58.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Transkript
58.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK CMYK www.kurtulusyolu.org ISS 1305-8975 YIL: 6 • SAYI: 58 07 NİSAN 2012 15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE FİYATI: 50 Kr Suriye’de Emperyalist Komplo Dağıtılacak “Suriye Dostları” Toplantısını Protesto Ettik: B 1 Mayıs’ta 1 Mayıs Alanı’ndayız ildiğimiz gibi, AB-D Emperyalistleri bir süreden beri meşru Suriye hükümetini devirme planları yapıyor. Bu kapsamda başta Tayyipgiller olmak üzere işbirlikçileri de yanına alıp çeşitli toplantılar düzenliyorlar. Bu toplantılardan biri olan ve 01 Nisan gün İstanbul’da düzenlenen “Suriye’nin Dostları” toplantısını, Halkın Kurtuluş Partisi olarak İstanbul Kongre Merkezi önünde protesto ettik. Aslında “Suriye’nin düşmanları toplantısı” olan toplantı devam ederken, ülkelerine yapılan emperyalist komployu protesto eden Suriyeli yurtseverlerden oluşan bir grup da burada toplanmıştı. Bu yurtsever Suriyelilerin yanı sıra emperyalist komplonun şakşakçılığını yapan Esad karşıtı bir grup da aynı yerdeydi. Bir yanda toplantıyı protesto eden yurtseverler, antiemperyalistler bir yanda da destekleyen işbirlikçi hainler vardı. Saat 12:00’a doğru basın açıklamamızı yapmak üzere yürüyüşe geçtiğimiz sırada, polis daha önce orada olan iki grubun karşı karşıya gelmesini fırsat bilerek, Suriyeli yurtseverlere biber gazıyla saldırdı ve Şişli’ye doğru yönlendirdi. Bu sırada biz de İstanbul Kongre Merkezi’ne doğru yürüyüşe geçmiştik. Pankartlarımızı gören ve sloganlarımızı duyan yurtsever Suriyeliler bizlere doğru koşarak sevinçle ve coşkuyla boynumuza sarıldılar, dostça kucaklaştık. Hep beraber AB-D Emperyalizmine karşı sloganlar attık ve duygu dolu anlar yaşadık. Bu kısacık karşılaşma bile bizlere “Halklar Kardeştir” şiarının ne kadar doğru olduğunu ve aynı duyguları paylaşmak için aynı dilleri konuşmanın gerekmediğini gösterdi. Kaldı ki saflarımızdaki Arap Yoldaşlarımız, Arapça konuşarak eylemimizin içeriğini bu kardeşlerimize anlattı. Onlar da duygularını bizlerle paylaştılar. Bu kardeşleşmenin farkına varan polis, Suriyeli yurtseverleri bizlerden uzaklaştırdı. Daha sonra biz polisin engelleme çabalarına karşın yeniden İstanbul Kongre Merkezi’nin önüne yürüyerek basın açıklama- Halkın Kurtuluş Partisi’nden 04 Şubat 1992: Bolivarcı Devrimin ilk adımı ve Venezüella Halkının AB-D Emperyalistlerine Başkaldırı Günü Venezüella Halkının Uyanış Günü İskenderun’da Raul Betancourt Seeland Yoldaş ve HKP Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş’ın katılımlarıyla kutlandı! “4 Şubat 1992 Venezüella Bolivarcı Devriminin İlk Adımı ve Venezüella Halkının AB-D Emperyalistlerine Başkaldırı Günü” adlı Konferans, 05 Şubat 2012 saat 13.00’da İskenderun Belediye Kültür Sarayı’nda Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş ve HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş’ın katılımlarıyla kutlandı. 250 kişinin katılımıyla gerçek- leştirilen Konferans, son yıllarda İskenderun’daki en geniş katılımlı eylemdi. Konferans öncesi tüm Çukurova bölgesinde yoğun bir çalışma yürütüldü. Mersin’den Adana’ya, Antep’ten Samandağ’a, Antakya’dan İskenderun’a afişlemeler, stantlar, binlerce el ilanı dağıtımları, gazete ilanları, röportajlar, haberler, radyo ilanları, kurum Devamı sayfa 5’te Devamı sayfa 18’de 4+4+4 Tayyipgiller’in Türkiye’yi Ortaçağa götürme Projesinin bir parçasıdır T ayyipgiller iktidarı, özellikle son seçim oyunundan galip geldikten sonra halk düşmanı yüzlerini daha netçe göstermeye başladı. Eğitim sisteminde yaptığı “köklü” değişikliklere bir yenisini daha eklemek üzereler: “4+4+4”. Bu sistem ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürecek ve özledikleri “dindar nesil”in büyük ve etkileyici oranda artmasına sebep olacaktır. Çocuk işçi sayısını arttırarak Parababalarının keselerini daha da dolduracak; çocuk gelin sayısını arttırarak kızlarımızın küçücük yaşlarda ev hanımı olmalarına neden olacak; dershane furyasını genişletecek, sınıf öğretmenlerinin bir bölümünü norm fazlası ve dolayısıyla işsiz durumuna düşürecek ve en önemlisi de imam hatiplerin ve yaş sınırının da kaldırılmasıyla Kur’an kurslarının daha da yaygınlaşmasına neden olacak, eğitimin ve gelecek neslin katili bu sisteme karşı, Halkın Kurtuluş Partisi olarak sesimizi İzmir’de yükselttik. Sık sık “Ak Ak Dediler Karanlığa Gömdüler”, “AKP Gençlikten Elini Çek”, “Gerici-Faşist Eğitime Son”, “Parasız Eğitim Parasız Sağlık” sloganlarının atıldığı eylemimizde, duvaklı çocuk gelin, kara çarşaflı ve imam kostümlü olan yoldaşlarımız, renk katan, etDevamı sayfa 19’da Kurtuluş Partililer Emperyalistlerin Ermeni Planını Protesto Ettiler A BD ve AB Emperyalistlerinin ülkemizi en az üçe bölme planı çerçevesinde gündeme getirdikleri sözde “Ermeni Soykırımı” tasarısı Partimiz tarafından Fransa Büyükelçiliği önünde Protesto edildi. Devamı sayfa 18’de “12 Eylül Davası” Tayyipgiller’in bir orta oyunudur, katılmayacağız, Özel Yetkili Mahkemelerin figüranı olmayacağız! 12 Eylül Faşist Darbesi, ülkemiz tarihinin en karanlık günlerinin yaşandığı, on binlerce devrimcinin tutuklandığı, işkence gördüğü, yüzlercesinin kaçırıldığı, gözaltında kaybedildiği-katledildiği ve 50 insanımızın da idam edildiği hain, Başyazı Devamı sayfa 23’te Şimdi bunlara kanunlarla çalışan devlet, hükümet, yargı, polis, Meclis mi diyeceğiz? Yapmayın yahu, ayıptır! İnsan aklıyla bu kadar da alay etmeyin! A B-D Emperyalistlerinin yerli işbirlik- jesi” Türkiye’de en zehirli meyvelerini Tayçilerinin mide bulandıran pis, rezil iç- yipgiller iktidarıyla birlikte vermeye başlayüzleri bir kez daha, ama bu sefer apa- mıştı artık. çık bir biçimde Hazır Sosyaortaya seriliverlist Kamp ve di. Geriz patladı. Sovyetler de yıOrtalığı ağır bir kılıp tarihe karışleş kokusu kaplamıştı. Sosyalist dı… Kamp’ın varlıHukuk devleğında tinin filan hiç olTürkiye’nin, madığı, olanın, Sovyetler’in alt sadece devletin karnında, olası tüm kurumlarını bir savaş duruve ekonomiyi; munda, gelecek kamu mallarını ilk saldırıyı emeele geçirmek için rek efendileri birbirleriyle çarolan AB-D Empışan çeteler olperyalistlerine duğu kabak gibi zaman kazandımeydana çıkıverrabilmesi için, di. Hem de en orta derecede de Gırgır’dan kör gözlere bile olsa, güçlü bir batacak açıklıkta… orduya sahip olması gerekiyordu. Kendi yaÇocuk oyunlarında tam da “Çanak çöm- ğıyla kavrulan bir ekonomiye sahip olmasına lek patladı!” denilen durumdu bu. gerek vardı. Daha doğrusu, askeri bakımdan AB-D Emperyalistlerinin 1945’ten itiba- belli bir savaş gücüne sahip bir devlet olması ren uygulamaya başladığı “Yeşil Kuşak Pro- Devamı sayfa 12’de 2 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 Kurtuluş Partisi’nden A CIA OYUNCAĞI, CIA SOSYALİSTİ ESP CEBECİ’DE HAK ETTİĞİ CEVABI BİR KEZ DAHA ALDI nkara Üniversitesinin Cebeci Kampusunda başlatmıştınız kalleşçe saldırılarınızın ilkini. Sonra Sırasıyla, Gazi Mahallesi’nde, Hacettepe Beytepe Kampusunda, İstanbul Sancaktepe’de devam ettiniz alçakça saldırılarınıza. Beşinci saldırınızda kendinizi de aştınız, neredeyse oyuncağı olduğunuz CIA’nın yöntemleriyle yarışır hale geldiniz. Sancaktepe İlçe Örgütü’nden çıkan 2 işçi yoldaşımızı takip edip, pusu kurup, orantısız bir güçle saldırdınız. Ve son saldırınızı da, 14-15 Mart 2012 tarihlerinde, ilk saldırınızı başlattığınız Ankara-Cebeci Kampusunda gerçekleştirdiniz. Bize karşı saldırılarınızda da hep Nazi Yöntemlerini kullandınız. Diğer sol siyasetleri yanınıza çekebilmek için şeytanın bile aklına gelmeyen yalanlara başvurdunuz. Hep saldıran siz olduğunuz halde Devrimci Kamuoyuna bizi saldırgan göstermeye çalıştınız. Bize İP’çi dediniz, Ulusalcı dediniz, olmadı Faşist dediniz. Hazmedemediniz gelişmemizi, ideolojik üstünlüğümüzü. Unutamadınız Nakliyat-İş’in yönetimine gerçek devrimcilerin geldiği Kongreyi. Rezilliğiniz, gerçek devrimcilere olan düşmanlığınız o kongre ile ortaya çıkmaya başlamıştı. 1995 yılının Ocak ayında yapılan Kongreden başlayarak küçüldünüz, aşağılaştınız, bayağılaştınız, sahtekârlaştınız, rezilleştiniz, namussuzlaştınız, hainleştiniz. Dostça yaptık uyarılarımızı. Yapmayın, dedik. Kendinize gelin, dedik. Bizim derdimiz ABD ve AB Emperyalistleriyle, onların yerli ortakları Finans-Kapitalistlerle ve Tefeci-Bezirgânlarla, dedik. Bizi uğraştırmayın, yolumuza moloz olarak çıkıp bizi oyalamayın, bizi İşçi Sınıfımızı örgütlemekten, İşçi Sınıfına daha fazla direniş, grev hediye etme işimizden alıkoymayın, dedik. Dinletemedik. Bizim tarihimiz tertemiz, şu ana kadar ellerimize devrimci kanı bulaşmadı, hiçbir zaman, hiçbir devrimci gruba saldırıda bulunmadık, dedik. Ama saldıran olursa da İsa gibi öbür yanağımızı çevirmeyiz, misliyle mukabele eder, nefis savunmamızı da herkesin anlayacağı dilden gerçekleştiririz, dedik. O yüzden bize bulaşmayın, bizden uzak durun, dedik. Hatta ve hatta “Lütfen!..” dedik. Anlamadınız. Bir değil, iki değil tam altı kez aynı yola başvurdunuz. Bizim en az 2 veya 3 katımızla saldırdınız bizlere. Her saldırınızda, sayımızın azlığına rağmen, her seferinde hak ettiğiniz cevabı aldınız. Her seferinde topukladınız. “Hain korkak olur”. Yüreğiniz yetmedi birebir kavgaya. Sinsice yollara başvurdunuz. Uslanmadınız, akıllanmadınız… Her hak ettiğiniz cevabı aldığınızda da, Küçük Emrah misali boynunuzu büküp, diğer devrimci gruplara kendinizi masum göstermek için mızıldandınız, “HKP bizi dövdü”, “HKP bize saldırdı” diye. Durmadan ağladınız, ağladınız… İlk seferde bu masumiyet numaralarını bayağı yutturdunuz sol siyasetlere. Ama artık bu noktada deniz bitti. Artık yemiyor bu yalanları diğer siyasetler. Artık kandıramayacaksınız. Çünkü devrimci namusu olan herkes gördü sizin yalanlarınızı. Artık biz bizeyiz. Gelelim son saldırınıza: İçinde Kurtuluş Partisi Gençliği’nden Yoldaşların da bulunduğu Ankara Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu, Ankara Üniversite- si Hukuk Fakültesinde “Türkiye’de Aydın Olmak” konulu bir konferans gerçekleştirme kararı alır. Konferans tarihi 15 Mart Perşembe olarak saptanır. Konuşmacılar Cumhuriyet Gazetesi yazarı Bekir ÇOŞKU ile Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Eski Başkanı, Ankara Barosu Avukat Hakları Merkezi Üyesi Yoldaşımız Av. Doğan ERKA’dır. Günler öncesinden çalışmalara başlanır, afişler kampuslarda yapılmaya başlanır. Konferanstan bir gün önce, 14 Mart Çarşamba günü, etkinliğin gerçekleştirileceği Cebeci Kampusunda Stand açılır, el ilanları dağıtılmaya başlanır. Saat 12.30’da geldiniz yalanlarınıza alet ettiğiniz birkaç siyasetin okuldaki temsilcisiyle. Yine sindiniz bir kenarda, yine kimliğinizi sakladınız. Kendi kimliğinizi dürüstçe açık etme cesaretini de onurunu da gösteremediniz. Sordunuz standın başında bulunan arkadaşlara. “İçinizde HKP’liler var mı?”, diye. Bizler, Usta’mız Kıvılcımlı’dan da, Önderlerimizden de siyasi kimliğimizi saklamamayı öğrendik. Gençlerimiz de böyle yetişti, böyle yetişiyor. Yoldaşlarımız da, “biz HKP’liyiz”, diyorlar. Sizlerin yanıtı da, “içinde HKP’lilerin bulunduğu topluluğa biz Cebeci’de iş yaptırmayız”, oluyor. Arkadaşlarımız sizleri, “kimsenin böyle bir şeye hakkı yok”, deyip gönderiyor. O saatte saldırmaya yüreğiniz yetmiyor, yeteri kadar insanı kandıramadınız herhalde. Fiili aşağılık saldırınızı 25-30 kadar kişiyle saat 14.55’te gerçekleştirdiniz. Arkadaşlarımızın sayısı biri kadın 7 kişi. Arkadaşlarımız her zaman olduğu gibi yiğitçe karşılık veriyorlar sizin bu namussuzca saldırınıza. Geri adım atmıyorlar. Özel Güvenlik araya girip ayırıyor kavgayı. Cebeci Kampusunda insanlar sizi değil, 25-30 kişilik güruha karşı geri adım atmayıp sloganlarına devam eden yoldaşlarımızı konuşuyor. Devrimci ahlâktan, namustan nasibini almayanların halkımızın gönlünde yeri olamaz. Size, CIA’nın, Ajan-Provokatörlerin kucağında yer var sadece. 15 Mart Perşembe günü saat 15:00’da, konferansın gerçekleştirileceği salonda 250 kişi vardı. Sizlerin tüm çabalarına rağmen, konferansa müdahale edeceğiz, etkinliği gerçekleştirtmeyeceğiz söylentilerini yaymanıza rağmen, etkinlik gerçekleştirildi. Konuşmalar yapıldı. Ne planlandı, ne kararlar alındıysa hepsi adım adım gerçekleştirildi. DPG dışında hiçbir siyaseti artık kandıramadığınız da ortaya çıktı. CIA’nın oynattığı şeflerinizden aldığınız emri yerine getirmek durumundaydınız. Sinsice geldiniz yine, ceplerinizde soda şişeleriyle. Provoke etmek istediniz etkinliği. Yine saldırdınız namussuzca. Planınız, şişeleri kırarak saldırmaktı herhalde. “Kusura bakmayın!” yine olmadı. Bu sefer çok hırpalandınız, çok canınız acıdı ve bu sefer hadi hakkınızı yemeyelim, iyi kaçtınız. Bu sefer çok net gördük popolarınızdaki topuklarınızın izlerini. Yine ağladınız, bize saldırdı HKP’li faşist çete, diye. Her zamanki gibi on parmağınızda on kara... O kadar yürek yoksunusunuz, o kadar zavallısınız, o kadar gözünüz dönmüş, o kadar hazımsızsınız ki, sadece konferansı izlemeye gelip etkinliğin yapılacağı yeri soran sıradan bir öğrenciyi 5-10 kişi aranıza alıp hırpalıyorsunuz. Gencin şanssızlığı, sizin gibi insan müsveddele- riyle karşılaşmak. İşte sizin “devrimci” adaletinizin, “devrimci ahlakınızın” en somut göstergesi. Bırakalım Devrimciliği hangi insancıl değerlerle bağdaşır sizin bu yaptığınız? Devrimci Kamuoyuna daha başka kanıt göstermeye gerek yok sanıyoruz. Ama şuna inanın bizler çok üzülüyoruz. Sizi hâlâ sol görenler var, sizi “devrimci” bilenler var, sizin namussuzca saldırılarınızı görmeyip, sol içi çatışma diyenler var. Onlar için çok üzülüyoruz. Onlar da anlayacaklar. Onlar da ayırdına varacaklar gerçek devrimcilerle, sahte devrimcilerin, Halk Örgütleriyle, ajan-provokatör örgütlerin. Bize bulaştıkça eriyip gidiyorsunuz. Fakat bizim, sizi tümden yok etmek gibi bir niyetimiz ve amacımız yok. Sizin CIA’nın kucağında oynayan şefleriniz artık iflah olmaz. Onlar için hiçbir umut yok. Bizim onları düzeltmek, doğru devrimci hatta çekmek için verdiğimiz bunca çabaya ve emeğe rağmen daha da namussuzlaşıp, alçaklaşıp, düzenbazlaştıklarına göre onlar devşirilmişlerdir CIA’ca. Yani haindirler. İhanetin affı olmaz Devrimcilikte. Ama tabanınızda yaptıkları provokasyonların devrimcilik olduğunu sanan bir sürü kandırılmış zavallı genç var. Bize saldırıların büyük çoğunluğu da bu kategoridendir. İşte biz onları hâlâ eleştirip uyararak devrimcileştirmek, Devrimci Saflara kazanmak istiyoruz. O yüzden bize saldıranların yaralananları için de üzülüyoruz. Nihayetinde onlar da bu halkın çocukları. Fakat daha fazlası elden gelmez ki… Devrimcilikte eleştiri ve uyarının dışında bir yanlış düzeltme yöntemi yok ki… Biz inanıyoruz; onlar da sonunda anlayacaklar bu yaptıklarının Devrimcilik olmadığını, kandırıldıklarını, oyuna getirildiklerini, kullanıldıklarını… Bizi hiç kimse bugüne dek korkutamadı, yıldıramadı. İşkence tezgâhlarında da korku yaşamadan, yürek atışlarımız normal temposunun üstüne çıkmadan direndik. Devrimci onuru ve namusu koruduk. Kontrgerilla’nın özel örgütü MHP’li faşistlerle yaptığımız mücadelede de yine aynı kararlılık ve yiğitlikte vurduk, vurulduk. Ama korku asla yaşamadık. Gerçek devrimci korku yaşamaz. Usta’mızın dediği gibi; “Devrimcilikte vurmak da vardır, vurulmak da.” Hepsi bugüne dek vız geldi, bundan sonra da öyle gelecektir. Faşist cellâtların, işkencecilerin yapamadığını sizin zavallı, hain, devşirilmiş şefleriniz yapacaklarını mı sanıyorlar? Gülünür buna. Onların yaptığı, yemeğe konan sinek misali mide bulandırmaktır sadece, bizim için. Ya da yaz günleri insana musallat olan sivrisinek vızıltısıdır. Ha, şunu da tekrarlayalım. Eğer bu saldırılarınız sırasında ölümlü bir olay gerçekleşir ve bir halk çocuğu hayatını yitirirse o zaman yapılanın hesabını, satılmış, hain şefleriniz (fare deliğine de kaçıp saklanmış olsalar bulunurlar) verirler. Bunu da adları gibi bilsinler. Dünyanın her geri ülkesi gibi, Türkiye’de de Parababaları iktidarı devrilecek ve Halk Devrimi gerçekleşecektir. Ve bu bizim izlediğimiz yoldan gidilerek gerçekleşecektir. Bundan yüzde yüz eminiz. 17.03.2012 Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Örgütü DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYORLAR M. Ali KÖYLÜ Onlar, İçinden çıktıkları halkı ve sorunlarını çok iyi bil- dikleri için; Usta Hikmet Kıvılcımlı’nın ödün ver- Bahri AKBULUT mez, sarsılmaz, bükülmez, yılmaz öğrencileri oldular. Halk çocuklarıydılar, halkın öğretmeni oldular. Bu inançlarından, koşullar ne kadar zor olursa olsun, hiçbir zaman, taviz vermediler. Bu uğurda her türlü kahre, sürgüne, görevden Saadet BAYYAR almaya, işkenceye göğüs gerdiler... Sıtkı ŞAPLAK BASIA ve HALK ÖRGÜTLERİE İzmir Yamanlar’daki İPSD Duvarına ve Yoldaşlarımızın Arabasına, Evlerinin Karşısına Gece yarısı “MLKP” Yazısı Yazan: CIA DEVŞİRMELERİ İTÇİL SALDIRILARINA BİR YENİSİNİ DAHA EKLEDİ E sasında çakalların bu saldırısına “İtçil” demek dahi, bu hayvanlara hakaret olur. Çünkü, bu zavallı hayvanlar hiçbir zaman böylesine kalleşçe yöntemlerle düşmanına saldırmaz. Ama bu CIA devşirmelerinde köpecikler kadar olsun cesaret, yürek, namus olmadığı için; afiş asan, mahallesinde stand açıp devrimci çalışma yapan yoldaşlarımıza pusu kurarak tek bir kişiye onlarcası birden saldırırlar... Yine Üniversitelerde devrimci çalışma yapan yoldaşlarımızın konferansını basıp dağıtmak isterler... Her defasında da hak ettikleri cevabı alınca, “HKP’li faşistler devrimcilere saldırdı” diyerek mazlumları oynarlar. Bugüne kadar tam altı defa yoldaşlarımıza saldırdılar. Her defasında da anladıkları dilden cevaplarını aldılar. Altıncı saldırılarında, Ankara Üniversitesi Cebeci Kampusunda Cumhuriyet Yazarı Bekir ÇOŞKUN’un da katıldığı “Türkiye’de Aydın Olmak” konulu Konferansı yaptırmamaya çalıştılar. Anladıkları dilden cevaplarını alınca da daha salona dahi yaklaşamadan birbirlerini çarpıp düşürerek ve birbirlerinin üstüne basıp ezerek kaçtılar. Yedinci saldırılarını ise; dün gece yarısında yine korkakça, yine haince ve yine kalleşçe burada (Yamanlar’da) gerçekleştirdiler. Mahallede herkesin derin uykuda olduğu ve kimsenin görmediği bir ortamda, dernek binasının duvarına ve yoldaşlarımızın arabasına, evlerinin karşısındaki duvarlara “MLKP”, derneğin çevresindeki emekçi halkımızın evinin duvarına da “Devrimcilere Uzanan Eller Kırılacak(!)” diye yazılar yazmışlar. İşte bunların devrimcilikleri… Bunların devrimcilikleri, emekçi halkın duvarını kirletmek, tanınmamak için gece yarısı gizlice yazı yazmaktır. Ondan sonra da hesap soracaklarmış… Devrimcilik kim, siz kim? Bari bu güzel kelimeleri kirletmeyin. Sizin bu işaretlemelerinizi 12 Eylül öncesinde Maraş, Çorum gibi Katliamlarda, geçtiğimiz aylarda da Adıyaman’da evleri işaretleyen MHP’li faşistler yapıyordu. Kimlerden ilham aldığınız belli.. A Aferin sizlere, böyle yapmaya devam edin… Zaten sizin en büyük devrimci eyleminiz böylesi çapulculuklardır. Bunlar, hiçbir üretimle ilgisi olmayan, parasızlıktan emekçi halkın çamaşır ipini, balkondaki halısını dahi çalıp satan sürüngenler; üretimde bulunmak, alınteri dökerek geçim sağlamak yerine evindeki yaşlı dedesinin, ninesinin emekli maaşını aşırarak geçinen zavallılar tayfasındandır. Ne denir bunlara? Ancak acınır... Acıyoruz... Yazık. Ancak şu bilinsin ki, siz bize CIA devşirmesi şefleriniz emriyle ne kadar saldırırsanız saldırın; biz size sizin yönteminizle cevap vermeyeceğiz. Fakat yapacağınız her açıktan saldırıda, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da anladığınız dilden konuşmaya devam edeceğiz. Cebeci’deki altıncı saldırınızda diğer sol gruplar da sizin gerçek yüzünüzü iyice gördüler. Artık Denizler’in, Mahirler’in ideolojisiyle ve izledikleri yolla hiçbir ilginizin olmadığı da kabak gibi meydana çıktı. O kandırmacanız da artık iflas etti. Yüzük taşı gibi açığa çıktınız. Kimseyi kandıramadınız. Yalnızlaştınız. Artık biz bizeyiz. Yamanlar’da da Partimizin ve İPSD’nin faaliyetlerinden, Yamanlar Halkı ile kucaklaşmasından rahatsızlığınız belli. Partimizin gelişmesi, kitleselleşmesi, kucağında oturduğunuz CIA şefleri gibi sizleri de rahatsız ediyor. İşte bundan kuduruyorsunuz. Her gün işten çıktıktan sonra bu derneği açan, burada bulunan yoldaşlarımızın karşısına mertçe, yiğitçe çıkmak yerine, gizli gizli duvar yazılarıyla salyalarınızı akıtıyorsunuz. Halkımız ne de güzel demiş; “İt ürür kervan yürür.” diye... Size sizin yöntemlerinizle cevap vermek, sizin gibi olmak demektir. Alçalmak, çukurlaşmak, çakallaşmaktır. Zira bizim yapacak çok işimiz var. Özelde Yamanlar Halkını, genelde Türkiye Halklarını örgütlemek, Demokratik Halk İktidarını kurmak gibi yüce bir görevimiz var. Bizi bu görevimizi yerine getirmekten hiçbir güç alıkoyamaz... 