız odasında dergi okuyor. Okuduklarımızı paylaşmak gerçekten çok hoş oluyor. Bazen hocanız okuduğum kitabı ya da öyküyü anlatmamı istiyor, ilginç bulursa kendisi de okuyor. Sonra da kitap üzerine sohbet ediyoruz. Birol Bey: Aslında aynı işi yapıyor olmanın birçok avantajı var. Birlikte daha çok zaman geçiyoruz. Tatillerimiz, gidiş-geliş vakitlerimiz aynı olduğundan hareket alanımız genişliyor. Diğer çiftlere kıyasla yaşama dönük şeyleri daha kolay organize edebiliyoruz. Yunus: Peki Hocam, bildiğimiz gibi en son bir öykü kitabınız çıktı. Önceki derslerimizde öykülerinizi okuduğumuz için, bu kitap için gerçekten çok heyecanlıyız. Kitabı yazma sürecinde Sengül Hocamıza danıştığınız oldu mu? Birol Bey: Sengül Hocanız çok iyi bir okuyucudur ve beğenisine de güveniyorum. Sengül Hanım: Sert bir eleştirmenim. Birol Bey: Bu yüzden kendisine güveniyorum. Onun düşünceleri ve eleştirilerini dikkate alıyorum. Yazdığım çoğu şeyi onunla paylaşıyorum. Sengül Hanım: Mesela Birol Hocanız “Söğüt ile Kavak” öyküsünü yazarken çok güzel bir anımız oldu. Ben erken uyuyanlardanım, Birol Hocanız da gece çalışır, hafta sonları geç kalkar. Birol Bey: Geceyi severim. Sengül Hoca: Ben de sabah erkenden kalkıp okurum. Zeynep: Aynı yerde çalışıyorsunuz ve dersleriniz farklı olsa da sürekli birbirinizi görüyorsunuz. Hem işte hem evde berabersiniz. Bu dengeyi nasıl kuruyorsunuz? Sengül Hanım: Öncellikle okulda birbirimizi çok fazla göremiyoruz. Bazen bazı şeyleri birbirimizi göremediğimiz için sonradan paylaşma imkânı buluyoruz. Birol Bey: Okulda zaten çok bambaşka bir dünyaya giriyorsunuz. Sengül Hanımla birbirimizi göremediğimiz zamanlar da oluyor. Ders programımızın ve çalışmalarımızın yoğunluğundan, zaten çoğu öğretmen birbirini fazla göremiyor. Okulda iş arkadaşıyız. Sengül Hanım: Gerçekten iyi bir mesai Zeynep: Köprü Öğle yemeğinde Kasım 2012 Yunus Emre Erdölen Zeynep Can Aksoy Burçe Şahbenderoğlu buluşuyorsunuz yani. Sengül Hanım: Evet hafta sonları öğle vaktinde buluşuyoruz. Birol Hocanız “Söğüt ile Kavak” öyküsünü geceleyin yazdığı için sabah masamda buldum öyküyü ve okuyunca çok beğendim. Masalarımıza beğendiğimiz şairlere ait şiirler bırakıyoruz. Bu şiirleri bir deftere topladık ve çok güzel bir külliyat oldu. Bir evde iki edebiyatçı olmak hem güzel hem de zor, çünkü ayrıntıcı insanlarız ve sözcüklerin arkasındaki dünya üzerine de düşünüyoruz. Birol Bey: Aynı sorunları yaşadığımız için bu sorunları paylaşmamız daha kolay olabiliyor. Başka meslek gruplarındaki çiftler aynı sorunları yaşamadığı için bu sorunlar onlara sıkıcı gelebilir. Tabii ki bizim için de bazen aynı konuları tekrar etmek pek hoş olmuyor, kimi zaman sıkıcı olabiliyor. Sengül Hanım: Ama tabii ki okul hakkında hiçbir şekilde konuşmuyoruz demek yanlış olur. Sınıfta etkilendiğim bir olayı hocanızla paylaştığım da oluyor. İnsanlarla ilgili yargılardan kaçınıyoruz, çünkü bizim bakışımız yanımızdaki insanı da etkileyebilir. Zaten hocanız hiçbir şekilde hiç kimse hakkında konuşmayan biri. Zeynep: Öğrencilerinizin yaramazlıklarını birbirinizle paylaşıyorsunuz yani? Sengül Hanım: Bazen çok komik bir şey olmuştur, bir şey beni çok üzmüştür, etkilemiştir o zaman tabii ki paylaşımda bulunuyoruz. Birol Bey: Zaten bu tür paylaşımlar bütün öğretmenler arasında vardır, bizim öğretmenler odasında da RÖPORTAJ de ekmek, gözleme, kek yapmayı seviyorum. Birol Bey: Zeytinyağlı ve soğuklarda Burçe: Ben en çok iyi Sengül Hocanız daha iyi, ben de öğrencilerinizi ya da ortak ayıptır söylemesi et yemeklerinde fena öğrencilerinizi birbirinizle paylaşıp değilimdir. paylaşmadığınızı merak ediyorum. Böyle durumlar yaşıyor musunuz? Yunus: İkiniz de edebiyatla çok Birol Bey: Çok iyi bir öğrenci olduğu ilgilisiniz. Birol Hocam siz de zaman konuşuyoruz tabii ki, mesela sınavlarınızda ve derslerinizde çoğunlukla öğrencilerinizi Yunus’u konuşmuşuzdur. Sengül Hanım: Yetenekli, kalemi güçlü yaratıcı yazı çalışmaları yapmaya Gelecekte olan öğrencileri çoğunlukla birbirimizle yönlendiriyorsunuz. Kolej öğrencilerini paylaşıyoruz, mesela –geçen yılın Robert cesaretlendirmeye mezunlarından- Joe çok iyi şiir yazardı. yazmaya Birol Bey: Aynı öğrenciler farklı yönelik projeleriniz var mı? Mesela zamanlarda öğrencilerimiz olabiliyor İngilizce bölümü “Yazı Merkez”i ve bu yüzden de ortak öğrencilerimiz diye bir proje başlattı. hakkında konuşmak daha anlamlı Birol Bey: Bildiğiniz gibi ben Oda olabiliyor. Ama daha demin dediğim dergisinin yayın danışmanıyım. O gibi bütün öğretmenler kendi grupla bunları yapıyoruz. Her yıl bir tema seçip o tema etrafında yaratıcı aralarında iyi öğrencileri konuşurlar. Sengül Hanım: Hocalarınız sınıftan yazı çalışmaları yapıyoruz. Örneğin çıkınca heyecan duyuyor. Söz bu seneki temamız “ Sesler, Renkler, gelimi öğrenciler çok güzel bir yazı Kokular”. Yakında okul duyurularında hazırlamışsa mutlu oluyoruz, bunu da size duyuracağız. Ve renklerle birbirimize heyecanla anlatıyoruz, ilgili sizi yazmaya çağıracağız. Her paylaşıyoruz. Böylece başka bir ay belli bir renk için öykülerinizi ve öğretmen arkadaşımız da o çalışmadan şiirlerinizi isteyeceğiz. Ayrıca ben zaten sınıflarımda da yaratıcı yazı farklı bir şekilde yararlanabiliyor. Birol Bey: Ama olumsuz fikirleri de öne çalışmalarına yer veriyorum bolca. çıkartmamaya çalışıyoruz. Birbirimizi İleride talep olursa tabii ki Yaratıcı iyimserliğe ve olumlu düşünmeye Yazıyla ilgili bir seçmeli ders açılması çağırıyoruz ve problemleri ön plana söz konusu olabilir. Ve böyle bir dersi vermekten zevk duyarım. Hocanız daha çıkartmamaya çalışıyoruz. Sengül Hanım: Çünkü olumsuz ve çok eleştirel, akademik yazılar, ben de önyargılı yaklaşırsanız bu öğrencilerle daha çok kurgusal yazılar yazıyorum. ilişkilerinizi de etkileyebilir. Birbirimize Sengül Hanım: Ben daha çok eski ve yeni öğrenciler hakkında olumsuz bir şey Türk edebiyatıyla ilgili eleştiri yazıları söylersek, bakış açımız değişecektir; bu yazıyorum. Yaratıcı yazıyı denedim, ama bu konuda yetenekli değilim. Zaten yüzden bundan kaçınıyoruz. Edebiyat Fakültesine araştırmacı olmak Yunus: Burçe bana anlatmıştı, için girmiştim. Yüksek lisansımı ve aynı THP’deyken sizin çok sağlıklı doktora tezimi yaptım, şimdi de öyküyle beslenmeye dikkat ettiğinizi ve bu alanlarla ilgili yazılar yazmaya gözlemlemiş. Birbirinizin yemek dergilerde yayımlamaya çalışıyorum. alışkanlıklarınıza uyum sağlıyor Benim doktora tezimi hocamdan önce ilk okuyan da Birol Hocanızdır. Çok musunuz? Sengül Hanım: Uyum sağlıyoruz, güzel, yapıcı eleştirilerde bulundu. hocanız daha çok et yemeklerini, ben de Tezimi okuyan eleştiren ilk kişiydi. daha çok sebze yemeklerini seviyorum. Birol Bey: Aynı şey benim için de Bu yüzden evde hem et hem de sebze geçerli. Ben de öykülerimin en küçük içeren yemekler yapıyoruz. Yemek ayrıntılarına kadar onu sıkacak şekilde alışkanlıklarımızı değiştirdik. Ben de et sorular sorarım, çünkü hocanız çok iyi bir okuyucudur, eleştirmendir. yemeye başladım azıcık da olsa. Birol Bey: Ortada buluşuyoruz. İkimiz de Şiir Su: Peki sınavları hazırlarken yemek yapmayı çok seviyoruz. Sengül Hanım: Balık yapmayı çok birbirinize yardım ettiğiniz, seviyoruz mesela. Birol Hocanın yaptığı danıştığınız oluyor mu? yemekleri de çok beğeniyorum. İkimiz Sengül Hanım: Her öğretmenin dersi de evde yemek yapıyoruz yani. Ben işleyişi ve tarzı farklıdır. Ve bu yüzden 17 böyledir. Güzel bir şey olduğu zaman herkes bunu arkadaşlarıyla paylaşıyor. Kasım 2012 Söyleşimiz gibi güzel bir resim soru sorma modeli de birbirinden farklıdır. Birol Bey: Her öğretmenin soru tipi farklıdır ve bu yüzden birbirimize karışmıyoruz. Ama soru dışında birbirimizle dersin içeriğiyle ilgili fikirlerimizi veya materyallerimizi paylaşıyoruz. Sengül Hanım: Mesela çok güzel bir makale ya da sunum bulduğum zaman bunu hocanıza gönderirim. Birol Bey: Aslında bu paylaşım bütün öğretmenler arasında geçerlidir. Bildiğiniz gibi ben paylaşıma açık bir insanım. Yunus’un da dediği gibi öykülerimi öğrencilerimle paylaşır onların fikirlerini alırım; arkadaşlarımla da... Mesela Mehmet Bey, bölüm başkanımız öykülerimi inceledi, eksiklerini söyledi. Daha önce de Adil İzci yazdıklarımı düzeltmiş, eleştirmişti. Her zaman paylaşımın güzel bir şey olduğunu düşünüyorum ve bu çok güzel bir şekilde yansıyor yaptıklarımıza. Yunus: Final haftasından sonraki hafta okuyacağınız bir sürü sınav kâğıtları oluyor. Bu süreç nasıl geçiyor? Sengül Hanım: Bu süreçte gerçekten eve kapanıyoruz, yemek saatinde buluşup yemekten sonra okumaya devam ediyoruz. Bu dönem çok yoğun geçtiğinden kimseyle buluşmuyoruz. Dışarıya biraz kendimizi kapatıyor ve sınavlarımıza yoğunlaşıyoruz. Birol Bey: Ama sonraki hafta tatilin başlayacağını bildiğimiz için rahat geçiyor. Birbirimizin sorunlarını tanıyor ve yaşıyor olmak da bizi birbirimize karşı daha anlayışlı yapıyor. Köprü Sengül Hanım: Tabii ki günlerce odaya kapanıp kâğıt okuyorsak işimiz çoksa “Hadi gezelim” demiyoruz. Çünkü gerçekten okulumuz hem çok güzel hem de çok yoğun bir temposu olan bir okul. İşlerimiz bittikten sonra gezmeye, eğlenmeye zaman ayırıyoruz. Yunus: Söyleşimizin sonuna yaklaşıyoruz ve zamanımız da daralıyor. Bu soruyu her söyleşimizde soruyoruz, öğrenciler hakkında merak ettiğiniz sorular var mı? Birol Bey: Ben gizli gizli yazan öğrenciler kimlerdir diye merak ediyorum. Onların şiirlerini, öykülerini alsak hoş olur, çünkü yazma potansiyeli olup da bunu paylaşmakta güçlük çeken öğrenciler gerçekten var. Sengül Hanım: Ben de öğrencilerin bu kadar sosyal etkinliği, çalışmayı nasıl birleştirip başarıya ulaştıklarını merak ediyorum. Bu açıdan öğrencilerimize hayranım, saygı duyuyorum. Size dışarıdan da çok güzel bakışlar var. Dün üniversiteden beri tanıdığım bir öğretmen arkadaşım Giresun’dan telefon açtı, okulumuzda yapılan etkinlikleri merak etti. Kulüpleri anlattığım zaman, etkinliklerin çeşitliliği karşısında şaşırdı. “Sizin çocuklar çok farklı ve özel çocuklar.” dedi. Gerçekten de yaratıcı bir fikirmiş bu röportaj, teşekkür ederiz! Yunus, Zeynep, Burçe, Şiir Su: Biz teşekkür ederiz Şiir Su Saydam’a katkılarından dolayı teşekkür ederiz. YENİ TATLAR 18 Sefarad Mutfağından Yemek Tarifleri Gurme köşesini duyunca aklıma Kızartmak için: babaannem hayattayken pişirdiği Sıvı yağ, Yumurta, Un bayram yemekleri geldi ve bir kısmını sizinle paylaşmak istedim. Sefarad mutfağı İspanyol Yahudilerine özgü sebze ağırlıklı ama çocukların da seveceği türden yemeklerden oluşur. İlk seçtiğim tarif; hamursuz bayramı sofralarının olmazsa olmazı, yani pırasa köftesi. Belki ileride Aşkenaz mutfağına da gireriz. Pırasa Köftesi Malzemeler: 1 kilo pırasa 250 gr. yağsız kıyma 1 yumurta Tuz, Karabiber Pırasa Köftesi Yapılışı: Pırasaların ayıklandıktan boyutlarda kesin ve yıkayın. Ardından bir tencerede yumuşayana kadar haşlayın. Haşlanan pırasaları bir kevgire alıp buzdolabında birkaç saat suyunu süzülmesi için bekletin. Suyu süzülen pırasalardan avuç içi büyüklüğünde parçalar alıp tüm gücünüzle sıkın ve suyunu çıkartın, sonra başka bir kaba koyun. Haşlanmış ve suyu sıkılmış pırasaları çırpıcıdan geçirin. Artık pırasalar köfte olmaya hazırdır. İçine kıymayı, bir bütün dış yapraklarını yumurtayı, biraz tuz ve biraz karabiberi sonra 3-4cm’lik de ekledikten sonra yoğurun ve köfte Greti Barokas şeklini verin. Köftelerin boyutları normal köfteden daha büyük ama daha ince olmalıdır (i-phone 5 gibi). Çünkü onlar kızartılırken hem toplanacaklar hem de boyut olarak ufalacaklardır. Sıvı yağı bir yandan kızdırırken, diğer yandan da köfteleri önce una sonra da çalkalanmış yumurtaya batırın. Köftelerinizi kızgın yağda çevirerek kızartın. Son olarak onları dibine havlu kâğıdı serilmiş bir tabağa dizin. Pırasa köftelerinizi ister sıcak ister soğuk olarak yiyebilirsiniz. Tatar Açılımı Yıl 2004 civarı. Okulda Türkçe dersindeyim, Türkçe öğretmenimiz Olga adında çok sevdiğim ve çok saydığım genç bir öğretmen. Uzun süreli bir kararsızlıktan sonra güneş çekilmeye karar vermiş, soğuk havalar baş göstermiş, annem de beni kalın kalın giydirip yollamış okula. Üzerimde en sevdiğim hırka var (çok hatırlamıyorum; ama herhalde ya kalplidir ya pembedir ya da ikisi birden –küçük kızların sevdiği türden bir şeyler). Nasılsa derste kelimelerin nasıl oluştuğuna gelmişiz, biri diyor ki “Neden kaleme kalem demişler? Uydurmuşlar mı?” Derken yanımdaki arkadaşım tutuyor en sevdiğim hırkamın kolunu çekiştiriyor! Bana bir şey söyleyecek, ona bakmam için yaptı, biliyorum; ancak sinirleniyorum: “Yapma, kolunu sozduracaksın!” Herkes kahkahalara boğuluyor; ama ben anlamıyorum. “Ne oluyor, neye gülüyorsunuz?” Biri “Kelime uydurdun, yeni kelime buldun!” diyor. Olga Öğretmen ise gülmüyor (zaten sadece 9-10 yaşındakilerin gülebileceği bir olay), bana bakıyor, nereli olduğumuzu soruyor. Tatar Türkçesi her gün kullandığımız Türkçe’den çok daha farklı. Bu konuda en otorite sahibi insan ben değilim, şahsen yüzde elli Tatar olmak bir yana, kültür öğesi olarak bir düzine yemek haricinde asimile olmuş, tek tük birkaç kelime dışında zamanında anneannem ve dedemin ebeveynlerinin mutfağı hakkında türlü şeyler bilirken konuşabildiği tek dil olan Tatarca “Dün cantık yedim.” deyince boş bilmeyen biriyim. Bir de bazen bunun bakmayacak. Bu gaye için kıdemli Tatar Dilara tam tersi oluyor, yani evde Tatarca ve evimizin sultanı anneannem Necla Çankaya sürekli söylenen kelimeleri Türkçe sanıp Aybet’ten on beş-yirmi adet cantık Tatarca bilmeyenlere söyleyebiliyorum. tarifini aldım: Mesela “sozdurmak” kelimesinin “Bir bardak suya bir tatlı kaşığı toz Türk Dil Kurumu’nun Türk Lehçeleri şeker ve bir tatlı kaşığı maya koyup Sözlüğü’nde bile yer almayan Tatarca kâseye aktarıyorsun. Karıştıracaksın, ardından hazırladığın kıymadan köfte bir kelime olduğunu bahsi geçen köpürecek. Mayalandıktan sonra alıp büyüklüğünde alıp hamur parçalarının soğuk okul gününde Olga Öğretmen geniş bir kapta yarım kilo una döküp ortasına koyuyorsun. Hamurları poğaça sayesinde öğrendim. “Sozdurmak”, yoğuruyorsun. Kıvamına gelince gibi kapatıp bol yağlı tepsiye diziyorsun. Türkçe’de “sündürmek” diye bilinen mayalanmaya bırakıyorsun. Üstüne de çiçek yağı sürdükten sonra -ve benim karşılığını bu yazı sayesinde “Bu sırada başka bir kapta hamurun fırında 170 derecede kızarana kadar öğrendiğim- eyleme deniyor. içine koymak için yeteri kadar pişiriyorsun.” Okulumuzda göz ardı edilemeyecek ve soğan, kıyma ve karabiberi karıştırıp İlerleyen sayılarda Tatar Kültürünü, edilmemesi gereken bir Tatar nüfusu yoğuruyorsun. Hamur kabardıktan yemeklerini tanıtmaya devam olduğunun farkındayım ve onların da sonra fincan büyüklüğünde parçalara edeceğim, azır bolun! benim gibi sorunlar yaşayabileceğini ayırıp poğaça hamuru gibi açıyorsun, düşünerek kendime sordum: Ben neden söylediklerimi insanlar anlasın diye konuşmadan önce kelimelerimi bir dil filtresinden geçirmek zorunda kalayım ki? Neden başkaları bana akşam yedikleri pizzayı anlatırken zorluk yaşamıyorlar da ben cantıktan, köbeteden bahsedince bir şey anlamıyorlar? İşte bu yüzden, köklü çözüm olarak okul halkını yavaşça Tatarlaştırmaya karar verdim. Tatar Açılımı’nın ilk bölümünde SAT kelimesi ezberlemeye alışmış Robert topluluğu sozdurmak Cantık dışarıdan poğaçaya benzeyebilir; ancak içinde sıcacık bir et yığını var. nedir öğrenecek, Uzak Doğu Köprü Kasım 2012 HABERLER 19 Sonbaharda Aşk Ağustos ayının sonlarına geldiğimiz zaman hepimiz aynı acıyı içimizde hisseder olduk: Okulun açılmasına az kalmıştı. Bu yetmezmiş gibi bir de en renkli, en eğlenceli, en sıcak mevsim olan yaz mevsiminin de sonuna yaklaşıyorduk. Lafın kısası derdimiz çoktu. Okul başladı, havalar soğuyor derken her şeyin çok kötü gitmediğini fark ettik. Aslında güzel giden, mutlu olmamızı sağlayan şeyler de vardı. Mesela aşk… Kimileri inanır, kimileri inanmaz. Kimileri keskin kelimelerle anlam yükler, kimileri yaşamadan bilemezsin der. Lakin kim bir “aşk” yaşasa yüzünden o sıcak gülümsemesi ve hayata olan pozitif bakışı eksik olmaz. Robert Kolej’de de bu aralar tam bir aşk mevsimi havası seziliyor. Ne tarafa doğru yürüseniz yanında sevdiği insanla gülüp eğlenen, yaşadıklarını paylaşan çiftler görmeniz mümkün. Her geçen gün çiftlerin arttığını da görüyoruz. Benim bilgime göre en son 10. Sınıflarda 15’in üzerinde şirin çiftimiz vardı. Belki de 20’ye ulaşmıştır bilemiyorum artık. Peki neden bu böyle? Neden sonbaharda aşk bir başka? Okulun yeni başlamasından dolayı Derslerimiz yoğun olmasına rağmen henüz sınavlar başlamadığı için çok sıkışık bir döenmde değiliz.. Dersler açısından biraz daha Robert Kolej’in “baharını” yaşıyoruz diyebilirim. Bunun yanı sıra havalar ne çok sıcak ne de çok soğuk. Hâlâ üstümüzde ince bir kazakla forumda arkadaşlarımızla oturabileceğimiz zamanlardayız. Bir nevi havalar da bizi olumlu etkiliyor ve bizi aşka itiyor olabilir. Ya da bilemiyorum… Belki de bu saydığım nedenlerin hiçbiri sonbaharda aşkın bir başka olmasında etkili değil. Aslında çok fazla neden bulmaya çalıştım nedensiz bir şey olan aşka. Robert Kolej’in yıllara tanıklık etmiş Burçe Şahbenderoğlu ağaçlarından yapraklar yerlere dökülüp kışa hazırlanırken, yeni aşklara ortam sağlıyor, yeni sevgilere-belki de yıllarca hatırlanacak şeylere- neden oluyor. Herman Taucher, Kasımda Aşk Başkadır demiştir; fakat bilmiyordur ki sonbahar mevsiminde Robert Kolej’de yaşanan aşk bambaşkadır. RC Sokakta Hayvanlara Dokunma! Okulumuzun en gurur duyduğu yönlerinden biri de hepinizin bildiği ve her yıl defalarca yeniden hatırlatıldığı gibi Topluma Hizmet Projeleri. Seçenekler ne kadar bol olsa da içlerinden bir tanesi benim hep dikkatimi çekmişti: Hayvan Barınağı THP. Sonuçta burada toplumdan çok hayvana hizmet projesi yapıyorsunuz, insan işin içine girince anlıyor. Ben de bu yıl atıldım bu deliliğe, yolda kedi severken yanıma gelip, “Hayvanı sevmeyen insanı hiç sevemez,” diyen polis amcanın sözünü dinleyerek. THP’mizin ilk hizmeti 30 Eylül Pazar günü Galatasaray Lisesi önünden Taksim Meydanı’na yapılan Hayvanları Koruma Yasasındaki değişikliğe karşı yürüyüş ile gerçekleşti. İtiraf etmeliyim ki liderimiz Ezgi beni bu yürüyüşe çağırdığında ayrıntılardan ben de haberdar değildim. O koca kalabalığın içinde tek tek insanları “Neymiş? Nasıl olacakmış?” diye sorgularken bir yandan da oldukça açıklayıcı sayılabilecek pankartların fotoğraflarını çekmeye uğraştım. Tabii merak ediyorsanız internet üzerinden de “5199 Hayvanları Koruma Yasası” yazarak yasaya ulaşabiliyorsunuz. Peki, neymiş? Nasıl olacakmış? Şöyle, ilk önce sahipsiz tüm sokak hayvanları toplatılacak, hayvan barınaklarına konulacakmış. Yer yoksa da hazırlanılan doğal yaşam alanlarına bırakılacakmış. Doğal yaşam alanı orman oluyor bu arada. Buraya kadar fena değil. İnsanın aklına şu geliyor, “Sokakta açlıktan, hastalıktan ölüp bir de egzoz soluyacağına ormanda çayırda koştursun hayvancıklar”. Tabii işin aslı bu değil, olsa onca insan, hem de her ilden, sokaklara düşer mi? İlk önce belirtelim ki hayvan barınaklarının onca sokak hayvanına bakacak kapasitesi yok, ellerinde olana zor yetişiyorlar. Biz daha geçen hafta İstanbul’un en iyisi diye bilinen Yedikule Hayvan Barınağına gittik. Hayvanların durumu iyi görünüyor ama öyle çoklar ki belki bir hayvana 2 metrekare düşüyor ancak. Çalışan sayısı ise hiç yeterli değil; biz gittik, saatlerce gönüllü iş yaptık ama hayvanların belki ancak onda birine yetişebilmişizdir. Peki, hayvan barınakları yetersiz, orman da küçük gelecek değil ya, diyeceksiniz. Ben de size bir anımdan bahsedeceğim: Doğma büyüme İstanbullu olarak her yaz ailemle adalara gideriz. Vapur seferimizin birinde heyecanla babama soruvermiştim “Baba, şu iki ada kardeş mi?” diye. O da anlatmıştı bana, biri Yassı ada, öteki Sivri ada. Sivri adayı bilmeyenlerinize daha tanıdık gelebilecek diğer adıyla Hayırsız ada… İşte bu adada, demişti babam, köpekler vardı. Sokak köpekleri. Topladılar şehrin tüm köpeklerini ve bir adaya terk ettiler. Onlar da aç kaldı, hastalandı, birbirlerini yedi ve sonunda öldüler… İşte onca insan ikinci bir hayırsız ada istemediği Kasım 2012 için oradaydı. Bu yasa tasarısı doğal parklarda hayvanlara nasıl bakılacağı hakkında bir bilgi vermiyor maalesef. Bir de tabii Madde 2’de geçen şöyle bir Greti Barokas Hayvan Barınağı THP grubu paragraf var; “Meskende barındırılabilecek ev ve süs hayvanı tür ve sayısı, barındırılacak hayvanların etolojik ihtiyaçları, mekânsal şartlar ile çevre ve insan sağlığı göz önünde bulundurularak bakanlıkça çıkarılan yönetmelikle belirlenir.” Bu