Tarih bir yerde ayıbınla, eksikliğinle yüzleşme
Transkript
Ocak 2014 köprü Bosphorus Chronicle’ın ekidir. Hepsi ve daha fazlası Köprü 150. Yıl Özel’de Okulumuz hakkında ilginç bilgiler öğrenmek için Mehmet Uysal ile yaptığımız söyleşiyi okumalısınız. Sayfa 4. Bina isimlerinin nereden geldiğini öğrenmek için sayfa 20. “Bugün bulunduğum yeri kesinlikle okuluma borçluyum.” ROBERT KOLEJ 1965 MEZUNU PROFESÖR NAZAN ERKMEN SÖYLEŞİ KONUĞUMUZ OLDU. Sayfa 26. 150. yıla özel burç köşesi! Okulumuzun ve binalarının burçlarını öğrenmek için sayfa 41. Okulumuzun efsanelerini öğrenmek için sayfa 14. “Tarih bir yerde ayıbınla, eksikliğinle yüzleşme sanatıdır.” OKULUMUZUN EN SEVİLEN HOCALARINDAN ÖNDER HOCA İLE YAPTIĞIMIZ KEYİFLİ SÖYLEŞİ sayfa 23’te. 150. YIL 2 ‘39 Günlüğü Eylül Buse Küçük ‘39 yılında Robert’te olmak... Şimdi yaklaşık 75 yıl önceye, 1939 yılına gidiyoruz. O zamanlar Amerikan Kız Koleji ve Robert Kolej ayrı yerlerde eğitim veriyorlar. Kızlar Arnavutköy kampüsünde, erkekler Bebek. Kızlar beyaz gömlek üstüne siyah elbise, erkekler gömlek ve ceket giyip kravat takıyorlar. Sıcak bir yaz tatilinin ardından takvimler eylül ayının son pazartesini gösterdiğinde Robert Kolej açılıyor. Dersler 8.45’te başlıyor. Her ders 45, tenefüsler 15 dakika. Öğle yemeğinden önce üç, yemekten sonra dört ders var. Öğle yemeğinde yatılı öğrenciler kendi yemekhanelerine gidiyorlar fakat gündüzlülerin yemekhaneye girişi yasak. Ancak aileleri fazla para ödemeyi tercih ederse (çoğunluk tercih etmiyor) yemekhanede yiyebiliyorlar. Çoğu kişi evden getirdiklerini yiyor. Yemekhanede her hafta bir masada farklı bir öğretmen oturuyor. Ve herkesin aynı anda yemeğe başlaması, aynı anda masadan kalkılması kuralı var. Eğer yemeğinizi hızlıca bitirebilirseniz öğleden sonraki ilk dersten önce biraz futbol oynama şansınız var. İki saatlik öğlen tenefüsü sonunda günün ikinci yarısı başlıyor. Birbirini kovalayan saatler sonunda 17:15 itibariyle okul bitiyor. Gündüzlü öğrenciyseniz o yılki hesaplamalara göre okuldan eve gidişiniz 3 saati bulabiliyor. Bu durumda günün 6 saati yolda geçirmiş oluyor. İşimiz çok zor. En zor gün olan ilk günü atlattık. Artık alışma sürecindeyiz. Hafta içi her gün yedi, cumartesi günü ise üç dersimiz var. Evet, cumartesi günleri de okul var. Bayrak töreni cumartesi günleri genellikle öğlen saatlerinde yapılıyor. Odada bayrak olmamasına rağmen bayrak törenimiz ‘Big Study Hall’ da. Mr. Hall ve o günkü nöbetçi öğretmen öne çıkıyor ve önce İstiklal Marşı’nı ardından Robert Kolej Şarkısı’nı söylüyoruz. Ve haftanın en korkunç anıyla yüzyüzeyiz. Mr. Hall cebinden rula haline getirilmiş, küçük beyaz bir kağıt çıkartıyor. Eğer isminiz o kağıtta yazılıysa pazar gününü okulda ders çalışarak geçirmeniz gerekiyor. Şu anki ‘alıkoyma’ sisteminin biraz daha ilerletilmiş hali diyebiliriz. Tören öğlen yapıldığı için öğle yemeği yok. Aslında var ama herkes haftanın bitişinin sevinciyle koştururken kimse yemeğe gitmiyor. Öğlen yemek yapıldığından bile emin değiliz, sadece listede var gözüküyor. Yoğun ve yorucu geçen birinci haftamız bitti. 1.5 günlük haftasonu tatili başlıyor, ardından pazartesi, diğer pazartesi ve yeni bir pazartesi… ‘39’da Robert Kolej hayatımız kısaca böyle olacaktı, şimdikinden çok daha farklı. Robert’te her yıl kendine özgü belki de. Herbiri diğerlerinden ayrı, farklı heyecanlar, farklı sistemler, farklı konular, hatta farklı kampüs. Bu birbirinden ayrı 150 yıl birbirini tamamlayarak bir tarihi oluşturuyor: ROBERT. Kaynakça: Alma Mater and the story of Robert College, Istanbul- New York: including the memories of a boarding student, 1939-1946, Ali H. Neyzi. Robert Kolej’de Beklenmedik Misafir Gündüzleri sizin dolaştığınız koridorda geceleri, siz okulda yokken, neler olduğunu öğrenmek ister misiniz? Kütüphanenin gizli misafirine merhaba deyin! Gündüzleri öğrenci ve kuşlar sesleri içindeki, yemyeşil okulumuz dışardan huzurlu ve güvenli bir yer olarak görünebilir, peki ya geceleri? 150 yıl boyunca ayakta kalabilmiş, bir sürü tarihi olaya şahit olmuş bu okul geceleri nasıl bir yer? Robert Kolej’in karanlık yüzünü merak ettik ve soluğu 1985 yılından beri okulumuzda, santralde çalışan, hikâyeleriyle, kendi deyişiyle, bir zamanlar çok “popüler” olan Kadir Abi’nin yanında aldık. Kadir Abi’yi ilk görüşümüzdü, “Uzun süredir burada çalışıyormuşsunuz, Robert Kolej ilgili bildiğiniz bir efsane, değişik bir hikâye var mı?” diye utana sıkıla sorduk. Güldü, biraz düşündü “Mistik bir şeyler soruyorsunuz yani?” dedi ve okuldaki 2. yılında başına gelmiş bir olayı anlatmaya başladı. Eskiden santral, Lise Ofisin oralardaymış ve şu anki kütüphane spor salonuymuş. Spor salonunun kapıları zincirlerle kapanır, eskiden konferans salonu olarak da kullanıldığı için kösede toplardan korunan kafes içinde bir piyano ve onun hemen üstünde ise bir pencere varmış. Gece saat 9’dan sonra ortalıkta kimse kalmaz, okul ıssız ve ürpertici olurmuş. Ancak bazen yatılı öğrenciler basketbol oynarmış ki onlar da saat 11 olmadan yurda dönmek zorundalarmış. Yine okulda geç saatlere kadar kaldığı günlerden birinde, Kadir Abi saat 11.30’da ofisini kilitlemiş, okulun ana kapısından dışarı çıkmış ve tam gidecekken önüne yukardan bir basket topu düşmüş böylelikle Kadir Abi öğrencilerin hala basketbol oynadığını düşünerek kütüphaneye doğru yol almış. Kadir Abi bu Köprü sessizlik ve karanlık içinde ürpere ürpere kütüphaneye gitmiş ama kütüphanede hiç ışık olmamakla beraber kimsede yokmuş, hatta kapı bile zincirlerle kilitliymiş. Kadir Abi tam geri dönecekmiş ki kapıya aniden bir basketbol topu çarpmış, o da kütüphaneye doğru baktığında ne ışık görmüş ne de herhangi birini… Hemen gidip güvenliği çağırmış ve ikisi birlikte tekrardan kütüphaneye geri dönmüşler. Güvenlik görevlisi hemen zincirleri açmış, içeri girmişler ve şalterlere ulaşana kadar her tarafa fenerle göz gezdirmişler ancak hiç bir yerde hiçbir şeye dair bir iz yokmuş ta ki piyanonun oraya bakana kadar. Piyanonun taburesinde insan silüeti şeklinde, siyah bir toz bulutunu andıran bir varlık görmüşler ve bu varlık birden piyano çalmaya başlamış. Güvenlik görevlisi korkup “Cin, Cin!!” diye Ocak 2014 Cansu Bayraktar Ece Toprak bağırmaya başlayarak koşa koşa gidip şalterleri açmış ancak piyanonun orda hiçbir şey görememişler, ne olduğunu anlayamadıkları korkunç varlık, o sırada pencerenin oradan bir esinti şeklinde çıkıp gitmiş. Hikayeyi dinledikten biz de korku ve şaşkınlık içinde kaldık, ayrıca düşünmeden de edemedik: “Ya bu varlık, aklı okulunda kalmış bir öğrencinin ruhuysa?” Kadir Abi’ye zaman ayırdığı için çok teşekkür ederiz. Cansu Bayraktar/ Ece Toprak 150. YIL 3 150. Yılda Hazırlık Olmak Büyük ihtimal duymuşsunuzdur, Robert Koleji 150. yılını kutluyor. ‘Robert Koleji’ne girmeden önce babam ‘’Robert’in 150. senesinde Prep olmak bir onurdur.’’ demişti. Ne oluyordu sanki? Ne özelliği vardı ki 150. yılın? Robert Koleji’nin sitesine girdiğimde 150. yıl reklamlarını görünce şaşırmıştım. Tamam kutluyordu da, nasıl kutluyordu? Konser mi oluyordu, bir yemek daveti mi veriyorlardı? Tek düşünebildiğim buydu, tabii 8. sınıftan çıkmış bir beynin sağlıklı düşünmesi beklenilemez (!). Şimdi ne kadar dar düşündüğümün farkına vardım. Kutlama deyince aklıma hemen somut bir etkinlik gelmişti. Sadece bir ay geçmiş olmasına rağmen, ben bile bu senenin daha bir özel olduğunun farkına vardım. Marble Hall’da okulun ilk yöneticilerinin ve ilk mezunlarının kartondan heykelleriyle fotoğraf çektirirken, öğretmenlerim ve arkadaşlarımla Robert Koleji’nin tarihini konuşurken, en önemlisi şu an bu satırları yazarken 150. yılın havasını hissediyorum. Benim şu an okuduğum sınıflarda, dinlendiğim bahçelerde nice insan okudu. Bu okul nice başarılar, nice olaylar gördü. Ancak ne olursa olsun her zaman ‘’Robert Koleji’’ olmayı korudu. 150. yılı değerli kılan en önemli şey bu. Kendimi şanslı hissediyorum. Bu büyük, köklü okulun 150. yılında okuyacağımı hiç düşünmemiştim. 150. yılın prep’iyim diyebilmek benim için çok şey ifade ediyor. Eminim büyük sınıflar da kendilerine 150. yılın dokuzuncu, onuncu, on birinci veya on ikinci sınıfı demekten gurur duyuyorlardır. Cyrus Hamlin ve Christopher Robert, 150 yıl boyunca kurdukları bu okulun öğrencilerinin birbirine sevgi ve destekle bağlı kalacağını düşünmüşler miydi? Şu an hayatta olup; Köprü’nün bu özel sayısını okusalar, neler hissederlerdi? Şu an ellerinde bu sayı, onları kütüphanemizde yüzlerinde mutlu bir ifadeyle hayal ediyorum. Ezgi Okutan Yazımı okumalarını isterdim. Robert Koleji’nde daha geçireceğim ve kendime Robertli diyebileceğim uzun bir dönem var önümde. Her Robert mezunu beş sene boyunca ne öğrendiyse ben de hepsini öğrenip bir gün Homecoming partisine geleceğim ve Robert Koleji’nde geçirdiğim beş yılı, deneyimlerimi ve 150. Yıl Özel Sayısı’nda yazdığım bu satırları anımsayacağım.Hayatta eğitimin sadece başarı değil, sevgi ve destek olduğunu öğreten Robert Koleji umarım nice 150 yıllar sonra da bu köklü tarihi anar. Robert Kolej’in Çağdaşlaşmaya Katkısı Osmanlı, tarih sahnesine çıktığı günden itibaren askeri güçle ayakta kalmış, bu gücü, batılı ülkelerin başka kıtalara açılmalarıyla zenginleşmeleri, sanayi ve askeri alanlarda yaptıkları muazzam dönüşümler sonuncunda yitirmeye başladığında da gerileme başlamış ve sonunda birçok başka örnekte de olduğu gibi yıkılıp yok olmuş, tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır. Tüm tarihçiler, Osmanlı’nın gerileme dönemine girmesini, bilimden uzak olmasına bağlarlar ki bu çok doğru bir tespittir. Bu eksiğini batıdan getirdiği insanlarla gidermeye çalışan Osmanlı, bu konuda da tercihini askeri alandan yana yapmıştır. Osmanlı devletinin zoraki ayakta durduğu yıllarda kuruldu Robert Kolej. Kurulduğu yıldan beri modern, özgür ve batılı değerleri benimsemiş insanlar yetiştirmeyi hedefleyen okulumuz, bünyesine her dinden, ırktan, dilden ve kültürden insanı katmıştı. Bu insanlar köhneleşmiş düşünce ve geleneklerin, inançların kendilerine aktardığına göre değil, çağdaş dünyanın ve aklın önermelerine göre yetişecekti. Aile ve toplumdaki kalıplaşmış anlayışları değiştirecek yepyeni bir neslin yetiştirilmesini yolu onların karakterlerinin, ihtiyaçlarının, kültürel değerlerinin, din anlayışlarının, gündelik hayatlarının yeni baştan kurulmasından geçiyordu. Osmanlı, yüzünü batılılaşmaya dönünce ve kısa sürede toplumda görülen değişimlerde kolejin katkısı inkar edilemeyecek kadar çoktur. Okulun mezunları, hayatın her alanında, aldıkları eğitimin verdiği cesaretle yürekli çabalara girmişler, hayal bile edilemeyecek sonuçlarda katkı sahibi olmuşlardır. Siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar, sporcular, mimarlar, mühendisler ve daha pek çok meslek dalında eğitim almış Robert Kolejliler sadece mesleki anlamda değil, geleneksel, tutucu yapıyı değiştirmede de önemli roller üstlenmişlerdir. Kadının peçesiz de Ocak 2014 olabileceğinin mücadelesini de Kolejli kızlar vermiştir. O zamanki adıyla Amerikan Kız Koleji, bu topraklardaki ilk kadın hakları bayraktarlığını yapan insanları yetiştirmiştir. Halide Edip en özel örnektir. Okuldan yetişen modern Osmanlı kadını seçkin bir topluluk oluşturmuş ve bu kadın tipi gündelik hayattan görgü kurallarına, giyimden çalışma yaşamında yer almaya kadar artık bir dik duruşun temsilcileri olmuştur. Robert Kolej, toplumda kadınlar henüz haremde yaşarken batılılaşmaya yön veren kadroları yetiştirecek eğitimli anne adaylarını hayata cesaretle hazırlamıştır. Kolejin üzerinde durulması gereken en önemli özelliği, din, dil ve ırk ayrımı Köprü Aslı Doğa Munzur yapmamasıdır. Bugün insanlığın hala içinden çıkamadığı bu sorunun 150 yıl önce nasıl çözüldüğü Robert Kolej özelinde çok rahat görülebilir. Doğu toplumlarında pek önemsenmeyen, düşünmeyi amaç edinmiş, araştıran, sorgulayan, araştıran her an gelişen insanlar okulumuzdan yetişmiştir. 150 yıllık parlak ve köklü geçmişi ile Robert Kolej, Türkiye’ye ve dünyaya katkısı büyük olacak insanları alçakgönüllülükle yaşama hazırlamaya devam ediyor. 150. YIL 4 Mehmet Uysal Okulumuzun 150.yılını kutlarken, Köprü Ailesi olarak öğrencilerde merak uyandıran sorulara cevap aramaya başladık. Bu önemli sorulardan biri de gündüzlü ve yatılı öğrencileri ince bir çizgiyle birbirinden ayıran okul yatakhanelerimiz ile ilgiliydi. 21 yılını Robert Kolej Erkekler Yatakhanesi’nde geçiren, oradaki öğrencileri en yakından tanıyan, onlara hem bir baba hem de öğretmen olan Edebiyat Bölüm Başkanımız Mehmet Uysal, sorularımıza verdiği yanıtlarla aklımızdaki birçok soru işaretini sildi. Eminiz ki sizlerde bu röportajı okurken kimi zaman okuduklarınıza inanamayacak, kimi zaman ise söylenenleri daha detaylı bir şekilde öğrenmek isteyeceksiniz. Umuyoruz ki, Mehmet Hoca, yatılılık anılarıyla ilgili yazmaya başladığı notlarını ilerleyen zamanlarda bir araya getirir ve daha fazla anısını bizlerle paylaşır. Anılarını tüm Robert Kolej ailesiyle paylaştığı için kendisine bir kez daha teşekkür ediyor ve sizleri bu keyifli röportajla baş başa bırakıyoruz. Köprü: İlk olarak bizlere okula geliş hikayenizden bahsedebilir misiniz? Mehmet Uysal: Okula geliş hikâyem hem çok basit hem çok ilginç. Aslında bu hikâyeyi belki birçok insanın duymasında yarar var. Ben üniversiteyi Elazığ’da okudum. 1981 yılının Haziran’ında da mezun oldum. Tabii henüz diplomamı bile almamıştım. İstanbul’a geldim. Fransızca kursuna gitmeye başladım. Niye Fransızca kursu? Çünkü o dönemde her üniversite öğrencisi gibi benim de asistanlık hayallerim vardı. Dolayısıyla yabancı dilim de Fransızca olduğu için hemen İstanbul’a geldim ve Fransızca kurslarına başladım. Ağustos ayıydı yanlış hatırlamıyorsam, 1981’in Ağustos ayı. Robert Kolej, Milliyet Gazetesi’ne iş ilanı vermiş. Biz de Milliyet Gazetesi aldığımız için bu ilanı gördük. Gördük diyorum nedeni de şu: Ben o dönem öğretmen olan amcamlarda kalıyorum. Ailem ise Uşak’ta oturuyor. Amcam ve yengem de matematik öğretmeni. Yengem, o gün o ilanı görünce hemen bana dedi ki: “ bak Robert Koleji’nin bir ilanı var. Öğretmen almak istiyorlar ve senin koşullarına da tamamıyla uyuyor istedikleri şeyler. Neden gidip başvurmuyorsun?” Ben tabii bayağı ürktüm önce. Dedim: “ Çok büyük bir okul orası, ben nasıl başvururum? Acaba kabul ederler mi?” Açıkçası böyle bir endişeye kapıldım önce. Yengem aynen şunu söyledi: “Ne kaybedeceksin? Git başvur! Hem başvurma yöntemlerini öğrenmiş olursun hem de şansını denersin. Şansını yaratmaya çalış. Böyle pasif pek şansım yok herhalde. Sonra kendi kendimi de teselli ediyorum: “Ne kaybedeceksin? Robert Koleji’ni görmüş oldun. En azından birtakım işleri yapma, bu süreçleri tanıma fırsatın oldu. Bayağı da güzel bir okulmuş.” falan diye diye döndüm gittim. Aradan bir hafta geçti ve telefonla ulaştılar bana ve beni çağırdılar ikinci görüşmeye. Artık orada gerçekten havalara uçabilirdim. Çok sevinçli ve heyecanlıydım. İkinci defa çağırılınca da inandım artık, bir şeyler olacaktı . Çok yoğun geçen mülakatlar zincirinden sonra o dönemde tek öğretmen alındı. O da bendim. Çok enteresan değil mi? Tek öğretmen alınıyor o da benim. K: Kesinlikle çok güzel. O an ki hisleriniz… M.U: Tabii bambaşka duygular onlar. durursan bir şey olmaz.” Ben ondan destek alarak Robert Koleji’ne geldim, Arnavutköye . Aşağı kapıdan yukarı tırmanarak, nefes nefese… Türk müdürlüğe gittim , dilekçemi verdim. Açıkçası hiç de ümidim yoktu ; çünkü benimle birlikte başvuran öğretmenleri görünce iyice ümidim kırıldı. Ben yirmi üç yaşında henüz mezun, çiçeği burnunda bir öğretmen adayı; o gelenler ise on yıl, on beş yıl tecrübeli öğretmenler. Dedim Okulla birlikte yatakhane maceram da –o dönemde yurt demiyorduk biz, yatakhane diyorduk- başladı. O dönemde Türkçe öğretmeni olarak orta kısımda öğretmenliğe başladım. Ekim başında eş zamanlı olarak da dediğim gibi erkekler yatakhanesinde belletmen, diğer adıyla sürveyan, olarak çalışmaya başlamış oldum böylelikle. Macera böyle başladı... K: Erkekler yatakhanesine gelişinizden ve oradaki ilk Köprü Ocak 2014 Berfin Torun Pınarnaz Eren günlerinizden, ilk anılarınızdan bahsedebilir misiniz? M.U: Hemen anlatayım. Tabii erkekler yatakhanesinde o dönemde Aydın Ungan adında çok değerli bir öğretmenimiz vardı. Aydın Bey, fotoğrafçılık öğretmeni ve şu an “MMR” dediğimiz merkezi, o zamanki adıyla “ Audio Visual Center,Görsel İşitsel Merkez”, Robert Koleji’nde kuran hoca. ODTÜ mezunu. Amerika’da eğitim almış. Ondan sonra da burada bu merkezi kurmuş, aynı zamanda yatakhanemizin de başında. Bizim babamız, diğer tabirle “House Father” dedikleri kişi. Biz onunla çalışmaya başladık. Bizim başladığımız dönemde öğretmen olarak iki kişi vardı. İki kişiydik biz. İki kişi de Robert Koleji’nden mezun olmuş üniversiteyi bitirmiş, yüksek lisans yapan abiler. Biri diş hekimiydi, biri doktordu yanlış hatırlamıyorsam. İki onlar, iki biz, bir de Aydın Bey toplam beş kişi birlikte çalışmaya başladık. Tabii benim için okul yeni, yatılı hayatı yeni. Gerçi yurtta kaldığım için yatılı hayatına bir parça alışkınlığım var, 4 yıl Elazığ’da yurtta kaldım. Robert Kolej’de yatakhanedeki ilk günlerimde bana küçük bir oda verdiler. Sadece oda ama mutfağı, banyosu falan yok. Sage Hall’un dördüncü katının güneye bakan tarafında bir küçük oda. Diğer tuvalet, banyo vs. gibi şeyleri de bir başka öğretmen arkadaşla paylaşıyoruz. Saatlerimizi ona göre ayarlıyoruz ya da öğrenciler ile–ben 150. YIL de bir öğrenci gibiyim zaten o zamanbirlikte de kullanıyoruz. Böyle minik bir odam var. Dünyanın en mutlu insanıyım ben; öğretmenlik var, yatakhanede çalışıyorum. Anlatılacak gibi değil gerçekten, çok müthiş bir hoşluk var, sevinç var. Tabii heyecan, tedirginlik, korku da var mutlaka . Acaba yapabilecek miyim? Altından kalkabilecek miyim? Gerçi çocuklarla çok güzel diyaloğum vardı. Çok güzel anlaşıyorduk onlarla. O zaman beşinci sınıfın sonunda geliyorlardı çocuklar. Dolayısıyla orta kısım ve lise yatakhanede birlikte kalıyorlardı. Yaklaşık yüz kırk civarında öğrenci vardı. K: Sadece erkekler mi 140 kişi civarındaydı? M.U: Sadece yatılı erkeklerin sayısı o dönem yüz kırk civarındaydı. Özel günlerimiz oluyordu. Tabii 1990 sonrası yapılan yeni binalar yok o zaman, Gould Hall ile Bingham Hall arası tamamen boş, iki büyük tenis kortu var orada, çok büyük ağaçlar var, ağaçların altındaki kortlarda okuldan sonra öğrencilerle maç yapıyoruz. Kıran kırana maçlar… Akşam yemeğini beraber yiyoruz, sohbet ediyoruz. Onların herhangi bir problemi olursa onlara yardımcı oluyoruz. Etütler var. O etütlerin başında geçiyor zamanımız. Kısacası 81 yılının Eylül sonrası başladı yatakhane hayatı ve gayet güzel bir şekilde devam etti. Tabii yatakhane yıllarım –ben o kadar uzun süreceğinden emin değildim ama- bayağı uzun sürdü. 1981 ile 1985 arasında sürveyan olarak çalıştım. 1985’te askerden döndükten sonra da yatakhanenin başına geçmiş oldum. Yani “House Father” ben oldum 1985’te. 1985’ten 2002 yılına kadar on yedi yıl “House Father” olarak görev yaptım. On yedi yıl… Sürveyanlığı da eklersen yirmi bir yıl. Robert Koleji’nde böyle bir rekorum var. Tabi 1985’te evlendikten sonra eşim Serap Hanım ile -oğlum burada doğdu, kızım burada - oğlumla, kızımla birlikte 2002 yılına kadar –şu an Berna Hanım’ın oturduğu ev bizim evimizdi- yaşadık yatılılarla birlikte. Acısıyla tatlısıyla birçok anımız oldu. Daha çok tatlı anılar, acı olanlar çok sınırlı. Eşim de ben de çocukları çok sevdiğimiz için hiçbir zaman yüksünmedik, onları sıkıntı olarak görmedik, coşkuyla ikisi kendi çocuğumuz, Türkiye’nin her yerinden gelen yüz kırk oğulla çok güzel ilişkiler kurduk. K: 21 yılınızı yatakhanede geçirmiş bir öğretmenimiz olarak, mutlaka bize bu konuda anlatacağınız birçok değerli anınız vardır. M.U: Kesinlikle anlatacağım çok şey var. Yatılılık hem çok güzel hem de çok zor bir sistem. Özellikle bizim görevde olduğumuz yıllarda Robert Koleji’nin yatılılık programı şu anki kadar gelişmiş değildi. Öğrenci sayısı çoktu ama mekân , olanaklar , programlar daha kısıtlıydı, daha sınırlıydı. Uzun yıllar sadece beş günlük yatılılık vardı. Dolayısıyla çocuklar, cuma akşamı evlerine giderler. Pazar akşamı yatakhaneye dönerler. Bu, sıkıntı yaratabiliyordu. Anadolu’dan gelmiş çocuklarımız vardı. Adana’dan, İskenderun’dan, İzmir’den, değişik yerlerden… Bu çocukların hafta sonu kalmak için İstanbul velisi bulması gerekiyordu. Bazı aileler bulamıyordu tanıdık birilerini. Biz de mecburen, o çocukları sokakta bırakacak değildik, o çocuklara bizimle birlikte kalmaları için izin veriyorduk. Bizim çocuklarımız oluyordu onlar. Bizim evimizde kalıyorlardı. Küçüktüler, beşinci sınıfın sonunda buraya geliyorlardı. Düşünün beşinci sınıfın sonunda, annesinden babasından ilk defa ayrılmış, çok uzak yerlerden buraya gelmiş... O çocuklar– çok mahzundur, cuma günü çocuklar gidince boşalan binalar insanın üstüne üstüne gelir- bomboş binalarda tek başlarına bırakılamazlar. Biz onları evimize alırdık, hafta sonraları kalabalık bir aile olurduk. 8-10 kişilik… 1998 sonrasında yedi gün yatılılık programı gelişti. Hizmetler de ona göre geliştirildi. O zamana kadar biz böyle yaşadık. Çok uzun yıllar… Tabii o kadar çok anı var ki hangisini seçip de anlatsam… Yirmi bir yıl… Benim kampüste ayağımın değmediği yer yoktur herhalde diye düşünüyorum bazen. Yatılı çocuklar da olunca biz buranın yirmi dört saatini yaşıyorduk. Kocaman bahçesi olan bir okul, bu yatılılar için bir şans. Biz o çocuklarla karda da kışta da,baharda da her mevsimde bambaşka güzel günler yaşadık. Kar yağdı, platodan aşağı kaydık. Yağmur yağdı, Sage Hall’un çatısını su bastı, onu boşaltmaya çalıştık. Yine 90 öncesinde kar Ocak 2014 yağdığında yollar kapanırdı. Yukarı kapı hemen hemen işlemiyor gibiydi zaten, zincir vardı üzerinde, kilidi vardı. Yerleşkede yaşayanlarda birer anahtar… O kadar kör bir yerdi. Aşağı kapı kullanılırdı. Tek kapı aşağı kapıydı. 1987 yılında bir aya yakın kardan dolayı okul kapandı. Yatılı çocuklar burada kaldı. Gidemediler. On on beş gün yüz kırka yakın erkek yatılı, yüze yakın kız yatılı, iki yüz kırka yakın yatılı çocukla biz on beş gün mahsur kaldık. Ağaçlar devrildi yollara. Araçlar isteseler de geçemediler. Çalışanların ve kampüste yaşayan öğretmenlerin yardımıyla o ağaçları kaldırdık. Yolları açtık, aşağıdan Tuna Bey’in kamyonları ekmek yetirebilsin diye. Siz o kadar şiddetli kar görmediniz burada herhalde, ama bir kar yağdı mı yerde yaklaşık bir metre kalınlığında kar olur ve hiçbir yere çıkmak mümkün değildir. Bu zorluğu gören yabancı hocalar da –hiç unutmadığım iki isim hala aklımdadır: Bob Forestgreen, Eva Forestgreen biri matematik biri beden eğitimi öğretmeniydi- hemen bize geldiler. “Yapabileceğimiz bir şey var mı? Yardım ister misiniz?” dediler. Onların desteğiyle yolları açtık. Çocuklara yemek çıkarttık. O günlerde sevgili eşim Serap Hanım da tüm olanaklarını seferber ederek çocuklara yemekler, börekler, çörekler yetiştirmeye çalışırdı. Serap Hanım,yatakhanede resmen çalışmadığı halde benim en büyük destekçim ve en önemli yardımcımdı. Biz aslında ailece yönettik yıllarca yatakhaneyi.Aile olamadan büyük aileyi kuramazsınız. Eşimin lise 12’lere hazırladığı tepsiler dolusu makarnaları çocukların bir nefeste tüketişleri görülmeye değerdi. Okulun güzel yönlerinden biri de her zaman birbirine destek veren, dayanışma içinde olan çalışanlarının olmasıdır.İlk dönemde Fevziye Hanım vardı kızlar yatakhanesinde.Kızların Fevziye Annesi.Sonra Sitare Hanım geldi.Ardından da Nüket Hanım geldi o dönem kızlar yatakhanesinin başına. Tarih öğretmeni Nüket Eren, uzun yıllar birlikte çalıştık onunla, hep birlikte o günleri güzel günlere çevirdik. “ Gymnight”ların açılış dansını birlikte gerçekleştirirdik. Yatılılıkla ilgili anılar bitmez. O kadar uzun şeyler var ki anlatmakla bitiremeyiz onları. Ama dediğim gibi iyi ki yatılı Köprü 5 bölümünde çalışmışım ben, bugün o çocuklar Türkiye’de ve dünyada çok çok güzel yerlere geldiler. Ben şimdi onlarla her fırsatta haberleşiyorum. Özellike “Homecoming”lerde büyük bir coşkuyla doluyor içim. Çocuklara diyorum “Aman ne olur bana sahip çıkın böyle günlerde, çünkü ben sevinçten mutluluktan çatlayabilirim.” Her yıl yüzlerce çocuk mezun oluyor, onların en az yirmisi yatılıdır. Onlar artık daha da öte, benim oğullarımdır. Mezun çocuklar evlenmişler, çoluk çocuğa karışmışlar, artık kırklı yaşlarını sürüyorlar. Hatta belki çocuklarını okutma şansım oluyor bugünlerde artık. Derler ki öğretmenler: “Öğretmenliğin manevi tatmini hiçbir şeyle ölçülemez.” Bu tamamen doğru. Ben bu anlamda daha şanslıyım. Hem yatılı hem gündüzlü öğrencilerimle iki ile çarparak yaşıyorum bu mutluluğu. O coşkuyu mutluluğu anlatmak çok güç. Bu yıl otuz ikinci yılım bitiyor. Yirmi bir yılını yatılı olarak o okulun her yeriyle her şeyiyle bütünleşerek yaşadım. İyi ki yaşamışım. Bazı şeyler anlatılmaz yaşanır diyorlar ya… Çok şanslı bir öğretmenim. Tanrıya, öğrencilerime minnettarım. Köprü: Yatakhane ile ilgili bir diğer sorumuz: Kendinizi oraya yabancı hissettiniz mi? Çocuklara abi mi oldunuz yoksa disiplinli miydiniz? M.U: Çok güzel bir soru. Şimdi Robert Koleji gibi bir okula öğrenci olarak henüz geldiğinde sen ne hissettiysen ben öğretmen olarak geldiğimde de üç aşağı beş yukarı benzer duyguları hissettim. Ben liseyi İstanbul’da okudum. Sonra Elazığ’a gittim üniversite için. Fırat Üniversitesi’nde okudum. Anadolu kökenli bir insanım. Bununla gurur duyuyorum, güzel bir şey bu. Uşak’ta benim ailem. Dolayısıyla Anadolu kökenli birisi Robert Kolejde çalışmaya başladığımda hiç bocalamadım diyemem ; ama bir süre sonra uyum sağlıyorsunuz. Bu süre içinde birtakım karmaşalar yaşasam da kafamda soru işaretleri olsa da bunları belli bir yere oturtabildim ben. Bunları belli bir yere oturtabilmemde en büyük güç çocuklardı yine bana sorarsan. Çünkü öğretmenliği meslek olarak hakikaten çok severek seçmiştim, çok seviyorum çocuklarla birlikte olmayı, onlara bir şeyler öğretmeyi, onlardan bir şeyler 6 öğrenmeyi, onlarla birlikte olmayı ; yani ben çocuklarla saatlerce bir şeyler yapabilirim, hiç sıkılmam. Oynarım, koşarım,hatta boğuşurum onlarla, bir şey anlatırım, bir şey dinlerim, yani yapacak bir şeyler bulabilirim. Bu çok önemli bir öge; çünkü çocuklardan sıkıldıklarını duyduğum öğretmenler olmuştu. Nasıl olabilir böyle bir şey diye şaşırmıştım. Çocukların her biri birer gizli dünya gibi, hepsinde farklı bir zenginlikler var. Onu dinle başka şey, diğerini dinle başka şey. Birlikte bir şeyler yaptığında bunun heyecanını, onlarla birlikte olmanın coşkusunu yaşıyorsun, böyle büyük bir şansın var. Çocuklar belki de bana buraya uyum sağlama olanağı verdiler. İlk yıllar tabii abi gibiydim; çünkü yirmi üç yaşındaydım göreve başladığımda. Lisedeki çocuklarla bayağı yakındı yaşlarımız. Hem yatakhanede hem okulda bir arada olsak da onlar da biliyordu, abileri olduğum kadar öğretmenleriydim de. İster istemez bir parça mesafe her zaman vardı. Biraz da gerekiyor bu doğru algılanması için bazı şeylerin. Bu soğukluk anlamında bir şey değil bence. Her türlü coşkuyu paylaşabiliriz. Ben bu konuda öyle çekingen bir insan değilimdir, ortamı samimi bulduğum an kendim neysem öyle davranırım. Çocuklar da bu huyumu sever benim. Dolayısıyla böyle bir sıkıntı yaşamadım; ama her zaman otorite, disiplin gerekli. Yüz kırk çocuğu yönlendirmek kolay bir şey değil. Her zaman sadece sevecenlikle, hoş görüyle bu işler yürümüyor. Şunu biliyorlardı çocuklar: Mehmet Hoca bizi her zaman sever, bir şey yapıyorsa, bir kural koyuyorsa bizim lehimize bir durum vardır, bizi korumak içindir, bizim içindir. Bu o an yaşanırken bazen hissedilmez. Ters düştüğümüz anlar olmuştur mutlaka, olmaması mümkün değil ama yüzde olarak düşündüğümüzde bu oran çok 150. YIL düşüktür. Asıl olan kocaman bir çınar gövdesine benzeyen bizim dostluğumuz, kardeşliğimiz, arkadaşlığımızdı. Müthiş bir sevgimiz vardı, ama sıkıntılı zamanlar elbette olmuştur. Balo sonrasında bir öğrencim uygun olmayan koşullarda gelmiştir yatakhaneye, ben onu yatakhanede tutmak istememişimdir. Onu önemsediğim, çok sevdiğim için güvende olabileceği bir başka yere göndermişimdir onu. Demişimdir ona :” Bak sen bu gece velinde kal. Olabilir bazen böyle durumlar . Bu böyledir, çünkü o benim oğlumdur. O an için belki uygun bir şey yapmamıştır, ama ne olursa olsun ertesi gün kendi olmaya devam edecek. Onu korumam gerekir. Bunun çok örnekleri vardır. Hastalandıklarında onları gece yanıma alıp kendi arabamla en yakın hastaneye götürmüşümdür. Yurtta kalamayacakları durumlarda da velilerinde kalmışlardır. Bunlar önemli; çünkü yurtta kalsa sıkıntıya düşebilirdi. Kurallara uygun mudur bunlar? Evet çoğunlukla uygundur ; belki de her zaman değildir ama her zaman da kurallarla yürümüyor hayat, bu da bir gerçek. Zorlukları da olsa çok güzel günler geçirdik, anlatmakla bitmez. Köprü: Siz gerçekten evlatlarınız gibi seviyorsunuz öğrencilerinizi, gerçekten herkesin yapacağı şeyler değil bunlar. Köprü M.U: Kesinlikle. Düşün bu kadar uzun yıllar yapabilmek. O zamanlar okulun olanakları da sınırlıydı. Mesela hastalanan çocuklar olurdu, kaza olurdu. Düşünsene yüzün üzerinde çocuğun yaşadığı bir ortamda her an her şey olabiliyor. Bir gece hiç unutmuyorum, Ömer diye bir oğlumuz var, Eskişehirli. Ömer konserveyi açarken parmağını kestiriyor, ama çok derin bir kesik. Kan revan içinde. Akşam vakti oluyor tabii bu. O dönem revirde doktor yok. Bir hemşiremiz var sadece. yok. Yaşadığım o kadar çok şey var ki. Bir çocuğun apandisti patladı. Mehmet diye bir çocuk, Bursalı. Aile devlet hastanesine götürün çocuğu, özel hastane kabul etmeyiz, diyor. Çocuğun hayatı tehlikede. Çocuğu İstinye Devlet Hastanesine götürdüm. Yüzümüze bakan bile yok. O zaman devlet hastanelerinde hiç hizmet yok. Çocuğun rengi gittikçe sararıyor, perişan. Artık ben o anda inisiyatifimi kullanarak aldığım gibi çocuğu Çevre Hastanesine, özel hastaneye, gittim. O gece ameliyat oldu çocuk. Eğer biraz daha gecikilse belki hayatı tehlikeye girecek. Hayat dediğim gibi güzel olsa da sıkıntılı zamanlar da vardır. O zaman sorumluluk almak gerekiyor. Biz çocuğu götürdük, ailesi sonradan geldi, çocuk tedavi oldu; ama belki biraz daha gecikilseydi çocuğun hayatı tehlikeye girecekti. Zorluklar olduğunda da hiçbir zaman o zorluktan kaçmadık Onlar benim oğullarımdır. Ben oğlum için ne yapacaksam onlara da aynısını yaparım. Onun yapabileceği bir şey de değil. Çok Öncelik her zaman sağlıklarıdır. Geri kalanı bir şekilde çözeriz. Sonunda da derin bir kesik var. Mutlaka dikilmesi lazım. Ambulans falan da bahsettiğim çok güzel şeyler oldu.Sağlık sigortası yaptırmalarını sağladım yatılıların ( dönemlerde çok daha zor. Hemen bir özellikle, kırık,çatlak ve yaralanmalara tane de yardımcı alıp yanıma, Ömer’i karşı). Bu sigorta Bugün bildiğim arabaya bindirip doğru Amerikan kadarıyla hâlâ devam ediyorlar. Hastanesi’ne götürüyoruz. Çocuk K: Tüm bu süreçte size yardım anestezi alıp ameliyat olacak. Diyorlar ki nasıl yapacağız, imza atmanız gerek, eden öğretmen arkadaşlarınız da vardı herhalde. Diğer türlü bu ailesi var mı? Ailesi yok, ailesi benim. kadar sorumluluğu tek başınıza İmzayı ben atıyorum, aileye de haber üstlenmek çok zor olurdu. veriyorum. Eskişehir’i arayıp böyle M.U: Benim yardımcılarım da böyle kaza oldu diye anlatıyorum. vardı. Dört yardımcım vardı. İlk Neyse dikiyorlar, gece geç vakte kadar kalıyoruz orada, sonra Ömer’i alıp yurda yıllarda öğretmenlerle çalıştık. Hem öğretmen hem benim yardımcım geri dönüyoruz. pozisyonunda... Adil Bey vardı, 2010’da Tüm bunları tamamen kendi emekli oldu buradan. Beş altı yıl kadar imkânlarımızla kendimiz yapıyoruz. onunla çalıştık. O daha uzun süre Daha önce de söylemiştim, ilk yıllarda yatılılık koşulları daha zordu. İmkânlar çalışmadı. Kendi evini alınca çıktı. Sonra öğretmenleri bırakıp, Robert da daha sınırlıydı. Şimdi sigorta, Koleji’nden mezun, eski yatılılar, aynı Acıbadem, her dakika doktor, anında ambulans hizmeti… Bunlar o yıllarda zamanda üniversiteye giden abiler Ocak 2014 150. YIL aldık. Onları sürveyan yapıyorduk. Onlar daha iyi oluyordu. Hem okulu çok iyi bilen hem yatakhaneyi bilen, çocukları iyi anlayabilecek- benzer süreçlerden onlar da geçmiş oluyorlardı- abilerle çalışıyorduk. Etütlerde onlar yardımcı oluyordu. Dersleri konusunda yardımcı olabiliyorlardı. Onları en iyi anlayabilen insanlardı. Onlarla birlikte çok güzel bir takım oluşturduk. Mutlaka zorlukları da vardı hem öğrenciler hem çalışanlar açısından. Hafta sonları nöbetçi kalıyordu mutlaka birimiz. Ben gitsem bile tedirgin olurdum gittiğim yerde. Arayacaklar mı diye beklerdim. O zaman ki sorun da 90 öncesi cep telefonları yoktu. Sabit telefonlar vardı. Daha zor haberleşiyorduk. Bu sebeple sürekli kampüste kalmaya, dışarı çıkmamaya çalışırdık. 