27.03.2012 HKP İzmir İl Örgütü Tayyipgiller Halka Zulmetmekte Sınır Tanımıyor B-D Emperyalistlerinin desteğiyle vatan topraklarını örümcek ağı gibi saran Tayyipgiller, halk düşmanı politikalarını uygulamaya aralıksız biçimde devam ediyor. En ufak bir hak arama mücadelesine, demokratik talebe karşı tazyikli su, gaz ve copla cevap veren, efendisi Obama’dan aldığı emirler doğrultusunda kardeş Suriye Halkının meşru iktidarına karşı tehditler savuran Tayyipgiller, bir taraftan da halkımızın cebine, sofrasına el uzatmaya devam ediyor. Benzine art arda yapılan yüksek oranlı zamlardan sonra halkımızın harcama kalemleri içerisinde önemli bir yer tutan elektrik ve doğalgaza, son zammın üzerinden yedi ay geçmeden ikinci kez zam yapıldı. Hatırlayacağımız gibi 2011 Ekim ayından geçerli olmak üzere elektriğe % 9.57, doğalgaza ise % 14.35 oranında zam yapılmıştı. Daha bu zammın üzerinden altı fatura geçmişken aynı enerji türlerine bu sefer daha fahiş oranda zamlar yapıldı. İşsizlik, pahalılık, zam, zulüm cehenneminde inleyen halkımız artık elektriği % 9.6, doğalgazı ise % 18.72 oranda zamlı kullanacak. Hatta ödemede düşeceği darlıktan, güçlükten dolayı kullanamayacak; soğukta oturmaya, ya da tekrar odun kömür kullanmaya yönelecek. Utanmak gibi insani bir duyguya sahip olmayan Tayyipgiller’in enerji bakanı Taner Yıldız, “Bu zammı yapmamak için kendimizi çok zorladık. Zammın sebebi arz-talep dengesizliği değil”, diyor. Peki, neymiş bu fahiş zamların sebebi? “Bu enerji türlerini satın aldığımız coğrafyalardaki siyasi istikrarsızlık”mış… Bu bölgeyi siyasi istikrarsızlığa mahkûm edenler kimler? Tabiî ki AB-D Emperyalistleri. Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 Emperyalistler gelecek, Ortadoğu’yu kan gölüne çevirip meşru iktidarları yıkacak, bizim yerli satılmışlarımız da bu durumu gerekçe göstererek enerji kaynaklarına fahiş zamlar yapacak… Siz değil misiniz o bölgelerdeki istikrarı bozan politikaları uygulayan emperyalist devletlerin işbirlikçiliğini, tetikçiliğini yapanlar? Siz değil misiniz ağababanız Obama’dan aldığınız emirler doğrultusunda İran’dan petrol alımını % 20 azaltıp emperyalistlerin kan gölüne çevirdiği, bütün kaynaklarına el koyduğu Libya gibi devletlere yönelerek halkımızın parasını emperyalistlerin kasasına akıtanlar? Yapılan son zamlar bir kez daha göstermiştir ki para tanrısının kulları olan Tayyipgiller için halkımıza zulmetmenin sınırı yoktur. Ama biliyoruz ki hiçbir zalimin, hiçbir halk düşmanının devranı sonsuza kadar sürmez. Tarihte halkına zulmeden tüm iktidarlar hak ettikleri cezayı görmüşlerdir. Tayyipgiller’in zamları, zulümleri arttıkça halkımız da tepkisini daha net biçimde ortaya koyacaktır. Ve eninde sonunda halkımız Partisinin öncülüğünde, Kurtuluş Partisi’nin öncülüğünde örgütlenecek ve bu zalimleri iktidardan alaşağı edecek, Demokratik Halk İktidarı’nı kuracaktır. 02.04.2012 Elektrik ve Doğalgaz Zammı Geri Alınsın! İşsizliğe, Pahalılığa, Zamma, Zulme Son! Yaşasın Demokratik Halk İktidarı! Yaşasın Sosyalizm! Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] 3 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller 07 Ocak 2012 tarihinde Kurtuluş Partisi İzmir İl Örgütü tarafından düzenlenen ve Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş’ın sunduğu “BOP İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller” konulu Konferansı olduğu gibi yayımlıyoruz. Değerli arkadaşlar, Bildiğimiz gibi burjuva aydınlarının bir pelesengi vardır: “Tarih tekerrürden ibarettir” derler. Bu düz bakışla, Aristo mantığıyla doğru gibi görünen fakat gerçekte tümden yanlış bir bakış açısıdır Tarihe. Biz, Diyalektiğe inanan insanlar olarak, doğanın ve toplumun sürekli bir akış, oluş, eylem içerisinde olduğuna inanırız. Doğada ve toplumda hiçbir şey aynı olmaz. Şu anda bu salonda bulunan insanlar olarak bizler bile toplantı sonunda aynı insanlar olmaktan çıkarız. Görünüşümüzde bir değişiklik yoktur ama içimizde, ruhumuzda, bilincimizde, doğaya ve topluma bakışımızda belli bir ölçüde de olsa değişiklikler olur. Toplantı başındaki bizle toplantı sonundaki biz, aynı biz değilizdir artık… Tarih de aynen böyledir. Evet, Tarihteki kimi olaylar, süreçler, hedefler, planlar, projeler de birbirine benzer. Bazen öyle olur ki, sanki aynı olayları yeniden yaşıyormuşuz gibi oluruz; olaylar öylesine birbirine benzer. Oysa aradan geçen sürede, bir hayli değişiklikler olmuştur. Örneğin eski ulusların yerini yeni uluslar, eski savaş araç gereçlerinin yerini yeni savaş araç gereçleri, eski düşmanların yerini yeni düşmanlar, eski dostların yerini yeni dostlar almıştır vb… Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda da bu durumu görüyoruz. Ülkemiz bir anlamda 1900’lü yılların başındaki Osmanlı’ya benziyor. Bir avuç büyük emperyalist devlet tarafından ülkemizin yeraltı ve yerüstü servetleri talan edilecek ve yağmadan aslan payını kim alacak… İşte emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerin tek meselesi budur… Arkadaşlar, Bildiğimiz gibi ABD, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ya da “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” adlı bir projeyi hayata geçirmeye çalışıyor. Ortadoğu’yu ve daha da genişleterek Kafkaslar, Afganistan’ı, Pakistan’ı ve Afrika’nın kuzeyini yeniden dizayn etmek istiyor bu projeyle. Ve yeni yeni devletler ortaya çıkarmaya hazırlanıyor. Birinci Emperyalist Evren Savaşı’yla bölünmüş, parçalanmış, yağmalanmış tüm bu bölgeyi, bu kez de kendi çıkarlarını ön plana alarak bir kez daha bölmek, parçalamak ve yağmasını sürgit devam ettirmek istiyor. İşte ABD’nin bu Projesi’nde, Ortadoğu’yu ve Kuzey Afrika’yı yeniden şekillendirme, bölme, parçalama, yeni yeni devletçikler oluşturma Projesi’nde Türkiye ve Tayyip de görevli. Hem de aktif olarak. Bizzat Tayyip bu Proje’nin eşbaşkanı. Sinevizyonda izlediğimiz gibi Tayyip, önce şöyle söyleyerek bu görevini inkâr ediyor: “Ben çok açık net bir şey söylüyorum. Ellerine bir kâğıt almış dolaşıyorlar. ‘Amerika’nın bir projesidir’ diye. Bunu ispat ederlerse biz her şeye varız. Ama ispat edemezlerse alçaktırlar, namussuzdurlar. Bu kadar açık konuşuyorum. Bu kadar ağır konuşuyorum.” Ama aynı Tayyip daha sonra ise şöyle söylüyor: “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. edir o görev? “Biz Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesinin eşbaşkanlarından bir tanesiyiz. Ve bu görevi yapıyoruz biz.” Gördüğümüz gibi Tayyip, “alçaktırlar, namussuzdurlar” noktasından “eşbaşkanıyım, görevliyim”, noktasına sıçrayıveriyor, efeliğe sıçrıyor yani kendisi açısından. Aktif savunucusu konumuna geliyor. Bir, Tayyip’in bu yanını, kişiliğini, bu çelişkilerini görmemiz gerekiyor. İkincisi, sinevizyonda izlediğiniz haritada da gördüğümüz gibi, iki haritada da gördüğümüz gibi, emperyalistler özellikle Ortadoğu’yu ve Afrika’yı, sözcük olarak değil, gerçekten (1910’larda, 20’lerde İngiliz Emperyalizminin bürokratlarının yaptığı gibi) bugün ABD Emperyalizminin, bürokratları, masa başında oturuyorlar ve ülkelerin sınırlarını cetvelle çiziyorlar. Gerçek anlamda, oradaki gördüğümüz sınırlar, cetvelle çizilmiş sınırlardır. Oysa sınırlar doğaldır. Girintileri çıkıntıları vardır, diğer tarafta da gördüğümüz gibi. Ama bu sınırlarda, Afrika ve Ortadoğu’daki kimi sınırlarda hiçbir girinti ve çıkıntı yok. Tamamen düz çizgiler. Niye? David Fromkin adlı yazarın “Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu asıl Yaratıldı, 1914-1922” adlı gördüğünüz şu kitabında da ayrıntılıca ve çok açıklıkla anlatıldığı üzere, o zamanki İngiliz Emperyalizmi, Fransız Emperyalizmi, Çarlık Emperyalizmi ve özellikle de İngiliz-Fransız Emperyalizmi planları hazırlıyorlar, masa başında kotarıyorlar, sonrasında da bunun uygulamasını yapıyorlar. Ve başlangıçtaki planlarını aşağı yukarı da hayata geçiriyorlar. Birinci Emperyalist Evren Savaşı, bir başka söyleyişle Osmanlı’nın paylaşım savaşıdır. Yani Birinci Emperyalist Evren Savaşı Batıda, Avrupa’da başlamış ve Batıda gelişmiş olmasına rağmen, Avrupa’da sürüyor görünmesine rağmen, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuAlmanya ve İngiltere-Fransa-Çarlık Rusyası arasında sürdürülen bir savaş olarak başlamışken ve bir müddet öyle gitmişken, daha sonra asıl mecrasına akıtılıyor ve Osmanlı’nın paylaşılması noktasına kadar götürülüyor. Çünkü tâ 1800’lü, 1700’lü yıllardan beri Batılı devletler “hasta adam” dedikleri Osmanlı’yı yıkmaya karar vermişlerdi. Fakat paylaşımda anlaşamadıkları için daha doğrusu çıkarları birbiriyle çeliştiği için bu paylaşımı bir plana bağlayıp sonuçlandıramamışlardı. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’yla birlikte artık kaçınılmaz şekilde Osmanlı paylaşılacaktı. Kimin payına neyin düşeceği de bu savaşın galiplerinin ve mağluplarının kimler olduğunun belirlenmesiyle tayin edilecekti. Büyük Ortadoğu Projesi, ABD’nin 43’üncü Başkanı Bush hükümeti tarafından “Büyük Ortadoğu” adıyla duyurulan, en batıda Fas’ın Atlantik kıyılarından, en doğuda Pakistan’ın kuzeyindeki Karaburun yaylalarına, kuzeyde Türkiye’nin Karadeniz kıyılarından güneyde Aden ve Yemen’e kadar uzanan bir bölgeyi kapsıyor. Böylesine geniş bir coğrafyada “Büyük Ortadoğu Projesi” gerçekleştirilmeye, hayata geçirilmeye çalışılıyor. Ve o proje, değişik aşamalardan geçiriliyor; 2004 yılındaki G8 zirvesinde de gerçekleştirmek üzere pratik ilk adımlar atılıyor. Sonrasında da kademeli olarak yeni toplantılar yapılarak proje hayata geçirilmeye çalışılıyor. Kurumsallaştırılarak alt örgütlenmeler kuruluyor, eşbaşkanlıklar kuruluyor. İşte, Türkiye ve Tayyip bu eşbaşkanlardan bir tanesi oluyor. Sonra İtalya, Yemen. Ve ABD zaten dışişleri bakanıyla eşbaşkan olarak bu projenin içinde yer alıyor. Yani başlangıcı, hayata geçirilişi 2000’li yılların başında oluyor, bugüne kadar devam ediyor, değerli arkadaşlar. Ve 2003 yılında Condoleezza Rice, o zamanki Ulusal Güvenlik Danışmanı, “Ortadoğu’yu Dönüştürmek Şart” başlığı altında Washington Post Gazetesi’nde bir makale yayımlıyor. Ve o makalede de “Büyük Ortadoğu Projesi”nin hedeflerini açıklıkla anlatıyor: “2. Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra ABD kendisini Avrupa’nın uzun dönemli dönüşümüne vakfetti. Savaşın yol açtığı kayıp ve yıkımı gözden geçiren siyaset mercilerimiz, başka savaşların düşünülemeyeceği bir Avrupa yaratmak için masaya oturdu. Bizler ve Avrupa halkları, demokrasi ve refah vizyonuna samimiyetle inandık ve bunu birlikte başardık. “Bugün Amerika ile dost ve müttefikleri, kendilerini dünyanın bir başka kısmında, Ortadoğu’da uzun vadeli bir dönüşüm yaratmaya vakfetmek durumunda. Toplam 300 milyon insanın ve 22 ülkenin bulunduğu Ortadoğu’nun bütün yıllık geliri, 40 milyonluk İspanya’nın gerisinde. Önde gelen Arap aydınlarının, siyasi ve ekonomik ‘özgürlük açığı’ dediği şey yüzünden bütün bölge geri kalmış durumda. Birçok ülkede hüküm süren umutsuzluk, nefrete dayalı ideolojileri besleyen verimli bir toprak; insanları üniversite eğitimlerini, kariyerlerini ve ailelerini bırakıp kendilerini havaya uçurmaya ve mümkün olduğunca fazla masum insanın hayatına kastetmeye ikna eden ideolojiler bunlar. (Bu ideoloji, bildiğimiz gibi, onlara göre İslam İdeolojisidir. - G. Çıngı) “Bu ideolojilerin takipçileri bölgesel istikrarsızlığın kaynağını ve Amerika’nın güvenliği açısından daimi bir tehdit teşkil ediyorlar. Görevimiz, Ortadoğu’da daha fazla demokrasi, hoşgörü, refah ve özgürlük isteyenlerle beraber çalışmak. “(…) “Zamana ihtiyaç var “Ortadoğu’nun dönüşümü kolay olmayacak ve zaman alacak. Amerika’nın, Avrupa’nın ve bütün özgür ülkelerin geniş seferberliğine ihtiyaç duyulacak; bölgede, özgürlük konusunda bizim düşüncelerimizi paylaşanlarla tam işbirliği içinde çalışacağız. Bu sadece askeri bir kararlılık değil, ulusal gücümüzün tüm unsurlarını (diplomatik, ekonomik ve kültürel) seferber ettiğimiz bir süreç olacak. (…) Bu işten vazgeçmeyeceğiz. Dünya için daha fazla güvenlik istediğimiz kadar, bölge insanları için de daha fazla özgürlük istiyoruz.” diyor. (Radikal, 10.08.2003) Yani çok netçe görülüyor ki, BOP, GOP, ABD’nin ve AB-D Emperyalistlerinin bir planıdır, projesidir ve bunun hayata geçirilmesi için çalışılıyor şu anda. Öncelikle burada netçe anlaşmamız gerekiyor. Yani bu proje somut bir proje, sınırları çizilmiş 22 ülkeden, 300 milyon insandan söz edili- yor ve bu bölge şekillendirilecek. O yüzden Tayyip’in başta söylediği, “Harita dolandırıyorlar ellerinde. Yoktur böyle bir proje. Bunu söyleyenler şerefsizdir, alçaktır” sözlerini kendisine iade ediyoruz. Yani kendisi şerefsiz ve alçaktır… Bizzat Condoleezza Rice, Bush ve diğer AB-D Emperyalistleri yetkilileri bunu açıklıkla dile getiriyorlar, değerli arkadaşlar. Ortaklaşmamız gereken birinci nokta burasıdır. İkincisi, Ortadoğu deyince bir Arap Ulusu aklımıza geliyor ilk anda. 22 parçaya bölünmüş Arap Ulusu aklımıza geliyor. Yani Arabistan, Irak, Ürdün, Suriye, Bahreyn, Kuveyt, Umman gibi ülkelerden söz ediyoruz ve bu ülkeler Osmanlı döneminde ayrı ayrı ülkeler değiller. Tarihsel olarak değişik adlar alsalar da (zaman zaman Hicaz Eyaleti olarak adlandırılıyor, bazen Arabistan Eyaleti olarak adlandırılıyor, Suriye Eyaleti olarak adlandırılıyor), Osmanlı kendi tarihsel sürecine göre idari bölmeler yapıyor. Vilayetler, eyaletler kuruyor ama bir bütün olarak Arap coğrafyasında hüküm sürüyor Osmanlı. Ama Osmanlı’nın artık özellikle 20’nci Yüzyıl başında tamamen çöküş sürecine girmesiyle birlikte, demin de söylediğim gibi büyük emperyalist devlerin biricik politikası, Osmanlı’nın hâkim olduğu Ortadoğu’daki, Kafkaslar’daki ve Balkanlar’daki topraklarının paylaşılması savaşına dönüşüyor, Birinci Emperyalist Evren Savaşı. O zamana kadarki tarihsel süreçte, Osmanlı Çarlıkla savaştığında İngiliz Emperyalizmi Osmanlı’yı Çarlığa karşı destekliyor. Bazen Fransa ile çarpıştığında İngiliz Emperyalizmi destekliyor. Bazen İngiliz Emperyalizmine karşı Fransız Emperyalizmi destekliyor ama Batılıların deyimiyle “hasta adam” Osmanlı, sürekli olarak bir çöküşe doğru gidiyor. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte, kapitalizmin getirdiği geniş olanakların sonucunda, Batı hızla ekonomik ve askeri planda gelişip güçlenirken, Ortaçağcı-Şeriatçı ideolojide kalmış, Tefeci-Bezirgân Sermayenin hâkim olduğu Osmanlılık da kerte kerte bataklığa gidiyor ve ne siyasi planda ne ekonomik planda herhangi bir atılım içerisine giremiyor. Aksine ekonomik ve politik olarak Batıya bağımlı bir ülke konumuna düşüyor. Dolayısıyla da Batılı devletler, özellikle 1856 Kırım Savaşı’ndan sonra, artık Osmanlı’nın çöküş dönemine girdiği, paylaşılması gerektiği sonucuna varıyorlar. Yani Osmanlı’nın 1920’li yıllara kadar paylaşılmayışının en önemli nedeni, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkilerdir… Hangi noktada? Osmanlı Devleti’nin topraklarının paylaşılması noktasında çelişkiye düştükleri için, aslan payını kim alacak, yağmadan kim en çok pay koparacak savaşına düştükleri için Osmanlı’nın kesin yıkılışı gecikmiş oluyor. Ama Birinci Emperyalist Evren Savaşı’yla birlikte Batılılar artık bu işin daha fazla devam edemeyeceğini görüyorlar. Ama Osmanlılık yıkılırken bile tarihsel büyük bir olay gerçekleştiriyor: Çanakkale Savaşları, Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nın gidişinde çok önemli bir dönüm noktası yaratıyor. Çanakkale coğrafyasını, haritasını da gözönüne getirdiğimizde okyanuslardan Akdeniz’e, Ege Denizi’ne giriş ve oradan Karadeniz’e geçiş yoludur, bildiğimiz gibi. Çanakkale’yi tutan, Karadeniz’i zaten tutuyor. Yani Karadeniz’e kıyısı olan ve Rusya’yı, o zamanki adıyla Çarlık Rusyası’nı ve Çarlık Rusyası’na bağlı ülkelerin tamamının donanmalarını, ihracatını ve ithalatını engelleyebilecek bir konumda, mevkide Çanakkale Boğazı. Osmanlı orayı tuttuğu için ne İngiltere, ne İtalya ve ne de Fransa kendi mallarını oraya götürebiliyorlar. Ne savaş gemilerini, savaş mühimmatı ve diğer lojistik malzemeleri taşıyan gemilerini, Karadeniz’e geçirip Rusya’ya yardımcı olabiliyorlar ne de Rusya, savaş gemilerini açık denizlere, sıcak denizlere çıkarabiliyor; ihraç ürünlerini bu boğazdan geçirip dünya pazarlarına sürebiliyor. Ve emperyalistlerin Çanakkale’ye, Tarihin o zamana kadar gördüğü en büyük donanmayı yığmalarının nedeni de zaten bu: Çanakkale Boğazı’nı açmak, Karadeniz’e çıkarak Rusya’ya yardıma gitmek, o cepheden Almanlarla savaşmak. İngilizler bakımından özel olarak da Osmanlı’yı ele geçirerek Hindistan’a giden yolun tamamına hâkim olmak. Ortadoğu’ya ve dolayısıyla Hindistan’a tamamen hâkim olmak… Hindistan’a hâkim olmak şu aslında; o dönemde Hindistan, İngiltere’ye bağlı bir sömürge, bildiğimiz gibi, Genel Valiyle yönetilen bir sömürge. Ama İngiliz Emperyalizmi hiç rahat etmiyor, Hindistan’a o an için hâkim olması, tek başına Hindistan’a sürekli olarak hâkim olacağının garantisi anlamına gelmiyor. Neden? Birincisi, Rus Çarlığı ile aralarındaki çelişkilerden ötürü, Çarlık Rusyası’nın Hindistan’a sarkma tehlikesini hep gözetiyor. İkincisi, savaş sırasında özellikle Osmanlı’nın ve Almanların, başta da Almanların Ortadoğu’dan geçerek Hindistan’ı ele geçirmek isteyeceği, Hindistan’ın Müslüman halklarını ayaklandırmak isteyeceği, Afganistan’ı kışkırtacağı ve dolayısıyla da sömürgeleri olan, kendilerine bağlı Hindistan’ın ellerinden çıkacağı kaygısını taşıyorlar. O bakımdan da tüm çabalarını Ortadoğu’yu ele geçirmek, Hindistan’ın güvenliğini sağlamak, Kafkaslara çıkmak, dolayısıyla hem Karadeniz’i hem de Balkanları hâkimiyetleri altına almak istiyorlar. Ama Çanakkale Savaşı’yla birlikte Osmanlı İmparatorluğu, yıkılırken bile emperyalistlerin bu planlarını bozduğu için Çarlık Rusya’sı yalnız kalıyor ve Büyük Proleter Ekim Devrimi gerçekleşiyor. Bolşevik Partisi, bu savaşın getireceği yıkımı önceden görüp halka gösterdiği için ve bu yıkımı yaratanın emperyalist devletlerin Finans-Kapitalistleri olduğunu; Proletaryanın, tüm ülkelerde silahları kendi burjuvalarına yöneltmeleri gerektiğini önerdiği için ve halkı bu görüşler doğrultusunda örgütlediği için Ekim Devrimi’ni gerçekleştiriyor. Yani dolayısıyla bu kitapta (David Fromkin’in bu kitabında) da Churchill, Lloyd George ve bütün İngiliz Emperyalistleri, Fransız Emperyalistleri yana yakıla anlatıyorlar ki, Çanakkale olmasaydı Tarih farklı yazılacaktı. Ve savaş 5-6 ayda bitecekti diye hesaplanıyor. Özellikle Çanakkale’yi ele geçirdiğimiz anda İstanbul’u ele geçiriyoruz, Osmanlı’yı yeniyoruz, Çarlık’la birleşiyoruz, Ortadoğu’yu tümden Hindistan’la birleştiriyoruz ve Almanları Avrupa’da hapsediyoruz…. Ve şöyle söylüyorlar; bir tek mayın hattı, her iki taraftan 500 milyon insanın canına mal oldu. Yani 18 Mart’ta bir Fransız savaş gemisinin, mayına çarpan bir geminin batmasıyla birlikte, Çanakkale yenilgisi başlamış oluyor. (Fransız savaş gemisinin batmasını müteakip iki İngiliz savaş gemisi daha mayına çarpar. Ardından bir İngiliz gemisi daha batar. Ve bir Fransız gemisi de karaya oturur.) Dolayısıyla da 5-6 ay içerisinde bu savaş bitecek hesapları Çanakkale’deki, zaferimiz, direniş ve zaferimizle birlikte tuzla buz oluyor ve savaşın tâ 1918’lere kadar, 1918 sonuna kadar sürmesine neden oluyor. Ve sadece orada kalmıyor. Osmanlı’nın yıkılmasıyla Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra da Mustafa Kemalcilerin, Kuvayimilliyecilerin ortaya çıkmasıyla birlikte, Anadolu’nun paylaşılması üzerine yaptıkları planlar, özellikle de İngiliz Emperyalistlerinin hevesleri bir kez daha kursaklarında kalıyor. Ve bir daha atak yapmak durumunda kalıyorlar. Yunanistan’ı devreye sokuyorlar. Kurtuluş Savaşı’nı boğmak, Mustafa Kemalcileri enterne etmek, Yunanistan’a işte İzmir’imizi vermek, Ege’yi vermek, bildiğimiz gibi Antalya Bölgesini Konya’ya kadar İtalyanlara vermek vb. emelleri Mustafa Kemalcilerin direnmesi, Kuvaymilliye’nin gerçekleşmesi başta İngiliz Emperyalistleri olmak üzere tüm emperyalistlerin oyunlarını bozuyor. Karadeniz’deki oyunlar bozuluyor Sovyetler’in ortaya çıkmasıyla birlikte ve denge bir kez daha değişiyor. Ama sonuç olarak, bütün bu değişiklikler içerisinde bir ana hattı hiç kaçırmıyorlar ve onu başarıyorlar; Ortadoğu’yu paylaşmak emellerini, Osmanlı topraklarını paylaşmak emellerini gerçekleştiriyorlar. Ve Ortadoğu’da; Irak, Suriye, Ürdün, Hicaz, Lübnan ülkelerini ortaya çıkartıyorlar, değerli arkadaşlar. Bir harita çiziliyor fakat hayat masa başı planlarında olduğu gibi akmıyor. Emir Hüseyin Faysal diye bir Hicaz Emiri var, Şerif Hüseyin Bin Ali diye uzun bir adı var. Osmanlı’nın Hicaz’a atadığı beylerbeyi, eyalet beyi diyelim, onlar İngilizlerin desteğiyle bütün bir Arabistan’ı kendi Haşimi sülalesinin güdümünde örgütlemek, yönetimlerine almak, bir devlet kurmak isterlerken, Vahabbiler denilen, bugün de Suudi Arabistan’da hüküm süren, iktidarda olan Suud sülalesi, emir Hüseyin kabilesiyle çelişiyor, aralarında savaş çıkıyor ve sonuçta Suudların ağır bastığını gören İngilizler Suudları destekleyerek onların iktidar olmalarını sağlıyorlar. Hicaz yani Arabistan, Suud Sülalesinin elinde kalıyor. Emir Hüseyinler yenilmiş oluyor. Ama yenilmek tek başına yenilgi olmuyor onlar için. Oğullarından bir tanesi, Emir Hüseyin’in oğullarından bir tanesi Abdullah, “Biz Osmanlıya eden İsyan Ettik” adlı şu gördüğünüz kitabın da yazarı, o dönemi, o süreci anlatıyor. Emperyalistler, 1922 yılında Mavera-i Ürdün diye bir devlet kuruyorlar. Mavera-i Ürdün de Doğu Ürdün demek oluyor. Ve sonrasında “doğu”yu da kaldırıyorlar, Ürdün Devleti’ni oluşturuyorlar. Ve Emir Hüseyin’in oğlu Abdullah, önce Ürdün Emiri oluyor, sonra Ürdün Kralı oluyor. Ve sonrasında da Abdullah’tan sonra Ürdün’de Tallal geliyor. Sonra Kral Hüseyin geliyor. Kral Hüseyin’i artık biz yaştaki arkadaşlar hatırlayacaklardır. Bizden sonraki kuşaklar da ölümünü hatırlayacaklardır. 