ne demek? Devlet evinizde barındırdığınız, artık ailenizin bir parçası haline gelmiş hayvanlarınıza da karışmak istiyor demek. Hayvanı tehlikeli ya da sizin koşullarınızı yetersiz görürse elinizden alınabilir demek. Hem de götürülecekleri yerin koşulları belirsiz, ihtimaller ise hiç iç açıcı değil. Köprü Yasa elbette iyi niyetli, başka koşullar altında çok işe de yarayabilirdi. Ama bizim ilk ihtiyacımız olan sokak hayvanlarının toplatılması değil, çoğalmalarının engellenmesi. Sokak hayvanları kısırlaştırılmalı mesela. Sonra dikkatinizi çekmiştir belki, bu hayvanların gittikçe daha büyük bir bölümü cins türlerden oluşuyor. Büyük hevesle alınan hayvanlar bakım zorluğu görülünce sokağa terk ediliyor. İnsanlar bu konularda bilgilendirilmeli. Ayrıca ülkeye giren çoğu yabancı tür kaçak, resmen hiç girmiyor görünüyor. İlk önce bu gibi sorunlara çözüm gelmeli. HABERLER 20 Ergen Dertleri Merhaba Merhem Abla, Sevgili Anonim muz evladım, Dilimde tüy bitti söylemekten: Bugünün işini yarına bırakmayın. Hazırlık yılı adı üstünde sizi Robert Kolej’e hazırladı, okulu size tanıttı ve açıkça söylemek gerekirse biraz da SBS stresinden sonra dinlenmenizi sağladı. Hep böyle rahat mı devam edecek sanmıştın? Dokuzuncu sınıf zor yıldır evladım, kabul ediyorum bunu; ama iyi tutulmuş bir ajanda hiçbir başarının önünü kesmez. Ödevlerini yapıp planlı program olduktan sonra dersler ne kadar zor olursa olsun yüksek notlar gelmeye başlar. Açıkçası oturacaksın çalışacaksın evladım işin ne? Bulaşık yıkama derdin yok, uğraşman gerek çoluk çocuğun yok. Tek yapman gereken planlı olup ders çalışmak çocuğum. Anladığım kadarıyla sen zaten iyi bir öğrencisin, matematik notuna “iyi” diyebilen öğrencilerin soyu neredeyse tükendi çünkü. Problemin başarıdan çok yorgunlukmuş gibi görünüyor. Özellikle matematik ve fizik yorar insanı. Zor dersler, Merhem Ablan da az zorlanmamıştı zamanında. Özellikle fizik dersine çalışırken gözlerim kapanıverirdi, masanın başında uyuklardım. Bir süre sonra kısık sesli müzik dinlemeye başladım evladım. Bu şimdiki gençlerin dinlediği, delikanlıların hoplaya zıplaya dans ettikleri “Gangnam Style” gibi bir müzik değildi elbette. Daha yumuşak, dikkatimi fizik sorularına verebileceğim tipte bir müzikti. Merhem Abla’nın sana verebileceği ikinci tavsiye ise o vakit öldürücü, sinsi Bermuda şeytan üçgeninden ders çalışırken uzak durman evladım: BBM, Twitter ve Facebook. Kim kiminle ne yapmış ne etmiş öğrenmek için saatlerinizi harcıyorsunuz şu “Facebook” denen sanal dünyada. Bizim zamanımızda sabahtan İstanbullu olan ve kendini İstanbullu hisseden herkese! Vapur düdükleriyle uyanmak, sahile sıra sıra dizilmiş balıkçılarla selamlaşmak, buram buram tarih ve yosun kokan havayı içine çekmek, içinden deniz geçen şehirde yaşamak güzel şey. Bin altı yüz yıl boyunca dört imparatorluğa başkent olmuş güzeller güzeli İstanbul 20. yüzyılın sonlarına doğru sanat festivallerine ev sahipliği etmeye başlamış. O zamandan beri İstanbul’da sanat faaliyetleri 2010 Kültür Başkenti olmasıyla da katlanarak artmış. Ee, bizim nesil de İstanbul sanatla, sanatçılarla doluyken büyüme şansını bulmuş nesillerden biri. Anne karnındayken Michael Jackson konserine gidenlerimiz bile var. Robert Kolej’in müzik, resim, drama, fotoğrafçılık gibi derslerinin müfredatları kadar başarılı programlara erişme şansımız olması İstanbul’un bu sanat dinamiğine ayak uydurmamızı sağlıyor. Akbank Caz Festivali’nin okulda öğrencilerle çalışması olsun, dünyanın her yerinden, yarıyıl tatilinde bize ders vermek için profesyonel sanatçıların gelmesi olsun, Timur Selçuk’un, Erkan Oğur’un ve daha birçok müzisyenin okula gelip söyleşiler yapması, konserler vermesi olsun... Anlayacağınız okulumuz bu konuda oldukça başarılı. Peki bu kadarı yeter mi? Bence yetmez. Bence hep beraber konserlere, sergilere gidilmeli arkadaşlar! Bu köşe de biraz bunun için. Konserlerden, sergilerden haberimiz olsun; zamanımız olursa gidelim, hatta zaman yaratıp gidelim diye. Mesela 2 Kasım’da Türkiye’nin ilk ve tek Blues festivali olan Efes Pilsen Blues Festivali başlıyor. 20 farklı şehir dolaşacak, 24 tane konser verecekler. Festival bu sene de bizler için çok büyük müzik adamları getirtiyor yine. Billy Branch ve grubu The Sons of Blues, dünyanın en iyi bateristlerinden Cedric Burnside ve Smokin’ Joe Kubek & Bnois King gibi isimler Türkiye’yi dolaşacaklar. Ayrıca Dire Straits’in vokalist-gitaristi Mark Knopfler da İstanbul’a gelecek. “Şöyle bir Rock efsanesi dinleyelim.” diyorsanız, bir tane geliyor! 27 Nisan 2013’te bir gidin, görün derim. Ya da mesela “Benim işim olmaz öyle Rock’a Blues’la.” diyenler için bomba bir konser haberi daha var: 16 Kasım’da Jennifer Lopez! Yıllardır illa ki bir yerlerde dinlediğimiz, “Vay be! Ne güzel kadın.” dediğimiz, çocukluğumuzun bir parçası olan, hepimizin gizliden gizliye ya da açık açık sevdiği bu kadın kesinlikle görülmeli! Bu sene de müziğe doyacağız anlaşılan. Konserlerin yanında bir de TÜYAP var her sene olduğu gibi. 1725 Kasım tarihleri arasında kocaman ve şahane bir kitap fuarına gitmek isterseniz, adres belli: TÜYAP Fuar ve Sevgili ergenler ve içinde gizli bir yerlerde hala asi, hırçın, aksi bir ergen barındıran kardeşlerim, Ergen dertleri deyip geçmeyelim, geçirtmeyelim. Malumunuz, hayatta yalnızca bir kere ergen olunuyor. Bu dönemi birçok insan hatırlamak istemese de o yılların varlığını Facebook’ta kişi listesine eklenilen arkadaşlardan ibaret olarak bilse de bu dönem herkesçe yaşanıyor. Önemli olan ise bu sivilceli dönemi sağ salim bitirmek. Neden bu köşeyi yazdığıma gelince: Bir ergenin kulağı sağır edici feryatları sizi ne kadar rahatsız ediyorsa beni de bir o kadar üzüyor, yavrularım. Gözlükleri dolaba kaldırıp doktorunun ve annesinin tüm itirazlarına rağmen lens takmaya başlamış ergenlerin kan çanağı olmuş gözlerinden akan yaşlar kalbimde derin yaralar açıyor. Ben, yani Merhem Abla’nız tüm acılarınıza çözüm bulmak için artık buradayım. Küçük bir hatırlatma: Annenizin sözünü dinleyin, saçlarınızı kurutmadan evden çıkmayın ve en önemlisi de tabağınızda pirinç tanesi bırakmayın evladım. Her şey gönlünüzce olsun, MerhemAbla. Ben 15 yaşında, 9. sınıfa yeni geçmiş bir ergenim. Hayatım Akmerkez’de geçen hazırlık yılından sonra bir türlü rayına oturmadı. Geçen yıl en büyük derdim okulda kaybolmamaktı. Bu yıl ise her şey üst üste geldi. Kısa zamanda yapmam gereken o kadar çok iş var ki. Okulda seçtiğim kulüp hayatımın yarısını kaplamış durumda. Başarılı olmak için çok çalışmam lazım. Fizik dersini soracak olursan zaten çok zor. Matematik sınavından iyi bir sonuç almıştım şimdi o sınavı dönemin notları düşük diye tekrar ediyorlar Merhem Abla. Şimdi tekrar çalışmak zorundayım. Yapacak çok iş ama çok az zaman var. Ne olur yardım et! Rumuz: Anonim muz İstanbul’da Sanat Köprü Kasım 2012 İrem İlhan akşama kadar balkonda oturup etrafı gözleyen dedikoducu teyzeler vardı. Mahallede ne olmuş ne bitmiş onlardan sorulurdu. Sizin onlardan farkınız ne peki Anonim muz çocuğum? Hatta onlardan fenasınız. Onlar en azından hayatlarının en özel anlarını sabahtan akşama kadar el aleme yazmıyorlardı. Özel hayatınız bile kalmamış sizin. Zaten ne olursa birbirinize BBM denen illetten gönderiyorsunuz, beklemek yok heyecan yok. Uzun lafın kısası güzel çocuğum problem ders çalışmaman değil. Ders çalışırken başka birçok işle meşgul olman. Bünyen bir süre sonra isyan etmiş haklı olarak. Facebook’ta geçirdiğin vakti azıcık uyumaya ayırsan bak ne kadar da iyi hissedeceksin kendini hâlbuki. Küçük bir hatırlatma: Annenin babanın sözünü dinle, yatmadan önce bir bardak süt iç ve en önemlisi de terli terli soğuk su içme evladım. Her şey gönlünce olsun, Merhem Abla. Damla Su Özer Kongre Merkezi. İstanbul’da yaşamak zor. Şehrin kargaşasına, tükenmeyen enerjisine, bazen saçma sapan hale gelen dinamiğine ayak uydurmak çetrefilli iş. Zor olmasına zor; ama vapur düdükleriyle uyanmak, sahile sıra sıra dizilmiş balıkçılarla selamlaşmak, buram buram tarih ve yosun kokan havayı içine çekmek, içinden deniz geçen şehirde yaşamak güzel şey. İstanbul gibi sanatla iç içe bir şehirde yaşamak gurur verici şey. Ona layık olmak gerek. “İstanbul ve Sanat” köşesinde konser, sergi, fuar haberleri vereceğim. Beraberce gidelim, eğlenelim diye. Önümüzdeki sayıda görüşmek üzere! HABERLER 21 10 Kasım Hakkında Her zaman; aramızdan ayrılan kişiye duyulan saygı ve sevginin, onun bıraktığı mirası yürekten gelen samimi bir duyguyla korumak olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü insan, hayatını kaybettiğinde artık maddi açıdan yeryüzünde değildir; ama kişinin maneviyatı, bıraktığı miras ve fikirleri yaşatıldığı sürece var olur. Atatürk 10 Kasım 1938’de hayatını kaybettiği zaman manevi olarak var olmaya devam etti. Ama maalesef bugünlerde Atatürk’ün maneviyatı gittikçe azalıyor, yok edilmeye çalışılıyor. Çünkü onun bıraktığı mirasa olan saygımızı, sahip çıkma özelliğimizi kaybediyoruz. Benim için Atatürk’ün Cumhuriyet dışında Türk halkına bıraktığı sekiz büyük miras vardır. Bunların en önemlilerinden biri Atatürk İlkeleridir. Cumhuriyetin ilk yıllarında büyük bir azimle uygulanan bu ilkeler maalesef günümüzde geçerliliğini yitirmektedir. Cumhuriyetçilik ilkesi, günümüzdeki anti-demokratik uygulamalar sonucu sarsılmaktadır. Halkçılık, her geçen gün, halk üzerindeki baskı ve zulümlerin artmasıyla ağır yaralar almaktadır. Devletçilik; Tekel, Telekom, Pektim, Tüpraş gibi köklü kurumların özelleştirilmesiyle bir devlet politikası olmaktan çıkmaktadır. Devrimcilik, baskıcı beyinler tarafından içi boşaltılmış bir kavram haline getirilmiş ve adeta bir suç gibi tanıtılmış olduğundan, toplum gözünde algısı değersizleştirilmeye, kirletilmeye çalışılmıştır. Milliyetçilik, ülkenin ekonomisinin neredeyse tamamının yabancı sektörün elinde olmasıyla anlamını yitirmektedir. Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrı olma ilkesinin ortadan kaldırılmasıyla ve laikliğin dinsizlik olarak dayatılmasıyla suç olarak görülmektedir. İşte bu türden uygulamalar ve itibarsızlaştırma çabaları yüzünden Atatürk İlkeleri, her geçen gün yok olmaktadır. İkinci mirası ise büyük bir emekle oluşturduğu, kendi elleriyle tohumlar diktiği Atatürk Orman Çiftliği’dir. Geçmişte Atatürk’ün sıkıntılarını giderdiği ve doğayla bütünleştiği bu çiftlik birkaç sene önce bir Suudi şirketine satıldı. Bu ve benzeri satışlara bazı sivil toplum kuruluşları dışında kimse sesini çıkarmadığı için; Atatürk’ün kendi elleriyle diktiği ağaçlar şu anda Türkiye’ye ait değildir… Bir diğer mirası, ilerleyen hastalığı nedeniyle deniz havası iyi geldiği için son zamanlarını geçirdiği Savarona yatıdır. Bu yatta Atatürk, uzun süren bir deniz yolculuğuna çıkmış, adeta denize veda etmiştir son günlerinde. Atatürk hayatını kaybettikten sonra yat başkalarına kiralanmıştır. Savarona belli bir ücret karşılığında kiralanıp çeşitli amaçlar için kullanılmıştır. Geçtiğimiz yıl maalesef Savarona’ya operasyon düzenlenmiş ve yatta yasa dışı faaliyetler yürütüldüğü anlaşılmıştır. Savarona’yı ticarethane olarak kullananlar ve onu kiraya verenler Atamızın yatının bir suç merkezi olmasına neden olmuşlardır. Bu yüzden Savarona da ülkemizin içine düştüğü duruma benzer bir şekilde, demir atamadığı güvenli sulardan çıkmış, tehlikeli akıntılara doğru sürüklenmektedir. Dördüncü mirası ise Atatürk’ün son yıllarında ülkemize katmak için büyük emekler harcadığı ama ancak Atamız vefat ettikten sonra ülkemize katılan Hatay’dır. Atamızın ülkemize katılması için hasta olduğu zaman bile uğraştığı Hatay, günümüzde küresel çıkarların ve derin hesapların merkezi haline gelmiştir. Çoğu ülkenin kozlarını paylaştığı bir arena olarak kullanılmakta ve kültürel mozaiği zamanla bozulmaktadır. Asırlardır 3 semavi dini ve birçok mezhebi barış içinde yaşatan Hatay’ın huzuru bozulmuştur. Beşinci mirası, “Birlik ve Beraberliğimizdir”. İnsanın insana duyduğu hoşgörüdür. Atatürk, Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde etnik kimlikler, dinsel farklılıklar demeden, yok olmuş bir imparatorluğun küllerinden yepyeni bir “Ulus Devlet” kurmuştu; ama günümüzde artık komşumuza bile tahammül edemiyoruz, kendimizden farklı olanı dışlıyor ve birlik içinde olamıyoruz. Etnik kimliklerimiz ulusal kimliğimizden daha önemli olduğu için ülke bütünlüğümüz tehlike altındadır. Küresel çıkar gruplarının piyonu olmayı seçerek; birbirimizle çatışmaya, birilerini ötekileştirmeye, etiketlemeye başladık. Şehirleri, semtleri bile siyasi düşüncelerle özdeşleştirdik, zihinsel bölünmeler yaşadık. Zamanla birlik ve beraberliğimizi öylesine kaybettik ki, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” demeye başlayan her yurttaş kendi kabuğuna çekilip “birey” olma kolaycılığı ile kendi dünyasında yaşıyor hale geldi. Toplumsal duyarlılıklar yavaş yavaş yok oldukça, bireycilik ve bencillik biz şehir insanlarını hızla tutsak alıp maneviyattan uzaklaştırdı. Ve maalesef Atatürk’ün oluşturduğu duyarlı ve bilinçli Türk toplumu yok ediliyor... Altıncı mirası ise yıllarca erkek egemen toplumun baskısı altında varlığı engellenmiş olan ve Atatürk sayesinde büyük bir gelişme göstermiş olan, Kadın Haklarıdır. Kadın hakları maalesef günümüzde geçmişe oranla git gide azalıyor. Kadını istismar eden ve aile için Kasım 2012 şiddete neden olanlar suçsuz kalıyorlar. Atatürk’ün zamanında kadınlara çalışma imkânları sunulurken günümüzde “Kadın dediğin evinde oturur, çocuklarına bakar” ifadesi birçok kesim tarafından benimsenir hale gelmiştir. Bugün birçok siyasi partide kadın kotası konularak pozitif ayrımcılık yapılmaktadır. Ne var ki Türkiye gerçekten Atatürk’ü ve fikirlerini benimseseydi hiçbir kurala ve kotaya gerek olmadan politikacıların yarısının kadınlardan oluştuğuna tanık olurduk. Atatürk’ün mücadelesinde mermi ve yaralı taşıyarak gerektiğinde silahını eline alıp yiğitçe savaşan Türk kadınının azmi günümüzde yok sayılmaktadır. Çeşitli kalıplara sokulmaya çalışan kadınlarımızı sabah programlarıyla uyutmaya çalışanlar, kadının toplumdaki rolünü azaltmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Atatürk’ün bizlere bıraktığı yedinci miras ise; sanata verdiği değer, destek ve saygıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında bizzat Atamızın teşvik ettiği operalar, danslar düzenlenmiş ve çeşitli heykeller yapılmıştır. Günümüzde ise sanatçılara yeterince destek verilmemekte, sergilerin, tiyatroların ve operaların takip edilme oranı hızla azalmaktadır. Yazarlar sansürlenmekte ve maalesef çoğu yazar da korkudan kendi kendini sansürlemektedir. Düşüncelerin suç sayıldığı günümüzde, düşünceleri ifade etmenin en güzel yolu olan sanat da kısıtlanmıştır. Sanatçıların bile kutuplara ayrıldığı bir ülkede sanatın da değerini ve anlamını yitirmemesi elde değildir. Çünkü heykellere “ucube” diyerek iş makineleriyle yıktıranlar esas ucubenin ülkemize getirmeye çalıştırdıkları baskıcı rejim olduğunun farkında değildirler. Atatürk heykel sanatı hakkında “Aydın ve dindar olan milletimiz, ilerlemenin sebeplerinden biri olan heykeltıraşlığı en üst derecede ilerletecek ve memleketimizin her köşesinde atalarımızın ve bunlardan sonra yetişecek evlatlarımızın hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilan edecektir.” demişti. Atam, maalesef bu mirasın da yaşatılamamakta ve ülkende, hatıralarımızı güzel heykellerle dünyaya ilan edileceğine, heykeller iş makineleriyle yıkılıyor ve sanata olan saygımız dünyadaki itibarımızla doğru orantılı olarak hızla azalıyor... Sekizinci ve biz Türk gençliği için en önemli mirası sayılan Gençliğe Hitabedir. Atatürk’ün biz gençliğe yazdığı bir nasihat mektubundan öte bir pusula niteliği taşıyan yol gösterici hitabe. İşte belki de bu hitabe Atatürk’ün zarar Köprü Yunus Emre Erdölen görmeden kalan son mirasıdır. Çünkü biz Türk Gençliği büyük bir tarihin ve zaferin çocuklarıyız, Türkiye Cumhuriyetini geleceğe taşıyacak olan kuşaklarız. Evet, Atatürk’ün çoğu mirasını ve fikirlerini koruyamadık ve bunda Atatürkçü olmayı suç olarak algılayanların payı olduğu kadar, kendine “Atatürkçü” demekten öte hiçbir şekilde kılını kıpırdatmayan ve Atatürk ilkelerinden bihaber olanların da payı büyüktür. Ama ben eminim ki bu salonda bulunan her öğrenci arkadaşım gelecekte Atatürk’ün bizlere bıraktığı mirası en iyi şekilde yaşatacak ve onun fikir meşalesini eline alıp Çanakkale’den Artvin’e, İzmir’den Hakkari’ye bütün Türkiye’yi aydınlatacaktır. On beş, on altı yaşlarında Topluma Hizmet Projeleriyle Türkiye’nin dört bir yanında eğitim veren biz Robert Kolejliler, daha ileri yaşlarımızda da yine Türkiye’nin dört bir yanında Atatürk’ün bize bıraktığı bu ülkeyi kalkındırmak için çabalayacaklar ve hoşgörüyü, sevgiyi, saygıyı, adaleti bu ülkeye geri getireceğiz. Ve bunun için de lise hayatımızda kendimizi en iyi şekilde geliştirmeliyiz. Atatürk’ü anlamak için başta Nutuk olmak üzere birçok kitap okumalıyız, araştırmalıyız. Ülkemizi, insanımızı çok iyi tanımalıyız. Farklı fikirlere olan tahammülümüzü ve hoşgörümüzü geliştirmeliyiz. Güçlü olmalıyız, iradeli olmalıyız. Çünkü ülkemizi kaplayan kara bulutları yok edecek ve güneşin tekrar açmasını sağlayacak olan araçların “bilgi”, “insan sevgisi” ve “hoşgörü” olması gerekiyor. Bu yüzden hepimiz, Atatürk’ün başlattığı aydınlanma sürecini daha ileriye taşımak için kendimizi geliştirmeli ve ülkemizi daha aydınlık ve sevgi dolu günlere taşımak üzere hazırlanmalıyız. Ancak bu şekilde Atatürk’ün bizlere bıraktığı mirası koruyup onun sonsuza kadar ülkemizi aydınlatmasını sağlayabilir ve maneviyatının yok olmasını önleyebiliriz. Ancak böylece küresel çıkarlar doğrultusunda amansız bir savaşa sürüklenen ülkemizi ve insanımızı kurtarabilir ve bu topraklarda sonsuza kadar demokrasinin, insan haklarının ve barışın kalıcılığını sağlayabiliriz. Çünkü Atamızın da dediği gibi, “Yurtta Barış Dünyada Barış!” 22 HABERLER Meryem Abla Kilometlerce uzakta Sevgili Meryem Abla Bu yaz Amerika’da bir yaz kampına gittim, harika deneyimler ve bir o kadar iyi arkadaşlıklar edindim. Buna bir de erkek arkadaş dahil. Geri döndüğümüzden beri birbirimizi görmedik ama mesajlaşıyoruz ve Skype’dan görüşüyoruz. Ve bütün bu zaman boyunca konuşmamızı devam ettirmek için ona kendimle ilgili ilginç bilgiler veriyordum. Ona hediyeler bile yolladım! Yine de bu ilişkiyi devam ettirebileceğimizi sanmıyorum, çünkü sohbetlerimiz sıradanlaştı, seyrekleşti. Benden hoşlandığından bile emin değilim. Sence ne yapmalıyım? Pes mi etmeliyim, yoksa bana ilgi göstermesi için çabalamaya devam mı etmeliyim? -Anonim Sevgili Anonim Sana şimdi beş altın öğüt vereceğim, eğer bunları uygularsan, senden kilometrelerce uzakta yaşayıp yedi aydır göremediğin erkek arkadaşınla gayet sağlıklı ve romantik bir uzak mesafeli ilişkin olur! Öncelikle, ona sadece kendinle ilgili ilginç detayları anlatma, her detayı anlat! Hayatının aşkının markette elma suyu kalmadığı için nasıl portakal suyu almak zorunda kaldığını, eve dönerken de takılıp düşünce tırnağını nasıl kırdığını ya da o gün şampuanını değiştirdiği için saçının nasıl çok garip gözüktüğünü duymaktan daha büyüleyici bir şey yoktur. İkinci olarak, birbirinizi ziyaret etmeyin. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.” deyişi hiç de doğru değil. Buluşursanız kendinizi daha da kötü hissedeceksiniz, çünkü bir süre sonra eve geri dönmeniz gerekecek. Hem beraberken canım-cicimi abartabilirsiniz, bu da etrafınızdakileri rahatsız edecektir. Ona kendisini özel hissetmesi için bir sürü hediye gönder. Mektuplaşmayı herkes sever, e-posta atmayı artık kimse özel saymıyor. Sen de erkek arkadaşına en sevdiğin oyuncak bebek, küçükken kullandığın battaniye, güzel kokan bir parfüm hatta birkaç film yollayabilirsin! Bunlar seni hep hatırlamasını sağlar ve sen de onu geri kazanırsın. Güzel hediyeler yollamak yeterli değil! Onunla ne kadar özel olduğunuz ve onun seninle olmakla ne kadar şanslı olduğundan bahsetmelisin (tabii ki Skype üzerinden). Seni neden beğendiğini ona unutturmamalısın, hatta tanıştığın bir çocuğun senden ne kadar hoşlandığını bile anlatabilirsin. Kendinle ilgili şeylerden anlatmaktan daha ilgi çekici olan tek şey kendinle övünmektir. Son olarak, teknolojik iletişimin her türünün kullanılabileceğini unutma: Facebook, Twitter, BBM, Youtube, iMessage, G-chat, ve daha bir sürüsü! Bunları kullanarak, hem erkek arkadaşınla her zaman konuşabilirsin hem de üniversite giriş sınavların, başvuruların ve notların hakkında endişelenmene gerek kalmaz! Uzun ve Zor 12. Sınıf! Meryem Ablacığım, Ben 10. sınıftayım ve bu yıl son sınıfları gördükçe çok endişeleniyorum. Başvuru formları, tavsiye mektupları ve sınav sonuçları onlar için öylesine zorlayıcı bir noktaya geldi ki aralarından bazıları artık bunu kaldıramamaya başladı. Şimdi, çoğunun erken kabulleri geldi, diğerleri de normal kabullerinin gelmesini bekliyorlar. Benim için de sonuncu sınıf yaklaşıyor, ve ben bunca stresi kaldırabilecek miyim bilmiyorum. Lütfen bana bir tavsiye ver. Belki de yurtdışında bir üniversiteye başvurmayıp Türkiye’de kalmalıyım. Ne düşünüyorsun? Anonim Sevgili Anonim, Bu bahsettiklerini yaşamanın ne kadar zor olduğunun farkındayım. Ama bunlar üniversite yolunda karşılaşacağın zorlukların sadece birkaçı. Açıkçası, bu gerçekten de hızlı ve sert bir başlangıç, ama sence de sonunda elde edeceğin harika eğitim, birkaç uykusuz gece ve hissedilen endişeye değmez mi? Her şeyin gümüş bir tepside sana sunulmasını bekleme. Hayatta, her şeyi kendin kazanmalısın. Sonuç olarak, ne zaman hayat sana acımasız davranıyor diye düşünürsen, gözlerini kapa (sakın uyuyakalma!) ve üniversitede ne kadar güzel zamanlar Köprü geçireceğini, üniversiteden sonra hayatının orada aldığın eğitimle ne kadar harika olacağını düşün. Bu hayaller sana devam etme gücünü verecektir. Bazen, bir insan her şeyi bir yük olarak görmektense onlardan zevk almalıdır. Bazı üniversite giriş kompozisyonlarının (Örneğin; Chicago Üniversitesinin “Ters psikoloji hakkında yazmayın.” kompozisyonu), üzerinde çalışmak çok zevkli ve ilginç olabilir. Hayatının ne kadar zor olduğunu düşünmek yerine, Türkiye’deki en iyi liselerden birinde olduğun için şanslı olduğunu düşünmelisin. Ayrıca, YGS’ye girecek son sınıfların da en az yurtdışına baş vuranlar kadar zorlandıkarını unutma! Dershane ve test çözerek geçen uzun saatler gibi zorlukları hafife alma. Ve, kahve iç. BOL BOL kahve iç. Haysiyetli ve yüksek notlu bir hoca Sevgili Meryem Abla, Ben kendini eğitime adamış bir öğretmenim ve Robert Kolej’de uzun bir zamandır çalışıyorum. Prensip olarak, bugünün standart sınavlarına ve notlandırmasına inanmıyorum çünkü bir sınav için çalışıp her şeyi ertesi gün unutmaktansa, gerçek öğrenmeye değer veriyorum. Bu yüzden, bir teşvik amacıyla, öğrencilerimi (özellikle öğrenmeye değer verenler ve derste hevesli olanları)her zaman yüksek notlarla ödüllendirdim. Ancak, öğrencilerimin dersimi sırf yüksek notlar verdiğim için diğer dersleri kadar ciddiye almadıklarını yeni yeni fark etmeye başladım. Bazıları kalmayacaklarından eminlermiş gibi davranıyorlar, ne dersi dinlemeye ne çalışmaya tenezzül ediyorlar. Ne yapmalıyım? Onlara bir anda kötü notlar vermeye başlamak istemiyorum, ama aynı zamanda derslerimin hak ettikleri değeri görmesini istiyorum. Sevgili Anonim, Kendim bir öğrenci olarak, standart sınav ve notlandırma sistemine inanmayan hocalara bayılıyorum- bu sadece yüksek notlar almayı sevdiğimden değil! Aynı zamanda hem haysiyetli bir hoca olup hem de öğrencilerinizi mutlu edebilirsiniz. Yapmanız gereken tek Kasım 2012 Esin Aşan Çeviri: Ayşenaz Toptaş şey samimi olmak. Eğer hak ettiğiniz değeri görmediğinizi düşünüyorsanız, bunu öğrencilerinize anlatabilirsiniz. Sizi zaten sevdiklerine eminim ve eğer onlarla dürüstçe konuşursanız sizi daha da çok sevecekler. Robert Kolej öğrencileri yüzleştiğiniz zorluğu anlayacak kapasiteye sahip. Geleceklerini önemsediğinizi, onlara bu yüzden yüksek notlar verdiğinizi, ancak sorumsuzca davranıp iyi niyetinizi suistimal etmemeleri gerektiğini anlatmalısınız. Eğer bu davranış içten konuşmanızdan sonra bile değişmezse, ders notlarını düşürmek zorunda kalabilirsiniz. Veya onlara aniden çok düşük notlar verebilirsiniz, bu onları durduracaktır. (Umarım benim hocalarımdan biri değilsinizdir.) RÖPORTAJ 23 Gregory Pinto ile Söyleşi Her yıl olduğu gibi bu yıl da Robert Kolej bünyesine birçok öğretmen katıldı. Biz de Köprü olarak belki de okulun en yeni ve renkli kişiliği olan yeni beden eğitimi hocamız Gregory Pinto’yla bir röportaj yaptık. Bu röportajda Gregory Pinto’nun en çılgın lise anılarından tutun, neden lisede hiçbir sınava girmediğine; en sevdiği Türk yemeklerinden, size önerilerine kadar birçok konuda bilgi sahibi olmanız mümkün, tek yapmanız gereken röportajımızı okumak! Gözde Şentürk ve Berfin Torun (Köprü): Merhaba, Robert Kolej’e hoş geldiniz. P: Teşekkür ederim. K: Daha önceden de konuştuğumuz gibi, bugün sizinle hayatınız ve okula gelişiniz hakkında bir röportaj yapacağız. Öncelikle bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Mesela bize biraz yaşadığınız yerden ve ailenizden bahsedebilir misiniz? P: Tabii ki. Ben 1984 yılında ABD’de, New York’ta doğdum. Yani 27 yaşındayım. Benden dört yaş büyük, grafik tasarımcısı bir abim var ve hâlâ New York’ta yaşıyor. Annem ve babam da New York’ta doğduğundan, New York için ailemin köklerinin dayandığı şehir diyebilirim. K: Peki bize biraz da henüz bir lise öğrencisi olduğunuz zamanlardan bahsedebilir misiniz? P: Benim lise yıllarım aslında çok ilginçti, çünkü ben alternatif okulda eğitim aldım. Yani okulumda hiç sınav olmadım. Okulda daha çok geziler ve yazılı çalışmalarla gelişimimizi görüyorlardı. Aslında şu an düşünüyorum da birkaç sınav olmuş olmalıyım. Fakat genel olarak hatırladığım, okulda yaptığım çalışmaları sınıfa sunduğum ve sonrasında diğer arkadaşlarımın çalışmalarını dinleyerek onlara sorduğum sorular. Yani okulumdan oldukça memnundum, çok eğlenceliydi. K: Gittiğiniz okulla ilgili en sevdiğiniz şey neydi? Mesela en sevdiğiniz ders? P: Sanırım on birinci sınıfta gördüğüm İngilizce dersleri. O yıl derslerde tek yaptığımız şiirleri işlemek ve sonrasında kendimiz şiir yazmaktı. Benim için çok eğlenceli ve güzel bir yıl olmuştu. K: Lisedeki derslerinizden bahsetmişken, üniversiteye de mi New York’ta gittiniz ve hangi dalda eğitim gördünüz? P: Evet New York’ta sosyoloji okudum. Fakat üniversite ‘de öğrendiğim çoğu şey daha çok bu konuda nasıl ders verilebileceği hakkındaydı. Sınıfta zamanımın çoğu çeşitli yaşlardaki çocuklara eğitim vererek ve yedek öğretmen olarak çalışarak geçti. Yani sınıfta iletişim kurma konusunda oldukça deneyim sahibi oldum. K: Bizimle üniversite yıllarınız boyunca yaptığınız en çılgınca şeyi paylaşır mısınız? Lise yıllarınızdan da bir örnek verirseniz çok seviniriz. P: Bu çok zor bir soru. Ama eğer düşünmem gerekirse, bu bir gün yaptığımız toplu yürüyüş olabilir. Ben lisedeyken, okuldaki kimse okul yönetiminden memnun değildi. Bu nedenle bir gün bu konuda topluca düşündük ve bir gün için herkesin okuldan çıkıp gitmesinde karar kıldık. Okulda kalmak yerine, yönetimi protesto etmek için büyük çaplı bir yürüyüş düzenledik ve hatırlıyorum da, o gün okulda tek bir kişi bile kalmamıştı. Benim için oldukça unutulmaz bir deneyimdi. Üniversitede ise kampüsün ortasındaki büyük göle durmadan atlayışlarım aklıma geliyor. K: Sanıyoruz ki bu sizin Robert Gregory Pinto Kolej’deki ilk yılınız değil. Daha önceden okulun yaz kamplarında çalıştığınız doğru mu? P: Evet Robert Kolej yaz kamplarında yedi yıldır çalışmaktaydım. Bu yaz yedinci yılımı tamamladım. Hatta şu an sınıflarımdaki birçok öğrenciyi okulun yaz kamplarından yardımcı koç olarak tanıyorum. Onları okul zamanı farklı yönleriyle tanımak benim için güzel bir deneyim oluyor. Bu benim İstanbul’a on üçüncü gelişim. K: Robert Kolej adını ilk nereden duydunuz, bu okula gelişiniz nasıl oldu? P: Üniversite çalışmalarımı Norton, Massachusetts’te kurulu olan Wheaton Üniversitesi’nde tamamladım. Okulumun yönetim kurulu üyeliği yapan Sukey Nichols Wagner, Robert Kolej’in de yönetim kurulu üyeliğini yapmıştı. Üniversitede kurul üyeliği yaparken, Robert Kolej’de bir yaz kampı düzenleme fikrini ileri sürdü ve ben de böylece Robert Kasım 2012 Kolej adını ilk defa duymuş oldum. K: O zaman, Robert Kolej’e iş başvurusunda bulunmaya nasıl karar verdiniz? Bize biraz bu süreçten bahsedebilir misiniz? P: Robert Kolej’e gelmeden önce çalıştığım lisede beş yıl boyunca öğretmenlik yapmıştım ve hayatımda artık bir değişiklik yapmanın zamanı geldiğini düşündüm ve başvurumu yaptım. Sonrasında okulun okul dışı etkinliklerinden sorumlu öğretmeni Joe Welch, başvurduğum iş için yer açıldığını söyledi ve işi hala isteyip istemediğimi sordu, ben de istediğim için gerekli işlemler yapıldı ve artık buradayım. K: Robert Kolej yaz kamplarında yaşadığınız unutulmaz bir anıyı anlatabilir misiniz? P: Aslında eğitmenlik yaptığım yedi yılın yedisi de çok eğlenceli ve unutulmazdı. Ama özellikle yaz okulları programına katıldığım ilk yıl benim için unutulmazdı. O yıl üniversitenin sondan bir önceki yılını bitirmiştim. O yıl, hayatımda ilk defa bir topluluk önünde çıkıp şarkı söylemiştim. Bu topluluk iki yüz kişilik bir çocuk grubu olunca ve ben de bir kız gibi giyinince ortaya çok gülünç ve eğlenceli bir tablo çıkmıştı. K: Türkiye’de şu ana kadar sadece İstanbul’a mı gittiniz, yoksa görme şansı bulduğunuz farklı şehirler de var mı? P: Hayır. İstanbul’dan başka birçok şehir görme şansım oldu aslında. Şu ana kadar İzmir’i, Antalya’yı, Çeşme’yi, Fethiye’yi, Kapadokya’yı ve Bodrum’u gördüm. K: Hiç Türkiye’nin doğusundaki şehirlerden birinde bulundunuz mu? P: Hayır ama gitmeyi çok isterim. K: En sevdiğiniz Türk yemeği nedir? P: Bu röportajda bana yöneltilen en zor soru oldu sanırsam. Ama seçenekleri daraltmam gerekirse, İzmir’de yediğim kumru, lahmacun ve pideyi en sevdiklerim olarak sayabilirim. K: Peki danışmanlığını yaptığınız kulüp var mı? Varsa bunlar nelerdir? P: Bu yıl, Flag futbolun, Fitness kulübünün ve kızlar basketbol takımının danışmanlığını yapmaya başladım. K: Okulda girdiğiniz ilk dersten önce neler hissettiniz? P: Derse girmeden önce, her ne kadar daha önce yaz kampındaki çocuklara eğitim vermiş olsam da oldukça gergindim. Çünkü geldiğim yerle burası arasında Köprü Berfin Torun Gözde Şentürk atletizm ve spor alışkanlıkları ve kültürü olarak çok büyük farklar var. Ama sonuç olarak ilk dersimin ve onu takip edenlerin iyi geçtiğini düşünüyorum. K: Sizce bu okulun öğrencileri ile ilgili olumlu ve olumsuz yönler nelerdir? Elinizde olsa neleri değiştirmek isterdiniz? P: Öğrencilerden çok genel olarak spor alışkanlıklarını değiştirmek isterdim. Genel olarak öğrencilerin okul içi spor müsabakalarına daha çok katılmasını ve arkadaşlarını daha çok desteklemelerini isterdim. Örneğin okulun spor ikonu vaşak ve “Lady Bobcats” adında gittikçe güçlenen bir kız futbol takımımız var fakat bu konuda farkındalık az. Okulca spor konusunda daha tutkulu bir tutum görmek isterdim. Gözlemlediğim olumlu özelliklerden biri öğrencilerin sahip olduğu entelektüel zekâ. Öğrenciler bir sporu sevmemiş olsalar bile dersi dikkatle takip ediyor ve öğrenene kadar denemekten çekinmiyor ve bence bu sporda çok önemli bir özellik. K: Okuldaki arkadaşlarımızın sizinle ilgili izlenimlerini aldık ve genel olarak sorulan soru sizin nasıl bu kadar enerjik, canlı ve hayat dolu olduğunuzdu. Örneğin koridorda hemen hemen herkesle iletişim içindesiniz. P: Benim herkesle elimden geldiğince iletişim halinde olma çabam okulu bir toplum olarak görmemden geliyor. Ayrıca bence öğretmenliğin tüm amacı çalıştığın öğrencilere elinden geldiğince yardımcı olmak ve onların gelişmesine çabalamaktır. Diğer işler belirli mesai saatlerine sahip fakat öğretmen olunca sabah saat yedide başlayıp, öğrencilerin sana en son ne zaman ihtiyaç duyarsa o saate kadar işin devam ediyor. K: Galatasaray mı Fenerbahçe mi? P: Tabii ki Galatasaray! K: Peki öğrencilere iletmek istediğiniz herhangi bir şey var mı? P: Öncelikle söylemek istiyorum ki, yanlarına gelip onlarla konuşmaya başladığımda şaşırmalarına hiç gerek yok, çünkü okulda hepimiz aynı ortamdayız ve bence birbirimizi tanımak için iletişimde bulunmamız önemli. Öğrencilere iletmek istediğim son şey bence daha renkli şeyler giymeleri gerektiği, siyah ve griden başka renklere de şans verin! 24 HABERLER Neden Gündüzlüler Yatılı, Yatılılar da Gündüzlü Olmak İster Bu aralar çoğu gündüzlü arkadaşımın ağzından “Keşke ben de yatılı olsaydım, çok şanslısınız” cümlelerini duyuyorum. Biz yatılılar ise genelde gündüzlü olmak isteriz. Açıkçası ben yatılı olmayı seviyorum birçok avantajı oluyor ama hiç “Keşke gündüzlü olsaydım” demediğim de olmamıştır şimdiye kadar. Gündüzlülerin yatılı olmak istemesini normal karşılıyorum çünkü onların da düşündüğü gibi okul açısından birçok faydası var. Öncelikle okul eviniz gibi oluyor, hafta içi okul vakti olsa bile okul sizinmiş gibi hissediyorsunuz çünkü okulda yaşıyorsunuz, bütün zamanınız okulda geçiyor. Hangi öğrenci istemez ki okul çıkışı Plato’nun yemyeşil çimleri arasında uzanıp kafasını dinlemek, kütüphaneye gidip ders çalışmak, kampüsün bütün güzelliklerinden yararlanmak? “Keşke yatılı olsaydım” diyen arkadaşlarıma sorduğumda aldığım ilk cevap kampüsün güzelliği ve okulun kaynaklarından yararlanmakla ilgili. Hepsi kütüphaneyi, Plato’yu, Forum’u, Spor Salonu’nu, sanat atölyesini, müzik odalarını, etüt sınıflarını ve yeşillik alanları kullanmak istiyor, ayrıca bu şekilde derslere daha hakim olabileceklerini düşünüyor. Yatılı olmak istemelerinin bir diğer nedeni ise, İstanbul’un trafik sorunu. Okul çıkışı servisle eve varmaları ortama iki saat sürüyor, hatta çok uzakta oturan üç buçuk dört saatte eve ancak varabilen kişiler var. Yoldaki yorgunluğu geçtim, eve gidip soluklanayım, yemek yiyeyim derken akşam oluyor ve gün boyunca her dersten yığılan ödevleri yetiştirmeye zaman bulunmuyor. Trafik böyle olunca sabah beş altı civarında kalkmaları gerekiyor. Ertesi gün okulda uyumamak için de erken yatmaları gerekiyor ve hal böyle olunca yetiştirin ödevleri yetiştirebilirseniz. Üstüne bir de okul sonrası kulübünüz varsa ya da okul sonrası bir etkinlik için geç geç servislerle dönmek zorunda kaldıysanız durum gerçekten çok kötü. Yatılı öğrencilerin yatakhaneye varması ise üç ile beş dakika arasında değişiyor ve bu durum da yatılı olmayı çok cazip kılıyor. Yatılıların bu durumla ilgili tek sıkıntısı ise yatış saati. Gündüzlü öğrenciler biliyor mu bilmiyorum ama maalesef yatılıların bir yatış saati var. Yani siz ödevi yetiştiremeseniz sabaha kadar yapmak isteseniz yapabilirsiniz ama yatılılar en fazla gece yarısına kadar uyanık kalabilir ve yatılı olanların en büyük sıkıntılarından biri de budur bence. Hazırlık sınıflarında bu kural geçerli olsa da büyük sınıflarda olmaması bence daha iyi olurdu. Şöyle ki eğer ödevi yetiştiremezseniz o saate kadar, sonrasında da yetiştiremiyorsunuz, sınavınız olsa bile çalışamıyorsunuz. Bu açıdan gündüzlü öğrencilerin biraz şanslı olduğunu düşünüyorum ve benim de gündüzlü olmak istememin nedenlerinden biri de bu. Yatılı olmak dışarıdan çok eğlenceli gibi görünüyor. Arkadaşlarla birlikte yaşıyorsunuz, her anınız birlikte geçiyor, birlikte ders çalışıp, üç öğünü birlikte yiyorsunuz, beraber maç izleyip kek yapıyorsunuz. Gündüzlülerin bir diğer şikayetleri ise; aile. Genel düşünce şu; yatılıların ailesi uzakta ve onlara göre çok daha özgürler. İstedikleri yere gidebilir, istedikleri şeyi yapabilirler, onlara karışabilecek bir aile yok ve bu duyguyu ve özgürlüğü tatmak istiyorlar. Arkadaşlarla birlikte eğlenip, anne babadan uzak kalmak ve hayatın tadını çıkarmak. Her birey kendi ayaklarının üzerinde durabilmeyi öğrenmek ve kendi ayaklarının üzerinde durmak ister ve Robert Kolej bunun için çok iyi bir fırsat ama sadece başka şehirlerden gelen öğrenciler için. Gündüzlü öğrenciler de kendi başlarına, aileleri olmadan, çok fazla kural olmadan güzel bir şekilde geçirmek istiyorlar bu dönemlerini. Bu konu ise yatılıların en çok yakındığı konu oluyor. Arkadaşlarla birlikte bir odayı paylaşmak gerçekten çok eğlenceli olabiliyor ama bir süre sonra kendi oda ortamını ve kişisel yaşam alanını özlüyor insan. Çünkü kendine ait, özel bir odanın olması çok güzel bir şey ve kendimizi en rahat hissettiğimiz ortam. Yatılı olunca en az iki kişiyle daha paylaşıyorsunuz ve bazı kurallar çerçevesinde yaşamak zorunda kalıyorsunuz ve bu insanı kısıtlıyor. Basit bir örnek verecek olursak, yüksek sesli müzik dinlemeyi seviyor olsanız bile odada diğer kişiler rahatsız olduğu için en kısık seste dinlemek zorunda kalıyorsunuz, çoğu zaman sessiz olmak zorundasınız. Zaten akşama kadar okulda olmamıza rağmen akşam da iki tane etüt oluyor ve bunlar zorunlu olduğu için uyumak isteseniz ya da tüm işiniz bitse film izlemek isteseniz bile izleyemiyorsunuz. Ayrıca ben yatılı olduğumdan beri televizyon izlemeyi bıraktım açıkçası. Dediğim gibi toplu bir alanda yaşıyoruz ve herkesin izlemek istediği bir şey oluyor ve karmaşa çıkıyor bu yüzden televizyon bile izleyemiyorsunuz. Bazı siteler okulun interneti yüzünden açılmıyor ve dizi de izleyemiyorsunuz bu yüzden. Aile konusu ise en hassas konu. Gündüzlü öğrenciler her ne kadar ailelerinden uzaklaşınca çok rahatlayacaklarını, istedikleri her şeyi yapabileceklerini, özgür olacaklarını düşünseler bile aslında öyle olmuyor. Özellikle yurda ilk gelinen Gülbabil Kökver zamanlarda ya da derslerinizin yoğun olduğu zamanlarda en çok ailenizi arıyorsunuz. Onlarla kurallar içinde yaşayıp biraz bunalsak da buraya geldiğimizde en çok onları özlüyoruz ve yanımızda olmalarını istiyoruz zor zamanlarımızda. Geldiğiniz ilk hafta yoğunluktan fark edemiyorsunuz özlediğinizi ama sonradan hayatın zorluğuna dayanamıyorsunuz ve tatilin gelip, eve gideceğiniz günü dört gözle bekliyorsunuz. Yanınızda olan ailenizden sıkılmayın çünkü bazen öyle zamanlar geliyor ki onları çok özlüyorsunuz, şu an benim özlediğim gibi, ama maalesef tatil günlerini beklemekten başka çare kalmıyor. Bu kadar şeyi anlatmama rağmen şu an değiştirebileceğimiz bir şey olmadığını biliyorum. Bu yazımdan sonra da yatılılar tüm güzellikleriyle kampüsün tadını çıkarmaya ve aile özlemi gibi zorluklara dayanmaya ve gündüzlüler ise aileleriyle birlikte olup İstanbul trafiğine katlanmaya devam edecek, ben sadece iki durumu karşılaştırıp farklı yanlarını göstermek istedim. Her iki taraftakilere de sesleniyorum: Yaşamda her şeyin bir zor tarafı vardır, kendinizinkinin değerini bilin. Gelecek sayıda görüşmek dileğiyle, mutlu kalın... Öğretmenlerimiz de yerleşkenin tadını çıkarıyor: Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri güneşli bir ekim günü platodaki bölüm pikniğinde buluştular. Köprü Kasım 2012 HABERLER 25 Karatenin Ayak Sesleri Arkadaşlar herkesin bildiği gibi okulumuz çok sayıdaki kulüpleriyle de ünlüdür. Öğrenciler ilgi alanlarına göre istediklerini seçmekte özgür. Seç, beğen, al usulü. Dağa tırmanıp cesaret sembolü olmak isteyenler mi dersiniz, maçlarda sürekli birinci olup okul gururu olanlar mı, bir de karateyle dayak yiyenler var tabii. Evet yanlış okumadınız karate kulübü ve dayak yiyormuş gibi gözüken üyeleri. Ben de bu kulübün bir üyesiyim. Ben küçüklüğümden beri karate yapıyorum ve geçen sene yatılı öğrenci olarak geldiğimde karateyi bırakmak zorunda olduğum için çok üzülmüştüm ama bir de duydum ki okulda o sene karate kulübü açılmış. Ve hemen katıldım. Yani iki senedir okulun karate kulübündeyim. Arkadaşlarım bunu duyduğunda, iki çeşit tepki verdiler. “Aaa gerçekten mi, çok havalı.” ya da “ Hmm, ama ben karateyi anlayamıyorum neden insanlar böyle bir sporu seçer ki.” İnsanlar bu iki yargıya genelde kulaktan duyma bilgilerle ulaşırlar. Ama asla kimse gerçekten karatenin ne olduğunu ve neden insanların seçtiğini kesin bir şekilde bilmez. Mesela benim karateyi seçmem Jackie Chan filmlerini izleyip ona bağlanmamla başladı. Anladım ki bilmeden hayatımı etkileyen çok büyük ve önemli bir karar vermişim.