90 sonrası cep telefonları da çıkınca çocuklar açısından da bizim açımızdan da biraz daha rahat oldu ; ama her zaman bir zorluk vardı. Yaklaşık 140 erkek çocuğu bir arada düşünürsen her an her şey olabilir. K: 140 erkek çocuğunu tatil günlerinde bir arada tutmayı nasıl başarıyordunuz? MU:Tatil günleri bizim kâbusumuz olurdu. Okul varken çok sorun yok. Herkes okula gittiği için herkesin işleyen bir programı vardır ve pek sorun olmaz. Tatil başladığı zaman çocuklar evlerine gitmezse film o zaman kopar yani. Herkes bir yere dağılır, bir yere gider, bir şey yapar, birbirleriyle sıkıntı yaşayabilirler, birisi düşer kolunu kırar, bacağını kırar, her şey olabilir yani. Onun için o günler kâbus günlerimdi. Bir de şeyden bahsedelim, onlar çok önemli: 1 Nisan’lar. Bu günlerde sanırım o kadar olmuyor, son yıllarda hiç duymuyorum. 1 Nisan yatılılar için çok özel bir gündür. 1 Nisan tabii şaka günü ya, yatılılar onu benden yani otoriteden intikam alma gününe çeviriyorlardı. 31 Mart’ın gece on ikisinden ertesi sabahın sekizine kadar her şey onlarındı. Hiçbir şeye müdahale etmiyorduk biz. Sadece korunmaya çalışıyorduk. Artık ne çılgınlıklar yaparlarsa… On ikide güya biz onları yatırırdık. Güya yatırırdık ama kimse uyumazdı. Odalarımıza çekilirdik diyelim. O gece on ikiden sabaha kadar sürekli hareket vardır. Bir defasında bizim evin kapı tokmağını tırabzan babasına bağlamışlar. Ben kapıyı açmaya çalışıyorum açılmıyor. Sürveyanların kapılarını da bağlamışlar. Onlar da çıkamıyor dışarı. İstediklerini yapıyorlar. Birbirlerini ıslatıyorlar, hazırlıkların yüzlerini boyuyorlar, hazırlıkların altlarına yumurta koyuyorlar, çocuklar kımıldayınca yumurtalar kırılıyor, bütün yataklar berbat oluyor. Un, yumurta, boyalar … Çok enteresan muzurluklar yaparlardı. Çok yaratıcı şeyler de bulurlardı, çok zeki çocuklar. Hiç unutmuyorum, 1 Nisan sabahı kalktık böyle 90 öncesi, Sage Hall’un üçüncü ve dördüncü katındaydık, tavanda boydan boya giden bir kalorifer borusu vardı. O boruya yatakhanedeki herkesin ayakkabılarının bir tekini bağcıklarından bağlamışlar. Koridor boydan boya her ayakkabının bir teki aşağıda bir teki boruda… Sabah herkes okula gidecek. O dönemde çocukların çok ayakkabısı yok. Bir spor ayakkabıları bir de normal ayakkabıları var. Çok renkli ayakkabı giymek de yasak o zaman. Çok sonra geldi ayakkabı serbestliği, 90’ların sonlarına doğru. O dönemde okula gitmek için illa makosen ayakkabın olacak. Onun da bir tekini bağlamışlar. Çok da yüksek tavan. Nasıl becerdiler, nerden merdiven getirdiler? Bizim kapıları da bağlıyorlar çıkamıyoruz dışarı. Sabaha kadar uğraşmışlar. Bir keresinde de sebiller var ya, o sebillerden birinin içine Japon balıkları koymuşlar. Su içmeye gidiyorsun balıklar dolaşıyor sebilin içinde. Hazırlıklar yeni geldiklerinde, iskelet, korkuluk gibi bir şey hazırlayıp hazırlıkların penceresinden aşağı sarkıtıyorlar, sesler çıkartarak hazırlıkları kokutuyorlar. Zavallı hazırlıklar çok çile çekerlerdi. Onların tabiriyle “prep” olmak en zor dönemdi. Onlar hep aşağılanır, onlara karşı sert davranırlar. Ters çocuk olursa fiziki sertlik bile görebilir. Onun için 1 Nisan’lar hâkikaten kâbusum olmuştu. Bir gün mesela sandalyeleri toplayıp kule yapmışlar sandalyelerden. Bütün ampulleri sökmüşler, aynaları çıkarmışlar yerlerinden. İlginç olan bir şey daha vardı. O da çok önemli. Çocukların o birikmiş olan enerjilerini bir an boşaltmış olmaları lazım. Ben bir defa yanıldım ve 31 Mart gecesi –yerleri ıslatıyorlar ya- indim bodrum katına vanaları kapattım. Ben de kendimce önlem alıyorum. Sabah erkenden gider açarım diyorum. Sen misin bunu yapan? O 1 Nisan Ocak 2014 o gün bitmedi, 2 Nisan’a da sarktı. Bana dediler: “Bak hocam, yanlış yapıyorsun, sakın bir daha böyle bir şey yapma. Bizi engellersen biz bunu bitirmeyiz.” O zaman anladım. Grubun enerjisini boşaltması gerek Vazgeçip, “Bıraktık!” katiyen demezler. Devam ederler. O yüzden bırakacaksın ne yapacaklarsa yapacaklar. Kirletecekler, balonlara su dolduracaklar, balonları diğerlerinin odalarına atacaklar… Fakat son yıllarda bildiğim kadarıyla yatakhanede pek böyle bir şey kalmadı. Eğlenceli oluyordu, biraz kirli bir eğlence oluyordu ama olsun. Bir gün de rahatlıyorlardı. Beni sevmiyorlar mı? Çok seviyorlar, ama ne yaparsan yap sen onları yönlendiren, onlara kural koyan birisin. Sevmeleri yetmiyor. Otorite olduğum için bana kızdıkları da oluyordu. O kızgınlıklarını bir şekilde orada boşaltıp rahatlamaları lazım. Aksi halde mümkün değil devam etmez. Bazen sineye çekeceksin, hoş göreceksin, onlar da bunu yapacaklar yani. Erkek yatılılar, 1 Nisan akşamı kızlar yatakhanesine baskın yaparlardı.Biz de başlarında . Girmek çıkmak yasak ya yatakhanelere... Onlar Bingham’ın üstünde biz Sage Hall’dayız, şimdikinin tam tersi. Bütün erkek tayfası bizle, sürveyanlarla beraber hurra kızlar yatakhanesine dalardı. Odaları dolaşırlar, muhabbet ederler, söyleşirler, konuşurlar. “Haydi bakalım gidiyoruz.” deyince de kimse dönmek istemezdi. Kızlar da bazı çocukları bırakmazlardı, saklarlardı. Alihan diye bir çocuk vardı, çok yakışıklı bir çocuktu. Kızlar onu vermezler bir yere saklarlardı. Biz Alihan’ı bir şekilde bulur çıkarırdık. Güzel, hoş esprilerdi. O günlerin özel bir anlamı olurdu. Önemli olan bazı şeylerle tekdüze giden şeyleri kırmak, biraz heyecan, değişiklik yaratmak. Bu, çocukların hayatında da çok önemli. 1 Nisanlar bu nedenle yatılıların hayatında çok önemli, renkli günlerdi. Köprü: Hiç unutamadığınız, sizi çok etkilemiş, “bir anınız” var mı? M.U: Zaman zaman ben korkular da yaşadım çocukların bazı yaptıklarından dolayı. Öyle hiç unutmadığım anılarımdan birisi çok ilginç. Tabii başkaları var da birini anlatayım. Hatta şu anda o çocuk tiyatro sanatçısı. Reklamlarda oynuyor zaman zaman. Adı Burak. Bunun da bir kız arkadaşı Köprü 7 var. Kız arkadaşı gündüzlü. Burak da yatılı. Balıkesirli. Rahat bir adam. Böyle sanatçı olacak adam vardır ya, sanatçı rahatlığı, aynen öyle bir adam. Sabah geç kalkar. Eşyalarını unutur. Gelir tekrar kapıyı açtırmaya çalışır. O zaman tabii kapılar kapanıyor. Çok iyi, çok da sevdiğim bir çocuk, ama zor da bir çocuk. Kızın adını şu an hatırlayamıyorum, ama o da esmer, ufak tefek, şirin bir kızcağız. Bakırköy tarafında bir yerde oturuyor. Bunlar çıkıyorlar, biliyorum. Biz öyle arkadan arkadan çok şey biliriz. Magazin… Neler neler… Kendi aramızda da konuşuruz. “Bak Tansel’le Demet çıkıyor, birbirlerine ne kadar da çok yakışıyorlar.” gibi. Çok hoş arkadaşlıklar da vardı. Devam eden oldu, etmeyen oldu. Tansel’le ben mesela Antalya’da karşılaştım. Çok iyi bir çocuktu, çok sevdiğim bir çocuktu. Tansel bambaşka biriyle evlendi. Yine bizim okuldan, ama o anda tahmin bile edemeyeceğin bir kızla evlendi. Çoluk çocuğa karıştı. Demet de Bursa’dan biriyle evlendi. Onun da iki oğlu var. Çok güzel bir arkadaşlıkları vardı, biz de takdir ederek bakardık. Neyse, o kızla Burak çıkıyorlar. Bazı arkadaşlıklar olur ya her şey düzenli gitmez, inişli çıkışlı olur, kaprisleri olur. Onlarınki buna benziyordu. Bir akşamüstü bir telefon geldi bana. “Böyle böyle, sizi Etap Marmara Oteli’nden arıyoruz.(Gezi’nin tam karşısındaki büyük otel şimdi, Ceylan değil de diğeri: Etap Marmara ) Beyefendi burada bir oğlunuzla bir kızınız var. Bunları bilmem kaçıncı katta gördük. (Çatıya yakın bir kat.) Sizin adınızı verdiler. Biz bu çocukları şikâyet edeceğiz.” Dedim “Aman, sakın, durun. Hemen geliyorum ben. Hiçbir şey yapmayın.” Basına falan yansır. Bir sürü abuk sabuk şey. Okulun adını kullanmak isteyen gazeteler hemen atlar bunun üstüne. Ben arabama atladım hemen oraya gittim. Bunları tutmuşlar, lobiye oturtmuşlar. Burak, hiç şaşırmadığım bir adam. Kızcağızla susmuş bekliyorlar orada. “Çocuklar ne yapıyorsunuz, ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” Bunlar gelmişler. Fark ettirmeden on sekizinci kata kadar çıkmışlar. Macera arayan insanlar. “Şuranın çatısına çıkabilir misin? Tabii, haydi gidelim.” gibi… Orada yakalanmışlar. Müşteri değiller, bir şey değiller. Benim yaşadığım 8 korkuyu düşün. Bir şey olursa ailelerine ne diyeceğiz? Okulun adı bir gazeteye manşet olursa ne diyeceğiz? Adamlardan rica ettim. “Bakın bunlar çok genç. Bir saçmalık yapmışlar. Siz ne olur anlayış gösterin.” filan deyip aldım ben bunları arabaya. Burak’ı yurda getirdim. Hiç unutmadığım anlardan biridir bu. Bir Kuruçeşme mahallesinde yaşadığım bir anı var. Can adlı bir çocuk. Aslen o da Diyarbakırlıdır. Ailesi Amerika’da yaşıyormuş. O zaman yatay geçiş diye bir fırsat vardı. Lise 1’de sınavlara girip Amerika’dan buraya gelmiş. Can iyi bir çocuk, fakat Türkiye’deki kültürü, geleneği, göreneği çok bilmiyor. Amerika’da büyümüş. Her şeyi Amerika’da yaşadığı gibi yaşayacağını sanıyor. Burada bir kızla gönül meselesi başladı. Kızın adını hiç unutmuyorum İdil. İdil de Bizim Tepe’nin arkasında oturuyor. Can da okuldan çıktı mı İdiller’in evinin önüne gidiyor. Gitarı alıyor eline, serenat yapıyor. Çok hoş çok güzel bir şey bu, ama İdil’in babası görüyor bunu. Sen misin benim evime gelip kızımı rahatsız eden… Ca’’ı kovalamaya başlıyor. Can önde elinde gitarla bize doğru koşuyor. Baba da taş atıyor ya da Can’ın arkasından koşuyor. Bizim Tepe’nin orası da ya yapılmış ya da yapılıyor, belki de yoktu Bizim Tepe o zaman. Ben gördüm bunları. Hemen gittim dedim: “Durun, Can’a bir şey olacak!” Oturduk adamla konuştuk. Bu çocuklar çok genç, olacak böyle şeyler. Adam dedi: “Ben mahalleme rezil oluyorum, dedikodu oluyor.” Can’a anlatmak zorunda kaldım bunu. “Can, oğlum burası Türkiye. Sen gidip kızın camının altında gitar çalarsan çok hoş karşılanmaz. Ne söyleyeceksen burada söyle. Evine gitme.” Böyle de bir anımız var Can ile ilgili. Bu gibi hatıralar bitmez. Çok renkli çocuklar geçti. Yazmaya başladım bunları kısa kısa notlar halinde. Belki internet üzerinde 150. YIL hepimizin ulaşabileceği bir kitap haline dönüştürebilirsek yatılılar da okumak isterler, hoş olur. Köprü: Öğretmenler olarak kendi aranızda öğrencilerden bahsettiğinizi söylediniz. Bu durumdan da biraz bahsedebilir misiniz bizlere acaba? birbirine saygı duyan, değer veren -zaman zaman tartışmalar, iniş çıkışlar mutlaka olmuştur - güzel arkadaşlıklar olmuştur. Kızlar için de erkekler için de dostluklar, ilişkiler hep çok düzeyli yaşanmıştır. Biz de onları hep izlemişizdir. Bazıları için dediğim gibi “Ne çok yakışıyorlar M.U: Öğrenciler artık bizim çocuklarımız gibi olduğu için yatılı öğretmenlerle gündüzlü öğretmenlerin öğrencilerle ilişkileri farklıdır. Biz özellikle yatılı çocukları yirmi dört saat görüyoruz ve yaşamları içinde yer alıyoruz. Onlar da bizim çocuklarımız. O nedenle kim ne yapar, kim kimledir, nerededir, paparazzi gibi gözlemleriz. Gerçi bizimki uzaktan gözlemlemek. Her zaman bilirdik yani kim kiminle çıkıyor, nerede, nedir, ne değildir. Ben her zaman şuna inanmışımdır: Doğru arkadaşlıklar iki taraf için de hep çok güzel olmuştur. Mesela Metin diye bir oğlumuz vardı, İzmirli. Bayağı yaramazca bir çocuktu, biraz da tembeldi. Onun Bennu diye bir kız arkadaşı vardı. İyi ki Bennu vardı, yoksa Metin kesinlikle Robert Koleji’ni bitiremezdi. Onu her yönüyle çekip çeviren bir arkadaştı. Böyle güzel arkadaşlıklar, birbirine sahip çıkan, birbirini koruyup kollayan… Şunu da söylemem gerekir ki, burada ilişkiler hiçbir zaman basit düzeye inmemiştir. Çok saygılı, çok düzeyli… O ifade çok kullanıldığı için içi boşaldı belki ama gerçekten çok düzeyli, birbirlerine.” derdik. Deniz’le Taner mesela… Evlenmediler. Biz hayal kırıklığına uğradık. Yapacak bir şey yok, hayat. Ayrı ayrı umarım mutlu olmuşlardır. Bir de dediğim gibi anne baba gibi hissedince öyle şeyleri ister istemez düşünüyorsun. Annen baban böyle şeyleri senin için düşünüyordur eminim. Ben de kızım ve oğlum için zaman zaman düşünürüm. Şeyi hatırlıyorum, “Hokkabaz” filminde Cem Yılmaz oğluna “Oğlum, bu kız iyi. Sen bu kızı al.” derdi. Böyle bir şey vardır anne babalarda.” Bak bu kız iyi, bu çocuk iyi, tam sana göre.” gibi... Bizimki de öyle bir muhabbet. Köprü: Yatılılardan, bizim de bildiğimiz öğrencileriniz var mı? M.U: Sizin gördüğünüz, tanıdığınız kimse var mı? Cem Akaş diye yüz ellinci yılın düzenlemesini yapan bir yazar var. O benim öğrencilerimden biri. Daha çok iş dünyasında bizim öğrencilerimiz. Burada Merve Hanım var, Amerika’ya giden grupla çalışan. Merve Ashapoğlu. O bizim öğrencilerimizdendi. Merve , yatılı değil gündüzlüydü. Berk Balcı var. Ön plana çıkabilmiş değil henüz. Haluk Özenç Köprü Ocak 2014 var. “Fasulye” diye bir film çekti. Yine yönetmen olarak Bora Tekay adında bir oğlum var. Bayağı iş yapmaya başladılar. Bunlar hep yatılı. Benim çok iyi tanıdığım çocuklar. Cömert Varlık var. Koç Grubu’nda Bilkom’un genel müdürü. Bilgehan Çevik var, üst düzey yöneticilerden. Baktığınız zaman hepsi çok önemli yerlerdeler. Köprü: Siz onlarla birlikteyken bunu tahmin ediyor muydunuz? M.U: Tahmin ediyor muyduk? Çok rahatlıkla evet diyebilirim. Öncelikle çok zeki, çalışkan, iyi çocuklar. Yatılıların önemli bir bölümü çok çalışkan çocuklardır. Nedeni de şu: Ailelerinden uzakta, önemli bir çoğunluğu Anadolu’dan gelir, bilinçli bir şekilde hayata asılan, akademik anlamda güçlü öğrencilerdir. Onların iyi yerlere geleceğini tahmin ediyordum ben zaten. İlgin Özden adında bir öğrencimiz vardı. Şu an ÇAPA’da profesör doktor kendisi. Karaciğer transplantasyonu üzerine çok önemli uzmanlardan. Dünya çapında uzman. Bunun gibi yatılı çocukların -yüzde doksan, doksan beşi diyebilirim rahatlıkla- Türkiye’de ve dünyada çok önemli yerlere geldiler. Ben bunları duyunca çok gurur duyuyorum. Onlarla birazcık da olsa emeğim olduğu için, katkıda bulunduğum için kendimi çok mutlu sayıyorum. Köprü: Yatakhane anılarınız gerçekten çok güzel. Yatılılığa veda nasıldı? M.U: 2002 yılında Amerika’da ikiz kulelere uçakların çarpmasıyla beraber dünyada yeni bir dönem başladı denir ya, bizim de hayatımızda önemli bir yeri oldu 2002’nin. 2001’den sonra okuldaki birçok şey değişti. Bunlardan birisi de güvenlik konusu... 2002 yılına kadar, bizde bekçiler vardı. Makul bir düzeydeydi. Abartılı bir şey yoktu. 2002’den sonra, İkiz Kulelere saldırıdan sonra, Amerika’nın bütün dünya çapındaki okullarında, iş 150. YIL yerlerinde, Amerika’yla ilgili olan tüm kurumlarda olağanüstü güvenlik önlemleri alınmaya başlandı. Bizim güvenlik sistemi de tamamen değişti. Bu bizim hayatımızı biraz zorlaştırdı. Biz burada yaşayan insanlar olarak o kadar sıkı güvenliğe alışkın değildik. Biraz daha birbirimize güvenirdik, rahattık. Bu kadar sıkı güvenlik bizi biraz tedirgin etti, bu bir. İkincisi de 1998 yılında orta kısım kapatıldı, 2004’te tamamen bitti. 1998’den itibaren, ortaokuldan sonra sınava giren sizin gibi öğrenciler gelmeye başladı. 1998 sonrasında yatakhanenin de yeniden yapılanmaya gitmesi ihtiyacı ortaya çıktı. Bu yapılanma sürecinde yer aldık biz de. Yedi gün yatılıların sayısı hızla artmaya başladı. Tabii onlarla ilgili programlar değişti. Bir de o dönemde yatakhaneyi yönlendiren yöneticilerin yönetim anlayışıyla benim yönetim anlayışım çok çakışmadı, çok üst üste oturmadı. Düşündüm ben de, çok uzun yıllar ben bu işi kendimce güzel bir şekilde yaptım, artık tamamen farklı bir anlayışa acaba uyum sağlayabilir miyim, sağlayamaz mıyım? Ya da bu kadar yeni bir stresin altına girmek benim için uygun mu, değil mi? Bunu epey tartıştık. Eşimle beraber de konuştuk. Sonunda ben istifa ettim. İstifa etmemin nedeni de şu: Programlar tamamen yeniden yapılıyor, hafta sonu dışarı çıkma izni vermiyorlar, biz onlara izin verirsek ancak o şekilde çıkabiliyorlar. O dönem 2002’deki olayların hâlâ sıcak olmasının etkisiyle biraz fazla katı bir anlayış var. Biz de çok ona dayanamadık açıkçası. Hatta Nüket Hanımın da dilekçesini ben yazdım, o altını imzaladı. Birlikte götürdük, dedik “Buyrun. Biz bu işi onurlu, şerefli bir şekilde, başımızı öne eğecek hiçbir şey yapmadan, tatsız bir şey yaşamadan, çok uzun yıllar -yüzlerce çocukla, çok da kolay bir şey değil- yaptık. Onurlu bir şekilde bırakıyoruz. Hazirana kadar biz görevimizi sürdürürüz. (Martta oluyor bu olaylar.) Önümüzdeki yıl başka insanlarla bu işe devam edersiniz.” Ben haziranda anahtarları teslim ettim. Yaşamımın o serüveni orada noktalandı. Aynı dönemde, haziran’ın hemen ortalarına doğru ani bir dil bilgisi olan, her yönüyle Robert Koleji’ni taşıyabilecek çok güzel bir kadromuz var şu anda. Bunun için de çok seviniyorum. Artık yaş itibariyle de benim son on yılım. Şu an elli beş yaşındayım. Sağlığım elverirse, on yıl daha çalışma hakkım var. Ben öğretmeyi, öğrenmeyi çok sevdiğim için emekli olmak istemiyorum. değişiklik oldu. Bizim o dönemki bölüm başkanımız ayrılmak durumunda kaldı. Beni çağırdılar ve bu görevi teklif ettiler. Beni bölüm başkanı olarak atamak istediklerini söylediler. Ben de “Onur duyarım.” dedim. “Yeni bir döneme ben de geçmek isterim açıkçası.” 2002 yılının Haziran’ında bölüm başkanı oldum. O dönemden beri, on bir yıl olmuş, bölüm başkanı olarak, edebiyat öğretmeni olarak devam ediyorum. Bu dönemim de çok enteresan, şanslı bir dönemdi. Bölümün tamamen değiştiği bir dönemdi. 2002 yılındaki öğretmen kadrosundan şu anda sadece iki öğretmen var. Biri ben, biri Esra Ürtekin. Bir de daha sonra 2003’te bize katılan Birol Hoca. Üç hoca diyebiliriz en fazla. Üç hoca dışında –biz on dört kişiyiz- on bir hoca yeni. Bu on bir hocanın onunun kararını vermek şansı bana nasip oldu. Bu da çok güzel bir şey. Mülakatlarda hocalarımızla görüşmeler, tüm o süreç... Çok güzel bir kadro oluşturduk şu an. Daha genç, daha teknolojiyle barışık, yabancı Öğretmenlerle durmadan neler yapabileceğimizi, daha yeni neler olabileceğini, nasıl olabileceğini tartışıyoruz. Çok heyecan duyuyorum bunlar üzerinde çalışmaktan. Kurduğumuz ekip de bunları çok destekleyen bir ekip. Koç Lisesi’nin bu yılki öykü yarışmasına yirmi sekiz öğrencimiz başvurdu. Bu benim için çok gurur verici bir şey. Senin neler çizip yazdığını biliyorum, takip ediyorum, harikasın. Senin gibi daha birçok çocuğumuz var. Bunlar çok güzel şeyler. Bunlar hep beni heyecanlandırıyor. Bir edebiyat bölümünün de başarısı burada yatıyor zaten. Geri kalan teknik şeyleri okul yapıyor zaten. Yeni bir şeyler yapmak istiyoruz, yeni kararlar alıyoruz. Diyoruz “Seneye Dil ve Anlatım dersinden final yapmayalım, proje yapalım.”Dil ve Anlatım dersinden final olmayacak. Çok daha iyi olacak diye düşünüyorum. Yazma çalışması olacak projede. Bir dönem boyunca devam edecek. Adım adım yıl boyunca sürecek. Sınav sayısını azalttık. Ocak 2014 Köprü 9 Köprü: Edebiyat bölümü son zamanlarda gerçekten çok radikal kararlar aldı. Biz öğrencilere çok yardım etti. M.U: Bu proje süreçlerinde çok kalıcı şeyler öğreniyorsunuz. Seçtiğimiz kitaplar… 1984’ü okuduk. Onu okuduğumuza ben de çok sevindim. Okuduklarımızı yaşıyoruz gerçekten de. Ülkemizde hepsi yaşanıyor. Cuk oturdu bir yerde. İyi ki konuşmuşuz bunları. Sonuç olarak bölümce eğitime çok önem veriyoruz. Bütün öğretmenlerimiz Bilgi Üniversitesi’ne eğitime gittiler. O beni çok mutlu etti. Devam edeceğiz yine buna. Yurtdışına eğitime gidiyoruz. Bu sene üç arkadaş, -ben, Aydemir Bey, Özgül HanımLondra’ya, Amerika’ya eğitime gidiyoruz yine. Acaba orada neler yapıyorlar? Onları görüp acaba buraya taşıyabilir miyiz diye konuşuyoruz. Bu sene bizim okulda Sonbahar Öğretmenler Konferansı yapılacak. Sekiz arkadaşımız sunum yapacak, müthiş bir şey. Çok güzel örnekler, sekiz kişi, ben de dâhil olmak üzere… İlk defa ben bölüm başkanlığıyla ilgili sunum yapacağım. Şimdiye kadar hiç böyle bir şey yapmamıştım. Ben şimdiye kadar ki tüm konferanslara katıldım, ama hiç böyle bir sunum yapılmamıştı. “Bölüm Başkanı ve Lideri Olarak Sorunlar ve Çözümler” diye bir program sunacağım onlara. Bu şekilde gelişerek devam etmek arzumuz. Çocuklara ne kadar katkıda bulunabilirsek, sizin önünüzü ne kadar açabilirsek, edebiyat dersini ne kadar sevilen bir ders yapabilirsek, bahtiyarlık o kadar büyük olacak. Köprü: Biraz konudan sapmış olacağız fakat 11 Eylül’den sonra gelişen güvenlik önemlerinden bahsettiniz. Okulda başka ne değişiklikler oldu? Bizim bilmediğimiz neler oldu? 10 M.U: Değişiklik çok oldu. Doğa gereği değişim kaçınılmaz bir şey. Okulda öğretmenler açısında, akademik anlamda, idari anlamda çok şey değişti. Altını çizebileceğimiz birkaç değişimden bahsedebiliriz. Birincisi seksenli yıllardan, doksanların başına kadar okul daha çok İstanbul merkezli bir okuldu. Dikkat ederseniz Gould Hall’un girişinde Özel “İstanbul” Amerikan Robert Koleji yazar. İstanbul ifadesi hâlâ orada duruyor. Arnavutköy kapısının oradaki binanın girişinde de aynı şekilde Özel “İstanbul” Amerikan Robert Koleji diye yazar. Oysa okulun resmi adından İstanbul kelimesi çıkartıldı. Özel Amerikan Robert Lisesi’dir şu an. En önemli değişim bence burada yaşandı. Ben bunun canlı tanığıyım. Doksanlı yılların başında, 98 yılı özellikle kırılma noktası burada, ortaokulun kapatılmasıyla okul, Anadolu’ya daha çok açıldı. Burs sistemine bakacak olursan, 98 öncesi çocuklara ayrılan burs fonuyla bugün ayrılan burs fonunun arasında dünya kadar fark var. Bugün Robert Koleji’ne gelenler çok farklı yerlerden geliyorlar. Bu çok sevindirici. Bu açılma, değişim olmasaydı, bugün birçok çocuk Robert Koleji’ne gelememiş, bu imkânları bulamamış olacaktı. Seksenli yılların başında yatakhanede Anadolu’dan bir ya da iki çocuk ya olurdu ya olmazdı. İstanbul, Bursa. Robert Koleji’nin çoğunluğu İstanbul, bir kısmı da Bursalıydı. Bursa’dan elli altmış kadar öğrenci vardı. Onların otobüsleri olurdu, pazar günü gelirler, cuma günü giderlerdi. Bunun dışında İzmir’den birkaç öğrenci, Antalya’dan bir ya da yok, Eskişehir’den bir, Ankara’dan bir iki çocuk, o kadar. Şu anda müthiş bir şekilde Türkiye’nin her ilinden, her yöresinden öğrenciler var. Bu da bence okulun mütevelli heyetinin aldığı Türkiye’yi kucaklayan bir Robert Koleji anlayışı. Alkışlanacak bir anlayış. Çok uzak yerlerden, Anadolu’dan buraya gelmiş, burada eğitim alma fırsatı bulmuş… Çok güzel bir şey bence. Bu anlamda bir değişim yaşandı. Bu da çok olumlu bir değişiklikti. Öğretmenler anlamında da değişimler oldu. Şu anki öğretmen kadromuza bakarsan nerdeyse yüzde elliye yüzde elliyiz Türk ve yabancı öğretmenler olarak. Benim öğretmenliğe başladığım yıllar yetmiş beş seksen kadar yabancı, 150. YIL yirmi beş otuz civarı Türk hoca vardı. Sadece Türk hocalar o dönemde Türkçe ve kültür dersine girebilirlerdi. Bir müzik öğretmeni Türk olamazdı. Beden öğretmeni, matematik öğretmeni, fen öğretmeni Türk nadirdi. Sadece Sosyal Bilimler ve biz. Bu büyük bir değişim… Yüzde elliye yüzde elli ne demek…. Bu olayın iki yönü var. Bazıları diyebilir ki, anadili İngilizce olan öğretmenler daha iyi olmaz mıydı? Bunu ileri sürebilirler. Bana sorarsan iyi öğretmen olursa, hangi milliyetten olduğu çok fark etmez. İyi bir öğretmen, mesleğini seven, akademik anlamda donanımlı, öğretmeyi, öğrenmeyi kendine ilke edinmiş, işini iyi yapmak için çaba gösteren… Bu olsun. İster Türk olsun, ister yabancı olsun fark etmiyor. Şimdi de işe alınmış Türk öğretmenlerin hemen hemen hepsi işini çok iyi yapan insanlar. Mesleklerini severek yapan insanlar. Bakıyorum ben genç öğretmenlere... Pırıl pırıl insanlar. Biz neler gördük. Öğretmen Kanadalıdır, İrlandalıdır, ama öğretemiyordur. O zaman da sadece yabancı olduğu için… Bizim çocuklarımıza yazık değil mi? Siz pırıl pırıl çocuklarsınız. Bu ülkenin en seçkin birkaç yüz çocuğu… Bu çocuklara yazık edilmiş olur. İyi bir ilke o yüzden bana sorarsanız. Türk öğretmenler de gördüğüm kadarıyla İngilizce’ye oldukça hâkimler. Matematik bölümü, fen bölümü… Çocuklarla da İngilizceyi akıcı bir biçimde konuşma konusunda 98 sonrası biraz bir sıkıntı yaşandı. Kolay değil çünkü beşinci sınıf sonunda başlamakla geç başlamak bayağı fark ediyor. Ben yine de şuna inandım, isteyen çocuk, özel çaba sarf eden çocuk bunu da aşabilir. Ama aşmayan yok mu? Var. Mesela son sınıflarla bazen konuşuyoruz. . Bırak akıcı bir İngilizce konuşmayı, İngilizce konuşmak istemiyor çocuklar. Bilmiyorum bunun nedenleri nedir. Onuncu sınıfta falan bu konuşma olayı biraz kesintiye uğruyor gibi geliyor bana. Aynı zamanda kaygı var. Türkiye’de sınava gireceksiniz. Bence aslında bir şekilde bunun çözülmesi lazım, ama nasıl çözülür? Şu anki koşullarla çok da kolay değil. Geçenlerde bir yerde okulun hedefleri arasında “Daha çok İngilizce konuşulan bir okul” hedefini gördüm. Bu nasıl olabilecek, ne kadar olabilecek bilemiyorum. Değişim deyince aklıma gelenler Köprü bunlar. Mekânsal anlamda sizin hiç yaşamadığınız değişikler çok oldu. 1990’lı yıllarda yeni binalar devreye girdi. Kütüphane 1990 döneminde yapıldı, öncesinde spor salonuydu. Ondan da öncesinde çok güzel bir tiyatro salonuymuş. İki katlı, çok muazzam bir yer. Sonradan onu yıkmışlar ve spor salonu yapmışlar. Biz geldiğimizde orayı spor salonu olarak bulduk. Aslında konuşacağım çok şey var da zamanımız az. Tiyatro hikâyem var bir de benim. 1986 yılında çocuklarla başlayan ve yine bugün dahi devam eden bir oyun yapma… Türkçe tiyatronun danışman öğretmeni uzun yıllar bendim. 1986’dan 2002’ye kadar on altı yıl... On altı yılda bazen yılda bir, bazen iki oyun, toplam yirmi beş otuz kadar oyun sahneye koyduk. Köprü: Çok sosyal bir öğretmensiniz. M.U: Eşim bana kızıyordu. Evlendiğimizde eşim bana sormuştu: “Ya tiyatro ya ben?” Ben de tiyatroyu seçmiştim. Biraz toyluğum, tecrübesizliğim herhalde. Haklı olarak çok kızmıştı bana. Ama böyle yani bırakamıyordum. Çocuklarla o kadar bütünleşmiştik ki… Hafta içi okul ve yatakhane ile ilgilenir, hafta sonu da lise sonlarla oyun çalışır, oyun sahneye koyardık. Ben buradan çıkınca sudan çıkmış balık gibi olacağım. Gidemem herhalde. Buralarda dolaşırım. Köprü: Hafize Hoca’yla da kaç yıldır birlikte çalışıyordunuz? M.U: Hafize Hoca’yla otuz iki yıldır beraber çalışıyoruz. Onun otuz dördüncü yılı oluyor. Bu akşam onları uğurlama partimiz var. Hep Bizim Tepe’de yapıyorduk. Bu yıl kütüphanenin balkonunda yapacağız. Akşamüstü saat üç ile dört arasında. Orada Hafize Hanım için de bir kart yazıyordum. Kolay değil tabii Hafize Hanım için bir şeyler yazmak. 1979 yılında gelip çalışmaya başlamış Hafize Hanım burada. Ben geldiğimde o iki yıllık öğretmendi. Beni ilk karşılayan öğretmenlerden biri oydu Türk müdürlükte. Bana “Aman dikkatli ol, ayaklarını yere sağlam bas!” demişti. Tecrübeli tabii o, bana öğütler veriyordu. Onlar kızlar yatakhanesinde sürveyandı. Çok iyi bir arkadaşım gerçekten Hafize Hanım. Çok değerli bir öğretmen. O bambaşka. Duygusallığı, coşkuyu, bilgiyi çok güzel harmanlayan Ocak 2014 bir insan. İnsanları çok seven biri. O sevgiyi o kadar güzel ortaya koyuyor ki, çocukları da kuşatıyor. Dersleri muhteşem. Hafize Hoca’yı da çok özleyecektir okul. İnşallah yeri doldurulur. Çok kolay bir şey değil, öyle hocalar kolay kolay gelmiyor. Her zaman büyük bir sevecenlikle, coşkuyla yapmıştır bu işi. Efsane hocalardan biridir. Köprü: Siz de en büyük efsanelerden birisi olacaksınız. M.U: Çok teşekkür ederim. Benim şöyle bir şansım oldu, Hafize Hoca sürveyanlıktan sonra öğretmen olarak devam etti sadece, ben uzun yıllar yatılılıkla devam ettim. Bölüm başkanı olarak da… Ben sorumluluk almayı seven, öne çıkmayı seven bir insanım. Herkes bunu yapmıyor, tarzı da olmuyor olabilir. Ben seni de tavrından tarzından anlıyorum, sen tuttuğunu koparan bir kıza benziyorsun. Yapabileceğin şeylerde kendine her zaman şans ver. Bu çok önemli. Ben hep şunu söylerim: “Bu okul bana şanslar verdi.” Öğretmen olarak şans verdi ve ben iyi bir öğretmen olmak için hâlâ uğraşıyorum. Bitmiş değil hiçbir şey. Önümüzdeki hafta Salı günü Amerika’ya gidiyorum. Benim yabancı dilim Fransızca’ydı lise yıllarında, üniversiteyi bitirinceye kadar. İngilizceyi burada öğrendim. Daha sonra yüksek lisans için Boğaziçi’ne gittim, Yabancı Diller Yüksek Okulu’nda bir yıl eğitim gördüm, İngilizce öğrendim. Şimdi düşün hâlâ o zamandan bu zamana yabancı dilde bir şeyler yapmak için uğraşıyorum. Zorlanmıyor muyum? Zorlanıyorum tabii ki. Olsun, diyorum ki üstesinden gelebilirim bunun. Gece uyumam çalışırım, bir şekilde öğrenirim. Tuttuğumu kesinlikle bırakmam. Köprü: Hocam tam bir Robert öğrencisisiniz. M.U: İnanır mısın? Robert sadece öğrenci yetiştirmez, aynı zamanda öğretmen de yetiştiriyor ve “Robert Öğretmeni” diye bir öğretmen var. Köprü: Siz başka yerde yapamazsınız, kimse yapamaz. M.U: Yapamam. Okul bana dediğim gibi şans verdi. 1985 yılında yatakhane müdürlüğünü teklif ettiklerinde bunu kabul ettim. Zaten dört yıl deneyimim var. Bazıları söyledi, yüz elli tane çocukla baş etmek zor, daha çok gençsin, kendine çok 150. YIL güveniyorsun… Dedim: “Hayır, eşim de bana destek olur.” Eşimin hakkını da teslim etmeliyim. Çok büyük bir şans öyle bir eşe sahip olmak da. O da bana omuz verdi. Serap Hanım ile on yedi yıl yatakhaneyi yönettik. Ben tek başıma başa çıkamam. Her dakika her şeye sahip çıkar, müthiş sevecendir. Harika bir insan. O benim en büyük şansım. 2002’de “Bölüm başkanı olur musun?” dediler. “Evet.” dedim. “O sorumluluğu da alırım. Değiştirmek, dönüştürmek istiyorum.” 2002’de bölümde İngilizce bilen birkaç öğretmen vardı. Kolej mezunu değilim, ama Boğaziçi’ne gittim, okudum, öğrendim. Bilen azdı. Şu an bilmeyen kimse yok. Bazıları çok ileri düzeyde, bazıları rahatlıkla konuşup okuyabilecek düzeyde. Sözü şuraya getireceğim: Sana verilen şansları hiç geri çevirme. Bunları mutlaka kullan. Mutlaka güzel yerlere geliyorsun. Ben somut örneğiyim. Anlattım sana hikâyeyi. Şu tepeyi nefes nefese tırmanıp geldim buraya.19 81 yılının Ağustos’u, geldiğim günden beri buradayım. Her zaman kendime şunu prensip edindim: Dürüst olmak, güvenilir olmak. Birisi bana bir iş verdiğinde bunun arkasını düşünmez. Mehmet Hoca’ya bu işi ver, tamam. Almışsam o işi mutlaka yaparım. Yapamayacaksam baştan dürüst bir şekilde yapamayacağım derim. Yapamayacağım iş de azdır. Bir sorumluluğa talip olmuşsam, inanmışımdır ben onu başaracağıma ve gerisi önemli değil. Zorluk olmaz mı? Olur. Bak bölümü de dönüştürdük ve çok mutlu hissediyorum kendimi. Sempozyum oluşturduk düşün. 2005’ten beri devam ediyor. Önümüzdeki yıl dokuzuncusunu yapacağız. “Edebiyat ve Sinema” olacak yeni başlığımız. Bunların hepsi kalıcı birtakım değerler oluyor. Eminim bu Robert Koleji ile devam edecek. Bunları ben tek başıma yapmıyorum tabii ki. Çok güzel bir takımımız var. Ben her zaman bir şey atıyorum ortaya, hedef koyuyorum. Bilgi Üniversitesi’nde hizmet içi eğitim derslerine başladık. Cumartesi günleri gidiyoruz. “Edebiyatta Modernizm”, “Fantastik Edebiyat”, “Yaratıcı Yazarlık”… Öğretmenlerin ufkunu açmak… Ne olursa olsun bir süre sonra tekrara düşüyorsun, ama böyle yerlere gittiğin zaman bambaşka insanlarla bambaşka şeyleri tartışıyorsun ve bu seni geliştiriyor. Ben orada konuştuğum bir şeyi sınıfa taşıyorum. Size bir katkısı olsun, benim heyecanım o. “Bakın çocuklar, şurada şu tablo var. Açıp bakalım.” Bunu öğretmenlerin yapması harika. 13-14 Eylül 2013 ’te yazma çalıştayımız var burada okula başlarken. Yine Bilgi Üniversitesi’nden öğretim görevlisi Sevengül Sönmez bize “İleri Yazma” konusunda seminer verecek ve bütün yıl boyunca da bizimle olacak. Dil ve Anlatım finallerini projeye çevireceğiz dedik. Daha iyi çocuklar nasıl yazabilirler? Bütün mesele bu. Bizim bölümümüzü tamamlayan çocuk edebi bir makaleyi başarılı bir şekilde yazabilmeli. Bunu da başaracağız. K: Bizce de bazı kısıtlamaların kalkması gerekiyordu kullandığımız dil üzerinde. Okula girdiğimiz yıl daha fazla baskı vardı, şu an daha serbestiz. Dediğim gibi edebiyat bölümünü bu yıl tüm öğrenciler daha çok sevdi. M.U: Daha fazla değişeceğiz. Kısıtlamaları daha aza indireceğiz. Çok güzel kitaplar seçiyoruz. Zaman zaman Türk Edebiyatından az kitap seçtiğimiz konusunda eleştiriler geliyor, ama ben hiçbir zaman öyle bir ayrım yapmıyorum. Türk Edebiyatı, Dünya Edebiyatı fark etmez. Seçtiğimiz kitaplar hep evrensel konularda. 