1999’da öldü hatırlayacaksınız. Ki, Kral Hüseyin biliyorsunuz, Filistin Halkını katliama uğratan birisiydi. Yani 1970’li yıllardaki büyük katliamı gerçekleştiren kraldı. Sonrasında da şu anda 2. Abdullah Ürdün Kralı olarak varlığını sürdürüyor. Emir Hüseyin’in bir diğer oğlu olan Faysal, Birinci Faysal diye adlandırılıyor, Irak Kralı oluyor, değerli arkadaşlar. 1933’te ölüyor, sonra onun kardeşi Gazi, Irak Kralı oluyor. Sonrasında da 2. Faysal iktidara geliyor. O da 1958 yılında BAAS Partisi tarafından iktidardan alaşağı ediliyor ve Irak’ta Cumhuriyet kuruluyor bildiğimiz gibi, değerli arkadaşlar. Emir Hüseyin’in bir diğer oğlu da, Ali de, 1924-1925 yıllarında Hicaz Kralı oluyor. İşte Kral Abdullah şu kitabında da (Klasik Yayınları bir dizi kitap çıkarttı bu seriyle ilgili olarak. “Arap Gözüyle Osmanlı” adı altında aşağı yukarı 7 kitaptan oluşan bir seri çıkarttı. Şimdi “Balkanlar gözüyle Osmanlı” diye bir seri kitap çıkartıyor. Ve burada, işte bu kitapta, Kral Abdullah’ın kitabında da), İngiliz Emperyalizmine nasıl uşaklık ettiklerini, yani İngiliz Emperyalizminin planlarını nasıl yerine getirdiklerini açılıkla anlatıyor. Ve kitabının son sözlerini, anılarının son sözlerini de şöyle bitiriyor Kral Abdullah; “Ey Araplar! Bilmelisiniz ki İngiltere ile işbirliğine eğilimli olmamız gerekiyor. Çünkü dikkat edin, bütün büyük uluslar onlara karşı çıkmaktan aciz kalmışlardır. İngiltere hiç kimseye hak etmediği değeri vermez. İngiltere yalancı, korkak ve tembellerle işbirliği yapmaz. İngiltere politikalarını, duygularıyla hareket ederek ya da herhangi bir antlaşma veya savaşta kendisine yapılan yardımlara bakarak oluşturmaz. Tam tersine, İngilizler sabırlı ve istikrarlı bir millettir ve ancak güçlülere saygı duyarak onları kendilerine katmak isterler. Başarısızlığı sevmedikleri gibi, ondan uzak dururlar. Şu halde siz de güçlü, uyanık, sözünün eri ve dikkatli olun ki İngiltere yanınızda yer alsın ve dostluğunu sizinle paylaşsın. “Sözlerimin sonunda Britanya’ya, Krala ve lider Churchill’e saygı, hayranlık ve en iyi duygularımı sunuyorum.” diyerek, kitabını, anılarını noktalıyor. (Kral Abdullah, Biz Osmanlı’ya Neden İsyan ettik?, s. 242-243) İşte kitabının tümünde de nasıl İngilizlerin kendilerine yardım ettiğini, kendilerini Osmanlı’ya karşı nasıl savaştırdıklarını anlatıyor. Bunların savaşı, Genel Başkanımızın da söylediği gibi, Para savaşı. Onların biricik tanrısı, Para Tanrısıdır. Ve İngiliz Emperyalizmi o gün için paraya sahip olduğu için bunları parayla satın alıyor. Her birinin fiyatı var… Şu kitapta David Fromkin uzun uzun anlatıyor. Suud’un başlangıçta aylık maaşı 30 bin sterlin iken savaşın sonuna doğru 100 bin sterline çıkıyor. Haşimi sülalesine, Emir Hüseyin’e ve oğullarına verilen para daha fazla iken krallıklara bölününce payları azalıyor. Her birine maaş bağlıyorlar ve bunlar açık-net, gizli kapaklı şeyler değil. Bizzat burada da anlatılı- 4 yor. Hani Lawrence diye bir İngiliz ajanı vardır. Ortadoğu’yu yarattığı söylenen İngiliz ajanı. Bütün Araplara soruluyor, David Fromkin’in bu kitabında anlatılıyor, “Lawrence’ı tanıyor musunuz?” diye, “Altın getiren adamdı” diyorlar, değerli arkadaşlar. Öyle hatırlıyorlar. Çünkü altınla Arap Kabilelerini satın alıyorlar, sterlinle Arap Kabilelerini satın alıyorlar. Yani Arapların Osmanlı’ya isyanı gerçekten ulusal talepler üzerinden şekillenmiş bir şey değil. Yoksa biz hiçbir ulusun Kendi Kaderini Tayin etmesine karşı çıkabilir miyiz, değerli arkadaşlar? Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı talebi, en temel, en demokratik haklardan bir tanesidir. En demokratik taleplerden bir tanesidir. Sosyalist ve komünist bir talep değildir Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını savunmak. En başta gelen, temel demokratik haklardan bir tanesidir. O bakımdan Partimiz elbette Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını sonuna kadar savunmaktadır. Ama Arap hakim gerici sınıflarının orada yaptığı, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı çerçevesindeki bir talep değil. Ayaklanma, isyan değil. Aksine emperyalistlerin altınları ve paralarıyla, emperyalistlere hizmet için, emperyalistlerin davalarına kaderlerini bağlayarak, bütün çıkarlarını, bütün geleceklerini emperyalistlerin davalarına bağlayarak Osmanlı’dan kurtulma ve kendilerine yeni bir efendi bulma savaşıdır, ne yazık ki. O bakımdan, o gün için Arap dünyasının gelişimi, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı çerçevesinde olmuş, ulusların kendi kaderlerine sahip çıktıkları bir süreç izlemiyor. Aksine, bir tek Arap Ulusu’nun 22 parçaya bölünmesiyle sonuçlanan, emirliklere, krallıklara, sultanlıklara bölünmesiyle paylaşılan bir duruma geliyor ve bugün de ne yazık ki o parçalanma devam ediyor… Az önce okuduğum kralların tamamı da aynı emperyalistlerin güdümünde, onların politikalarını uşakça uygulamış, ama sonuçta Irak, Suriye, Mısır gibi kimi krallıklar devrimci halk hareketleriyle (tıpkı bizim ülkemizde olduğu gibi bir 27 Mayıs benzeri Devrimci Ordu Gençliğinin hareketleriyle) yıkılmıştır ve cumhuriyetler kurulmuştur. Yukarıda dediğimiz gibi, bir tek ulus olan Arap Ulusu’nu emperyalistler 22 devlete bölüyorlar. Fakat orada kalıyorlar mı? Bu bölünmüşlükle yetiniyorlar mı? Emperyalistler orada bırakıyorlar mı? Yani bugünkü, 2000’li yıllara kadarki genel haritayı olduğu gibi bırakıyorlar mı? Hayır bırakmıyorlar. İşte BOP da zaten onu amaçlıyor. O ülkeleri de şimdi atomuna kadar parçalamak istiyorlar. Sizler de gazetelerde okudunuz, geçtiğimiz ay ABD Emperyalistleri Irak’tan askerlerini çektiler. Artık büyükelçilikleri ve askeri üsleri korumak için kalan askerler dışında, ABD askeri ve diğer Batılı Emperyalistlerin askerleri Irak’ta yok. Bu konuyla ilgili olarak ABD Başkanı Obama şöyle söylüyor Irak’tan dönen son askerleri karşılarken yapılan törende: “(…) “Askerlerimizin Irak’ta yaptığı mücadeleler, ölümler, kan akması ve inşa, eğitim bizi başarı anına götürdü. Tabiî ki Irak mükemmel bir yer değil. Ancak geride egemen, istikrarlı ve seçilmiş bir hükümeti bulunan Irak bırakıyoruz.” (Milliyet, 16 Aralık 2011) ABD Savunma Bakanı Leon Panetta: ‘Amacımıza ulaştık’ “Irak’ın resmen Iraklılara teslim edilmesi görevini üstlenen ABD Savunma Bakanı Leon Panetta ise Irak’a gitti. Bağdat Uluslararası Havalimanı’nın yakınındaki Sather Üssü’ndeki törenle Amerikan bayrağı asılı olduğu gönderden indirildi. Amerikan askerlerinin baskınları, tutuklamaları, öldürmeleri Iraklıların hafızalarında canlılığını korurken Panetta, törende yaptığı konuşmasında savaşın amacına ulaştığını ilan etti. “Törene katılan 160 Amerikan askerine seslenen Panetta, ‘Burada çok kanımız döküldü. Ancak hiçbiri boşa gitmedi. Bu kanlar Irak’ı egemen ve bağımsız, kendi kendisini yönetebilen ve koruyabilen bir ülke yapmak içindi’ dedi. Panetta, konuşmasını ‘Fedakarlığınızın, Irak halkının bir tirandan kurtulmasına yardım ettiğini, onlara gelecek ve barış umudu verdiğini bilerek ayrılacaksınız’” diyor. (agy) ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ise diyor ki: “Biz görevimizi yerine getirdik, birleşik bir Irak bırakarak ayrıldık. Yaptıklarımızın, yaşanılanların bıraktığımız Irak’a değdiğini düşünüyoruz.” Şimdi, bunları söyleyen kişilere insan diyemeyiz biz. Yani bu savaş, 1.5 milyon insanın canına kıyılmasına, 4 milyona yakın insanın yurdundan edilmesine; 1.5 milyonun ülke içerisinde, 2.5 milyonun diğer çevre ülkelere, o kardeş ülkelere giderek mülteci durumuna düşürülmesine, en az 900 bin kadının dul bırakılmasına yol açan bir savaştır. Yani savaşın sonucunda böylesine acı sonuçlar doğmuştur. Ve Irak Halkı savaştan önce, işgalden önce kendi kendine yetebilen, petrolünün gelirleri ile Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 halkının geçimini sağlayabilen, sağlık ve eğitim sorunlarını çözmüş bir ülkeydi. Sünniler ve Şiiler bir arada yaşayabiliyordu. Araplar, Kürtler ve Türkmenleri bir arada tutabilen bir haldeydi. Ki Saddam’dan söz ediyoruz; devrimci bir iktidardan, bir halk iktidarından söz etmiyoruz. Yine Iraklı Parababalarının iktidarda olduğu bir iktidardan söz ediyoruz ama buna rağmen, Saddam dönemindeki Irak, bütünlüğünü koruyabilen, halkını sağlık, eğitim sorunlarının çözümü başta olmak üzere ekonomik olarak refah içerisinde yaşatabilen bir iktidardı. Ama bugün Irak açlık ve yoksulluk içerisinde, sefalet içerisinde olan bir ülke. 900 bin dul kadın… Dile kolay, arkadaşlar. Ve yerinden yurdundan edilmiş 4 milyon insan… Nüfusu ne ki zaten?.. Bu alçaklar ise hiç acımasızca diyorlar ki, egemen bir ülke olarak görevlerimizi yaptık ve layıkıyla çekildik, gözümüz arkada kalmıyor… Bakın bu konuda AB-D dostu, Parababalarının her dönemde hizmetinde olmuş kalemi M. Ali Birand bile ne diyor? “Amerika Irak’tan yenilgiyle ayrılıyor “Amerikan askerleri nihayet yaklaşık 9 yıllık bir işgalin ardından Irak’tan çekildi. ABD’nin “kasıtlı yanlış” istihbaratla; tüm dünyaya hem de Birleşmiş Milletler’de yalan söyleyerek başlatılan bir savaştan geriye resmi rakamlara göre 120 bin ölü kaldı. Britanya’nın en saygın gazetelerinden The Observer’ın ORB kamuoyu araştırma şirketine dayandırarak yayınladığı bir araştırmaya göreyse, ABD “Irak halkını özgürleştirmek” için başlattığı bu savaşta 1 milyon 200 bin kişinin ölümüne neden oldu. Geride paramparça, kaos içinde, tüm kurumları ve altyapısıyla çöküntü içinde ve daha da fakirleşmiş bir Irak kaldı. Daha da önemlisi ABD bölgede Şii-Sünni cepheleşmesine yol açtı. “Iraklılar, “Amerikalılar geldiğinde tek Saddam vardı. Şimdi binlerce var. Eskiden Şii miydik, Sünni mi bilmezdik, şimdi hayatımızı bu ayırım tanımlıyor” diyorlar. Özetle ABD her şeyi bozdu. Türkçesi, yüzüne gözüne bulaştırdı. (…) Öte yandan ABD bu yalanla zaten dünya halkları nezdinde sallantıda olan itibarını yerle bir etti. Güvenilirliği sıfıra indi. eredeyse tüm dünyada ABD karşıtlığı en üst seviyeye çıktı. İşlenen savaş suçları ise yaşanan her şeyin tuzu biberi oldu. ABD’nin “işkenceciliği” ve “savaş suçları” en fazla kendi halkını şoke eden fotoğraflarla belgelendi. İşte bunun için bence ABD, Irak Savaşı’ndan yenilgiyle çıktı. Washington ve Amerikan demokrasisi Irak’ta hem prestijini hem de inanılırlığını bıraktı.” (Mehmet Ali Birand, Posta, 17 Aralık 2011) Ve geldiğimiz nokta ne, arkadaşlar? “Irak’ta adım adım özerkliğe doğru”. Şu anda Milliyet’te yazan Aslı Aydıntaşbaş diye bir yazar var. Amerika’dan geldi aynen Yasemin Çongar gibi. Yasemin Çongar da Milliyet’in Washington muhabiriydi, oradan Türkiye’ye geldi ve bildiğimiz gibi Taraf’ın başına geçti ABD çiçeği olarak. Taraf gazetesiyle birlikte şimdi ülkeyi şekillendirme yönünde aktif faaliyet yürütüyor. Aslı Aydıntaşbaş da aynı mekanizmayla, Amerika’dan Milliyet’e, Türkiye’ye geldi ve şu anda yazdıklarıyla Milliyet’te Yasemin Çongar’ın görevini yerine getiriyor. İlişkileri çok geniş. İlişkileri, bağlantıları çok derin ve çok özel bilgiler aktarıyor. Ve hemen gitti Haşimi ile Kürdistan’da bir röportaj yaptı. Yukarıdaki başlık da o röportajın başlığı. Tarık Haşimi kim? Cumhurbaşkanı Yardımcısı. Başbakan kim? Nuri el- Maliki… Şimdi Başbakan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı hakkında terör örgütlerine yardım suçlamasıyla tutuklama kararı çıkartıyor. Bu Cumhurbaşkanı Yardımcısı kaçıyor, tutuklamadan kaçıyor, Kürt bölgesine gidiyor, Talabani’nin konuğu olarak Talabani’nin sarayında (adı gibi saray gerçekten.) şu anda orada yaşıyor. Cumhurbaşkanı kim? Talabani. Yani Cumhurbaşkanı, hakkında tutuklama kararı çıkmış bir Cumhurbaşkanı Yardımcısını kendi bölgesinde güvenlik içerisinde yaşatıyor, onun güvenliğini o sağlıyor. Bir Başbakan, Cumhurbaşkanı Yardımcısı hakkında tutuklama kararı çıkartabiliyor. Birleşik Irak işte bu, değerli arkadaşlar! ABD’nin geride bıraktığı Birleşik Irak bu… Bunlar neye tekabül ediyor? Talabani kimdir? Şimdi, bildiğimiz gibi Şii bölgesi var, Sünni bölgesi var ve Kürt bölgesi var Irak’ta. Kürt bölgesinin zaten Federe devleti var; bayrağı var, ordusu var, askeri var, parlamentosu var. Aslında tamamen bir devlet ama şu anda şeklen Irak yönetimine bağlı gözüküyor. Talabani de Irak Cumhurbaşkanı. Şiilerin lideri ve ülkenin Başbakanı kim? Nuri el- Maliki. Sünni kesiminin liderliğini kim yapıyor? Tarık Haşimi yapıyor. Yani Irak şu anda fiilen 3’e bölünmüş durumda. Dolayısıyla çok kısa bir sürede de, bir iç savaşın başlayacağı ve bu iç savaşın sonucunda da bu bölünmenin resmiyete geçeceği noktasında bütün yazarlar ortaklaşıyor. Bu gerçekliği ABD gülü Yasemin Çongar bile itiraf etmek durumunda kalıyor: “Üç ayrı Irak ve ABD “Saddam Hüseyin’i deviren Amerikan İşgali dokuz yıl sonra resmen sona erdi ama geride kalan ülkenin bütünlüğünü koruması zor görünüyor. Bağdat’ta yayımlanan ElSabah gazetesi, Amerikan askerlerinin ülkeden çıkışını anlatan karikatüründe durumu iyi özetlemiş: Önde üniformaları içinde iki Amerikan askeri yürüyor; arka planda kalan Irak’ın üç önemli siyasetçisi, ülkeyi çekiştirip dururken, askerlerden biri diğerine, “Onları barış ve huzur içinde bıraktık” diyor. “Barış ve huzur bir yana, bugün Irak’ta, meşruiyeti genel kabul gören ortak bir devlet yapısından söz etmenin güç olduğu söylenebilir.” (Yasemin Çongar, Taraf, 27 Aralık 2011) Bakın, Emperyalistler bir Irak’tan 3 devlet çıkardı… Suriye’yi hakeza, daha sonra da konuşacağız, Sünni-Şii, Arap-Kürt diye bölmek istiyor, onu da atomuna kadar parçalamaya çalışıyor. Yani dolayısıyla emperyalistler, 1920’li yıllarda çizdikleri, 22 parçaya böldükleri Ortadoğu ile yetinmiyorlar. Ne yapıyorlar? Atomuna kadar parçalamaya çalışıyorlar. İşte BOP’un genel hatları bunlar, değerli arkadaşlar. Bu konuda mesafe kat edip yol alıyorlar mı? Evet alıyorlar. İşte Libya’da, işte Tunus’ta, işte Irak’ta zaten hayata geçmiş durumda. Bu proje her gün yeni mevziler kazanarak onlar açısından devam ediyor. Bu proje hayata geçirilirken engeller de çıkıyor. Şimdi, Amerikan stratejistleri var, örneğin Brezesinski diye çok ünlü, yetkili de zaten. “Büyük Satranç Tahtası Amerika’nın Küresel Üstünlüğü ve Bunun Jeostratejik Gerekleri” diyerek bir kitap yazıyor ve bugünü ve 100 yıl sonrasını planlıyor, bu kitapta. 100 yıl sonra, 50 yıl sonra dünya nasıl bir şekil alacak, nasıl bir şekil almalıdır, Amerika hangi hamleleri yaparsa Japonya’yı, Rusya’yı, İngiltere’yi geriletir, Türkiye’yi, Polanya’yı ne yapar, Avrasya’da neler yapar, bunları anlatıyor. George Friedman diye yine bir araştırmacıları, “Gelecek Yüzyıl 21. Yüzyıl İçin Öngörüler” başlığıyla bir kitap yazıyor ve 100 yıl sonrasının dünyasını planlıyor. Yani sadece BOP’u planlamakla yetinmiyorlar. O çok küçük kalıyor bir bakıma, bakarsanız. Yani BOP bugünün işi, halledilecek bir iş. Ama onlar yüzyıl sonrasının projelerini ve dünyanın nasıl paylaşılacağının hesaplarını yapıyorlar, o konuda kitaplar yazıyorlar, onun araştırmalarını yapıyorlar. Dolayısıyla onlar sahip oldukları ekonomik ve askeri güce güvenerek planlar yapıyorlar, hayata geçirmeye çalışıyorlar. Ama, tabiî ki her şey emperyalistlerin planladıkları gibi, arzuladıkları, istedikleri gibi gitmiyor. Aynen Çanakkale’de nasıl oyunları bozulduysa bugün de oyunları bozuluyor, arkadaşlar. Yeni güçler ortaya çıkıyor, yeni gelişmeler oluyor ve emperyalistler planlarını hayata geçirmekte zorlanıyorlar. Geçtiğimiz yıl, Arap Baharı denilen, Partimizin de olayı netçe açıklığa kavuşturduğu, bir süreç yaşandı Ortadoğu’da. Tunus’tan başlayarak, Mısır, Libya, Yemen, Katar, Kuveyt’te bir dizi halk hareketleri gelişti. Kimi hareketler, özellikle bugün için Kemalist kesimden kimi yazarçizerler, (Banu Avar gibi, en belirgini odur), Arap Baharı diye bir şey tanımıyorlar. Yani Arap Baharı diye bir şey yoktur. Bu Arap ülkelerinde olan olaylar, ABD’nin, CIA’nın planladığı BOP’un birer taşıdır, diyorlar. Onun planları doğrultusunda tezgâhlanmış hayata geçirilmiş hareketlerdir, dolayısıyla bunlara halk hareketleri denilemez, bunlar gerici hareketlerdir, diyorlar. Ve o bakımdan da bu hareketlere karşı tavır alıyorlar, buna yönelik yayın yapıyorlar. Oysa hayatta hiçbir şey düz bir hat izlemez. Yani oturup masa başında sınırlar çizersiniz, bir müddet için bu sınırları hayata da geçirebilirsiniz, ama plan ilânihaye böyle gitmez. Çünkü hayat düz bir hat izlemez hiçbir zaman; geriler, ilerler, sağa sapar, sola sapar, zikzaklar çizer ama hep bir akış içindedir. O bakımdan da ABD Emperyalistleri, evet ekonomik ve politik olarak dünyanın en güçlü ülkesi (yani, bu kitaplarda anlatıyorlar ki -gazetemizde de geçtiğimiz dönemlerde hep yazdık, yazılarımızda belirttik- işte şu kadar milyar dolar gayri safi milli hâsılaya sahibiz, şu kadar askeri araç gerece sahibiz, şu kadar yatırım yapıyoruz, diyorlar) ama örneğin arka bahçeleri Venezüella’da ne oldu? Dünyaya bu kadar hâkim iken bir anda bir halk hareketi çıkıyor, Chavez çıkıyor, Latin Amerika’yı ABD’nin arka bahçesi olmaktan çıkarıveriyor. Hiç beklemediği, kendisini en güçlü hissettiği anda ABD, zaten orası arka bahçemdir, Ortadoğu’yu şekillendireyim diye davranışa geçtiği anda, bir anda Venezüella patlayıveriyor. Bir anda Bolivya’da Morales çıkıveriyor. Yani dolayısıyla hayatta hiçbir şey onların planladıkları gibi ilânihaye gitmiyor, sürekli aynı gitmiyor, arkadaşlar… İşte o bakımdan Ortadoğu’da da böyle olu- Ortadoğu Haritası Yeniden Çiziliyor Önce Sonra yor. Yani tamam plan var, tamam proje var. Ama bir halk hareketi başlıyor, en son devirmek isteyecekleri uşaklarını en önce deviriveriyor. Bir anda bu kağıt üzerinde mükemmel görünen emperyalist planı alt üst edebiliyor, değiştirebiliyor. Yeni bir şey değil ama Arap Baharı konusunda bir kez daha bir değerlendirme yapacak olursak -bu konu bağlamında bir kez daha değerlendirme yapacak olursak- Mübarek 30 yıllık uşağı mıydı ABD’nin, her istediğini yerine getiriyor muydu? Getiriyordu. Tunus’taki Ali yerine getiriyor muydu? Getiriyordu. Yemen’deki getiriyor muydu? Getiriyordu. Bir sorun var mıydı, arkadaşlar? Yönetim katlarıyla ABD Emperyalistleri arasında bir çelişki var mıydı? Yoktu. Özellikle Mısır’ın, İsrail’le, ABD demek olan İsrail’le bir çelişkisi var mıydı? Yoktu. Aksine, Gazze Tünelleri’ni kapatarak, geçenleri tutuklayarak, öldürerek, kimi zaman tünelleri bombalayarak Filistinlilerin en insani taleplerini çözmeye yarayan o tünellerden geçişi engellemeye çalışmıyor muydu Mübarek yönetimi? Filistinlileri açlık, yoksulluk, ilaçsızlık içerisinde bırakmıyor muydu? Bırakıyordu. Dolayısıyla ABD neden Mübarek’in devrilmesini istesin? Neden Bin Ali’nin devrilmesini istesin? Daha bir müddet bunlar gibi uşaklarla götürebilecekken yönetimi, neden bunu istesin? İstemiyordu, memnundu, bunlarla etle tırnak gibi kaynaşmıştı, bunları istediği gibi yönetip yönlendirebiliyordu. Mısır’a, Arap Halkına ihanet ettiren antlaşmayı kim imzalattı? Mısır lideri sıfatıyla Enver Sedat İsrail’le imzalamadı mı, değerli arkadaşlar. O anlayışın tamamen birebir savunucusu değil miydi Mübarek? O ekipten değil miydi? Öyleydi. Ama bakın Mısır ne hale geldi, Mübarek ne durumda?.. Ve Mısır’da, işte Tahrir Meydanı diye adlandırılan meydandaki halk hareketleriyle birlikte Mısır halkı tapayı attı. Gazetemizde yayınladık, aktarmalar yaparak yayınladık ki, Mısır İşçi Sınıfının ve halkının yoksulluğu, ezilişi, sömürüsü hat safhada. Halkın kaçınılmazca buna tepki göstermesi gerekecekti ve halk bu tepkiyi gösterdi. Bir kıvılcım, Tunus’ta bir pazarcının kendisini yakmasıyla, üniversite mezunu bir pazarcının kendini ateşe vermesiyle o kıvılcım bütün Ortadoğu coğrafyasını ateşe verdi ve 30-40 yıllık ABD işbirlikçisi iktidarlar yıkılıp gittiler. Ve bugün gelinen nokta ne, arkadaşlar? Televizyonlarda izliyorsunuz. Mübarek sedyeyle, ölüm döşeğinde geliyor, yargılanıyor ve idamı isteniyor… İşte ABD Emperyalistleri de, daha doğrusu emperyalistlerin bütünü de böylesine insanlık yoksunu insanlardır. Yani, ahde vefa nedir bilmeyen insanlar, iktidarlar, siyasi anlayışlar, ekonomik anlayışlardır onlar. 