Şu ana kadar karateye başlamaktan pişman olup bu sporu bırakan birini görmedim. Neden, diye sorarsanız, bu da karatenin en büyük sırrı derim. Okulumuzdaki karate kulübü disiplinli bir insan olmasını sağlar. geçen sene açıldı. En fazla dört ya Yetişkinler için karate çalışmaları stres da beş kişi gidiyordu. Bir anda nam azaltıcı hareketleriyle bedenin ve salmaya başlayınca ve kulüp üyelerinin zihnin rahatlamasına yardımcı olur. bitmez tükenmez çabalarıyla bu sene Dayanıklılık, kas gücü ve bedensel kulüp sayısını ikiye katladı. Yine fazla kuvvetin azalmasına mani olur. olmayabilir ama her sene böyle artarsa Karate diğer sporlardan farklı olarak kulüp çok fazla ilgi görecektir. Kulübün bireyin kendi kendisini geliştirmesine başkanı ve karateyi öğreten kişi Atilla odaklanmıştır. Mesela karate maçları Hoca, Türkiye’ye karateyi getiren ilk kişinin ilk öğrencisidir, bu yüzden çok önemli bir sporcudur. Bize her zaman karatenin diğer hiçbir spora benzemediğini ve çok yararlı bir spor olduğunu söyler. Ben ve kulüp arkadaşlarımız buna sonuna kadar katılıyoruz. Karatenin genel olarak bilinen Hocamız kusursuz tekme atmayı en büyük faydası kendini silahsız öğretirken olarak fiziksel saldırılara karşı koruyabilmeyi öğretmektir. Fakat karatenin yararları bunun çok ötesine insanlara şiddet gibi gözükebilir ama uzanmaktadır. aslında maçların amacı, kişinin kendi Karate genç yaştakiler için eksiklerini kapatması ve gerçekte doğru çalışıldığında vücut duruşunu başkalarına karşı değil kendisine geliştirir ve vücudu düzgün bir şekle karşı yarıştığının farkına varmasını sokar. Çünkü vücuttaki bütün kasları sağlayabilmektir. Kazanmak kadar çalıştıran sadece iki spor vardır ve kaybetmekte öğrenilmelidir çünkü ikisi bunlardan biri karatedir. Ayrıca karate de aynı ölçüde önemlidir. insan sağlığına psikolojik ve zihinsel Karatenin birçok yararını saydık olarak da katkıda bulunur. Mesela ,tabii ki bunlara insan bir anda sahip karate insanın bir şeye odaklanmasını olamaz . Bunun için çok sıkı çalışmak kolaylaştırır ve düşünme sürecine ilişkin gerekiyor. Karate hocamızın anlattığına becerileri geliştirir. Kişinin kendisine ve göre bir gün jimnastikçiler karate yaşıtlarına saygı duymasını, sorumluluk salonuna gelmişler ve bizim yaptığımız hissetmesini, kendine güvenini arttırıp hareketleri yapmaya çalışmışlar, en Fatma Nur Yokuş sonunda pes edip şöyle demişler: “ Bu nasıl bir şey ya, normal bir insan bunu yapamaz. Kesinlikle sizin işiniz çok daha zor.” Ve gerçekten öyle, hatta karate hocamızın anlattığına göre, o karateyi gençken öğrendiği zaman, hocaları sopalarla vurarak çalıştırıyormuş. Adeta kollarından kanlar çıkıyormuş. Ama korkmayın okulumuzun karate kulübü öyle bir öğretme şekli içermiyor. Ama yine de çok sıkı çalışmak gerekiyor. Evet arkadaşlar, okuduğunuz gibi karate benzersiz bir spor ve okulumuz bu imkanı bize sağlıyor. Bazılarına dayak yiyormuşuz gibi gelebilir ama aslında bu bizim gerçek tehlikelere karşı dayanıklılığımızı arttırıyor. Bazen karate yaparken bazı öğrencilerin karate salonunun kapısından bizi gözetlediğini ve biz bakınca hemen gittiklerini görüyorum. Bunun yerine girin içeri, bizi izleyin ve karateyle ilgili tüm sorularınızı sorun. Ve bir gün başınız belaya girmeden önce bizi bulun, siz de karatenin gizemli dünyasına katılın. Bir Dakika Beni Dinler Misiniz? Geleceğinizin bir dakika içinde ne kadar değişebileceğini düşündünüz mü? Bir sıcak gülümsemenin ya da sevimli bir bakışın sizi bulutların üzerine çıkarabileceğini farkında mısınız? Hayatınızın yönünü değiştirebilecek konuşma için sadece bir dakikanız olsa ne yapardınız? Tüm bu soruların cevabını öğrenebilmemiz için Genç Girişimciler Kulübü tarafından hazırlanan Asansör Yarışması çok yararlı oldu. Bu yarışmayı organize eden Genç Girişimcilerden Organizasyon takımı bu aktivitenin gerçekleşmesi için Bingham’ı ayarlamaktan okullarla iletişim konusuna kadar çok uğraş verdiler. 18 Ekim Perşembe günü Bingham’da gerçekleşen bu aktivite için okulumuza içinde Koç ve Darüşşafakanın da bulunduğu birçok okuldan ziyaretçi geldi. Gelen her okuldan beşer öğrenci bu aktivitede birinci olmak için ellerinden geleni yaptılar. Özyeğin Üniversitesi’nden gelen eğitim görevlileri izleyici ve katılımcılara yarışmada kullanabilecekleri birkaç yol ve yarışmanın amacını anlatan kırk beş dakikalık bir sunumla aktiviteye başladılar. Katılan birçok öğrencinin yapması gereken, asansörde karşılaştığı büyük bir iş adamını kendi ürününe olabilmesi için bir dakika içerisinde ikinci bir randevuyu ikna edebilmekti. Asansördeki iş adamı yerine geçen bir Özyeğin Üniversitesi eğitim görevlisini en iyi ikna edebilen, okulların Kasım 2012 hepsinden seçilen bir öğretmen, Özyeğin Üniversitesinden iki eğitim görevlisi ve okulumuzun deneyimli kimya öğretmeni, Genç Girişimciler Kulübü danışmanı Sibel Sebüktekin kararınca okulumuzun dokuzuncu sınıf öğrencisi Büşra Yen oldu. Büşra Yen’e kazanmasına yardımcı olan birkaç taktik sorduğumda konuştuğu iş adamına onu çok takdir ettiğini belirterek gururunu okşadığını söyledi. Aynı zamanda ürününüz hakkında çoğu iş adamının isteyebileceği büyük rakamlarda yem atıp, o ürün için varınızı yoğunuzu ortaya koyduğunuzu yani kendinizi işe ne kadar verdiğinizi göstermenin önemli olduğunu söyledi. O bir dakikalık etkileyici konuşmadan sonra iletişim Köprü Elize Arslan için kendi kartvizitinizi sunmanın iş adamlarını etkileyebileceğini belirtti. İlk aşamayı geçtikten sonra şimdi Özyeğin Üniversitesin’deki yarışmalara katılacak olan Büşra Yen, çok heyecanlı olduğunu ve bu yarışmada iyi bir sonuç aldığı için çok mutlu olduğunu söyledi. Genç Girişimciler Klübü’ne bu eğlenceli ve eğitici aktiviteyi hazırladığı için çok teşekkür ediyor, Büşra Yen arkadaşımıza Özyeğin Üniversitesi’nde gerçekleşecek olan son tur için başarılar diliyoruz. 26 HABERLER Yatakhane Yaşamından Kısa Kısa Berk Özgen Orhun Tezel Bu Bir Photoshop Değil Robert Kolej kampüsünde yaşam şüphesiz gündüzlülerin tahmin ettiğinden çok daha farklıdır. Saat 17.30’da son servisler kalktığında sanki okulun üstünde bütün gün boyunca serili duran perde aralanır. Koridorlara büyük bir sessizlik hâkim olur. Akşam yemeği ise genel olarak birçok öğrencinin şikâyetine maruz kalır. “Yok tuzlu,” “Yok yağlı,” “Buna da et mi denir,” “Bunun tadı yok” şeklinde birçok farklı şikayetlerde bulunur öğrenciler genel olarak. Eee kolay değil. Tüm gündüzlüler evde yapılmış o sıcacık ev yemeklerini yerken, insan bir yaprak sarma ya da annesinin elinden yapılmış bir kurabiye, keki tabii ki çok özlüyor. Ancak yemekhanedeki ortam da bir başkadır… Her akşam tüm arkadaşlarınla beraber yersin yemeğini. Yemek sırasındaki o kahkahalar, o neşe, mutluluk, o güzel anıların yerini de başka hiçbir şey tutamaz. Yemekhanede geçen o güzel anıları odaya dönüş ve bir süre daha boş vakit takip eder. Ardından da bir yoklama… Sonra? Sonra yatılı etütleri gelir. Belki de yatılılığın en sıkıcı kısmı diyebiliriz. Ödevimiz olsa da olmasa da bir saat boyunca oturmak, ders çalışmak. Zaten çalışmayı kim sever ki? Sabahları Fransızca dersleri verilen G311, hazırlık öğrencileri için bir etüt salonuna dönüşür. Kampüste kalan hocaların eşliğinde etütlerini yaparlar. Geriye kalan öğrenciler ise genel olarak odalarında, yatakhaneye yakın sınıflarda veya ortak salonlarda etütlerini yaparlar. Zaman geçtikçe ise koridorlar, yatılıların evlerinin birer parçası haline dönüşür. “Okul bizim evimizdir” sözü gerçeğe döner. Yatakhanede yaşadığın insanlarla bir aile olursun. Gerek yemekhanede eğlenceli vakitler, gerek forumdaki hoş sohbetler gerekse de platoya yapılan hoş bir yürüyüş ve eşsiz bir boğaz manzarası… Platoya yapacağınız bir yürüyüşte bütün gün boyunca okul kıyafetleri içinde gördüğünüz öğretmenleri aileleriyle Plato’da piknik yaparken görürsünüz, hatta bazen mezunları bile! Ancak, bu kampüsü İstanbul’daki birçok kampüsten ayıran bir özellik de, nüfusunun önemli bir kısmının hayvanlar tarafından oluşmasıdır. Plato’dayken rahatlıkla görebilecekleriniz; papağanlar, kirpiler, fareler ve en önemlisi: KEDİLER! Hepinizin de bildiği gibi okulumuzda birçok kedi yaşamaktadır ve bir Robert Kolej öğrencisinin bu okula geldiğinde ilk yapması gereken şeylerden biri bu kedilerle yaşamayı öğrenmektir. Eğer yatılıysanız bunu daha iyi öğrenmelisiniz. Çünkü o kediler bezen size gerektiğinden fazla yaklaşabiliyorlar. Resimlerde gördükleriniz photoshop falan değil, tamamen gerçek ve sadece kameralarla kaydedilebilmiş olanlar. Yoksa biz birinci ağızdan çok kişinin yatağından kedi çıktığını duyduk. Okulumuzun 2012 mezunlarından Ufuk Serkan Yıldırım, bir sabah uyandığında karşısında iki Nadir Bir Anı Kaydediyoruz Köprü Kasım 2012 tane dev yeşil göz ve kocaman bir siyah tüy yumağı görünce bütün oda arkadaşlarını uyandıracak bir gürültü çıkarttığından bize bahsetti. Veya yağmurlu bir günde yatakhanemize bir kedinin nasıl girdiğini, odamızı ve masalarımızı nasıl işgal ettiğini de kendi gözümüzle gördük. Etütler biter, kediler gider, en sonunda yatma hazırlıklarına gelir sıra. Genellikle anne-baba bir aranır, konuşulur her akşam. Dişler fırçalanır. Eğer o gece bir maç varsa maç izlenir. Ödev yetişmemiş ise odalar toplanır ve bunun karşılığında sınırlı sayıda olmak üzere 00.00’a kadar ders çalışma izni verilir. En rahat olanlar ise saat 23.00 olduğunda sıcacık yatağına yatanlardır. İsteyenler 23.30’a kadar kitabını okur, isteyen sohbete dalar, isteyen ise sohbet yerine uykuya dalar. Bazı odalar mışıl mışıl, bazılarından ise horul horul uyku, sabah uyanmak için kurduğumuz alarmın saatine kadar devam eder ve ardından yepyeni yorucu bir gün tekrar başlar. HABERLER 27 EYP Kapatılmış Robert Kolej’in biz öğrencilere bu harika kampüsten sonra sunduğu en büyük imkân sanırım kulüp olanaklarıdır. 100’ü aşkın kulüp yelpazesi içinden yüzlerce öğrenci yıllardır kendilerine en uygun ve cazip görüneni seçti ve belki de bu kulübe beş yıl devam etti. Ne de olsa okulumuzdaki her bir kulüp işini ciddiye alıyor; öyle ki bu kulüplerin bazıları okul sonrasında sanki bir 9. sınıf cebir finaline hazırlanıyormuş gibi çalışmanızı gerektirebiliyor. Ve sanki bu kadar çalışma yetmezmiş gibi bir de şu kulüp içinde yükselebilme, yer sahibi olabilme olayları falan insanı bazen hayattan soğutuyor. Ama tabii bir de bunların yanında EYP var! Yani var”dı”; çünkü ne yazık ki geçen sene bu kulübü bir seneliğine kapatma daha doğrusu “dondurma” kararı alındı. Tabii ki sahip olduğu kulüp sayısıyla övünen bir okul için bir kulübü hele hele uluslararası bir kulübü kapatmak kolay olmasa gerek. Ne de olsa EYP kulübü Avrupa’da yüzlerce okulda fakat Türkiye’deyse sadece kısıtlı sayıda okulda bulunan bir kulüptü. Haydi lafı açılmışken biraz EYP’nin ne olduğundan ve belki biraz da ne olmadığından bahsedelim. EYP (European Youth Parliament; Türkçe: Avrupa Gençlik Parlamentosu) ilk kez 1987’de Fransa’da kuruldu ve zaman içerisinde tüm Avrupa’da popüler hale gelmeye başladı. Özellikle 2004 senesinde EYP şirketinin geçirdiği ekonomik krizi atlatmasından sonra bilmeyiz ama bu kuruluşun Türkiye’de de faaliyet göstermesini sağlayan okul “Robert Kolej’dir”! Biz de bu yüzden EYP’yi okulumuz öğrencilerine sormayı tercih ettik. Okulumuzun “eski” EYP üyelerinden Bertuğ Barut EYP’yi: “Haftanın stresini grup çalışması civarında yapılan “İstanbul Gençlik Forumu’na” Robert Kolej ev sahipliği yapmıştır; ancak daha önce söylediğim gibi bazı aksilikler yüzünden bu sene bu forum Koç Lisesi’nde yapılacak. Umarız ki bundan sonraki senelerde de bu tüm Avrupa’dan gençlerin katıldığı ve Burada da tiyatromuzda yapılan Euroconcert aktivitesi dahilinde L11 öğrencisi İpek Kahraman’ın Avrupalı delegelere Hoşgeldiniz niteliğinde bir şarkı söylediğini görüyoruz. etkinlikleriyle attığımız ve ciddi konuları tartışabileceğimiz bir yer” olarak tanımlarken L10’dan Deniz Saip ise kulüp için: “Tanımsız” demeyi tercih ediyor. “Tanımsız” sıfatı ilk önce insana gereksiz ya da amaçsız gibi diğer sıfatları çağrıştırıyor olsa da; bence aynı zamanda eşsiz sıfatını da çağrıştırmalı. Çünkü çarşamba günleri kulüp saatlerinde yaptıklarımız belki de gerçekten eşsizdi. Yeri geldi beraber Yuva’nın önünde Yuva öğrencilerine “Bunlar niye bebek oyunları oynuyor” dedirten oyunlar oynadık, yeri geldi Fransızca bilmeyen insanlar olarak Fransızca Kadın Hakları Problemini tartıştık, hatta yeri geldi İlluminati’nin gerçek olup olmadığı hakkında araştırmalar bile yaptık! Bazılarımız yaptığımız her şeyden bir şeyler öğrenirken bazılarımızsa bu yaptıklarımızı küçümseyip bize katılmamayı tercih EYP’nin Logosu ettiler ve bu kulübün daha da popülerleşen ve AB dışında kapatılması için gerekli bahane oldu. Türkiye ve Gürcistan gibi ülkelerde de Tabii ki “EYP Türkiye” kuruluşu için popüler olmaya başlayan bir kuruluş Robert Kolej’in bu kadar büyük bir haline geldi. Hatta belki birçoğumuz önemi olduğundan her yıl mayıs ayı Kasım 2012 uluslararası problemlere kayda değer çözümlerin bulunduğu forum eski günlerdeki gibi Türkiye’ye EYP’yi getiren okulda devam eder . Bu forumun kendisine kattıklarını L10’dan Jülide Erdem şöyle anlatıyor: “Uluslararası Forum harika! 250 kelimelik bir açılış konuşmasını 5 dakikada yazdım ve bu benim hayatım boyunca yaptığım ya da yapabileceğim bir şey değil. Bu Orhun Tezel geçmiş; katılamayanlar içinse son derece kıskandırıcı olmuştu. Çünkü biz forumdayken sınıf arkadaşlarımız iki ders üst üste cebir dersi görüyorlardı! Dört günlük forum aynı zamanda 19 Mayıs’la çakıştı ve uluslararası delegelerin en çok ilgisini çeken şeylerden biri de “ulusal” bir gençlik ve spor bayramına sahip olmamızdı. Sonra bir de çocuklar için bir bayramımız olduğunu öğrendiklerinde şaşkınlıkları iki katına çıktı. Dört günlük bir forum yağmurlu bir vedayla sona erdi. Herkes ülkelerine dönüp bir sonraki Mayıs’ı iple çekerken “kara çarşamba” geldi, çattı. Herkes yapılacak olan duyuruyu sabırsızlıkla beklerken, duyurunun “Bir dahaki sene EYP kulübü olmayacak” şeklinde olması insanları hayal kırıklığına uğrattı. Geçen o unutulamaz günlerden hemen bir hafta sonra böyle bir karar alınması ilk başta kabul edilemez geldi haliyle ama zamanla buna da alışıldı tabii ki. Peki, sonra ne mi oldu? Şimdilik değişen bir şey yok ama kulübün eski üyeleri bu yıl kulüp için gereken gayreti Burada foruma katılan tüm delegeler, organizatörler ve medya ekibi bir arada Terasta. EYP konferanslarının en önemli özelliklerinden biri de çalışmalara başlamadan önce 1 gün boyunca delegelerin birbirlerini daha iyi tanıyabilmeleri için değişik oyunlar ve aktiviteler düzenlenmesidir(teambuilding aktiviteleri). benim konuya hâkim olmamdan ve arkadaşlarım arasında kendimi sosyal hissetmemden kaynaklanıyor.” 7. İstanbul Gençlik Forumu gerçekten herkes için çok zevkli Köprü okul yönetimine gösterirlerse gelecek yıl EYP eskisinden daha canlı, daha iddialı ve daha etkin bir şekilde geri dönecek. Tıpkı gazetemizin 2012-2013 sezonu gibi… YEMEK 28 İstanbul’u İstanbul Yapan Yeme-İçme Mekanları Festivalleri olsun, kültürü olsun, hemen her hafta olan konserler olsun, yazı, kışı, boğaz manzarası olsun- kısacası ne açıdan bakarsanız bakın hem güzel hem de zengin bir şehir İstanbul. Tabii her açıdan böyle dolu dolu bir birikime sahip olan bir şehrin yemeiçme açısından sönük kalması da pek mantıklı olmazdı, değil mi? Belki “Antep mutfağı”, “Karadeniz mutfağı” gibi çok karakteristik bir “mutfak” sahibi değil; ancak İstanbul denince akla gelen, her İstanbullunun en azından bir kere bulunduğu mekânlar mevcut, ayrıca sayı olarak da bir hayli fazlalar. İşte bunlardan bilinen birkaçı: Şampiyon Kokoreç Az değil, tam kırk yıldır çalışıyor “Şampiyon Kokoreç”. İlk olarak Beyoğlu’nda küçük bir dükkan olarak işe başlayıp, uzun yıllar tek şube hizmet verdikten sonra Türkiye’nin farklı yerlerinde de olmak üzere kırkın üzerinde şubeye sahipler. İstanbul’da yaşayıp da Şampiyon Kokoreç’e uğramamış insan bulmak oldukça zor; özellikle öğlen vakitlerinde şubelerde yaşanan yoğunluktan da belli oluyor ki Şampiyon Kokoreç kırk yıl öncesinde kazandığı popülariteyi hâlâ korumakta. İlk defa deneyeceklere bir tavsiye; kokoreçleri zaten acı hazırlıyorlar, üstüne bir de karşınızdakiyle iddiaya girip de masadaki acı biberlerden dörtbeş taneyi içine atıp yemeye çalışmayın, sonuçları pek de hoş olmuyor. İnci Profiterol Bir başka yıllanmış İstanbul klasiği de tabii ki İnci Profiterol. Yarım asırdan uzun süredir İstiklâl Caddesi’nde hizmet vermekte. Günün hangi saati giderseniz gidin, içerideki insan kalabalığından da anlayabileceğiniz gibi İnci’de profiterol yemenin yerini tutacak bir etkinlik henüz bulunabilmiş değil. Kızılkayalar Hamburger Taksim Meydan’daki birbiri yanına sıra sıra dizilmiş hazır yemek büfeleri herkesin dikkatini en azından bir kere çekmiştir. Ancak içlerinde bir tanesi var ki o hazır yemek yığınından kendini sıyırmayı başarmakla kalmayıp, yıllar içinde birçok müdavim de edinmeyi başarmış. Şüphesiz İstanbul’daki en güzel ıslak hamburgerleri yapıyor Kızılkayalar Hamburger. Mekan oldukça küçük ve oturacak yer bulmakçok zor; gerçi çoğu kişi hamburgerini alıp gitmeyi tercih ediyor. Eğer ilk defa gidiyorsanız, aç gözlü görünmekten sakınmayın ve en az iki tane alın derim; çünkü bir taneyle insan yetinmiyor, yetinemiyor. Ali Muhiddin Hacı Bekir Şekercisi Orada bulunması bile başlı başına nostaljik bir deneyim olan, İstiklâl’in yıllanmış mekanlarından bir başkası Hacı Bekir. Açılış tarihi ise dudak uçuklatacak türden; 1777. Osmanlı geleneğinin de bir taşıyıcısı diye adlandırabileceğimiz Hacı Bekir şeker almayı düşünmeseniz bile uğranılması gereken yerlerden.. Bebek Badem Ezmecisi İstanbul’un sahil şeridinde yer alan bu mekan, yine Hacı Bekir gibi hem yıllanmışlığıyla hem de ürünlerinin lezzetiyle dikkat çekiyor. Eşe dosta hediye götürmek isteyenlerin uzun yıllardır ilk tercihi; ancak tek sorunu biraz uçuk kaçık olan fiyatları. Abbas Waffle Mekan yine Bebek sahil… Her ne kadar waffle’a Türk yemeği demek biraz zor olsa da Abbas Waffle’ın her İstanbullunun vazgeçilmezi olduğu bir gerçek. Hiç aklınızda olmasa bile, önünden geçerken burnunuza gelen muhteşem Nutella/vanilya/erimiş çikolata kokusu sizi ne yapıyor olursanız olun yolunuzdan döndürecek cinsten. Seçenekler arasında kararsız kalırsanız, hazırlayanlara sorun, tavsiyeleri denendi, lezzeti kanıtlandı. Ortaköy Kumpir Ortaköy’de sahile inerken sıra sıra kumpircilerin müşteri çağırma uğraşlarını izlemek, o gün moralinizi ne bozmuş olursa olsun insanı güldürecek cinsten bir olay. Üstüne bir de kumpir alırsanız, o gün sizi hiçbir şey sıkamaz,geremez, üzemez zaten. Deniz Şahintürk Hem şu gerçek unutulmamalı, hayat en çok kumpirini aldıktan sonra denize karşı banklardan birinde yer bulabilen İstanbullu’ya güzel. J’adore Baştan uyaralım, kapı önünde kuyruk beklemeden girmek için çok şanslı olmanız gerekiyor. Ancak o bekleyişe kesinlikle değiyor J’adore’da yemek yemek. Fransız pastanesi gibi döşenmiş mekân, çeşit çeşit sıcak çikolataları, akla hayale sığmayan tatlıları ile her çikolata tutkununun rüyası sayılabilir İstiklal J’adore. Eğer hâlâ denemediyseniz mutlaka ilk fırsatta gidin ve bir fondü yiyin. Uzun lafın kısası, her açıdan olduğu gibi yeme-içme açısından da ufkunu genişletmek için İstanbullunun elinin altında her olanak mevcut. Yazıyı noktalamadan önce, bir gerçeğe de değinmeliyiz ki gerçek İstanbul ruhunu en iyi yansıtan şeyin boğaza karşı simit ve çay olduğudur. Yemekteki Eziyet Sabah saat altıya on kala kalkıp kahvaltımı ediyorum ve sonradan okula gidiyorum. Belirli bir süre geçtikten sonra karnımın acıktığını fark ediyorum ve öğle yemeğini büyük bir iple çekmeye başlıyorum. Ve zil çaldığında herkesin yaptığı gibi ben de yemekhaneye doğru koşmaya başlıyorum. Binaları teker teker geçerek ilerliyorum ama sonradan büyük bir insan topluluğuyla karşılaşıyorum. Kimseye haksızlık yapmayayım diye kuyruğun en arkasına giderken bir de bakıyorum ki çoktan on dakika geçmiş ve ben bir adım bile ilerleyememişim. Sonra önüme bakınca insanların arkadaşlarının yanına girip bekleme zahmetinden kurtulmaya çalıştığını yani sıraya kaynamaya çalıştıklarını fark ediyorum. Ama yine de aç olduğum aklıma geliyor ve sabırla bekliyorum. Belirli bir süre sonra yemekhane ile koridorun sınırında bulunan geçiti görüyorum ve sevinmeye başlıyorum, fark etmeden gülücükler saçmaya başlıyorum. Tepsimi kendimi doyurabilecek kadar yemekle dolduruyorum. Büyük bir zevkle sıradan çıkıyorum ve kendime yer aramaya doğru ilerliyorum. İlk önce hemen salata barının önündeki sıralara bakıyorum ve yer olmadığını fark ediyorum, ama yine de umudumu kaybetmiyorum. Sadece bir bölümü dolu diye her yer dolu olur diye olumsuz bakmıyorum. Sonra sağıma bakıyorum. Orası da Köprü dolu. Tamam, bir tane daha şansım var değil mi? Sol tarafım boş olabilir çünkü bir dönem bütün yemekhaneyi dolduramaz. Bir bakıyorum ki orası da dolu. Sonra birden gerçekle yüzleşiyorum: Doğru biz artık Hazırlık sınıfında değiliz, biz dokuzuz ve bu da yemekhanede onuncu sınıflarla birlikle sıkışarak oturacağım anlamına geliyor. Bekliyorum ama kimse kalkmıyor, yemek yemenin zevki kaçıyor ve artık beklemekten doymuş oluyorum. Tadım kalmıyor ve tepsimdeki yemeklerin hepsinden birer çatal alarak çabucak o alandan uzaklaşıyorum. İşte bu benim her gün yaşadığım şey, bir umutla gidip hayal kırıklığıyla geri Kasım 2012 Lal Tüzman dönmek. Neden mi? Bu kargaşanın