1984’ü seçtik. Bu Türkiye’de de geçerli, Afrika’da da geçerli, Amerika’da da, Avrupa’da da. Sonuçta güzel şeyler yaptığımızı düşünüyorum. Çocuklardaki yansımasını da görüyorum. Konuşmalardan, değerlendirmelerden. Diyorum ki: “Eğitim böyle bir şey olmalı!” İçselleştirilebilen, kalıcı bir etki oluşturabilen bir çaba olmalı. Çocukları düşündürecek, onlara farklı pencereler açacak, farklı düşündürecek şeyler kalıcıdır. Onların yaptıkları çalışmalarla, onların çektikleri filmlerle, değerlendirmelerle çok güzel şeyler elde ediyoruz. Bunu da geliştirmek istiyoruz. “Kendi kendini değerlendirme” dediğimiz, diğer çocukların birbirini değerlendirmesini zamanla yerleştirmek istiyoruz. Ölçme ve değerlendirmeyi tamamen değiştirmek istiyoruz. Zaman içinde olacak bence bu. Köprü: Son olarak biz öğrencilere söyleyecekleriniz nelerdir Mehmet Hocam? Ocak 2014 M.U: Size söyleyeceğim: Ben size çok güveniyorum. Bunu dersimde de çocuklara söyledim. Dünyanın ve bu ülkenin gerçekten sizin sayenizde, daha yaşanası hale geleceğine inanıyorum. Özellikle Gezi ile ilgili tutumunuz beni heyecanlandırdı. Uzun süre astımım olduğu için, gaz yemekten korktuğum için gidemedim, ama geçen hafta perşembe günü oradaydım. Orayı dolaştım, üç saate yakın orada bulundum. Çok düşündüm, çok heyecanlandım. Orada bulunanları görünce “Helal olsun bu çocuklara. Bu insanlara helal olsun!” dedim. Oradaki o dayanışmayı, paylaşmayı… Birisi diyor ki “Çocuklar altı gönüllü lazım.” Gençler hemen koşarak gidiyorlar. Ne kadar güzel bir şey bu. Çok farklı yerlerden, inançlardan, kültürlerden insanlar barış, demokrasi, özgürlük temelinde birleşiyor. Bir tarafta Kürt gençleri halay çekiyor. Ben de katılıp onlarla halay çekmek istedim. Çok mutlu oldum onları görünce. Robert Koleji’ni mutlaka siz iyi değerlendiriyorsunuz. Bu okul varlığıyla özgürlüklere şans veren bir okul. Her zaman için bu özgürleri iyi değerlendirin. Bu okula mezun olduktan sonra da sahip çıkın. Buranın yaşaması için, gelişmesi için daha çaba gösterin. Bunu yaparsanız gözümüz açık gitmez. Bunu yaparsanız gerçekten daha mutlu olurum. Görüyorum, mütevelli heyeti arasında benim öğrencilerim var. Eminim sizlerden de bu işin içine girecek olanlar olacaktır. Dediğim gibi bu konularda çekingen olmayın. Ne olursa olsun belli bir gücü elinde tutan insanlar bu işlere giriyor gibi bir algı da olabiliyor. O da doğru değil. Mesleğinde iyi olan, belli yerlere gelmiş olan insanların hepsinin bu kurumda söz sahibi olmaya hakkı var. O sorumluluğu sizler de alın. Bu okulu daha da geliştirerek yaşatmaya devam edin. Bu ülkede bu okullar olmalı ki daha aydınlık, daha güzel yarınlar olabilsin. Robert Koleji’ni mutlaka siz iyi değerlendiriyorsunuz. Bu okul varlığıyla özgürlüklere şans veren bir okul. Her zaman için bu özgürleri iyi değerlendirin. Bu okula mezun olduktan sonra da sahip çıkın. Buranın yaşaması için, gelişmesi için daha çaba gösterin. Bunu yaparsanız gözümüz açık gitmez. Bunu yaparsanız gerçekten daha mutlu olurum. Görüyorum, Köprü 11 mütevelli heyeti arasında benim öğrencilerim var. Eminim sizlerden de bu işin içine girecek olanlar olacaktır. Dediğim gibi bu konularda çekingen olmayın. Ne olursa olsun belli bir gücü elinde tutan insanlar bu işlere giriyor gibi bir algı da olabiliyor. O da doğru değil. Mesleğinde iyi olan, belli yerlere gelmiş olan insanların hepsinin bu kurumda söz sahibi olmaya hakkı var. O sorumluluğu sizler de alın. Bu okulu daha da geliştirerek yaşatmaya devam edin. Bu ülkede bu okullar olmalı ki daha aydınlık, daha güzel yarınlar olabilsin. Sizden tek beklentim bu. Sizi çok seviyorum. Bu söyleşi için de teşekkür ediyorum. Köprü: Biz teşekkür ederiz. Köprü ailesi olarak bizler için bu söyleşinin çok büyük bir önemi ve anlamı vardı. Anlattığınız anıları eminiz ki öğrencileriniz de takip edeceklerdir. Tekrar bizlere ayırdığınız zaman için çok teşekkür ediyoruz. 12 150. YIL Melek Giray İnce ile Röportaj Kulüp danışmanlarımızdan Melek Giray İnce ile “Köprü”nün kuruluşunu, ilk zamanlarını, bugünlere nasıl geldiğini ve gelecek planlarını konuştuk. Köprü: Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim. Köprü: Birçok kişi köprünün nasıl ortaya çıktığını çok merak ediyor. Köprü kaç senedir aktif? 2008-2009 yılından beri yayın hayatını sürdürüyor diyebiliriz. Köprü: Peki bu fikir kimden çıktı ve “Köprü”nün oluşumu nasıl gerçekleşti? Robert’te öğretmenliğe 2007 yılında başladım. O yıl herhangi bir kulübüm yoktu. Hatta kulüp teklifleri şubat ayında verilir. O zaman bile bu fikir kafamda şekilenmemişti. Sonra okul yayınlarını okudukça okulda Türkçe bir gazetenin olmaması dikkatimi çekti. İki dilli bir okulda Bosphorus Chronicle’ın yanında Türkçe bir yayının olmamasının bir eksiklik olduğunu düşündüm açıkçası. Önce kendi girdiğim sınıflarda bir nabız yoklaması yaptım. Özellikle hazırlıklara sordum. Geleceğe hazırlık olarak. Böyle bir şey sizce de eksiklik mi, olursa çalışmak ister misiniz? Çünkü bir kulüp kurarsanız eğer, öğrenci olmadan o kulübün bir anlamı kalmıyor. Açıkçası sınıflarımdan aldığım tepkiler çok olumluydu. Onlardan cesaret alarak bölüm başkanına ve bölümdeki arkadaşlarıma anlattım bu fikrimi .Onlar da çok desteklediler. O sırada bölümdeki arkadaşlarımdan Serya Hoca, kulübün bir parçası olmak isteyeceğini söyledi ve biz beraber koyulduk bu yola. Tabii artık 2008’in mayıs ayıydı. Kulüp teklifi vermek için geç bir zamandı ama Joe Welch ile bu düşüncemizi paylaştık. O da reddetmedi. Asıl harekete geçiş noktamız 2008-2009 eğitim yılının okula dönüş zamanı diyebiliriz. Tabii ilk önce neden böyle bir gazeteye ihtiyaç olduğunu anlatmamız gerekiyordu. Zaten böyle bir gazete var okulda, eğer amaç okula ve öğrencilere haber iletmekse bunu Bosphorus Chronicle zaten yapıyor ve Türkçe gazete gerçekten gerekli mi şeklinde sorularla karşılaştık açıkçası. Çok da normal böyle endişelerinin olması. Onları ikna etmeyi başardık. Fakat bu sefer de bütçe problemleri vardı. Biliyorsunuz, kulüplerin bütçeleri bir yıl önceden ayrılıyor. O sırada BC danışmanı Jonathan Rau’ydu. Onunla ve editörlerle ortak bir toplantı yaptık. Onlar bütçelerinin bir kısmını bizimle paylaşmayı kabul ettiler. Ve biz 10 öğrenciyle ilk sayıyı çıkardık. İlk sayının çıması çok zor oldu bizim için. Sadece bütçe değil, yazıların yazılması, onların tasarımlarının yapılması, matbaaya girmesi de zordu. Hatırlıyorum, gece yarılarına kadar telefonla konuşup “O öyle olmadı. Bu nasıl olacak? Şuradan para bulalım.” diye birbirimizle iletişim kuruyorduk. Köprü: Bu zorlu sürecin sonunda “Köprü” okulda nasıl karşılandı? Merakla açıkçası. Tabii ne olacağını bilmiyorlardı. Yepyeni bir yayındı onlar için. Önce küçük posterler hazırlayıp okula asmıştık. “Köprü geliyor. Köprü nedir biliyor musunuz?” diye. İlk tepkiler olumluydu. Belki tam bir gazete gibi değildi. Yazılarını görseniz, daha çok gezi yazıları, küçük denemeler, haberler, spor sayfası, bulmaca, karikatür... Çeşitlendirmeye çalışıyoruz ama kulübün öğrenci sayısı on kişi. On birlerin üniversite hazırlıklık süreci zaten başlamış. Dokuz ve onuncu sınıf öğrencilerimiz ile çıkardık. Çok da kötü tepkiler almadı. Eksiklikler vardı ama yine de desteklediler. Özellikle bölüm arkadaşlarımız çok destekledi, onlara çok teşekkür ediyorum. Çıktığı anda heyecanla alıp sınıflarına götürdüler, yazıları okudular, tanıttılar, öğrencileri ile paylaştılar, bizi sürekli desteklediklerini belirttiler. Sonra bu durumlara geldik. Köprü: “Köprü” ismi, peki, nasıl ortaya çıktı? Acaba adı ne olabilir? Öncesinde bir sürü fikir geliyor aklınıza. O olur, şu olmaz, neden olmaz? Bir gün Serya Öğretmeniniz, Özlen Tanrıöver ile bir sohbet sırasında kendisine Türkçe gazete kurduğumuzdan bahsetmiş. O da Robert Kolej mezunudur. Özlen Tanrıöver de, “Bizim öğrenciyken ‘Bridge’ diye bir dergimiz vardı.” demiş. Serya Hocanız da oradan esinlenip “Bridge”in “Köprü” olarak gazeteye ad olabileceğini düşünmüş. Gazeteye ad olarak önerilen ve en çok beğenilen isim “Köprü” olduğu için bu ismi koyduk . Çıkış noktası yıllar öncesinde burada yayınlanan bir dergi aslında. Ama bağlantıları, ülkenin doğubatı arasında bir köprü görevi görmesi, okulumuzun Boğaziçi Köprüsü’ne bakması ve kültürler arası bir köprü Köprü konumunda olması. Bütün bu anlamları içinde barındırıyor açıkçası. Hem İstanbul’un kendisi bir köprü. Okuldaki toplanma noktalarından biri Köprü. Yani “köprü”yle o kadar çok bağlantımız var ki... Sonra hepimiz çok sevdik bu ismi ve çok benimsedik. Köprü: “Köprü” geçen yıl büyük bir değişim sürecine girdi. Bu süreç nasıl başladı ve bu kadar kısa sürede “Köprü” nasıl bu kadar büyüdü? Çok sevindirici bu aşamaya ulaşmamız. Gerçekten o üç yıl boyunca biz on öğrenci ile hatta ondan bir önceki yıl sekiz öğrenci ile işi götürdük. Çünkü hazırlıkta BC ye giremeyen öğrenciler geliyor, bir sene Köprü’de çalışıp sonra çalışmalarını BC’de devam ediyorlardı. Hazırlık sınıfları için gayet doğal bir süreç bu, bir yıl da olsa hepsinin Köprü’ye değerli katkıları oldu. Ama sekiz-on öğrenci ile gazete çıkarmaya çalıştığınızda bültenin ötesine geçmek çok zordu. Her öğrencinin en az iki-üç yazı yazması gerekiyordu ve kulüp işleyişi o zaman daha farklıydı. Her hafta okul sonrası bilgisayar laboratuvarında buluşuyorduk. Konular ne olabilir, kim hangi konuları yazabilir... Birbirimizle fikir alışverişinde bulunup orada yazıyorduk. Aslında Yunus Emre’nin yeni oluşumun mimarı olduğunu söyleyebiliriz. Yunus Emre hazırlıktan beri Köprü’de. Berfin de dokuzda geldi ve Yunus Emre onuncu sınıfa geçerken Köprü’deki en eski elemanlardan biriydi. Berfin vardı, on birinci sınıfta. Yunus çok hevesli ve istekliydi; çok üretken ve yaratıcıdır. Fikirlerinin peşinden koşar. Biz önümüzdeki yıl kim editör olabilir acaba o sekiz kişi arasından, kim çekip çevirebilir, organize edebilir diye düşünürken Serya Hoca ile ikimiz de, Yunus Emre’nin bu iş için uygun olacağına karar verdik. Yunus Emre de önerinin üstüne atladı. Çok mutlu oldu. “Ben zaten çok seviyorum bu işi yapmayı, bu işi yapmayı çok isterim.” dedi. Berfin de on birinci sınıf olduğu için çok istedi ve ikisi bu işi paylaştılar. O yaz Yunus Emre bir şekilde bütün arkadaşlarını tek tek arayıp konuşmuş. “Bak, ‘Köprü’de yazmak ister misin? Şöyle yazarsın, böyle yapacağız…” diye ikna etmiş. Bu iletişim ağı, “Köprü”nün bir anda sekizden kırk beşlere, ellilere çıkmasını sağladı. Şu anda ellinin üzerinde yazarımız var. Ocak 2014 Ezgi Ergin Nazlı Yurdakul Normalde biz öncesinde öğrenci sayısını içeren bir teklif formu veriyoruz. Biz en iyimser haliyle 20 öğrenci diye düşündük. Her zaman on kişi geldiği için, biz ‘keşke 20 kişi gelse’ diye düşünüyoruz çok mütevazi bir şekilde. Köprü listelerini hazırlarken Neylan Hanım aradı, “Melek Hanım, kırk öğrenci başvurmuş. Neye göre seçeceğim ben bunları?” diye sordu. “Hayır, hiçbirini seçmeyin. Hepsi gelsin.” dediğimde “Gerçekten emin misiniz?” dedi ve ben de “Evet evet. Çok mutlu oldum.” dedim. Köprü: Mesela BC’de bir seçme oluyor. “Köprü”de bu olmuyor ama. Hayır, biz en başında beri bunu yapmıyoruz. Çünkü Köprü’de yazan çocukların hepsi çok iyi yazan çocuklar olmak zorunda değil ki. Yani burası bir okul gazetesi, profesyonel bir gazete değil. Kulüplerin amacı da işi en iyi yapanların işlerini sergilemeleri değil. Yani siz aslında ilgi duyduğunuz alanlarda kendinizi geliştirme fırsatı yakalıyorsunuz kulüplerde. Dolayısıyla yazmayla ilgileniyorsa bir öğrenci ya da habercilikle ilgileniyorsa, fotoğrafla ilgileniyorsa, bu kulübün bir parçası olmak istiyorsa, onlara kapımız açık. Bence kötü yazanlar da bu kulüpte yer almalı. Kötü yazıyorsa da bir süre sonra kendi içinde gelişimini sağlıyor. Bizim için en büyük mutluluk hazırlıkta çok fazla yazısını düzelttiğimiz bir öğrencinin onuncu sınıfa geldiğinde hazırlıktakilerin yazısını düzeltir hale geliyor olmasıdır. Asıl amacımız da bu zaten. Ben kulüp çalışmalarına bu gözle bakıyorum. Sizin birbiriniz ile paylaşımlarınızı gerçekleştirdiğiniz, ilgi alanlarınızı bir şekilde tatmin ettiğiniz, kendinizi geliştirdiğiniz alanlar kulüplerdir. Bunun için de seçim yapmayı gerekli görmüyorum. Biz de performansa dayalı bir kulüp olsaydık, tiyatro gibi, orkestra gibi ya da spor takımlarından biri gibi, o zaman orada bir sınır vardır ve seçmek zorundasınızdır. Ama gazetede yazanlarda öyle bir sınır yok. Okul gazetesi on tane haber de çıkabilir, on iki haber de çıkarabilir. Dolayısıyla zaten l 150. YIL eğer öğrencinin haberi nitelikli değilse, biri girmeyi hak etmiyorsa, zaten siz onu kendi içinizde eliyorsunuz. O da hatalarını görüyor. Bir sonraki sayı için yazarken o noktalara daha çok dikkat ediyor. Daha iyi bir yazı çıkarıyor. O yüzden, öğrenci seçimine gerek duymadık. Köprü: Peki iki okul gazetesi olarak BC ile aranızda nasıl farklılıklar var? Yola çıkış amacımızda fark yok. İkisi yapı olarak çok benziyor birbirine. İçerik olarak da benziyor. Ancak ulusal ya da yerel gazeteler kendi aralarında nasıl bazı farklılıklar içeriyorsa, belki “BC” ile “Köprü” de böyle farklılıklar içeriyor. Öğrencilerin söylediği “BC”nin biraz daha resmi bir dilinin ve atmosferinin olduğu yönünde. Köprü geçen yıl ile bunu biraz kırdı. Biraz daha renkli basın gibi olmaya başladı. İlk sayısında absürd haberler, Zaytung haberleri gibi yazılara yer verilmişti. Ama belki orada da biraz aşırıya kaçmış olabiliriz. Dengeyi bulmaya çalışıyoruz. Aslında “Köprü” hâlâ bir denge oturtma aşamasında. Çok yeni tabii. Aslına bakarsanız bu altıncı yılı. Altı yıl, dile kolay. Çok uzun gibi gelebilir ama bazı geleneklerin oluşturulması, o çizginin yaratılması için çok da uzun bir süre değil. Her yıl öğrencilerimiz değişiyor. Daha yeni yeni bazı şeyler oturmaya, yerini bulmaya başladı. Bundan sonra daha da iyi olacak. Yeni katılımlarla, yeni fikirlerle Köprü’nün daha da gelişeceğine inanıyoruz. Çünkü, sekiz öğrenciyken, herkes elinden geldiğince geliştirmeye çalışıyordu tabii ama bir yerde tıkanıyorduk. Ama şimdi kırk öğrenci ile kırk farklı düşünce, kırk farklı bakış açısı var ve onlardan en iyisini bulmaya çalışıyoruz. Hâlâ bir şeylere çalışıyoruz. Oldu mu? Hayır olmadı, ama en azından her geçen gün daha iyi olma yolunda ilerliyoruz. Köprü: Yani hem öğrenciler hem de Köprü’nün kendisi gelişiyor diyebiliriz. Aynen öyle. Öğrenciler olmadan Köprü olamaz. Köprü’yü Köprü yapan bugüne getiren sizlersiniz. Bizim öğretmen olarak yaptığımız tek şey size o yolu açmak oldu. Biz kapıyı açtık ama o kapıdan geçip onu ileriye götüren sizdiniz. Bugün biz varız ama yarın x öğretmen, y öğretmen gelir. Öğretmenlere bağlı bir şey değil bu aslında. Köprü: Köprü’nün büyük bir değişim geçirdiğinden bahsetmiştik. Peki bu değişim bu yıl da devam edecek mi? Bu konuda proje ve planlarınız var mı? Var tabii, olmaz mı? Aslında geçen yıl girdiğimiz gelişim yolunu biraz daha iyileştirmek istiyoruz. Dengeyi bulmak istiyoruz demiştim ya; biz boyalı basın gibi olmayalım, çok resmi de olmayalım. Öğrenciye hitap etsin, ama belli bir kişiliği de olsun. Okul gazetesi formatını da üzerinde taşısın. Bunun için çabalıyoruz açıkçası. O yüzden de toplantılarımızda neyi, nasıl değiştirebileceğimiz Ocak 2014 konusunda fikir yürütüyoruz. Yeni şeyler deneyeceğiz, denedikçe de bulacağız. Belki bazı fikirlerimiz bizi ileriye götürmeyecek, belki bazıları çok tutacak. Ama bir şekilde yanlışlardan ders çıkarıp daha iyi ilerleriz diye düşünüyorum. Onun dışında, bu yıl bir iletişim platformu yapmayı planlıyoruz. Bu da yine Yunus Emre ve arkadaşlarının fikriydi. Yayıncılık aslında Türkiye’de okullarda çok yaygın ama gazete biçiminde değil. Yani okul yayınlarına baktığınız zaman daha çok dergi biçiminde çıkıyor. Hatta ne yazık ki çoğu okulda bu öğrenci yayını gibi gözükse de öğretmenler hazırlıyorlar. Bazen onlar yazıyor yazıları. Yani o öğrenci dergisinden çok öğretmen işine dönüyor. Gerçekte bu sizin ürününüz, sizin yayınınız. Aynanız diyelim, düşüncelerinizin aynası... Dolayısıyla kaç tane gazete çıkaran okul var diye düşündüler Türkiye’de ya da İstanbul’da özel okullarda, çünkü devlet okullarında bu iş maliyetten dolayı biraz daha zor. O yüzden özel okullarda bu iş biraz daha iyi işliyor. Çok az sayıda okul var gazetesi olan ya da gazete çıkarmayı düşünen. O zaman bunlarla bir platform oluşturalım, bir araya gelelim, fikir alışverişinde bulunalım dedik. Aynı zamanda bizim okulumuzdan mezun olan ve şu anda basın yayın sektöründe çalışan bir sürü mezunumuz var. Onların da deneyimlerinden yararlanmayı düşündük. Hem öğrenciyken ne Köprü 13 tür aşamalardan geçtiler, neleri deneyimlediler hem de profesyonel hayatta karşılaştıkları zorluklar nelerdi; bunlardan haberdar olmak istedik. Dolayısıyla dönem itibariyle onlar gelecekler, önce okuldan öğrenciler ile konuşacaklar, onlara deneyimlerini aktaracaklar. İkinci yarıda ise okullar birbirlerine deneyimlerini aktaracaklar. Ama bence asıl büyük proje o günün sonunda her okuldan bir temsilcinin bir araya gelerek gençlik gazetesi adını verdikleri ortak bir gazete için çalışmaya başlaması. Yılda belki bir defa çıkaracağız, bunlar tabii plan daha. Belki biraz hayal gibi de gelebilir ama her okulun katkısının olabileceği, sonunda sadece Robert Kolej’e ya da Üsküdar Amerikan’a ait olmayan, İstanbul’daki liselere ait olan bir lise gazetesi çıkartmak, üretmek hedefimiz. Umarım gerçekleşir. Bu kısa süreli planımız. İleride umarım “Köprü” şevkle heyecanla yeni üyeleriyle devam eder yayın hayatına. Gerçekten bu okulun kalıcı, geleneksel bir yayını olarak devam eder. Hem bu hoş röportaj için hem de “Köprü”ye yaptığınız katkılar için size ve Serya Hocamıza çok teşekkür ederiz. Biz teşekkür ederiz. 14 150. YIL Robert Kolej Efsaneleri Robert Kolej gibi köklü, yüzyıllardır Türk eğitimindeki saygın yerini korumuş bir okulun, tahmin ettiğinizden de fazla efsanesi var. Çoğumuzun belki de bir kere bile duymadığı Robert efsanelerini bu yazımızda sizin için derledik. Adı üstünde efsane olduklarından hiçbiri kesin bilgilere dayanmamaktadır. Robertli Holden: Dokuzuncu sınıf ingilizcesinde okutulan Catcher in the Rye (Çavdar tarlasında çocuklar) kitabını hepimiz biliyoruz. İki üç yıl önce, yine bu kitap müfredat gereği okutulurken, bu kitaptan çok etkilenen bir yatılı çocuk TI(hesap makinesi)’ını satmış ve aldığı parayla Konya’ya kaçmıştır. Daha sonraları bir kırtasiyede çalıştığı tespit edilen öğrenci okula geri getirilmiştir. Kilisedeki Hayalet: Efsaneye göre yıkık kilisenin önünde çekilen fotoğrafların bazılarında ortaya çıkan bir rahip hayaleti vardır. I pardon your back: Merdivenlerden yukarıya çıkarken bir öğretmenine çarpan hazırlık sınıfı öğrencisi, dönüp ‘I beg your pardon’ demek yerine ‘I pardon your back’ diyerek Robert Kolej tarihine geçmiştir. Konferans Odası: Marble Hall’daki konferans odasını hepimiz biliriz. Hatta çoğumuzun içindeki antika eşyalar sayesinde çok sevdiği bir yer olup çıkmıştır. Tabii tüm bunlar olurken, hiçbirimiz oradaki eşyaların bir ölüye ait olduğunu bilmeyiz. Efsaneye göre kendisi her ölüm yılında odayı ziyaret etmeye gelirmiş. Birinci Dünya savaşı Tünelleri: devamında “uncle” kelimesinin kökeni araştırılıyor ve Hades’e kadar uzandığını öğreniyoruz., Zeus ve Demeter kardeşler ama Persephone adlı bir kızları var. Hades-Zeus’un bir diğer kardeşi- bu kızın hem amcası hem de dayısı oluyor. Bu yüzden de Hades’e iki isimle seslenmek yerine Persephone yeni bir isim türetip ona “uncle” diye hitap ediyor. Ama bu hikâyenin komik yani Persephone aynı zamanda hades’in karısı. Ne Emel ne ben Presephone’nin neden koca yerine yeni bir kelime bulmadığını daha çözemedik. cevap ise portakal suyu yerine havuç suyunu tercih etmesi gerektiği oluyor. Başka bir mektupta ise Distress erkek arkadaşlarının kendisinin birden çok kişiyle aynı anda çıktığını öğrendiğini anlatıyor ve aşırı kıskanç ve huysuz erkek arkadaşları için bir çözüm arıyor. Aunt Hamsi ise ona bunun kendi hatası olduğunu söylüyor. Distress’e şu altın kuralı veriyor: “Eğer bir şeyin bilinmesini istemiyorsan onu saklaman için hiçbir neden yoktur.” Yani Aunt Hamsiye göre o, bütün erkek arkadaşlarıyla aynı anda aynı yerde çıkmalı ve diyor ki bu o kadar aptal görünecektir ki hiçbiri diğerinin onun erkek arkadaşı olduğuna inanmayacaktır. Pınar Tercanlıoğlu Leyla Ok Birinci Dünya Savaşı sırasında okulun çeşitli bölgelerine tüneller açılmıştır. Bu tüneller okulun binaları arasında ve okulun çıkışlarına geçit sağlamaktadır. Bir tanesinin kapısı kiliseye de çıkar. İnanın ya da inanmayın, Robert Kolej bütün bu efsanelere ev sahipliği yapmıştır. Bazıları trajik bazıları komik bazıları korkutucu bu olaylar; yaşanmış da olsa, yaşanmamış da olsa, Robert’i Robert yapan hikayelerdir. Hamsi Hazırlıktan beri hepiniz okul koridorlarındaki türlü türlü okul yayınlarını görmüşsünüzdür. Boshporus Chronicle, Köprü, Kaleidscope, Martı… Ama bunlar pek de eski sayılmazlar. O yüzden Köprü Gazetesi olarak bu köşemizde sizi on yıl önce RC’de yayınlanan bir web sitesini tanıtıyoruz, Hamsi. Uzun süredir burada olan öğretmenlerimiz ve diğer çalışanlar dışında, -12’ler bile- hiç kimse ismini duymamıştır. Hamsi 2000’lerde birkaç yıllığına yayınlanmış okulumuzun eğlence tabanlı web sitesidir. Takip edilmediğinden mi yoksa bayat esprilerinden dolayı mı kapandığı bilinmez. Ama onda birlik bir asırdan sonra ona bir göz atmak hiç te fena olmaz. İşte sizin için ağdan seçtiklerimiz: Her ay Hamsi şanslı bir kelime seçiyor ve Emel KÖKREK tarafından bu kelime üzerine bir yazı yazılıyor. Bu ayın kelimesi de “uncle”mış. Bildiğiniz üzere bu kelime Türkçede iki anlama geliyor. Tabii Emel de gözden kaçırmadan bunu yazısında belirtiyor. Yazının unt Hamsi… Sitenin bu bölümünde okurlardan gelen mektuplar Aunt Hamsi tarafından cevaplanıyor ve bu bölüm sizi şöyle bir cümleyle karşılıyor: “Write your most complicated, most illogical, most made-up-looking problems to your Aunt Hamsi. [email protected]” Her mektup A.Hamsi tarafından büyük bir incelikle gözden geçiriliyor ve içtenlikle cevaplanıyor. İlk mektupta Cookie Monster, Aunt Hamsiye portakal suyu bağımlılığından nasıl kurtulabilirim diye danışıyor ve aldığı Köprü Sonra da Geyik Poetry geliyor. Bu kısımda ise Yasemin Gökçe tarafından yazılan şiirler Shakespeare’e taş çıkartıyor. İşte onlardan biri: To Mr. Supercool … Tral-lal-laa, tral-lal-laa Upper vena caaaava Tral-lal-laa, tral-lal-laa Lower vena caaava … Ocak 2014 Polen Eylem Güzelocak Hamsi her şeyden biraz biraz olan çok yönlü bir site. Bir mutfak köşesi bile var, Yemek Tuuba. Tuba bize uzun mu uzun, zahmetli mi zahmetli, detaylı mı detaylı, leziz mi leziz bir tarifle hazır çorbalardan ezogelin çorbasının nasıl yapıldığını anlatıyor. Tarifte her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Tuba ne sigfigs ne de (±) koymayı unutmuş. Ama okuyucuların güvenliğini de ihmal etmiyor Tuba. Onların yemek pişirirken nasıl giyinmeleri gerektiğini minik ayrıntıları atlamamalarını söylüyor. Hamsi’ye bir anlamda vıcık vıcık bir dergi diyebiliriz. İçinde her türden baharat var. Bilimsel makaleler, videolar, filmler, fotoğraflar, söyleşiler, karikatürler, linkler ve bambaşka bin bir türlü şey karşımıza çıkıyor. Hamsi kısa ömürlü bir yayındı ama içindekilerde Karadeniz’in bereketi var. 150. YIL 15 Robert Kolej’de Spor Robert Kolej 150 yıldır sporda da öncülük ediyor. Her yeni dönemde alışılagelenin dışında, bilineni zorlayan ve geliştiren adımlarla istikrarlı bir biçimde ilerlemekteyiz. Robert Kolej’in 150. yılında sadece okulumuzun eğitim geçmişini değil, sosyal aktivitelerindeki öncülüğünü ve gelişmelerini de unutmamamız gerekir. Spor aktiviteleri ve ‘ilkleri’ de bunların kapsamında incelenebilir. Okulumuzun tarihinde spor nasıl gelişti? Ne gibi yenilikler geldi? Eski ile yakın geçmişimiz spor açısından nasıl karşılaştırılabilir? Şüphesiz ki Robert Kolej daha bir sürü alanda olduğu gibi spor alanında da büyük gelişmeler göstermiştir. Okulumuzun 150. yıl sayfasına bakıldığında yıllar arasında hızlı bir geçiş imkanı sağlandığını görebiliriz. Bunun içerisinde 1897’de, atletizme ayrılmış bir gün olan ‘’Field Day’’ geleneğinin başlatıldığını ve ilerleyen senelerde de bu güne özel farklı spor aktivitelerine yer verildiğini okuyabiliriz. Gerek 1930’daki gülle atma, gerek 1950’deki sırıkla atlama, gerekse 1958’deki koşu yarışı olsun, o zamanlardaki ‘’Field Day’’in aslında bizim tanık olduklarımızdan çok fazla değil ama spordaki başarılarımız ve okulda yapılan spor alanlarının çeşitliliği giderek artıyor. 1904’te Türkiye’deki ilk basketbol maçını yapmış olan okulumuz bunca senede hem kızlar hem erkekler basketbolunda pek çok başarıya ulaşmıştır. Tansu Çiller ve Sevin Okyay’ın da takımda olduğu bir voleybol geçmişi vardır. Ünlü sporcuların hem öğrenci hem de öğretmen pozisyonlarına sahip olmuş oldukları bilinmektedir. Michalis Dorizas Peki ya yakın geçmişte sporda nasıl ilklere adım atıldı? Şu an okulumuzda eskrimden okçuluğa, modern danstan akrobatiğe, voleyboldan Okçuluk Takımı, 1920 da farklı olmadığını anlayabiliriz. Evet belki sırıkla atlama yapmıyoruz, hatta koşulara olan ilgiler birkaç yıldır çok kadar değişik birçok dalda, hem kadın hem erkek sporlarına önem verilen bir basketbola, tenisten masa tenisi ve hokeye, futboldan Amerikan futbolunun bir benzeri olan bayrak futboluna Ocak 2014 yapımız var. Spor Komitesi’nin oluşumu, ‘’Field Day’’ geleneğinin devamı, ayrıca bir ‘’Olympics Day’’in çıkartılıp atletizm etkinliklerinin arttırılması, hatta Avrasya Maratonu’na hazırlanan bir koşu grubunun kurulması, kız futbol takımının da erkek futbol takımı kadar yaygın ve kendi alanında başarılı bir hale gelmesi, okçuluk ve eskrimde hem kadın hem erkek sporcularımızın Türkiye genelinde büyük başarılara ulaşması, kız ve erkek basket ve voleybol takımları gibi köklü takımlarımızın hazırda var olan ününü ve öncülüğünü ülke çapında arttırması, dünya genelinde katılımı olan ve farklı ülkelerde düzenlenen konferans ve spor kamplarına çağrılmamız gibi bir sürü gelişmeye adım atmaya devam etmekteyiz. Türkiye’de çok Köprü Yasemin Tekgürler yaygın olmayan sporların getirilmesinde de, eski zamanlarda sporun sadece askeri eğitimde yer bulduğu bir topluma getirilmesinde etkin olduğumuz gibi, etkili olmuşuzdur. Bunlardan biri de tabii ki Amerikan futbolunun bir benzeri olan bayrak futboludur. Erkekler arasında da Türkiye’de çok yaygın olmayan bu sporun kadın versiyonunu ilk kez Robert Kolej getirmiştir ve bu da her alanda ‘tarih yazdığımızın’ örneklerinden biridir. Lise çapındaki bu yenilikler 150 yıldır spor alanında büyük katkılarımız olduğunu göstermektedir. Farklı faklı turnuvalarda yer alan bu takımlarla Robert Kolej’in spor alanında da apaçık ortada olan önderliğini tekrar gözler önüne seriyor ve 150 yıllık bu tarihin, sporlara verilen bu önemin, kadın ve erkek sporlarının ayrım olmadan yapılmış olduğu bu geçmişin izlerinden devam ediyor, her seferinde bir adım ileriye çekiyoruz. 150. YIL 16 Basketboldan Flag Football’a Sporda ilkleri gerçekleştirmek düşünüldüğü kadar zor değil, tek gereken cesaret ve ilgi. Böylece flag football ve daha niceleri de Türkiye’de kendine bir yer edinebilecek. 6 Ekim 2013 Pazar günü okulumuz Robert Kolej’de bir ilk daha yaşandı: Türkiye’nin ilk kızlar flag football maçı. Türkçe karşılığı bile olmayan bu sporun ilk kızlar maçının kampüsümüzde oynanması şaşırtıcı değil. Benzer bir olay da tam 109 yıl önce yine kampüsümüzde gerçekleşmişti: Türkiye’de oynanan ilk basketbol karşılaşması. Amerikalı bir beden eğitimi öğretmeninin çabaları sonucunda gerçekleştirilen karşılaşmanın Türkiye’de basketbola öncülük etmesi bekleniyordu. Etti de, sadece biraz gecikmeli olarak. 17 yıl sonra ilk resmi basketbol maçı yapıldı, 23 yıl sonra da Türkiye’nin ilk ligi olan İstanbul Ligi kuruldu. 32 yıl sonra ise Türkiye Milli Basketbol Takımı ilk milli maçımızda Yunanistan’ı 49-12 mağlup etti. Bu sene ise üç kadınlar basketbol takımımız Euroleague, EuroCup gibi çeşitli turnuvalarda final oynadı. Öğrencilerin, öğretmenlerin desteği ile Türkiye’nin spor tarihinde yepyeni bir sayfa açıldı, binlerce kalem hâlâ bu sayfaya yazmaya devam ediyor. Okulumuzda, ülkemizde hatta dünyada sporun gelişmesini sağlamak için yapılması gerekenler düşünüldüğü kadar zor değil. “Dünyada sporu geliştirmek” iddialı bir söz ama her gün yapılan bir şey. Sadece birkaç insanla değil, herkesin katkısıyla. Beden derslerinde önemsenmeyen “Ay onu ben yapamam” denen şeyler bile dünya sporuna bir katkıdır aslında. Hiç beklemediğiniz bir anda bile bir spora tutkuyla bağlanabilirsiniz, önemli olan size uygun sporu bulmak. Hiç kimse profesyonel atlet olmak zorunda değil ama karşılaşmaları izlemek, yeni bir tür denemek bir spor dalının bilinirliğini ve gelişimini inanılmaz Ayşegül Ersin derecede etkileyebilir. Aynı 1904 yılında yaşıtlarımız tarafından oynanan zamanında, oynandığı yerde hiç bilinmeyen bir spor gibi. İlgi ve çaba gösterdiğimiz sürece flag football ve daha nice sporlar da Türk sporunda kendine bir yer edinebilecek. Yeni sporlarla açtığımız yeni sayfalarda kalemlerimiz yazmaya devam edecek. Şiir ve Sansür Son zamanlarda, ders kitaplarında uygulaması artan şiir sansürüne dair birkaç söz. “Yazılarım otuz kırk dilde basılır Türkiye’mde, Türkçemle yasak…” Yazmış Nazım Hikmet, 1961 yılında, Doğu Berlin’de. Ölümünden iki yıl önce, Türk vatandaşlığından çıkarılmasından tam on yıl sonra… ---“Bir bira içmek istiyordu kaç gündür, Masaya biranın dökülüşünü koydu” Edip Cansever’in 12.Sınıf Türk Edebiyatı ders kitabından sansürlenmiş dizeleri. Ve yine sansürlenen dizelerden, Cahit Külebi’nin “Hikaye” şiirinden bir kıta: “Benim doğduğum köylerde Kuzey rüzgârları eserdi, Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır Öp biraz!” ---Ne hakkında yazmak lazım acaba şiiri? Şiirlere de televizyondaki uyarı işaretlerinden mi konulmalı acaba? Ya da belki de, bütün şairler için bir bilgilendirme kitapçığı hazırlanmalı, kullanılabilecek kelimeler, ele alınabilecek konular yazmalı içinde… Kelimelerin tehlikeleri yüzünden, kalemler zincirlenecekse, yazmayı bırakmalı belki de, vazgeçmeli bütün şairler artık. Tövbe etsinler bütün günahkâr kelimeleri için ve yaksınlar bütün şiirlerini. Ya da onlar da gitsin Rusya’ya, Doğu Berlin’e, oralarda yazsınlar. ---Yunus Emre’nin ünlü dizeleri de sansürlenmiş 10.sınıf edebiyat ders kitabından: “Cennet cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver onları Bana seni gerek seni” ---Şiir din midir, siyaset mi? Bir silah mıdır şiir, insanları günaha, kötüye yönlendiren? Aykırı düşünceleri Köprü Ezgi Su Korkmaz uyandıran, ciğerlere işleyen, insanın içini karartan bir duman mıdır şiir? ---Kaynakça Şiir, şiir midir yoksa? Şiir yaşamak Şiirler: mıdır? İnsan mıdır şiir? Sen, ben, o… -Otobiyografi (Nazım Hikmet Ran) Hepimiz birer şiir miyiz aslında? Kağıda -Kerem Gibi (Nazım Hikmet Ran) dökülmemiş, karmaşık devrik cümleler -Hikaye (Cahit Külebi) miyiz, biz, hepimiz, bu dünya üzerinde -Masa da Masaymış Ha (Edip Cansever) yürümüş, yürüyen ve yürüyecek olan -Bana Seni Gerek Seni (Yunus Emre) her insan? http://www.cnnturk.com/2012/ İnsanı sansürlemek midir, şiiri turkiye/12/19/yunus.emreye. sansürlemek? Yaşamayı sansürlemek sansur/689239.0/ midir? Duyguları, kelimeleri, düz http://www.corumhaber.net/?sayfa yazıyla anlatamadığımız bütün =yazi&id=2031&proid=2aab6100_ karmaşık özelliklerimizi, bizi insan yapan her şeyi sansürlemek midir, şiiri corumhaber www.siirdefteri.com sansürlemek? ---“Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” -Nazım Hikmet Ran Ocak 2014 O 150. YIL 17 Mr. McDonnell ile Söyleşi Köprü: Türkiye’ye nasıl geldiniz? Mr. McDonnell: Buraya ilk kez 1985’te geldim. Sanırım bu da 28 yıldır buradayım demek oluyor. Köprü: İstanbul’a taşınmanızın ardındaki hikâye ne? Mr. McDonnell: İrlanda’da yaşıyordum ve orada bir okulda çalışıyordum. Ve orada 3 yıldır çalışıyordum ve şöyle düşündüm tamam, öğretmenliğe devam edip etmemek istediğimden emin değildim. Sonra bir yıl dönem izni almaya karar verdim. Sonra da farklı yerlerde farklı işlere başvurdum. Meyve toplamayı, seyahat etmeyi planlamıştım ve bir yıl boyunca hiçbir şey yapmamayı düşünmüştüm; ama sonra okul müdürümüz şöyle dedi: “Eğer bir yıllığına izne çıkacaksan, en azından eğitimle ilgili bir şeyler yapmalısın. Bir ders alabilirsin veya başka bir şeyler yap.” ve ben de şöyle dedim: “Peki ya başka bir ülkede öğretmen olmaya devam etsem?” o da “Evet” dedi. Sonra Dominik Cumhuriyeti’ndeki bir işi kabul ettim. Sonra da Robert Kolej benimle iletişime geçti ve beni bir görüşmeye davet etti. Nihayetinde büyük bir hata yaparak yanlış bir telefon numarasını aradım ve Robert Kolej’e gelmeyi kabul ettim. İşte aynen bu şekilde oldu. Aslında Dominik Cumhuriyeti’ne olan yolculuğum hakkında birisiyle konuşmam gerekiyordu ama Robert Kolej’de benimle görüşen kişiyi aradım ve şöyle dedim: “Merhaba, benim adım Clement Mcdonell.” Telefondaki bayan: “Oh, yani işi kabul ediyorsunuz?” ve ben “Evet” dedim. Köprü: Bu 28 yıl boyunca Robert’te Teşekkürler neler öğrendiniz? Bunu bizim için üç kelimeyle özetler misiniz? Mr. Mcdonnell: “Asla asla deme!” neden? Çünkü her şey zamanla değişir. Esnek olamamak iyi bir fikir değil. Açık görüşlü bir olmak iyi bir şey. Bilirsiniz, birçok öğrenci bu yeni ders programını ilk başta beğenmedi, 80 dakikalık dersler. Ama şu ana kadar konuştuğum öğrencilerin hemen hemen hepsi sevmiş. Kullanışlı bir şey. Daha çok boş zaman. Tamam, dersler daha uzun ama ardından da rahatlamak için yeterince boş vaktin var. Köprü: Bu çok yakın zamanda olan bir değişiklik, peki burada olduğunuz süre boyunca başka ne gibi değişiklikler oldu? Mr. McDonnell: Sınıflar daha büyüktü, bir sınıfta otuz altı öğrenci vardı. Feyyaz Berker binası yoktu, tiyatro yoktu, spor salonu da yoktu. Ben hazırlık ve ortaokul öğrencilerine Bingham’ın üst katlarında ders verirdim. Laboratuvarlar Bingham’ın üst katlarındaydı. Fizik laboratuvarı şu anki rehberliğin olduğu yerdi, orada ders verirdim. Öğrenciler her zaman aktifti, oyunlar, müzikaller… Ama belki şimdi öğrencilerin daha fazla imkânları var, müzik aletlerine, spor tesislerine ulaşmak daha kolay. Birçok seçmeli ders, birçok kulüp var. Köprü:2000’lerin başında Robert Kolej’de ortaokul ve lise vardı. Okul sürekli değişiyor ve sizce okul o zamanlar nasıldı? Mr. McDonnell: Ortaokula daha küçükken geliyorlardı ve bu yüzden daha başarılı olabilirlerdi, belki okuldan mezun olduklarında İngilizce seviyeleri daha yüksekti .