30 yıllık diktatörlerini şu düşürdükleri duruma bakın… Yani, sedyeyle her duruşmaya getiriliyor ve idamı isteniyor. Oğlu yargılanıyor, kafesin arkasında yargılamalar yapılıyor. Yani ABD işi bittiği anda kullanım süresi, miadı dolduğu anda hiç gözünün yaşına bakmıyor uşaklarının. Elinin tersiyle atıp, geçip gidiyor… Yeni mi bu? Hayır. Vietnam’da da yaptı aynısını. Vietnam diktatörlerini de Vietnam devrimcilerinin iktidara gelmesiyle bir kalemde silip attı. Filipin’lerde Marcos’u, İran’da Şah’ı, Latin Amerika’da faşist darbeci gorilleri, Panama’da Noriega’yı, Haiti diktatörü Duvalier’i vb. vb.ni fırlatıp attı hizmetleri bitince. Çünkü onlarda her şey kendi emperyalist çıkarları için, arkadaşlar. Halkların, insanların hiçbir değeri, kıymeti yok. O halklara ait olan yeraltı ve yerüstü servetlerini ele geçirmek, ondan aslan payını almak, daha fazla, daha fazla sömürmek, bütün amaçları bu. Başkaca hiçbir amaç, başkaca hiçbir ideal tanımıyorlar. O yüzden, kendilerine yıllarca uşaklık etmiş adamları da bir kalemde silip geçip gidiyorlar… O bakımdan Arap Baharı, ABD’nin istemediği, planlamadığı bir şeydi. Arap Baharı’nın içinde CIA yok mudur? Sonuna kadar vardır. Ama başlatıcısı tamamen, birebir CIA ve ABD değildir. Eğer bu işi bu noktaya götürürsek o zaman halkların özgür iradelerine, tarihin akışına ters düşmüş oluruz. Yani halklar hiçbir zaman sonuna dek kurulmuş makineler değildir. Kurarsanız çalar, kurarsanız konuşur robotlar değildir. İnsandır, et ve kandan mamuldür. Dolayısıyla duyguları vardır ve duyguları bir gün harekete geçer insanların. Nihayet Ortadoğu’da olan, o duyguların harekete geçişidir. Ve onun halk hareketleriyle cisimlenişi, Tahrir Meydanı’nda kendisini var etmesidir. Yani, CIA’nın, ABD’nin de gücünü sonuna dek abartmayacağız. Aynen Birinci Milli Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi… Osmanlı’nın işi bitti, Türkleri yendik, diyor Churchill. Tamam, bitirdik, zafer bizim artık. Türk belasından kurtulduk, diyor. Türkleri tarihten sildik, diyor. “1453 yılından bu yana”, aynen cümlesi bu; “1453 yılından bu yana sürdürülen savaş kazanıldı bizim tarafımızdan”, diyor. Ama Anadolu Halkları, Anka Kuşu misali, bir anda Kuvayimilliyeciler kişiliğinde küllerinden doğuyor ve Tarihin gidişini değiştiriyorlar. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nın başlaması, emperyalistlerin Sovyetler’e saldırılarının da önünü kesmiştir. Dolayısıyla Türkiye, Sovyetler’le (aktarmalarda belirttiğimiz, pankartımızda da taşıdığımız gibi) etle tırnak gibi kaynaşarak emperyalistlere karşı geçit vermez bir set oluşturdu bu coğrafyada. O bakımdan, emperyalistlerin gücünü bileceğiz, göreceğiz, kabul edeceğiz. Ama her şeyi onların belirlemeyeceğini de hiç aklımızdan çıkarmayacağız. O bakımdan, biz hem kendimize, hem Partimize hem de halkların gücüne inanacağız. Yeter ki biz o halkaları gerçek anlamda örgütleyebilelim. Eğer bunu başarabilirsek, halkları devrimci politikalar doğrultusunda örgütleyebilirsek, bu halkları harekete geçirmekte hiçbir zaman zorluk çekmeyiz. Devam edecek 5 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 04 Şubat 1992: Bolivarcı Devrimin ilk adımı ve Venezuela Halkının AB-D Emperyalistlerine Başkaldırı Günü Baştarafı sayfa 1’de ziyaretleri gerçekleştirildi. İskenderun’da bütün bunlara ek olarak sesli ajitasyon faaliyeti yürütüldü. Genç yaşlı, kadın erkek tüm yoldaşlar, gece gündüz demeden çok yoğun bir faaliyet yürüttüler. İş içinde kardeşleşmenin, paylaşmanın, Partimizin ve Sosyalizmin sesinin duyurulmasının heyecanıyla koşturdular. Tüm bölgede Konferansı duymayan, afişlerini, ilanlarını görmeyen neredeyse kalmadı. Konferans günü salon; Bolivar, Chavez, Che, Fidel, Hikmet Kıvılcımlı’nın posterleriyle, Partimizin pankartlarıyla, dövizleriyle süslendi. Derleniş Yayınları’nın standı açıldı. Ve bütün bu çalışmalar, Konferansa katılımdaki büyük sayıyla taçlandı… Ankara İl Başkanı Sait Kıran Yoldaş’ın açılış konuşmasıyla başlayan Konferans, İskenderun İlçe Başkanı Ali Görülmez Yoldaş’ın konuşmasıyla devam etti. Ankaralı yoldaşların hazırladığı Bolivarcı Devrim sürecini ve Partimizin eylemlerini gösteren sinevizyon gösterimi yapıldı. Ardından Venezüella Büyükelçisi Raul Betancourt Seeland Yoldaş, Bolivarcı Devrimin 13 yılda Venezüella Halkı için yaptıklarını özetledi. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı urullah Ankut, Hugo Chavez ve Bolivarcı Devrim sürecine değindikten sonra, Türkiye’nin ve dünyanın güncel meselelerini Lenin sonrasının Marksizm-Leninizmi olan Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın teorik hazinesinin ışığında değerlendirdi. Konferans, Samandağlı Yoldaşların müzik etkinliğiyle sona erdi. İskenderunlu yoldaşlar Konferanstan sonra Büyükelçi Raul Yoldaş’a ve Partimizin Genel Başkanı Nurullah Yoldaş’a bir akşam yemeği verdiler. Bu yemekte de güncel konularda sohbetler yapıldı. Konferans sonrası yapılan görüşmelerde söylenenler de Konferansın çok başarılı oldu yönündeydi. Bu Konferans bizim için mücadelemizde yeni bir hamlenin başlangıcıdır. Zafer er güç Türkiye Halklarının olacak, zalim Parababaları düzeni mutlaka yıkılacaktır. Şan olsun Bolivarcı Devrime! Şan olsun Kurtuluş Partisi’ne! lerle, mücadelelerle yaptığımız dayanışmanın ve etkinliklerimizin günümüz Türkiyesi bakımından öneminden söz edecek. Bu toplantının ana amacı o. Ne mutlu bize ki, emperyalizme karşı başarılı mücadele etmiş bu topraklarda yine emperyalizme karşı başarılı bir mücadele yürüten Latin Amerika’daki devrimcilerle birlikte bu topraklarda böyle bir etkinliği hep birlikte, sizlerin katılımıyla kutluyoruz. (Viva Chavez Viva Venezüella… Alkışlar…) Şan olsun Venezüella Halkına ve şan olsun İkinci Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ülkemizdeki Türkiye halklarına, hepiniz hoş geldiniz. Sait Kıran Yoldaş: ABD Emperyalizminin Latin Amerika’daki kâbusu, Yiğit Başkan, halkçı önder, Bolivarcı Devrimin neferi ve günümüzdeki önderi Hugo Chavez Yoldaş’ın Türkiye’deki temsilcisi, Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş, hoş geldiniz. (Alkışlar…) Henüz 17 yaşında iken İngiliz, Fransız Emperyalizminin, halkımızın o zamanki deyimiyle emperyalist yedi düvelin ülkemize yönelik işgaline karşı Yörük Ali Efe Çetesi’nde emperyalizme karşı elde silah mücadele etmiş, gerçek Komünist Partisi’nin en genç kurucusu olmuş, Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanı Hikmet Kıvılcımlı’nın yanı başında mücadele etmiş, omuz omuza yerli yabancı Parababalarına karşı savaşım sürdürmüş, Usta’mızın son nefesine kadar yanında bir sıra neferi olarak mücadele etmiş Halkın Kurtuluş Partisi’nin, Parti’mizin Genel Başkanı urullah Ankut Yoldaş, hoş geldiniz. (Alkışlar…) Özellikle Fransız Emperyalizminin işgalini yaşamış bu topraklarda, Adanalı, Mersinli Antepli, Antakyalı, İskenderunlu, Samandağlı yoldaşlar, değerli halkımız, hoş geldiniz. (Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar…) Emperyalizme karşı başarılı bir mücadele yürütmüş ve 05 Temmuz’da Fransız işgalcilerini bu topraklardan kovmuş İskenderun Halkının bulunduğu bu yerde, yine Latin Amerika’da ABD Emperyalizmine karşı mücadele başlatmış bir önderin, Hugo Chavez Frias’ın, gerek Venezüella Halkının önünde, gerekse dünya halklarının önünde Bolivarcı Devrimci Önder kimliğiyle ortaya çıktığı ilk tarih olan 04 Şubat 1992 eylemini anmak-kutlamak için toplandık bugün. Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş’ımız, Hugo Chavez Yoldaş’ın bu mücadelesini anlatacak. Yine Genel Başkanımız, Halkın Kurtuluş Partisi olarak bugüne kadar, Küba, Venezüella ve Latin Amerika’daki halkçı, devrimci ülke- (Yaşasın Halkların Kardeşliği… Alkışlar…) Arkadaşlar, kısaca programımızdan söz etmek istiyorum. Önce İskenderun İlçe Başkanı’mız, Ali Görülmez Yoldaş bir açılış konuşması yapacak. Daha sonra Venezüella büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş size seslenecek. Devamında Partimiz Genel Başkanı Nurullah Ankut Yoldaş size seslenecek. Son olarak bir müzik dinletisi var. Şimdi sözü İskenderun topraklarında Halkın Kurtuluş Partisi bayrağını dalgalandıran İlçe Başkanı’mız Ali Görülmez Yoldaş’a bırakıyorum. (Alkışlar… Kahrolsun Emperyalizm… Yaşasın Halkların Kardeşliği… Alkışlar…) Ali Görülmez Yoldaş’ın Konuşması Sayın misafirler, değerli konuklar, hepiniz hoş geldiniz. (Alkışlar…) Hepinizi en devrimci duygularımla selamlıyorum. Sizleri Güney Amerika’dan esen rüzgârın gücüyle selamlıyorum. Değerli konuklar, İnsan soyunun evrensel değerlerinin temsil- Çukurova’dan Kurtuluş Partililer cileri, toplumsal devrimin bilinçli aktörleri, sizlere bir kere daha hoş geldiniz diyorum. Güney Amerika’dan esen devrimci rüzgârın bizi etkilemesi doğal olarak kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlığın üzerimize bıraktığı etkiyi hangimiz yadsıyabiliriz?.. Bir toplumsal devrimin kendi sınırlarının dışına taşması onun yazgısıdır. Ki, onun evrenselliğinde bu kaçınılmaz bir akıştır. O zaman Anadolu’nun topraklarını sonuna değin onun akışının seline bırakalım 21’inci Yüzyıl Sosyalizmini Venezüella’da kurma savaşımı veren Hugo Chavez Yoldaş’ı bu uğraşında dostça selamlıyorum. (Alkışlar…) Venezüella Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş’ın Konuşması Hugo Chavez Yoldaş, Venezüella Halkı için çalışmaktadır, savaşmaktadır! Herkese iyi günler dilerim. (Alkışlar…) Konuşmama başlamadan önce, Halkın Kurtuluş Partisi’ni bu güzel belgeselden ötürü tebrik etmek istiyorum. İzlemiş olduğumuz belgesel maalesef benden rol çalmış bulunuyor. İzlediğiniz sinevizyon hem Venezüella tarafından, hem dünya bakış açısı tarafından bir sürü şey söyledi, bir sürü şey anlattı, dolayısıyla sözlerimi daha kısa tutmam gerekecek. Hepinizi Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Başkanı Komutan Hugo Rafael Chávez Frías, Bolivarcı hükümet ve içinde bulunduğumuz sosyopolitik süreci başarıyla savunan cesur Venezüella Halkı adına her birinize teker teker Bolivarcı, devrimci, antikolonyalist, antiemperyalist selamlarımı sunarım. (Alkışlar…) Ve Venezüella Büyükelçiliği ve Venezüella Halkıyla her türlü dayanışmayı sergileyen Halkın Kurtuluş Partisi’ne buradan sonsuz şükranlarımı sunuyorum. (Alkışlar…) Burada sevgili Kardeşim Nurullah Ankut Beyefendiyi görmekten son derece mutluyum. (Lütfen Türkçe telaffuzumu da bağışlayınız.) Aynı zamanda Halkın Kurtuluş Partisi Ankara İl Başkanı sevgili kardeşim Sait Kıran’a ve Halkın Kurtuluş Partisi İskenderun İlçe Başkanı mek ve aynı zamanda halk adına savaşmak adına (için) edilmiştir. Ve 27 Şubat 1989 tarihinde, maalesef Venezüella’da Caracazo (Caracas Patlaması-Ayaklanması) olarak bilinen bir olay yaşanmıştır. O zamanların teğmen Chavez’i, Miraflores Sarayı’nda görev yapmaktaydı. Kendisi diğer askerlerle birlikte şöyle bir gözlemde bulundu: Venezüella Ordusu askerleri nasıl olur da 2000 kişiden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan bir katliam gerçekleştirir? 1989 yılında, sizin de bildiğiniz gibi zamanın Cumhurbaşkanı Carlos Andrés Pérez, son derece neoliberal politikalar ve önlemler almıştır. Bu sebeple Venezüella Halkı ayaklanmıştır. Bu da 3 yıl sonra gerçekleşecek olan AskerSivil Ayaklanması’nı beraberinde getirmiştir. Dün, zamanın Cumhurbaşkanı Carlos Andrés Pérez’e karşı gerçekleştirilen Sivil-Asker Ayaklanması’nın 20’nci Yıldönümüydü. O günden itibaren de ülke yeni bir yola girmiştir. Eşitlik yoluna, sosyalizm yoluna ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nden ayrı bir yola baş koymuştur. Şöyle diyebiliriz, 04 Şubat tarihi, kesinkes Venezüella tarihinde bir değişim noktası, değişim günü olmuştur. 04 Şubat’ta gerçekleştirilen, maalesef başarıyla sonuçlanamamış askeri yenilgi, diğer taraftan politik bir zafere dönüşmüştür. Az önce de izlediniz, Komutan Hugo Chavez Frias bir konuşma yaptı. Ben de, bu konuşmayı son derece önem arz ettiği için bir kez daha aktarmak istiyorum. Günümüz dünyasının geçirdiği kırılmalar ve yanılsamalar içinde Venezüella’da bir devrim yaratabilmek, bu ülke halkının olağanüstü becerisidir. Bunu hiçbir zaman unutmadan aklımızın bir köşesine yazalım. Toplumsal devrimlerin olağanüstü gücü ve görkemi Venezüella Devrimi’nde kendini göstermiştir. Bu somut gerçeğe sahip çıkılması gereklidir. İnsan soyunun tarihsel evrimi içerisinde yaşadığı toplumsal hesaplaşmaları onun gerçek tarihinin önünü açmıştır, toplumsal devrim budur. İnsanoğlunun soysuzluğa karşı yürüttüğü olağanüstü savaş ve bu savaşın sonuçları ortadadır. Yılmadan yürütülecek bu savaşım bizim tarihsel olarak gerçekleştirmeye çalıştığımız sınıfsız topluma ulaşmamızın önünü açacaktır. Yaşasın Venezüella! Yaşasın Dünya Devrimi! Yaşasın Sosyalizm! (Alkışlar…) Sait Kıran Yoldaş: İlçe Başkanı’mıza teşekkür ediyoruz. (Alkışlar…) Şimdi genç yoldaşlarımızın hazırladığı bir sinevizyon gösterimi olacak. Devamında konuşmacılarımızın konuşması başlayacak. (Sinevizyon gösterimi…) Arkadaşlarımıza bu güzel sinevizyon sunumları için teşekkür ediyoruz. Değerli yoldaşlar, Konuşmacılara söz vermeden önce, kısa bir anmada bulunmak istiyorum. İskenderun İlçemizin Kurucu Başkanı, İskenderun halkının yiğit evladı, sosyalizmle tanıştığı günden bedence aramızdan ayrıldığı güne kadar Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğlu, sıra neferi olarak mücadeleden bir an bile kopmamış, bir an bile ikircimliğe düşmemiş, Sosyalist Kamp’ın yıkılışından sonra koca koca siyasetler sosyalizmden vazgeçerken, devrimci kararlıklarını kaybederken, bir an bile Partisine, Önderlerine güvenini yitirmemiş, son nefesine kadar da bir devrimci olarak yaşamış, İskenderun toprağının oğlu, Yaşayan Taş Mehmet Köroğlu Yoldaş’ı da huzurlarınızda saygıyla anmak istiyoruz. (Alkışlar… Köroğlu Yoldaş Ölümsüzdür… Alkışlar…) Şimdi Venezüella Büyükelçisi Raúl José Betancourt Seeland Yoldaş’ı ve Parti Genel Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş’ı konuşmalarını yapmak üzere huzurlarınıza çağırıyoruz. (Alkışlar… Viva Chavez Viva Venezüella… Alkışlar… Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi…) sayın Ali Görülmez kardeşime de çok çok teşekkür ediyorum. Aynı zamanda şu an bizlerle burada bulunan bütün Partililere, İstanbul’dan, Adana’dan buraya gelen ve bizlerle bu önemli günü paylaşan herkesi selamlıyorum. Şimdi de Venezüella’daki önemli tarihlerden bahsetmek istiyorum sizlere. 01 Şubat 1817 tarihinde General Ezequiel Zamora doğmuştur. 195’inci doğum yıldönümünü kutluyoruz bu yıl. Kendisi, asker, politikacı ve köylülerin lehine geliştirilen tarım reformunu başlatmış radikal bir liderdi. Kendisinin politik düşüncesinin temeli, 1846 yılındaki halk hareketine de çıkış noktası sağlamış; özgür topraklar ve özgür insanlar, halk oylaması, zenginliklerin eşit dağıtılması girişimleri oligarşiye dehşettir. 02 Şubat 1999’da, bu yıl 13’üncü yıldönümünü kutladık, Venezüella’nın Bolivarcı Devrimi’nin ve Hugo Chavez Frias’ın, Komutan Hugo Chavez Frias’ın, Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Milli Silahlı Kuvvetler Başkanı olarak seçilişinin 13’üncü yıldönümü… Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias, 06 Aralık 1998 seçiminde oyların yüzde 57’sini alarak başa gelmiştir. Bolivarcı Devrim, Kurtarıcı Simon Bolivar’ın fikirleri, Bolivar’ın hocası Simón Rodríguez’in Latin Amerika’nın kendine özgü politik sisteminin kurulması yönündeki doktrinleri ve General Ezequiel Zamora’nın az önce de söylediğimiz gibi, köylülerin çalışmakta oldukları topraklara sahip olmalarını savunan fikirlerini temel almaktadır. 1998 yılında Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias başa gelerek, uzun bir müddettir sürekli hale gelen iktidar değişimini bir şekilde kırmıştır. Sözlerimi birazcık tarih açısından geriye giderek sürdürmek istiyorum, bir şeylerden bahsetmek istiyorum. Böylelikle az önceki belgeseli de daha iyi anlayabilirsiniz. Sizin de bildiğiniz gibi, Hugo Chavez Frias asker kökenli bir liderdir. Harp Akademisi’nden mezun 3 asker, 1993 yılında bir yemin etmişlerdir. Bu yemin, Venezüella Ordusu’nu değiştir- Aslında bu darbe girişimi 03 Şubat tarihinde başlamış ve 04 Şubat’ta da devam etmiştir. O zaman yarbay olarak görev yapan Hugo Chavez Frias, Aragua Paraşüt Birliği’nin komutanıydı. Chavez’in misyonu, askeri olarak Caracas kentini kontrol altına almaktı. Bir görev dağılımı yapılmıştı. Chavez Caracas’ı kontrol altına alacakken, diğer arkadaşları çeşitli eyaletleri kontrol altına alma görevini üstlenmişlerdi. Chavez, Caracas kentini kontrol altına alamayacağını anladığı noktada, daha fazla kan dökülmesini engellemek amacıyla silah bırakma kararı aldı. Ve Chavez kendisini yakalayanlardan, halkın önünde, kameraların önünde konuşmak istiyorum, dediğinde ve bu isteği kabul gördüğünde esasen askeri yenilgisini büyük bir politik zafere dönüştürmüştür. Tabiî kendisini yakalayanlar asla böyle bir şey beklemiyorlardı. Diğer taraftan Chavez, asker kıyafetini giyebilmek için çok ısrar etti. Askeri üniformasını giydi ve konuşmasında da diğer askerlerin silah bırakmasını isteyeceğini söyledi. Şimdi ben aslında okuyacaktım ama siz zaten belgeselde izlediniz, okumasam daha iyi. Tekrar tekrar aynı şeyleri de söylemek istemiyorum tabiî ki. O gün Chavez’in kendisi ve diğer arkadaşları tutuklanmıştı. 