nedeni okulumuzda o kadar yer varken bizim hâlâ iki dönemi küçücük bir yemekhaneye sıkıştırma çabamız. Her sene bu sıkıntıyı çekmek yerine çözüm olarak yemekhanemize başka bir alanda daha büyük bir yer vermek olabilir. Belki okulumuz akademik ve yaptığı sosyal etkinlikler açısından çok başarılı olabilir ama yemekhane konusunda her sene sınıfta kalıyor. SPOR 29 Türkiye’den Bir Alex Geçti Zeynep Şiir Bilici taraftarın gözündeki itibarı oldu. Burada en çok zararı kimin gördüğü tartışılır; fakat yine de taraftarın kaybı en çokmuş gibi görünüyor. Alex de Souza Alex De Souza, Fenerbahçe’nin rekorlar kıran Brezilyalı efsanevi futbolcusu. Son zamanlarda futbol camiasında adını en çok duyduğumuz isim. Geçtiğimiz günlerde onu ülkesine uğurladık. Gidişiyle beraber ardında cevaplanamayan sorular bıraktı. Yalnızca Fenerbahçe taraftarları için değil, Türkiye’deki tüm futbol sevdalıları için büyük bir kayıp oldu. Alex’in gidiş hikâyesi aslında birçok asıllı ve asılsız söylentiden ibaret. Teknik direktör Aykut Kocaman ve Kulüp Başkanı Aziz Yıldırım’la yaşadığı bazı problemler sonucu takımdan gönderildiği en muhtemel iddialardan biri. Aziz Yıldırım’ın da dediği gibi, “Eğer bir takımda belirli bir oyuncu, teknik direktörün ve kulüp başkanının önüne geçerse, ya o oyuncunun ya da kulüp başkanının takımdan ayrılması gerekir.” Aslında her şeyin Alex’ in bir “tweet”i ile başladığı söylenebilir. Daha önceden de Aykut Kocaman ile aralarında bazı sorunların olduğu aşikârdı. Tam olarak elle tutulamayan bu sürtüşme Alex’ in “Aykut Hoca beni kıskanıyor!” ithamıyla kızıştı. Bunun üzerine Aykut Kocaman, bir sonraki maçta Alex’i değil ilk 11’ e, maç kadrosuna dahi almadı. İkili arasındaki anlaşmazlıklar devam eden günlerde iyice büyüdü ve kızıştı. Daha sonra Aziz Yıldırım’ın Aykut Kocaman’ı yanına çağırdığı ve uzun bir süre konuştukları söylendi. Bu konuşmanın sonunda Alex’in kulüple yollarını ayırması gerektiği fikri çıktı. Bu karar üzerine Alex’e artık maç kadrolarına alınmayacağı haberi söylendi ve daha sonra da diğer takım üyelerine artık yollarına Alex’siz devam edecekleri söylendi. Tüm bu olayların Alex De Souza’nın heykelinin dikilmesinden günler sonra yaşanması ise merak uyandırdı. Her şey bir yana, ben fanatik bir Galatasaraylı olarak Alex’in gidişine, daha doğrusu bu şekilde gidişine, üzüldüm. Her ne kadar ezeli rakibimiz önemli bir oyuncusunu kaybettiği için güç bakımından zayıflamış olsa da insan üzülmeden duramıyor. Fenerbahçe’de yıllarını geçirmiş ve nice rekorlar kırmış birinin böyle bir dalavere içinde kulüpten ayrılmak zorunda bırakılışı üzücü bir durum. Alex, Fenerbahçe’den bir rekoru kıramadan gitti: Aykut Kocaman’ın 140 gollük rekoru. Alex 136 golle onu takip ederken, bir anda tüm bu olaylar arasında gidişiyle iddiaların doğru olabileceğini de kanıtladı aslında. Belki de gerçekten Aykut Kocaman Alex’i kıskanıyordu, Alex’in kırdığı rekorlar listesine kendisinin tuttuğu bir rekorun girmesini görmek istemedi. Belki de gerçek bizim bildiğimizden çok daha farklı. Destekleyici neden ne olursa olsun, bence Fenerbahçe camiasında bu kadar önem taşıyan, efsane haline gelen ve heykeli dikilen birinin takımdan curcunayla gönderilmesi Bu söylentilerin doğru veya yanlış olması şu noktadan sonra bir anlam ifade etmiyor; çünkü olan oldu ve giden gitti. Sonunda bu durumdan etkilenen Türkiye’deki futbol âşıkları oldu ve Türk futbolu önemli bir oyuncuyu kaybetti. Alex De Souza Türkiye Futbol Tarihinde iz bıraktı ve gitti. Alex de Souza Heykeli etik değil. Sonunda zarar gören kulüp başkanının ve teknik direktörün Merhaba Robert Kolej ahalisi, Elektronik cihazların ve teknolojinin dünyanın bir numaralı aracı olduğu şu bilgisayar çağında, Köprü’nün tasarım editörleri olarak sizlerin yardımını ve desteğini bekliyoruz. İçinde herkes için bir şeyler bulundaran bu gazetenin tasarımını yaparken bizlere yardımcı olmak isteyen ve az çok bilgisayarlardan anlayan arkadaşlarımızı arıyoruz. Eğer bu heyecanlı deneyimin parçası olmak isterseniz, bizlere [email protected], [email protected] veya [email protected] adreslerinden ulaşabilirsiniz. Teşekkürler, Sinan Hiçdönmez, Umutcan Gölbaşı, Atakan Baltacı Kasım 2012 Köprü 30 HABERLER Bir ‘Ben’ Var, ‘Şimdiki Ben’den Eski... Elektronik kitaplar ne zaman türedi de biz sanal kütüphaneler oluşturur olduk ‘Kindle’larımızda? Facebook daha dün çıkmamış mıydı da biz ona şimdi burun kıvırıyoruz? Ipad ilk kez ne zaman görücüye çıktı da Ipad çılgınlığı bu kadar arttı? Bu kadar bağımlılık yapan bu uygulamalar ne zaman türedi? 1-2 senede nereden nereye geldik hiç düşündünüz mü? Eskiden kuşak farkı 20 sene ile ifade edilirken şimdi bakıyorsunuz sizden 3-4 yaş küçük biri bile bambaşka bir düşünce yapısına sahip. Kavramların anlamları birbirine karıştı, her şey arap saçına döndü. Hele bir Twitter -şu 3 saniyede seni dünyaya bağlayan mikro-blog- çıktı ki mertlik bozuldu. Sahte hesaplar türedi, yazarlara beğenilerini sunanlar olduğu kadar tehdit yağdıranlar oldu. Politik görüş bildirmek eskiden en büyük tabu iken şimdi her şey açık açık twitterda ilan ediliyor. Twitter sayesinde, hayvan hakları yasası çıkarılacak. Hayvan hakları için Twitter aracılığıyla tek yürek oldu insanlar, ‘hashtagler’ açıldı. Konferanslar, haber programları, televizyon dizileri bile Twitter üzerinden yürür oldu. ‘Sallandık galiba, deprem mi oldu?’ dediğin anda Twitter’ı açıp ‘deprem’ kelimesini tuşlaman yeterli artık. Başkan Obama bile bir tweet uzağında... Foursquare Check-in’leri çıktı,gizlilik kalmadı. ‘Buradayım’, ‘Şunu yiyorum’, ‘Bunu içiyorum’lar türedi. Bir nevi dijital günlük diyebiliriz Foursquare’e. Geçen cumartesi ne yapmıştın mesela? Ya da 10 km çevrende ‘baklava’ almak için nereye gidebilirsin? Sorman yeterli. Hele bir Instagram çıktı ki hayatımızı fotoromana çevirdik. Eskiden önümüze bir dilim kek geldi mi hevesle yerdik. Şimdi öyle mi? Önce sanat yapılacak, ortam düzenlenecek, tabak evrilip çevrilecek. Nasıl bir fotoğraf çekeceğimize karar verdikten sonra Hudson mı yapalım yoksa X-pro mu? En iyisi Sepia olsun. Bu cümleleri sıkça kurmaya başladık. Yeni kelimeler, jargonlar girdi hayatımıza: ‘beni follow ediyor musun?’, ‘friend me’ gibi. Bu da yetmedi, nurtopu gibi bir Pinterest’imiz oldu. Bir sanal pano var, onu pin’le bunu pin’le bitmiyor. Girdikten sonra çıkamayacağım diye ödüm kopuyor. Sonra Tumbler’ımız oldu. 9gag’imiz geldi, hoşgeldi. Google Plus’ımız çıktı. Bu da yetmedi, Linkedin geldi. Stumbleupon desen bir girdin mi yarım saat çıkamadığın zamanlar oluyor. Sosyal medya serseri mayın gibi yağdı da yağdı üzerimize. Üye olsan bir türlü, olmasan bir türlü. Eskiden ne çok severdim açık havada saatlerce yürümeyi, kendimle baş başa kalabildiğim o güzel anları. Şimdi bütün dünyam, sorunlarım; bir avuç içi kadar Iphone’umun içinde. Tüm bunlar derslere ve okul hayatına da yansıdı. Eskiden talebe denilirdi, şimdi ‘Igeneration’, ‘GenNext’ gibi kelimeler kullanılmaya başlandı. 21. Yüzyıl öğretmeni yaftasını da yemedik değil. Hayatımıza elektronik dersler, Moodle’lar, Haiku’lar girdi. Her şey daha mı kolay? Evet. Peki daha mı hızlı? Evet. Ama o defter, kitap kokusunu hiçbir şeye değişemediğim de yadsınamaz bir gerçek. Öğrencilere “Not tutun.” dediğimde hemen ellerine tablet bilgisayarlarını alıyorlar artık. Ben de kendi küçüklüğümü, ilkokul yıllarımı düşündüm bu süreçte. Her eylül büyük bir hevesle gidip aldığımız o mis kokulu defterler, kalemler, silgiler geldi aklıma... Defter kabı seçmek bizim için büyük bir olaydı mesela.. Kalpli olsun, renkli olsun, kalın olsun çabuk yırtılmasın. Annem her eylülde cicili bicili kapları önüne alır, defterlerimi büyük bir özenle kaplardı. Ben de yanına geçer, elimi çenemin altına yaslayıp seyrederdim kitaplarımın kaplanmasını. Bir de düşünürdüm: “benim de artık kitap kaplamayı öğrenmem lazım, yoksa ileride çocuğum olduğunda nasıl kaplarım onun defterlerini...” O zamanlarda en büyük endişem buymuş. İngilizce derslerine başladığımızda bizi ‘Redhouse’ sözlükle tanıştırmalarını hatırlıyorum. Sonra sırasıyla ‘Oxford’, ‘‘Macmillan’ sözlükleri türemişti. Her biri 5’er kilo ağırlığındaydı. Bir roman okurken bir cümlede 3 tane anlamadığın kelime çıkardı. İlk baktığını anlamaz, ikinciye bakar, sonra birinciye geri döner, anlam bütünlüğü için üçüncüye bakardın. Zaten kitabın bütün cazibesi o an yok olur ve kelimeler arasında boğulup kalırdın. Tarih ve Türkçe ödevleri vardı mesela. Öğretmen “Git Abdülhak Hamit Tarhan’ın eserlerini araştır, gel!” derdi. Tek kaynağımız Köprü hepimizin evinde bulunan ‘‘Ana Britanica’ ansiklopedileriydi. Bir hayli yer kaplayan bu ansiklopediler tek dostumuzdu. Bazen de üzerine inipçıkıp step tahtası görevini görürdü ‘Ana Britanica’larımız. İnternetin hayatımıza girmesiyle bu ansiklopedilerin bir kısmı doğuya sürüldü, bir kısmı da köy okullarının sobalarında yakacak oldu. Asıl garip olan da ne biliyor musunuz? “Biz şanslıyız, çünkü bakacak kaynaklarımız var; bizden önceki dönemlerde bu da yoktu.” diyip kendimizi avuturduk. Gece boyunca ansiklopedide yazılı olan gerekli gereksiz bütün bilgileri el yazısı ile kağıtlarıma geçirdiğimi hatırlıyorum. Ezberci eğitimden ne çektik ama... ‘Şimdiki öğrencilerime bakıyorum’ gibi bir cümle kuramıyorum bile; çünkü onlar zaten Iphone’lu bir dünyaya doğdular. Sonra kendime bakıyorum, ‘O zamanki ben’ ile ‘şimdiki ben’i karşılaştırıyorum. Elimde Ipad gibi mucizevi bir alet var. Kitaplarını ona yüklüyorsun, kelimeye parmağının ucu ile dokunup 1 saniye içerisinde anlamını öğreniyorsun, altını çizip notlar alabiliyorsun. Internet desen parmağının ucunda... Bilinmedik yazar, duyulmadık ülke kalmadı. Google’a yazdığın anda önüne seriliveriyor bilgiler. Teknoloji daha da ileri gitti. Iphone 4S ile birlikte ‘Siri’ geldi, hoş geldi. Siri senin iphone’unun içindeki sekreterin. ‘”Ne haber Siri?” ile başlayan “Benimle evlenirmisin?”e kadar giden saçma sohbetleri bir kenara bırakacak olursak Siri’ye ‘bana otel bul’, ‘kırtasiye bul’, ‘acıktım’, ‘sıkıldım’ gibi cümleler kurman yeterli. Seninle en az annen kadar ilgileniyor, konuşuyor, tavsiyelerde bulunuyor. Siri’nin yaptıkları bununla da kalmıyor, konuştuklarını yazılı metne çeviriyor. İşte insan beyninin mucizeleri... Düşünüyorum da... İnternet ilk çıktığında ‘dial-up’ internetten bağlanırdık, ev telefonu meşgul çıkardı. Arayanlar ulaşamaz, delirirdi telefon başında. İlk sosyal paylaşım sitelerinden biri olan ‘Yonja’ya sadece 5 resim yükleyebilirdin. Hotmail’in Messenger özelliği çıktığı zaman çok mutlu olmuştuk. Saatlerce dostlarımızla konuşurduk MSN’de. Şimdiki WhatsApp mesajlaşma uygulaması gibiydi. O günlerde biri Kasım 2012 İrem Uzunhasanoğulları bana ‘telefonunu şarkıya doğru tut, sana şarkının adını söyleyecek’ deseydi, böyle bir hikâyenin Star Wars’ta geçtiğini sanırdım. Ya da ‘Youtube denilen bir sitede eve yeni aldığın bir kahve makinesini nasıl çalıştırabileceğini, evde nasıl cheesecake yapabileceğini gösteren videolar var’ deseler inanmazdım. New York’a gitmeden şehir haritasını cebime indirmem, kamerayla dünyada adım atılmadık sokak bırakmamam da eskiden olabileceğine olanak vermediğim şeylerden bazıları. Eskiden tatile gittiğinde ya da bir toplantı sırasında bir insanla tanıştığında onun telefonunu alır, sonra bir daha aramaz ve o kişiyi unuturdun. Şimdi öyle mi? Facebook varken mümkün mü hayatından insanları çıkarıp atmak? Hayatına giren kişi hayatında kalıyor. Artık daha sosyal, daha güçlü ve daha bilgiliyiz. Kitaplarımın kaplanmasını seyrettiğim günden bu yana tüm sosyal yaklaşımlarım, hayatım değişti. Hayır asosyal değil, aksine daha sosyal olduk. Hepimiz değiştik. Teknoloji ile haşır neşir oldukça sınıfta da daha iyi ilerliyor dersler. Öğrencilerle frekansı tutturuyorsun böylece. Oysa oturup anlatsam onlara benim annem defterlerimi kaplardı diye acaba anlarlar mı? Bir kaset ve bir kalem resmi koysam yan yana, aralarındaki bağlantıyı sorsam bulabilirler mı? Bulsalar da ne fark eder ki? Günü yakalamaya bakalım biz iyisi mi? Üzerimize bir yağmur gibi yağan teknolojinin esiri olmak yerine onu kendimize esir etmeye bakalım. TEKNOLOJİ 31 Senin Uygulaman Hangisi? İcat edildiği 1973 yılında, bir kilogram ve yirmi iki santimetre uzunluğunda olan cep telefonları, yaklaşık kırk yıllık bir süreç içerisinde inanılması güç bir değişime ve gelişime uğramıştır. İlk telefonla otuz dakikalık bir görüşme yapmak için bataryasını on saat boyunca şarj etmemiz gerektiğini düşününce bu gelişmeye inanabilirsiniz. O zamandan bugüne, telefonlar hafifleşmiş, incelmiş ve hatta yirmi yıl önce bir telefonun sahip olmasına olanak vermediğimiz özelliklerle donanmıştır. Bu özelliklere telefonlarımızdaki uygulamalar sayesinde erişiriz. İnternet aracılığıyla uygulama mağazalarından, bedava ya da paralı olarak, indirebileceğimiz bu uygulamalar, hayatımızı oldukça kolaylaştırmıştır. Belki bir arkadaş tavsiyesiyle, belki de bir amaç uğruna çeşitli uygulamalar indiririz. Hiç kuşkusuz, hepimizin değişik alanlarda en sevdiği ve en çok kullandığı uygulamalar olmuştur. İşte Robert Koleji öğrencileri içinde yaptığımız bir anketle en çok sevilen ve kullanılan on uygulamayı bulduk: En çok kullanılan on uygulamanın kendi aralarındaki oranlarına göre oluşturulmuş bu grafiği göz önüne alırsak, cep telefonlarının temel amacı olan iletişim, indirilebilir uygulamalar içinde de liderliğini koruyor. Günümüzde, internete neredeyse her yerden ulaşabildiğimiz için çoğu uygulamalar gibi iletişim odaklı uygulamalar da internet bazlı. Sosyal medyayı da kapsayan bu iletişim kategorisi, hem dünya genelinde hem de Robert Kolej’de tüm uygulamalar arasında çok büyük payı elinde tutuyor. Bu uygulamaların başında, eskiden sadece bilgisayarlardan girebildiğimiz, ancak artık cep telefonlarına da taşınan Facebook ve Twitter geliyor. Ayrıca, hızla küreselleşen bir toplumda yaşayan bizlerin ihtiyaç duyduğu iletişim ihtiyacını karşılama da beş yıl önce de aynı şekilde kullanılan normal mesajlaşma ve konuşma da yetersiz kalıyor. Bu yüzden artık grup konuşmalarına izin veren ve yurt dışındaki tanıdıklarımızla kolaylıkla iletişim kurabilmemizi sağlayan, yine internet bazlı, uygulamalar tercih ediliyor. Bu uygulamaların başını da WhatsApp, Skype, BlackBerry Messenger(BBM) ve Viber çekiyor. Hali hazırda telefonlarımızda bulunan mesaj ve telefon servisleri yerine yeni uygulamalar indirirken, aynısını kameralara da yapmazsak olmaz. Bu kamera uygulamalarından en bilineni ve en çok kullanılanı şüphesiz ki Instagram’dır. Instagram bazı insanların tepkisini alırken diğerleri Instagram’ı sevmiş ve benimsemişlerdir. Herkesin sevmek ya da sevmemek için oldukça farklı nedenleri olabilir; ancak bu durum bahsedilen uygulamanın çok kullanıldığı gerçeğini değiştiremez. Instagram tek bir fotoğrafa değişik filtreler ekleyebilirken, daha değişik özelliklere sahip olan CamWow’un ve birden fazla fotoğrafı durmaksızın çekmeye olanak sağlayan Popbooth’un da kullanıcı kitlesi geniştir. Hızla küreselleşen bir toplumda yaşadığımızdan bahsetmiştim. Böyle bir toplumda yaşarken ve birden fazla dil öğrenirken en çok ihtiyacımız olan uygulamalardan biri de sözlüklerdir. Eskiden bir kelimeyi bulmak için sayfaların arasında kaybolmamız gerekirken, artık o kelimeyi yazmamız ve bir tuşa basmamız yeterli oluyor. O bir tuşa basmamız ile çok kısa bir bekleme süresinin ardından aradığımız kelimenin değişik anlamlarını, hatta cümle içinde kullanımlarını bile bulabiliyoruz. Bu dilden dile çeviren sözlükler dışında, son on yıl içerisinde değişik sözlükler müzik dinleyebildiğimiz uygulamaların başında YouTube geliyor ki bunun sebebi de Türkiye’den ulaşılabilen nadir müzik uygulamalarından biri olmasıdır. Zaman zaman bakanlıklar tarafından yasaklanıp kapatılsa da hepimiz YouTube’u seviyoruz. Son yıllarda telefonlarımızın en hızlı gelişen bölümü, büyük bir olasılıkla oyunlardır. İlk başta Snake gibi görüntü bakımından basit oyunlar oynarken, artık çok daha renkli, hareketli ve doğal olarak daha eğlenceli oyunlar oynuyoruz. Bu oyunlarda ise liderliği son birkaç yılda olduğu gibi yine Angry Birds ve serisi elinde bulunduruyor. Angry Birds’ün ardından geçen senenin favorilerinden olan Temple Run ve bana göre Temple Run’ın biraz daha geliştirilmiş versiyonu olan Subway Surf geliyor. Tabii ki bu kategori sadece üç oyunla sınırlı değil, diğer popüler oyunlar arasında LogosQuiz, Tap Tap serisi, Plants vs. Zombies, Pictureka ve Doodle Jump’ı örnek gösterebiliriz. Ankette dikkat çeken bir diğer kısım ise, kızların çoğunluğu oyun oynamayı tercih etmezken, erkeklerin çoğunluğu telefondan oyun oynamayı de kuruldu. Bu sözlüklerde bir konu hakkında hem olumlu hem olumsuz tüm halkın görüşlerini öğrenebiliyorsunuz. Ekşi Sözlük, Uludağ Sözlük ve İtü Sözlük en çok tercih edilen sözlüklerdir. Örneğin bir konuyu öğrenmemiz gerekiyor; ancak internette o konu hakkında pek fazla bilgi yok, o zaman bir sözlükte o konu hakkında yazılanları okumamız çoğu zaman bize yeterli bilgiyi sunacaktır. Müzik, dünyadaki birçok düşünüre göre insanı tamamlayan unsurların başında gelir. Bunu içgüdüsel olarak bilen insanlar, yani biz, müziği hayatımıza yakın tutmaya çalışırız. Eskiden bunu walkman’ler ile yaparken, artık ya direk cihazlarımıza yüklüyoruz ya da indirdiğimiz uygulamalar sayesinde dinleyebiliyoruz. Anket sonuçlarına göre seviyor. Bu da bilgisayarlardan telefonlara geçen bir alışkanlık olsa gerek. İlk 10 uygulama dışında da Robert Kolej öğrencileri tarafından kullanılan uygulamalar var, bu uygulamaların başında iBooks ve Newsstand geliyor. Ayrıca, bazı öğrenciler BBC gibi haber kanallarını da telefonlarından takip ettiklerini belirttiler. Bu durum, Robert Kolej öğrencilerinin derslerinin yanı sıra, dünya gündemi’ni de takip ettiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Öğrenciler, okul e-postalarının yanı sıra gmail uygulaması ile diğer e-posta adreslerini de kontrol edebiliyorlar. Google’ın diğer uygulamaları olan Google Maps ve Google Chrome da çoğu kişi tarafından Apple Maps ya da Safari yerine tercih ediliyor. Kasım 2012 Köprü Mert Düşünceli Çok kullanılmayan, ancak çok yararlı olduğunu düşündüğüm iki uygulamayı da sizlerle paylaşmak istiyorum. Birincisi, “Nerde Bu Otobüs?” adlı uygulama, bu uygulama IETT için geliştirilmekte olup birçok bilgiyi bize sunmaktadır. Bana göre bu bilgiler içinde en önemlisi, belirlediğimiz durağa belirlediğimiz otobüsün gelmesine kaç dakika kaldığını gösteren kısımdır. Bu kısım bizi, özellikle trafiğin kalabalık olduğu saatlerde zaman kaybından kurtarabilir. Önereceğim ikinci uygulama ise Swackett, bu uygulama sabah, akşam ve ertesi gün olmak üzere üç farklı hava durumunu oldukça basit bir biçimde bizlere sunuyor. Nem, rüzgâr ve diğer etkenler yüzünden değişikliğe uğrayan hava sıcaklığını da hissedilen sıcaklık adı altında öğrenebiliyoruz. Bu uygulamayı diğer hava durumu uygulamalarından ayıran özellik ise bize farklı durumlarda neler giyebileceğimizi öneriyor olması. Ayrıca, yeni yerleri kolaylıkla ekleyebilme özelliği de uygulamayı geliştiriyor; ancak uygulamanın en iyi yanı hava tahmininin her zaman doğru çıkıyor olması. Telefon icat edildiği zaman, yarım saatten uzun bir telefon görüşmesi yapmak bile bir hayal olarak görülürken, günümüzde o işten kat kat daha karmaşıklarını hiç zorlanmadan yapabilen telefonlara sahibiz. Bu telefonlara değişik uygulamalar indiriyoruz, inceliyoruz, beğenmezsek siliyoruz, sıkılana kadar o uygulamayı kurcalayıp sıkılınca onu da siliyoruz. Daha sonra yeni uygulamalara geçiyoruz. Bu döngü sonsuza kadar böyle sürecek gibi geliyor. Belki de öyle olacak, bunu zaman ilerledikçe beraber göreceğiz. O zamana kadar ise, ellerimizde bu kadar yetenekli cihazlar varken onları boşa kullanmak yerine yararlı işler için kullanalım. HABERLER 32 Öğrencilerin Telefon Seçimleri Uzun bir araştırmadan sonra İsviçre Bilim adamlarıyla beraber okulumuzun sosyal telefon hattına ulaştık ve birkaç soruya cevap bulduk. İşte o sorular ve merak edilen cevapları: Okulumuzda telefon kullanmayı bilmeyen ya da kullanmayan öğrenciler hâlâ var mı? Okulumuzdaki öğrencilerin çok büyük bir kısmı telefon kullanıyor, diğer kısmı ise telefonlarını okulda kullanmamayı tercih ediyor. Ama genel olarak herkes, iyi kötü bir telefon kullanıyor. En çok tercih edilen telefon markası nedir? Bu sorunun cevabı genelde yeni bir telefon çıktığı zaman hemen değişiyor, ama şu anda telefon liderleri Blackberry, iPhone ve Samsung gibi gözüküyor. Özellikle temsilcileri Samsung Galaxy S II, iPhone 4s(ya da 4) ve Blackberry Torch’un buna katkısı çok fazla. Aralık sonuna doğru tercihler nasıl değişir? Kasım aralık aylarında Samsung S III kullanımı artacak gibi gözüküyor çünkü neredeyse rakipsiz denilebilir. Olabilecek tek rakip Iphone 5 ve o da aralık ortasına doğru Türkiye’ye gelecek ve benim düşünceme göre yeni bir telefon olduğu için bir sürü hatayla beraber gelecek. Peki, bu okuldaki iPhone kullanımını etkileyecek mi, tabii ki de hayır. İsterse Apple iPhone 5’i iPhone 4S le aynı yapsın (ki zaten farklı olduğunu söylemek şu an çok zor) iPhone’ un bir kitlesi var. iPhone, 1998 model telsiz telefonlardan yapsa bile yok satar. Sebebi çok basit, kuzu (ya da diğer adıyla öğrenci) psikolojisi. Bize göre hangi telefon en iyisi? farklarını incelerken telefonları karıştırmışım, cebime atmışım, neredeyse hırsız oluyordum. O kadar az yani farkları. Teknolojik dilde bolca özelliği arttırılmış olabilir de ana özellik olarak bir tek boyu uzamış. Boyu için telefon alacaksanız zaten kesinlikle Samsung Notte II’yi alın. Neredeyse iki katı (6 inç). Elinize sığar mı bilmem ama. Bir yandan da hiçbir yeni çalışması olmamasına rağmen Blackberry’lerde her zamanki gibi inanılmaz bir yükseliş içinde. Bunun tabii ki de en önemli sebebi (hatta tek de olabilir) Blackberry Messenger. Onun dışında Galaxy S3 ya da iPhone 5 ile ne dokunmatiği yarışır, ne hızı ne de çözünürlüğü. Ama mesajlaşmasıyla o kadar önemli ki Robert öğrencileri için, herkes bir tane alıyor. Sonrada pişman oluyor Çok zor bir soru. Bu soruyu cevaplamak ya da olmadığını zannediyor.