İngilizceyi daha uzun bir süre boyunca duyarak ve okuyarak öğreniyorlardı. O yaş grubuyla da çalışmayı seviyordum, onlara öğretmek de keyifliydi. Tabii aynı zamanda Lise 11.sınıflara da giriyordum. Köprü: Eskiden iki lise vardı: eski lise ve yeni lise. Mr. McDonnell: Aralarında rekabet vardı ama herkes yeni lisenin başarısından dolayı çok mutlu ve şaşkındı. Herkes yeni lisenin zorlanacağını düşünmüştü, güçlü İngilizce altyapıları olmayacağını düşünmüştük, adaptasyon problemleri de olabilirdi ama çok iyi işi çıkardılar. Köprü: Robert Kolej’i sizin için özel kılan şey nedir? Mr. McDonnell: Öğrenciler, buradaki öğrenciler öğrenmek istiyorlar ve öğrenmek isteyen öğrencilerle çalışmak daha kolay. Ayrıca Robert Kolej’deki öğretmenler de çok iyi, öğrencilere rol model oluyorlar. Köprü: Okulumuz 150. yılını kutluyor. Bu konudaki düşünceleriniz neler? Mr. McDonnell: Baştan beri çok iyi bir eğitim kurumuydu, her zaman bir liderdi, örnekti .Bu ülkeye büyük katkısı oldu. Birçok politikacı, bilim adamı Robert Kolej’den mezun oldu. Daha nice 150 yıllara ve daha sonrasına. Ben de 200.yılında da burada olmayı planlıyorum. Köprü: Robert hakkında nefret ettiğiniz bir şey var mı? Mr. McDonnell: Robert hakkında bir şeyden nefret etmek çok zor. Köprü: O zaman şöyle soralım. Burası hakkında sevmediğiniz bir açarak kendi hakimiyetlerini artırmak istiyorlardı. Bu devletlerin başında Fransa, İtalya, Almanya ve Amerika yer almaktaydı. Şu an okulumuz bir İtalyan, Fransız veya Alman okulu olarak eğitim verebilirdi. Okulumuzun adı Teresa, Léo veya Wolfgang Koleji olabilirdi . Başka Amerikalı misyonerlerin de buraya gelip okul açabilme olasılıkları vardı ama o zaman okulun binaları, eğitimi, bakış açısı; her şey daha farklı olurdu. Ocak 2014 Polen Eylem Güzelocak şey var mı? Mr. McDonnell: Ziller, zillerden nefret ediyorum. Onları duymaktan nefret ediyorum. 5 dakika içinde başka bir yerde olmam gerektiğini söylüyorlar. Başka nelerden nefret ediyorum? Hiçbir şeyden sanırım. Burada çok mutluyum, bu yüzden bu kadar uzun süredir buradayım. Bir de öğretmenlerin gelip gitmesini sevmiyorum. İnsanların biraz daha uzun süre kalmasını tercih ederim. Böylelikle onları daha iyi tanıyabilirsin. Köprü: Peki, Türkçede en sevdiğiniz sözcük nedir? Mr. McDonnell: Türkçe favori kelimem “estağfurullah” güzel ve uzun. Köprü: Türkiye’de en sevdiğiniz yer neresi? Mr. McDonnell: Türkiye’de en sevdiğim yer Asos bölgesi, Asos’a yakın Bademli adında bir kasaba var. Köprü: Eski öğrencilerinizle konuşuyor musunuz? M:Evet, ama sadece üç veya dört öğrencimle görüşüyoruz. İyi arkadaşlarız ve az sayıyız ama böyle olmasını tercih ederim, bir sürü arkadaştan ziyade küçük bir gruptan oluşan ama iyi arkadaşlarım var. Öğretmenimiz Clement Mcdonnell’a bu güzel röportaj için teşekkür ederiz. İdil Kara Okulumuz kurulmasaydı yerinde ne olurdu? Eğer Christopher Robert ve Cyrus Hamlin, Robert Koleji kurmasalardı şu an içinde bulunduğumuz bu kocaman arazinin yerinde ne olurdu?1863 yılından beri var olan okulumuzu boş bir alan olarak düşünmek zor olabilir çünkü o yıldan beri bu bölge hayatın durmadığı, her dakika etkinliklerin ve çalışmaların olduğu bir yerdir. 1860’lı yıllar Osmanlı’nın güçlü olmadığı yıllardı. O sıralar diğer devletler topraklarımızda okullar İrem Dalfiliz Daha eski zamanlarda kocaman, deniz manzaralı arazilerin değeri bugüne oranla daha az biliniyordu. O yüzden insanların o alanlara villalar, gökdelenler inşa etme amaçları yoktu. İnsanlar yavaş yavaş bu araziyi kullanmaya başlayıp evler yapmaya başlayabilirlerdi. Dar sokaklar ve bir sürü evle dolabilirdi. O zaman bu alanın Arnavutköy’deki dar mahallelerden bir farkı olmazdı. Başka bir ihtimal ise bu araziye alışveriş Köprü merkezi yapılması olurdu. Peki bu alana alışveriş merkezi yapılsa ne olurdu? Daha fazla trafik, gürültü, kirlilik, birbirinden çok farkı olmayan beton alışveriş merkezi yığınları… Oysa Christopher Robert ve Cyrus Hamlin’in temellerini attığı bu okul son 150 yıl içinde dünyaya her branşta lider konumunda tahminen 30.000 mezun vererek çok daha kutsal bir hizmet yapmış oldular. 18 150. YIL Nesrin Gülsoy’la Röportaj ‘’Nesrin Gülsoy’’ …Onun ismini hep maillerde veya her yıl okulun başında dağıtılan el kitapçıklarında gördük. Akademik Müdür İdari Asistanı yönüyle bildik ismini ama hep merak ettik kim olduğunu… Tanımak istedik ve çok keyifli bir röportajın sonunda merak ettiklerimizi öğrendik…. Köprü: Sizin okuduğunuz dönemden bu yıla kadar Robert Kolej’de fiziksel ve diğer açılardan ne gibi değişiklikler oldu? Nesrin Hanım: Öncelikle şöyle söyleyeyim ben bu okula geldiğimde bu okul ACG(American College for Girls) idi. 1966 yılında girdim. 2 yıl hazırlık, 3 yıl orta, 3 yıl lise okudum ve o ara geçiş dönemine şahitlik ettim. 1971’de okulumuz Robert Kolej ile birleştii ve ben 1974’te Robert Kolejli olarak mezun oldum. Benim okuduğum zamanlar tiyatro, GYM ve fen binaları yoktu. Şimdi kütüphane olarak kullandığımız yeri tiyatro ve Assemble Hall olarak kullanırdık. Şu ankine göre daha ufaktı tabii. Törenler orada gerçekleşirdi. Her pazartesi saat 11.00’de Assemble Hall dediğimiz törenimiz olurdu. Hem bayrak töreni hem de o törende mutlaka bir konuşmacı olurdu veya bir öğretmen kendi seyahat anılarını paylaşır, filmlerini ve slaytlarını gösterir, bir konuşmacı gelir bize bir konuda konuşma yapardı. Daha sonra o törenler kalktı. Tabii biz o zamanlar çok az kişiydik. 22 kişilik sadece kızlardan oluşan iki tane sınıftık. Biz sizden farklı olarak iki yıl hazırlık okuduk. Fiziksel olarak da çok farklıydı. Mesela orta okul binası Bingham’dı, muhasebe Sage’deydi. Geçen yıla kadar yuva olan ve şimdi lojman olarak kullanılan yerin alt katı Art Studio idi. Resim derslerini orada görürdük. Ben okula başladığımda beden eğitimi derslerini şu an kafeterya olarak kullandığınız yerde görürdük. Şu an fiziksel olarak aklıma başka değişiklik gelmiyor ama seneler içinde gerçekten çok fazla değişiklikler yapıldı. Onun dışında şu ankinden farkı olarak biz orta okulda her yıl final sınavı olurduk. Tüm derslerden geçme notu 60’tı; sadece İngilizce ve Türkçe ’den değildi yani. Ve şunu da eklemek isterim ki o dönemler İngilizce okulda çok daha önem taşırdı. İki yıl hazırlık okuduktan sonra dersleri takip edemeyeceği düşünülen öğrenciler orta kısmına kabul edilmezdi. Mesele benim sınıfımdan İngilizcesi yetersiz olan 6-7 arkadaşım ortaokula geçemedi. Kurallar daha katıydı yani. Şimdiki öğrenciler daha rahat bir şekilde okuyorlar. Benim ortaokuldan mezun olduğum yıl ASG’nin 100. yılıydı ve o yıl erkekler de bizim kampüse geldiler. Karma bir sınıf olarak mezun olduk. Köprü: Bildiğiniz gibi bu sene blok ders sistemine geçildi. Dersler 80 dakika oldu ve teneffüsler uzatıldı. Sizin okuduğunuz zamanlarda ders ve teneffüs saatleri nasıldı? Nesrin Hanım: Daha önce uygulanan sitemdeki gibi dersler 40 dakika ve teneffüsler 5 dakikaydı. Köprü: Giyindiğiniz kıyafetler nasıldı? Uygulanan bir dress code var mıydı? Nesrin Hanım: Ortaokul kısmında dress code vardı. Lisede yoktu fakat tümden de serbest kıyafet değildi. Belli bir çerçevede yine kot giyemezdik ama kadife pantolon, kumaş pantolon üzerine ceket veya süveter giyebilirdik. Hazırlıkta lacivert kazağın içine kısa kollu bluz giyerdik. Orta okula geçtiğimizde ise etek-hırka-bluz giymeye başladık. Köprü: Alıkoyma cezası (detention) var mıydı? Nesrin Hanım: Evet. Mesela ben bir kez alıkoyma cezasına kalmıştım. Ve en çok ceza Türkçe konuştuğumuz için verilirdi. Hiç unutmam bir keresinde arkadaşlar arasında Türkçe konuştuk ve bunu bir öğretmen duyduğundan dolayı bana ceza vermişti. Sırf bu yüzden bir cumartesi günümü okulda geçirmiştim. Study Hall’da kaldım ve bak hiç unutmuyorum bana 300 kelimelik ‘’İngilizce Öğrenirken Türkçe Konuşmanın Zararları’’ konulu bir kompozisyon yazdırttılar. O zamanlar bizim okul haricindeki tüm okullar cumartesi de öğretime devam derlerdi. Bu bizim için çok büyük bir avantaj olmasına rağmen o gün sırf bu detention yüzünden okula gelmek benim için çok büyük bir cezaydı. Köprü: Okul içinde büyütülen veya küçültülen mekânlar oldu mu? Nesrin Hanım: Dediğim gibi Feyyaz Berker fen binası sonradan eklendi, o zamanlar yoktu. Onun dışında Suna Kıraç ve Nejat Ezcacıbaşı Hall da sonradan yapıldı. Hatta daha onlar yokken biz mezuniyetimizin 10.yıl yemeğini onların olduğu alanda bahçede yemiştik. Yani tabii ki şu an çok daha güzel ve geniş imkânlar sağlandı. Benim bir tek ‘’Ah keşke olmasaydı!’’ dediğim Assemble Hall’un kaldırılmasıydı. O, böyle klasik ve Köprü çok hoş bir mekandı. O mekan o şekliyle kalabilseydi benim için çok nostaljik olurdu. Hatta şu an kütüphanede desk’in yanında o anki halinin fotoğrafları var. Assemble Hall’un iki tarafında balkonlar vardı. Şu an kütüphaneye girdiğiniz yer , sahne olarak kullanılırdı. Orada bir kuyruklu piyano vardı ve törenlerde bir arkadaş İstiklal Marşı’nı piyanoyla çalardı. Ama tabi ortaya çıkan ihtiyaçlar, ihtiyaçların büyümesi ve çoğalması bu tür değişiklikleri zorunlu kıldı. O alan sonradan GYM olarak bile kullanıldı. GYM’den sonra da kütüphane oldu. Köprü: Baloların konseptleri neler olurdu? Mesela şu anki gibi eski zamanlar temalı balolar düzenler miydiniz? Nesrin Hanım: Yok, o tarz temalarımız olmazdı ama yine balolar düzenlenirdi. Özellikle ortaokuldayken balolar için çok heyecanlanırdık çünkü Robert Kolej’den oğlanlar ASG’ye gelirlerdi. ‘’Acaba bu baloda bir ‘boyfriend’ edinebilecek miyim?’’ o zamanlardaki tek heyecanımızdı. Bak sana yine komik bir anı: O zamanlar MMR’ın olduğu koridor var ya, orada biri sağda biri solda olmak üzere iki tane kantin vardı. Bir müddet bir kantinde kızlar, diğer kantinde erkekler karşılıklı bakışırdık. Tabii bu bizim için çok ama çok heyecan verici bir şeydi. Çok değişik bir yaşamdı bizim için. Köprü: Peki eşiniz o bakıştığınız erkeklerden biri miydi? Nesrin Hanım: Hayır, eşimle daha sonra iş yaşamında tanıştım. Köprü: FAF’a konuk olarak kimler gelirdi? Nesrin Hanım: O zamanlar FAF yoktu ama tiyatrolarımız olurdu. Bir de hiç unutmadığım bir olay, okulun bitimine doğru Mayıs ayında ‘’Spring Follies’’diye bir etkinlik düzenlerdik. Bir gün boyunca tüm okulun katıldığı eğlenceler yapılırdı. Orada mutlaka herkes küçük bir skeçte bile olsa rol alırdı. Öğretmenler, öğrenciler, herkes sahneye çıkardı. Mesela matematik öğretmenimiz Mr.Johnson ve biz öğrenciler bir sınıftaydık sahnede. O gün herkes bir şeylerini unutmuş güya. Öğretmen herkese rol icabı kızıyor siz ne biçim öğrencisiniz kitap unutulur mu, defter unutulur mu diye. Sonra bir ayağa kalkıyor pantolonunu giymeyi unutmuş Ocak 2014 Rojin İdil Erdoğdu ve puantiyeli donuyla karşımıza çıkıyor. O benim hiç unutamadığım bir anı mesela. Bir de şapka yarışmaları düzenlerdik. En ilginç şapkayı tasarlayan kazanırdı ve bizim sınıftan bir arkadaş kuş kafesi ve içinde canlı bir kuşun bulunduğu şapkasıyla birinci olmuştu. Çok orjinaldi. O zamanlar bizimle beraber yabancı öğrenciler de vardı. Kazak veya Rus bir kız arkadaşımız kendi yöresel dansı olan ‘’Kazaska’’yı yapmıştı. Köprü: Robert Kolej’e geri dönüşünüz nasıl oldu? Nesrin Hanım: Robert Kolej’den mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümünü kazandım. Mezun olduktan sonra bir müddet kendi alanımda çalıştım. Kızım doğduktan sonra ise evimde serbest çeviriler yaptım. 1988 yılında Robert Kolej Computer Center’da yarı zamanlı olarak çalışmaya başladım. 1996’da Academic Director’s Office kuruldu ve beni oraya aldılar. 1996’dan beri burada çalışıyorum. Köprü: Peki yeniden öğrenci olmak isteseniz, o zamanın Robert Koleji’nde mi yoksa bizimle 2013 Robert Koleji’nde mi öğrenci olmak isterdiniz? Nesrin Hanım: Bu çok zor bir soru. Tabii o yılları çok özlemle anıyorum ama kurallar açısından şimdiki okul daha rahat ve cazip geliyor. İmkânlar şu an çok daha geniş. Mesela o zaman bilgisayar yoktu yani bizim düşüneceğimiz bir şey bile değildi. Hele televizyon 70’li yıllarda evimize girdi. Şimdiki çocuklar televizyonla doğdukları anda tanışıyorlar. Ben mesela lisedeyken tanıştım. Şu an tüm bilgiler internette bir tık uzağında. Ama o zamanın insan ilişkileri bana daha hoş gelirdi. Ve bir de o geçiş dönemini yaşamak okul hayatımdaki en ilginç anılardan bir tanesi. Köprü: Benim soracaklarım bu kadar. Sizi tanımak ve yıllar öncesinde bu okulda okumuş birinden bilgiler almak çok keyifliydi. Çok teşekkürler. Nesrin Hanım: Ben teşekkür ederim! Nesrin Hanım’a zaman ayırdığı için çok teşekkür ederiz. 150. YIL 19 Gönülsüzlere Duyurulur Robert Kolej’den mezun olmadan önce tüm nimetlerinden en az bir kez yararlanacağım, diye düşünüp her etkinliğe olabildiğince giden bir tek ben değilimdir herhalde. Lise Live olsun, öğrenci birliğinin düzenledikleri olsun, konserler olsun, hep bu etkinliklere olabildiğince katılmaya çalışırız, çünkü biliriz ki Robert’i, Robert yapan asıl bu etkinliklerdir. Fakat aralarından bu seneye özel düzenlenmiş bir etkinlik vardı ki muhtemelen katılmadınız ya da belki de ismini bile duymadınız: Back 2 School. ‘Back 2 School’ ne ki, diyenlere şöyle anlatayım: 6 Ekim Pazar’ı, koca bir günü, dört zaman dilimine ayırmışlar ve her zaman diliminde, on üç tane farklı odada, farklı konuşmacılar tarafından dersler veriliyor. Her ne kadar ders deseler de, aslında dersten çok, renkli sohbetler geçiyor hakkında çok keyifli bir söyleşiye katılma şansına sahip oluyorsun. Bu kadar keyifli bir organizasyon Robert Kolej öğrencilerine açık mıydı, peki? Elbette açıktı, okul kimliğinle gelirsen ziyaretçi kartı alıp tüm derslere katılabiliyordun ve bunu yapanlar da vardı. Fakat ne yazık ki bu etkinlik okul haliyle, gönüllü olup organizasyona ‘yardım etmek’ isteyenlerin sayısı hayli düşüktü ve okulumuz sakinlerinin çoğu bu yüz elli yılda bir gelen fırsatı değerlendirme şansını kaçırdı. Neden bu etkinliğin yeterince tanıtılmaması da ayrı bir merak konusu, hadi diyelim çok talep olmasından korkup sadece Back 2 school, Gould’un önü, 6 Ekim 13. (Kendi fotoğrafım) o dersliklerde. Konuşulan konular oldukça çeşitli ve herkes ilgisine göre mutlaka bir konu buluyor: yelken, dikiş, girişimcilik, siyaset, edebiyat... Üstelik bu dersler de kendi alanlarında adını duyurmuş Robert Kolej mezunları tarafından veriliyor. Birini beğenmezsen çıkıp başka bir dersliğe girip o dersi dinleyebiliyorsun ve ilgini çeken konu öğrencilerine yeterince duyurulmadı, reklamı yapılmadı. Ne organizasyonun içeriğiyle ilgili bir bilgi verdiler, ne de o derslere katılabileceğimizi ve hayranı olduğumuz Robert Kolej mezunlarıyla sohbet edebileceğimizi söylediler. Dedikleri tek şey şuydu: “Eğer gönüllü olmak ve organizasyona yardım etmek istiyorsanız, isminizi yazdırınız.” E Ocak 2014 mezunları çağırmak istediler, ama bu geçerli bir bahane sayılmamalı çünkü fazla talep, çözülemeyecek bir problem değil, en kötü olasılıkla etkinliği ikiye bölerlerdi, bu fırsattan mezunlar ve öğrenciler ayrı ayrı yararlanırlardı. Kabul ediyorum ben de şanslıydım aslında, ‘gönüllü olarak yardım edeyim, derslere girmesem de çorbada tuzum Köprü Simay Yazıcıoğlu bulunur’ zihniyetiyle adımı yazdırdım ama bilmiyordum ki kendimi Ayşe Kulin’in dersliğinde bir sandalyede oturup, o çok tatlı konuşmasını dinlerken bulacağımı. Daha sonra da, öğrencilerin de alındığını sonradan öğrenen bir grup arkadaşla birlikte İpek Ongun’un dersine girdik, iki ders de birbirinden güzel söyleşilerdi. Ertesi gün okula gelince, bir kısmımız etkinlikten ve katıldığımız söyleşilerden bahsettik ve ne oldu dersiniz, “Gerçekten falanca ünlü bu okula geldi ve bunu ben kaçırdım mı?”“Keşke gelseydim, ama bilmiyordum ki!” diye söylenip dolaşan arkadaşlarımızın sayısı oldukça fazlaydı. “Valla biz de bilmiyorduk, gönüllü diye katılıp sonradan öğrendik.” diye kendini savunmaya çalışan azınlık olarak, oldukça zor durumda kaldık diyebilirim. Sonuçta, Robert Kolej; mezunların okulu olduğu kadar bizim de okulumuz ve eğer okulumuzun yüz ellinci yılı kutlanacaksa, buna yönelik kutlamalar ve etkinlikler tek yönlü olmamalı. Biz de bir gün mezun olduğumuzda bu tür etkinliklere katılabilme hakkına sahip olacağız, ama o zaman da iş işten geçmiş olacak. Yüz ellinci yılı ‘yaşamak’ açısından mezunlardan çok daha şanslı sayıldığımız bu günlerde, asıl güzellikleri yaşayanların biz, öğrenciler, olmamamız oldukça üzücü. Ben mezunlara yönelik etkinlik olmasın demiyorum, ama bu okulun hepimizin olduğu ve bizim de yüz ellinci yıla yönelik yapılan etkinliklere katılma hakkımız olduğu fikrini sonuna kadar da destekliyorum. 20 150. YIL Bina İsimleri Nereden Geliyor? Okulda stresli bir günde ödevlerle, sınavlarla boğuşurken biraz durup etrafımızdakilere dikkat etmek zor olabilir. Derslerin ve etkinliklerin karmaşasından okulumuzun tarihini düşünmüyor olabiliriz. Ancak çoğumuzun şaşıracağı şeyler var okulumuzun, binaların tarihinde... Gould Hall: Kampüsümüzdeki en eski ve okulumuzun simgesi haline gelmiş Gould Hall, kampüsteki en eski eğitim binasıdır. Marble Hall’un girişinde de yazdığ üzere, 19. Yüzyılın ünlü Wall Street ekonomistlerinden Jay Shepard’ın kızı Helen Gould Shepard tarafından okulumuza hediye edilmiştir. Binanın yapımı 1911 ile 1914 yılları arasında tamamlanmış ve toplam150,000 ABD Dolarına mâl olmuştur. Şu anda ana idari ofisler, kütüphane, Müze, Türk Dili ve Edebiyatı, Sosyal Bilgiler ve Yabancı Dil bölümleri ile dersliklerin bir kısmı ve büyük kantin bu binada bulunmaktadır. Arnavutköy yokuşu kadar dik olmasa da onun kadar uzun, insanı nefes nefese bırakan bitmek tükenmek bilmeyen Gould merdivenleri zaman zaman hepimize “Keşke bacağım kırılsa da şu asansörü bir kullansam.” hayalleri kurdurtsa da 80 dakika boyunca sıralarla bütünleşmemizin ardından küçük bir hareket, spor niyetine pek güzel gidiyor. Bu dik merdivenlerden midir, yoksa kantine yakın olmasından mıdır, nedendir bilinmez ama İstanbul trafiğine taş çıkartan Gould trafiği de Gould’un okulun en kalabalık binası olduğunun kanıtıdır ve keşke Gould-Mitchell köprüsü tekrar açılsa diye düşündürtmektedir. Mitchell Hall: Okulumuzun Matematik yuvası. İlk yapıldığında okulun mutfağı ve yemekhanesi olması düşünülen Mitchell Hall, Olivia Phelps Stokes’un 100,000 dolarlık hediyesi sayesinde inşaa edilmiştir. Binanın adının neden Stokes Hall değil de Mitchell Hall olduğunu merak ediyorsanız işte nedeni: binaya adının verilmesini istemeyecek kadar mütevazı olan Olivia Hanım binaya arkadaşı Sarah Lindlay Mitchell’ın adının verilmesini rica etmiştir. Mitchell Hall’da matematik bölümü ve sınıfları, bilgisayar labaratuvarları ve küçük konferans ve toplantılar için uygun olan M400 bulunmaktadır. Woods Hall: 1914 yılında tamamlanan bina, Helen Gould ile Henry Woods’un ortak armağanıdır. Helen Gould’un adı Gould binasına verildiği için Woods Hall Bayan Henry Woods’un adını almıştır. 1990 senesine kadar fen bilimleri binası olarak kullanılan Woods Hall, günümüzde küçük kantini barındırmaktadır ve hazırlıkların yuvası olarak bilinmektedir. Sage Hall: Margaret Olivia Sage, Russell Sage, ve Jay Gould’un hediyesi olan bina hâlâ inşaa amacıyla kullanılmaktadır. Köprü Binanın yapımı 100,000 dolara mal olmuştur. Bugün, binada kız öğrenci yurtları, sağlık merkezi, sanat stüdyoları ve bir fotoğraf stüdyosu bulunmaktadır. Şule Kahraman Bingham Hall: Annesi Mary Payne Bingham anısına William Bingham tarafından hediye edilen Bingham Hall, bir tıp fakültesi binası olarak inşa edilmiştir. 1925-1992 yılları arasında ortaokul bölümü olarak kullanılan bina bugün, erkek öğrenci yurdu, Bingham1 ve iş ve idari ofislere ev sahipliği yapmaktadır. İdilnaz Tandoğan Feyyaz Berker Hall: Bugün bilim laboratuarları ve fen bilimleri sınıflarına ev sahipliği yapan Feyyaz Berker binasının yapımı 1990 yılında tamamlanmış ve en büyük bağışçısı olan, önde gelen Türk işadamı ve Robert Kolej Mütevellisi Feyyaz Berker (Robert Kolej Müh ‘46 mezunu)’in adını almıştır. Feyyaz Berker’in ilk katı Kimya, ikinci katı Biyoloji, üçüncü katı Fizik bölümleri şeklinde düzenlenmiş, en son kat ise hazırlık sınıflarına ayrılmıştır. Suna Kıraç Hall: Bünyesinde büyük bir sahne, makyaj odaları, modern ses ve ışık sistemi ve 512 kişilik oturma kapasaitesi olan ve 1990 yılında tamamlanan tiyatro binası Suna Kıraç Hall, en büyük bağışçısı, önde gelen Türk iş kadını ve Robert Kolej mütevelli heyeti üyesi Suna Kıraç’ın (Amerikan Kız Koleji 60 mezunu) adını almıştır. Uzun teneffüslerde, özellikle soğuk havalarda öğrencilerin popüler mekanı haline gelmiş olan fuayeye ve alt kattaki Cep alanına da Suna Kıraç binası ev sahipliği yapmaktadır. Ayrıca alt katında müzik sınıfları ve rengarenk öğrenci dolaplarını da bünyesinde barındıran bu binada bir de Green Room’un yanında herkes tarafından keşfedilmemiş, gizli sayılabilecek bir sınıf bulunmaktadır. Belki Cep’e giderken bu gizemli sınıfa bir göz atmak isteyebilirsiniz. Nejat Eczacıbaşı Hall (GYM): Modern okul spor salonu, 1990 yılında açılmış ve en büyük bağışçısı olan ünlü Türk Ocak 2014 biyo-kimyager ve işadamı Dr. Nejat Eczacıbaşı’nın (Robert Kolej ‘32 mezunu) adını almıştır. Öğrencilerin diline “Gym” olarak yerleşen bu bina aslında bir spor salonu dışında alt katında, Beden Eğitimi ofislerini, soyunma odalarını ve çok amaçlı odayı bulundurmaktadır. Çoğu zaman okul erkek ve kız basketbol ve voleybol takımlarımızın antrenmanlarını yaptığı bu alan, zaman zaman da okullar arası turnuvalara ev sahipliği yapmıştır. Bobcatlerimizin yuvası Eczacıbaşı, büyük spor salonunun yanında, aynı zamanda genelde yatılı erkekler ve kampüste yaşayan erkek öğretmenler tarafından sık sık kullanılan küçük bir de fitness(egzersiz) salonuna sahiptir. Sağlıklı bir yaşam için Eczacıbaşı’na gelin! Dave Phillips Field: Okulumuzun Ulus giriş kapısının çok yakınında bulunan yıllardır yenilenmeyi bekleyen futbol sahası, mezunların bağışlarıyla Türkiye’deki en güzel futbol sahalarından biri haline geldi. Saha, bu yıl 5 Ekim Cumartesi günü Homecoming’de Dave Phillips’in bizzat açılışını yapmasıyla kullanıma açıldı. Biliyor muydunuz? 65 dönümlük kampüsümüzde tarihi binaların yanı sıra, sadece okulumuzda bulunan bir böcek türünün de olduğunu biliyor musunuz? “Bosphorus Beetle” adını taşıyan böcek endemik bir tür ve sadece kampüsümüzde barınıyor! Kaynakça: “Robert College.” Wikipedia. Wikimedia Foundation, 16 Oct. 2013. Web. 18 Oct. 2013. “History of RC.” Robert College. N.p., n.d. Web. 11 Oct. 2013. n z n 150. YIL 21 Geçmişten Geleceğe Robert Kolej: 250.Yılında Robert Kolej “ at the center of the world all the lands around thee orient and occident with their best have crowned thee oh our college tried and true we will love thee ever alma mater and the blue we’ll forget thee never… 150 yıldır adını duymadığımız yüzünü görmediğimiz ama onlarla aynı sıraları, aynı dersleri, aynı okulu hatta hocaları paylaştığımız insanlar bu şarkıyı söylüyor. Hepsini hatırlayamasalar da hâlâ mırıldanabiliyorlar. 1863 yılında Cyrus Hamlin ve Christopher Robert tarafından bu saray gibi okul üç Türkiye başbakanı, dört Bulgaristan başbakanı, sayısız sanatçı ve bir Nobel ödüllü yazar çıkarmıştır. Robert Kolej 150 yılda büyük başarılara imza atmıştır. Şimdi okula yenilik getirme sırası bizde. Belki şu anda koridorlarda çarpıp geçtiğimiz veya kantinde tost alırken kenara itmeye çalıştığımız, yemekhane sırasında önüne kaynadığımız, yolda görüp sadece tip tip baktığımız insanlar önümüzdeki senelerin konuştuğu insanlar olacak, belki bu yazıyı okuyan, sen, öyle olacaksın. Peki, hiç düşündünüz mü biz mezun olduktan sonra neler olacak? Robert 250.yılını kutluyorken neler yapmış olacak? Tabiİ ki de bunları düşünmediniz. Haliyle tek düşündüğümüz mezun olmak. Ben de bu yazıyı yazana kadar bunu hiç düşünmemiştim. Robert Kolej tarihi boyunca çok fazla “ilk” yaşattı. Günümüzde çok basit sayılan sporlar ilk defa Robert Kolej’de oynandı. En eski ve hâlâ ilerleyen ilk yurtdışındaki Amerikan okulu oldu. Geçtiğimiz haftalarda ilk “kızlar flag football” takımı ve oyunu Robert Kolej tarihinde yerini aldı. Geçmişe ve günümüze baktığımızda gerçekten de tarihin şimdiki zamana uygun olarak benzerlik gösterdiğini görebiliriz. Dolayısıyla belki de Türkiye’den ilk uzaya gidecek insan Robert’ten çıkabilir. Eğer Kelebeğin Rüyası bunu başaramazsa, ilk Oscar ödüllü filmin yapımcısı Robert’ten olabilir. Dünyanın en başarılı kız “flag football” oyuncusu Robert mezunu olabilir. Neden olmasın? 1863’te otuz bir öğrenci ile başlayan Robert Kolej, 1932 yılında okul müdürü olan Paul Monroe’nin döneminde Robert Kolej ve Özel Amerikan Kız Lisesi olarak ikiye ayrılmıştı. 1957’de Robert Yüksek kurulmuştu ve 1971 yılında ünivesite işlevi gören Robert Yüksek kapatılmıştı. 1971 yılında ise Robert Kolej ile Özel Amerikan Kız Lisesi tekrar birleştirilmişti. Bizi hem okul içi hem okul dışı etkileyen Robert Kolej ileride de eğitim sistemine yenilikler getirebilir. Öğrenciler dünyanın daha farklı yerlerine okumaya gitmeye başlayabilir. Okulumuzda okuyan yabancı öğrenci sayısı artabilir ve okul daha karışık, farklı kültürlerden insanların bir arada olduğu bir yer haline gelebilir. Sadece derslerde değil, tenefüslerde de yanınızdaki arkadaşlarınız anlasın diye İngilizce konuşmaya başlayabilirsiniz. Çok kötü Türkçe konuşmasına rağmen, “Bence Türkçen çok iyi.” diyebileceğiniz arkadaşlarınız olabilir. Veya bugün yaptığınız bir çalışmayı ileride büyütüp bir dernek haline getirebilir ve yine Robert’in ilkleri haline getirebilirsiniz. 1863’ten bu yana okulun binaları ve yerleri değişti. Kim bilir ileride nasıl olacak? Biz çantalarımızla Gould Hall dördüncü kata çıkınca bacak kaslarımızın şiştiğini hissediyorken belki de sonraki nesiller yürüyen merdiven kullanacak veya daha da ötesinde ışınlanacak. Hatta o teknolojiye bile geçmeye başlamış olabiliriz, yeni gelen su sebilleri bunun bir kanıtı olabilir. Alara Gebeş Büyüklerimiz bize sürekli ne kadar güzel bir okulda okuduğumuzu ve ne kadar şanslı olduğumuzu hatırlatırlar. Bu yazıyı yazıyorken ben de kendimi öyle hissettim. Ama okulun 150.yılında başka türlü de hissedilmez herhalde. Bu yıllarda da, ilerde de okulumuzu sadece lise olarak bırakmamalıyız, sahiplenmeliyiz. 150.yılları bizim, ilerisi başkalarının. Bu sözlere kulağımız alışmış olsa da belki de bu sene bir daha okumalı ve hak vermeliyiz... …at thy feet the bosphorus lies in all its glory ‘neath the towers and the mosques famed in song and story though we wander far away we will love thee ever lessons deep we learn from thee to forget? no never!” Kaldıkları Yerden... Yıllarınızı mezun olacağınız ve üniversiteye gideceğiniz günü hayal ederek geçirdiğiniz okulunuza, üniversiteyi bitirip iş sahibi olduktan sonra kaldığınız yerden bir çalışan olarak devam etmek ister miydiniz? Pek çoğumuz “hayır” diyebilir ama biz buna “evet” demiş Robert mezunları bulduk ve birkaçıyla sohbet ettik. “Neden tekrar Robert?” İlk olarak yatılıların yakından tanıdığı çiçeği burnunda yurt danışmanımız Ilgım Coşar ile başlayalım. Kendisi 2 yıl önce, 2012’de, Robert’ten mezun olmuş ve şu an öğrenimini Boğaziçi Üniversitesi ekonomi bölümü üzerine devam ettirmekte. Robert hayatı boyunca yatılı olarak okuyan Ilgım Abla, şu anda yurt danışmanlığı yapmaya devam ediyor. Ona “Neden tekrar Robert?” dediğimizde şöyle cevap veriyor: “Üniversitede okurken aynı zamanda çalışmak isterseniz pek çok sektörün çalışma saatleri okulunki ile çakışıyor; ama burada hem derslerimi aksatmadan çalışabiliyorum hem de burası pek çok üniversite yurdundan daha konforlu. Diyelim ki eve çıkacak oldum, ben kendimi çok yalnız hissederim. Burası benim en iyi bildiğim ve kendimi en rahat hissettiğim yerlerden biri. Yani bir nevi Robert benim evim.” Robert’te öğrenci olmak ile çalışmak arasındaki farkı şu sözlerle ifade ediyor: “Eskiden kurallara uymak zorunda olan bendim; ama şu an kuralları koyan ve uygulatanım.” Üstelik Robert’ten yatılı olarak mezun olduğu için yurttaki öğrencileri daha iyi anladığını ve kendi deneyimlerinden faydalanarak açıklarını daha rahat yakaladığını söyledi. Şimdi de hepimizin yolunun eninde sonunda kesişeceği Yurtdışı Öğrenim Ocak 2014 Danışmanlığı ofisinde bu yıl çalışmaya başlayan Onur Ünver’le olan keyifli sohbetimizden bahsedelim. Onunla tam olarak tanışma fırsatı bulamayanlar için, Onur Ünver, 2006’da Robert’ten mezun olduktan sonra yurtdışında bilgisayar üzerine yükseköğrenimini tamamlamış. Ayrıca sanat ve Japonca üzerine ek dersler almış. Türkiye’ye döndükten sonra iki yıl erkek yurdunda yurt danışmanlığı yapmış. “Robert’e neden geri döndünüz?” dediğimizde bize en büyük etkenlerden birinin okuldaki öğrencilerin çok istekli, meraklı ve yeniliklere açık olması olduğunu ve üniversitede bile bu kadar istekli öğrenci bulmanın zor olduğunu Köprü Melisa Oğuz İrem Akçal söyledi. Okulda her çeşit alanda çalışan çok başarılı ve öğrenmeye açık öğrenciler olmasının kendisini çalışmak için motive ettiğinden bahsetti. Üstelik Robert için “Burada Türkiye’nin hiçbir yerinde bulunmayan bir özgürlük ortamı var.” şeklinde yorum yaptı. Böyle bir ortamda çalışmaktan çok mutlu olduğunu belirten Onur Bey, mezun olduğu okulda çalışıyor olmanın bazı yönlerden garip olduğundan; ama kendisine birçok avantaj da sağladığından bahsetti. Eski öğretmenlerine isimleriyle hitap etmenin en başta biraz tuhaf geldiğini ama buna git gide alıştığını söyledi. Ayrıca öğrencilerin yaşadığı sıkıntıları, çelişkileri 22 ve heyecanları çok yakından tanıyor çünkü kendisi de aynı yollardan geçmiş. Bu sayede öğrencilere danışmanlık yaparken deneyimlerinden de faydalandığını ifade etti. Robert’teki öğrenciler için “Okulda siz öğrenciler tamamen özgür gibisiniz; ama arkanızda siz düşmeyin diye görünmez bir bariyer var.” dedi. Robert’ten hiçbir zaman sıkılmadığını çünkü okulda hem öğretmenler hem de öğrenciler için sürekli yenilikler olduğunu ve bunları takip etmenin zevkli olduğunu söyleyen Onur Bey, Robert’te yıllarını geçiriyor olmaktan çok mutlu olduğunu özellikle belirtti. Son olarak da bir diğer Robert mezunu 150. YIL çalışanımız Mezunlar ve Geliştirme Ofisi’nden Mehveş Dramur’la olan sohbetimizden bahsetmek istiyoruz. 