1994 yılına kadar hapiste yattılar. Bu da demek oluyor ki, 2 yıl kadar bir süre hapiste kaldılar. Ve 1994 yılında, zamanın Cumhurbaşkanı Rafael Caldera tarafından serbest bırakılması emredildi. Komutan Hugo Chavez Frias, hapis bulunduğu bu 2 yıllık süre zarfında, halk arasında her geçen gün daha popüler hale geldi, daha çok destek alır hale geldi. O gün televizyonda yapmış olduğu konuşmayla Venezüella Halkının yüreğine güzel bir geleceğin olabileceğini, güzel bir geleceğin kendilerini beklediği umudunu, umut tohumlarını serpti. Demişti ki; “Maalesef şimdilik amaçlarımıza ulaşa- 6 mıyoruz ama ilerde daha yeni fırsatlar doğacaktır.” Bu umut tohumlarını ektikten sonra, biliyorsunuz daha sonrasında olaylar kendiliğinden gelişmiştir, daha demokratik bir yola baş koyulmuştur. O zaman 5’inci Cumhuriyet Haraketi’ni kurdu kendisi. Ki 5’inci Cumhuriyet Hareketi çerçevesi içerisinde vaktin sosyalist, sol partileri bir araya gelmişti. Maalesef o güne kadar Venezüella da sol partiler hiçbir zaman cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kayda değer bir varlık gösterememişti. Yani Venezüella, bir takım devletlere, Amerika’ya öylesine bağımlıydı ki, hiç kimsenin aklına gelmezdi ilerici bir devlet adamının ortaya çıkıp yönetimi ele geçirebileceği… Bu 13 yıllık süre zarfında Venezüella’da olup bitenler hakkında sizlere bilgiler vermek istiyorum. Cumhurbaşkanı Chavez’den önce, sizi temin ederim ki hiçbir cumhurbaşkanı Venezüella Halkının yararına endişelere kapılmamıştır. Chavez’le birlikte Venezüella Halkı eğitim, sağlık hizmetlerine kavuşmuştur. Size yüzde yüz şunu garanti ederim ki, Venezüella Halkı Cumhurbaşkanını çok seviyor, çünkü kendisinin ne kadar uğraştığını, halk yararına ne kadar uğraştığını, ne kadar mücadele verdiğini halk samimi bir şekilde anlamaktadır. Bu sebeple halk cumhurbaşkanına sahip çıkmaktadır. Cumhurbaşkanı Chavez, ülkede 30 civarında Sosyal Misyon örgütlemiştir. Bunlar teknoloji alanında, sağlık alanında, eğitim alanında 30’dan fazladır. 2005 yılında Venezüella, Küba’nın ardından “okuma yazma oranı en yüksek olan 2’nci Ülke” olarak ilan edilmiştir UNESCO tarafından. Bu da Küba’dan alınan “Evet yapabilirim” modeliyle gerçekleştirilmiştir. Mucize misyonu çerçevesinde binlerce Venezüellalı, binlerce Kübalı göz doktoru sayesinde göz muayenesi yaptırabilmiştir. Venezüella’nın 23 eyaletinde Bolivarcı üniversiteler kurulmuştur. Herhangi bir ekonomik bağımsızlığı olmadığı için, ekonomik geliri olmadığı için liseden sonra okuyamayan gençler, lise mezunu gençler, bu Bolivarcı üniversiteler sayesinde ücretsiz eğitim hakkına kavuşmuştur. Ve bu eğitim hakları da teminat, güvence altına alınmıştır. Vakti zamanında kimi sebeplerden üniversite ya da lise eğitimini tamamlayamamış, artık yaşı geçkin hayli büyük kimselere lise eğitimlerini, üniversite öğretimlerini tamamlamaları için fırsat verilmiştir. Bizler, biz Venezüellalılar, Cumhurbaşkanı Hugo Chavez’le birlikte, ülke olarak saygınlığımızı tekrar kazandık. Vatanla ilgili her türlü hissiyatımız daha çok kuvvetlendi. O zamanlar doğru düzgün Venezüella marşı çalınmazdı, Simon Bolivar’dan bahsedilmez, anılmazdı. Bunların hepsi geride kaldı… Tabiî bütün bunların yanında hem ulusal, hem de uluslararası basın kuruluşlarında hem Chavez’e, hem de Venezüella’nın Bolivarcı Hükümetine karşı inanılmaz baskılar gerçekleşti. Venezüella oligarşisi Hugo Chavez Frias’ın sıradan bir insan olmasını, fakir bir aileden gelmesini bir türlü affedemedi. Venezüella’daki Parababaları her zaman Chavez’den çok korktular çünkü artık eskisi kadar çalamayacaklardı. Yani daha az kazanacak- Yıl: 6 • Sayı: 58 / 06 isan 2012 lardı, istedikleri kadar yolsuzluk yapamayacaklardı, bu yol tamamen kapanmıştı kendileri için. Biz Bolivarcı Devrimciler şöyle deriz her zaman; Chavez olduğu müddetçe bu ülkede halk hükmeder. Öyle ki, Venezüella oligarşisi tarafından terk edilen bir sürü işyeri, fabrikalar tekrar kurulmuştur. Tekrar aktif hale getirilmiştir. Hatta öyle ki, bu fabrikalarda çalışan işçiler o fabrikanın sahibi konumuna gelmişlerdir. (Alkışlar… Viva Chavez Viva Venezüella… Alkışlar…) Kısacası Cumhurbaşkanı Hugo Chavez, kimsenin asla yapmadığı bir sürü şey yapmıştır Venezüella Halkı için. Ve aynı şekilde her geçen gün de halk için çalışmaktadır, savaşmaktadır. Şimdi bizim Halkın Kurtuluş Partisi’yle birlikte gerçekleştirdiğimiz etkinliklere katılan kimi arkadaşlar eminim ki bilirler; Venezüella’da hâlihazırda sürdürülmekte olan sosyal misyonları. Ben bunlardan kimi yeni olanlardan bahsetmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi Büyük Sevgi Misyonudur. Bu en yüksek dereceli sosyal mutluluğu hedefleyen misyon şunu hedef almaktadır: Venezüella’da çalıştığı halde sosyal güvencesi olmayan kişilerin maaş alabilmesi yönünde çalışmalar yapmaktadır. Bir diğer misyon Venezüella Çocukları Misyonu. Bu misyonla amaçlanan şey, hamile hanımların, daha doğrusu fakirlikle boğuşan hamile hanımların, 430 Bolivarlık bir maaşa bağlanma- sı. Ki bu da yaklaşık 100 dolar civarında, 100 doların biraz üstünde bir paraya tekabül ediyor. Ve bir diğer misyon da Öğrenme ve Çalışma Misyonu. Bu misyonla da Venezüella’daki işsizlik oranının düşürülmesi hedeflenmektedir. Bir başka misyon da şu an Venezüella’da son derece aktif olarak yürütülen büyük Konut Misyonu’dur. Büyük Konut Misyonu’yla Venezüella’da 2 milyondan fazla konut inşa edilmektedir. Aynı zamanda şu an Güvenlik Misyonu üzerinde de çalışılmaktadır. Adı üzerinde halkın güvenliğini sağlamayı amaçlayan bir misyondur. Şimdi sizlerin, az önce izlediğimiz belgeseli daha iyi anlamanız için, Venezüella Halkının Cumhurbaşkanını ne kadar çok sevdiğini, ona ne kadar çok sahip çıktığını anlamanız için bir şeyler anlatmak istiyorum. Biliyorsunuz ki, 2002 yılı Nisan ayında kendisine karşı bir askeri darbe girişimi gerçekleştirildi. Şimdi bu öyle bir darbe girişimiydi ki, 50 saatten az sürdü. Bu 50 saat içerisinde Cumhurbaşkanı Chavez görevden alındı, başka bir adaya götürüldü. Ve orada darbeci askerler tarafından tutuldu. Ve yine bu 50 saat içerisinde ülkeye geri döndü. Yani darbe girişimi 11 Nisan’da gerçekleştirildi ve 13 Nisan’da Cumhurbaşkanı artık ülkesine geri dönmüştü. Bu askeri darbe girişimi daha çok ekonomik sebeplere dayanıyordu. Bilhassa köylülere sağlanan kazanımları geri almak için yapılmış yani Tarım Reformuna karşı çıkmış bir darbe girişimiydi. Şöyle bir durum da vardı o zaman, ülkenin deniz kıyısında görevli askerleri, o zaman ora- da, yine aynı yerde demir atmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nin gemisine belirli aralıklarla giderek, oradaki Amerikan askerleriyle bir fikir alışverişinde bulunuyorlar, toplanıyorlardı. Bu 50 saatlik süre çerçevesinde Venezüella Halkı hiç uyumadı. Bütün Venezüella Halkı sokaktaydı. Ve Venezüella Halkının istediği, çok sevdikleri, oy verdikleri Cumhurbaşkanının, ülkenin Anayasal Cumhurbaşkanının göreve iadesiydi. Cumhurbaşkanı Chavez görevden alındıktan sonra, özellikle gizli bir yerde tutuldu. Kesinlikle herhangi bir şekilde iletişime geçmesi, herhangi bir kimseyle iletişime geçmesi engellendi. Ardından Orchila adasına götürüldü. Burada Venezüella’nın askeri bir gemisi bulunmaktaydı. Ve oradan da planlanan şey, bizim bildiğimiz kadarıyla ve gerçeklik budur zaten, bir Amerika uçağıyla, Amerika Birleşik Devletleri’ne ait bir uçakla, belirsiz bir rotaya kendisi sürülecekti. HKP Genel Başkanı Nurullah Ankut’un Konuşması (Uh! Ah! Chavez no se va!.. Alkışlar…) Chavez Gitmeyecek, diyoruz. Venezüella Halkı Chavez’i kaçıranlara karşı o kadar büyük bir baskı kurdu ki, artık o kişilerin de Chavez’i ülkeye iade etmekten başka bir şansı kalmadı. Çünkü aksi takdirde Venezüella’da bir sivil savaş yaşanacaktı, binlerce ölüm yaşanacaktı. Ben o tarihte, diplomat olmama karşın, ülke dışında değil Venezüella’da görevliydim, Dışişleri Bakanlığında bulunuyordum bütün bu olaylar yaşandığı zaman, ve gerçekten bir halkın Cumhurbaşkanını bu şekilde müdafaa etmesi, ona bu şekilde sahip çıkması inanılmaz derecede hayranlık uyandıran bir olaydı. Sözlerimi daha fazla uzatmak istemiyorum. Biliyorum ki sevgili kardeşim Başkan’ın da söylemek istediği şeyler var. Son olarak şunu ifade etmek istiyorum; Cumhurbaşkanı Chavez’in politika sahnesine çıkışının, politika sahnesine adım atışının beraberinde getirdiği en önemli noktalardan bir tanesi, yenilenmiş Bolivarcı anayasadır. Bu anayasayı, istediğiniz takdirde, adres bırakırsanız ya da büyükelçiliğimize gelirseniz sizlere hediye etmekten büyük mutluluk duyarız. Bizim anayasamız şu an dünyada bulunan en eksiksiz anayasalarından bir tanesidir. Yerli halklarının hakları güvence altına alınmış, tüm Venezüellalıların, yalnızca Venezüellalıların değil, ülke içerisinde yaşayan yabancıların hakları, tüm demokratik haklar bu anayasayla birlikte güvence altına alınmıştır. Şimdi ben birkaç dakika içerisinde sözlerimi bitireceğim, sonradan çok uzatırsam beni bir daha davet etmezsiniz diye korkuyorum, kısa keseceğim. Bitirmeden önce de Cumhurbaşkanımızın sağlığından sizleri haberdar etmek isterim. Cumhurbaşkanı Chavez’in sağlık durumuna ilişkin Venezüella’da yine inanılmaz bir basın kampanyası sürdürülüyor muhalefet tarafından. Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanımız çok önemli bir rahatsızlık atlattı. İki tane ameliyat geçirdi. Hem Venezüella’da hem Küba’da kemoterapi aldı, biliyorsunuz bir kanser durumu mevcuttu. Fakat şu an tamamen sağlığına kavuşmuş durumda. Bunun bir kanıtı olarak da şöyle bir olay yaşandı geçenlerde. Cumhurbaşkanı Chavez tam 9 saat 27 dakika süren bir konuşma yaptı ayakta ve bu 9 saat tamamlandığında bile hâlâ Mecliste bulunan vekillere söz vermeye çalışıyordu. Artık bitirmek dahi istemiyordu o kadar saat geçmesine rağmen… Cumhurbaşkanın Mecliste gerçekleştirdiği bu konuşmayı ben, bizim ülkemizin televizyon kanalı Telesur’dan izledim. İzlediğim kadarıyla, yalnızca iki sefer su içti. Sorduklarında da bu konuşmasının ardından, bıraksalardı bende bir 5 saat daha konuşacak konu vardı, diye bir yorum yapmış. Venezüella’da bir dahaki cumhurbaşkanı seçimi tarihi, 07 Ekim 2012 olarak belirlendi. Artık bu muhalefet o kadar endişeli ki, Chavez karşısında herhangi bir varlık gösteremeyeceğinden, durup durup bir şeyler uyduruyorlar. Hepinize çok teşekkür ederim burada bizlerle olduğunuz için, Venezüella’yı sevdiğiniz için. Venezüella’da sizi seviyor. Halkın Kurtuluş Partisi’ne çok teşekkür ediyorum. Bugün burada bulunan bizleri yalnız bırakmayan tüm dinleyicilere tekrar tekrar teşekkürler… (Alkışlar… Viva Chavez… Viva Venezüella… Alkışlar…) Sait Kıran Yoldaş Biz de Raul Yoldaş’a, Bolivarcı Devrim sürecinin ruhunu ve düşüncelerini bizimle paylaştığı için teşekkür ediyoruz. (El Pueblo Unido Jamás Será Vencido… Alkışlar… Kahrolsun ABD AB Emperyalizmi… Alkışlar…) Şimdi Genel Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş sizlere seslenecek. urullah Ankut Yoldaş: Sevgi ve saygıdeğer arkadaşlarım, Dünyanın en onurlu, en yiğit dört ülkesinden biri olan Venezüella’nın yiğit halkçı başkanı Chavez’in aramızda bulunan temsilcisiyle birlikte olmaktan dolayı mutluluk duyuyorum, onur duyuyorum, gurur duyuyorum, yoldaşlar. (Alkışlar…) Bazı İskenderunlu arkadaşlarımızın aklına şöyle bir şey gelmiş olabilir; dünyanın öbür ucundaki bir ülkede olup biten olaylar bizi ne derecede yakından ilgilendiriyor? Acaba ülkemizde ve bölgemizdeki olayları tartışsaydık daha yararlı olmaz mıydı? gibi sorular akıllarına gelmiş olabilir, doğallıkla… Ama geçen 11 Ekim’de, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı Anma Konuşmamızda da söylediğim gibi, eğer Hugo Chavez Yoldaş, Büyükelçi Yoldaş’ımızın konuşmasının sonunda sözünü ettiği gibi, eğer ağır bir kanser ameliyatı geçirmemiş olsaydı ve yine Fidel Yoldaş ağır bir hastalıkla mücadele ediyor olmasaydı; inanın yoldaşlar, insan soyunun tarihteki en büyük düşmanı, dünyanın en önde gelen haydut devleti ABD ve onun yardakçısı Avrupa Birliği Emperyalistleri, ne Libya’ya saldırabileceklerdi ne Suriye’ye. Ve bugün, Chavez Yoldaş’ımızın tanımladığı şekilde, yiğit, halkçı bir şehit olan Muammer Kaddafi, sağ olarak ülkesinin başında olacaktı. Ülkesinin halkı tarafından seçilmiş meşru devlet başkanı olarak yaşamını sürdürüyor olacaktı. Yani yoldaşlar, dünya artık öylesine küçüldü ki, dünyanın öbür ucunda, insanlığın başdüşmanı ABD’ye meydan okuyan, onunla mücadeleye giren bir ülkenin varlığı, bölgemizdeki ve ülkemizdeki olayları doğrudan etkileyebiliyor. Sinevizyon gösteriminde de izledik, tanık olduk; Chavez Yoldaş, Kaddafi’yle kucaklaşıyor. Beşar Esad’la da kucaklaşıyor. Kaddafi’yi sonuna kadar savundu, Beşar Esad’ı da savunmaya devam ediyor. Ama aynı şekilde, bu iki önderle kucaklaşan, Kaddafi’nin elinden “İnsan Hakları Ödülü” alan ve Beşar Esad’la kucaklaşarak ülkemizde ağırlayan, Boğaziçi’nde gezdiren; “Kardeşim Esad’la kardeşten daha yakınız biz” diyen, Türkiye’nin Ortaçağcı, işbirlikçi, hain başbakanı Tayyip Erdoğan, her ikisini de, ABD’li efendilerinin bir emri üzerine, duraksamadan sattı geçti. Aradaki farkı, varın siz düşünün artık, arkadaşlar… Devrimcilik, halkçılık her şeyden önce sağlam bir insan karakterine sahip olmayı gerektirir. Yani bir şövalye ahlâkına sahip olmayı gerektirir. Bir Alperen ahlâkına sahip olmayı gerektirir. Kısaca tanımlarsak bunu; ezilenlerin, sömürülenlerin sonuna kadar bütün gücünle yanında olacaksın. Tutunamayanların, aşağılanların, insan sayılmayanların, yerlerde sürünenlerin haklarını savunacaksın, onların yanında olacaksın. Bir kadını asla aldatmayacaksın ve onlara sonsuz saygı göstereceksin. Zalimlere karşı da; durum ve şartlar ne olursa olsun boyun eğmeyeceksin, karşı duracaksın. Bütün bunlar insan sevgisiyle, doğa sevgisiyle dolu olmayı gerektirir. İşte bu ahlâka sahip olmayanlar, “kardeşim” dediklerini de satarlar, “Hocam” diye elini öptükleri Molla Necmettin Erbakan’ı da satarlar. Kaddafi’yi de, Beşar Esad’ı da, Türkiye Halklarını da satarlar. Her şeyden önce insan malzemesi arasındaki farktır bu. Peki, bu kalite nasıl oluşur? Chavez Yoldaş’ın devrimci önder oluş süreci Chavez Yoldaş, bir eğitim emekçisi anne babanın çocuğu olarak dünyaya geliyor. Eğitim emekçileri deyince, yoldaşlar, şu anda bir sefalet ücreti alıp onunla yaşamını sür- dürmeye çabalıyor çalışanlarımız ve ne acıdır ki 300 bini aşkın da o öğrenimi yapmış, o diplomayı almaya hak kazanmış olan gencimiz, işsizlik cehennemine atılmış durumda, acılar içinde... Kaçınılmazca, insan haksızlığa uğrarsa, hakkı yenirse, hakkını alamazsa ve işsizliğe mahkum edilirse, 20-30 yaşına gelmiş olmasına rağmen anne babasının vereceği cep harçlığına bakar durumda bırakılırsa, psikolojisi bozulur. İntihar edenler oluyor, yoldaşlar. Genç yaşta stresten kansere yakalanıp hayatını kaybedenler oluyor. İşte o zamanlar Venezüella’da da, tıpkı bizim gibi, ancak bir yoksulluk ücreti sağlıyor eğitim emekçiliği. Hugo Chavez Yoldaş o denli onurlu yetiştiriliyor ki anne babası tarafından, ailesine yük olmamak, en azından kendi harçlığını çıkarabilmek için, öğrencilik yıllarında ayakkabı boyacılığından sokak satıcılığına kadar çeşitli işler yapıyor. İşte o yaşam süreci içerisinde acı çekenlerin, sokaklarda sürünenlerin hayatlarını, durumlarını yakından gözlüyor. Ve onların acıları yüreğinde öylesine yer ediyor ki, tüm yaşamının ahlâkî değerler sisteminin belirlenmesini birincil derecede etkiliyor bunlar. İşte o yüzden onlara karşı sevgiyle dopdolu, Chavez Yoldaş. Ailesi hiç değilse işsizlikten kurtulmasını sağlayacak bir meslek olarak askeri okula gönderiyor, 1975’te orayı bitiriyor. Ve hep acılarla dolu olduğu için halkın durumu onu birincil derecede ilgilendiriyor, etkiliyor. Ve ülkesinin, kıtanın tarihini inceliyor, dünya tarihini inceliyor, belli sonuçlar çıkarıyor. Bakıyor ki, kendi ülkesinin geçmişinde, tüm Latin Amerika’yı tek bir çatı altında, tek bir ülkenin bayrağı altında birleştirmek için mücadele etmiş bir önder var: Simon Bolivar. Onun hayatını yakından inceliyor ve onun ideallerini benimsiyor. Marks’ı okuyor. Lenin’i, Mao’yu okuyor. Yani çağının büyük devrimcilerini okuyor, onlardan etkileniyor, yoldaşlar. Ve 1981 yılında, 3 asker arkadaşıyla birlikte “Bolivarcı Devrimci Hareket 200” adlı örgütünü, illegal olarak kuruyor ve ondan sonra çalışmaya başlıyor. Sinevizyonda da izledik, 30 sene önce, Venezüela’nın sadece petrolden yılda 40 milyar dolar geliri var. Kaldı ki o zaman petrol fiyatları 40 doların altında. Şimdiki fiyatlarla karşılaştırırsak; 100 milyar dolar civarında yıllık bir petrol geliri var. Ama yerli yabancı Parababaları, başta ABD ve İngiliz petrol şirketleri olmak üzere, ülkedeki işbirlikçi hainlerle birlikte o denli pervasızca sömürüyorlar ki bu geliri, halkın eline hiçbir şey geçmiyor bu on milyarlarca dolardan. Ancak masraflarını karşılayabiliyor petrol gelirimiz, diyorlar. Ve IMF’nin acı reçeteleri sonucunda fiyatlar alabildiğine azgınlaşıyor, halk tıpkı ülkemizde olduğu gibi yoksullaşıyor, işsizleşiyor. İşte o zaman, 04 Şubat 1992’de, aslında 03 Şubat’ta başladı, dedi Büyükelçi Yoldaş’ımız, artık harekete geçip halkı kurtarmanın zamanının geldiğine karar veriyorlar: Chavez Yoldaş başkent Caracas’ta olmak üzere, diğer yoldaşları ülkenin değişik önemli, belirleyici illerinde olmak üzere, askeri harekata başlıyorlar. Ve ordu içerisinde öyle örgütleniyorlar, çalışmalarını sürdürüyorlar ki, 10 bin civarında subay bu harekete katılıyor. Ama devrim deneyimleri yok; isyan nasıl güdülür, nasıl başlanır, en etkili şekilde nereye vurulur, en kısa yoldan, en garantili, başarıya ulaştıracak yol hangisidir? bu konuda deneyimleri olmadığı için, ne yazık ki, yaptıkları basit hatalardan dolayı yeniliyorlar. Onun üzerine Chavez Yoldaş yine yiğitçe kendini öne atıyor, tüm sorumluluk bana aittir, diyor. Bu harekete tümüyle ben karar verdim, ben planladım, ben yönettim, ben ortaya koydum eylemi, diyor. Her türlü sorumluluğunu üstlenmeye hazırım, diyor, halkın karşısına çıkıp. Halk, bir iç savaşa girmesin, kanı dökülmesin masum insanlarımızın kaygısıyla kendini fe- 7 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 da ediyor. Chavez Yoldaş’ın Halkla buluşması ve Devrim Yoldaş’ımızın anlattığı gibi 2 yıl hapis yatıp çıkıyor. Ondan sonra bakıyor ki iş tek askeri ayakla başarıya ulaşmayacak, o zaman siyasi legal bir parti kurup hareketin sivil bir kanadının, ayağının da oluşturulması gerektiğine karar veriyorlar ve onu hayata geçiriyorlar, bildiğimiz gibi. İşte 1998’de, bildiğimiz gibi Yoldaş’ımız anlattı, oyların yüzde 57 küsurunu alarak Başkan seçiliyor Chavez Yoldaş. Ve Yoldaşı’mızın özetlediği gibi, kısaca özetlediği gibi, halkçı programı (ki o program özet olarak, bizim sosyalist literatürümüze göre Demokratik Halk Devriminin Programıdır), onu uyguluyor. Ama bu, yerli yabancı Parababalarının tüm vurgun, sömürü musluklarının önemli oranda kesilmesine yol açıyor. Ve, bu beladan nasıl kurtuluruz, diye hemen planlar yapıyorlar, işte 2002 askeri darbesini yapıyorlar. Ama halk 50 saat sonra karşıdevrimi püskürtüyor. Çünkü Chavez Yoldaş’ın ve Hareketin verdiklerini öylesine benimsiyor ki Halk... (Halka maddi olarak bir şey verirseniz, halk çok çabuk anlar, arkadaşlar. Hemen kavrar meseleyi.) Öyle olduğu için ölümü göze alarak 100 binlerce kişi sokağa dökülerek Başkanlarına sahip çıkıyor; ABD’nin ve yerli hainlerin, satılmış generallerin elinden Başkanlarını kurtarıyorlar. Geri alıyorlar. İşte bugüne kadar da Chavez Yoldaş ve Bolivarcı Devrimci Hareket, Venezuela’da halkçı uygulamalarını sürdürüyor. Bu Demokratik Halk Devriminin Programının uygulanmasıdır, arkadaşlar. Bunu, Chavez Yoldaş’ın da önemli ölçüde kabul ettiğini Fidel, Küba’nın yiğit önderi Fidel şöyle tanımlıyor, bizzat Chavez’e: “Sizin Bolivarcılık dediğinize biz Küba’da sosyalizm diyoruz”, diyor. (Yoldaşlar, 3 