(Benden için önce bir iPhone 5’imizin olması söylemesi) gerekiyordu, biz de (İsviçreli bilim adamları ve ben) Amerika’ya gittik. Bir aralar Nokia vardı, ne oldu o? Hemen bir tane inceledik, araştırdık, soruşturduk. Sonuç mu, 4S imle Onun sahipleri çok mutlu ya, Kaan Cemil Doğusoy zamanında 3310’dan kazandıkları paralarla hâlâ en zengin teknoloji markalarından biri. Bir de makul sayıda müşterisi var. Yeni telefonlarında Windows 8 Phone işletim sistemi olacakmış, ama ne kadar etkili olur bilinmez. Başka telefon yok mu, herkes aynı şeyi mi kullanıyor? Yok, aslında HTC var, Sony Ericsson var, LG var, Motorola var, var da var. Ama kullanan sayısı bir elin parmağını geçmez. Çok da geçecek gibi gözükmüyor. iPhone ’un bir ismi, Samsung’un teknolojik gücü, Blackberry’nin de mesajlaşma sistemi olduktan sonra,diğer markaların bunlara rakip olması pek mümkün değil. Adölesan Nostaljisi En sevdiğim zaman öldürme aktivitelerinden biri, 90’lar Türkçe Pop kliplerini açıp saniye saniye “N’apıyor bu adam?” analizi yapmak, tasolu, sanal bebekli günleri anmak. Bunu büyüklere söylediğimde “90’lardan nostalji mi olur, nostalji dediğin 60’lar, bilemedin 70’lerdir.” tepkisiyle karşılaşıyorum. Ama bizim kuşakta “Şöyle bir 10 yıl önce doğmuş olsaydım!” diyen tek kişi olmadığımı biliyorum, hissediyorum! Her sayıda birkaç 90’lar kültünü inceleyeceğim. Böylece Çelik “Ateşteyim” klibindeki bandanasıyla, Gençkan klasik gitarla 30 saniye boyunca elektro solo attığı klibiyle, Serdar Ortaç Mickey Mouse’lu pantolonuyla, anneler “Büyüyünce de Yiğit Özgür’ün Karikatürü giyersin.” diye aldıkları 3 beden büyük pantolonlarla bize ne mesaj vermeye çalışıyordu, belki daha iyi anlayabiliriz. 90’lar anlaşılmayı bekleyen bir efsane adeta. Neyin kafasında olduğunu anlayamadığımız klipler dolusu insanın sırrı, bu köşede ele alınacak. Ruhsar: 90’ların tam ortasında dünyaya gelmiş bir insan olarak, televizyona dair en eski anılarım 1998’de yayınlanmaya başlamış Ruhsar dizisine tekabül ediyor. Günümüzde hala devam eden birbirinin kopyası hokuslu pokuslu, abralı kadabralı dizileri Ruhsar’a borçluyuz. Ruhsar’ın jeneriği kaç gece kabuslarıma girdi, haddi hesabı yok. Önce Mazhar’la Ruhsar’ın tanışması anlatılır, sonra Ruhsar ölür. Mazhar Ruhsar’ın mezarına bir gül diker, fakat toprak gülü içine çeker ve gül yok olur. Üstüme iyilik sağlık. 3 yaşındaki insana bu yapılır mı? Ha, hala da anlamış değilim o ayrı. Ruhsar alttan gülü mü çekiyor, “O artık toprağın Köprü altında değil Gözüm (Göğsüm veya Gönlüm de olabilir, o kadının adını hiçbir zaman anlayamadım) Abla’nın yanında, o yüzden bu gülü buraya dikmenin bir anlamı yok!” mesajı mı verilmeye çalışılıyor bilmiyorum. Jenerikteki bir diğer korkunç öge ise, kuşkusuz, kendi kendine halay çeken pantolon. Böyle bildiğin içinde insan olmayan pantolon ayakta, döktürüyor. Komünist reklam şirketi yöneticisi, Kanka Müfit, başlarda normal bir karakter olarak girip reytingleri artırmak uğruna “aptal sarışın” klişesine uydurulan nöbetçi gelin Reyhan, yüzünü görmek nasip olmasa da her bölüm adı geçen “Ruşen amcanın oğlu Sedat” diziyi yağmur yağınca kocasının yanına gelebilen ölü Ruhsar’dan bile daha gerçeküstü kılan zamanının ötesinde fantastik karakterler. Okayi yamaşita kombamba kombamba: Evet, yanlış duymadınız, okayi yamaşita kombamba kombamba da 90’lar efsanelerinden. Bir şarkı vardı hatırlarsınız, hatırlamasanız da sonradan bir şekilde duymuşsunuzdur: 8.15 vapurunda, onu gördüm karşımda. Kasım 2012 Sıla Küçükosmanoğlu Dizlerimi titrettim, aşık oldum galiba... diye devam eder. “Ah bir baksa uzunları yaksa” ifadelerini, klipteki egzotik dansları bile arka planda bırakan bir giriş bölümü var şarkının. Bir grup kalın sesli erkek, koro halinde “okayi yamaşita kombamba kombamba” diye bağırıyor. Ama NEDEN! Duyanlara caps lock açtıran bu anlamsız, ince sesle Japoncavari, kalın okuyunca hiçlik ve “Ben neden dünyaya geldim?” sorgusundan başka hiçbir his uyandırmayan bu haykırış, 18 yıl sonra kendinden bahsettiriyor ya, ne bileyim, öyle işte... Bir sonraki sayıda görüşmek üzere, mutlu kalın, esen kalın. Dip not: Yiğit Özgür’ün Uykusuz’da bununla ilgili bir karikatürü vardı, anlatsam komik olmayacak, Google’a yazın çıkar: “Mikail yomaşita kombamba” HABERLER 33 Robert Kolej Öğrenci Kullanma Kılavuzu Fırından yeni çıkmış, mis gibi tüm soruları da doğru yapıp tam puanı da kapmış, kaydını yeni yaptırıp oyunda daha yeni bölüm atlamış, son model bir Robert Kolej öğrencisi…. Biliyorum, garip bir tür, dünya üzerinde onlardan fazla da yok. Bu dünyanın o yeni parçası hemen Gould Hall’un kapısında resmini çektirip, sosyal paylaşım ağlarında her karesini paylaşmıştır yeni habitatının. Hangi liseye kayıt yaptırdığını soranlara da alçak gönüllü gözükmeye çalışan ama “Tam da bunu sormanı bekliyordum.” diyen garip bir gülümsemeyle “Robert Kolej” deyiverir. Daha başına neler geleceği konusunda en ufak bir fikri bile yoktur. “Robert Kolej” öğrencisi olmanın ne olabileceğini hayal eder ve öteye geçemez. İşte bu aşamada Marsça, İngilizce, Türkçe, Robertçe ve istediğiniz başka bir galaksi dili seçenekleriyle yaratılmış, elektronik “Robert Kolej Öğrencisi Kullanma Kılavuzu” devreye girer. Biliyoruz, istisnalar var. Aslında her insan yavrusu birbirinden farklı ve genelleme yapmak çok saçma ama bu da bir gerçek ki insanoğlu her ne kadar genellemelerden uzak durması gerektiğini bilse de genellemelerden elini eteğini çekemez. Neyse, lafı çok uzattık. Yüz ellinci baskı “Robert Kolei Öğrencisi Kullanma Kılavuzu”nun ilk sayfalarını açalım. Başına ne gelecekleri bilmeyenler ve başına gelenleri fark etse de “Ne ara oldu bunlar bana be arkadaş!” diyenler için bölüm birden yani “Bir Robert Kolej Öğrencisinin Nasıl Tanırsınız?” sorusunun cevaplarına bakalım. Öncelikle dış görünüşten ve gereksiz, (doğruluk yüzdesi öyle pek de dudak uçuklatamayan) maddelerle başlayacağız. Amacımız, okurların hayal gücünde bu canlıların nasıl gözüktüklerini şöyle bir yaratıvermek. Maddeler yazının son noktasına yaklaştıkça daha da doğruluk yüzdesi yüksek genellemelere dönüşecek ve sonda “Eveeet! Doğru!” demenizi umduğumuz maddeleri paylaşacağız. Öyleyse madde 1: Robertlilerin ulusal çantası Eastpak’tir. Sayın okurlar, Eastpak çanta mı almak istiyorsunuz. Pamuk ellerinizi akrepli ceplerinize götürmeye hazırlanmadan önce Robert Koleji şöyle bir ziyaret etmenizi öneririz. Her renk her model Eastpak çantanın sırtta nasıl çoğunlukla erkek olmalarını bu madde durduğunu kendi gözlerinizle görüp, açıklar.) Pınarnaz Eren daha sağlıklı kararlar verebilirsiniz. “Eastpak’e bak. Çantaya bak çantaya. Çok mu çok olmuş bunlar!” dedirtecek derece bir zarafetle Eastpak’ini taşıyan Kolej öğrencisidir. öğrenci vardır ya, o Robert Kolej Bu deneyim anlatılmaz. öğrencisidir. Ayrıntılı bilgi için bir Robert Kolej öğrencisine başvurunuz. Madde 2: Robertliler meyve adı markalı telefonlar kullanırlar. Madde 7: Robert Kolej öğrencisi Dünyaca ünlü, doğa “Robertçe” konuşur. dostu meyve adı markalı telefonlar http://24.media.tumblr.com/tumblr_ Robert Kolej kılavuzumuz Türkiye’de ilk Robert Kolej de tanıtılır. mbwnveE3dx1rbcaafo1_500.jpg gibi çok dillidir. Koridorun her köşesinde Eastpak’inden meyve markalı bir çanta farklı dillerde konuşmalar yaşanır. çıkartıp okul iletilerini kontrol eden bir Ulusal saatini koridorlardaki koca beyaz öğrenci fak ettiyseniz, o öğrenci Robert Madde 4: Işınlanabilen öğrenci Robert saatlere göre ayarlayan Robert Kolej Kolej öğrencisidir. Hele ki meyve adı Kolej öğrencisidir. halkı, dilde çokluğun yaratabileceği markalı telefonunu kulağına yaklaştırıp Robert Kolej de öğrenciler, hızla değişen sorunları Robertçeyi yaratarak da “Mr. … var ya, tekrar kağıdını ödev dünyanın hızına ayak uydurabilen çözmüştür. Bu dilde hesap makinesi “TI” vermişti, ödevimi yaparım check etmez, bireyler olarak yetiştirilirler. 5 dakikada demektir. Küfürler “F” ile başlar. “Bıktım, bugün check edeceği tuttu. “ diyerek tamamlanması gereken zorunlu kaçacağım buralardan. Into the wild, sayıklayan bir öğrenci görüyorsanız göçlerini başlatan zili duyarlar. Önce yani” gibi deyimler vardır. Birilerine fazla Robert Kolej öğrencisidir. Muhtemelen bir dolaplarına uğrarlar, kantine gidip miktarda not gönderenlere “Stargirl”, telefonun diğer ucunda da başka bir abur cubur yerler. “Daha 3 dakika insanları “phony” bulanlara “Holden” Robertli vardır.( “Robertçe” hakkında var ya, dur muhabbet ediyorduk denir. “Çok nice olmuş bu, akars.” , “Ne daha fazla bilgi için bakınız: bölümün işte.” diyerek aralarında konuşmaya gereksizdi bu, to kill a mockingbird sonları.) başlarlar. Daha önce de bahsettiğimiz olmuş artık.” “Obaa, Robert stayla!” Robert dilinde hızlı hızlı bir şeyler “Homeroomda sleep mode” “CIP saatin anlatırlar birbirlerine ve 5 dakikanın kaç?”gibi deyimlerin daha ayrıntılı bitmesine 1 dakika kala gözden açıklamaları için Köprü Yayınlarının kaybolurlar. Sınıfa ışınlanmışlardır “Altın Robertçe Sözlüğü”nü “dowload” bile. edebilirsiniz. Çok “nice” olur! Madde 5: Öğle arası sıraya kaynayan ya da ödev yapan öğrenci Robert Kolej öğrencisidir. Robert Kolej’in genişletilmiş iç hacminde her öğrenci tam taze ve dalından yeni kopartılmış gibi http://cdn.hypebeast.com/imkalmalıdır. Taştan binalar ısı geçirmez age/2008/10/eastpak-check-backpack-1.jpg ve bu sebeple öğrenciler uzun ömürlü olur. Yeni “Aralıksız Ödev” teknoloji ile Madde 3: Kış mevsiminde 4x4 yol uyuyup mayışmaları da önlenir. Bu yeni tutuşlu Hunter çizmeler giyen öğrenci teknoloji ile öğrencilerin tüm günleri Robert Kolejlidir. yapılacak ödevlerle ve çalışılacak Coğrafya Dünya gezegeninde sınavlarla ve zaman ayırılacak sosyal üzerinde çalışılan bir bilim ve bu bilimle aktivitelerle doldurur. Öğrenciler öğle uğraşanlarında bildikleri gibi doğa ve araları bile sıra bekleyerek zaman insanoğlu sürekli bir etkileşim içindedir. kaybetmeye dayanamazlar ve böylece Robert Kolej yerleşkesi yokuşludur, ya sıraya kaynarlar ya da önce gidip karda, kışta okul kapısını bulamazsınız ödevlerini bitirip sonra boğazlarından eğer önlemini almazsanız. Robert Kolej sıcak lokmalar geçmesine izin verirler. öğrencileri de karda kışta, tam yol tutuşu için Hunter çizmelerden vazgeçemezler. Madde 6: Okuldaki köprülere rağmen (Bu çizmeleri kullananlar çoğunlukla kız İstanbul trafiğini cebinden çıkaran bir öğrencilerdir. Öğretmenler asansörünü trafikte hayatta kalabilen ve gideceği meşgul eden kırık bacaklı öğrencilerin yere yetişebilen insan evladı Robert Kasım 2012 Köprü Bölümümüzün sonuna gelmişken belirtelim: Her ne kadar Türkçe zümresinin derslerde öğrencilere aktarmak istediği “Türkçeyi koruma” bilincinin önemi tüm bireyler tarafından kabul edilse de şu da inkar edilemez ki o güzelim yerleşkenin çok hücreli ve düşünebilen, çantalarıyla ışınlanan canlılarının kendilerine özgü bir kültürleri var. Bulundukları ortama adapte oldular ve sonunda “Wopppa Robert Stayla” yaratıldı diyelim öyleyse. http://www.fadonet.net/wp-content/ uploads/2010/09/iphone-4.jpg 34 HABERLER İkizler Hakkında Yanlış Bildikleriniz ve Bilmedikleriniz Öncelikle şunu söylemeliyiz ki, yazımızın konusu hakkında çok kez karar değişikliğine gittik. İkimizin de ayrı ayrı fikirleri vardı ancak bir türlü bir konuda uzlaşamadık. Birkaç kişiden fikir aldıktan sonra Sıla Küçükosmanoğlu sayesinde en eğlenceli ve değişik konuyu bulduk: ikizler hakkında yanlış bilinenler ve bilinmeyen gerçekler. Günümüzün en zor işlerinden biri olan ikiz olmayı bugün çok fazla insanın yaptığını göremiyoruz. Herkese göre bir iş değil. Sadece seçilmiş olanlar ikiz olabilir. Tabii ikiz olmadığınız için kendinizi kötü hissetmenizi de istemeyiz. Sadece arkanıza yaslanın ve aklınızın ucundan geçmeyecek gerçekleri öğrenmeye hazırlanın. İkizleri yan yana görünce herkesin aklına ilk gelen soru, birine fiziksel bir kuvvet uygulandığında diğerinin de bunu hissedip hissetmeyeceğidir (‘Gora’ filminde olduğu gibi). Tabii ki aramızda kuvvetli bir bağ olduğu doğrudur ama bu illa da fiziksel olmak zorunda değil. Hatta tam tersine psikolojik bir bağ olması daha mümkün. Aslında düşünüyoruz da… İkizinin hissettiklerini hissedebilmek de çok mümkün değil gibi. Belki de düşündüğümüz kadar özel değilizdir. Şaka yapıyoruz, tabii ki özeliz. Evet, konumuza dönersek, bir başka merak edilen konuysa telepati. İkiz telepatisi var mı? Bu sorunun cevabı telepatiyi nasıl ele aldığınıza göre değişir. İngiliz bilim adamı Francis Galton*’a göre ikiz telepatisi kesinlikle vardır. O; telepatiyi aynı sorulara aynı cevapları vermek, aynı tepkilere sahip olmak ya da aynı anda aynı şarkıyı söylemek gibi davranışlarla ele almıştır. Francis Galton’ın telepatiyi ele alışına göre telepati vardır diyebilirim. Küçüklüğümüzden beri sorulan sorulara aynı cevabı ya da şaşırdığımız bir olaya aynı tepkiler verdiğimiz zamanlar çok oldu. Bir keresinde, sinemadayken filmi izlediğimiz sırada bir dövüş sahnesinde aynı anda birbirimize bakıp aynı şeyi söyleyip gülmüştük. Zaten bu her beraber filme gittiğimizde başımıza gelen bir şey. Çoğu kişi birbirimizden uzak olduğumuzda birimiz üzgün olduğunda diğerimizin bunu hissedip hissedemediğini soruyor. Üzülerek söylüyorum: Böyle bir şey hiç olmadı. Bunu merak edip ben de bu konuda küçük bir araştırma yaptım. Dr. Glay Playfair**’in araştırmasına göre tek yumurta ikizlerinin %30’unda telepatik bağ gözlenmiş. Bugüne kadar tam bir telepati anını yakalayamadık ama artık ileriye bakacağız, elbet bir gün bize de böyle telepatik bir bağ görmek nasip olur… Hiç ailecek yemek yiyorken annenize ya da babanıza ‘Peçete ver.’ demek yerine ‘ıııh’ sesiyle birlikte elinizle peçeteyi işaret ettiğiniz oldu mu? İşte biz de böyle küçükken sadece bizim anlayabildiğimiz yansıma sesler, tek tük kelimeler ve el-kol hareketlerinin olduğu bir dil geliştirmişiz. Annemin söylediğine göre konuşmayı sökmeden hep bu dili kullanıyormuşuz. Bu konuda pedagog Güzide Soyak’ın yaptığı araştırmaya göre gerçekten de ikizler genellikle kendi aralarında bir dil geliştirip uzunca bir süre bu dili kullanıyorlarmış; hatta bu nedenle çoğu ikizler normal çocuklara göre geç konuşuyormuş.*** Gerçi, bizde böyle bir şey yaşanmadı. Şimdi ise değinmek istediğimiz konu ezelden beri süregelen ve ikizleri “ikiz” yapan şeyin ne olduğu tartışması. Bu soruyu cevaplarken genelde çirkin YGS soruları gibi iki şık arasında kalınıyor: “yaradılış ve çevresel etmenler”. Bazı bilim insanları için bu basite indirgenmiş bir DNA benzerliği sonucu iken, diğerleri işin içine çevresel koşulları da katar. Bu iki tip bilim adamını kendi hayatımıza uyarlamak gerekirse ilk tipi bizi yakından tanımayan ve sadece merhabalaştığımız insanlara benzetebiliriz. Zamanında bizi gördüğünde “Bunlar aynı ya…” ya da “iki tane aynısından işte” diyen bu kişilerin sayısı yadsınacak gibi değildir. Öbür taraftan bizimle sürekli iletişim halinde olan ve birçok özelliğimizi kavramış olan arkadaşlarımız arasından “kesinlikle çok farklılar” ve “gülüşleri hatta bakışları dahi farklı” diyen arkadaşlarımızın sayısı da oldukça fazladır. Bu konuda hangi yaklaşım daha doğrudur gibi bir kıyaslama yapmak gerekirse, bilim dünyası, bizim arkadaş seçimlerimizde bizi daha iyi tanıyan arkadaşlarımızı yeğlediğimiz gibi, çevresel koşulları ikizlerin gelişimine dahil eden bilim adamlarının yaklaşımını daha rasyonalist ve gerçeğe Köprü yakın bulmaktadır. Fakat okuyucunun bizim tek bir görüşü savunup genelleme yaptığımızı düşünmemesi için size bundan yaklaşık otuz dört yıl önce gerçekleşmiş bir buluşmadan bahsetmek istiyoruz. Ancak bu buluşma öyle sıradan bir buluşma değil, tam tamına otuz dokuz yıl sonra doğuştan ayrılmış olan Jim Lewis ve Jim Springer ikizlerinin ilk buluşması. Her ne kadar başta birbirlerini yadırgasalar da kısa zamanda birçok ortak özelliklerinin olduğunu fark ediyorlar. Aslında ikisinin de çocuklarının adı James Allan, ikinci defa evlendikleri eşlerinin adları Linda, dahası iki ikizin de Florida körfezi sahilinde tatil yapması ortak özelliklerinden bazıları.. Evlat edinilmeleri sonucu iki farklı koşulda yetişmiş birbirinden farklı ikizler aslında temel olarak aynı hayatı yaşamış.[1] Öbür taraftan biz de dahil olmak üzere daha pek çok ikiz tam olarak aynı koşullarda yetişmesine rağmen çok farklı özelliklere ve ilgi alanlarına sahip oluyor. Mesela ben daha çok sporla ilgiliyken, Beste daha çok sanat derslerinden zevk alır ve hareket etmeyi benim kadar sevmez. Her ne kadar biz de aynı yumurtadan iki farklı birey olarak gelişmiş olsak da çok farklı iki kişiliğe sahibiz. 