1996 Robert Kolej mezunu olan Mehveş Dramur, Marmara Üniversitesi’nde Almanca Enformatik bölümünü okumuş, daha sonra yönetim bilişimi üzerine çalışmalarını sürdürmüş. Yedi senedir Robert’te çalışan Mehveş Hanım, “Neden Robert’e geri dönmeyi tercih ettiniz?” sorumuza “Ben Robert’i seçmedim, Robert beni seçti.” şeklinde yanıt verdi. Robert’te çalışma hikâyelerinin tesadüfler üzerine kurulu olduğunu söyleyen Mehveş Hanım’ın yedi yıl önce burada çalışmaya başlama hikâyesi çok ilginç. Kendisi çalıştığı işten memnun olmadığı sıralarda yeni iş arayışlarındayken yapacağı işin artık çalıştığı yerin patronlarının ceplerine değil de, başka insanların yararlarına hizmet etmesini istediğine karar vermiş. Bu süre içerisinde bir gün havaalanında Robert Kolej Mezunlar Ofisi’nde çalışan Çiğdem Hanım’la karşılaşmış. Ertesi gün Çiğdem Hanım’dan okulda o sırada iletişim konusunda Robert’ten mezun, Robert kültürü bilen eleman arayışında olduklarını belirten ve Mehveş Hanıma bu pozisyonu öneren bir telefon almış, böylece Robert’te çalışmaya başlamış. 14 yıldır Robert’te olan Mehveş Hanım, kendisini Robert’e bağlayan etkenlerden en önemlisinin Onur Bey’in söylediği gibi Robert’teki sürekli yenilik ve değişim ortamı olduğunu anlattı. Mezun olduğu okulda çalışmanın ona verdiği en büyük avantajının ise etrafına baktıkça kendi eski halini görmek, anılarını yâd etmek olduğunu söyledi. Mehveş Hanımın da dediği gibi “İnsanlar aslında hayata gittikleri her yerde okullarını arıyorlar, çünkü en mutlu oldukları yer okul oluyor genellikle.” Kim bilir belki gün gelir siz de dönüp dolaşıp Robert’e, yuvanıza bir öğrenci olarak değil de bir çalışan olarak dönersiniz... Entel İnekler mi, Asi Çocuklar mı? ‘’Sizin okulda mafya varmış doğru mu?’’- Bir Veli Robert Kolej… Hangimizin hayali olmadı ki bu okul? Sekizinci sınıfta programlanmış gibi test çözerken bizi çalışmaktan yıldırmayan tek şeydi bu okulda geçecek senelerimizi düşünmek. O zamanlarda kime sorsak hangi okula gitmek istediğini çoğunlukla tek bir cevap alıyorduk: Robert Kolej. Neden peki? İçine giren herkesi büyüleyen güzel kampüsü müydü tek sebebi bunun. Yoksa başka bir şey mi? Bana kalırsa mezunların payını yadırgayamayız. Sanatta, politikada, edebiyatta, her alanda isimlerini duyurmuşlardır Robert mezunları. Tabii durum böyle olunca da insanlar Robertlileri merak etmeye başlıyor. Doğal olarak da toplumda Robert Kolej ve öğrencileriyle ilgili çeşit çeşit efsane ve önyargı çıkmaya başlıyor ki bazılarına gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Robert’i kazandığımı öğrendiğimde bir arkadaşım gelip: ‘’Entel inekler var orada sen ne yapacaksın ki?’’ demişti. Hâlbuki Robert’in en ünlü vasıflarından birisi de sosyal bireyler yetiştirmesi- en azından böyle düşünülüyor- ki inek kavramıyla azıcık ters düşüyor. Ayrıca kuzenim de Robert’ten mezun olduğu için teyzem de okulu bayağı iyi bildiğini iddia ediyordu. Kuzenimin Robert öncesi sakin bir çocuk olduğunu söylerken okuldan mezun olduğunda burnu havada bir asi çocuk haline geldiğini iddia etmişti. Hep onun bildiği doğruymuş, başkaları bir şey bilmezmiş gibi gibi davranmaya başlamış ona göre. Tabii bu ergenlikten mi, okuldan mı, pek bilemeyiz ama dershanedeki danışmanım da böyle düşünüyordu; hatta sırf bu yüzden Robert yerine İstanbul Erkek Lisesi’ne gitmemi istemişti bir aralar. Böyle düşünenlerin sayısı hiç de az değil aslında. Robert öğrencisi deyince insanların aklına ilk gelen şeylerden biri bu. Robert Kolej iki Amerikalı tarafından kurulduğu ve bir Amerikan okulu olduğu için genel olarak okulun Amerikan hayranı öğrenci yetiştirdiğini söylerler. Hatta okula gelmeden önce neler duymadım ki: okulun öğrencilerini üniversite eğitimleri için zorla Amerika’ya yollaması mı olsun, yoksa ‘’Amerika sevgisi’’ aşılaması mı? Tabii veliler böyle şeyler duyunca pek hoş olmuyor ama en azından pek ciddiye almadılar benimkiler. Şimdiyse sadece gülüyoruz. Şu ana kadar zaten böyle bir şeyle karşılaşmadım, karşılaşan da görmedim, duymadım. Genco Erkal da Sabah gazetesine verdiği bir röportajda Amerika’yı eleştirmeyi Robert Kolej’de öğrendiğini belirtmiştir.* Öğrencilerin çoğunluğunun Türkiye’de kaldığına bakılırsa okulun Amerika’ya yollama gibi bir baskı yapmadığı çok açık, her ne kadar Amerika’da yaşamaya karar verenlerin sayısı az olmasa da. Bizi çoğu insandan daha iyi tanıyan birileri varsa onlar da okulumuzun taksi şoförleridir herhalde. Öyle ki okul çıkışları, özellikle cuma günleri, taksi bulmanız imkânsız gibi bir şey. Hal böyle olunca da civardaki taksi duraklarının en Köprü çok uğradıkları mekânlardan biri Robert haline geliyor ve öğrencileri oldukça iyi gözlemleyebiliyorlar. Geçen sene bir cuma çıkısı taksiye bindiğimizde taksici abimiz bize niye Taksim’e gitmediğimizi sormuştu. Hâlbuki o öğrencileri Taksim’e götürecek diye duraktan hevesle çıkmış ve bizim başka bir yere gitmek istediğimizi öğrendiğinde azıcık azarlanmıştı onu trafiğe sokacağımız için. Geçen gün ise Robert öğrencileri hakkında ne düşündüklerini sordum. Genel olarak bizi samimi buluyorlarmış ki bu iyi bir şey; ama onları bazen çok beklettiğimizi ve taksi şoförlerinin bizim özel şoförlerimiz olmadıklarını da dile getirdiler. Ne diyeyim, haklılar aslında. Bu yaz yeni gelen hazırlıklara okulu gezdirmeye gönüllü olmuşum. İyi ki de olmuşum aslında, bayağı garip şeyler deneyimledim. Bir veli ve çocuğuyla tam Plato’ya çıkıyorduk ki veli: ‘’Sizin okulda mafya varmış çocuğum, doğru mu? Hem o kadar para vereceğiz, hem de çocuğumuz mafya olacak. Bu nasıl iş?’’ dedi. O an nasıl hissettiğimi ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Ben ki en ufak şeye gülen ve bu yüzden kaç kere dersten atılan bir kişi olarak o an kendimi tutmaktan patlayacaktım büyük ihtimalle. Ama renk vermeden hemen velinin sorusunu cevaplamaya çalıştım ve yalandım tabii söylediğini. Bir ara “Evet,var.” demeyi düşünmedim de değil. Artık bana gerçekten ne kadar inandı bilemeyeceğim ama tatmin olmuş Ocak 2014 Ali Yağız Ayla gibiydi. Çocuğunu da şu an okulda gördüğüme göre ikna edebilmişim. Robert Kolej ve öğrencilerle ilgili söylentilerin hepsini burada yazmaya çalışsam kendime yeni bir gazete çıkarmak zorunda kalırdım herhalde. Ama bence bu kadarı bile durumun garipliğini ya da ilginçliğini deyim, anlatmaya yetiyor. Robert öğrencisi diye bir kalıp oluşturmak da başlı başına yanlış. Bu okulun öğrenci çeşitliliği malumunuz, ne ararsanız bulabilirsiniz. Robert öğrencisi böyledir, Robert öğrencisi şöyledir diye çok sağlıklı bir tanımlama yapamayız o yüzden. Okul sana olanakları veriyor, gerisini sana bırakıyor. Deneyimlerin seni nasıl etkiler orası sana kalmış artık. Siz en iyisi mafya olmadan mezun olmaya bakın, gerisi hikâye. *”Robert Kolej.” Sabah. N.p., 13 July 2008. Web. 9 Oct. 2013. <http://arsiv. sabah.com.tr/2008/07/13/pz/haber,6E 3E56D0F20E4412A62134B93B06737E. html>. SÖYLEŞİ 23 Önder Kaya ile Söyleşi Önder Hocamız okulda gördüğümüz kadarıyla, işini ve tarihi çok seven, dersleri heyecanlı heyecanlı ve kendine has anlatışıyla öğrencilerinin de tarihe ilgisini uyandıran bir öğretmen. Peki Önder Hoca olarak değil de, Önder Kaya olarak nasıl bir insan? Okul dışındaki hayatında neler yapıyor? Bu soruların cevaplarını merak ettik ve onu daha yakından tanıyıp öğrenmek için Önder Kaya ile röportaj yaptık. Kendisi öğretmenlik yapmadığı zamanlarda birtakım dergilere düzenli olarak makaleler yazıyor, müzayedelere katılıyor, sık sık sahaflara gidiyor, koleksiyonunu ve arşivini genişletiyor, bir yandan da araştırmalarına devam ediyor, ama belki de en önemlisi: O bir İstanbul aşığı. Şimdiye kadar İstanbul ve tarih üzerine yayınlanmış toplam on üç kitabı bulunuyor. Bütün bunların yanı sıra eşi ve 4 yaşındaki küçük oğlu Erdem ile gezmeyi ve vakit geçirmeyi de ihmal etmiyor. verebilir misiniz? Önder Kaya: İlk olarak eşimin zamanlama konusundakini katkısının çok büyük olduğunu söylemeliyim. Bana çok ciddi bir çalışma ortamı sağlıyor, onun fedakarlığı olmadan bu çalışmaları yapamazdım. Genelde hafta sonları kütüphanelere gidiyorum, bazı müzayedeleri ve koleksiyon ortamlarını takip ediyorum. Buralarda tanımış olduğum yeni insanlar ufkumu açıyor. Belli bir konu üzerinde çalışırken öncelikle kullanabileceğim kaynakları tespit etmeye çalışıyorum. Bazen kütüphanelerde, bazen ise gazete arşivlerini tarayarak lazım geleni buluyorum. Aynı zamanda sahafların müdavimiyim. Onlar da bana ihtiyaç duyduğum kaynaklar konusunda yardımcı oluyor. Ne yapacağımızı bildikten sonra, işin ortaya çıkması kolaylaşıyor. Ancak bazen okuldaki işlerim de yoğunlaşınca zorlanıyorum. Mesela Tarih kulübü olarak dergi anlatırken onları aydınlatmaya, fikirler vermeye çalışıyorsun. Makale ya da kitap yazarken de topluma, kitlelere mesajlar vermeyi hedefliyorsun. Bu ikisinin örtüşmesi ve her zaman bana destek olan eşimin olması en büyük artı olsa gerek. Oğlum ara sıra yanıma gelip “Baba ne zaman oynayacağız?” gibi cümleler kursa da bence bunlar da hayatın tadı tuzu. Bir şekilde denge kurmaya çalışıyorum. K: Peki kimsenin bilmediği, belli bir alanda koleksiyonerlik gibi bir özelliğiniz veya koleksiyonlara ilginiz var mı? Ö.K.: Biraz absürt belki ama mezar taşlarına karşı ciddi bir ilgim var. Onun dışında kartpostal ve fotoğraf toplamayı çok seviyorum. Bazı gazetelerin ve dergilerin özel sayılarını biriktirmeyi de seviyorum. Ayrıca ‘Efemera’ dediğimiz, gündelik hayatta kullanılan birtakım nesneleri, basılı belgeleri topluyorum. Açıkçası artık Köprü: Öncelikle, sizin makaleler yazmak, televizyon programlarına katılmak, ailenizle ilgilenmek gibi pek çok şeyi bir arada yaptığınızı biliyoruz. Bütün bunları nasıl bir arada yürütüyorsunuz ve zamanınızı nasıl ayarlıyorsunuz? Bize bu konuda biraz tavsiye çıkarıyoruz ya da yazılıları kontrol etmem gerekiyor. Öğrencilerim yazılıları biraz geç dağıtabildiğimin farkındadırlar. (Gülüyor) Sonuçta okul dışında yaptıklarım öğretmenliğimi de beslediğinden dolayı farklı konulardaki anekdotları öğrencilerimle paylaşabiliyorum. Aslında çok da farklı değil yaptığım işler. Öğrencilere ders benimkisi koleksiyonerlikten çok çöpçülüğe dönmeye başladı (Gülüyor). Bu biraz dağınık bir ilgi alanım olmasıyla da ilgili. Bir yandan İstanbul tarihi üzerine çalışıyorum, bir yandan mezarlıklar üzerine çalışıyorum. Aynı zamanda Ordu, Karadenizliyim, bu bölgeyle alakalı bulduğum şeyleri biriktiriyorum. Spor tarihi ve Osmanlı Ocak 2014 Köprü Damla Ilıca Elif Ece Acar Yunus Emre Erdölen tarihiyle ilgileniyor, yüksek lisansımı Ortaçağ tarihi üzerine yaptığım için de o sahayı araştırmaya devam ediyorum. Genelde kütüphanemi gören insanlar, beni belli bir konuya oturtmakta güçlük çekiyorlar, çünkü ilgimi çeken konularda ne bulsam topluyorum. Fakat bence bu çok da doğru değil, bir insanın belli bir alanla ilgilenip uzmanlaşması gerekir. Öbür türlü her konuda biraz biraz bilgi sahibi oluyorsunuz ama bir tanesine derinlemesine nüfuz edemiyorsunuz. Benim derinleştiğim alan daha çok Suriçi İstanbul’u. Bir bu konuda bir de Eyyübiler konusunda kendimi ‘uzman’ olarak tanımlayabilirim. Onların dışında da yuvarlak bir şeyler söyleyecek kadar bilgim var. K: Kitaplarınızın büyük çoğunluğu İstanbul üzerine. Bu şehre olan ilginizi fark etmemek zaten mümkün değil. Peki İstanbul’u ya da bu ilginizin sebebini üç kelimeyle anlatacak olsanız ne derdiniz? Ö.K.: Aslında bunlar düşünülüp cevap verilmesi gereken sorular ama şu anda aklıma ilk gelenleri söyleyeceğim. İstanbul deyince aklıma şu anda ‘kaos’, ‘tarih’ ve ‘çok kültürlülük’ geliyor. Ben çok fazla ülke gezmiş bir insan olmasam da gördüğüm Yunanistan, Almanya, Avusturya, Macaristan, Lübnan, Suriye gibi yerlerdeki efsane şehirlere bakıldığında İstanbul’un onlarla aşık atabilecek olan bir şehir olduğunu anlıyorsunuz. İstanbul ile ilgili hâlâ beni şaşırtan 24 SÖYLEŞİ birçok şeyle karşılaşıyorum. Bu durum, içinde yaşayan insanlarla da alakalı tabii. On üç milyonluk nüfusu olduğu söyleniyor bu şehrin, ancak Berlin’e veya Viyana’ya baktığınız zaman iki-üç milyon civarında bir nüfustan bahsediliyor. Biraz insanların, biraz da yöneticilerin, idarecilerin şehrin kıymetini bilmemesi söz konusu. Aşağı yukarı son elli-altmış yıldan beri sürekli olarak İstanbul üzerinden prim yapmaya çalışılıyor. Bu sebeple şehir kendi kendisini tüketiyor ve biz de üzüntü duyarak izliyoruz. Artık daha tepkili yaklaşıyorum ancak yapacak pek bir şey yok. İnsanların beş-on yıl sonrasını düşünmesi gerekiyor ama maalesef öyle bir ortam da sorduklarında “Gayet açık işte, hasta etmeyin adınızı yazın.” demiştim. Ona gülmüşlerdi. Yine bir gün ders sırasında Boğaz’ın yakınında olduğumuz için ben heyecanlı bir şekilde Yunan Medeniyeti’ni anlatırken, bir vapur üç-dört defa düdük öttürdü. Ben sesimi bastırdığı için “Ya sabır.” demiştim. Birkaç defa daha öttürünce bu sefer “Yahu çatlamayın, geliyorum.” deyişime çocuklar gülmüştü. Bu neredeyse sekizinci yılım okuldaki, ilk geldiğimde bölümde çok sıcak karşılanmıştım, bu çok çabuk bir şekilde uyum sağlamama ortam hazırladı. Aynı zamanda öğrenciler de akademik açıdan donanımlı gördükleri öğretmene saygı duymaları gerektiğini biliyorlar. duruyordum, yani çocukluktan beri hayalimdeki işi yapıyorum diyebiliriz. Hatta büyüklerim uyarırlardı, “Mühendis ol, doktor ol, tarihçilikte ne yapacaksın?” diye… Şimdi keyif alarak yapıyor olmam enerjime de yansıyor olabilir. Bir de doğma büyüme Aksaray, Fatihliyim. Yani Suriçi’nde büyüdüm denebilir. Biz mezarlıklarda, cami kenarlarında futbol, yakalamaca, ebelemece oynardık. Mesela şu anda herkesin tanıdığı ve en büyük fotoğrafçılardan biri olarak gösterilen Ara Güler’in de fotoğraflarına baktığımızda neredeyse yüzde sekseninin Fatih, Süleymaniye gibi yerlerde çekildiğini görürüz. Zaten İstanbul dediğimiz yerler buralar. yok. Bu saatten sonra da olacağını zannetmiyorum. K: Robert Kolej’deki öğretmenlik hayatınız boyunca sizi etkilemiş, unutamadığınız komik bir anınız var mı? Ö.K: Benim İngilizcem çok iyi değildir. Bir sınıfta yazılı sırasında, çocuklara isimlerini yazmalarını sürekli söylememe rağmen gezerken hâlâ isimlerini yazmayan birkaç öğrenci gördüğümde tahtaya kırık dökük İngilizcemle bir şeyler yazmıştım. Ben kelimeleri yan yana getirdiğinde İngilizce konuştuğunu düşünen insanlardanım. Tahtadaki “Don’t ill me write your name” gibi bir yazıyı gören öğrenciler “Hocam bu ne demek” diye Karşılıklı saygı sınırını buradaki çocuklar her zaman koruyorlar ve çizgisini biliyorlar, bu da beni çok etkiliyor. K: Her öğretmen dersi sizin kadar heyecanla anlatmıyor, bazıları sadece iş gereği anlatıyor gibi gelebiliyor. Ayrıca öğrencileriniz herkesin bilmediği detayları araştırıp öğrendiğinizi söylüyor. Tarihe olan bu ilginiz nasıl ve ne zaman başladı? Ö.K.: Kimi insan sevmediği işi yapmak zorunda kalıyor, ben sevdiğim işi yaptığım ve hayatımı buradan kazandığım için çok şanslıyım. İlkokul 3.-4. Sınıftan itibaren tarih dergileri okuyarak büyüdüm. Ortaokuldan itibaren de tarihçi olacağımı söyleyip Biz de 1980’lerde bu muhitin son demlerinden yaşadık o İstanbul’u. Artık o İstanbul’dan pek eser kalmadı, Suriçi dediğimiz yerde eskiden orta sınıf, maddi gelire sahip insanlar yaşarken bugün daha çok alt gelir düzeyine mensup insanlar yaşıyor, buralar kültür seviyesi düşük olan insanlara terk ediliyor. Benim oraların en güzel zamanını yaşamış olmam da tarihçi olmama ortam hazırladı diye düşünüyorum. K: Siz fark ediyor musunuz bilmiyoruz ama bir şey anlatırken çok farklı konulara geçiş yapabiliyorsunuz. Bu derslerinizde de böyle, çok fazla konudan bahsettiğiniz için öğrenciler dersin Köprü Ocak 2014 sonunda neredeyse her türlü bilgiyi almış oluyor. Ö.K.: (Gülüyor). Durum böyle olunca bazen öğrencilerim takip etmekte zorlanıyor. Bu yüzden “Hocam bu yazılıya dahil mi?” soruları çok geliyor. Her öğrenci genel kültürle dersin ayrımını yapamayabiliyor, bu da“Acaba bu da çıkar mı” kaygısı yaratıyor. Bu ayrıma varabilen öğrenci dersi daha keyifle dinleyebiliyor. K: Peki müfredattaki konularla genel kültürün dengesini nasıl kuruyorsunuz? Müfredatta olmasa da işlemek istediğiniz konular oluyor mu? Ö.K.: Müfredatta her şey var, yani istediğiniz bir çok şeyi işleyebiliyorsunuz. Ancak sorun şu ki müfredatın buna verdiği süre son derece yetersiz. Örneğin müfredat diyor ki, iki tane kırk dakikalık ders içerisinde Yunan Medeniyeti’ni anlatacaksın. Bu sebeple dersler “Yunan coğrafyasını tanıyalım-Atina ve Spartalıları tanıyalımYunan coğrafyasının sonu, bitti.” şeklinde ilerliyor. Başka noktalara da değinmek, tartışmalar yapmak istediğimizdeyse zaman aşılıyor. Bu yüzden yetiştirmek konusunda sıkıntılarımız olabiliyor. Fakat açıkçası tarih dersi belli bir müfredata uymak zorunda kaldıkça yapacak bir şey yok. Ben isterim ki ders daha canlı, daha seminer dersi şeklinde olsun. O zaman da YGS, LYS ya da başka merkezi kontrol mekanizmalarını unutmuş oluyorsunuz ve bu sefer öğrenciler sıkıntılar yaşıyor. Hem entelektüel yetiştirmek hem de sınav sistemine adapte olmak gerçekten çok zor. Okulumuz her ne kadar ilkini amaçlıyor olsa da okuldaki öğrencilerin yüzde yetmişini Türkiyeciler oluşturduğundan onlara karşı da bir sorumluluğunuz var. Denkleştirmeye çalışıyoruz. K: İlerde ne gibi projeler yapmayı planlıyorsunuz? Şu anda yazdığınız yeni bir kitap var mı? Ö.K.: Aslında şu sıralar baştan sona bir kitap değil de tematik olarak yazılar kaleme alıyorum. Daha çok gezi yazıları ve edebiyatçıların son anları üzerine SÖYLEŞİ yazıyorum, yani yine mezarlık kültürü devreye giriyor…(Gülüyor) Bunlarla ilgili sistematik olarak Müteferrika adındaki bir dergiye, üç ayda bir, yazı yazıyorum. Bu yazılar zaman içerisinde bir kitaba dönüşüyor. Öbür türlü, uzun soluklu kitap projeleri öğretmenlikle beraber çok zor yürüyor. Ancak kendine uzun tatillerde vakit ayırabiliyorsun, okul varken kitaptan kopuyorsun. Kitap yazarken konudan koparsan, bir daha geriye dönmek gerçekten çok zor. Bu sebeple tematik makaleler yazmayı daha çok önemsiyorum. En büyük sıkıntımsa başlayıp da bir türlü sonunu getiremediğim İngilizcem. Orta seviyedeki İngilizce ile de bir şeyler yapılabiliyor ama sonuçta dil bilmek insanın gerçekten ufkunu açıyor. Müthiş kaynaklar bulma, bunları ders içinde öğrencilerle paylaşma ihtimali daha da artıyor. Eğer İngilizce’yi de kemale erdirebilecek olursam ki yaş bugün kırk oldu, kırkımdan sonra çok iyi olacak benim için. K: Doğum gününüz kutlu olsun hocam! Ö.K.: (Gülüyor) Teşekkürler çocuklar. K: Oğlunuzun da büyüyünce sizin gibi bir tarihçi olmasını ister miydiniz? Ö.K.: İsterim tabii. Fakat benim babam makine mühendisi, o da herhalde benim mühendis olmamı isterdi. Bazen eşime diyorum ki: “Bu kütüphane, belgeler, fotoğraflar kime kalacak?”. Oğlana kalacak, umarım sever. Eşim de eğer oğlumu boşlayacak olursam ben öldükten sonra yapacağı ilk işin eskici çağırıp hepsini ona vermek olacağını söyleyerek bam telime basıyor. Müzayedelere katıldığım da görüyorum ki bir sürü insanın ve ailenin evrakı, yazışmaları, mektubu vb. oralara düşüyor. Geçen gün İstanbul Ermenileri’nin bir platformunda bir arkadaş, sanal ortamda paylaştığım karneleri görünce mesaj yazdı, “Bunlar benim halama ait. Sizin elinize nasıl geçti?” diye. Belli ki elinde tutan kişi eskiciye satmış ya da çöpe atmış. Oradan bir şekilde mezata gelmiş ve benim tarafımdan da satın alınmış. Acı bir olay aslında, kıymetini bilmeyen kişiye kalması. İnşallah bizimkisi de böyle olmaz diye düşünüyorsun. K: Robert Kolej’de okusaydınız nasıl bir öğrenci olurdunuz? Hangi dersleri alır, hangi kulüplere giderdiniz? Ö.K.: Ben ortaokuldayken çok hayta bir öğrenciydim, Pertevniyal Lisesi’ndeyken biraz toparlandım. Burada hep söylüyorum, gerçekten çok fazla seçeneğiniz var. Bazı öğrencilerle karşılaşıyorum, “Normal bir liseden de buradaki eğitimi alabilirsin.” diyorlar. Doğru, alırsın ancak sana sunulan seçenekleri kullanmak istersen gerçekten çok iyi yerlere gelebiliyorsun. Ben yüzde elliyle mezun olmak istiyorum dersen yüzde elliyle mezun oluyorsun, kimse seni zorlamıyor. Fakat ben birtakım konularda kendimi doldurmak istiyorum dersen, kulüplerden, seçmeli derslerden yararlanabiliyorsun. Mesela İpek Tingleff’le konuşuyoruz, resmen ameliyat yapıyorlar. Tıp okuyacak bir öğrenci bunun altyapısıyla üniversiteye gidiyor. Eğer ben burada öğrenci olsaydım ilgi alanım yine tarih olurdu (gülüyor), ama fotoğrafçılığı da profesyonel bir alana yaymaya çalışırdım. Ayrıca ASL ve Film&Lit derslerini mutlaka alırdım. Bu açıdan çok zengin bir yer bana kalırsa. Biz Pertevniyal Lisesi’nde okurken rehberlik bölümünün bile olup olmadığını hatırlamıyorum. ÖSS tercihimizi yaparken bile bizi yönlendirecek, akıl verecek insan yoktu. Şahsen, Boğaziçi Üniversitesi’nde tarih bölümü olduğunu biliyor olsaydım bugün ne yapar eder, oradan mezun olmaya çalışırdım. Orada bir sene hazırlık okur, şimdi bu İngilizce sorunumu da yaşamazdım. O yüzden siz daha şanslısınız, umarım bu şansı kullanıp güzel birikimlerle mezun olursunuz. K: Sanırım üniversitelerden de teklif alıyorsunuz, neden lisede öğretmenlik yapmayı tercih ediyorsunuz? Ö.K.: Evet çeşitli üniversitelerden teklif alıyorum, ama bir devlet dairesinde çalışmanın cazip yanları olduğu gibi cazip olmayan yönleri de var. Hem de İstanbul dışına gitmek istemiyorum, İstanbul içindeki üniversitelerde kadro yeterince dolu zaten. Kırk senedir burada yaşayan biri olarak, başka yere taşınmak pek istediğim bir şey değil. Üstelik bir de öğrenci profili söz konusu. Tarih fakültelerindeki öğrenci profili ne yazık ki kötüdür. Çoğunlukla işsiz kalmak istemeyen, “hiç olmazsa tarih okuyayım” diyen insanlar.. Buradaki canlılık, öğrencinin enerjisi ve merakı insanı çok tatmin ediyor. Özel Ocak 2014 üniversitelere başvuracak olsan, oralar da anadili gibi İngilizcesi olan, hatta üstüne birkaç dil daha koyan insanları istiyor. Ben bu işi de çok önemsiyorum. Bundan sekiz-dokuz sene kadar önce İlber Ortaylı ile konuşurken “Hâlâ Şişli Terakki Lisesi’nde misin?” diye sorduğunda “Evet hocam, işte ne yapalım…” diye cevap vermiştim. Bana “Ne yapalı mı falan yok, ben üniversitede ders verirken tarihin temel noktalarını bile bilmeyen çocuklarla uğraşmak zorunda kalıyorum. Bunun sebebi de sizsiniz. Lise hocaları olarak çok önemli bir misyonunuz var, bu insanları adam gibi yetiştirmek. O yüzden hiç tevazu gösterme, yaptığın iş çok önemli, küçümseme.” dedi. Ben şu anki halimi seviyorum, memnunum, çok da zorlamanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. ‘Doçentlik’, ‘profesörlük’ başlıkları alınca insan olarak büyüdüğünü düşünen kişilerden değilim. Zaten bazen uluslar arası sempozyumlara konuşmacı olarak katıldığımda, bir akademik ünvanı olmayan tek kişi ben oluyorum (Gülüyor). Ünvana odaklı olmamak gerektiğine inanıyorum. K: Sizce tarihten bir kişilik olsaydınız, kim olurdunuz? Ö.K.: Çok zor bir soru gerçekten. Eğer merak ettiğim devir olarak soruyorsan, herhalde 15.-16. Yüzyıl Avrupa’sında yaşayan bir Venedikli, Floransalı veya Osmanlı Sarayı’nda yaşayan bir Fatih Sultan Mehmet olmak isterdim. Tabii tarihçiler açısından her dönem, her devir merak uyandırıyor. K: Hiç pişmanlığınız var mı? Ö.K.: (Gülüyor) Biraz özel konulara giriyoruz galiba. Olmaz olur mu, herkesin var. Tarih de zaten böyle bir şeydir bence. Ayıbınla, eksikliğinle yüzleşme sanatıdır. Bizim zaten tarihte sürekli eleştirdiğimiz nokta da bu değil mi? Sürekli olarak başkaları bize zarar verdi, biz kimseye zarar vermedik deyip milli tarih yazımı zihniyetini geliştiriyoruz. Fakat tarih böyle değil, insanların hayatları gibi o da pişmanlıklar ve mutluluklar silsilesi olan bir alan. K: Son olarak, duyduğumuza göre seneler önce kilo vermek istediğiniz için bir sene boyunca gideceğiniz her yere yürümüşsünüz, bu doğru mu? Ö.K.: Evet, aslında üç sene boyunca. Mesela Boğaziçi Üniversitesi’nden Köprü 25 Aksaray’daki evime yürüdüm. Aksaray’daki evimden Florya’ya ve Rumelihisarı’na yürüdüm. Böyle dört-beş saatlik yürüyüşler yaptım. Ben yüksek lisans yaparken herhangi bir işte çalışmıyordum. Bu yüzden kütüphaneyle ev arasında gidip geliyordum. Hâlâ da fırsat buldukça yürürüm. Sabah saat 6 gibi kalkıp 7’de yola çıktığında kütüphaneye 10’da varıyorsun. Çok da bir şey kaybetmemiş oluyorsun. Kütüphaneden de akşam üzeri 5’te çıkınca saat akşam 8 gibi eve geliyorsun. Bunu eskiden bir çeşit yaşam felsefesi haline getirmiştim ama çalışmaya başlayınca haliyle azaldı. Benden de 65 kilo civarında bir miktar kayboldu. 147 kilodan 85 kilo civarına indim. Oldukça işimi gördüğünü söyleyebilirim yani. K: Çok şaşırdık, gerçekten hiç beklemediğimiz bir son oldu. Bize vakit ayırdığınız ve her sorumuzu cevapladığınız için çok teşekkür ederiz hocam, tekrar nice senelere diyoruz. Ö.K.: Bu keyifli röportaj için asıl ben çok teşekkür ederim. SÖYLEŞİ 26 Nazan Erkmen “Bugün bulunduğum yeri kesinlikle okuluma borçluyum.” “Hocalarımız bize hep ‘Ms.’ diye hitap ederdi. Bizlere ‘siz’ denirdi.” Robert Kolej 1965 yılı mezunlarından Profesör Nazan Erkmen, teklifimizi kırmayarak Köprü 150. Yıl sayısı için söyleşi konuğumuz oldu. “1945 yılında Balıkesir’de doğdu. Orta ve Lise eğitimini Arnavutköy Amerikan Kız Kolejinde 1965 yılında tamamladı. 1982’de Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu (Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) Grafik Bölümü’nden mezun oldu. Nazan Erkmen daha sonra Marmara Üniversitesi’nde dekan yardımcısı ve dekan olarak görev yaptı. Bugün Doğuş Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi dekanlığı görevini sürdürmektedir. “26 ulusal, 24 uluslararası sergiye katıldı. 14 ulusal, 4 uluslararası ödül sahibidir. 13 kişisel sergi açtı. Çocuklar ve büyükler için 100 üstünde kitap resimledi. Bunun yanısıra sayısız kitap kapağı, afiş, şiir ve öykü resimlemeleri aktüel ve kültürel dergilerde illüstrasyonları yayımlandı. 1998 ve 2000’de Japonya ve Bratislava “Selected Worlds Illustrators Biennali” (Seçilmiş Dünya İllüstratörleri Biennali)’ne seçildi.” (1) Köprü: Bugün bir sanatçı olmanızda Robert Kolej’in katkısı oldu mu? Nazan Erkmen: Çok büyük katkısı oldu. O duyguyu zaten ben hep içimde taşıyordum, sanatla uğraşmak istiyordum. Elimden ilkokulda hiç kalem kağıt düşmedi. Orada da desteklendim. Lisede sanatla ilgili bütün işler bana verildi, hocalarım beni destekledi. Hatice hoca dünyanın en sert ve aynı zamanda en tatlı kadınıydı. Beni çok destekledi. Büyük bir beğeni ve destek gördüm tüm hocalarımdan. Zaten benim de başka bir dünyam yoktu. Dünyam sanat üzerine kuruluydu. Annem bir kere beni çok destekledi. Müthiş bir sesi vardı, evde hep klasik müzik dinlenirdi. Dolayısıyla benim için farklı bir meslek söz konusu bile değildi; ama yine de günün birinde dekan olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Ve tuhaftır ki sanat ve bana sanatçı olduğum için ayrı bir değer verirdi. Bu arkadaşlarımla çok sık görüşemesek de hala birbirimizi sever ve kollarız. Köprü: Robert Kolej yıllarınızda edindiğiniz deneyimler bir eğitimci olarak size neler yöneticilik de bir arada yürüyebiliyor. Birçok sanatçı bizim dönemimizden çıktı: Nevra Serezli, Meral Taygun, Meral Oruktan... Bu sanatçı arkadaşlarım piyesler yazar ve oynarlardı. Ben de sahne dekorlarını yapardım. Okulda sanat ile uğraştığım bilinirdi ve bu sayede popülerdim. Arkadaşlarım kazandırdı? Nazan Erkmen: Öğretmen olmak aklımın ucundan bile geçmiyordu aslında. Ama yıllar beni oraya götürdü. Yaptığımız çalışmalarla eğitimci olma niteliğini ve şansını yakalayabildik. Bunun için hakikaten inanılmaz bir çalışma gerekti ve hala da süreç devam Köprü Ocak 2014 Eda Özkök ediyor. Ders verebilmek için kendinizi sürekli geliştirmek, araştırma yapmak, öğrenmek gerekli. Kısacası öğrenim sürekli devam ediyor. Geçmişte öğretmenlerimle gözlemlediğim bu durumu zamanla kendi tecrübelerimle pekiştirdim. L’A QUİLLA’ya gittik en son. Oradaki çocuklarla müthiş bir proje yaptık. Doğaya katkısı olan bir çalışma: soyu tükenen turnaları vurgulamak için çok hoş bir yapıt ortaya getirdik. Bir ay sonra çalışmamız sempozyumda Doğuş Üniversitesi’nde sergilenecek. Köprü: Robert Kolej mezunları arasında nasıl bir dayanışma var? Nazan Erkmen: Çocukları çok sevdiğim için çocuk kitapları resimledim hep. Bu vesileyle yine RK mezunu olan Nazlı Eray’la tanıştık. Yaratma kabiliyeti olan iki kolejlinin çocuklar için aynı noktada buluşması çok hoş bir tesadüf oldu. Aramızda bu dayanışmanın hep var olduğunu başından beri hissediyorum. Kolejliler arasında gerçekten yıllar geçse de büyük bir dayanışma, paylaşım ve yapıcılık her zaman var oldu. Ve tabii bu kavramlar etrafında birbirimize duyduğumuz sevgi ve destek de her zaman varlığını korudu. Köprü: Okul formanız var mıydı? Varsa nasıldı? Nazan Erkmen: Evet formamız vardı. Beş senelik orta dönemimizde forma giydik. İçimizde beyaz kısa kollu bir bluz, deri yuvarlak yakalı lacivert kloş etekli bir forma, üstünde bordo bir ceket. Lisede ise kıyafet serbestti. Köprü: Robert Kolej yıllarınızdan aklınızda neler canlanıyor? Nazan Erkmen: Platoya gider yürürdük. Manzarayı her seferinde çılgınca hayran hayran seyre dalardık. Ben ağaç dallarındaki kuşlara bakardım. Platoya giderken ormanın k SÖYLEŞİ içinde kulübe şeklinde piyano evleri vardı. Gidip piyano çalışırdık. Orada hep Tansu Çiller ile karşılaşırdık. Ne güzel piyano çalardık... Kendimi hep tiyatro dekorlarını yaparken ve piyano çalarken hatırlıyorum. Bir de Ms. Lee’nin sınıfında yağlı boya yapışımı. Bazen kabuslarımda kendimi derse kalkarken görüyorum. Çok sıkı bir eğitim vardı. Sınav zamanı gece saat 3’ten önce yattığımı hatırlamam. Her gün derse (tahtaya) kalkardık. Her gün quiz ya da sınav olurduk. Sınıf içinde birbirimizle Türkçe konuşmamız yasaktı. İlk günlerde hiçbir şey anlamadık ama sonra alıştık. Hocalarımız bize hep ‘Ms.’ diye hitap ederdi. Bizlere ‘siz’ denirdi. Okulun ilk gününden itibaren bize çok saygı duydular; bunu hissederdik. Bu, insana değer verildiğini gösteren bir davranış biçimi. Aynı zamanda öğretmenler çok da arkadaş canlısıydılar. Anlamadığımız bir şey olduğunda sormaktan asla çekinmezdik. Köprü: Meslek seçiminizde Robert Kolej’de nasıl yönlendirildiniz? Nazan Erkmen: Okul bize seçim yapmamızda çok büyük bir zemin hazırladı. Bize mükemmel fırsatlar sundular, empoze edilmeden sağlıklı bir şekilde yönlendirildik. Seçimimizi doğru yapabilmemiz ve meslek adına aldığımız kararın bize uyumluluğu bizim için son derece önemliydi. Hocalarımız bize bu ortamı hazırladı ve yol gösterdi. Herkes mesleğini bilinçli olarak seçti ve de çoğu başarılı oldu. Köprü: Finalleriniz var mıydı? Nazan Erkmen: Olmaz olur mu! En yakın arkadaşım, hayattaki tek gerçek arkadaşım Beyhan Kısırcık’tır. Hala kendisiyle görüşüyorum. Beyhan’la sabaha kadar çay peynir eşliğinde final çalışırdık. Finaller olmadan olur mu? Katran gibi çay içerdik uyumayalım diye. Köprü: Okulunuzun size neler kazandırdığını gözlemlediniz? Nazan Erkmen: Robert Kolej bizleri rasyonel bir düşünce yapısına sahip kıldı. Yapıcılık, yoktan var etme, yaratıcılık, insanları iyi değerlendirebilme, açık sözlülük, irade sahibi olmak; duygusallık içinde irademizi gerektiğinde sağlam bir duruşla kullanabilmek, görevlerimizi Ve Marmara üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde 9 yıl dekan yardımcılığı, 6 yıl dekanlık ve Doğuş 27 Keşke geri dönebilsek… Nazan Erkmen’e bize zaman ayırdığı için teşekkür ediyor, çalışmalarında başarılarının devamını diliyoruz. Kaynakça: (1) “Prof. Dr. Nazan Erkmen.” Web log post. Prof. Nazan Erkmen’in İlustrasyon Sergisi. N.p., n.d. Web. 10 Oct. 2013. <http://nazanerkmen.blogspot. com/>. sonuna kadar dürüstçe yerine getirmek ve de olmazsa olmaz, çok çalışmak, sonsuza kadar çok çalışmak okulumun bizlere kazandırdığı değerler arasında. Bugün eğer bir yere gelebildiysem bunu kesinlikle okuluma borçluyum. Bize insan gibi insan olmayı, dürüstlüğü, yaratıcılığı ve sorumluluğu en mükemmel şekilde öğrettiler. Sanatçılığın yanı sıra okulun bize kazandırdığı disiplinli çalışma, tuttuğunu koparabilme, hoşgörülü davranma, insan ilişkilerini dengede tutabilme becerisi ile dekanlık gibi zorlu bir görevi başarabilme altyapını da yine okulda almış olduğum eğitim sayesinde edindim. Ocak 2014 Üniversitesinde dekanlık görevlerini aldığım mükemmel eğitimle edindim, sürdürmekteyim. Tüm bunların yanı sıra en önemlisi, mütevazi olmayı öğrendik. Daha pek çok başarılı akademisyen ve sanatçı bizim okuldan mezun; şu anda