günden bu yana ateşli bir grip geçirmekteyim. O yüzden 3 gecedir de burun tıkanıklığı, boğaz kuruluğuyla birkaç saat ancak uyuyabildim. O yüzden sesim de kısıldı. Ama benim için önemli değil. Yani düzgün bir sesle size hitap edemediğim için beni bağışlayın.) (Alkışlar…) İnsan böyle önderleri, böyle yiğit, insanlığın en yüce konağına ulaşmış insanları dinleyince, onları tanıyınca, insan olduğundan dolayı büyük mutluluk duyuyor. Yani canlıların en şereflisi de insandır, en şerefsizi de ne yazık ki… İnsan görünümündeki ama insan olmayan yaratıklardır. O yüzden bizdeki yöneticiler gibiler, şu anki yöneticiler gibiler, insan soyuna da ihanet etmiş, insanlığın yüz karasıdırlar. Bu önderlerse böyle önderlerse insanlığın yüz akıdır. Hiç diplomasi soytarılığına filan yüz vermiyor, prim vermiyor Chavez Yoldaş. Chavez ABD Emperyalizmine meydan okuyor Şimdi size daha iyi anlatabilmek için 2006’da Birleşmiş Milletler’de yaptığı konuşmadan bir iki paragrafı okumak istiyorum, arkadaşlar, Cüneyt Akalın’ın “Bolivar’dan Chavez’e Latin Amerika” adlı eserinden. Bush bir gün önce çıkıyor, yalan ve demagojiden ibaret, dünya halklarını kandırmaya yönelik, kendi alçak emperyalist politikalarını karamelalarla, çikolatalarla süslemeye yönelik, gizlemeye yönelik bir konuşma yapıyor. Ondan bir gün sonra da Chavez Yoldaş kürsüye çıkıyor, Birleşmiş Milletler kürsüsüne, o alçağın ülkesinde, başhaydutun başkentinde: “asıl böyle silik olabiliyorsun? Bu nasıl bir utanmadan yalan söyleme kapasitesidir? Beyrut’taki bombalar milimetrik kesinlikte miydi? Bu emperyalist faşist, suikastçı, soykırımcı imparatorluk ve İsrail, Filistin ve Lübnan Halkına ateş açıyor. Olan bu.” Ne güzel hitap ediyor değil mi, arkadaşlar? Şeytan, diyor ona, şeytan… Ne yakışan bir sıfat… Oradan da isterseniz birkaç cümlecik okuyayım: “Dün, bayanlar baylar, bu kürsüden ABD Başkanı, şeytan diyerek bahsettiğim beyefen- di, bu kürsüden, dünyanın sahibiymişçesine konuştu. Gerçekten dünyanın sahibiymişçesine… Şeytan şu anda evde. Şeytan, şeytanın tâ kendisi ve şu anda bu şeytan dün buraya geldi. Dün şeytan buraya geldi, Tam olarak buraya geldi. (Kürsüyü işaret ediyor. Bu sırada istavroz çıkarıyor. Ve inceden, aşağılayıcı alayını da geçiyor. – Nurullah Ankut.) Ve bugün hâlâ sütün kokusunu alabiliyorum.” İşte böylesine alayla, hakaretlerle yerin dibine sokuyor o utanmazı. O utanmaz ki, komşumuz Irak’ta yalan ve demagojiler üzerine inşa ettiği bir saldırı, işgal ve savaşla 5 milyon civarında masum insanın hayatını kaybetmesine yol açtı. Ve bizim işbirlikçi hainler de bu işgal ve katliamda ona hizmetkârlık yaptı, arkadaşlar. Aradaki farkı düşünün… (Sloganlar… Gün Gelecek Devran dönecek ABD Halklara Hesap Verecek… Alkışlar…) İşte o haydut devletin başkanına kendi ülkesinde böylesine seslenen bir insan, onurlu, değerli bir insan, tüm dünya halklarının haklarını da savunmuş, çıkarlarını, onurlarını da savunmuş olmuyor mu, arkadaşlar? Kuşkusuz oluyor. İşte bunun için biz, şu anda yoldaşlarımızı burada ağırlıyor olmaktan büyük şeref duyuyoruz. Sadece işi onları mahkûm etme düzeyinde bırakmıyor, çözüm yolları da getiriyor, arkadaşlar. Bakın diyor ki: “Birleşmiş Milletler sistemi 2. Dünya Savaşı’nın ardından doğdu. Çöktü artık, işe yaramaz.” Acilen bunu değiştirmemiz gerekir. Yeni bir Birleşmiş Milletler oluşturmamız gerekir. Çünkü bu gerçek anlamda milletlerin eşitliği, hakları ve ortak çıkarları üzerine kurulmuş bir örgüt değil. O zaman bu ayrıcalıklı devletlerin veto hakkını ortadan kaldırmamız gerekiyor. İşte bu alçak hayduda verilmiş veto hakkı yüzünden, İsrail saldırganlığını sürdürüyor, Filistin ve Lübnan Halkını yok etmesi yanına kâr kalıyor, diyor. O zaman yeni bir Birleşmiş Milletler, mazlum halkların çıkarlarını savunan bir birleşmiş milletleri örgütlemeliyiz ve bunun yeri bu haydudun ülkesi olmamalıdır. Güneyde olabilir. Biz Venezüella’yı öneriyoruz, bir öneri olarak sadece. Başka bir mazlum ülkenin şehri de olabilir, diyor. Yoldaşlarımız bilirler, bu öneriyi biz 30-40 yıldan bu yana yapmaktayız. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı da, Birleşmiş Milletler, gerçek anlamda mazlum ülkelerin örgütü değil. Emperyalistlerin çıkarına hizmet eden onların bir örgütü, diye niteler, değerlendirir. İşte Chavez Yoldaş’la o bakımdan aynı şeyleri söylüyoruz, düşünüyoruz, yoldaşlar. Şimdi Chavez Yoldaş’ın siyasi yönünden de yani mücadelesinin, kavgasının, savaşının siyasi içeriğinden de biraz bilgi vermek istiyorum. Yine 1996’da El Salvador’da verdiği bir mülakattan bir iki paragraf aktarmak istiyorum. Kendi ağzından siyasi programını anlatıyor: “Bolivar Hareketi, bir grup askerin, düşmanın komünizm değil emperyalizm olduğu sonucuna ulaşması üzerine kışlada 15 yıl önce doğdu.” Bakın çok önemli bir şey söylüyor. O güne kadar, tıpkı bizde olduğu gibi, Latin Amerika’da ve Venezüela’da da askerler, düşman olarak sadece komünizm öcüsüyle korkutulmuşlar. Kim tarafından? ABD Emperyalistleri tarafından… İşte biz 16 yıl önce yani 1981’de, bunun bir kandırmaca olduğunu anladık, diyor arkadaşlar. Düşman, ülkemizin düşmanı komünizm değil, kuzeyli haydut emperyalizmdir, diyor. Diyalektiğe göre her şey birbirine bağlıdır. Olayları tek başına soyutlayarak ele alıp değerlendirdiğimiz zaman, doğru bir yargıya varamayız. Yani hekimlikte de, aramızda hekim yoldaşlarımız var, bir hastalığın gerçek anlamda doğru teşhisini ortaya koyabilmek için vücudun tüm sistemini öz geçmişi, soy geçmişiyle birlikte; genetik kodlarıyla birlikte gözden geçirmemiz gerekir. İşte dünyanın herhangi bir yerindeki bir olayı kavramamız için de tüm dünya olaylarını, çünkü hep etki-tepki, sebep-sonuç ilişkileriyle bu olaylar birbirine bağlıdır, gözden geçirmemiz gerekir. “Ergenekon Davası”nın ne olduğunu, gerçek amacını ilk ve doğru şekilde biz ortaya koyduk Ülkemizde 2007’den bu yana “Ergenekon Davası” adlı bir dava sürdürülmekte, yoldaşlar. Biz buna, bu davaya bir CIA operasyonudur, diyoruz. Bu dava kapsamında olanlar da yani bu davada saldırıların hedefi olanlar da: başta askerler, bilim insanları, medyadaki namuslu, yurtsever, Mustafa Kemalci laik yazarçizerler, sanatçılardır. Geçende ziyarette bulundu Silivri’de bazı yurtsever askerlere bizim yoldaşlarımız. Hurşit Tolon’la konuştular, eski Ege Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon’la. Diyor ki; bizi NATO’da öylesine kandırmışlardı ki, işte kuzeydeki emperyalist canavar Türkiye’yi işgal için fırsat kolluyor, eninde sonunda saldıracak. Ona karşı, başta Amerika olmak üzere, tüm NATO ülkelerinin koruyucu şemsiyesi altında mevzilenmemiz gerekir. Buna inandırılmıştık, diyor. Hatta kuzeyden bir canavarın başını uzatmış Karadeniz’den Türkiye’ye iştahla baktığını gösteren kitap hâlâ evimde, NATO yayını, saklıyorum, diyor. Ama Sosyalist Kamp yıkıldıktan sonra bizde de, dünyada da, Türkiye’de de bir değişiklik oldu. Baktık ki Sovyetler düşman filan değilmiş, böyle bir ni- yetleri filan yokmuş. Bizim gerçek düşmanımız Amerika’ymış, bizi parçalayıp yeniden Sevr’e götürmek istiyormuş. Biz onun üzerine; NATO’dan çıkalım, Batı’dan uzaklaşalım, yönümüzü Doğu’nun mazlum dünyasına dönelim diye düşünmeye başladık. İşte onun üzerine bu dava patlak verdi, saldırılar arka arkaya geldi, diyor. Yani Chavez Yoldaş’ın, El Salvador’daki mülakatta anlattığıyla Hurşit Tolon Paşa’nın anlattığı nasıl birbiriyle örtüşüyor, yoldaşlar... Bunu Odatv davasından tutuklanan Barış Terkoğlu çok açık bir şekilde, yine Silivri ziyaretlerinde arkadaşlarımıza söylüyor: “Bu davanın gerçek siyasi hedefini, niyetini, sebebini en önce ve en net şekilde siz tespit ettiniz”, diyor. İşte 2008’deki bildirilerimiz, yayınlarımız kitap olarak da, büyük boy yayımlandı, standımızda da şu anda bulunuyor. Barış Terkoğlu bu konuda hakkımızı teslim ediyor. Onun üzerine Yoldaşlarımız da diyor ki: İyi ama Odatv’de bizim hiçbir açıklamamıza, hiçbir bildirimize, tek satırla da olsa, yer vermediniz. Bizim adımız hiç geçmedi Odatv’de. Cevap: Öyle mi yahu, filan… Farkında değildik. Gönderiyor muydunuz?.. Evet bütün açıklamalarımızı gönderiyorduk denince. Onun üzerine itiraf: Evet öyle oldu, sizin yazılarınızı koymadık, diyor. Yani ben hep söylerim ya yoldaşlar, biz rahmetli şairimiz Cemal Süreya’nın deyimiyle, “Kalın Abdal”ız. Biz tıpkı Chavez Yoldaş gibi dolaysız, açık, net, kesin konuşuruz. Ve bizim tezlerimiz en cahil yurttaşımıza varıncaya dek herkesin duraksamadan kavrayacağı açıklıkta ve netliktedir. Ama ne yazık ki, işte küçükburjuva ortamımızda herkese kalın geliyoruz. Yani “Kalın Abdal”ız Cemal Süreya’nın deyimiyle. O yüzden bize Cumhuriyet Gazetesi de abluka uygular, Odatv de abluka uygular, Gerçek Gündem Gazetesi de abluka uygular. Bütün sol geçinen yayın organları da abluka uygular. Finans-Kapital medyası zaten abluka uygular… İşte bu davaya ilişkin hemen dünkü gazetelerdeydi değil mi, yeni bir Wikileaks Belgesi yayımlandı. Bu belgede 2008’de Birinci Ergenekon İddianamesi’nin açıklanmasından 4 ay sonra, Emniyet Genel Müdürlüğü Amerikan Büyükelçiliğinde bir brifing veriyor dava hakkında. Çoğu arkadaşımız okumuştur zaten. Burada gazetelerde de var, getirdim ama zamanımız yok gazeteden izlemeye. Sizleri yormak istemiyorum. Diyor ki burada; ordu içerisinde hedef alınanlar, Batı’ya ve ABD’ye karşı olan güçlerdir. Çok açık. Yani çok netçe ifade ediyor. O yüzden bizi desteklemeye devam edin, diyor. Ve yine bir şey söylüyor: Bugüne kadar hiçbir büyükelçilikte bu kadar ayrıntılı bir brifing vermedik, diyor. Yani bu ne biçim ülke, ne biçim emniyet? Ama işte demokrasi, örgüt, devlet kurumlarının hepsi palavra, hepsi kandırmaca… Bir, dünyanın başhaydut devleti var, ABD Emperyalistleri ve onun yardakçısı AB; Bir de onların işbirlikçisi, hain iktidarlar var. Kendi halklarını satan, onlara ihanet eden işbirlikçi iktidarlar var. Ve bir de onların karşısında; Fidel gibi, Chavez gibi, Morales gibi ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin geçenlerde kaybettiğimiz önderi ve yeni önderi gibi yiğitçe direnenler, meydan okuyanlar var. Dünya iki kampa bölünmüş durumda. Tarafsızlık, Lenin’in işaret ettiği gibi, bugün de fiyaskoyla sonuçlanmaktadır. Ya başhaydutun yanında olacaksın ya mazlum halkların yanında olacaksın. İşte Chavez ve Yoldaşları, Küba, Bolivya ve Kore o hayduda karşı yiğitçe, hem kendi ülkeleri, halkları adına, hem de dünya halkları adına direniyorlar, mücadele ediyorlar, meydan okuyorlar. Bu davayla ilgili birkaç şey daha söylersek, “Ergenekon Davası” saldırısı hakkında… Ne yazık ki bizim dışımızdaki sol gruplar anlamadı. Onlar ABD’nin, CIA’nın, AB’nin ve Türkiye’deki işbirlikçilerin; Tayyipgiller’in, Fethullahçıların, TÜSİAD’ın, MÜSİAD’ın ve onların emrindeki MİT’in, emniyetin safında yer aldı. Gidip Silivri’ye, dava açıldığında, kutlamalar yaptılar, darbeciler yargılansın, dediler. Daha 11 Ekim’de, Topkapı’da Usta’mızın anmasında, Topkapı Mezarlığı’nda, SODAP denen Sevrci Soytarı grup, “Darbeciler halka hesap verecek” diye bize karşı slogan attılar, arka- daşlar. Yani kimin yanında olduğunu, ne yaptığını artık bildiği yok, anladığı yok, kavradığı yok... Ve bunlar-emperyalistler, o denli alçaklaşmışlar ki, kendilerinin safına çekemedikleri insanların en mahrem dünyalarına alçakça giriyorlar. Sesler kaydediyorlar, görüntüler alıyorlar ve bunu şantaj malzemesi olarak kullanıyorlar utanmadan. Chavez Yoldaş’ın deyimiyle, “bu ne silik bir ahlâksızlıktır, namussuzluktur. Ne utanmazca bir hayâsızlık kapasitesidir bu”! Bir genelkurmay başkanının kızının cinsel hayatını dahi kayıt yapıp görüntüleyerek, onun aleyhinde tehdit aracı olarak kullanıyorlar. Bir de sıkılmadan yalanlıyorlar. Başbakanlık da, emniyet de yalanlıyor değil mi; biz böyle bir şey söylemedik, diyorlar. E, söylemedin de, adam-ABD’de Büyükelçiliği Siyasi Müsteşarı, bunu 2008’de nereden duydu da ülkesine rapor verdi? Kim inanır buna?.. Ama ne yazık ki insanlarımızın içi boşaltıldı. İnsanlarımız düşünemez hale geldi. Kendilerini ve durumlarını kavrayamaz hale getirildi. Bu da CIA’nın bir oyunu, arkadaşlar. On yıllardan bu yana, 60 yıldan bu yana sürdürdüğü bir oyun. Ve ondan önce İngiltere’nin bir 50 yıl süresince sürdürdüğü bir oyun. Emperyalistler medyayı kullanarak halkları nasıl yönlendiriyor? Vaktimiz yok ne yazık ki, yanımda yine çok önemli bu konuda, bir kitap getirdim. Salık veririm: “CIA’dan Medyaya Kitlelerin Kontrolü”, Jim Keith yazıyor. Kendisi de sanırım ABD’li. O kadar somut, açık, net belgeler ortaya koyuyor ki, Amerika’da artık üniversitelerden araştırma şirketlerine, televizyonlardan dergilere, haber ajanslarına yani Time’dan Reuters’e, Washington Post’a, aklınıza ne gelirse gelsin, hepsinin CIA tarafından kontrol edildiğini belgeliyor. Hollywood’daki film senaryoları bile CIA’nın denetiminden geçiyormuş. CIA, Oscar ödülleri veriyor, Oscar ödüllü sanatçıları var CIA’nın. Ve 1977’de, Amerika’da yayımlanan 1700 gazeteden yüzde 98’i, 15 büyük holdingin yani Parababasının tekelinde, diyor. Yani medyayı kontrol etmenin en etkili araçlarından biri: onu holdinglerin tekeline almak, mülkiyetine almak, diyor. Düşünün, 1700 gazeteden yüzde 98’i… Yani bağımsız gazete bırakmıyor. Düşünce özgürlüğü vesaire hepsi masal... Yani insanların zihin kontrolünü yapıyor. Yani sadece kendinin işine gelen düşünceleri kitlelerin düşünmesini sağlıyor. Onlara izin veriyor. İnsanlar kendi özgür düşünceleri sandıkları şeyleri savunuyorlar ama onların hepsi ABD’nin, Parababalarının çıkarlarının temsilcilerinin ortaya koyduğu düşünceler. Onun dışında hiçbir şeye izin vermiyorlar. Bir de tabiî vakıflar var. Onurlu, araştırmacı yazar Mustafa Yıldırım’ın dediği gibi “Sivil Örümcekler”, var. Bunların vakıfları Rockefeller Vakfı, Carnegie Vakfı, Adenauer Vakfı, daha başka pek çok vakıf var. Mesela “Ulusal Demokrasi Vakfı”, var arkadaşlar. Ulusal Demokrasi Vakfı’nın başkanının açıklaması aklıma geldi. Diyor ki; bizim şu anda yaptıklarımızı 25 yıl önce örtülü operasyonlar şeklinde CIA yapmaktaydı. Yani bu vakıflar zaten tamamen CIA’nın kontrolünde. Hepsi isimleriyle beraber, nasıl örgütlendi, yöneticileri kim, CIA’da kimin emrinde çalışıyorlar, tek tek, somut belgeleriyle ortaya koyuyor. Zaten o yüzden de daha 50 yaşında bu değerli araştırmacı yazar, tiyatro sahnesinden düşerek, burada anlatıldığına göre, dirseğini kırıyor. Ama İngilizce internet sitelerinde de dendiğine göre dizini kırıyor ve ameliyat sırasında akciğerde kan pıhtılaşması sonucu öldüğü açıklanıyor. Eğer kendisi ölümünden sonra da yaşıyor olsaydı; CIA’nın nasıl bir operasyonla kendisini öldürdüğünü, nasıl bir operasyonla ortadan kaldırdığını herhalde araştırır, aydınlatırdı… Diyor ki, zihinleri nasıl kontrol eder? Birincisi, doğru bilgileri gizler. Onları tümüyle görmezlikten gelir, üstünü örter, diyor. Hani bizde de 25 bin kişilik kamu emekçileri eylem yapıyor, medyada hiç yer almıyor ya... Yani böylesine önemli bir hareket, eylem bile tümüyle görmezlikten geliniyor. İkincisi, kendisi yalan haber üretir. Yani dezenformasyon deniyor. O yalan haberlerle insanları kandırır, diyor. Üçüncüsü, çok önemsiz olayları çok önemliymiş gibi öne geçirir, diyor. Manşetlere taşır onları. Yani böylece de halkın durumuyla ilgili çok önemli olayları gizlemiş olur. Onların üzerine örtü çekmiş olur, diyor. Bir diğeri, eğlence sektörüne büyük ölçüde destek verir, diyor. Bir diğeri, magazinleştirir hayatı… Yani cinsellik ve şiddet içerikli yazılı ve görsel malzemeyi bol miktarda kitlelerin kafasına püskürtür, diyor. Bir diğer yolu, spor, diyor arkadaşlar, spor… Çünkü Amerika, dünyanın yarısını yok etsin, mesela bizdeki topçuların hiç umurunda olmaz değil mi? Onlar, biz şurada şunu yaptık, işte şu oyun taktiğiyle oynadık vesaire… Yani onların dünyası bu ne yazık ki… O topçular on milyonlarca dolar, avro alıyor, onun için o topun peşinde koşuyor ama bir de onların mecnunları var; hafta süresince başka hiçbir şey tartışıp konuşmuyorlar. Otobüslerde rastlıyorsunuz, tramvaylarda, spor gazeteleri okunuyor. Yani bu da tamamen CIA’nın hem kendi halkına hem dünya halklarına oynadığı bir oyun, bir uyutma yöntemi, arkadaşlar. Hiç rastlantısal değil. Bir diğeri, dini yayınları bol miktarda destekler, diyor. Çünkü din de nihayetinde, insanların özgürce düşünmesini engeller. Dogmalarla insanların düşüncelerine kilit vurur. Dondurur, set çeker. Ve bu dünyanın acılarına karşı sömürünün, sefaletin, haksızlığın verdiği acılara karşı uyuşturucu etkisi yapar. O yüzden işte bizde özellikle 1950 sonrasında, 50’den itibaren diyelim, 60 yıldan beri desteklenen, örgütlenen sistemli bir biçimde geliştirilen “Yeşil Kuşak Projesi” bu amaca yöneliktir. (Sloganlar… Kahrolsun Kontrgerilla… Alkışlar…) MİT-CIA- Venezüellalı devrimcilerle ideallerimiz ortak Sizleri de fazla yormak istemiyorum. Ne kadar zaman oldu Sait Yoldaş? Sait Kıran Yoldaş: Bir saat. Nurullah Ankut Yoldaş: Bir saat. Evet… Chavez Yoldaş’ın programından söz açılmıştı, oradan çağrışımla bunları konuştuk, arkadaşlar. “Kışlada 15 yıl önce doğdu. Yıllar boyunca bir elimiz kışlada, öteki elimiz sokakta milliyetçi, yurtsever bir hareketi tedricen geliştirmek için dikkatlice çalıştık. Bolivarcı bir devrim konsepti geliştirdik. Buna göre bizim karşımızda Bolivar’ınkinden farklı bir imparatorluk bulunuyordu. Bununla birlikte Bolivar, Kuzey Amerika’nın özgürlük adına bizim başımıza bela olacağını öngörmüştü.” Demek ki arkadaşlar, 180 yıl önce Bolivar, ABD haydutlarının Latin Amerika’nın başına bela olacağını öngörüyor. Böylesine de geniş bir öngörüye sahip, bilince sahip bir önder Bolivar. Ve amacı bildiğimiz gibi, tüm Latin Amerika’nın birleştirilmesi. Chavez Yoldaş da aynı amacı güdüyor. “Ana kara ölçeğinde yeni bir bağımsızlık hareketinin çağrısını yaparak, bağımsızlık ve egemenlik sorunlarını ortaya koyuyoruz. Yeni model, ana kara ölçeğinde bir bağımsızlık hareketidir. 