2005’te Alabama Üniversitesi tarafından ikiz genomu üzerine yapılan araştırmalar da çevresel etmenlerin aslında önceden gelen bir genetik temel üzerine kurulduğunu kanıtlıyor. On dokuz çift ikiz üzerinde yapılan çalışmalara göre ikiz gruplarından alınan örneklerde gen dizilişleri aynıdır, fakat bazı dizilişlerde genler eksikken, bazılarında fazladan gen grupların rastlanmıştır. [2] Bu araştırma da sanırım nasıl bu kadar farklı ve eşsiz yeteneklerimiz olduğunu size açıklamaya yeter. Sonuç olarak görüyoruz ki ikiz olarak yaratılmak, kendisiyle birlikte çok büyük sorumluluklar ve baskı getiriyor. Örneğin ikizinin ismi söylendiğinde kendini sürekli “belki bana hitap ediliyordur” diye düşünerek bakmaya alıştırırsan, bir zaman geliyor bu yaratılan paradoksun daha da büyümesine neden oluyor ve çevrenizdekiler sizi onları kandırmakla suçluyor. Yani kısacası aynı anda Kasım 2012 Gözde Şentürk Beste Şentürk hem adı karıştırılan mağdur hem de insanların kafasını karıştıran kişi olmayı başarıyorsunuz. En iyisi bu konuyu düşünerek hiç yorulmayın, sadece nerede bir ikiz görürseniz onu anlayacağınıza, koruyup kollayacağınıza dair izci sözü verin. Bu yeterli olacaktır. Kaynakça: *F. Galton, “The History of Twins as a Criterion of the Relative Powers of Nature and Nurture,” Journal of the Anthropological Institute of Great Britain and Ireland 5 (1876), pp. 391–406. ** Powell, Diane H. “Twin Telepathy and the IllusionSeparation.” Media Noetic. N.p., n.d. Web. 2 Oct. 2012. <http:// media.noetic.org/uploads/files/S22_ POWELL_TwinTelepathy_l-r.pdf>. ***Soyak, Güzide. “İkiz Bebeklerle İlgili Merak Edilenler.” Ikiz Bebeklerle Ilgili Merak Edilenler. Sağlıklı Hayat, n.d. Web. 13 Oct. 2012. <http://www. sagliklihayat.net/bebek-bakimi/ ikiz-bebeklerle-ilgili-merak-edilenler. html>. [1] Choi, Charles Q. “Identical Twins’ DNA Varies.” LiveScience.com. N.p., n.d. Web. 17 Oct. 2012. <http:// www.livescience.com/4833-identicaltwins-dna-varies.html>. [2] TWINsource. “Twins Separated at Birth.” Longwood Home Page. N.p., n.d. Web. 16 Oct. 2012. <http://www.longwood.k12.ny.us/lhs/ science/mos/twins/jimtwins.html>. LAPTOP DOSYASI 35 Boynu Bükük Defterler ve Laptop Şu 10 yıllık okul hayatımın en heyecanlı zamanları hep o kitap, defter, kırtasiye alışverişi oldu. Siz bana “Haydi gel Kabalcı’ya gidiyoruz” diyin, benim içeri girip bir öğrencinin üç yıllık ihtiyacını karşılayacak malzemelerle dolu poşetlerle çıkmam yarım saatimi alır. Hala da bu konuda biraz hassasım, notların defterde kalması gerektiğine inanırım, her dersten önce bugün hangi renkle başlık atsam diye düşünürüm. İster hala kurtulamadığım bir 11 yaş takıntısı diyin, ister binlerce renk Stabilo dolu kalem kutularınızla bana hak verin, bir gerçek var ki bu değişmiyor. Defterler, yavaş yavaş sıralardan kayboluyor. Ödevler internet üzerinden veriliyor, yazılar bilgisayarlarda yazılıyor. Benzer bir sistem okulumuzda da başladı geçen yıl, tam da benim dönemime denk geldi. Okulda laptopların kullanılacağını ilk öğrendiğimde şaşırdım, çünkü daha önce hiç okula bilgisayarla gitmemiştim. Yapamadık. Laptop kullanmaya başladığımız ilk gün, hoca istersek notları bilgisayarda alabileceğimizi söyledi. Tüm havalılığımla her maddeyi ayrı bir renk yaparak gerekli gereksiz her şeyi not aldıktan sonra, gözüm sıranın kenarında duran emektar defterime ilişti. Seçerken çok zorlandığım, üstünde ne resmi olmalı diye kafa patlattığım, her sayfasına ayrı renk başlıklar attığım, en az 3 sayfasını kalitesiz sanatla doldurduğum defterim, yeni arkadaşım bilgisayarımla beni üzgün bakışlarla izliyordu. O günden beri hiçbir notumu laptopumda almadım, onu sadece proje yazmak,wikipedia ve de (ne yazık ki) google translate için kullandım. Defterlerin gerçekten hisleri olduğunu düşünmemi bir kenara bırakırsak, biz 9’ları ve yeni hazırlık sınıflarını etrafta her omuzda ikişer çantayla kambur bir şekilde yürürken görüyorsanız, bizim Amerikan rüyasına ne kadar yakınlaştığımızı tahmin edebilirsiniz. Elveda bahçede otururken bilgisayarında ödevini neşeyle yapan sarışın kızlar, elveda öğle yemeği sırasında internette öğretici bir video izleyen oğlanlar... Şaka bir yana, bu yeni sistemin getirdiği o kadar çok farklı bakış açısı var ki, bu konuda iyice düşünürsek kimsenin “Bu program bir harika dostum” ya da “Nefret ediyorum istemiyorum bu bilgisayarları” demesi kolay değil. Ben, ne zaman bu program hakkında birisiyle konuşsam fikrim anında değişiyor. O yüzden siz de bu yazıyı okuduktan sonra belli bir fikre sahip olamayacaksınız, özür dilerim. Amacım sadece en başından beri bu uygulamayla iç içe olan bir öğrencinin samimi görüşünü size iletmek. Önce bu laptoplar ve 1’e 1 sistemin bize getirdiği kolaylıklardan biraz bahsedeyim. Birincisi, LAPTOPLARIMIZ VAR. Bilmem anlatabiliyor muyum. Yani yanımızda her zaman kullanılabilen, dünyaya açılan küçük makineler var(benim laptop tanımım), ve okulun her yerinden ulaşabildiğimiz bir kablosuz internet bağlantısı var. Geçen yılın kaç sabahını bir ödevi yaparak ya da bir sunuma rahatlıkla hazırlanarak geçirdim bilmiyorum. Derste bilgisayarım ne kadar işe yaradı, anlatamam. Hele bir de derslerin işlenişi de bu programa uygun olacak hale getirildi, yani bir noktada bu bilgisayarlar illa ki kullanılıyor. Kelime anlamlarına bakmak, hocanın yolladığı bir linkten araştırma yapmak, yazılar yazıp onu tüm sınıfın görebileceği bir yerde paylaşmak, arkadaşlarımın yorumlarına anında ulaşıp onları okumak... Bunların hepsi gerçekten de günümüzün modern eğitim anlayışına uygun değişiklikler. Zaten nesil olarak bilgisayarlarla haşır neşiriz, onları kullanmak çatal bıçak kullanmak gibi doğal ve kolay geliyor. Dolayısıyla bilgisayarlarımız bizi hızlandırdı. Artık her şey daha çabuk halloluyor, bir ödev hemen internetten bulunuyor, bilgisayarda yazılıyor, yazıcılara yollanıyor, çıktı alınıp derse geliniyor. Bilmediğimiz bir şey anında öğreniliyor. Tık tık tık ve bitiyor. Biz de bu kolaylıklara aşık olduk, başlarda ne kadar şikayetçi olsak da eninde sonunda bağlandık çantamızdaki bu ekstra 5’er kiloya. Öte yandan okul bu öğretim sistemine geçmeye çok hazırlıklı. Sınıflar hazır, öğretmenler programlar için kurslara katılıyor, kuralların üstünden dikkatle geçiliyor, öğrencilere etkili kullanım önerileri veriliyor, IT bölümü gerekli düzenlemeleri yapıyor... Kısacası her şey bizim bu sistemden mümkün olan en çok faydayı sağlamamız için ayarlanmış. Verilen bu kadar imkandan sonra, faydalanıp faydalanmamak biraz öğrencinin insiyatifine, biraz da öğretmenin ders işleyiş metotlarına kalıyor. Ders işleyiş metodu demişken, bu yıl sınıfça bilgisayarlarımızı en fazla 5 kere kullandığımızı söylemeden edemeyeceğim. Laptopları her derste yanımızda bulundurmak zorunlu, ama “Zaten kullanmıyoruz, bu sefer getirmiyorum” dediğimiz her sefer de Murphy kanunları devreye girdi , o ders bilgisayarlar lazım oldu. Derslerde bilgisayar kullanma sıklığı Köprü Kasım 2012 bir dersi iyi veya kötü yapmaz, ama sadece farklı hocaları olan öğrencilerin bu sistemden farklı derecelerde yararlanmasına neden olur. Ama okul tarafından belli bir zorunluluk getirilseydi, herkes her ders laptop kullanacak denseydi uygulanması çok daha zor olurdu, dolayısıyla bu konuyu çok büyütmeyeceğim. Geldik mi şimdi olumsuz yönlere. Bir öğrenci olarak bundan söz etmem/ şikayetçi olmam ne kadar doğru bilmiyorum ama bu laptoplar dikkat dağıtıyor. Dürüst olalım şimdi, neler olmuş/kim nereye gitmiş/yeni postlar gelmiş mi/mailim var mı şöyle bir bakıvermek için içimiz gidiyor bazen. Baktık da; yan sekmede işlediğimiz şiiri tuttuk, yazarın biyografisini altta hazır beklettik, o sırada hemencecik bir şeye bakıverdik. Kabul de edelim, 45 derece çok işe yarayan bir uygulama değil.(bilmeyenlere not: hocalar derste dikkatin laptoplardan kendilerine dönmesini istediğinde laptopları 45 dereceye getirmemizi istiyorlar, adı da 45.Hocalar forty five,kırk beş, quarantcing, fünfundvierzig diye bağırıyor kısacası.)Evet, bu öğrencinin kendini kontrol etmesiyle önlenebilecek bir problem. Hatta belki de bir problem bile değil, kurallar ve yaptırımlar bu kadar net belirtilmişken hala devam etmek öğrencinin kendi bileceği iş. Ama, önümüzde bu imkanlar var. İmkan varsa, öğrenci o imkanı kullanır. Ben hala ergenliğin getirdiği kural tanımama kartının geçerliliğini savunuyorum, hocalardan da empati yapıp beni anlamalarını umuyorum. Ayrıca bu laptoplar çok ağır. Hele ki okulun anlaşma yaptığı markayı satın alanlar, bilgisayarı nasıl taşıyacaklarını şaşırıyorlar. Sonuçta bu da bir kitap değil çantaya atamazsın, kablosu var çantası var şarj aleti var... Hele beden günleri düzensiz bir insan olarak çektiğim çileyi ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Kaç gün oldu ben bilgisayarı her yere taşıdım, ama bir kere bile kullanmadık. Bu da benim bu yıl yaşadığım en büyük dolap önü stresi: “Laptopu alsam mı, almasam mı? Ya hoca isterse, ama istemezse...” Bu iç hesaplaşma uzadıkça gözlerin sulanması suretiyle laptop çantaya tıkılıyor, dolap sertçe kapanıp hayatı sorgularken yürümeye devam ediliyor. Düşünürsek, bu sistem daha çok yeni. Robert Kolej, bu sisteme de alışacak, birkaç yıl sonra da bütün okul bu bilgisayarları kullanıyor olacak. Köprü2012 Kasım Ayşenaz Toptaş Öğrenciler de, öğretmenler de kendi yöntemleriyle sistemi uygulamaya başlayacak ve umarım biz de bu sistemin ilk mezunları olarak teşekkür edebileceğiz lise hayatımız boyunca yanımızdan ayırmadığımız, bağlandığımız laptoplarımıza. Bağlanmak. Alın size bir problem daha. Biz zaten bağlıydık bilgisayarlarımıza, telefonlarımıza, müzik çalarlarımıza. Eve gelir gelmez açıp gece uyumadan önce kapattığımız bu bilgisayarlar şimdi bir de okulda yanımızdalar. Yani HEP bizimleler. Ana babamızdan yakınlar bize. Geleceği öyle bir nesil bekliyor ki, hepsinin gözleri ekrana bakmaktan kızarmış, elleri mousepad kullanır pozisyonda bozulmuş... Bu size doğal gelebilir, bana da doğal geliyor. Beni korkutan da bu. Hepimiz bunu biliyoruz, kabullendik bu gerçeği, doğal karşılıyoruz. Bu değil, teknoloji bu demek değil, hayatının %80’ini internette harcayan gençler olmamalı. Epey içimi döktüm bu konuda, meğer ne çok şey biriktirmişim laptopu aç-kapa açkapa , 45, haiku derken... Ama sanırım konu üstündeki kafa karışıklığımı da bir nebze olsun giderebildim. Yine de kesin bir iyi/kötü yargılaması yapamıyorum, ama bunun nedeninin programın tamamıyla iyi veya tamamıyla kötü olmaması. Artılar ve eksiler birbirlerini eşitliyor. Benim görüşüm Türkiye’de bu imkanlara sahip sayılı öğrenciler olarak, elimizden geldiğince bilgisayarlarımızdan ve bu programdan faydalanmalıyız. Fırsat varsa kullanacaksın. Tabii sınırları da bileceksin. Öyle bütün teneffüsler de sınıfta bilgisayara kitlenmiş insanlar görmememiz lazım. Teknolojinin o ısınmış laptop kıvamındaki bilgi, resim, şaka, haber dolu sıcak kollarında kendimizi kaybetmemeli, onu sadece bir araç olarak kullanmalıyız. Defterleri de unutup kalplerini kırmazsak daha da iyi olur.Başaracağımıza inanıyorum. 36 LAPTOP DOSYASI Robert Kolej’in Deney Fareleri Hazırlık yılımızı okuyorken başta hayat çok güzeldi. Türkiye’nin seçilmiş beyinleri olduğumuz için kendimizi bu okuldaki herkesten daha zeki görüyorduk. En önemlisi biz okula öyle bir geldik ki bizim için yenilik yapıyorlardı, bize laptop verilecekti. Herkes eski usul defterlerini taşıyorken biz tam anlamıyla “yeni ve teknoloji” nesline yakışır bir şekilde laptop getirecektik okula. Tabii okula laptopları getirmemiz gerekene kadar birkaç ay geçti ve ben bir ara okula onları getireceğimizi unutmaya başladım. Ama sonunda o beklenen an geldi ve herkes laptopunu okula getirdi, kontroller yapıldı ve anlamadığım bir sürü şey. Artık gayet mutluydum okula laptop getireceğim için, demek ki ne öğrendik, umutlarını çok yüksek tutma ki hayal kırıklığına uğrarsan kendini çok kötü hissetme. Zaten etrafımıza öyle bir bakıyorduk ki hazırlık olduğumuz her şekilde belli oluyordu, şimdi okulda tek bilgisayar taşıyan da biz olunca kendimizi iyice belli eder olduk ancak “Ben hazırlığım” gibi gözükmek istemiyorduk. Dönemimizdeki herkes laptopa kavuştu ve hepimiz artık defterlere gerek yok zannediyorduk ki öğretmenlerin hepsi defterlerimizi getirmemizi istedi. Neyse ki hazırlıkta çantamız çok da ağır olmuyordu çok ödev olmadığı için. Ama asıl rahatsız edici olan, sınıfta yürüyecek yer kalmadı, zannedersiniz ki sınıf kablo doğuruyor, her yerden kablo çıkıyordu, insanlar derste sadece bilgisayarda oyun oynuyordu, tabii öğretmenler kablolara takılıp düşeceklerinden korktukları için yanımıza gelemiyorlardı. Sonuç olarak derste yasak olan ne varsa herkes yapıyordu. İyi de bütün bunlar niye derste kalmıyor anlamıyorum? Oyun oynamak güzel bir şey olabilir ama bari teneffüste oyun oynama, oyununu evinde veya yatakhanede oyna sevgili arkadaşım. On saniyelik bir klasik müzik çalıyor, kimsenin yerinden kalktığı yok, japon yapıştırıcısıyla sandalyeye yapıştırılsalar bile herhalde en azından kalkma çabasında bulunurlardı ama bu çaba bile yok. Sınıftan dışarı dört veya beş kişi çıkıyor bazıları cesaret edebilirse küçük kantine iniyordu, tabii sandalyesinden kalkmaya tenezzül etmeyen arkadaşlar bu zavallı insanın eline “Ay, bana da şunu alır mısın?” diye para sıkıştırıyordu. Maalesef bunu yaşadım, kantine bir kere girince çıkılamıyor, kantinden ayrılırken de elinde bir sürü yemek taşıdığın için herkes sana, bu kız biraz acıkmış galiba diye bakıyor. Bilgisayarın getirdiği yenilikler bitmiyor, normalde kıyafetten, sınıfın huzurunu bozmaktan, ödev ve daha bir sürü şeyden alıkoyma cezası alıyorken işin içine derste bilgisayarla oynarken yakalanma cezası da girdi tabii. Bu sene dolaplarım çok uzak bir yerde, yani dolaba gitmeye vakit yok. Ah, ben de ne yapayım bütün yükümü sırtımda taşımak zorunda kalıyorum. Eve gelip çantamı koyuyorum, üstümden öyle bir “yük” kalkıyor ki kendimi azıcık göğe yükseliyor gibi hissediyorum. En kötüsü ise Gould ve Mitchell merdivenlerini çıkarken arkandan gelen arkadaşın destek için sana tutunurken çantanla geriye düşme heyecanını her beş dakikalık teneffüste yaşamak oluyor. O merdivenlerin sonunda bütün bilgisayar taşıyan zavallı dokuzlar nefesleri tükenmiş, bütün enerjileri bitmiş oluyor. Kantin yine yaşadı, artık herkes yorgunluktan bol bol çikolata alıyor. Evet, çantam çok ağır, her şeyi her yere taşımak durumundayım. Ama bir tek omuzlarıma acımıyorum ki o zavallı bilgisayara da acıyorum. Bilgisayarımı okuldan almadım, açıkçası kendi bilgisayarım duruyorken bir de dokunmatik olacak ve süper esnek bir şekilde ekranı dönecek diye yeni bir bilgisayar almak istemedim. Bu yüzden kendiminkini getiriyorum. Bilgisayarımı ilk aldığımda ona çok dikkat ediyordum, ekranı temiz olacak, tuşların hepsi yerinde ve çalışıyor olacak ve hiç çizik olmayacak diye. Zaten bilgisayar çoğunlukla evdeydi, uzun bir tatile çıkarken ya da çok gerekliyken onu yanıma alıyordum. Şimdi yapışık ikiz gibiyiz. Eskiden, bu kadar içli dışlı olmadan önce, eve gelip onun yüzünü görmeyi çok severdim artık olabildiğince kendimden uzak tutuyorum. Derste neredeyse hiç kullanmadığımız bilgisayardan bol bol ödev veriliyor. Okulda bilgisayar benimle, hatta bazı hafta sonları da benimle, eve gelince zaten ailemden çok onunla bağlantılıyım, yakında kendisini Köprü Kasım 2012 karşıma alıp bugün okulda ne oldu ne bitti hepsini anlatan ana sınıfı öğrencilerine döneceğim. Nasıl olsa o da dönemimizdeki bütün bilgisayarlarla arkadaş, belki onun da bana anlatacağı şeyler vardır. Okulda her derste kullanmasak da bilgisayarımızı açıyoruz, en azından boşuna getirmemiş olalım hissi yaratmak için. Öğretmenler de bazı yazıları bilgisayarda yazmamızı istiyor, sonra hemen “Bilgisayarlar 45 olsun!”,“Ama seninki otuz dokuz derece olmuş biraz daha yukarı kaldır.” diyen matematiksel arkadaşların da kendilerini geliştirmeleri için çok güzel bir eğitim oluyor. Benim gıcır gıcır bilgisayarım okula geldi iki tokat yemiş gibi oldu. Yemekhanedeki çanta koyma yerlerine koyuyorum yere düşüyor, çantayı indir kaldır, indir kaldır derken pat küt içinde gidiyor, bir de birisi çarpıyor derken derdimiz çok. Zaten zavallımı da okul başladığından beri üç kere unuttum, sürekli birilerinin dersini bölüyorum ve bu sefer kesin kaybettim telaşında okul kampüsünde güzel bir koşu antrenmanı geçiriyorum. Bilgisayarım da kendini modaya uyduruyor, kapağında küçük bir çökme yaşandı, kenarında çizikler buldum ve daha bir sürü izler. Öpücükle almadık ya bunu, kıyamıyorum bende. Bir de bilgisayarın yanında şarj aleti ve bilgisayarın kabını getiriyoruz, kap desen her yere sığdırma çabaları içinde koruma özelliğini kaybetti, kablo ise sürekli onun bunun ayağı altında eziliyor, artık elektrik iletkenliğini kaybetti neredeyse. Bir de her sınıfta bir veya daha fazla “Student Tech Crew” oluyor. Bilgisayarda yapılması gereken bir şeyin nasıl yapılmasını bilmiyorsak bilgisayarlarının üstünde süper adam etiketi olan arkadaşlarımıza soruyoruz. Fakat öğrendim ki bizim süper adamlar ilk seneden emekli olmuş, artık daha değişik bir etiket var bilgisayarların üstünde. Normalde bilgisayarla ilgili bir sorunum varsa zaten anlamayacağımı düşünürüm ve pek ne yapıldığına dikkat etmem. Ama artık bilgisayarım hakkında bir sürü şey biliyorum, yani bir sorun çıkarsa artık kendi kendime çözebiliyorum. Bu da okula bilgisayar getirmenin yararlı kısmı denebilir. Köprü2012 Kasım Alara Gebeş Şöyle bir düşününce genel olarak okula bilgisayar taşımaktan çok da memnun değilim ama iyisiyle kötüsüyle bu sistem ile bir sene geçirdik. Bilgisayarımla hiç olmadığım kadar yakınım artık. O yüzden bize deseler ki artık bilgisayarmış, kabloymuş, yükmüş hiçbiri yok, sizler de artık özgürsünüz. Kesinlikle kocaman bir oh çekerim ama bilgisayarsız da ne yaparım bilmiyorum. Haa unutmadan bu sene iki farklı İngilizce dersini birleştirdiler, o yüzden daha az finale giriyormuşuz, buna sevindim de kendimi bu okulun deney faresi gibi hissediyorum. Ne kadar çok yenilik varsa bizim üstümüzde deneniyor. Bunun sonu ne olacak, haydi bakalım... LAPTOP DOSYASI 37 Öğrenci Gözüyle Laptop Programı Sayısal teknolojinin yaşamımıza süratle girmesinin tekdüzeliği, yaklaşık son on yılın belirleyici, geleneklere ters düşen ancak kaçınılmaz gerçeği haline geldi. Bilgi çağı artık raflarda dizili kitapların, ansiklopedilerin gösterişli varlığı ile değil de klavyenin ne kadar hızlı kullanıldığı ile ilintili. Yazılı bilginin durağanlığı hızlı değişime ayak uyduramıyor artık. Komşu ülkenin bugün devrik hatta hayatta olmayan eski başkanı, kütüphanemdeki kaynakta adı geçen refah ülkesinde saltanatını sürdürmeye devam ederken; ben onun çoktan gündemden düştüğünü hatta yok olduğunu bilmenin ayrıcalığını yaşıyorum. Güncel bir yazılı kaynak edinmem durumunda arada geçen sürede, hatta yayının baskı süresinde bile dünyada neler olacağını ise henüz kimse bilmiyor. Bu nedenle, sürekli ve hızı giderek artan bir değişim içerisinde olan günümüz olgularını ne yazık ki yalnızca kitap ve ansiklopedilerden veya herhangi bir basılı kaynaktan takip etmek pek mümkün değil. Kabul edilmelidir ki en güncel ve doğru bilgiye ulaşmanın bugün geçerli yolu bilgisayar ve internet teknolojilerinin desteğinden yararlanmaktır. Kayıt altına alınma zorunluluğu olan yazılı kanıtları ve edebi eserleri, kitapları onlara haksızlık etmek gibi bir yanılgıyı önlemek adına yukarıda verdiğim örneklerin dışında tuttuğumu belirtmek isterim. Öğrenim hayatımızda sayısal kütüphaneleri yanımızda taşıyor olma düşüncesi elbette ayrıcalıklı. Günceli yakından takip eden, öğrenimi boyunca bilginin en doğru ve kapsamlısına ulaşma olanağını elinde bulunduran, araştıran ve sorgulayan ve bunu bir haz kaynağı haline getirmiş bir nesil olarak yetiştirilmek isteniyoruz biz; farkındayız bunun. Bu doğrultuda bize sunulmuş herhangi bir olanağa, amacına hizmet ettiği sürece de karşı çıkmayız; çıkmayacağız. Bu nedenle hepimiz; okul yaşantımızda başarımızı artırmamızı hedefleyen, bilgi edinme sürecinde kaynak yetersizliği ve edinilen bilginin “en doğru” olmayışı sorunlarına engel olacak ve yapmaya alışık olduklarımızı, her zamankinden farklı, çok daha kolay bir biçimde yapmamızı sağlayacak Öğrenci Laptop Programını ilk duyduğumuzda anlık bir sevinç yaşadık. Beraberinde getireceği sorunlardan ve düşüncesinin yarattığı olumlu etkinin uygulama esnasında yerini neye bırakacağından habersizdik ne de olsa. Biz sadece düşünüyorduk. Zaten başlangıçta sistem, yalnızca onu getirenlerin ve bizlerin düşüncelerinden ibaretti. Uygulamanın nasıl olacağını ne otoriteler bilebilmişti ne de biz öğrenciler. Program, temelinde yer alan esaslar kapsamında düşünüldüğünde nasıl da umut vadediyordu halbuki. Sınıf ortamına belki de son yüzyılın en büyük icadını, bilgisayarı getirme fikri; derslerin bir noktadan sonra ne yapılırsa yapılsın “sıkıcı” oluşunun önüne geçecekti. Bilgiye ulaşmamızı inanılmaz ölçüde kolaylaştıracak, derste not tutma kavramını öğrencinin yazısının temizliği ve okunaklı oluşu ile sınırlandırmanın çok ötesine taşıyacak; bize sistemin kurucuları ve savunucuları tarafından denildiği üzere öğretmenleri de öğrenme sürecine dahil edecekti. Özetle aradaki duvarları yıkacak güçteydi; peki sonra ne oldu? Sanıyorum olan şu: Bize sihirli, taşınabilir ekranları aldırdılar, onların hamallığını yapıyoruz her gün çantalarımızda. Nasıl bir ilerleme kaydetmişiz ki ağzınız açık kalır; gün içinde iki kere bile açmadığımız laptoplarımızla, hop, bilgiye ulaşıyoruz, bilgiyi sorguluyoruz, eliyoruz bir de, yetmiyor notunu tutuyoruz; hatta bilgilerimiz o kadar engin ki sağ olsun, öğretmenlerle aramızda örülü duvarlar kalmadı, yoklar artık. Ne sistemmiş, bravo! Artık diğer kurumlara da örnek oluruz, tüm özel okullarda kullanılmaya başlanır bu sihirli oyuncaklar. Biz de o noktadan sonra kimin laptopları daha “sihirli” bunu tartışırken buluruz kendimizi. Sorunların temelinde okulun sisteme yeterince hazırlanılmadan geçtiği inancı yaygın öğrenciler arasında. Öyle midir, değil midir bilemiyorum ama ben öyle olduğunu zannetmiyorum. Bugün yaşadığımız sıkıntıların öngörülebilmesi oldukça zordu; sorumluların önlem almış olması da neredeyse olanaksız. Kurum yapacağını yapmış, yıllarca düşünmüş, teknik altyapıyı kurmuş ama sanıyorum ki esas olanı gözden kaçırmış. Sınıfta lider olma sıfatına sahip öğretmen, laptop kullanımının derse olağan katkılarının bilincinde olmadığı, yeni olana öğrenci ile aynı hevesle yaklaşmadığı sürece; bilgisayarlara dersi bir üst bir boyuta taşıyacak, verimliliği artıracak bir unsur olarak değil de ısrarla bir uzaylıymış gözüyle bakması durumunda sistem hiçbir zaman gelmesi hedeflenen noktaya ulaşamayacaktır. Öğretmenlerimizin büyük bir çoğunluğu laptopların derste araç değil amaç halini almasından, nedeni bilinmez; öylesine korkuyor ki araç araçlığını yitiriyor, süs oluyor