aklıma bu kadarı geliyor: Nevra Serezlli, Meral Taygun, Meral Oruktan, Müvret Somuncuoğlu (Berkley üniversitesinde prof), Melek Ulagay (yazar, doğudaki kadınlar için belgesel hazırlıyor) Fügüsun Sokullu (prof) Dilek Doltaş (Doğuş Üni. Fen Edebiyat dekanı, prof), Cana Baysal (prof) Güler Okman Fişek (prof, Boğaziçi Üni.) Unutulmaz bir dokuz sene yaşadım. Köprü ANI 28 Fransız Fakirhanesi’nde Bir Robertli Nazlı Yurdakul Bu yıl Robert Kolej’in dile kolay 150. yılı. Ne mezunlar gelmiş, geçmiş. Fransız Fakirhanesi sakini Gönül Teyze de onlardan biri. Soluk gri duvarları, dökülmüş boyası, pek de davetkar olmayan yüksek kapısı ve duvarların üstündeki kırık cam parçaları ile Fransız Fakirhanesi ilk görüşte kafamızdaki o ideal huzurevi imajı ile tam örtüşmüyordu doğrusu. Tabii ilk görüşe aldanmamak gerekir; kapıdan içeriye adım atar atmaz küçük ama sevimli bahçesiyle bizi etkisi altına almayı başarmıştı çünkü. Binaya girdiğimizde ise karşılaştığımız sıcak atmosferi ve güler yüzler hemencecik Fakirhane’yi benimsememizi sağlamıştı. Haftalar haftaları, aylar ayları kovaladı ve biz her pazar kendimizi Fakirhane’de, artık hayatımızda ayrı bir yer edinmiş olan insanlarla sohbet ederken bulduk. Onların anlattıklarını, yaşam öykülerini, deneyimlerini ilgiyle dinliyor, her hafta daha fazlası için geri dönüyorduk. Onlar da bizi gördüklerinde sevinçten gözleri parlıyor, haftamızın nasıl geçtiği, neler yaptığımız hakkında türlü türlü sorular soruyorlardı. Artık birbirimizin hayatlarının parçası olmuştuk. O gün de normal bir pazar günü olarak başlamıştı; Nisan ayında olmamıza rağmen hava hafif yağmurlu ve soğuktu. Yurtta kalıp sıcacık bir batteniyenin içine büzüşmek kulağa çok cazip gelse de biliyorduk ki oradaki insanlar büyük bir sevinçle her Pazar bizim gelişimizi bekliyorlardı. Sırf battaniyelerimizin içinden çıkmak istemediğimiz için onlarla olan buluşmamızı iptal edemezdik. Etmeyerek ne kadar iyi bir karar verdiğimizi ise daha sonra anlayacaktık. Fakirhane’ye gidince ilk iş olarak her zamanki gibi, üçüncü kata, yaşlıların bizi beklediği salona çıktık. Orada çalışan hemşirelerden biri oradaydı. Gariptir ki haftalardır oraya gidiyor olmamıza rağmen hemşireler ile neredeyse hiç konuşmamıştık. O gün ise yaşlılarla sohbet ederken biraz onunla da konuşma fırsatı bulduk. Robert Kolej’den geldiğimizi öğrenir öğrenmez büyük bir mutlulukla sordu: “Biraz İngilizce pratiği yapmak ister misiniz?” Elbette isterdik. Bunun üstüne biraz beklememizi, hemen geleceğini söylerek odalardan birine girdi. Birkaç dakika sonra daha önce hiç görmediğimiz bir teyze ile geri geldi. Teyzenin adı Gönül’dü. Gönül Güngörmüş. Hemşire onunla İngilizce konuşabileceğimizi söylerek bizi onunla başbaşa bıraktı. Hiçbirimiz ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk, sessizce durmakla yetindik sadece. Ama girişken Gönül Teyze hiç beklemeden konuşmaya başladı. “So, aren’t you going to ask me questions?” İlerleyen yaşına rağmen o kadar güzel ve akıcı bir şekilde İngilizce konuşuyordu ki sanki her gün pratik yapma fırsatı buluyor gibiydi. Hepimiz bu sevimli kadının ağzından dökülen kelimeleri dikkatle dinliyorduk. Konuşmamız uzun bir süre devam etti ve Gönül Teyze bir an bile olsun duraksamadan İngilizce konuşmayı sürdürdü. Biz de doğal olarak İngilizce’yi nerede öğrendiğini ve nasıl olup da İngilizcesinin bunca yıl hiç paslanmadığını merak ettik. Bize özel bir Amerikan okuluna gittiğinden ve eskiden bütün derslerini İngilizce gördüğünden bahsetti. Merakımız ve heyecanımız daha da artmış bir şekilde hangi okul olduğunu sorduk. Aldığımız cevap hepimizin ağzını açık bırakmıştı. Gönül teyze bir Robert Kolej mezunuydu. Daha doğrusu o zamanki adıyla American College for Girls. Şaşkınlığımızı gizleyemiyorduk. O an aslında onu tanıyabilme fırsatımız olduğu için ne kadar şanslı olduğumuzu hissetmiştik. Hepimiz oturduktan sonra yakın okuma gözlüğünü usulca komodinin üzerinden aldı ve bize okumakta olduğu kitabı açıp bir paragraf okudu. Okurken resmen gözlerinin içi gülüyordu, çok mutlu olduğu her haliden belliydi. Bize en yakın arkadaşının kitaplar olduğundan bahsetti. Hepsini teker teker bize gösterdi, her kitap hakkında yorumlarda bulundu. O gün oradan ayrılırken aklımızda tek bir düşünce vardı. Seveceği bir kitap bulup ona hediye etmek. Fakirhane’den çıkar çıkmaz bir kitapçının yolunu tuttuk ve kitapları incelemeye başladık. Uzun bir arayıştan sonra ise Jose Saramago’dan Yitik Adanın Öyküsü’nde karar kıldık. Artık sadece beklemek kalmıştı, hemen pazar günü gelsin istiyorduk. Mayısın ikinci haftası, belki de Fakirhane’de geçirdiğimiz en anlamlı gündü. Çünkü Anneler Günüydü. Sabah erkenden Gönül Teyze’ye aldığımız kitabı da alarak yola çıktık. Ona bu hediyeyi böyle önemli bir günde verme fırsatı bulduğumuz için çok heyecanlıydık. Odasına çıktığımızda bir misafirin daha orada olduğu gördük: Gönül Teyze’nin torunu. Uzun bir süre sohbet ettik, kitaplardan ve Robert Kolej’den bahsettik. Kitabı hediye ettiğimizde ise Gönül Teyze’nin gözleri doldu. Hatta kitabın içine isimlerimizi yazmamızı da istedi, hemen isimlerimizi güzel bir yazıyla kitabın başına kondurduk. Oradan ayrılırken düşündüğümüz tek şey seneye Gönül Teyze’yi Homecoming’e getirmekti. Artık her hafta sonu giderken daha bir 150. yılında eski okulunu görmüş mutluyduk, bir an önce Gönül teyzenin olur, bu kadar önemli bir günde lise arkadaşları ile tekrar bir araya gelirdi. yanına gidip onunla konuşmak Biz de ona büyük bir zevkle okulu istiyorduk. O bize ACG’nin kendi gezdirirdik. O gün Gönül Teyzeyi son zamanında nasıl olduğunu anlatırdı, biz de ona Robert’in bugünkü halini. Bu görüşümüz oldu. Oysa o kadar hayal kurmuştuk onunla ilgili, hiçbirinin günlerden birinde bizi odasına davet gerçekleşmeyeceğini nereden etti. Odası küçük, sevimli bir yerdi. bilebilirdik ki? Sehpanın, komodinin ve koltuğunun Destination Imagination kulubü üstü onlarca kitap ile doluydu. Bu kitaplar Shakespeare’den Orhan Pamuk, ile Amerika’da olduğumuz için Yılmaz Özdil, Gabriel Garcia Marquez’e Fransız Fakirhanesi’ne bir süreliğine gidemedik, ama giden arkadaşlarımızla ve poliseyeden siyasi denemelere iletişimimizi kesmedik. Acı haberi de kadar pek çok farklı yazar ve türe aitti. Bazıları Türkçe bazıları ise İngilizce’ydi. Amerika’dayken aldık. Gönül Teyze’yi Köprü Ocak 2014 İpek Özbodur kaybetmiştik. Başta inanamadık, inanmak istemedik. Daha bir hafta önce yaşam dolu gözlerle bize bakan, bize kitabı hemen okumaya başlayacağını ve biz bir daha gelene kadar bitirmeye çalışacağını söyleyen Gönül Teyze artık yoktu. Ondan geriye ise sadece anılarımız kalmıştı. l DÜŞÜNCE 29 Bir Daha Asla “Benim için kişisel olarak o ‘Özür Dilerim’ dediği anda her şey uzaklaşmaya başladı. Şimdi sadece – o iyileşme hemen başladı. Özre kadar karanlık bir odada uyuyamazdım. Gecenin bir yarısı kalkıp kapının çarpıldığını ve kilitte anahtarın döndüğünü duyardım. Bunların hepsi gitti. Çünkü bir adam ‘Özür dilerim’ dedi.” (Murray Harrison) Geçmişten günümüze devletler, toplumlar, gruplar ve bireyler bir diğerine şiddet uygulamıştır ve uygulamaya devam etmektedir. Tophane’de, Tütün Deposu’ndaki “Bir Daha Asla” sergisinde azınlıklara karşı şiddet uygulayan, hatalarının farkına varan ve özür dileme ya da pişman olma büyüklüğü gösteren ülkelerdeki olaylar, devletlerin ve bireylerin özürleri sergilenmiştir. Çalınmış Kuşaklar – Aborjinler ve Torres Boğazı Adaları Halkı Avusturalya 18. yüzyılın sonlarında Büyük Britanya tarafından sömürgeleştirildi. Kıtayı işgal edip yönetmeye başlayan sömürgeci güçler yerli kültürünü asimile etti. Sömürgeleştirmeden sonra yerli nüfusun da hızla azaldığı görüldü. 1869’da “Aborjinleri Himaye Yasası” çıkarıldı ve bu yasa yerli halkın yaşamlarının; nerede yaşayacakları, kimle evlenecekleri, topraklarını nasıl işleyecekleri gibi birçok ayrıntısını belirleyici niteliğine sahipti. Daha sonra “Çalınmış kuşaklar” olarak adlandırılan o dönemin çocukları ailelerinden alındı. Aborjin çocuklar misyoner yuvalarında gerekli eğitimi aldıktan sonra beyaz ailere hizmetçi olarak veriliyordu. İnsan Hakları ve Fırsat Eşitliği Komisyonu 1997’de araştırmaları sonucunda Aborjin Çocukların Ailelerinden Alınması Hakkında Ulusal Araştırma Raporu’nu yayınladı. “Onları Eve Getirmek” adlı raporda 1970’lere kadar süren ırkçı ve sömürgeci uygulamalar gözlemlendi. 2001 yılında bütün eyalet yönetimleri Çalınmış Kuşaklar için özür metinleri yayınladı. Özre giden yolda Ulusal Özür Günü, Özür Kitabı, İyileştirme Yolculuğu gibi eylemleri ile sivil toplumun rolü büyüktü. Başbakan John Howard ise barışın sağlandığı gerekçesiyle özür dilemeyi reddetti. 2007’de seçimleri İşçi Partisi’nin kazanmasının ardından başbakan olan Kevin Rudd yerli halktan resmen özür diledi. Özür konuşmasında geçmişin ırkçı, sömürgeci ve yerleşimci politikalarına tamamen son verileceğini vurguladı. Pinochet Dönemi Halk İhlalleri - Şili 4 Eylül 1970’te Sol-Sosyalist güçler, Salvador Allende’nin başkanlığındaki öldürdü. Parlamento feshedildi, binlerce insan gözaltına alındı, ağır işkenceden geçirildi ve vahşice katledildi. Askeri cuntanın ihlalleri dünyanın birçok yerinden tepki topladı. 1988 yılında yapılan Pinochet’nin göreve sekiz yıl daha devam etmesi için yapılan referanduma baskılara rağmen halk %55 oranında “hayır” dedi. 1990’da başkanlığı devralan Hıristiyan Demokrat Particio Aylwin diktatörlük rejimini yumuşatıp burjıva demokrasisini oluşturmayı hedefliyordu. Bu nedenle darbe Halk Birliği Çatısı altında iktidara geldi. Sosyalit inşa döneminden memnun olmayan muhafazakar güçler Amerika Birleşik Devletleri’nin finansal desteği ve CIA’in yardımıyla, 1975’teki seçimi de kazanan Halk Birliği’nin önünü kesmek için askeri darbe yaptı. 11 Eylül 1973’te General Pinochet önderliğindeki askeri cunta hükümete bir gün içinde istifa etmesi için ultimatom verdi. Allende ve arkadaşları boyun eğmediler. Buna karşılık ordu Başkanlık Sarayı’nı bombaladı ve sonraki gün Allende’yi yıllarında işlenen insanlık suçlarını aydınlatmak için Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nu kurdu. Yapılan incelemeler sonunda darbe döneminde yapılan ihlallerin %95’inden ordu ve hükümetin sorumlu olduğuna karar verildi. Bunun üzerine Aylwin, darbenin ilk zamanlarında işkence ve katliam mekanı olarak kullanılan Santiago Stadyumu’nu ziyaret etti ve “Şili’de insan onuru bir daha azla çiğnenmeyecek.” sözünü verdi. Mart 1991’de ise televizyonda yaptığı bir Ocak 2014 Köprü Leyla Ok konuşmayla Şili halkından resmen özür diledi. Srebrenitsa Katliamı - Sırbistan 1990’da Yugoslavya’nın dağılma süreci ile dini milliyetçi akımlar yükselişe geçti ve bağımsızlık talepleri başladı. Müslüman Boşnaklar ve Ortodoks Sırpların çoğunlukta olduğu Bosna Hersek’in bağımsızlığını ilan etmesi üzerine Bosnalı Sırplar da Sırp Cumhuriyeti’ni kurdu. Bosnalı Sırplar Bosna Hersek’in bağımsızlık kararına itiraz ediyordu. Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloseviç’in ve Yugoslav ordusunun desteğiyle Bosnalı Sırp güçleri, Sırp toprağının bütünlüğünü sağlama gerekçesiyle Bosna Hersek’e savaş açtı. Dört yıl süren savaşta yaklaşık yüz bin kişi öldü, iki milyon kişi yerinden oldu. Bosna Hersek’in başkenti Saraybosnanın Sırp askerleri tarafından dört yıl kuşatma altında kalmasının ardından Bosnalı Müslümanlar Birleşmiş Milletler’in koruması altındaki bölgelere kaçmaya başladılar. 1995 yazında BM korumasında olan ve “güvenli bölge” ilan edilen Srebrenitsa kasabası “Akrepler” denilen Sırbistan özel kuvvetlerinin eline geçti. Akrepler birkaç gün içinde sekiz binden fazla Boşnak Müslüman erkeği öldürdü. Bosnalılar toplama kamplarında işkencelere ve insanlık dışı uygulamalara maruz kaldılar. Uluslarası Mahkemelerin, Avrupa Birliği’nin ve muhalefetin kararları Sırbistan’ın Srebrenitsa katliamındaki sorumluluğunu kabul etmesinde etkili oldu. Sırbistan Parlementosu, 31 Mart 2010’da Devlet Başkanı Boris Tadiç’in çabasıyla Srebrenitsa’daki Suçu Kınama Deklarasyonu’nu kabul etti. Katliamla ilgili dilenen özürde yaşananlar soykırım olarak tarif edilmedi, mağdurlara tazminat ödenmedi. Kanlı Pazar – İrlanda 30 Ocak 1972’de yaklaşık yirmi bin kişinin katıldığı bir protesto yürüyüşü DÜŞÜNCE 30 gerçekleşti. 1971’de Britanya ordusunun desteğiyle her türlü muhalefeti bastıran hükümet tüm gösteri ve yürüyüşleri yasaklamıştı. Bu karar üzerine Kuzey İrlanda Medeni Haklar Derneği (NICRA) barışçıl gösteri hakkını savunmak için çağrıda bulundu. 30 Ocak Pazar günü Derry Merkezi’nde toplanan göstericiler ordu güçleriyle karşı karşıya geldi ve askerlerin rastgele açtığı ateş sonucunda 14 kişi hayatını kaybetti. Olaya dair tepkiyi yatıştırmak için Britanya yönetiminin kurduğu göstermelik mahkemede tanıkların ifadeleri dikkate alınmadı ve askeri personel aklandı. Bu olay Kuzey İrlanda’daki çatışmanın tırmanmasına ve otuz yıldan fazla süren çatışmalarda 3675 kişinin ölmesine neden oldu. 1994’te IRA (Katolik İrlandalıların meşru temsilcisi) ateşkes ilan etti ve 1998’de Britanya hükümetiyle IRA arasında Belfast Antlaşması imzalandı. Bunun sonucunda Kanlı Pazar’ın sorgulanabileceği barışçıl bir ortam oluştu. 15 Haziran 2010’da kamuoyuna açılan raporda askerlerin ateş açmadan önce uyarıda bulunmadığı, üstelik herhangi bir saldırı altında olmadıkları, kimi göstericilerin kaçarken vurulduğu belirtiliyordu. Dönemin Başbakanı David Cameron otuz sekiz yıldır beklenen özrü parlementoda dillendirmiş oldu. Bunlar dışında • 7 Aralık 1941’deki Pearl Harbor saldırısından sonra yüz yirmi binden fazla Japon kökenli Amerika vatandaşı çok kötü koşullarda yaşadıkları toplama kamplarına yerleştirildi. Başkan George W. Bush 1989’da, başkan Bill Clinton 1993’te özür mektubu kaleme aldı. • Bulgaristan’da “Yeniden Doğuş Süreci” politikaları ile Türk azınlıkların isimleri Bulgar adlarıyla değiştirildi, Türkçe konuşmaları ve İslami usullere göre yaptıkları her şey yasaklandı. Buna karşı gelen Türk göstericilerden 140 tanesi hayatını kaybetti ve 360 bin Türk kökenli Bulgaristan vatandaşı Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. 1989 yılında bu politikaları uygulayan Jivkov’un yerine gelen Mladenov asimilasyon politikalarına son verdi. 11 Ocak 2012’de parlamentoda resmi bir özür deklarasyonu kabul edildi. Metinde Türk azınlığın maruz kaldığı uygulamalar “etnik temizlik” olarak tanımlanıyordu. • 1830’da Fransa tarafından sömürgeleştirilmesi sonucunda Cezayir’de işsizlik ve yoksuzluk yaygınlaştı.Yoksullaşan Cezayirliler kitlesel olarak Fransa’ya göç etmek zorunda kaldılar. 17 Ekim 1961’de Paris’te otuz bin eylemcinin katıldığı Cezayir yanlısı eyleme saldıran Fransız Polisi yaklaşık iki yüz eylemciyi dövdü ve Seine nehrine atarak öldürdü. Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy 2007’de Fransa’nın Cezayir’deki varlığının büyük acılara yol açtığını, sömürgeciliğin Fransa Cumhuriyeti’nin temel değerlerine aykırı olduğunu söyledi ama savaş suçlarının sorumluluğunu üstlenmedi. 2012’de cumhurbaşkanı François Hollande da Cezayir’in sömürgeleştirilmesini “Adaletsizlik ve Acımasızlık” olarak niteledi ama özür dilemekten kaçındı. Serginin en sonunda ülkelerin nefret suçunu işleme süresi ve politik özür tarihini gösteren bir grafik bulunuyor. Bu grafikte sergide ayrıntılı anlatılan olaylar arasında adı geçmeyen birçok ülke de bulunuyor. İstanbul’daki bu sergide içinde bulunduğumuz ülkenin adı geçmemesi ilginç değil mi? Türkiye hiç mi hata yapmadı ki kimseden özür dilemiyor? Ama sergideki özürlerin genel olarak 2000 den sonra dilenmesi de hala Türkiye’de de böyle bir farkındalığın ihtimal olarak bulunduğunu gösteriyor. Sergiyi gezenlerin doldurduğu “Özür Defteri” nde ise Türkiye’deki azınlıklardan özür dilenmesi umut verici. Yetmeyen Zaman Yağız Ayla “Ne ara saat on iki oldu?” Hazırlığa başladığımızdan beri dokuzuncu sınıfla ilgili çeşitli söylentiler çalındı kulağımıza: “Seneye çok zorlanacaksınız.”, “Acı çekeceksiniz.”, “Uyku düzeniniz olmayacak.” gibi. Hatta bir keresinde taksiyle eve giderken benimle beraber üst kapıya kadar gelen üst sınıflar, henüz vakit varken bu okuldan kaçmamı söylediler. Haksız da değillermiş aslında. O kadar çok yapmamız gereken iş var ki! Bir de kulüpleri bu kadar bol olan bir okulda olunca yapacağın işler katlanıyor. Ama asıl sorun ki hepimize acı çektiren gerçek şey bu, zamanı iyi planlayamamamız. Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman verilen ödevi önceden yapabilen birisi olmadım. Denemedim değil ama cidden olmuyor. Örneğin cumaya iki tane sınavım varsa ve perşembeye bir şey yoksa çarşamba günü eve geldiğimde boş boş oturuyorum. Sonra ne oluyor peki? Perşembe gecesi panik içinde bir ona bakayım, bir buna bakayım derken ikisine de çalışamıyorsunuz. Ve geç saatlere kadar masanın başında kalıyorsunuz. Sabah da okulda kıpkırmızı gözlerle hortlak gibi dolaşıp akşam yatağınıza kavuşacağınız anı bekliyorsunuz. Tüm gününüz yatağınıza olan hasretinizle geçiyor. Sadece bir iki kere böyle şeyler yaşamışsanız önemli bir sorun yok demektir. Ama bu artık bir hayat biçiminiz haline gelmiş, her gün yatağınıza kavuşmayı bekliyorsanız benim gibi, bir sorun var demektir. Çözülemeyen bir sorun. Bazen karar verirsin “Bugün önceden bitireceğim ödevimi!” diye. Oturursun Lenovo’nun başına. Yazmaya başlarsın kompozisyonunu. Bir on dakika yazarsın, sonra canın sıkılır. Girersin Chrome’a, adres çubuğunun altındaki Twitter, Facebook imgeleri çarpar gözüne. Bir göz atayım dersin. Başlarsın tweetleri okumaya. Ve kendine geldiğinde en az yarım saat geçmiştir. Belki daha da fazla. Hemen dönersin ödevine. Bu sefer de mesaj gelir telefonuna. Biraz mesajlaşırsın öyle. Sonra telefon hazır elimdeyken bir Instagram’a gireyim dersin. Bakarsın fotoğraflara teker teker. O sırada annen gelir. Bütün gün telefonu elinden bırakmadığını söyleyip bir güzel azarlar ve gider. Açıklama yapmana fırsat bile vermez. Neyse, dönersin bilgisayarının başına. Bakmışsın saat on iki olmuş. Köprü Nasıl geçti bu kadar zaman? Daha sadece bir paragraf yazabilmişsindir ve daha yapılacak bir sürü ödev, çalışılacak sınavlar vardır. Uykudan ümidi kesersin uzak tutmaya bakacaksın. Eğer artık. Twitter gibi sosyal medya siteleri tarayıcınızdaki adres çubuğunuzdaysa Bunlardan bahsedip de pazar gününü her internete girdiğinizde dikkatinizi anmamak olmaz. Öyle ki hepimiz dağıtmaması için onu oradan her pazar acılı bir şekilde “Pazartesi kaldırmanız lazım. Bir nevi kendinizi Sendromu”nu yaşarız. Cuma akşamı dikkatinizi dağıtan etkenlerden ve cumartesi kesinlikle hiçbir şey uzaklaştırmanız gerek. Ve nasıl bir yapılmaz, pazar günü de boş boş ortamda düzgün çalışabiliyorsan orada dolaşılır, yatılır. Sonra akşam sekizde çalışman gerekiyor. Eğer televizyon kapanırsın odana ve bilgisayarınla açıkken dikkatini toparlayamıyorsan baş başa romantik bir gece geçirirsin. doğal olarak televizyon başında Şanslıysan ödevin çok yoktur ki bu çalışmayacaksın. Tabii herkese göre Robert Kolej’de pek mümkün değildir. değişir bu. Nerede rahat ediyorsan İşte bu sorumluluk başına bela olur. ve dikkatli çalışabiliyorsan orada Haftaya çok güzel bir başlangıç çalışacaksın. yapacağını işte o an anlarsın. Robert Kolej’de zamanı bu kadar plansız kullanarak yaşamak imkânsız. O yüzden belli bir süre sonra kendine çeki düzen vermen gerektiğini anlıyorsun; ama bu pek kolay olmuyor. O tipik “Gününü planla, saat başı ne yapacağını yaz,” şeyleri işe yaramıyor. Yapabileceğin tek şey kendini kontrol etmek. Ödevini yaparken dikkatini pek dağıtmamaya ve kendini telefondan Ocak 2014 Anlayabileceğiniz gibi bu konuda size tavsiye verebilecek en doğru kişi değilim. Hatta doğruyu söylemek gerekirse bu yazı bile az kalsın aceleye geliyordu. Zamanla düzelir diye umuyorum bu huyum, hayırlısı artık. Siz en iyisi benim gibi olmayın. Yoksa erteledikçe erteliyorsunuz. Sadece karar verin ve yapın! DÜŞÜNCE 31 Açlık Oyunları Distopyası Açlık Oyunları serisini birçoğumuz okuduk, filmlerini izledik . Hatta birçoğumuzun en sevdiği serilerden biri olmayı bile başardı. Peki Açlık Oyunları’nda resmedilen distopya hakkında hiç düşündünüz mü? Serinin ikinci kitabı “Ateşi Yakalamak” ın filmi 23 Kasım’da seyircisiyle buluştuğundan beri insanların dilinden düşmüyor. Bende bu gelişmenin ardından “açlık oyunları felsefesi” hakkında konuşmak istiyorum. Bilmeyenler ya da hatırlamayanlar için, Açlık Oyunları tamamen kurgusal bir seri. Ancak kitapta anlatıldığı şekliyle her şeyin başı Panem adında bir ülkede çıkan isyanın devlet tarafından bastırılmasına dayanır. Panem, 12 mıntıka ve Capitol adındaki başkentten oluşur. Mıntıkalardaki insanlar isyandan sonra sefalet içinde yaşamaya zorlanırken, Capitol halkı muhteşem bir zenginlik içinde yaşar. Her yıl isyanın bastırılmasının yıl dönümünde her mıntıkadan biri kız biri erkek olmak üzere 2 haraç toplanır ve bu 24 haraç Capitol’de düzenlenen Açlık Oyunları’na katılır. Bu oyunlarda 24 haraç ustalıkla düzenlenmiş, oyun kurucular tarafından yönetilen bir arenaya götürülür. Hayatta kalan en son haraç, oyunu kazanır. Üstelik bütün oyun 24 saat boyunca halka televizyondan naklen izletilir. Açlık Oyunlarının amacı halka isyanın bastırılışının ve Capitol’un gücünün tekrar tekrar hatırlatılmasıdır. Böylece halk, sonucun ne olacağını bildiği için, bir daha Capitol’e karşı isyan çıkarmaya kalkmayacaktır. Bir devletin ne kadar güçlü olduğunu halkına göstermek için gençleri bir arenaya atıp hayatta kalmak için birbirlerini öldürmeye zorlaması… Kitapta yaratılan distopyada çok büyük yıkımlar, savaşlarla oluşturulan ve sadece sözde kalan bir barışın sürekliliği kan dökülerek sağlanmaya çalışılıyor. Halkın düşüncelerindeki “karşı koyma” fikri, halkı birbirine kıydırarak yok edilmeye çalışılıyor. Bu durumsa akla şu soruyu getiriyor: Savaşla sürdürülmeye çalışılan bir barış nereye kadar devam edebilir? Her mıntıkadan 12-18 yaş arası çocukların her yıl birbirlerinİ öldürmek zorunda bırakılmaları sonucu, halk her ne kadar başkaldırmak istese de, bu oyunlar sayesinde halk Capitol’un her şeyi yapabilecek gücü olduğunu anlıyor. Barış, halka korku salarak korunmaya çalışılıyor. Ayrıca, her açlık oyunlarında bir tane kazanan var. Çekilen acının sonunda bir zafer! Bu durum da insanlara bir umut sağlıyor. isyan başlatması, Capitol’un sonu anlamına geliyor. Bütün Açlık Oyunları Capitol’un olası bir isyana karşı korkusu üzerine yapılıyor. Capitol’un halka Açlık Oyunlarını dayatırken gösterdiği bir sebep ise İrem Akcal bütün dünya haraçların geçiş törenini izliyor, önlerindeki birkaç saat içinde muhtemelen ölecek olan haraçların... Medyanın olayları ne kadar bambaşka sunabileceği işte burada karşımıza çıkıyor. Capitol halkı oyunların korkutucu tarafına değil, gösteri tarafına şahit oluyor. Medya tarafından kendilerine sadece o tarafı gösteriliyor. Açlık Oyunları her ne kadar içinde aşk, sevgi barındırsa da korkunç bir distopyayı gözler önüne seriyor. Belki de dikkatli olunmadığı takdirde bütün ulusların sonlanabileceği şekildeki bir distopyayı… Halk sefaletinin sonucunda bir ışık, bir mutluluk görüyor. Bu korku ve umut bir araya gelince de yıllardır sefalet içinde, başkentin kölesi olarak yaşayan halk, bulunduğu durumdan şikâyet etmeyip bir köşeye siniyor. Bana sorarsanız o ışık, halk bir köşeye çekilmeye devam ettiği sürece hiç ulaşılamayacak bir ışık. Kitaptaki distopyada, her mıntıkanın kendine has farklı iş kolları var. Örneğin 12. Mıntıkanın iş kolu madencilik. Mıntıkadaki insanlar birer köle gibi madencilik yapıp Capitol’un maden ihtiyacını karşılıyor. Bunun karşılığında ise hala açlık ve sefalet içinde yaşıyorlar. Bütün Mıntıklardaki insanların yaptığı iş Capitol’e hizmet etmek. İnsanlar insan olarak değil, iç gücü olarak, korkutuluyor, tehdit ediliyor, susmaya zorlanıyor. Üstelik aslına bakarsak, Capitol’e bağlı olan mıntıkalar değil, Capitol mıntıkaların işlerini yapıp, onlara servis etmesine bağımlı yaşıyor. Mesela bir gün 4. Mıntıka aniden başkente balık vermeyi kesse, Capitol’un kendine balık sağlamasının başka hiçbir yolu yok. İşte bu yüzden Capitol, mıntıkalara sahip olmak zorunda. Mıntıkaların Capitol’e Ocak 2014 şu: Yıllar önce çıkan isyanda bütün mıntıkalar isyan etmesine rağmen Capitol sadece 13. Mıntıkayı yok etti ve diğerlerine dokunmadı. İşte bu yüzden her mıntıka her yıl açlık oyunlarına birer haraç göndererek, Capitol’e karşı minnet borçlarını ödüyorlar. Kendilerini öldürmediği için Capitol’e kurban veriyorlar! İnsanların içinde bulunduğu durumu hayal edebiliyor musunuz? Açlık Oyunları, Capitol vatandaşları tarafından bakıldığında ise bambaşka bir dünya! Capitol insanları hayatlarını zevk ve sefa içinde sürerken, daha fazla yemeğin tadına bakabilmek için yediklerini kusmalarını sağlayan özel içecekler içip, partiden partiye gezerken, Açlık Oyunları onlar için müthiş bir eğlence kaynağı. Oyunların açılışındaki muhteşem tören, haraçların kendilerinden bahsettiği oyunlar öncesi “talk show” programı tamamen Capitol halkının eğlencesi için var. Haraçlar hayatta kalmak için birbirlerini öldürecekleri bir oyuna zorlanırken, bunun medya ve eğlence malzemesi olarak sunulması kadar cani bir şey daha düşünemiyorum. Haraçlar moda defilesine gidercesine hazırlanıyor, Köprü HABERLER 32 Edebiyat Haftası Kitaplar sizin için ne ifade eder? Onları sadece okuyup bir köşeye mi bırakırsınız? Yoksa onları okurken yaşar mısınız? Peki, kitap kahramanları gerçekte yaşar mı? Belki de gerçekten onlar da bizim gibi bu dünyada yaşıyorlardır… Kendinizi en sevdiğiniz, defalarca okuduğunuz ve asla okumaktan bıkmayacağınız, her satırını kelimesi kelimesine bildiğiniz bir kitabın içinde hayal edin. Düşününce ne kadar da uzak ve imkânsız geliyor, değil mi? Ama aslında imkânsız değilmiş; aynı kitaplarda okuduğumuz gibi bir peri, sihirli değneğini sallayıp bir büyü yapmışçasına Robert Kolej kampüsü, bir anda Harikalar Diyarı’na dönüştü. Maalesef, yine aynı masallarda olduğu gibi her büyünün bir bedeli vardı. Büyünün etkisi sadece yirmi dört saatti. Kafanızı ne yöne çevirseniz ayrı bir kitap kahramanıyla karşılaşıyordunuz. Masallarını dinleyerek çocukluğumuzu geçirdiğimiz Heidi’den son zamanlarda hepimizin merakla okuduğu “Açlık Oyunları” serisinin başkahramanı Katniss’e, “Harry Potter”dan her Robert öğrencisinin bir gün tanışacağı “To Kill A Mockingbird”ün Scout’una kadar aklınıza gelebilecek her kitap karakterini görmek mümkündü. Her yıl Robert Kolej’de, edebiyat haftası kapsamında pek çok etkinlik düzenlenir. Son iki yılda yapılan etkinlikler daha da ses getirmeye başladı. Öncelikle Marble Hall’a yerleştirilen kitap ağacı herkesin dikkati çekti. Öğrencilerden, öğretmenlere birçok kişi birbirlerine kitap önerilerinde bulundu bu ağaç sayesinde. Marble Hall’da yerini ilk aldığında kışın zorlu koşullarından kendini zor kurtarabilmiş birkaç cılız daldan ibaretken; gittikçe yeni tomurcuklar vermeye başladı. Bahara “Merhaba” diyen bir badem ağacı gibi dalları çiçeklendi. Bu dünyadaki en değerli ve en güzel kokan çiçekler, hiç solmayan çiçekler, kitaplar… O bir haftada bir çocuğun büyüyüşüne şahit olur gibi o ağacın gelişimine de tanık olduk. Ağacın ilk ve son halini görenler hayretler içinde kaldı. Birbirimize kitap önerileri verdik vermesine de; bu bize yetmedi. Hani derler ya “Söz uçar yazı kalır.” diye, biz en tatlı hediyelerden biri! O gün herkesin gözleri radar gibi çalışıyordu. Kimisininki kenarda köşede alınması için bırakılmış bir kitap ararken, kimisininki ise bıraktığı kitap alınmış mı diye kontrol ediyordu. de birbirimize ömür boyu baktıkça o günü hatırlatacak bir şeyler bırakmak istedik. Sevgili kütüphane sorumlumuz Karen Lindsay’in önerisi üzerine yeni bir uygulama başlatıldı. Okulun pek çok yerinde, Feyyaz Berker binasından tutun Forum’a, Plato’dan kütüphaneye kadar her yerde üzerinde İngilizce ya da Türkçe “Beni Al” şeklinde küçük notlar yazan kitaplar vardı. İsteyenler o gün vermek istedikleri, paylaşmak istedikleri kitaplarını, üzerlerine küçük, masum ve bir o kadar da samimi bir not yazarak okulun herhangi bir yerine bırakıverdi. Sanırım bu hem alanı hem de vereni mutlu edebilecek Günler öncesinden karar verenler kostümlerini hazırladılar, karar veremeyenlerle hep beraber bir şeyler düşünüldü. O gün için herkes o kadar heyecanlıydı ki! Bir gün öncesi yatılı etüdünün de gündemi buydu elbette. Tesadüfün bu kadarı! O gün kütüphane etüt sorumlusu da Bayan Lindsay ve Bayan Hope-Brown’du. Gelip herkese ertesi gün hangi karakter olacaklarını sordular, karakterini bulamayanlarla birlikte uygun bir kitap karakteri için bir etüt saati boyunca düşündüler. Neyse sonuç itibariyle o sabaha gelebildik. Herkes içinde bir yandan büyük bir coşku yaşarken, diğer yandan “acaba” Köprü Gelelim etkinliğin can alıcı kısma! Bayan Lindsay Edebiyat Haftası başlamadan bir hafta önce, bayrak töreninde, etkinlik duyurusunu yaptıktan sonra herkesin kafasında çeşitli fikirler dönmeye başlamıştı. Ocak 2014 Melisa Oğuz sorularıyla başa çıkmaya çalışıyordu. “Acaba bir tek ben mi hazırlandım? Rezil mi olacağım? İnsanlar bana gülecek mi?” Okul koridorlarında ilerledikçe bu sorular yerini saf bir heyecana bıraktı. Görülen her kitap karakteri insanı hayretler içerisine düşürüyordu. Öğretmeninden öğrencisine herkes uğraşmış ve bir kitap karakteri gibi giyinmişti. O gün hem alışılagelmiş okul giyimine bir molaydı hem de herkesin içindeki sırlarla dolu dünyayı etraftakilere göstermek için kaçırılmaz bir fırsat. İlk derse girildiğinde her şey çok farklıydı. Bizim gözümüzde onlar hep kitap kahramanlarıydılar. Oysa o gün, aynı bizler gibi birer öğrenci oldular. “One Day”deki Emma kalkıp geometri sorusu çözerken, “The Fault in Our Stars”daki Hazel Grace kimya dersinde amonyum ile hidroklorik asidi birleştirdi. İlk yirmi beş dakikalık teneffüste ise Gould binasının önüne adeta insan yağmaya başladı. Okulda bugün için hazırlanan çok fazla kişi olduğu belliydi; ama bu kadar değil! O kadar fazla kişi vardı ki Gould merdivenlerine zor sığıldı. Ne yazık ki bu günün başarısının, fotoğraf karesi için de geçerli olduğu söylenemez! Her güzel şeyin çabuk bittiği gibi bir Edebiyat Günü de çabucak bitti. Ama tadı damağımızda kaldı. Gün sona ererken, elimizde sadece o günü hatırlayabileceğimiz birkaç fotoğraf ve bir kampüs dolusu anı kaldı. Kalpler bir sonraki yirmi dört saatlik büyü kalkanı için gün saymaya şimdiden başladı. Kitap ve büyü dolu nice Robert yıllarına! A B HABERLER 33 Mangal Night Aylardır beklenen “Mangal Night” sonunda gerçekleşti. Öğrenci Birliği gururla sundu; bize de karnımızı doyurmak düştü! Okulun başladığı günden beri merakla beklenen bir Mangal Night’ı daha geride bıraktık. Öncesinde çoğu kişi arkadaşlarıyla dışarı çıkıp yemek yemiş hatta karnını tıka basa doyurmuş olsa da lezzetli sucuklara talep oldukça fazlaydı. Sadece 10 lira vererek giriş yaptığımız Maze’de, istediğimiz sostan ekleyebildiğimiz lezzetli sucukların ve ayranın yanında canlı müzik olması da gayet hoştu. Okulumuz öğrencilerinin yanı sıra Mr. Olivencia ve Mr.Edmonds da bizleri gitar çalarak eğlendirdi. Daha öncesinde prova yapmış, üstüne üstelik enstrümanlarını kapıp da gelmiş heyecanlı hazırlıklık sınıfı öğrencilerimizden başka bir de sonlara doğru kendini ortaya atıp medeni cesaretini göstererek şarkı söyleyenler oldu. Ses kablolarında sorun çıkması sunucunun şaka yollu sitemler etmesine neden olsa da sahneye çıkan herkes dinleyenler kadar mutluydu. Her ne kadar mangalın başındaki sıra herkesi korkutmuş olsa da kimse midesine söz geçiremedi ve herkes o sıraya girdi. Tabii sıraya girdiklerine; yani girdiğimize de değdi. Sıra ilerlerken bile hoş bir sohbet ortamı oluştu. İnsanlar kendi içlerinde kaynaştılar. Mangalın önündeki sıranın onları yıldıramadığı gibi soğuk hava da yıldıramadı. Soğuk hava insanları neredeyse yıldırıyordu ki insanlar yanan devasa ateşi gördüler ve ateşin başında toplandılar. İnsanlar sıcağı da bulduklarında gecenin kötü geçmesine neden olacak hiçbir etken kalmamıştı. Tabii Öğrenci Birliği’nin bir de sürprizi geçen dakika hızlanıyordu ama geri donüş yoktu, seçilmiştik artık. Sahne arkasındaki son beş dakika en heyecanlı dakikalarımdı. Sıramız geldiğinde derin bir nefes aldım, mikrofonun önüne geçtim ve gözlerimi kapattım. O an fark ettim ki koskoca salonda yalnızdım. Gözlerim kimseyi görmediğinden, evde tek başıma şarkı söylüyor gibi hissettim. Tek bir farkı vardı: Alkışlar. Sahnede olmanın en güzel yanının alkışlar olduğunu anladım. Alkışlar çok güzelmiş. Umarım bir gün birileri sizi de alkışlar. Teşekkür ediyorum. Başka soru yok, geç kalıyorum. Sağ olun. Yok yok, çocuk düşünmüyoruz daha. Hahahaha tamam söylerim. İyi geceler arkadaşlar.” diyerek anlamlı bir şekilde ifade ediyor. Son iki yıldır vazgeçilmez bir Lise Live klasiği haline gelen Büşra Yen’in monologlarından yine bir tanesi karşımızdaydı. Bu sefer diğerlerinden ve beklentimizden daha farklıydı, bunu diğerleri gibi kendisi yazmamıştı, Shakespeare’den almıştı ve güldürmesinden çok izlerken düşündürücü yönü dikkat çekti. En eğlendirici ve farklı performanslardan birisi ise kesinlikle Cem Kutay, Deniz Beşer, Emre Ekici ve Fuat Özyazıcı’nın grubu olan Thunder Boyz’du. Dansları, rahatlıkları ve şarkılarıyla, özellikle de en sonda ayran çıkarmalarıyla en çok güldüren ve en unutulmaz şovlardan birini yaptılar. Bu Lise Live’da da Efe Ofluoğlu, Deniz Beşer, Tuna Gönen, Derin Eğrikavuk ve Fatih Çulhalık’ın olduğu “Lise Live Yarınmış” grubu yine şarkıya başlamadan önce sahnede Lise Live’ın yarın olduğunu yeni fark ettikleri bir konuşma yaşadılar. Sonrasında ise yine coşturucu performanslarıyla devam ettiler. Efe Ofluoğlu Lise Live ile ilgili duygularını: “Her seçmede olduğu gibi bunda da heyecanlıydım tabii, ama önemli olan sahnede olmanın tadını çıkarmak. Sonuçta müziği eğlenmek için çalıyoruz, kötü hissetmek için değil. Sahneye çıkınca tüm o gerginlikler unutuluyor zaten. Müzik gerçekten hissediliyor. Aynı zamanda insanların bağırmalarını ve alkışlarını duymak da hoş bir his.” diyerek dile getiriyor. Grup adıyla birlikte, performansıyla da ilgi çeken ve öne çıkan “Saçma and The Others”da Ahmet Saçma, Arjin Şimşek, Boğaçhan Ayhan, Bahar Gürkan ve Vera Can şarkıyı çok güzel yorumladılar ve izleyenlere duygulu anlar yaşattılar. Ahmet Saçma: “Öncelikle Lise Live’da bir insanın rolü ne kadar küçük olsa da herkes inanılmaz bir sevinç ve heyecan içinde oluyor. Sahnedeyken ya birisi hata yaparsa ve yanlış çalmış olursak diye düşünüyorum. Sahnede çalmak çok heyecan verici, bu yüzden ana duygunun heyecan olduğunu söyleyebilirim.” diyerek Lise Live hakkındaki duygularını anlatıyor. Berk Manav ve Can Gökşen dans figürleriyle ve birbirlerini tamamlayan hareketleriyle izleyenlerin ilgisini kazanıp eğlendirdiler. Danslarıyla ve rap yapmalarıyla, aynı zamanda tamamen şarkının tarzını yansıtan kıyafetleriyle sahnede oldukça Rojin Erdoğdu vardı. Her zaman ambalajını açıp da yediğimiz ‘’Marshmallow’’ları bu sefer şişe dizilmiş olarak görmek ve bir de onları ateşte eritip yemek gecenin en güzel etkinliğiydi. Satılan sıcak çikolatalar ısınmamazı sağlarken meyve suları da serinlememize yardımcı oldu. Her zamanki gibi Öğrenci Birliği yine iyi bir iş çıkarttı! Teşekkürler es-si! Lise Live Her sene herkes için ayrı bir heyecana sebep olan Lise Live bu sene 28. defa yine yeniden karşımızdaydı. Seçmelere giren grupların stresli bekleyişleri, seçilen grupların mutlulukları, performansları izlemek isteyenlerin sabırsızlığıyla birlikte çok güzel bir Lise Live’ı daha arkamızda bıraktık. Her zamanki gibi çok sayıda performansla seçmelere girilmesi ve sahnede büyük çoğunluğunu izleyebilmemiz bize okulumuzdaki yetenekleri bir kere daha hatırlattı. 28. Lise Live’da sahnedeki birbirinden renkli ve değişik performanslarla bir sürü duyguyu ardı ardına yaşadık. Bir performansta kahkahalar atarken, diğerindeki bir şarkıyla hüzünlü, duygu dolu anlar yaşadık. En etkileyici performanslardan biri hem güçlü sesleri ve yorumlarıyla, hem de sahnedeki uyumları ve sahnenin atmosferiyle, Koray Ağabey’in de gitarla eşlik ettiği Beliz Özkan ve Fuat Cem Özyazıcı’nın düetiydi. Piyanoda Doğukan Yücel, gitarda Serdar Yalvaç olmak üzere şiir okuma havasında etkileyici bir girişle başlayıp sonradan şarkı söyleyen Alpay Doğrul’un da olduğu grup, sesler ve şarkının sözleriyle oldukça etkileyiciydi. Alpay Doğrul ise düşüncelerini: “Sahneye çıkmadan önceki saatler heyecanlı geçti. Bu okuldaki en ilginç deneyimlerden biri olan ‘Lise Live’da sahneye çıkabildiğim için çok mutluydum. Kalp atışlarım her Ocak 2014 Köprü Melisa Yaylalı Elize Arslan rahatlardı. İzleyenler onlarla ve ritimle dans ederken, bir taraftan da hareketlerine gülüyor eğleniyorlardı. Tüm bu performanslar sergilenirken fotoğraflarla anı ölümsüzleştiren Damla Ilıca’ya da sahnede olan veya fotoğraflara tekrar bakmak isteyen herkes adına bir kez daha çok teşekkür ediyoruz. 28. Lise Live daha birçok gösterisiyle akıllarda unutulmayacak performanslar bıraktı. Bir kez daha Robert Kolej öğrencileriyle gurur duyulmasının nedenlerinden birini bize gösterdi. Yeni yeteneklerin şovlarını, eskiden çıkanların yeni performanslarını gördüğümüz bu Lise Live oldukça hareketli ve eğlenceliydi. Bir sonraki Lise Live’ı merakla ve heyecanla bekleyen herkesle orada görüşmek üzere! 34 HABERLER EYP 2013-2014 öğretim yılında EYP Kulübü büyük uğraşlar sonucu yeniden açıldı. Bir yıllık aranın onları yavaşlatmasına izin vermeyen kulüp üyeleri yıla hızlı bir başlangıç yaptı. Robert Kolej deyince akla gelen ilk şeylerden biri okulun öğrencilerine sunduğu imkanlardır. Seçmeli derslerden kulüplere pek çok olanak ile Robert öğrencileri yeteneklerine ve ilgi alanlarına hitap eden p ek çok konuda kendilerini geliştirme fırsatı bulabiliyorlar. Seçeneklerin her yıl arttığı bu aktivitelerin en önemli özelliği ise pek çoğunun Türkiye’de bir ilk olması. Avrupa Gençlik Parlementosu, ya da okulumuzda sıkça kullanılan adıyla EYP de bu ilklerden biri. EYP (Avrupa Gençlik Parlementosu), adı üstünde gençlerin dünya problemlerini ekonomik, kültürel , çevresel vs. gibi yönlerden inceleme amacıyla bir araya geldiği, özgürce fikirlerini paylaştığı ve muhteşem arkadaşlıklar kurdukları uluslarası bir organizasyon. RK 2005 yılında yine bir ilki gerçekleştirerek Türkiye’deki ilk EYP kulubünü kurdu. 2006 yılında ise Türkiye’deki ilk bölgesel EYP konferansı olan Uluslararası İstanbul Gençlik Forumu’na ev sahipliği yaptı. Her yıl dünyanın pek çok farklı yerinde iki yüzden fazla kişinin katıldığı İstanbul Gençlik Forumu, EYP kulübünün kapatıldığı 2012 yılına kadar RK kampüsünde düzenlenmeye devam etti. Manav(L12)’a “EYP küllerinden tekrar doğacak ama sen bunu görmek için burada olmayacaksın.” demişlerdi. Ama onlar bu olumsuz düşüncelerin esiri olmaktansa, EYP ruhuna sıkı sıkı sarılmayı seçtiler. Sıkı çalışmalarının ve sarf ettikleri büyük çabaların sonucunda, Mr. Rau’nun da desteğiyle çok sevdikleri kulüplerini yeniden açmayı, ve Robert Kolej’e geri kazandırmayı başardılar. Peki bir Şule Kahraman eski Eyp üyesi danışman aramaya devam etti. Bu uzun ve zorlu süreçte Berk Manav ve Can Gökçen ciddi ve gerçekçi sonuçlar elde etmeyi başardılar. Mr. Rau danışman olmayı kabul ettikten sonra, geçen yıl her kulüp gibi Eyp’nin de seçmeleri başladı. Yazılı ve sözlü olmak üzere iki aşamadan oluşan seçim sürecinde yeni Eyp adayları her ne kadar endişeliydilerse, eski Eypciler de bir o kadar heyecanlıymış. Özellikle sözlü mülakatlar, yeni Eyp’ye doğru atılan ilk adımlar eski Eypciler için rüya gibi geçmiş. Öyle ya da böyle, küllerinden yeniden doğmayı başaran Eyp, yenilenmiş, motive olmuş, tamamen geleceğe ve başarıya odaklanmış durumda. 2013-2014 eğitim yılında tekrar faaliyete geçen EYP yıla büyük Okulumuzu ve ülkemizi başarıyla temsil eden bu köklü kulüp ne yazık ki bazı talihsiz olaylar yaşandı ve kulüp danışmanları kulübü bıraktı. Bütçe sıkıntısı ve yeni advisor bulunamaması sonucunda da kulüp 2011-2012 eğitim yılında kapatılmak durumunda kaldı. Yönetimin aldığı bu karar kendilerini EYP’ye adamış pek çok öğrencimizi derin üzüntüye boğmuştu. Ne de olsa onlara hem kendilerini geliştirme hem de sınırsız eğlence imkanı sunan bu kulüp bir yıllığına, belki de sonsuza kadar hayatlarından çıkmıştı. Hatta Berk Köprü yıllık duraklama dönemi onları nasıl etkiledi? bir coşku ve motivasyonla hızlı bir giriş yaptı. “İnsan bir şeyin değerini kaybettiğinde anlar” derler ya hani, Eyp’nin de değeri kapatıldığında anlaşıldı. Duraklama dönemi Eyp’nin Robert Kolej için ne kadar önemli ve bir o kadar da gerekli bir kulüp olduğunun anlaşılmasını ve gerekli derslerin çıkarılmasını sağladı. Duraklama sürecinde kendini Eyp’yee adamış üyeler boş durmadı. Kulüplerinin kapatılmasına rağmen, birkaç Kendisini ilk olarak Enka Okulları’nın düzenlemiş olduğu Enka Gençlik Forumu’nda gösterdi. Okulumuzdan 6 delege ve 2 gazetecinin katıldığı bu forum yeni Eyp’nin ilk adımlarını attığı yer olduğunu söyleyebiliriz. Bu forumda gazeteci olarak görev yapan ve aynı zamanda EYP’nin kurucu üyelerinden bir olan Deniz Saip’e (L11) göre “Enka, Robert Kolej’ EYP’ye döndüğünü gösterdi. Okulumuzu başarıyla temsil ederken, hem okul da dahil olmak üzere herkese Ocak 2014 HABERLER SÖYLEŞİ konferanstan çok eğlenmiş (ve de çok yorulmuş) olarak dönmemizi sağladı.” diyerek Köprü’yle EYP deneyimini paylaştı. kendimizi kanıtladık, hem de bu işi layığıyla yapabileceğimizi gördük.” Konuşmalarına “EYP’yi Türkiye’de ilk Robert Kolej kurmuştu zamanında. Eyp Türkiye’de RK’in emeği büyük ve bir yıl olmaması hem bizim için hem de Türkiye için büyük bir kayıptı. Böyle güzel başarılar elde ederek de geçen yılı telafi etmeye çalışıyoruz.” diyerek devam eden Deniz, EYP’yi güzel günlerin beklediğini düşünüyor. Delege Ezgi Yazıcı (L10) da “ Enka Gençlik Forumu neredeyse hepimizin ilk konferansıydı, yani hepimiz hiçbir beklenti olmadan gittik ama hem konularımız üstüne aktif tartışmalar hem de tanıştığımız insanlar hepimizin İkinci olarak, EYP bu yıl üyeleri Mert Ege Açıkgöz, Naz Duru Mola, Alinda Ohotski, Deniz Kızıldağ, Tuna Gönen, Orhun Tezel’i, İSTEK Semiha Şakir Lisesi’nde düzenlenen 14. Avrupa Gençlik Konferansı Türkiye seçmelerine gönderdi. Kulüp başkanı Berk Manav’ın da oturum başkanlığı yaptığı bu konferans da en az Enka Gençlik Forumu kadar verimli, eğlenceli geçti ve başarıyla sonuçlandı. Konferansta gösterdikler başarılı performanstan dolayı delegelerden Alinda ve Naz Riga’ya, Mert Frankfurt’a International Session (Uluslararası Oturum)’a gitmeye ve ülkemizi temsil etmeye hak kazandılar. 35 Büyük uğraşlar sonucu Mr. Rau’nun gözetiminde tekrar nefes almaya başlayan EYP, Robert Kolej’e yine renk katmaya hazır. Kulüp başkanı Berk Manav(L12) “Bana EYP küllerinden tekrar doğacak ama sen görmek için orada olmayacaksın demişlerdi çünkü EYP açılacak olsa bile bu sene herhangi bir konferans yapılmayacaktı. Ama benim için bu önemli değildi çünkü biz de mezun olsaydık EYP’yi tatmış olan okulda çok az kişi kalmış olacaktı. Ben Eyp ile gerçekten çok büyüdüm. Ve şuan EYP’yi sevenler olarak aynı şansı başkalarına veriyor olmak çok büyük bir zevk bizim için.” diyerek yeni EYP hakkındaki düşüncelerini Köprü ile paylaştı. Yıla hızlı başlayan kulübün temposunu hiç düşürmeden Şubat ayında Ted okullarında ve ilerleyen aylarda uluslararası konferanslarda başarılı bir şekilde ilerleyeceğine inanıyoruz. Dörtlü Röportaj Öğretmenler her zaman ortak bir merak konusu. Hele bir de yabancı öğretmenler söz konusu olunca “Nasıl gelmiş ki buralara?” zaman zaman kendimizi sormaktan alamadığımız sorulardan biri. Öğretmenlerimizin hikâyelerini kısaca öğrenmek amacıyla her sayı dört farklı öğretmeni konu alacağımız bir yazı dizisi başlattık. İşte ilk sayıdaki öğretmenlerimiz, Mr. Hummel, Ms. Callaghan, Mr. Araya ve Mr. Pinto ile yaptığımız, kısa ve keyifli söyleşilerimiz: Köprü: Merhaba Mr. Hummel, Köprü’ye öğretmenler ve hikâyelerinden bahseden bir yazı yazıyoruz. Birinci soru: Türkiye’ye gelmeye nasıl karar verdiniz? Robert Kolej’i nasıl buldunuz? Rick Hummel: Benim kayınvalidem 1955 Robert Kolej mezunu. Onun kızıyla çıkmaya başlamamdan kısa bir süre sonra–o zamanlar da İngilizce öğretiyordum- bana: “Seni mezun olduğum liseye götürmek zorundayım. Orada öğretmeye bayılırdın!” dedi. O zamanlar Türkiye’de yaşamayı, buraya gelmeyi hayal bile etmiyordum. Bir yıl sonra kayınvalidem ile birlikte İstanbul’a geldik. Beni buraya getirdi. 1998’de oluyor bunlar. Tabii ki de saniyesinde İstanbul’a, Robert Kolej’e âşık oldum. O an İstanbul’a taşınmaya ve burada öğretmenlik yapmaya karar verdim. Ama bir türlü kız arkadaşımı benimle gelmeye ikna edemiyordum. O buraya taşınmaya daha hazır değildi. Ben burayı gördüğüm ilk anda kendimi hazır hissetmiştim. Her neyse, beş yıl sonra evlendik. Türkiye’ye taşınmaya karar verdik. Robert Kolej’e tekrar geldim 2000 yılında. Müdür ile konuştum. Bir yıl sonra, Türkiye’ye taşındığımızda nisan ayı olmuştu ve başka bir öğretmeni işe yeni almışlardı. Müdür Üsküdar Amerikan Lisesi’ni denememi tavsiye etti ve ben de denedim. Kendimi Üsküdar Amerikan’da buldum. Dört yıl orada çalıştıktan sonra, buraya geldim. Ve köprüyü geçmiş oldum. düzenliyordu. Hapishanelere de gittik. Benim ilk öğretmenlik deneyimim akıl hastanesinde öğretmekti. Aynı zamanda Washington’daki bir ortaokulda da öğretmenlik yaptım. Daha önce hiç beyaz öğretmenleri, müdürleri, çalışanları olmamıştı. Okuldan içeri girdiğimde bazı çocuklar daha önce hayatlarında hiç beyaz biri görmemiş gibi şaşkındılar. Benden dudaklarıma ve saçlarıma dokunmak için izin istediler. Bu iki farklı toplulukla –biri çocuklardan oluşan, biri yetişkinlerden- yaratıcı yazı üzerine iki yıl boyunca çalıştım. Her iki grupla da çalışmak kesinlikle benim için büyük keyifti. Mezun olduğumda ise yüksek lisansımı tamamlayıp liselerde öğretmenlik yapmayı kafaya koymuştum. Pınarnaz Eren Ezgi Su Korkmaz dönüşmüştü. Hepsinin yüzünde benim maskem vardı. “Sürpriz! Mutlu yıllar!” Bir anda bir yerlerden pasta çıktı. Bunların hepsi tabi ki sınav sırasında oluyordu. (Akıllı çocuklar sizi!) Körpü: Merhaba Ms. Callaghan, okul gazetesi için size üç soru soracağız. (Kesinlikle çok çabuk sadede gelen bir ekibiz!) Bunlardan birincisi: Öğretmen K: Ve ikinci soru: Neden öğretmen olmaya nasıl karar verdiniz? olmak istediniz? Öğretmen olmaya Carolyn Callaghan: Cevabım çok nasıl karar verdiniz? K: Ve son soru... Meslek hoşunuza gitmeyebilir. Aslında RH: Bu ilginç bir hikâye işte. Ben hayatınızda yaşadığınız en komik öğretmen olmak hiç istemedim. aslında yirminci yüzyıl Amerikan ya da en saçma olay nedir? Hem de hiç! En büyük çocuğum şiiri üzerine yoğunlaşmıştım. RH: Kırk dördüncü doğum günümde, lisede okuyordu. Onun eğitimine Profesörlerimden biri şairdi, aynı yani yaklaşık beş yıl önce (İnanmam!), destek olmak için para kazanmak zamanda politikaya da ilgiliydi. Bir sınıflarımdan birinde sınav zorundaydım. Akşamları ve hafta program başlattı. Ben de bu program yapıyordum. Sınav kâğıtlarını dağıttım. sonları katılabileceğim bir program dâhilinde New York ve San Francisco’da Öğrencilerimden biri elini kaldırdı ve bir buldum. İngilizce diplomam vardı, çalıştım. Mezunlar üniversite kelimenin yazılışını sordu. Daha sonra ama öğretmen olmak için bu programa öğrencileriyle birlikte, çoğunlukla bu kelimeyi tahtaya yazmamı istedi. katılmam gerekiyordu. Kısacası yaşadıkları şehirde, sosyal hizmetlerden Ben de kelimeyi tahtaya yazmaya öğretmen olmayı seçtim, çünkü yeterince yararlanamayanlar başladım. Yazmayı bitirip arkamı para kazanmam gerekiyordu. Çok da için yaratıcı yazma çalışmaları döndüm. Sınıfta herkes Mr. Hummel’a mükemmel ve profesyonel bir sebep Ocak 2014 Köprü 36 değil. Köprü: Öyleyse niçin öğretmen olarak kaldınız? CC: Gençlere bayılıyorum. (‘Ergenlere bayılıyorum.’ olarak da çevrilebilir.) Bazen onlar için öğretmenden daha çok anne olduğumu hissediyorum. Onlarla birlikte olmaya bayılıyorum. Büyük insanların dünyasına pek meraklı değilim, küçük insanlar da bazen üzerine burnunu silebiliyor. Gençler mükemmel! K: Robert Kolej’i nasıl buldunuz? Türkiye’ye gelmeye neden karar verdiniz? CC: Nepal’de çalışıyordum. Modern Birleşmiş Milletler Kulübünün danışman öğretmeniydim. Sen Petersburg’a gittik takım olarak. Orada Mr. Light ve Ms. HopeBrown ile tanıştım. Onlarla konuştum. Türkiye’yi çok keyifle anlattılar ve çok övdüler. Ama, en çok Robert Kolej takımından etkilendim. Öğrenciler gerçekten mükemmeldi. Onlarla tanıştıktan sonra bir gün Robert Kolej’de çalışmak istediğime karar verdim. Köprü: Merhaba Mr. Araya, Köprü gazetesi için birkaç öğretmenle kısa birer röportaj yapıyoruz… İlk soru: Türkiye’ye gelmeye nasıl karar verdiniz? Robert Kolej’i nasıl buldunuz? Mauricio Araya: Türkiye’yi ziyaret etmek ya da burada yaşamak her zaman hayallerimden biriydi… K: Neden? MA: Neden mi? Okuduklarımdan ve belgesellerden edindiğim bilgilere dayanarak kültürünü ve tarihini çok çeşitli ve merak uyandırıcı buluyorum. Bir de yemeklerini… K: Peki nasıl öğretmen olmaya karar verdiniz? MA: Patronlarımın hoşuna gitmeyecek ama dürüst olacağım. Sporu her zaman sevmişimdir ama ilk kariyer seçimim bir zoolog olmaktı, bir vejetaryenim. Ancak fark ettim ki, bunun için çok uzun süre okumam gerekecekti. Spor alanında eğitimimi tamamlamak ve SÖYLEŞİ öğretmen olmak yedi değil sadece beş yıl sürecekti, ben de daha kısa süreli olanı seçtim. K: Nereden gelmiştiniz Mr. Araya? MA: Şili. K: Son sorumuza gelelim; öğretmenlik hayatınızda başınıza çok tuhaf veya çok komik olarak nitelendirdiğiniz bir olay geldi mi? MA: (Uzun süre sessiz kalıyor) K: Zor soru mu oldu? MA: Tabii, on dört senedir öğretmenlik yapıyorum, her şeyi hatırlayamıyorsunuz doğal olarak. Sizler üç ya da dört yaşındayken ben öğretmenlik yapıyordum. Hm, öğretmenlerle mi ilgili olmak zorunda yoksa sadece öğretmek kısmıyla mı? K: Fark etmez, herhangi garip bir anı olabilir. MA: Tamam, buldum öyleyse, çok utanç verici ama olsun. New York’ta bir okulda öğretmenlik yapıyordum ve beden ofisimizi, buradakinden çok daha küçük olmasına rağmen, beş kişi paylaşıyorduk, beş adam. Maalesef çok şakacılardı. Küçük bir koltuğumuz vardı, orada uyuyakalmışım. Sınıftan çıkınca çok yorgun düşmüştüm ve uyumuşum. Uyandığımda spor salonunun ve iş Köprü arkadaşlarımdan birinin dersinin ortasındayım. Bütün sınıf sessizce oturmuş, benim uyanmamı bekliyor. Aslında beni uyandırmışlardı da. Bağırdılar ve uyandığımda bir dersin ortasındaydım. K: Merhaba Mr.Pinto, Köprü gazetesi için bazı öğretmenlerle kısa bir söyleşi yapıyoruz… İlk olarak, Türkiye’ye gelmeye nasıl karar verdiniz? Robert Kolej’i nasıl buldunuz? Gregory Pinto : Beş senedir aynı yerde öğretmenlik yapıyordum ve biraz değişlik istedim. Robert Kolej’in de Yaz Kampı’nda uzun süredir çalışıyordum. Bir gün beni aradılar ve beden eğitimi öğretmenliği teklif ettiler, ben de kabul ettim. K: Peki öğretmen olmaya nasıl karar verdiniz? GP: Hayatım boyunca çocuklarla çalıştım, okul sonrası programları olsun, yaz programları olsun… Annem bir öğretmendi, babam da öyle. Amcam ve teyzem de öğretmenler, ağabeyim de bir süre öğretmenlik yaptı, ailede öğretmenler çok. Üniversitenin son senesinin aralık Ocak 2014 ayında bir yerde öğretmen olarak işe girdim. Dedim ki , “Bir deneyeyim, ne kadar zamandır yapıyorum.” ve o zamandan beri de devam ediyorum. K: Son olarak, öğretmenlik kariyeriniz boyunca başınıza gelen komik veya garip bir olayı bizimle paylaşabilir misiniz? GP: Herhangi bir şey olur mu? Zor bir soru sordunuz. Aklıma şu geldi: Şu an okulda okuyan ve benim Yaz Kampı’nda öğretmenleri olduğum sekiz ya da dokuz kişi var. Bir gün bir çocuk bana geldi ve “Beni hatırlıyor musunuz? Yaz Kampı’nda tanışmıştık” dedi. Ben de “Hayır… Belki” dedim. Çocuk da “Ben sizi hatırlıyorum. Bir dinozor gibi giyinirdiniz—dinozorun adı da Pedra’ydı.” dedi. Yaz Kampı’nda büründüğümüz bir sürü karakter vardı. Ben de şu şekilde cevap verdim çocuğa: “Şimdi de senin öğretmeninim ve beni sadece Yaz Kampı’nda yeşil tayt giyip dinozor taklidi yapan bir adam olarak hatırlıyorsun.” Bana kalırsa bu tarz durumlar gerçekten komik olabiliyor. Yazı dizimin başlangıcını Mr. Hummel, Mrs. Callaghan, Mr. Araya ve Mr. Pinto röportalarıyla yaptık. Mr. Hummel’ın şu an kırk dokuz yaşında olması, Nepal’de Robert Kolej öğrencilerine hayran kalan Mrs. Callaghan, Mr. Aray’nın beden sınıfının ortasında horul horul uyuması ve yeşil taytıyla dinazor görünümlü Mr. Pinto… Kim bilir daha kimlerle ne röportajlar yapacağız, daha neler neler öğreneceğiz. Kalabalık bu okulda hikâye havuzunda yüzüyoruz. Havuzdan bu birkaç damla umarız hoşunuza gitmiştir. Bir başka sayıda çok daha farklı hikâyelerle görüşmek üzere... SANAT 37 Bu Kış Sinema BU KIŞ SİNEMA Kış yaklaşıyor ve sokaklara çıkıp arkadaşlarla dolaşma zamanı sona eriyor. Artık boş zamanlarımızı alışveriş merkezlerinde geçirmeyi tercih ediyoruz. Bu nedenle de bu ay Köprü gazetesi olarak size bu kış vizyona girecek merak uyandıran filmleri anlatıyoruz. THE HOBBIT: SMAUG’UN VİRANESİ Yaklaşık 10 yıllık bir aradan sonra Ortadünya yine beyazperdede. Yüzükler efendisi serisinin bir parçası olan “Hobit” kitabının sinema uyarlaması olan The Hobit serisi ikinci filmiyle 13 Aralık’ta seyirciyle buluşuyor. Serinin ilk filmi Bilbo Bagins adlı hobitin bir maceraya atılmasıyla başlıyordu. Film Bilbo’nun uzunca hazırlandığı sahneden, zaman zaman filmin ağırlaşmasından ve 13 cücenin çok fazla olduğundan dolayı çok fazla eleştiri almıştı. Buna Peter Jackson’ın kullandığı yeni teknoloji de eklenince seyircinin yorulması ve filmden bıkması kaçınılmaz oldu. Ama ikinci film kitabın çocuk havası mizahından uzaklaşıyor. İlk filmin aksine bu filmde baba ve oğul teması ele alınıyor. Elflerin neden cücelerin yanında yer almadığı bu filmde açığa kavuşacak. Öte yandan ejderha Smaug da yüzünü gösterecek. Bir de kadın karakter eksikliğinden dolayı çok eleştirilen bu seriye Lost serisinden Philippa Boyens’ın canlandırdığı Tauriel adlı sinematik bir kadın karakter ekleniyor. OUT OF THE FURNANCE: Scott Cooper ikinci filmiyle 6 Aralıkta sinemaseverlerle buluşuyor. Film oyuncu kadrosuyla oldukça dikkat çekiyor. Christian Bale, Casey Affleck ve Zoe Saldana hasta babasına bakmak zorunda kalan bir fabrika işçisinin intikam öyküsünü anlatıyorlar. Russell(Christian Bale)’ın zor bir hayatı var. Tek yaşam kaynağı güzel sevgilisi Lena(Zoe Saldana). Bir gün kardeşi Rodney Irak’tan döner ve aynı dönemde Rusell hapse girer. Ama hapisten çıktığında her şey değişmiştir. Babası ölmüş, Lena başka bir adamla birlikte ve kardeşi bir sokak dövüşçüsü olmuştur. Kardeşinin aniden ortadan kaybolmasıyla Russell kendi adaletinin arar. AMERİCAN HUSTLE: David O. Russell çektiği son iki filmiyle –Dövüşçü ve Umut Işığım- 15 dalda Oscar adayı oldu. Yeni filmi American Hustle ise 27 Aralıkta gösterime giriyor. Kariyeri ciddi bir yükselişe geçen Russell’in bu yeni filmi 1970’lerde yaşanan ABSCAM skandalı olarak bilinen gerçek bir olaya dayanıyor. Irving(Christian Bale) ve Sydney(Amy Adams) sınır tanımayan iki üçkâğıtçı. Ama bir gün yakalanırlar ve hüküm giymemek için Richie DiMaso(Bradley Cooper) adlı genç bir FBI ajanıyla işbirliği yapmak zorunda kalırlar. Planları bir kumarhaneyi basmaktır ama bu masum plan başlarına çok iş açacaktır. SEN ŞARKILARINI SÖYLE: 17 Ocakta seyirciyle buluşacak bu film bir başarısızlık öyküsünü ele alıyor. Coen Kardeşler bu filmde Join Mitchell, Bob Dylan gibi ünlü isimlerden biri olan Dave Van Ronk’un yaşam öyküsünden yola çıkarak hem dış engeller hem de kendi yarattığı engellerden dolayı bir türlü hak ettiği yere gelemeyen Llewyn Davis’in başarısızlık öyküsünü bir yerden kaçması gerektiği zaman pencerenin altında onu bekler, Red Kit’i bağladıklarında dişleriyle ipleri kopartır ve daha neler neler yapar… Ama zaman geçtikçe buna başka yetenekler, başka nitelikler de eklenecektir, bunlar arasında en olağanüstü olanı ise konuşmasıdır. “gerçek” bir kahramandır. Düldül de yalnızca kovboyun maceralarındaki sadık yol arkadaşı olmaktan çıkıp onun sırdaşına dönüşür ve okur için durumları yorumlar; maceralarda tümüyle Goscinny’nin gülmecesine özgü bir işbirliği, ikinci bir öge katar antik korolarda olduğu gibi. Önceleri onun düşüncelerini okuyabilir, hatta Goscinny’nin kaleminden kendi kendine konuşmasına da tanık oluruz ancak konuşma daha sonraları kahramanın ana özelliklerinden biri halini alır. Bu Red Kit’in maceralarında kilit bir andır, ama nedeni de ortadadır, çünkü bu “yetenek” Rintintin’in ortaya çıkmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Red Kit’in Düldül ve Rintintin’den başka oldukça önemli bir özelliği vardır, Red Kit aynı zamanda Vahşi Batı’da gölgesinden daha hızlı silah çekebilen ilk ve tek kovboydur. İlk maceralarda Red Kit doyasıya ateş eder. Becerisini Batı’nın azılı haydutlarına, Daltonlara karşı gösterir. Polen Eylem Güzelocak hüzünle mizahı harmanlayarak seyirciye sunuyor. Bu yılki Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü kazanan bu filmde Justin Timberlake, F. Murray Abraham, Garrett Hedlund ve John Goodman yan rollerde yer yalıyor. WALTER MITTY’NİN GİZLİ YAŞAMI: 3 Ocakta vizyona girecek bu filmde Ben Stiller ana karakter Walter Mitty’İ canlandırırken aynı zamanda da yönetmen koltuğunda oturuyor. Film 1947 yapımı aynı adlı filmin yeniden çevrimi. Her kesin ezdiği, silik ve sessiz bir karakter olan Walter hayal dünyasında yaşamaktadır. Bu özgün film Walter’ın kurduğu beş farklı fantezide yaşadığı maceraları konu alıyor. Zamanında “Mittyesque” sıfatının üretilmesine yol açacak kadar popüler olan bu film bakalım, 2000’lerin kültüründe de aynı izi bırakabilecek mi? Kaynakça: SİNEMA dergisi Ekim sayısı Red Kit Red Kit’in yaratıcıları kovboyların dünyasını çok iyi bilirler, her ikisi de Amerika’da yaşamış iki mizahçıdır. Birbirlerini bulup Red Kit serüvenin başlaması ise 1950 yılında olur. Kuşkusuz Düldül olmadan Red Kit tamamlanmış bir karakter değildir çünkü Düldül, Red Kit’i tamamlayan, olağanüstü bir attır. Özgün adı Jolly Jumper, “şen” ve “atlamacı” anlamına gelen iki kelimeden oluşur ama soyadıyla Lucky Luke’ün (Red Kit) arasında gizli bir bağ vardır, çünkü kovboyumuzun, adından da anlaşılacağı gibi şanslı olmasının sebebi, yanında iskambilde “Jolly Joker” (joker) olarak bilinen bir “Jolly Jumper” olmasıdır. Dolayısıyla Red Kit’in son şansı odur. Kovboyun ilk serüvenlerinde de ona rastlanır. Kızılderili kökenli, seyrek bulunan, sarı yeleli ak bir Appaloosa’dır. Güçlü ve yürekli Düldül sahibini birçok kez tehlikeden kurtarmıştır, ilk ıslıkta beliriverir, kovboyun tehlikeli Goscinny Batı’nın en aptal köpeği sayesinde bitmez tükenmez bir güldürü kaynağı elde eder. Kovboyun o zamana dek kahramanı daha öne çıkaran, saydam bir öge olan atının tersine, Rintintin daha baştan gerçeklerden kopukluğuyla okuru eğlendiren, sözlerini duyabildiğimiz Ocak 2014 Biraz düşünürsek Red Kit’in aslında bedeninin çevresinde kesilen ışığın yarattığı gölgesinden, dolayısıyla da ışıktan daha hızlı hareket ettiğin anlarız. Einstein’dan beri herhangi bir cismin kütlesi nedeniyle ışıktan daha hızlı hareket edemeyeceği kabul edilmektedir. Buna karşılık yakın zamanda nötrinoların, elektrik Köprü Aslı Munzur yükü sıfır olan ve maddelerin içinden etkileşmeden geçen parçacıkların bunu başarabileceği öne sürülmüştür. Belki bu durum Red Kit’in nasıl olup da gölgesinden daha hızlı silah çekebildiğini açıklayabilir. Red Kit ışıktan, dolayısıyla saniyede 299.792.458 metreden daha hızlı hareket eder. İşin eğlenceli yanı şu ki, nötrinolar saptanamaz olduklarından dolayı testleri iyice zorlaştırırlar, bilimsel yorumcuların çoğu da yalnız kovboya ve onun silah çekme konusundaki becerilerine değinmeden edemez: “Demek ki Red Kit de öyle yapıyormuş!”. Gölgesinden daha hızlı silah çeken kovboyun gizemini böyle açıklarlar. Red Kit maceralarını Goscinny’nin 1977’deki ani ölümüne değin kesintisiz devam eder. Red Kit’in 23 yıllık senaryocusunun erken ve beklenmedik SANAT SPOR 38 ölümü bir dönemin sona erdiğine işaret eder. Ölümünün gerçekleştiği yılda Goscinny’nin sağlığı kötüleşir. Yılın başında kendisini çok zayıf düşüren bir hastalık geçirir. Doktorlar ona dinlenmesini ve sigarayı bırakmasını söylerler. Dinlenmek için İsrail’e kısa bir gezi yapar ama Kudüs’teki Yahudi soykırımı anıtı Yad Vashem’i ziyaret edeceği sırada içeriye girmeye cesaret edemez, Nazi toplama kamplarında ölen aile bireylerinin hayaletlerini görmekten korkar. Paris’e dönüp en sonunda muayene olmak için bir kalp doktoruna gitmeye karar verir. Spordan nefret eden Goscinny doktora gitmeye çekiniyordur ve bunda haklıdır aslında. Kalp doktoru tıp yıllıklarına Goscinny vakası, yani yapılmaması gereken hatalar listesi olarak geçen bir dizi test ister. Tıp için büyük bir adım olan bu olay, René Goscinny’i ölüme yaklaştıran küçük bir adımdır. Goscinny doktorun muayenehanesinde, bir efor testi için üstüne çıktığı koşu bandında kalp krizi geçirerek hayatını kaybeder. baba oğul hayvan kostümleri içinde yabancılara kadar bir sürü renkli insanla tanıştık. Bir tanesi de vardı ki geldi bizi buldu: Japon Amca. Kısacık boyuyla, pembe kostümüyle, bebeği gibi sırtına taktığı maymunla gerçekten çok şekerdi, önce grupla fotoğraf çektirdi, sonra da Ms. Shabdin’le tek fotoğraf istedi. Ardından biz de geri kalmadık, teker teker Japon Amcamızla “selfie”ler çektik. Derken koşu başladı, arkadan 10. Yıl marşı, yanımızda yüzlerce kişi koşuya başladık. Boğaz Köprüsünden geçerken hem “Acaba sallanır şimdi mı bu biz geçerken?” diye düşündük hem de İstanbul’un ne kadar güzel bir şehir olduğunu hatırladık. Halkımızın değerini de yeniden anladık. Tekrar hep beraber olup bize destek oldular. Sokaklara çıkıp bizi destekleyenler mi dersiniz, koşarken elimize soğuk muhteşem ıslak süngerler, çikolatalar, sular ve elma dilimleri tutuşturanlar mı?Bizi adeta duygulandıran engelli kardeşlerimizi ve onların elini bırakmadan koşuyu tamamlayan gizli kahramanlarını da unutmamak gerek tabii ki. Yarışa katılan veya destekleyen herkes o kadar iyiydi ki, nefesimiz kesilmişken bile bize umut ve destek verip pes etmememizi sağladılar. Sekiz kilometreyi hep beraber bitirirken Ece’den “Dede, Dedeee!” çığlıkları yükseldi. Başta rastgele birine böyle bağırdı sanıp korktum gerçekten ama sonra Ece gitti, yolun kenarında birine sarıldı. Meğerse gerçekten dedesini görmüş. Akşam haberlerde “Dedesini maratonda bulan gencin sevinci” başlıklı bir haber gördüyseniz “Kimmiş ki bu kız?” deyip uzaklarda aramayın, o da içimizden biri: Ece. Ece’yi dedesinden ayırdıktan sonra koşunun asıl zor kısımlarına gelmiştik. Ayaklarımız ağrıyordu, çok zorlanıyorduk ama dördümüz, hep beraber aynı anda bitiricektik; hiç birimizin arkada kalmasına izin veremezdik. Aramızdan biri durmaya kalkıştığı anda diğeri onu koşturmak için elinden geleni yaptı bu yüzden. Arkasından bile ittik, siz düşünün artık. Her ne olursa olsun bırakmazdık onu. Ayrıca koşmamızı lazımdı ki, bizim kadar şanslı olmayan Mardin ÇATOM’daki kız çocuklarına bağışlanıcak olan 15 lirayı söke söke alabilelim bize sponsor olmayı kabul eden öğretmen ve öğrenci arkadaşlarımızdan. Malum yolumuz uzun olunca, biz de bir takım taktikler geliştirdik hepimizi aynı anda koşturmak için. Anlatılmayan dedikodu kalmadı, en son artık kulüpler hakkında konuşmaya başlamıştık ki yanımıza bir çocuk geldi siz de MUN’dansınız diye. Ne demişler, dünya küçük! Ortak tanıdıklarımız da çıktı ve bu da bizi birkaç kilometre oyaladı. Sonra bir bakmışız ki Eminönü’ne gelmişiz. Önce maraton bitti sanıp sevindik ama sonra adamın biri “Kızlar daha var, ışıklardan sonra dönüceksiniz!” deyince hayallerimiz yıkıldı. Koşmaya devam ettik. Aslında zaman geçtikçe daha rahat koşmaya başlamıştık, alışmıştık heralde koşmaya. Şimdi tek derdimiz vardı, o meşhur “finish” çizgisinden geçtikten sonra nerde, ne yiyeceğimiz. Her şeyi istiyorduk o haldeyken, sufleden sushiye kadar her şeyi.Biz yemek hayalleri kurarken, bir de baktık ki Önce çizgi romancılar arasında bu olay ardından büyük bir üzüntü yaşanır. Morris ise 2001 yılında ona katılır. Goscinny’nin olmadığı bu süre zarfında Morris değişik senaryocularla çalışır ama hiçbir zaman eski verimi yakalayamadığını kendi de açıkça belirtmiştir. Her ne kadar şu anda aramızda olmasalar da yarattıkları kahramanlar hiçbir zaman ölmeyecek, her zaman aramızda yaşayacaklar. Zafer Çizgisi 17 Kasım 2013. Sabah 5.30’da kalktım, nasıl giyinip hazırlandım hatırlamıyorum. Hava hala karanlıktı, okulda bir Mr. Baker bir de ben vardım. O nereye gitti o saatte bilmiyorum ama ben insanlık için küçük kendim için büyük bir adım atmaya çalışacaktım o sabah. Benim gibi hayatı boyunca en uzun spor deneyimi 3 hafta sürmüş bir insan için az bir şey değil, tam 15 kilometre koşacaktım. Geçen sene okul kapanmadan önce Ms. Shabdin ve Ms. Washburn kız koşu takımı kuracaklarını duyurdular, bizim de hoşumuza gitti. Aklımıza ilk gelen şey de tabii ki “Koşup iki üç kilo veririz işte ne güzel!” oldu. Koşarız tabi ya, n’olucak, alışırız zaten diye düşündük ama öyle olmadı. İlk koşumuz o kadar zor gelmişti ki, durmadan su içmek için duruyorduk. “Ölüyorum, ay çok yoruldum!” diye yakınıyor, durup durup yeniden koşmaya çalışıyorduk. Hatta Ms. Washburn bize aklımız dağılsın diye hikayeler anlatıyor, olmadı elimizden tutup yolu zorla bitirtiyordu. Yaklaşık iki ay boyunca hem çarşamba hem pazar koşularımız oldu, çok yorulduk, bacaklarımız koptu ama deyecekti her türlü zahmete. Hepimiz bugün o 15 kilometre koşuyu bitirecektik. Erkenden, Taksim’den kalkan Avrasya Maratonu otobüslerine bindik. Türkü yabancısı, gençli yaşlısı demeden yüzlerce insan sabah erkenden kalkmış koşuya gelmişti. Koşunun başlamasını beklerken, bir sürü fotoğraf çektirdik o da yetmedi Boğaz Köprü’sünü ve manzarayı çektik. Etraf kalabalıklaştıkça eğlence artıyordu adeta, pembe peruklu koşuculardan, Köprü Ocak 2014 Ece Toprak mutlu sona 5 adım uzaklıktayız. Çağımızın olmasa olmazı anı yaşarken kaydetme alışkanlığımızdan da ödün vermedik, çıkardık telefonumuzu bitiş çizgisinden geçerken anımızı ölümsüzleştirdik. İstediğimiz gibi aynı anda adım attık hepimiz, yanyanaydık. Amacımız da buydu zaten. Koşmak çok bireysel bir iş olarak görülebilir, fakat biz koşu günü çok önemli bir şeyin kaybolmadığını gördük: dayanışma. SPOR 39 Serena ve Diğerleri İstanbul, Ted BNP Paribas WTA Championships İstanbul’a bu sene üçüncü kez ev sahipliği yaptı. Kupayı yine Serena kaldırdı. İstanbul, WTA (Women’s Tennis Association)’nın sene sonu şampiyonasına bu sene üçüncü kez ev sahipliği yaptı. 