masalarda; ardından sırtımızda Eda Özkök yük, elimizde oyuncak. İşte biz bunu istemiyoruz. Öğrenci Laptop Programı’nın henüz tam oturmamış bir sistem olduğunu, zamanla kavram kargaşasının son bulacağını ve olması gerekenin nihayetinde olacağını varsayıyorum. Ancak hiç şüphesiz, o günleri ben göremeyeceğim ne yazık ki. Bugün özellikle sayısal teknoloji farkındalığı yönüyle, belirgin ayrımlar gösteren öğretmen öğrenci kuşak çatışmasının zamanla azalacağına, sınırların yumuşayacağına ve giderek esneklik kazanacağına inanıyorum. Laptopunu içinden geldiği gibi açan ve klavyesini tuşlamaya başlayan öğrencinin aslında defterini çıkarmış not alan öğrenciden hiçbir farkı olmadığı, olanaklarını kötüye kullanan öğrencinin ise başkasının öğrenimini etkilememesi ve yalnızca kendine zarar vermesi durumunda bu sorumluluğun sadece ve sadece kendisine ait olduğu bilincinin zamanla yerleşeceğine inandığım gibi. Bu bir süreç arkadaşlar, henüz çok başında olduğumuz bir süreç. Olgunlaşıp hak ettiği zemine oturacaktır elbette; ben ve yaşıtlarım göremese de... 3-4 Kasım 2012 tarihlerinde düzenlenen Ankara gezisi kapsamında, 10 sınıf öğrencilerinden oluşan bir grup öğrenci Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenleri ve Türk müdürümüz Güler Kamer’le birlikte Anıtkabir’i ziyaret etmişlerdir. Kasım 2012 Köprü HABERLER 38 Burçlara Seyahat Bazılarımıza burçlar anlamsız, uyumsuz veya uydurma olgular gibi gelse de aslında hepimizin içinde, birazcık da olsa, onlara inanma ve sorgulama duygusu yatar. Düşünün, davranışlarından pek hoşlanmadığınız bir insanın güzel yönlerini görerek onu kafanızda güzellikleriyle hayal edebilirsiniz. O sevmediğiniz kişinin sevenleri de vardır ve bu, onun iyi yanının da olduğunun göstergesidir aslında. İnsanlarla iletişim kurarken onların burçlarını düşünerek hareket etmek karşımızdakini tanımaya ve onların karakterleri hakkında bilgi vermeye yardım eder ve neticede insanlarla iyi geçinmiş olursunuz. Onları her zaman hoş görüp, haklarında pozitif düşünürsünüz. Burçlar da insanlarla ilişkileriniz konusunda size yardım eder, en azından ön yargılarınızı pozitife çevirir. Nazik, ölçülü ve dengeli bir tavır takınmalısınız. Çevrenizdeki insanlarla uyumlu geçinmelisiniz ki huzurunuz kaçmasın ve onları kaybetme riskiniz azalsın. Arkadaş çevreniz arttığı onları elinizde sürekli tutacağınız anlamına gelmez, dikkat edin. Ben güçlüyüm demek yerine, biz güçlüyüz deyin. Birlik ve beraberlik içinde hareket edin. Sizin yanlışlarınız söyleyecek kişiler çıkacaktır. Onları dikkate alın. Az yiyin, yakında pantolonunuzun düğmeleri patlayacak. Stres altında hissedebilirisiniz ancak düzelecektir. Sevdiğiniz kişiyle tartışma yaşayabilirsiniz. Aşk konusunda çok üzüldüğünüz zamanlar oldu. 19 Ekimden itibaren ay yüzünüze gülüyor ve doğru kararlar almanızı sağlayıp doğru hareket KOÇ Bencil ama bağlı (takıntılı daha doğru…) İnsanlarla bağlantılarınızı koparmamaya dikkat edin. Planlarınızın, arkadaş ilişkilerini kötü yönde etkilemesini engelleyin. Yaşamınızı daha huzurlu ve verimli geçirebilmek için ve rahatlayabilmek için ne yapmanız gerektiğini düşünün. Bir yandan derslerde en yüksek başarıyı yakalayıp bir yandan da şöyle bir güzel dinlenmek istiyorsunuz. Sürekli gelgitler içindesiniz. Çok yakında kariyer kararınızla yüzleşebilirsiniz. Bir kayıp veya mecburi bir ayrılık yaşıyorsanız bunu kabullenmeniz ve hayatınıza devam etmeniz gerekir. Bunun için gereken yeni bir aşktır ki sizi yeni hayata bütün aşkıyla bağlasın. Yeni bir sayfa, yeni bir aşk size huzur verecektir. Bencillik sizin çevrenizdekilerin kırılmasına neden oluyor. Başkalarını düşünemeden hareket etmeniz ,onların kırıldığını bile görmediğinizin bir sebebidir. Bencillik hiçbir zaman mazeretiniz olmamalıdır. BOĞA Gözünüzden ne zaman bir damla yaş akarsa boğa sizi bulur. etmenizi sağlıyor. Üzülmeyin, şansınız yoluna girecektir. Sempatik kişiliğiniz sizi renkli kılan en önemli özelliğiniz. Bu aralar baya plansız hareket ediyorsun, aman dikkat. İKİZLER Egosu aşırı derecede red bull içmiş. Sen ne yapıyorsun dost? Bir dikkat et Allah’ını seviyorsan. İnsanları üzüp üzüp duruyorsun. Bir havalardasın. Önceliği sürekli sen bekliyorsun, biraz kendin hareket etmeye çalış. İnsanları kırma gözünü seviyim. Yakında bayağı popüler olacaksın. Aşk hayatın yolunda. Ancak bu zaman diliminde sevgilinize çok sinirli ve asabi davranışlar sergileyebilirsiniz, dikkat Köprü edin. Değişken özelliğinizi azaltmalısınız, sürekli fikir değişikliği çevrenizi kötü etkileyebilir. Gizem Tulunay YENGEÇ Yanı başınızda enerji dolu kim varsa, bilin ki o bir yengeç… bulmanızı öneririm. Aksi taktirde ikisi de insanları rahatsız ediyor. Dostlarım, Bir düşmanınızla yüzleşebilirisiniz. siz biraz evde kaldınız; aşkı unutun Ancak rahat olun çünkü siz avantajlı ve derslerinize veya hobilerinize tarafsınız. Bu aralar ailenizle arasında yönelmeye devam edin. Endişelerinizi etkisi uzun süren tartışmalar geride bırakın ve asıl amaçlarınıza yaşayabilirisiniz. Anaç davranmaya yönelin. İnsanlar sizi seviyor, bunu devam edin, birçok insan sizden yardım aklınızdan çıkarmayın. Ancak derslerde isteyecektir. Arkadaşlarınıza destek bir yeri yapamamanız başkalarının da vermek sizin çoğunlukla yaptığınız yapamayacağı anlamına gelmez. Her bir şey. Ancak atarlı genç olmayı zaman en zeki olamazsınız :) bırakmalısınız. Ön yargılarınızı yıkın. Kimseyi dinlemeden yargılamayın TERAZİ ve bencil davranmaya başladınız bu Lütfen birden bire haftalar. Bu sizin çevrenizi ve sosyal heyecanlanıp bağırmayın, yaşamınızı dolaylı olarak etkileyecektir, lütfen! dikkatli olun. İlerde sosyal hayatınızla Bu kadar hırslı olmayı bir kenara ve kariyer planlarınızda karşı karşıya bırakıp çevrenizde ne oluyor ne bitiyor kalacak ve seçim yapmak zorunda görmeniz gerekiyor ve bir de insanların kalacaksınız. Kafanız aşk konularında kulaklarının dibinde birden çığlık bu aralar bir hayli karışık. atmayın lütfen, bu da kulak ya! Kendi ihtiyaçlarınızdan öte arkadaşlarınızın ASLAN da isteklerine bakın. Oldukça Onlar gözleriyle konuşur. karizmatiksiniz ve yakında dikkat Eski pratik çözümleriniz ve yollarınız odağı olacaksınız. Bir süre ilişkilerinizi şu anda bir çare olmayabilir, düşmenize düzenlemeye odaklanmış olacaksınız. Ruhsal anlamda yorgunluk neden olabilir. Bu nedenle yeni hissedebilirsiniz. Bu ay geçmişteki çözüm önerilerine açık olun. Başkaları dostluklarınızın faydalarını göreceksiniz tarafından beğenilmek egonuzu biraz ve çok meşgul olup insanlarla yüz olsun artırabilir ancak şunu bilin ki yüze konuşmalar yapacaksınız. Bu karşınızdakine nasıl davranırsanız görüşmelerde dostlarınızın desteğini dönüşü size aynı şekilde olacaktır. Bu nedenle ölçünüzü kaçırmayın ve alacaksınız. herkesle iyi geçinmeye çalışın. Sosyal Mantıklı ve naziksiniz, başkalarının çevreniz genişlemeye başlayacak. düşüncelerine önem veriyorsunuz, ama şu ani Yeni bir aşk kapınızda olabilir, bu duyarlısınız hareketlerinizden kurtulun! yeni tanıştığınız biri de olabilir. Yeteneklerinizi veya hobilerinizi paylaşarak yeni gruplarda yer AKREP Çevrenizdeki sadakatli ve alacaksınız. affedici bir kişi büyük bir ihtimalle akrep. BAŞAK Ne yaparsanız yapın, o size İçinde bir duygu patlaması yaşayıp bağlı kalır ve sizi sevmeye kimseye fark ettirmemeye çalışırsınız. devam eder. Çok derin ve analitik düşünürsünüz. Sevgili başaklar, bazılarınız aşırı titiz Bu sizi insanlar içerisinde çekici kılar. ancak bazılarınız ise gerçekten bu işi Aklınıza koyduğunuzu muhakkak beceremiyor. Bu nedenle size ortasını yapmak istersiniz. Uzun zamandır Kasım 2012 HABERLER derin düşünceler içerisinde ve karanlık kişiliğinizdeydiniz.kontrolü sizin elinizde olmayan durumlar karşısında hap sabırlı olmaya çalıştınız ancak şimdi kendinize bakma ve kendinizi düşünme vakti geldi. Çok yakında bir hayalinize ulaşabilirsiniz. burçlar. Tuhaf bir kişiliğe sahipsiniz. Birden, şıp diye, karamsar bir hale bürünüp hayata küsüyorsunuz. Hırslı kişiliğiniz hayatınız boyunca sizi başarıya ve hedeflerinizin doruğuna ulaştırıyor. İçine kapanık ancak sert ve dayanıklısınız. Sabırlı yapınız yeni imkanları hayatınıza YAY taşıyacak kariyer planlamaları için işe Birden kafası kızar ve yaradı. Bu ay harekete geçmeden başka parlarsa biri bilin ki o bir insanların dediklerine kulak verin. Akıl yay… akıldan üstündür. İtibarınızı yükseltecek Mantık çerçevesinde yaşıyorsunuz olan bir iki olay yaşayabilirsiniz. Para hayatı; bu nedenle de kavga gürültü konusunda şansınız yaver gidecek, hadi hiç eksik olmuyor hayatınızda. yine iyisiniz… Özgürlüğünüze fazla düşkünsünüz. Renkli kişiliğiniz, nezaketiniz ve KOVA şirinliğinizle dikkat çeker çevrenizce Affeder, affederim, sevilirsiniz. Bu yeni ayda, uzun affedersin. vadeli hayat planlarınızı masaya yatıracaksınız. Yeni başlangıçlar yapacak İşine aşırı düşkün, çalışkan, bilgili ve ve bıraktığınız yerden tekrar devam bilgiye çok önem veren, akla ve zekaya edeceğiniz gelişmeler yaşayacaksınız. düşkün bir kişiliğiniz var. Gururunuz Uzun zamandır içinde olduğunuz ve sizin için çok önemlidir. Çok dürüst ve çaba gösterdiğiniz bir şeyin karşılığınız içiniz dışınız birdir. Kolay affedersiniz. kısa zamanda alabilirisiniz. Ancak birinin kötü bir davranışını gördünüz mü hemen silmek istersiniz onu. Aşkta çok seçicisiniz. Herkesle eşit OĞLAK arkadaş olup kişilikli biri olduğunuzdan Affedici ama ön yargılı, aşk bulmak sizin için biraz zordur. Çünkü mızmızlığa katlanamayan siz sıkıya gelemezsiniz. Siz planlar ve hesaplar doğrultusunda ilerlersiniz. Bu özelliğiniz bu ayda yaşanacak kariyer planlamanız içinde bir etken çünkü siz kararınızı önceden verdiniz ve şimdi sadece uygulama vakti geldi. BALIK Bir balığı asla kırmayın, affeder ama asla unutmaz. 39 Çevreniz git gide atıyor. Bu yeni ayda eğlence ortamlarında çok bulunacaksınız. Kariyerinizi planlarken çok dikkat etmeli ve sağlıklı bir karara vardığınızdan emin olmalısınız ancak bu karar sizin kalıcı bir kararınız olmayabilir. Amaçlarınız doğrultusunda ilerlerken sizi engelleyecek kişilerden uzak durun. Yalandan ve yapmacıklıktan hiç hoşlanmaz bir balık. O mantığını hiçbir zaman kullanmaz, sadece hisleri, duyguları, hayalleri ve rüyaları yönlendirir onun hayatını. Vücut dilinizi ve kafanızdaki düşünceleri okur balık, bu nedenle ona sakın yalan söylemeyin veya olmayacak bir şey için onu oyalamayın, o bunu hemen sezer. Balık çalışmayı sevmez, zorunlu olmadığı sürece ders de çalışmaz ama yaptığı işe bağlı kalır aynen sevdiklerine bağlandığı gibi. Aşırı derecede kıskançtır. Ona herkese söylediğiniz ve herkesi kandırdığınız numaraları, tetkikleri yapmayın; orijinal ve duygusal olun. Ne yaparsanız yapın onun hayalleriyle birlikte yaşayacağınızı sezdirmeniz gerekir. O çift kişiliklidir ve sizin bu iki çiftede uymanız gerekir. Kültürel Etkinlikler Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından hazırlanan 2012 yılı Atatürk Haftası kapsamında bu sene iki önemli etkinlik gerçekleştirildi. 3-4 Kasım 2012 tarihlerinde onuncu sınıf öğrencilerinden oluşan bir grup iki otobüs ile Ankara’ya gidip Anıtkabir’i ziyaret etti ve resmi törenle Atamızın mozelesine çelenk koydular. Daha sonra saat kulesindeki deftere okul müdürümüz Güler Kamer Robert Kolej adına aşağıdaki yazıyı yazmıştır. Varlığımızın Nedeni Cumhuriyetimizin Kurucusu Vatanımızın Kurtarıcısı Ulu Önderimiz, Sevgili Atam, Atamızın bizlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyete daha iyi sahip çıkmak ve ülkemiz için daha çok çalışmak için söz vermişlerir. derin edebi bilgisi ve demokrasi görişleriyle renk kattı. Söyleşiye katılan öğrenciler zevkle söyleşiyi dilemiş ve dakikaların nasıl uçup gitiiğinin farkına varmamıştır. Atatürk’ü anlamanın Ayrıca 5 Kasım 2012 Pazartesi günü öneminin daha da önem kazandığı Türk müziğinin ve edebiyatının günümüzde, kendisinin engin tanınmış isimlerinden Zülfü Livaneli tecrübesi ile Atatürk’ün düşünceleri, okulumuzda “Atatürk’ü Anlamak” Türk toplumuna kazandırdıkları akıcı konulu bir söyleşi gerçekleştirdi. Zülfü bir şekilde anlatılmıştır. Söyleşiye Livaneli müzisyenliğinin ve yazarlığının katılanlar, demokrasimize, Atatürk yanı sıra politikacılığıi senaristliği ve Cumhuriyetinin bizlere kazandırdığı yönetmenliği ile de tanınmaktadır. değerlere sahip çıkmamız ve birlik, Kültür, sanat ve politika alanlarında beraberlik içinde barış ve huzur dolu Türkiye’nin önemli isimlerinden biri yaşamamız gereğine olan inançlarının olan sanatçı, sanat yaşamı boyunca daha da kuvvatlendiğini görmüştür. üç yüze yakın besteye ve otuz film Tüm Karanlıkları aydınlatacak güçte bir müzüğine imza atmıştır. Birçok Okulumuzun gerçekleştirdiği kültürel ışıksın. Geleceğimizi de senin ilkelerin kitabında yazarı olan Livaneli, halen etkinlikler çerçevesinde “Run Forrest belirleyecek. Devrimlerinin bekçisi bir gazetede köşe yazarlığına devam Run” filmi Forum’da Robert Kolej olacak gençleri yetiştereceğimize etmektedir. Sanatçı uluslararası öğrencilerine gösterildi. Bu film huzurunda söz verir ve and içeriz. kültür çevrelerinde tanınmakta ve Öğrenci Birliğinin iyi etkinlikler saygu görmektedir. Müdürümüz zincirine takılan yeni üyesiydi. Bu Anıtkabiri ziyaret sırasında tüm Güler Kamer ve Türk Dili ve Edebiyatı gece hem arkadaşlarımız arasındaki arkadaşlarımız tarif edilemez bölümü öğretmenlerimiz tarafından samimiyeti hem de kültürümüzü duygularla dolmuşlar, heyecanlanmış ve karşılanan Zülfü Livaneli okulumuza pekiştiren bir geceydi. Filmin bize Kasım 2012 Köprü Lal Tüzman verdiği dersin yanı sıra gecede Öğrenci Birliğinin gösterdiği özen kayda değerdi. Filmden önce Playstation oyunu kuruldu ve eğlence aktivitesi olarak öğrencilere sunuldu. Aralarda ise havanın soğukluğu dolayısıyla sıcak çorba ve başka lezzetli olan yiyeceklerin servisi yapıldı. Bu okul dönemi öğrencileri hem eğlendiren hem de bilgi aşılayan bir dönem oldu. Bir yandan içimizde bulunan Atatürk’e ve onun ilkelerine olan bağlılığımız attrırılırken bir yandan da okula olan sevgimiz yapılan etkinliklerle pekişti. Editörler Yunus Emre Erdölen Berfin Torun 40 Tasarım Editörleri Sinan Hiçdönmez Atakan Baltacı Umutcan Gölbaşı Yazarlar Yunus Emre Erdölen Berfin Torun Nur Sevencan Defne Aksoy Gizem Taşkın Sera Pekel Gizem Tulunay Şule Kahraman Fatma Nur Eslem Soylu İbrahim Furkan Özcan Elize Arslan Tayis Arslan Ayşenaz Toptaş İrem İlhan Kaan Cemil Doğusoy Sevim Gözde Şentürk Saffet Gülbabil Kökver Başak Dağlıoğlu Beste Şentürk Deniz Şahintürk Su Mevsim Küçükakyüz Umutcan Gölbaşı Meriç Demirbaş Eymen Pınar Orhun Tezel Eda Özkök Pınarnaz Eren Alara Gebeş Mert Ali Düşünceli Semiha Hazal Özkan Özlem Lal Tüzman Cansu Bayraktar Fatma Nur Yokuş Dilara Çankaya Zeynep Şiir Bilici Zeynep Can Aksoy Burçe Şahbenderoğlu Berk Özgen Sıla Küçükosmanoğlu İrem Uzunhasanoğulları Greti Barokas Tülay Çalışkan Damla Su Özer HABERLER Sorumlu Öğretmenler Melek Giray İnce Serya Karapınar İmtiyaz Sahibi Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer Yayının Konusu: Okul Gazetesi Yayının Dili: Türkçe Yayının Türü: Yerel, Süreli Yayının Süresi: Aylık Yönetim Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No. 87 Arnavutköy/İstanbul Tel: +90 (212) 359 22 22 Sorumlu Müdür Güler Kamer Hangi Öğretmensiniz? “Köprü” tarihinde bir ilk: HANGİ ÖĞRETMENSİNİZ/ÇALIŞANSINIZ? Aşağıdaki soruları cevaplayın ve hangi Robert Kolej öğretmeni veya çalışanı olduğunuzu bulun! 1) Sokakta bir öğrencinizi görseniz ne yaparsınız? a) Saklanırım. b) Sıcak bir şekilde selamlar, şakayla karışık “Nereye böyle?” diye sorarım. c) “Ooo, ... beyler de/hanımlar da buradaymış.” derim. d) Dersimle ilgili bir soru sorarım. e) El sallar, “Merhaba ...” derim. f) Naber, ne yapıyorsun derim. g) Kendime has kafa selamımı verir, yaylanarak yürümeye devam ederim. 2) Öğrenciler çok konuşuyorlarsa ve gürültü yapıyorlarsa ne yaparsınız? a) Düdük öttürürüm, tokmakla masaya vururum. b) Oğlum/kızım diye seslenirim, ikaz ederim. c) Sesimi yükselterek “Dinle, bu önemli” derim. d) “Bir soru mu var?” derim. e) Memnun olmadığımı belirten bir ifade gösterir, konuşan kişinin adını söylerim. f) Şşşş, derim. g) Olduğum yerde zıplarım/yaylanırım. 3) Sınavları nasıl hazırlarsınız/ değerlendirirsiniz? a) Öğrencinin cevaplamaktan mutlu olacağı sorular sorarım, puan verirken tamamen adil davranırım. b) Detaycı davranırım. c) Öğrenci kazansın mantığıyla hareket ederim. d) Çok fazla bilgi gerektiren, kapsamlı sorular sorarım. e) Temel şeyleri sorarım ama ufak bir hatadan dahi çok puan kırarım. f) Öğrenciyi düşünmeye itecek sorular sorarım, notu pek takmam, bir not veririm işte. g) Özgün ve yaratıcı şeyler sorarım, orta kanaatte not veririm. 4) Derslerde ne yaparsınız? a) Dersi öğrenciye işletirim, asla öğrenciden fazla çalışmam. b) Anlatım ağırlıklı ders işlerim. Eleştiriyorum “Ben sana laptopunu aç dedim mi!” cümlesinin öğretmenler arasında çok yaygın oluşuna anlam veremiyorum. 20 Dakikalık için 40 dakika bekliyoruz! Geç servislerin bizi evlerimize bırakmaması da çok hoş gerçekten, biz o ağır çantalarla yürümeyi çok seviyoruz. Gould’dan Mitchell a giderken özellikle arka yoldan gidiyorum ki yemek kokuları ve çöp kutusundan gelen kokular birleşsin ve beni büyülesin. trafiğinden farksız. Gould’dan aşağı inene kadar teneffüs çoktan bitmiş oluyor. Trafik çilesi çektiğimiz gibi bir de geç yazılıyoruz. Ne yapalım, önümüzdekilerin üzerine mi çıkalım geç kalmamak için? İstatistiklere göre Robert Kolej öğrencileri 6 dakikalık Sage – Bingham arasını 5 dakikalık teneffüslerde 3 dakikada koşmayı başararak Guinness Rekorlar Kitabı’na girmeye hak kazanmıştır. Gould’daki zaten ufacık sıraların bir de sıkışık olarak yerleştirilmesinin amacı oturup kalkerken nasıl şekilden şekle girdiğimizi görmek mi acaba? İlköğretimde bütün öğrencileri iyi bir lise için at yarışına sokmuşlardı şimdi Robert Kolej öğrencilerini gerçek at yarışına soksalar 3 dakikada yaptıkları Sage- Bingham maratonu sayesinde hepsi birinci olur. Robert Kolej’deki trafik İstanbul Tarih derslerimizi küçücük G409 da Köprü c) Espriler yaparım, sık sık güleriz ama yeri geldiğinde ciddi ve disiplinliyimdir. d) Yoklama alırken, herkese teker teker, tekrar soruları sorarım. Dersin yarısı böyle geçer. e) Arada hayat dersi verir, özlü sözler söylerim. f) Akışına bırakırım ama kontrolü elden bırakmam. g) Eğlenceli ve yaratıcı bir şekilde ders işlerim. 5) Öğrenciler sizden nasıl bahseder? a) Deli ama dahi b) Anaç c)Abi,kanka d) Özünde çok tatlı, çok iyi de... e) İmparator f) Kıyak adam g) Kral 6) Favori repliğiniz nedir? a)Unuttum. b) Hep sen konuşturuyorsun sınıfı. c) Fasulyenin faydaları d) Sorusu olan? O zaman quiz. işleyerek koca tarihimizi bir kümese sığdırmayı da başardık. Enstrümanları popülerlik aracı gören anlayışa: En azından müziği bu şekilde maddiyatlaştırmayalım; bu amaçla, sevmediği halde bir enstrüman çalan kişiye müzisyen denemez çünkü o kişinin enstrümanın ruhuyla ilgisi alakası yoktur. Sırf cv amaçlı okuldaki belli kulüplere yoğunlaşma olmasını anlamsız buluyorum. Bu okula gelip de eğitiminde yararlanmayanlara şaşırıyorum. Maze’e her gittiğimde ortalığın çer çöple dolu olması beni üzüyor. Büyük kantindeki plastik kapakların atılması gereken kutuya niye başka Kasım 2012 Başak Dağlıoğlu e) Vesaire vesaire f) Bir ara hallederiz. g) Tamam çocuklar. Cevaplar A’lar çoğunluktaysa siz Philip Gee’siniz. B’ler çoğunluktaysa siz Ferdağ Sezer’siniz. C’ler çoğunluktaysa siz Koray Demirkapı’sınız. D’ler çoğunluktaysa siz Sibel Almas’sınız. E’ler çoğunluktaysa siz Claus Cadorette’siniz. F’ler çoğunluktaysa siz Murat Ersan’sınız. G’ler çoğunluktaysa siz Jake Becker’sınız. Not: Testte adı geçen bütün öğretmenlerden izin alınmış ve yazı onaylarına sunulmuştur. şeyler atılıyor? Okulda 100 civarı kulübümüz var ve bazıları hiçbir kulübü olmamasından gurur duyuyor. Son senesi olup şimdiye dek orkestra, tiyatro gibi birçok performansı bir kere bile izlemeye gitmemiş insanlar var. Garip . Mitchell’a yeni gelen sandalyeler her yerde olsun! Kantinde bir yerden para ödeyip diğer yerden siparişimizi alıyor olmamız düzeni sağladığını mı sanıyorlar. *200 kişinin sığabildiği yemekhaneye neden 400 kişi sığdırılmaya çalışılıyor?
Benzer belgeler
Köprü Aralık 2014
İkiz olmak herkese göre bir iş değil. Sadece
seçilmiş olanlar ikiz olabilir. > 34. sayfada
Köprü Aralık 2015
kalmıyor hiç, “O benden daha iyi, ben
çok kötüyüm.”gibi anlmasız şeyler
düşünebiliyorlar. Ya da üst sınıflara
soruyoruz yine saçma bir nedenle.
Onlar bu ortalama çok düşük artık
büyük ihtimalle gid...