22-27 Ekim tarihleri arasında, Sinan Erdem Spor Salonu’nda gerçekleşen turnuvanın resmi adı ise Ted BNP Paribas WTA Championships İstanbul. Sene sonu şampiyonalarının formatı diğer tenis turnuvalarından biraz daha farklı. Normalde turnuvalarda eleme yöntemi kullanılırken, bu şampiyonada bir “lig” formatı görüyoruz. Şöyle ki sene boyunca en çok puan toplayan sekiz oyuncu bu turnuvaya katılmaya hak kazanıyor. Kurada kırmızı ve beyaz olmak üzere iki gruba ayrılıyorlar, her dört oyuncu birbirleri ile maç yapıyor. İki gruptan da kazanma oranı en yüksek olan ikişer oyuncu sırasıyla yarı final ve final oynuyor. Son üç senedir bu sezon sonu şampiyonası Türkiye’deki en büyük tenis etkinliği ve en büyük spor etkinliklerinden biri oldu. Geçen sene finalde Serena Williams karşısında Maria Sharapova’yı kortta hissedememiştik. Serena 6-4, 6-3 silip süpürmüştü. Ondan önceki sene ise Türkiye’de ekstra sevilen Petra Kvitova, Serena ve Masha’nın da yokluğundan faydalanıp şampiyon olmuştu. Oyuncuları inceleyecek olursak Maria Sharapova’nın eksikliği dışında kadro geçen senelere kıyasla çok da farklı değil. Bu sene Wimbledon’da sakatlandıktan sonra formunu bir türlü bulamayan ve sağlık problemleriyle uğraşan Sharapova kortlara hala dönemedi. Onun yerine (Osman Tural’ın da altını çizdiği gibi) ilk kez sene sonu şampiyonasında oynayan Jelena Jankovic var. İstanbul’dan hemen önce Pekin’de Serena Williams’a karşı finalde kaybetmiş ve bu sene Toronto’da Katarina Srebotnik ile çiftlerde kupayı kaldırmıştı. Serena Williams zaten malumunuz turda o varken kimsenin pek sesi çıkamıyor. Kadınlar tenisinde son yıllarda rekabet olamamasının da en büyük sebebi belki kendisi. Formsuz olduğu zamanlarda bile iyi kötü sonuçlar alabilen Serena bu turnuvanın da şüphesiz en büyük favorisiydi. Hasta olduğuna dair dedikodular çıksa da finalde ilk seti kaybetse de iki grand slam ve bir sene sonu şampiyonluğuyla turu bitirmiş oldu. Sonuç olarak bir sene daha Serena, Serena ve Serena ile geçti. Her sene turu biraz daha domine ediyor ve emekli olana kadar başkalarına rahat yok. Victoria Azarenka ise Avusturalya Açık’tan sonra hiç değilse benim beklediğimden daha kötü oynadı. Yine de Fransa Açık’ta yarı final, Amerika Açık’ta final görmüş hatta Serena’dan bir set koparabilmiş bir oyuncudan bahsediyoruz. Pekin, Doha ve Cincinnati kupaları da çabası. Asıl ilginç olan şey ise İstanbul’a gelince birden bire kötülemesi. Sadece kötü oynamak değil bu, bildiğiniz sakatmış gibi oynamak. Hele Li Na ile oynadığı son maçta sürekli sağlık molaları vererek, belini tutarak, koşamadan oynaması kendisini seven herkesi korkuttu. Ben ekran başında ha sakatlandı ha sakatlanacak diye izledim ve bir türlü maçtan çekilmeyip ısrarla oynamaya devam etmesine de biraz kızdım. Sonuçta sağlığı kazanma ihtimali Ocak 2014 çok düşük olan bir maçı kazanmasından daha önemli. Neyse ki şu ana kadar sakat olduğuna dair resmi bir açıklama gelmedi. Li Na da Serena ve Vika’nın aksine İstanbul’da vitesi arttırdı, maç kaybetmeden finale yükseldi. Finalde de ilk seti Serena’dan sökebildi ki bu da kendisinden beklenen en büyük başarı idi. Seyirciden aldığı destek ise dikkat muazzamdı. Çiftler finalinde ise Hsieh Su-Wei, Shuai Peng ikilisi Ekaterina Makarova ve Elena Vesnina’yı iki sette mağlup etti. İki sette bitmesine rağmen izlemesi keyifli, çekişmeli bir maçtı. Yine bu maçta da seyircilerin ilgisi ve desteği çok yüksekti. Serena maçın başlarında rahatsızmış gibi davransa da hiç değilse bizlere daha çekişmeli bir maç izlettirmiş oldu. İki oyuncu da takdir edilecek puanlar oynadı. Özellikle Li Na sanki yiyip içmeyip defans çalışmış gibi oynuyordu. Elinden geleni yapsa da son sette “ölü” bir Serena’nın bile formda bir Na Li’yi yendiğini gördük. Sonuç olarak bir sene daha Serena, Serena ve Serena ile geçti. Her sene turu biraz daha domine ediyor ve emekli olana kadar başkalarına rahat yok. Köprü Ayşegül Ersin Organizasyon ise her zaman daha iyi olabilir tabii ki ama izleyicilerin ihtiyaçlarını karşılıyordu. Maçlardan önce salonun dışında eğlenceli çeşitli oyunlar ve aktiviteler vardı. Oyuncuların büyük bir hayranı iseniz daima kortta antrenman yaparken de izleyebilirsiniz tabi ki. Onun dışında maçların başlamasında en ufak bir gecikme olmadı. İyileşebilecek kısımların listesi ise yemekle başlıyor. Kantinler çok ufak ve yetersizdi. Günün sonuna doğru yemekler bitiyordu. İmza topları da fazla tuzluydu, Wimbledon’da bile daha ucuzdu o toplar. Ve elbette her zaman insan ister ki WTA’in tur finalleri de ATP’ninki kadar “pro” olsun. Örneğin oyuncular kendi oyunlarını 46 inç ekranlarda emektar spor yorumcularıyla analiz edebilsin. İşin tuzu biberi olarak da bu sekiz oyuncuya değişik/komik sorularla röportajlar yapılsın. Her ne kadar gazetelerin spor sayfalarının yüzde doksanı futbol olsa da İstanbul’da da geniş bir tenis kitlesi varmış, son iki senede bunu gördük. 16.410 izleyici Sinan Erdem’i doldurup turnuva tarihinde rekor kırdı. Türk seyircisi de dünyadaki diğer seyircileri düşünecek olursak fena değil aslında. Tabi basit hataları alkışlamak gibi bazı ufak tefek hatalar var. Hiç değilse Uzak Doğu seyircisi gibi belli bir oyuncuya saplanıp kalmıyoruz ya da bu sene Wimbledon seyircisinin yaptığı gibi kaçırılan ilk servisleri alkışlamıyoruz. Gelişime açık bir kitleyiz. Eğer olur olmadık kişiler konuşma yaparak her etkinlikten kendilerine pay çıkarmaya çalışmasalardı şampiyonayı birkaç sene daha kanlı canlı izlerdik. Hatta bu büyük ilgi sayesinde her sene bile izleyebilirdik. Fakat artık bayrağı Singapur’a teslim ettik bile, önümüzdeki beş sene turnuva orada gerçekleşecek. Resimler için kaynak: http://www. wtachampionships.com/ SPOR ÇEVRE 40 150 Yıllık Spor Öncüsü Robert Kolej yalnızca çeşitli spor faaliyetleri yapmakla kalmadı, sporun Türkiye’ye açılmasında ve yayılmasında önemli bir rol oynadı. Okulumuzun kurucusu Cyrus Hamlin beden eğitiminin öğrencilerin yetiştirilmesi hususunda ayrılmaz bir parça olduğuna inanıyordu. Bu yüzden de Robert Kolej’de 1863’ten itibaren ciddi bir beden eğitimi programı varlığını sürdürüyor. Bu yıllarda Osmanlı’da askeri eğitim haricinde herhangi bir beden eğitimi kavramının var olmayışı da aslında bize böyle bir anlayışın ne kadar yenilikçi olduğunu gösteriyor. Süregelen beden eğitimi derslerine ilave olarak 1897’de Spor Bayramı(Field Day) geleneği başladı. İlk yıllardan itibaren organizasyonlara bakıldığında, çok sayıda spor dalını kapsayan bu etkinliğin ne kadar kapsamlı olduğu da görülebilir. Spor Bayramı geleneğinin başlamasıyla beraber ilk Robert Kolej Spor Kulübü de kuruldu. 1898 yılında da her yıl yinelenecek Spor Bayramı yarışmaları başladı. O yıllarda Spor Bayramı’nda bir gelenek vardı: Her yıl, öğrencilerin spor alanında başarılı olanlarının arasından Spor Bayramı kral ve kraliçesi seçilirdi. Seçilen bu kişiler yarışmalarda dereceye giren öğrencilere madalyalarını verir ve onları ödüllendirirdi. Robert Kolej’de sporla ilgili gelişmelere 1904’te bir yenisi eklendi: Türkiye’nin ilk spor salonu olan Dodge Gymnasium açıldı. Bu spor salonunda Türkiye’de bir ilke imza atıldı. 1907 senesinde Türkiye’deki ilk basketbol karşılaşması burada düzenlendi. Futboldan sonra Türk halkının en çok takip ettiği bu sporun Türkiye’deki başlangıcı Robert Kolej sayesinde oldu. Aynı spor salonu 1929 yılında Dolmabahçe Stadı açılıncaya kadar Türkiye’deki bütün önemli spor etkinliklerine ev sahipliği yaptı. Böylece Robert Kolej’in sporun kalbi olma özelliği giderek arttı. Bu özellik okulun ik mezununun 1912 Olimpiyatları’na katılmasıyla bir kat daha arttı.1920’lere gelindiğinde artık futboldan okçuluğa, çim hokeyinden basketbola birçok farklı sporun takımları vardı. Takımlar dışında öğrenciler de kendi aralarında boş vakitlerinde bu sporları yapıyorlardı. Türkiye’de spor artık iyice insanların gündelik yaşamlarının bir parçası olmaya başlamıştı. Bu kronolojik süreci anlattıktansonra yazımı bitirmeden önce okulumuzdan mezun olmuş iki önemli spor adamını anmak istedim. Biri olimpiyatlara katılıp birçok başarıya imza atmış, diğeri ise kendine has kişiliği ile birçok kişiye basketbolu sevdirmiş biri. Bahsettiğim ilk isim Michális Dórizas (okul kayıtlarında Michael Dorizas diye geçiyor), diğeri ise çoğu okurumuzun tahmin ettiği üzere Kaan Kural’dan başkası değil. Michalis Dorizas, 8 Nisan 1886 tarihinde İstanbul’da doğmuş Yunan asıllı başarılı bir sporcuydu. Başlıca başarıları arasında 1906 Yaz Olimpiyatları’nda gülle ve cirit atma branşlarında kazandığı bronz madalyalar ile 1908 Olimpiyatları’nda cirit atma branşında kazandığı gümüş madalya var. Kendisi okulun ciddi beden eğitimi programının verdiği önemli-tabiri caizse-meyvelerden biriydi. Kaan Kural, belki de en çok “Noel Baba gülüşü” ile tanınan biri. Gerek NBA maçlarını, gerek de milli maçları anlatırken çok şık bir hareket ya da sert bir smaç denk geldiğinde eşi benzeri bulunmaz gülüşüyle heyecanını ifade eden bu spor adamı, belki sadece benim için değil, birçok sporsever için basketbolu sevme nedenlerinden biri olmuştur. Kendi adıma konuşmak gerekirse, ben basketbola bu derece aşık Zeynep Şiir Bilici bir insanla aynı okuldan mezun olacağım için gurur duyuyorum. Zira kendisi maçları sadece anlatmakla kalmayıp bir maça renk katmayı da başarabiliyor. Tesadüf eseri başladığı bu kariyer sadece kendisinin değil, birçok sporseverin de hayatlarını değiştirmiş ve kendisini vazgeçilmez bir basketbol yorumcusu yapmıştır. (Abarttığımı düşünen okurlara vakitleri olduğunda NBA Stüdyo programını ve anlattığı maçlardan birkaçını izlemelerini tavsiye ederim.) Robert Kolej Türkiye’de spor tarihi adına birçok ilkin altına imzasını arttı: ilk spor salonu açılışı, birçok spor karşılaşmasının ilk kez yapılması, vb. Bu ilkler yalnızca geçmişte değil üstelik; daha bu sene, çok değil, birkaç hafta önce Türkiye’de bayan takımları arasında ilk defa resmi “flag football” maçı oldu. Bu maçtaki takımlardan biri de Robert Kolej’in takımıydı. Bizler de, spor alanında birçok yeniliğe imza atmış ve sporun Türkiye’ye yayılmasına önayak olmuş bir okulun öğrencileri olarak şüphesiz spor alanında birçok başarılara ve belki de daha birçok ilke imza atacağız. iPhone’lu Süper Kahramanlar “Dünyayı kurtarmak”; günümüzde “çöpleri ayrıştırmak”, “suları kirletmemek”, “kaynakları boşa harcamamak” gibi kavramlarla eş anlamlı. Hepimizin çocukluk rüyası bu kadar yakınımıza gelince, topluma olanlar oldu. Herkes bir ‘süper kahraman’ kesildi başımıza. Kime sorsanız ‘dünyayı kurtarıyor’. Gazeteler, dergiler, hatta ders kitapları avaz avaz bağırıyor: “Ölen gezegeninizi kurtarın!” Hiç kimse de çıkıp “Yok kardeşim, kurtarmıyorum!” demeye cesaret edemiyor. Ne de olsa onca süper kahramanın arasında Dr. Doom ilan edilip linç edilme ihtimali var. Ama buraya kadar! Bu dünya onca süper kahramana dar arkadaş! Korumuyorum! Eğer siz de o süper kahramanlardan biri değilseniz, az önceki satırdan sonra bu yazıyı okumayı kesmeyen kitleden olmanız normal. Eğer o süper kahramanlardan biri olduğunuz halde bu yazıyı okumaya devam ediyorsanız, işte o zaman bu yazı hedefine ulaşıyor demektir! Öyle Gümüş Sörfçü edalarında gezmekle gezegen kurtarılmaz arkadaş. Eğer bitirdiğiniz su şişesini illa ki geri dönüşüme attığınız halde, cebinizde son model iPhone’la geziyorsanız, sizin süper kahramanlık, süper Pinokyo’luk olup çıkmış bile, haberiniz yok! Elbette kişisel harcamalarımızın kontrol edilmesi dünya açısından önemli ancak sadece iki günde bir pet şişe dönüştürmekle, bir musluğu iki dakika daha az açık tutarak bir yere varmak gerçekten zor. Gelin birlikte büyük resme bakalım: Köprü Greenpeace’in yayınladığı son rapora göre, Apple dünyayı en çok kirleten firmalar arasında yer alıyor. Greenpeace’in 2011 yılında yayımlanan ve salınan karbon miktarına göre hazırlanan “How Dirty Is Your Data” raporuna göre Apple %6.7 temiz enerji indeksiyle teknolojik firmaların içinde çevreye en çok zarar vereni olmuş. Şu yazıyı okuyorsanız, büyük ihtimalle cebinizdeki iPhone’u düşünüyorsunuz. Zira yazarken ben de hemen yanı başımda duran ve bana soğuk gözlerle bakan iPhone’umu düşünüyorum. Birçoğumuz, o iPhone’u satın alırken bu durumdan haberdar değildik. Ancak artık öyleyiz. Hepimizin elinde bir şeyleri değiştirme fırsatı var. Hâlâ dünya için yapabileceğimiz kayda değer Ocak 2014 Pınar Tercanlıoğlu şeyler varken lütfen yapalım. Dünyanın daha fazla süper kahramana değil, daha az kirletilmeye ihtiyacı var. Yanlış anlaşılmasın, ben de hepinizle aynı dünyada yaşıyorum ve tabii “Gidin o iPhone’u bahçeye gömün.” demiyorum ancak belki de her yeni çıkan modeli almayıp, ihtiyacınız oldukça telefonunuzu yenilemeye çalışarak, yıllarca şişe dönüştürerek sağlayacağınız yararın fazlasını sağlayabilirsiniz. Farkında olun, yalnızca göstermelik yararlarla süper kahraman olamazsınız. Ancak büyük resme bakarak o çocukluk hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz! ÇEVRE HABERLER Su Mataraları Bu yaz sonu Robert’e geldiğimizde, herhalde okulumuzda yapılan en büyük değişiklik su sebillerindeydi. Eskinin ‘sözde’ su sebilleri gitmiş, yerine daha teknolojik ve daha kullanışlı su sebilleri gelmişti. Peki, okulda birden ‘su matarası çılgınlığı’ başlatan ve kantindeki plastik şişede satılan su şişelerine düşman olan bu sebiller, gerçekten sağlıklı mı ve eskisine göre ne gibi faydalar getirdi? İşte bu soru benim kafamı oldukça kurcalıyordu; tamam her gün su dolduruyorum matarama, lıkır lıkır içiyorum da, acaba bu içtiğim su sağlıklı mı, nerden ve hangi koşullar altında geliyordu? Okul, bu gelen suyu ayrıyeten arıtıyor muydu, nerede depolanıyordu bunca su? Bu sistemin eskisine göre artıları neler? İşte kafamda bu sorularla çaldım Nejat Bey’in kapısını, sordum tüm merak edilenleri. İlk olarak suyun nereden ve hangi koşullarda geldiğini sordum. Su İSKİ’den geliyor, yani temiz şebeke suyu. “İSKİ temiz olmayan su vermez zaten”, diye ekliyor Nejat Bey. Şebeke suyu Gould binasındaki 2 tonluk kapasitesi olan depoda toplanıyor ve ‘çapraz filtrasyon’ denen arıtma sisteminden geçiriliyor. Bu sistem, su arıtmasında en çok kullanılan ve en iyi sonuç verenlerden. Gould binasında su iyice arıtıldıktan sonra, okulumuzdaki tüm sebillere dağıtılıyor. Dağıtılan su son bir kez sebillerdeki filtrelerden geçiyor. Bu son aşamada su; koku ve tat bakımından son haline gelip mataralarımızı dolduruyor. Uzun lafın kısası, su mataralarımızı doldurmadan önce bir hayli işlemden geçiyor ve olabileceği en sağlıklı şekle ulaşmış oluyor. Sağlık konusunda hiçbir şüpheniz olmasın; temiz gelen su, daha da temiz olarak çıkıyor sebillerden. E o zamanda bize ne kalıyor, gidip bir Robert Kolej matarası alıp, suları lıkır lıkır içmek. Peki sağlığı konusunda hemfikir olduğumuz bu su, günlük hayatta ne gibi değişiklikler getiriyor? İşte size sağlık dışında, 10 sebep daha: Bir matara satın alıp, sebillerdeki suyu kullanmaya başlamakla birlikte, 1. Bir matarayı uzun süre kullanıp, alacağınız olası ve daha sonra çevreyi kirletecek olan pet şişeleri engellemiş, 2. 15 günlük su paranı mataraya yatırıp, uzun vadede bir hayli kazanç sağlamış, 3. Çevreci olayım derken kendi sağlığından olmamış, (bkz: pet şişeye su doldurup, tekrar tekrar kullanmak) 4. Feyyaz Berker’de olsan bile güzel suya ulaşmak için kantine gitmemiş, 41 Simay Yazıcıoğlu 5. Su içeyim derken kafanız, gözünüz sırılsıklam olmamış, 6. Şişenin ağzını sebilden çıkan suya isabet ettireyim derken bin bir şekle girmemiş, 7. Robert Kolej su mataralarını kullanan arkadaşlarının yanında yeni trende uymamakla suçlanıp dışlanmamış, 8. Otomatik olarak doldurulması çok pratik ve hızlı olduğundan, zaman kaybına uğramamış, 9. Hatta mataranız dolarken telefonunuza gelen mesajları kontrol etmeye zaman bile ayırmış, 10. Ve en önemlisi sağlıklı ve temiz su içmiş OLACAKSINIZ. SİZCE DE ÇOK KULLANIŞLI DEĞİL Mİ? Robert ve Burçlar “Bana yeri söyle, sana burcunu söyleyeyim...” Forum: Hava güzel olduğunda çoğu öğrencinin kendini bulduğu, teneffüslerin uğrak mekanı olan Forum; zaman zaman da güzel havada yapılan söyleşilerin ve sunumların yeridir. Teneffüslerde öğrencilerin oturup sohbet ettiği bu yer yüksek enerjisiyle dikkat çekmektedir. Girişkenlik özelliğini taşıyan Forum, canlılığı ve okuldaki diğer yerlerle kıyaslandığında kendini öne çıkarmasıyla Koç burcunun özelliklerini taşır. Sage Binası / Kız Yurdu: Yaklaşık seksen kıza yuva olan, Sage Binası, “kız” kimliğine sahiptir. Güzelliğine düşkün, temiz, romantik, zerafetli ve aynı zamanda da alıngan olabilen kızların bulunduğu yer, bu kadar çok kızın bir arada huzurlu bir şekilde yaşayabilmesiyle de uyumlu olmasını ortaya koyar. Terazi burcunun özelliklerini yansıtan kız yurdu, temiz ve bakımlı olmasıyla da dikkat çeker. Cep: Öğrencilerin boş derslerini ve teneffüslerini geçirdikleri “Cep”, rahat ve modern bir ortama sahiptir. Günün her saatinde orada uyuyan, sohbet eden ve bilgisayarla uğraşan öğrencileri görmek mümkündür. Güzelliğe düşkün, tembel ve cana yakın Boğa burcunun özelliklerini taşıyan Cep, arkadaşlarınızla okul zamanında ve sonrasında vakit geçirebileceğiniz bir yerdir. Feyyaz Berker Binası: Öğrencilerin fen bilimleri için gittikleri bu bina, düzenli bilimsel çalışmalara tanıklık eder. İstekli ve planlı bir şekilde yapılan çalışmaları, azimli ve kararlı bilim tutkunu öğrencileri barındıran binaya gitmek, fen derslerini sevmeyenler açısından ise çok zorludur. Disiplinli, azimli, inatçı ama sevmeyenler için de bir o kadar sert görünen bu bina Oğlak burcuyla benzerlik gösterir. Marble Hall: CIP Ofisi’ni, okul müdürlerinin ofislerini, Ms. Halıcıoğlu’nun ofisini, Lise Ofisi’ni ve Faculty Parlor’ı bulunduran Gould Hall’un giriş katıdır. Öğrencilerin gün içerisinde çok sık yolunun düştüğü kampüsün merkezindeki binanın bu katı, okul yönetimiyle ve öğrenci işleriyle ilgilenir. İçinde çalışan insanların yönetimde bulunmasıyla liderlik ve otoriterlik, öğrenci işleriyle ve topluma hizmet projeleriyle ilgilenilmesiyle de fedakarlık Ocak 2014 ve organizatörlük özelliklerini kazanır. Aslan burcuyla aynı karakter özelliklerine sahip olan Marble Hall, okulun merkezindedir. Kütüphane: Kütüphaneye adım attığınız anda kendinizi eski kitap kokularının arasında bulursunuz. Yaprakları sararmış, yıllanmış kitaplar ise oradaki raflara dizilmiş sizi bekliyorlardır adeta. Çalışmak, okumak ve kafa dinlemek için en elverişli yer olan kütüphane; sırdaş, çalışkan ve kararlı Akrep burcunun özelliklerini yansıtır. Bingham Binası / Erkek Yurdu: Bingham Binası’nda, her yıl birçok erkeğin kaldığı erkek yurdu, zeki, özgürlüğüne ve spora düşkün, eğlenceli erkek öğrencilere; ama bir o kadar da gürültülü bir ortama sahiptir. Aynı zamanda sabırsız ama işbilir olmasıyla da Yay burcunun özellikleriyle paralellik gösteren Erkek Yurdu, “Bingham Force”undan da anlayabildiğimiz yüksek arkadaşlık bağları ve neşesiyle de kendini göstermektedir. Woods Binası: Öğrencilerin hazırlık senelerinin büyük bir kısmına ev sahipliği Köprü Ceren Tezcan Melisa Yaylalı yapmış olan Woods, “Prep Binası” olarak da anılır. Üst katında bulunan boğaz manzaralı sınıfları, ikinci kattaki dolapları ve en alt kattaki kantini ile okulun vazgeçilmez yerlerindendir. Woods Binası; idealist, hayalperest ve bağımsız olan Kova burcunun özelliklerini taşır Plato: Gün içinde çok uğranmasa da, her gidildiğinde manzarasına bir kez daha hayran olduğumuz Plato, doğrudan Boğaz’a bakmaktadır. Romantik, sanatsal, duygusal ve “Burada şair olunur.” dedirten manzarasıyla dikkat çeken, ama aynı zamanda okulun yoğun temposundan kendini soyutlamış ve uzaklaştırmış konumuyla HABERLER 42 da çok gidilemeyen Plato, Balık burcunu yansıtmaktadır. Belirsiz ve zor keşfedilen, ama derin duyguları ve romantizmi taşıyan Balık burcu özelliklerini Plato’ya vermiştir. Suna Kıraç Tiyatrosu: Tiyatroların ve konserlerin sergilendiği sahne, insanları olmadıkları karakterlere bürümektedir. Konuşkan, değişken ve havai atmosferi olan bu tiyatro; aynı zamanda sahne önü ve arkası olarak insanları çift karakterli de yapmıştır. Değişken, şaşırtıcı, konuşkan ve çift karakterli İkizler burcunun özelliklerini taşıyan tiyatroda, aynı anda meleği ve şeytanı bulabilirsiniz. Sağlık Merkezi: Sage Binası’nın en alt katında bulunan Sağlık Merkezi; beyaz duvarları, steril ortamı ve cana yakın personeliyle her zaman bizi karşılamaya hazırdır. Hasta olduğumuzda ve kendimizi iyi hissetmediğimizde bize ev ortamı sunar, kucak açar. Merhametli, hassas, anaç ve becerikli Yengeç burcunun özelliklerinin yanı sıra aşırı titiz ve cana yakın Başak burcunun özelliklerini de taşır Sağlık Merkezi. Lise Live Yarınmış Her sene olduğu gibi bu sene de çok konuşulan, dönemin ilk Lise Live’ı çok renkliydi. Peki Lise Live nasıl geçti ve etkinlikte neler yaşandı? Hepimizin yakından takip ettiği okul etkinliklerinin başında gelir Lise Live. Benim için de hem hazırlık yılında katıldığım ilk Robert Kolej etkinliği olması hem de her katıldığımda en çok eğlendiğim, bende en çok anı bırakan etkinlik olması nedeniyle yeri çok özeldir. Son olarak yirmi sekizincisi düzenlenen bu renkli etkinlikte yaşananları isterseniz kısaca hatırlayalım. Tartışmasız bu seneki Lise Live’ın en çok alkış alan performanslarından biri L10 öğrencilerinden oluşan grubun şu sıralar çok popüler olan Tandır Boys- Mükemmel şarkısını seslendirmeleriydi. Gitar solo eşliğinde söylenen Cem Adrian parçası, Thrift Shop ile yapılan dans, kulakların pasını silen düetler, herkesin beğeniyle izlediği ve artık her Lise Live’da görmeyi beklediğimiz eğlenceli skeç ve daha bir sürü başarılı performans da hepimize kolay kolay unutamayacağımız, keyifli bir akşam yaşattı. Herkesin kulaklarında ve zihninde iz bırakan bu performansların hepsi günlerce konuşuldu. Bu seneki ilk Lise Live’ın en güzel yönlerinden biri geçmiştekilerden daha farklı olarak skeç ve dansların da en az müzikler kadar ön planda olmasıydı. Ayrıca şarkı söylenen performanslarda söylenen şarkı eşliğinde yapılan danslar ve sahnedeki küçük diyaloglar da her zamanki gibi samimi bir ortam oluşmasını sağladı. Söylenen şarkılar bizlere hitap eden, özenle seçilmiş şarkılardı. Bu etkinliğin en beğenilen yanlarından biri şüphesiz sadece tek bir müzik türüne bağlı kalmadan türkü, pop, metal gibi müzik çeşitlerini sunması ve böylece hem farklı kesimlere hitap edebilmesi hem de bizlere farklı müzik türlerini tanıtabilmesidir. Lise Live, herkesin birlikte güldüğü, eğlendiği, bazı şarkılarla duygulandığı, sevdiği insanlarla beraber zaman geçirdiği ve son kez sahne alan mezunların en güzel şekilde uğurlandığı etkinliktir. Lise Live’ın en güzel yanlarından biri öğrencilerin yeteneklerini sergileyebilecekleri bir etkinlik olmasıdır. Sahnedeki kişiler kendilerini bu sayede özgürce ifade edebilirler ve okul hayatlarında yaşadıklarına bir anı daha ekleyebilirler. Ezgi Ergin “Mezun olmadan Lise Live’a çıkabilmeyi çok isterim.” cümlesini mutlaka birilerinden duymuşsunuzdur. Okuldaki çoğu insanın yeteneklerini bizler de bu etkinlikle keşfediyoruz. Daha önce şarkı söylerken hiç duymadığımız bir insanın sesi büyülüyor bizi bazen, tiyatroya olan yeteneğiyle tanıdığımız birini bir anda sahnede dans ederken buluyoruz. Bu Lise Live’ın ardından o akşamla ilgili en çok duyduğum cümle “Bu, şu ana kadarki en iyi Lise Live’dı.” oldu ve ben de bu fikri paylaşıyorum. Mr Welch’in tören konuşmasında da söylediği gibi “Lise Live her geçen yıl daha da eğlenceli ve başarılı oluyor.” Ben de ikinci dönemde gerçekleşecek olan Lise Live’ı merakla ve heyecanla bekliyorum. Robert Kolejlilerden İtiraflar Hepimizin ara sıra yapıp itiraf etmeye utandığı şeyler vardır. Bu itiraflar hem özel hayatımızda hem de okul hayatımızdan olur. Bu yazıda arkadaşlarımızın, okudukça kendinizden bir parça bulabileceğiniz, samimi itirafları var: “Hiç çalışmadım deyip 3-4 saat çalıştığım çok sınav oluyor.” “ Sınıf arkadaşlarım benden daha yüksek not almasın diye onlara yanlış cevapları söylediğim oluyor.” “ Sınıf arkadaşlarım soru sorduğunda bazen konuyu iyi bilmeme rağmen sırf üşengeçlikten bilmiyorum deyip, anlatmıyorum.” “ Kıyafet Yönetmeliği’nin (Dress Code) dışına çıktığım zamanlarda Marble Hall’dan geçmeyip yolumu uzatıyorum.” “Sınıf arkadaşlarım benden daha yüksek notlar aldığında sinir oluyorum.” “İnsanlar arada kitabımı kaybettiği için “Kitabın var mı?” dediklerinde “Hayır, yanımda değil.” dediğim oluyor.” “ Kıyafet Yönetmeliği’nin (Dress Code) dışına çıktığımda Mrs. Halıcıoğlu bulunduğum yerden geçerken insanlara sarılıp Mrs.Halıcıoğlu geçene kadar bırakmıyorum.” “ Sınıfın çoğunluğu olarak gıcık olduğumuz çocuğa ödevleri yanlış söyledik. 60’a kadar okumamız gerekirken ona 120’ye kadar okumamız gerektiğini söyledik.” “Beden dersinde bit kapmamak için insanlara fazladan tokam olsa bile vermiyorum. “ “ Hocalarımın beni sevip sevmemesine çok önem veriyorum. Sırf beni sevsinler diye her gördüğümde selam verip konuşuyorum ya da ders çıkışı kalıp hocalarımla sohbet ediyorum.” “Fitness Odası’ndaki erkekleri izleyebilmek için banklara oturup Köprü ders çalışıp aynı anda onları izlediğim oluyor.” “Arkadaşlarım herhangi bir sınavdan kötü bir sonuç aldığında “Kafana takma, diğer sınava daha çok çalışırsın.” deyip kendim kötü not aldığım zaman herkesten daha çok kafaya takıp başkalarına dediklerimi kendim uygulayamıyorum.” “ Kantine teneffüslerde bir şeyler yemek veya içmek için değil, arkadaşlarımla sohbet edebilmek için gidiyorum.” “ Mrs.Halıcıoğlu beni odasına bir durum için çağırdığında eteğimi değiştirip gittiğim oluyor.” “ Asansöre binip herhangi bir hocayla karşılaştığımda “Ben prepim kusura bakmayın, bilmiyorum.” dedim.” “Yemek sırasında kaç kere sıranın sonuna gitmek yerine sıraya kaynak yaptığımı hesaplayamıyorum.” Ocak 2014 İdil Kara “ Kısa etek veya tayt giydiğim zamanlar Mrs. Halıcıoğlu kantinden geçerken hemen bir yere oturup dikkat çekmemeye çalışıyorum.” “Sırf erkeklerin okul sonrası antrenmanlarını izlemek için platoya ‘manzara izlemeye’ gidiyorum.” “ Yemekhane veya tiyatro gibi alanlarda kimin içeride olduğunu anlamak için dışarıdaki çantaları inceliyorum.” “Yıllığı almamdaki amaçlarımdan birisi insanları teker teker incelemek.” “ Üst dönemde beğendiğim insanları izleyebilmek için törene erkenden gidip fuayade takılıyorum.” KARİKATÜR 43 İbrahim Furkan Özcan n a Ocak 2014 Köprü Editörler Yunus Emre Erdölen Derin Arduman Defne Aksoy 44 Editör Yardımcıları Ayşenaz Toptaş Eda Özkök Elif Ece Acar Mert Düşünceli Lal Tüzman Tasarım Editörü Sinan Hiçdönmez Kapak Eda Özkök Yazarlar Eylül Buse Küçük Ezgi Okutan Hazal Cansu Odabaşı Yağmuray Sarı Elif Ece Acar İrem Akçal Defne Aksoy Zeynep Can Aksoy Derin Arduman Tayis Arslan Elize Aslan Baha Aydın Ali Yağız Ayla Sanem Dolun Ay Greti Barokas Cansu Bayraktar Zeynep Şiir Bilici Dilara Çankaya Vera Can Kenan Sarp Çelikel Damla Cinoğlu Mehmet Fatih Çulhalık Başak Dağlıoğlu İrem Dalfiliz Mert Ali Düşünceli Beril Erdoğdu Rojin İdil Erdoğdu Pınarnaz Eren Ezgi Ergin Gizem Ergün Ayşegül Ersin Alara Gebeş Selin Öykü Gergeri Polen Eylem Güzelocak Damla Ilıca Eren Kafadar Şule Kahraman İdil Kara Lal Kazdal Saffet Gülbabil Kökver Ezgi Su Korkmaz Su Mevsim Küçükakyüz Naz Duru Mola Aslı Doğa Munzur Melisa Oğuz Ayse Leyla Ok İpek Özbodur Elif Burcu Özçelik İbrahim Furkan Özcan Melisa Dilan Özdemir Eda Özkök Semiha Hazal Özkan Sera Pekel Eymen Pınar Deniz Şahintürk Leman Burçe Şahbenderoğlu Esra Sezer Rüzgar Sönmez İdil Naz Tandoğan Gizem Taşkın Yasemin Tekgürler Pınar Tercanlıoğlu Ceren Tezcan Sebahattin Orhun Tezel Ece Selin Timur Ayşenaz Toptaş Ece Toprak Eylül Su Tuğcu Gizem Tulunay İrem Turgut Özlem Lal Tüzman HABERLER Mehmet Ufuk Yanmaz Melisa Selin Yaylalı Simay Yazıcıoğlu Fatma Nur Yokuş Nazlı Yurdakul Sorumlu Öğretmenler Melek Giray İnce Serya Kayapınar İmtiyaz Sahibi Özel Amerikan Robert Lisesi Güler Kamer Yayının Konusu: Okul Gazetesi Yayının Dili: Türkçe Yayının Türü: Yerel, Süreli Yayının Süresi: Aylık Yönetim Özel Amerikan Robert Lisesi Kuruçeşme Caddesi No. 87 Arnavutköy/İstanbul Tel: +90 (212) 359 22 22 Sorumlu Müdür Güler Kamer Öğretmen Bulmacası İrem Turgut Elif Özçelik Soldan Sağa 2. Costa Rica’da bir master dersi aldı ve “Pura vida” (pure life) denilince insanların nasıl gülümsediğini gördü. 6. Apis mellifera böceğini çok sever. 7. Yemeksepeti.com bağımlısıdır. 10. Turuncudan nefret eder. 11. Lisedeyken en sevdiği ve en başarılı olduğu ders matematikti. 12. Pembe delisi 14. Bahamalar’da köpekbalıklarıyla yüzmüştür. 15. Köri yemeği çok sever. Yukarıdan Aşağıya 1. Palyaço korkusu vardır. 3. Timsahlardan korkar. 4. 500’den fazla bluzu vardır. 5. Kendini methedenlerden ve palavracılardan nefret eder. 8. Hayatında hiç hamburger yememiştir. 9. Morgda çalışmıştır. 13. Yazın geceyarısından sonra ‘Deve gücü tazı hızı’ şurubunu kocaman bir kazan-ı kadim’de Moda’daki evinin terasında hazırlar, havanın açık ve gökyüzünün bulutsuz, hava basıncı ve sıcaklığın mevsim normallerinde olması lazım – tarifi ve gereken otları motları, bir malum Galya köyünün büyücüsü büyük Köprü büyük büyük ( ve de galiba büyük büyük) dedesine vermiş. Bu zat, o tarihlerde kendi Türk boyunun iksir ataşesiymiş ve dere tepe dolaşırmış görev itibariyla. Kendisini bildi bileli ailesinde vardır bu tarif, nesilden nesle törenle geçer. Şimdi onda! Cevaplar: Soldan Sağa 2. Mrs. Almas 6. Mr. Arey 7. Mr. Pinto 10.Mr. Hoovler Ocak 2014 11. Aydemir Doğan 12. Aslı Temel 14. Mr. Carter 15. Mr. Butterworth Yukarıdan Aşağıya 1. Ms. Kelly 3. Ms. Shabdin 4. Mr. Welch 5. Ms. Schaefer 8. Sengül Özdemir 9. Mr. Jones 13. Sibel Sebüktekin
Benzer belgeler
Köprü Aralık 2014
Dünyanın en mutlu insanıyım
ben; öğretmenlik var, yatakhanede
çalışıyorum. Anlatılacak gibi değil
gerçekten, çok müthiş bir hoşluk
var, sevinç var. Tabii heyecan,
tedirginlik, korku da var mutlaka ...
Köprü Ekim 2015 - Robert College
eklersen yirmi bir yıl. Robert Koleji’nde
böyle bir rekorum var. Tabi 1985’te
evlendikten sonra eşim Serap Hanım
ile -oğlum burada doğdu, kızım burada
- oğlumla, kızımla birlikte 2002 yılına
kadar ...
Köprü Kasım 2012
sorgulayan, araştıran her an gelişen
insanlar okulumuzdan yetişmiştir.
150 yıllık parlak ve köklü geçmişi ile
Robert Kolej, Türkiye’ye ve dünyaya
katkısı büyük olacak insanları
alçakgönüllülükle ya...
Köprü Mayıs 2013
biri doktordu yanlış
hatırlamıyorsam.
İki onlar, iki biz,
bir de Aydın Bey
toplam beş kişi
birlikte çalışmaya
başladık. Tabii
benim için okul
yeni, yatılı hayatı
yeni. Gerçi yurtta kaldığım için ya...