45’ten beri Venezüella’da faaliyet gösteren mevcut siyasal model ölümcül yaralar almıştır. Burjuva neoliberal sistem parçalanmadan ayakta kalabilecek bir alternatif olamaz. Bizim demokrasi modelimizde halk, sivil toplum, siyasal hatta askeri kararların alımına katılan başlıca güçtür. Egemenlik sorununda yarım çözümler olmaz. Halkın temsilcilerini görevden alma, göreve getirme, 8 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 yaptırım uygulama hakkını elinde tuttuğu dolaysız bir demokrasi olmak zorundadır.” Yani yoldaşlar, halk temsilcilerini istediği zaman yani 4 yıl, 5 yıl beklemeden, kendi çıkarlarını savunmadıklarını anladıkları anda görevden alabilmeli, yerine yenisini gönderebilmeli, diyor. Bizim Vatan Partisi Programı’nda da Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, 1954’te, aynı kuralı koyuyor ve bizim Kurtuluş Partisi Programı’mızda da aynı madde var, arkadaşlar. Bunun olması için de tabiî her bir milletvekilinin, bir ilin ya da bir ilçenin belli nüfus alanını temsil eder şekilde seçilmesi lazım. Sadece o bölgenin, birkaç beldenin ya da bir ilçenin halkının oylarıyla oraya gönderilmiş olması gerekir. Ve o milletvekili o bölgenin halkını savunacak. O bölge halkı beğenmediği anda hemen geri çağıracak, yerine yenisini gönderecek. Böyle bir şey olmayınca, bizim düzenbazlar halkı kandırarak… Halk zaten kimi seçtiğini bilmeden seçiyor. Hiç birini tanımıyor ki… Seçiyor onlar orada vurgunculuk yapıyor, uşaklık yapıyor. hainlik yapıyor. Halkın da bunlar karşısında çaresiz, eli kolu bağlı beklemekten başka yapacağı bir şey kalmıyor ne yazık ki şu örgütsüz ortamımızda. Bu demokrasiyle falan ilgili bir şey değil. Ama öyle bir şey olsa, o milletvekili halka her an hesap vermek zorunda olacak. Ve halk çıkarlarını, sorunlarını madde madde önüne koyacak; bunları takip edip çözümünü sağlayacaksın, diyecek. Ve hesap sorabilecek her an. Çağırıp hesap soracak. Seçmenlerinin sorunlarını gündeme getiremiyor, yöneticilerden hesap soramıyorsa; niye soramıyorsun? diye eleştirecek, geri gönderecek, sormasını sağlayacak. Yani seçilen temsilci her an, her durumda hesap verir durumda olacak. Bu olmadan temsili demokrasi olmaz. İşte Chavez Yoldaş dünyanın öbür ucunda, biz bu ucunda, aynı halkçı demokrasinin vazgeçilmez kuralını on yıllardan bu yana savunuyoruz. Chavez Yoldaş şunu da söylüyor: bu Birleşmiş Milletler bu haydudun ülkesinde olduğu sürece, bunu istediği an alçakça istismar edebilir, diyor. İşte şu anda bile benim özel doktorum ve güvenlik şefim uçakta mahsur, diyor. Düşünebiliyor musunuz arkadaşlar?.. Chavez’e düşman olduğu için böyle zavallıca, adice yöntemlere başvuruyor. Yoldaşımızın doktorunun ve güvenlik şefinin ülkesine ayak basmasına izin vermiyor. E, buna ne hakkın var?.. Birleşmiş Milletler toplantısına katılmak üzere geldi. Senin böyle bir yetkin yok. Ama istismar ediyor soy- derlenmiştir. Bunlar, halklarına ihanet etmiş ve ABD’ye satılmış, ondan medet uman yetkililerin elinde kandırılmış tutsak kişiler. İşte onlardan birinin, Müslüman Kardeşler örgütü temsilcisi, Memnun El Hımsi, bir açıklama yapıyor. İşte burada, gazetede… Müslüman Kardeşler örgütünün o temsilcisi diyor ki: “Suriye’yi alevi mezarlığına çevireceğiz. Bir tek Aleviyi canlı bırakmayacağız Suriye’de”, diyor. Net, açık. 4 gün kadar önce yapıyor bu açıklamayı. Ne hükümetten, ne bölgenin idari temsilcilerinden bu konuda hiçbir ses çıkmıyor. Hani bunlar masumdu, mazlumdu?.. Bunlar Ortaçağcı ve hain, arkadaşlar. Cellâdın cellat ruha sahip uşakları, hizmetkârları… Ve bunun üzerine, ne yazık ki bugüne kadar genelde bazıları sürekli yalpalayan, Türkiye’deki Alevi örgütleri ortaklaşa bir açıklama yapıyorlar: “Hain sıfatının muhatabı AKP ve işbirlikçileridir”. “Alevi derneklerinden Müslüman kardeşlerin Alevilere ölüm çağrısına sert tepki: Müslüman kardeşler kardeşimiz değil.” Burada tek tek, Türkiye’deki Alevi derneklerinin hepsinin imzaları var açıklamanın altında. Arkadaşlar okumuşlardır, okuyabilirler bundan sonra da. Daha fazla burada sizi yormak istemiyorum. Hükümetten, onun bölgesel idari temsilcilerine varıncaya kadar hepsi aynı düşüncede bunların. Biz on yıllardan beri söylüyoruz: Türkiye’deki hiçbir Ortaçağcı Sünni dini ya da tarikat lideri, Alevi yoldaşlarımıza hak ettikleri özgürlüğü asla tanımaz. Gereken saygıyı göstermez. Bu onların Ortaçağcı inançlarıyla, düşünceleriyle çelişir. Bu bakımdan bunların içyüzünün bilinmesi lazım. Yani bizdeki Fethullah’la, Tayyipgiller’le, Müslüman Kardeşler’in amacı, ruhu, dünyası aynı, arkadaşlar. suz… Bu utanmazca, adice bir şey. İğrenççe bir şey. Ama onların hayatı bu… Hani Mevlana’nın da dizesinde dediği gibi, “Bok böceği gül bahçesinin kokusundan ne anlar?” O, orada yaşamaya alışmış. Bu emperyalist haydutlar da böyle. Böyle davranmakla bir iş yaptıklarını sanıyorlar. Yani alçağı, evinde böylesine kafasını kaldıramaz hale getiriyor. Böylesine bir insana insan hayran olmaz mı, arkadaşlar? Elbette hayran olur. O yüzden, onun ülkemizdeki temsilcisini her yerde, ülkemizin her ilçesinde, her beldesinde ağırlamak isteriz. Bugüne kadar yaptık, bundan sonra da yapmaya devam edeceğiz… Çünkü biz aynıyız. Malzememiz, kumaşımız aynı bizim. İdeallerimiz, vicdanımız, yüreğimiz aynı tempoda atıyor bizim… Yine bölgemizde, emperyalistlerin ataları sömürgeci Haçlılar tarafından, bölgemizde derken, ilçemizde, tarihi ilçemizde, yoğun savaşlar yaşandı değil mi yoldaşlar?.. Yani Belek Bey gibi Türk, Selahattin Eyyübî gibi Kürt yiğit önderlerin mücadelesi, o işgalci, yağmacı alçakları buralardan kovdu. Emperyalistlerin ve onların emir eri Tayyipgiller Suriye’ye neden düşmandır? Ülkemizin şu anki en acil, en önemli sorunlarından biri de Suriye, arkadaşlar, işte hemen ne kadar uzağımızda, mülteci kampları, Suriye mülteci kampları, yoldaşlar?.. Dinleyiciler: 75 kilometre. urullah Ankut Yoldaş: 75 km uzağımızda. Bunun adı, bizim hainler tarafından masumlaştırılıyor. Suriye’de Beşar Esad diktatörlüğünün zulmünden kaçan masum, mazlum mülteciler olarak sunuluyor bu insanlar. Ama bunların hepsi, ABD’nin bu sivil örümcekleri tarafından derlenmiştir: Kişi olarak hepsi tek tek değil elbette ama bunların yöneticileri, temsilcileri, (Sloganlar… Şeriat Ortaçağdır…) Yine biz on yıllardan beri pankartımızla, “Şeriat Ortaçağdır” diye, olayı netçe ortaya koyan pankartımızla, meydanlardayız, arkadaşlar. İşte bu amaçla koyuyoruz. Bunlar iktidara geldiklerinde, tümüyle ülkemizi teslim aldıklarında, Kurtuluş Savaşı’nın, Mustafa Kemal’in, laikliğin izini tozunu tümüyle sildiklerinde; atacakları slogan aynıdır. Bunlar Türkiye’yi de Alevi mezarlığına çevireceğiz, diyeceklerdir. Ve Türkiye’yi de bölgeyi de Ortaçağın din savaşlarına götüreceklerdir. (Sloganlar… Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar…) Emperyalistler Suriye ve İran’ı neden hedef aldı? Yoldaşlar, bu konuya değinmişken, birkaç cümle ile ABD Emperyalistlerinin niye bu ülkeleri hedef aldığını yani Libya’yı, Suriye’yi ve İran’ı neden hedef aldığını da ortaya koyalım. Libya önderi Kaddafi, 1996’ya kadar yiğit, aktif bir antiemperyalist yurtseverdi. 96’dan öncesi saldırıya uğradı, ondan sonra korktu geri çekildi. Ama onların emperyalist niyetlerini hep yüreğinde taşıyordu. Ve onlara karşı hep kin duyuyordu. Ve Arap Birliği’ni sağlamak için mücadele ediyordu. Tıpkı Chavez Yoldaş’ın Latin Amerika Birliği’ni sağlamak için mücadele ettiği gibi… On yıllarca süren mücadelesinde başarısız oldu, Arap Birliği’ni sağlayamadı. Ondan sonra Afrika Birliği’ni sağlamaya yöneldi. Dikkat edersek, son yıllarda Afrika ülkelerinin yerel önderlerinin giysileriyle meydanlara çıkmaya başladı, kürsülere çıkmaya başladı. Afrika Ülkeleri Birliği’ni kurdu. Ve Afrika Ortak Parası’nı önerdi, arkadaşlar. Yani şimdi emperyalistler dünyayı hep, arkadaşlarımızın söylediği, bizim de hep tekrarladığımız gibi, 1000 devletli bir dünya haline ge- tirmek istiyorlar. Böylece küçük küçük lokmalara parçalayacaklar ki, kolayca, istedikleri gibi yutsunlar, istedikleri gibi yönetsinler. Bunun karşısında biz halkları, ülkeleri birleştirmek için mücadele etmeliyiz. İşte Chavez Yoldaş bunun için mücadele ediyor, Kaddafi bunun için mücadele etti. Ve ülkesinin işgaline, kendisinin insanlık dışı bir şekilde linç edilerek bazı çakallar tarafından öldürtülmesine neden olan suçu buydu. Düşünün yoldaşlar, bir insan linç edilerek öldürülüyor ve cenazesi, hani bazen balıkçılar denizden çıkarır, 500 kiloluk bilmem ne balığı diye balıkhanelerde teşhir ederler, cesedi öylesine teşhir edildi. Bunun Müslüman inancına aykırı olduğunu ve bir insanın cenazesine hakaret olduğunu dile getiren yine Chavez ve Fidel Yoldaşlar olmuştur. Müslüman geçinen hiçbir İslam ülkesinin satılmış, hain lideri, bunu dile getirmeye cesaret edememiştir. Tersine onlar emperyalizme uşaklığa devam etmişlerdir. Suriye’ye gelirsek, BAAS Partisi, antiemperyalist bir niteliğe sahiptir. Beşar Esad’ın babası Hafız Esad tarafından örgütlenen ve iktidara getirilen ve Beşar Esad’ın da çizgisini takip ettiği hareket, antiemperyalist bir öze sahiptir. Bu, emperyalistlerin affedemediği önemli birinci suç. İkincisi, bu haydudun Irak saldırısı sırasında Beşar Esad açıkça Irak Halkının ve lideri Saddam’ın yanında yer almıştır, hatırlarız arkadaşlar. İşte bu da emperyalistler tarafından affedilmez bir suç olarak görülmüştür. O yüzden bugün Beşar Esad’ı da devirmek ve hareketini yok etmek istiyorlar. Onlara da, o ülkelere de, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, kendilerine uşakça hizmetkârlık edecek kukla devlet başkanları getirmek istiyorlar yerlerine. İran’daki mollalar da, antiemperyalist iddialı, çeyrek de olsa diyelim, tam demeyelim ama antiemperyalist bir tutum ortaya koyuyorlar. Zaten sözünü ettiğim Birleşmiş Milletler konuşmasında Chavez Yoldaş da, Molla diye adlandırdığı Ahmedi Nejad’ın konuşmasını olumlu bulur ve ondan övgüyle söz eder. Böylece İran’da da eski Şah dönemi gibi kukla, onların her türlü emrine tereddütsüz itaat edecek hainler getirmek istiyorlar iktidara. Ve ülkenin zengin petrol kaynaklarını yağmalamak istiyorlar. İran’ın suçu da bu, arkadaşlar. O yüzden onunla uğraşıyorlar. Bizim hain Tayyipgiller iktidarı İran’ı da sattı, değil mi arkadaşlar? İran radarlarını, füzelerini kontrol edecek radarları, Malatya’ya Kürecik’e yerleştirdi ve çalışmaya başladı şu anda. Ve oradan elde edilecek istihbarat, açıklandığına göre, ABD ve İsrail kaynaklarında açıklandığına göre, doğrudan ABD ve İsrail’e bildirilecek. Bizimkilerin haberi yok. Türkiye’ye bildirilmeyecek, onlara hizmet edecek. Bizim alçaklar görünüşte, sözde, söylemde İsrail’e karşı olurlar ama davranışta, gerçeklikte, fiiliyatta onunla en yakın işbirliğinde bulunmaktan, işbirliği yapmaktan geri durmazlar. Çünkü efendileri Amerika öyle emrediyor. Ve bunlar ABD projesi, Tayyipgiller’i de, böyle kukla hükümetleri de işbaşına getiren hep ABD’dir. Geçen bir Parababaları partisinin (Demokrat Parti’nin) lideri Namık Kemal Zeybek açıkladı gazetelerde, bazı arkadaşlarımızın gözlerine çarpmış olabilir: Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesinin Kurucu Rektörü olarak çalışmaktaydım, diyor. ABD Büyükelçiliği Müsteşarı benden randevu istedi. Ben de sandım ki, üniversitelerin çalışmalarıyla ilgili, bizim akademik programımızla ilgili kültürel bilgiler almak istiyor, diye düşündüm. Gelin, dedik, geldiler. Bir ekiple geldiler. İşte fakülte hakkında göstermelik birkaç soru sorup bilgi aldıktan sonra doğrudan konuya girdi ve açıkça AKP dedi, diyor. Adalet ve Kalkınma Partisi adında Türkiye’de bir parti kurulacak, o zaman daha AKP falan yok, diyor, siz de bunda yer alır mısınız? dedi. Ben açıkça ABD’nin programladığı ve hayata geçireceği bir partide yer alamazdım. Söylediği gerekçe bu. O yüzden reddettim ve bir süre sonra kuruldu, diyor. Bugüne kadar gizledim bunu, ama bugün açıklamak durumundaydım, diyor, arkadaşlar. Yani başka onlarca kaynakta bu zaten belgeleniyor, Tayyipgiller’in ve onların iktidarının ABD yapımı olduğu. Ama bir kez de geçenlerde, bir Parababaları partisinin lideri açıktan söylemiş oldu, kanıtıyla ortaya koymuş oldu. Şimdi bunu iktidara getiren ABD ise istediği zaman götürecek olan da ABD. Bunlar bunu biliyor, bu yüzden uşakça hizmette hiç tereddüt göstermiyorlar, arkadaşlar. (Sloganlar… Kahrolsun ABD İşbirlikçi AKP… Alkışlar…) CIA medyayı nasıl kullanır? Tabiî bunlar, bu gerçekler, bizim medyada başlıklara çıkmıyor, arkadaşlar. Nitekim benim okuduğum gazetede, tek sütunda bir haber olarak iç sayfalarda geçti. Şimdi bizim medya da aynı AB-D medyası gibi. Zaten burada (Jim Keith kitabında) yine ortaya koyuyor. CIA’nın yurt dışında 50 tane radyosu, yüzlerce televizyonu, yayın organı, dergisi var, diyor arkadaşlar, bu araştırmacı yazar. İşte bizimkiler de bir şekilde angaje. Yine Yılmaz Dikbaş diye, namuslu bir araş- tırmacı var. Değerli kitapları var, bu konularda somut belgeler ortaya koyan. Sanıyorum “Gaflet, Dalalet, Hıyanet” adlı kitabında diyor ki: Türkiye’den 513 tane gazeteci ve televizyoncu yani medyacı, AB’ye götürülerek orada eğitimden geçirildi. Ve bunların tüm gidişgeliş ve konaklama masrafları AB tarafından karşılandığı gibi, günlük 25 avro da cep harçlığı verildi bunlara. Ben bunu öğrenince, AB’nin bir sürü organının sözcüsüne telefon açtım. Dedim ki, bunlar kimler? Hangi televizyonlardan, dergilerden, gazetelerden, kimler? Bilgi veremeyiz, dediler. Dedim ki, diyor, sizin görünürde savunduğunuz en önemli ilkelerinizden biri şeffaflık değil mi? Siz yaptığınız bir şeyi neden gizliyorsunuz? Her şeyin açık olması gerekir diyen sizler değil misiniz? Yönetimde şeffaflık olmalı diyen siz değil misiniz? dedim. O konuda çıt yok. Biz veremeyiz dediler, diyor. Ayrıntılıca anlatıyor kitabında. Bir sürü kurumuna başvuruyor, cevap yok. Türkiye’ye geliyor, bu medya örgütlerine telefon açıyor. Onlardan da cevap yok. Kendi çabasıyla bir 8-10 isme ulaşıyor, o kadar… Burada onlara neler öğretildi? Hangi programlar yüklendi bunlara? Bir bilgisayar disketine yüklendiği gibi, beyinlerine neler yüklendi? Böyle böyle çalışacaksınız, dendi. Nasıl anlaşmalara girildi? Belli değil… Tabiî bu sırf AB’nin götürdüğü. Bir de ABD’nin götürdükleri var. Orada da Mary Hanım’ın hocaları var. Onların ağına düşenler var orada. Yani Türkiye de aynı şekilde, ABD’nin kuklaları olan medya yöneticileri, yazarları çizerleri tarafından işgal altına alınmış durumda. Medya bu denli önemli bir güç Türkiye’de de. Mary Hanım’ın hocaları terimini açalım biraz: “CIA’nın ajanlık teklifini reddettim “Yıllar önce okul birincileri arasında düzenlenen “Armand Hammer United World College” sınavını kazanarak ABD’ye giden, lise ve üniversiteyi burada bitiren Demet Tuncer, 10 aydan bu yana “Çocuklar Duymasın” dizisinde Mary Hanım olarak ekranlara geliyor. Hiç beklemediği anda gelen teklifle oyunculuğa başladığını söyleyen Tuncer, öğrencilik yıllarında yaşadıklarını ve diziyle ilgili görüşlerini anlattı. “ABD’deki Universal ew Meksico University’de okurken CIA için ajanlık teklifi almanız nasıl oldu? “Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Uluslararası Güvenlik dersi vardı. Bu dersi veren hocamız Dr. Peter A. Lupsha da CIA’da analist olarak çalışıyordu. Uluslararası uyuşturucu trafiğini konu alan bir kitabın hazırlığını yapıyordu. Ben de çalışmalarına katılıyordum. Birkaç sayfa Türkçe metin getirdi çevirmem için. Uyuşturucu kaçakçılığında adı geçen Türklerle ilgili bilgiler vardı. Bana, “CIA’nın çalışmak isteyeceği ideal kişisin. Çalışmak ister misin?” dedi. “eden ben CIA’nın çalışmak isteyeceği biriyim ki?” diye sordum. “Hem Amerika kültürünü hem de Türk kültürünü biliyorsun” dedi. “Peki” dedim, “asıl çalışabilirim?” Bana sadece “Gizli görev” yanıtını verdi. “Görevle ilgili ayrıntı verdi mi? “Sürekli sorular sordum. “Ajanlar ne yaparlar, ne ederler” dedim. Karar vermem için yarım saat kalmıştı. “Bak Demet, seni diplomat yapacaklar. Ve sadece bir şey isteyecekler” dedi. O bir şey de herhalde vatanıma zarar verecek bir şeydir diye düşündüm. “Yok” dedim, “Ben ne vatanımı satarım ne de ailemi.” “Israr etti mi? “Konu bir daha gündeme gelmedi. Ben mezun oluncuya kadar onun derslerine katıldım. “Dr. Lupsha CIA’da hangi birimde çalışıyordu? “Özel timde çalışıyordu. Sol kolunda bir ejderha dövmesi vardı. Bir gün, “Özel timde çalışanlar bu dövmeyi mi yaptırıyor?” dedim. Bunu şöyle açıkladı: “Eşim ve çocuklarım için yaptırdım. Ben uyuşturucu operasyonlarına gidiyorum zaman zaman... Eğer kafamı keserlerse bari karım ve çocuklarım beni buradan tanısınlar diye yaptırdım.” Şok olmuştum.” (Seyhan SEVİNÇ, Vatan, 05.05.2003) Mary Hanım, Demet Tuncer namuslu çıkı- yor. Satmıyor insanlığını. Ama satmış olan en az onlarca alçak var şu anda medyada. Bunlardan hemen herkesçe bilinen bir Yasemin Çongar var mesela… Daha bizim tahmin ettiğimiz yığında genç yaşlı, kadın erkek Yasemin Çongarlar var. Bu alçaklar durup dinlenmeden CIA’nın ideolojisini ve görüşlerini savunurlar köşelerinde ve görsel medyanın ekranlarında. Masum gazetecilik, televizyonculuk yapıyormuş görünümü-maskesi altında. Tabiî bunları yayın organına alıp aylık on binlerce dolar veren, yine aynı şerefsizlikte medya patronları var. Onlar da AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’deki yerli ortakları oldukları için CIA’nın görüşlerinin propagandası onların da halk düşmanı sınıf çıkarlarına uygun düşen, amaçları kapsamına giren bir şeydir. Yani medya patronlarıyla bu satılmış yazarçizerler tencere-kapak gibi birbirleriyle uyuşurlar. Ve halkımız üzerinde durup dinlenmeksizin psikolojik harekat uygularlar. İşte o yüzden insanlar artık düşünemez, kendi varlıklarını ve durumlarını, geleceklerini sorgulayamaz, kavrayamaz, göremez hale getirildiler. Zaten amaç da bu... Zihin kontrol ediyor CIA burada. Yani CIA’nın İngiltere’den devraldığı bir görev bu. Biliyorsunuz 1950 öncesinde dünyanın hâkim, başhaydut devleti İngiltere’ydi. İşte onun da CIA rolünü oynayan Tavistock diye 1921’de kurulan bir örgütü var. Onun da amacı CIA’yla aynı. Tüm yerel devletleri parçalamak ve dünyayı tek dünya hükümeti altında birleştirmek. Tabiî İngiliz Emperyalizminin hegemonyasında… Ve insanların zihin kontrolünü sağlamak. Yani neyi düşünüp neyi düşünmeyeceklerini kendileri belirleyecekler. Bunu sağlamak. İşte bu örgüt deneyimlerini, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra ABD Emperyalizmi öne geçince, CIA’ya aktarıyor. Kendisi de CIA’yla kol kola çalışan bir ABD örgütü oluyor. Şimdi o amaçla bizdeki Ergenekon Operasyonunun da, Ermeni Meselesi’nin de böyle gündeme getirilmesi, Fransa’nın soykırım yasakları alması, hep aynı amaca yönelik; Türkiye’yi yeniden Sevr’e götürüp parçalara ayırmak, yutmak. Sevr’i, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız sayesinde hayata geçiremediler, kâğıt üstünde kaldı. Ama çekmecelerine koydular, Sosyalist Kamp’ın yıkılmasından sonra yeniden Türkiye’nin gündemine getirdiler. Şimdi bunu uygulamak istiyorlar yani bütün bu operasyonların amacı bu. Mesela bu konularda son günlerin en güncel olaylarından biri ne? Hrant Dink’in katili Kontrgerilladır Hrant Dink cinayeti konusunda yeni açıklamalar oldu. Biz hemen o cinayet sonrası çıkan yayın organımızda ilk şu açıklamayı yaptık: “Bu cinayetlerin sebebi AB-D ve AB Emperyalistleridir”. Hatırlar yoldaşlarımız… Dönemin Trabzon Valisi Hüseyin Yavuz Demir, diyor ki, medyaya yansıdı, şu 10 gün içinde medyaya: “Rahip Santaro cinayeti, McDonalds’ın bombalanması olayı ve Hrant Dink’in öldürülmesi olayı (altını çiziyorum, arkadaşlar. – N. Ankut) Kontrgerilla’nın eylemidir”, diyor. (Sloganlar… Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar…) Bildiğimiz gibi arkadaşlar, Kontrgerilla, CIA’nın kurup yönettiği bir örgüt. Yani Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesinden 6 ay sonra Türkiye’de kurdurttuğu bir örgüt. 12 Mart ve 12 Eylül Faşist Darbelerine zemin hazırlamak için 8 bin masum insanı katlettiren bir örgüt. Bir CIA örgütü, Kontrgerilla. Ama Ergenekon operasyonunda hedef alınanlar tam tersine; ABD’ye ve Batı’ya karşı olan laik, yurtsever, Mustafa Kemalci asker, sivil insanların hedef alındığı bir operasyon, bir saldırı, arkadaşlar. Trabzon Valisi, Kontrgerilla operasyonu, diyor. Biz buna ilaveten diyoruz ki, Malatya’daki Zirve Yayınevi Katliamı da Kontrgerilla operasyonu. Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalar da Kontrgerilla operasyonu ve Ergenekon Davası adlı saldırı da bir CIA operasyonu… Ve ne yapılıyor biliyor musunuz? Katliamdan yani 19 Ocak’ta katledildi Hrant Dink, bir hafta sonra Trabzon Valisi görevden alınıyor. Ve Ankara’ya, merkeze, kızağa çekiliyor bugüne kadar da hiçbir aktif görev verilmi- 9 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 yor. Bugün o açıklamayı yapıyor, arkadaşlar. O cinayette en ağır cezayı alan Yasin Hayal, bildiğimiz gibi. Yasin Hayal azmettirici, planlayıcı olarak en ağır cezayı aldı; Ağırlaştırılmış Müebbet Hapis. Ogün Samast 20 yıl hapis cezası alıyor. Erhan Tuncel beraat ediyor. Yasin Hayal ilk tutuklanırken, bazı arkadaşlar hatırlayacaktır, hangi sloganı attı? “Yaşasın Büyük Birlik Partisi”, diye slogan attı. Büyük Birlik Partili. Bugün o cinayetten dolayı Erhan Tuncel beraat etti, sadece McDonalds bombalamasından dolayı ceza aldı 10 yıl 6 ay. Onu da, yatmışlığıyla, 5 yıl yattı; infaz kanununa göre cezasını yatmış sayıldı ve tahliye edildi. Yasin Hayal bakıyor ki, ulan okkanın altına biz gittik, bize emir verenler yırttı, diyor. Ve açıkça, bana emri Erhan Tuncel verdi, diyor. Gerçeği itiraf etti. Bu adam beraat etti, ben içerdeyim. Bana emri bu adam verdi, diyor. Erhan Tuncel’in avukatı da diyor ki, bu cinayet, “Ergenekon”un yaptığı bir cinayettir. Yani “Ergenekon”un üzerine yıkmaya çalışıyor. Şimdi medyanın bazı gafil ve hain yazarçizerleri de “Ergenekon” işi, dediler. Mesela Mehveş Evin diye bir yazarçizer, Erhan Tuncel’in avukatı böyle dedi; hepimiz de zaten böyle diyoruz, “Ergenekon” işi diyoruz, diyor. Düşünün arkadaşlar, sıradan gazeteciler, hatta bir eğitim meleği olan Türkan Saylan bile darbeci diye “Ergenekon” operasyonu kapsamında gözaltına alınıp evi aranıp ömründen birkaç ay çalınırken, hiç böyle bir cinayeti, Hrant Dink Cinayetini “Ergenekon” dedikleri insanların işlemiş olması durumunda bu açığa çıkarılmaz ve failler ortaya konmaz, tutuklanmaz mıydı? Hiç ilgisi yok, arkadaşlar… edim Şener de aynı şeyi diyor. O kadar araştırma yaptı, isimler ortaya koydu, o da Ergenekon işi, diyor. Güya araştırmacı gazeteci… Yani birazcık dürüstlüğü olan bir vali kadar olsun olayı göremiyorlar, kavrayamıyorlar. Şimdi Kontrgerilla neden yaptırdı bu cinayeti? Açık. Biz o zaman, anında gördük. Şimdi devletin en önemli yetkilisi, Trabzon’un en önemli idari amiri de aynı şeyi diyor. Kontrgerilla laf olsun diye yahut kininden dolayı, duygusal nedenlerden dolayı cinayet işlemez. Neden işledi bu cinayeti? İki nedenden dolayı: Bir; “Ermeni Soykırımı” emperyalist yalanını yeniden Türkiye’nin önüne, gümm diye koyabilmek için, İki; cinayeti, Ergenekoncular diye nitelendiği laik, yurtsever, Mustafa Kemalci, antiemperyalist kesimin üzerine yıkabilmek için bu katliamı yaptı… Kendilerinin sürekli, ABD elçisinin de, AB’nin tüm temsilcilerinin de görüşüp tanıştığı, desteklediği Hrant Dink’i, kendi örgütlerine katlettirdiler, kendi amaçları için, siyasi emperyalist amaçları için. Ama emperyalistler budur! Satarlar… İnsancıl hiçbir duygu yok onlarda… Ne yazık ki, “Hrant’ın Arkadaşları” diye açıklama yapanlar da hâlâ bunun bir Kontrgerilla operasyonu olduğunu söyleme cesaretini gösteremiyorlar. Ailesi de o cesaretten yoksun. Sadece devlet içinde bazı yetkililer açığa çıkarılsın, diyorlar, değil mi? Açıklamaları bu. Üst düzeydeki yetkililer gizlendi... Peki, Türkiye’deki yerli işbirlikçileri kim? Başta Tayyipgiller... Danıştay saldırısı da Kontrgerilla operasyonudur, arkadaşlar. Başta Tayyipgiller suç ortakları, İki Fetullahçılar, Üç satılmış medya... Ve bu işte tetikçi olarak kimi kullanıyorlar? Büyük Birlik Partisi’nin Türk-İslam sentezcisi piyonlarını kullanıyorlar. Büyük Birlik Partisi’nin Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu bir açıklama yapıyor, helikopteri düşürülmeden ve öldürülmeden birkaç ay önce. Dediği aynen şu: “Bizim bahçeyi bellemişler, hem de haberimiz olmadan”. 12 Eylül öncesinde kendisi Kontrgerilla tarafından, CIA tarafından kullanıldı ya… Ondan sonra ne oldu? Yıllarca hapis yattı. O biliyor; Kontrgerilla kullanır ve harcar! Burada da görüyor ki, Hrant Dink Cinayeti belli bir siyasi hedefe yönelik cinayet. Onun üzerine, sonunda kendisi de okkanın altına gideceği için olayın içyüzünü açıklamaya niyetleniyor. Bizce, kanaatimizce olay budur. Çünkü yakındığı cümleler aynen bu anlamı kapsar. İşte onun üzerine hemen helikopteri düşürüldü ve yok edildi. O zaman da düşündük, yahu helikopterin yeri nasıl tespit edilemez? diye. Amerika tâ 60’lı yılların başında bile bu helikopterin yerini anında görebilecek teknolojik imkana sahipti. 63’te (kıdemli yoldaşlarımız hatırlarlar) U2 casus uçağı düşürülmüştü Sovyetler’de, Amerika’nın. Türkiye’den kalkıyor Sovyetler’i casusluyor. Bu uçak çok yüksekten uçuyor ve Sovyetler’in tüm askeri, ekonomik bölgelerini kameraya kaydediyor. Sovyetler de bunu belirleyip düşürüyorlar. Onun üzerine olay açığa çıktı. İhsan Sabri Çağlayangil diye Türkiye’nin uzun yıllar dışişleri bakanlığını yapmış bir bur- juva siyasetçisi var. Anıları var, yayımlandı. Anlatıyor; bizim hiç haberimiz yok, diyor bu uçak ne yapar. Yani bize denildi ki, bilimsel, meteorolojik araştırmalar yapar bu uçak. Gözlemler yapar. Onun için bu uçağı uçuruyoruz. Yani bölgeyi bilimsel, coğrafik araştırmak istiyoruz. Meteorolojik incelemelerde bulunuyoruz bölge hakkında. O bakımdan uçak da bu bölgede bize veriler toplayacak. Tüm dünyanın meteorolojisini inceleyeceğiz… Bize denilen buydu. Ama Sovyetler casus uçağı dediler, diyor. Bunun üzerine çağırdık Amerikalıları, diyor. Dedik ki, biz zor durumda kaldık, nedir bu yani?.. Amerikalı yetkililerin anlattığı aynen şu oldu: Meteorolojik araştırmalarla falan bu uçakla- (Alkışlar…) İhsan Sabri Çağlayangil rımızın bir ilgisi yok. Bu uçaklarımız, 30 bin metreden gözlemler yapar ve yerdeki bir arabanın plakasını bile okur. Ve kayıt ederek elimize verir, diyorlar. Biz onun üzerine; arkadaş bu Sovyetler’le başımızı belaya sokar bizim. O yüzden son verin, dedik. Son verdiler, diyor. Yani demek istediğim, daha 1960’lı yılların başında bile ABD, gökten arabanın plakasını okuyabilecek teknolojik donanıma sahip. Bugün uydu teknolojisi var, haydi haydi görür. Bildiğimiz gibi, helikopter ancak iki gün sonra bulunabildi. O da teknoloji gücüyle değil, köylülerin yerden kendi kıt imkânlarıyla yaptığı aramaların sonucunda… Yani şaşırmıştık, yahu bu nasıl olur? Hani telefon konuşmaları oldu ya bir basın çalışanının. Bakıyor ki canlı, ölmemiş 12 Askerimiz Tayyipgiller Tarafından ABD ve AB Emperyalistlerinin İğrenç Çıkarları Uğruna Afganistan’da Kurban Edilmiştir Ankara’da Halkın Kurtuluş Partisi Tayipgilleri Protesto Etti Halkın Kurtuluş Partisi, 12 Askerimizi, ABD ve AB Emperyalistlerinin iğrenç çıkarları uğruna Afganistan’da kurban eden Tayipgiller’i, 20 Mart günü Kızılay YKM önünde yaptığı basın açıklamasıyla protesto etti. Dünyada ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermiş olan halkımızın çocukları, Mehmetçikler, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın ve Önderi Mustafa Kemal’in izini ve tozunu silmeye yeminli Tayyipgiller tarafından, ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin iğrenç çıkarı uğruna kurban ediliyorlar. D ünyada ilk başarılı Kurtuluş Savaşı’nı vermiş olan halkımızın çocukları, Mehmetçikler, Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın ve Önderi Mustafa Kemal’in izini ve tozunu silmeye yeminli Tayyipgiller tarafından, ABD ve AB (AB-D) Emperyalistlerinin iğrenç çıkarı uğruna kurban ediliyorlar. “ABD Askerlerinin sağ salim ülkelerine dönmeleri için dua eden”, Kanlı Zalimin “bütün ülkelere son 50 yıldır demokrasi götürdüğüne inanan”, Körfez Savaşı’nda Müslüman Irak Halkının işini daha kısa sürede bitirmek için Meclisten tezkerenin geçmesi için canhıraş bir biçimde çalışan, Türk Ordusu’nun başına çuval geçirilirken kılları kıpırdamayan Tayyipgiller’in ellerine bulaşmıştır 12 askerin kanı. Tayyipgiller için, 12 askerimizin İşgalci Haçlı Ordularının çıkarına kurban edilmeleri önemli değildir. Tayyipgiller için önemli olan; “lağım deliğinden aşağı süpürülmemek”, vurgunlarına Tayipgiller’in 12 Askerimizi işgalci Haçlı Ordularının çıkarlarına kurban edilmeleri Kurtuluş Partililer tarafından sloganlarla protesto edildi. Sık sık “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek”, “Katil AB-D Ortadoğu’dan Defol.”, “Libya Halkı Yalnız Değildir.”, “Gün Gelecek Devran Dönecek AB-D Halklara Hesap Verecek.”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarını atarak AB-D Emperyalistlerinin ve onun yerli işbirlikçisi satılmış Tayyipgiller’in kanlı emelleri bir kez daha teşhir edildi. bir süre daha devam edebilmektir. Bu yerli satılmışlarda insana dair bir kırıntı dahi kalmamıştır. O yüzden bunlarda insan sevgisi aramak, AB-D Emperyalistlerinin iğrenç çıkarlarına kurban edilen 12 askerimiz için üzülmelerini beklemek boşunadır. Halklarımızı daha fazla kandırabilmek için şehit edebiyatı yaparak, timsah gözyaşı dökerek ellerine bulaşan kanı şimdilik gizlemeye çalışıyorlar. Ama boşuna, ellerine bulaşan kanı hiçbir okyanusun suyu temizleyemeyecektir… Tayyipgiller’in ellerine Libya Önderliğinin kanları da bulaşmıştır. Elinden insan hakları ödülü aldığı Kaddafi’yi, AB-D Emperyalistlerinin emri doğrultusunda bir günde satmıştır Tayyipgiller. Libya Önderi Kaddafi katledildiğinde sevinç naraları atan Tayyipgiller’in kardeşlikten, insanlıktan, vefa duygusundan, Müslümanlıktan ne anladıkları daha doğrusu anlamadıkları en somut biçimde ortaya çıkmıştır. “Libya Halkına silah doğrultmayacağız” diyerek esip gürleyen Tayyipgiller, kardeş Libya Halkına karşı emperyalist NATO’nun savaşına lojistik destek vermek üzere Mehmetçikleri göndermiştir. Oysaki 1910’larda Mustafa Kemal ve geleceğin Kuvayimilliye komutanları şahsında, İtalyan işgali- bu. Diğerleri de, Yazıcıoğlu da ölmemiş olabilir, o yüzden bekleyelim ki soğuktan donarak ölsün. Yani amaç, hasıl olmuş olsun, diyorlar. Yani CIA böyle karmaşık işleri yapar, alçakça, acımadan yapar. Ve hainleri de böyle piyon gibi kullanır… Tabiî tüm bunları görebilmek bilimin işi. Şimdi biz baştan beri diyoruz, bilimin görevi önceden görmektir. Devrimci bilimin görevi bu. Yol göstermek. Yolumuza ışık tutmak. İşte biz bunları anında, olduğu anda, teorimizin gücüyle tahlil edip, hiçbir önyargıya kapılmadan, hiçbir duygusallığa düşmeden çözümledik. Çünkü diyalektik en önce bunu gerektirir. Her türlü önyargıdan uzak olacaksın. Sadece olayın aslı ne? olduğu gibi onu görmeye, sebep-sonuç ilişkileri içinde kavramaya çalışacaksın. Biz böyle bakınca, netçe görebiliyoruz. Ve ondan diyoruz, Türkiye’de Marksist-Leninist bilimin tek temsilcisi, biricik devrimci hareket biziz, yoldaşlar. Ankara’dan Kurtuluş Partililer ne karşı Ömer Muhtar önderliğinde direnen Libyalıların yanında savaşmak için gönüllü olarak Libya’ya gitmiş ve emperyalist işgale karşı Libyalılarla omuz omuza savaşmıştık. Bugün ise Tayyipgiller tarafından Mehmetçikler Müslüman kanı dökmek için işgalci Haçlı Ordularının saflarında Ortadoğu’da savaştırılıyor. Ne acınılası ve içler acısı bir durum… Bugün Suriye Önderliğine ve Halkına karşı da aynı tutumu sergilemektedir Tayyipgiller. Tayyipgiller daha dün “Kardeşim” dediği Esad’ı da, AB-D Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda satmış ve AB-D Emperyalistlerinin gönüllü tetikçiliğine soyunmuşlardır. ABD Emperyalistlerinin Suriye’de tetikçisi olmaya boylu boyunca dalan Tayyipgiller, ellerine bulaşan kanlara şimdi de Suriye Halkının kanını eklemenin uğraşı içerisinde. Kanla besleniyorlar, kanla semiriyorlar. Suriye Halkına karşı katliamlar yapan sözde “Özgür Suriye Ordusu”nu eğitebilmeleri ve daha da canavarlaşmaları için CIA ajanlarına ülkemizin topraklarını açıyorlar Tayyipgiller. Afganistan bugün AB-D kuklası Hamid Karzai önderliğinde tam bir sömürgeye dönüştürülmüş bir ülkedir. Afganistan’da her gün onlarca Afgan insanı sapık AB-D askerleri tarafından katledilmekte, işkencelere uğramakta, kadınlarına tecavüz edilmektedir. Sırf sadist duygularını tatmin için çocukları, kadınları katletmektedir ABD askerleri. Ne yazık ki, bu işgalci ve sapık Haçlı Ordularına yardım ve yataklık eden Tayyipgiller yüzünden; halklarımızın ve ülkemizin, Birinci Kurtuluş Savaşı’yla mazlum halklar nazarında kazandığı haklı saygınlık-hayranlık, giderek düşmanlığa dönüş- Biz bu açıklamayı yapınca Hrant Dink Cinayeti sonrasında, Sevrci Soytarı Sahte Sol dediğimiz grup bize karşı birleşti ve bize sözde eleştiriler yönelttiler. Ama hiçbirinin ciddiyeti yok. Gerçekliği yok. Tutarlılığı yok. Bugün de işte bir kez daha, bir belgeyle daha, ortaya koymuş olduk. Bütün bunlar Türkiye’yi, hep söylediğimiz gibi, Yeni Sevr’e götürmek için. Burada kitaplar, belgeler getirdim. Mesela Yunanistan’ın daha önceki Dışişleri Bakanı diyor ki; Türkiye’yi parça parça AB’ye alabiliriz. Mesela İstanbul’u tek başına AB’ye hemen alabiliriz, diyor arkadaşlar. Avrupa Birliği Parlamentosu Başkanı da aynı şeyi söylüyor. Türkiye’yi parçalara bölerek Akdeniz’i, Ege’yi, İstanbul’u pekâlâ AB’ye alabiliriz, diyor. Bu ne demek? Türkiye’yi parçalayarak yutmak demek. Yani parça parça Sevr’e götürmek demek Türkiye’yi… Bunu açıkça söylüyorlar artık. Bu Sevrci Soytarılar, bize, “Sevr paranoyası görüyorlar”, diye suçlamalar yönelttiler, arkadaşlar. Ama Ermenistan Devlet Başkanı Sarkisyan ne dedi gençlere hitap ederken? “Karabağ’ı biz aldık, Ağrı’yı size bırakıyoruz”, dedi, değil mi arkadaşlar. Nedir bu?.. Tabiî onun dillendirdiği sadece Ağrı. Ama onun gerisi var. Ama şimdilik o kadarını dillendiriyor. O kadarına izin var. Ve tek başına dillendirmiyor bunu. ABD’nin direktifiyle, artık zamanı geldi, bunları söyleyebilirsin, dendiği için söylüyor. Ve Fransa, bu soykırım yalanını kabul etmeyenlere hapis cezası ve ağır para cezası veren yasayı o yüzden Meclisinden geçiriyor. ABD’yle anlaşmalı olarak geçiriyor. ABD burada iyi polisi oynuyor. Fransa’ya, bunu sen yap; kötü polis rolünü sen ortaya koy, diyor. Bizimkiler ne yaptı? Bekliyorlar değil mi, arkadaşlar… Neymiş? Anayasa mahkemesi reddedecekmiş vesaire… Murat Bardakçı bile, yani böyle şeylerden medet ummak mide bulandırıcı bir şey, diyor. İğrenç bir şey, diyor. Artık tarihçiler araştırsın meseleyi, şudur budur, bunlar geçti artık. Adamlar bunların derdinde değil. Bunları düşündüğü, dinlediği filan yok. 2015’te Türkiye’den Tazminat ve Toprak talebine hazırlanıyorlar, diyor. Yani Soykırım diye ilan ettikleri 1915’in 100’üncü yıldönümünde buna hazırlanıyorlar. Artık tüm Batılılar ve diaspora ve Ermenistan bunun hazırlığı içerisinde, diyor. Yani bizim ortaya koyduğumuz gerçeği, bugün burjuva tarihçisi, hiç solcu filan değil, antikomünist bir yazar biliyorsunuz Murat Bardakçı, arkadaşlar, o bile ortaya koyuyor. Demek ki Türkiye adım adım Sevr’e sürükleniyor artık. Buna karşı biz de Chavez ve Venezüella Halkı gibi direneceğiz, arkadaşlar. Ancak o zaman bu alçakları 1915’te Çanakkale’de ve Birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi yenebiliriz. Bunu muhakkak yapmalıyız. İnsanî sorumluluğumuz ve devrimci ahlâkımız ve devrimci ilkelerimiz bize bunu emrediyor. Bunu gerçekleştireceğiz! Ordu Gençliği’mizle, Devrimci Geleneğe sahip Ordu Gençliği’mizle, İşçi Sınıfımızla, yoksul köylülüğümüzle, namuslu esnafımızla ve Kürt Kardeşlerimizle el ele vererek bunu gerçekleştireceğiz. Demokratik Halk Devrimini zafere ulaştıracağız! Halkız, Haklıyız, Yeneceğiz! Venceremos! (Alkışlar… Halkız Halklıyız Kazanacağız… Alkışlar… Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız… Alkışlar.) Sait Kıran Yoldaş: Biz de Genel Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş’a bu ufuk açıcı, coşkulu konuşmasından dolayı teşekkür ediyoruz. Kurtuluş Partisi Yöneticileri Tekirdağ’da Açılan “Emek Hırsızı ÖSYM” Davası’ndan Beraat Etti Kamuoyunda “Şifre Skandalı” olarak bilinen, geçen yıl yüz binlerce öğrencinin sokaklara dökülmesine neden olan ve Tayyipgiller iktidarının yüz karalarından olan kopya olayı nedeniyle Tekirdağ’da da öğrenciler sokağa dökülmüştü. Yapılan bu eylem nedeniyle Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı Av. Pınar Akbina ve yine Kurtuluş Partisi yöneticileri Çağatay Döldöş ve Ethem Erten Kırk’a, “Kanuna Aykırı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Düzenleme ve Yönetme, Bunların Hareketlerine Katılma”dan dava açılmıştı. 5 Mart 2012 tarihinde Tekirdağ 1. Asliye Ceza Mahkemesinde görülen davada, öncelikle sanıkların savunmaları alındı. Sanıklardan Pınar Akbina, yapılan bu eylemlerin çok haklı olduğunu, yaşanan Şifre Skandalı nedeniyle günlerce Türkiye’nin dört bir yanında eylemler yapıldığını, bu süreçte 3 gencin intihar ettiğini ve hiçbir yerde böyle bir dava açılmadığını; sadece Tekirdağ’da böyle bir dava açıldığını belirtti. Ve bu davanın bir demokrasi ayıbı olduğunu, gençliği susturmaya, sin- mektedir. Tayyipgiller, 12 askerimizi de sırf kendi çıkarları için bu işgalci Haçlı Ordularının iğrenç çıkarlarına kurban vermişlerdir. AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmış Tayyipgiller bunun hesabını bir gün mutlaka vereceklerdir. Çünkü Halklar, eninde sonunda “Ey zalim!”, diyerek ayağa kalkacak ve çektikleri acıların hesabını, acılar çektiren emperyalistlerden ve onların yerli uşaklarından mutlaka soracaklardır. O zaman hesap sorulacak askerlerimizi AB-D Emperyalistlerine kurban olarak sunan- dirmeye yönelik olduğunu belirtti. Çağatay Döldöş ve Ethem Erten Kırk da bu eylemin gayet haklı bir eylem olduğunu ve demokratik bir hakkın kullanımı olduğunu belirttiler. Sanık avukatları adına söz alan Av. Tacettin Çolak, Türkiye’nin hiçbir yerinde böyle bir dava açılmazken Tekirdağ’da açılmasının bilinçli olarak buradaki gençliğe gözdağı vermek olduğunu ve Öğrencilerin değil Şifre Skandalı’nı gerçekleştirenlerin yargılanması gerektiğini belirterek, derhal Beraat Kararı verilmesi gerektiğini belirtti. Av. Ayhan Erkan da, Tekirdağ’da Kurtuluş Partisi’ne yönelik özel olarak baskı uygulanmaya çalışıldığını belirterek, kalabalık bir eylem olmasına rağmen üç Kurtuluş Partilinin özel olarak seçilerek haklarında dava açıldığını söyledi. Dava sonucunda Mahkeme üç Kurtuluş Partili hakkında Beraat Kararı verdi. Tekirdağ’dan Kurtuluş Partililer lardan. O zaman hesap sorulacak Türk Ordusu’nun başına çuval geçirenlerden, kardeş halkları birbirine düşman edenlerden. O zaman sorulacak hesabı katliamların, sapıklıkların… Ve bu büyük hesaplaşmadan sonra insanlık bir daha bu acıları yaşamayacak. Çünkü insanlık tek bir sosyalist aile olacak! 20.03.20121 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 10 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 Derleniş Yayınları ve Kurtuluş Yolu Gazetesi “AB-D Emperyalistlerinin Suriye Saldırısı ve İşçi Sınıfımızın Görevleri” adlı Paneliyle Bursa Kitap Fuarı’nda halkla buluştu 10 -18 Mart 2012 tarihleri arasında gerçekleşen 10’uncu Bursa Kitap Fuarı’na Derleniş Yayınları ve Halkın Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak katıldık. 11 Mart 2012 tarihinde gerçekleştirdiğimiz “AB-D Emperyalistlerinin Suriye Saldırısı ve İşçi Sınıfımızın Görevleri” konulu panel etkinliğimiz ise büyük ilgiyle karşılandı. Panele konuşmacı olarak akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı ve DİSK Genel Başkan Yardımcısı Ali Rıza Küçükosmanoğlu ve Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı katıldı. 24-27 Aralık 2011 tarihinde DİSK heyeti olarak yaptıkları Suriye gezisi izlenimlerini aktaran Ali Rıza Küçükosmanoğlu konuşmasında: Suriye konusunda, daha önce Irak’ta, Libya’da olduğu gibi AB-D Emperyalistlerinin güdümündeki medya organlarının gerçeğe aykırı haberler yaptığını, Suriye Halkının çoğunluğunun emperyalist saldırganlığın ve komplonun farkında olduğunu belirtti. Gürdal Çıngı ise; Suriye ve Ortadoğu’daki Emperyalist saldırganlığın tarihsel sürecini aktardığı paneldeki konuşmasında; AB-D Emperyalistlerinin Yugoslavya, rasyonu. Sınıf temelinde yerli-yabancı sermayelere karşı İşçi Sınıfı mücadelesi vermek için, sermaye düzeninin egemenliğine son vermek amacıyla bir araya gelen, dünyanın değişik ülkelerinin oluşturmuş olduğu bir işçi konfederasyonu. Yani emperyalist ülkelerin güdümündeki Avrupa Sendikalar Konfederasyonu gibi sendikalardan farklı bir şekilde, dünya çapında, sınıf mücadelesi temelinde örgütlenen bir konfederasyon. Bu Konfederasyon’un davetlisi olarak gittik. İşin ilginci, bize orada söylenen, bu daveti başta Arap ülkeleri olmak üzere, birçok ülkedeki sendikalara yapmışlar, ancak bu davete icabet eden sadece Türkiye’den DİSK olmuş. Yani bunu da ayrıca belirtmek istiyorum. Biz giderken aslında kendi aramızda da tartıştık; Suriye çok karışık, yani aslında böyle bir karışık ortamda Suriye’ye gitmek ne kadar doğru ne kadar yanlış diye. İşte dost bazı çevrelerden böyle karışık bir ortamda Suriye’ye gitmenin bir gereği yok diyenler de oldu. Çünkü basında, televizyonlarda gösterilen bir Suriye resmi var, Suriye fotoğrafı var. Biz buna rağmen gerçekten içinde bulunduğumuz koşullarda Emperyalizmin, gerek Ortadoğu’da gerek tüm dünyada, başını ABD Emperyalizminin çektiği bir emperyalist cephenin dünya halklarına yönelik saldırganlığı karşısında dünya ezilen halklarıyla birlikte olmanın, işçilerle birlikte olmanın bir işçi konfederasyonu olan DİSK’in de sorumlulukları arasında olduğunu düşünerek bu davete icabet ettik ve gitmeye karar verdik. Biz iki kişilik bir heyet olarak gittik. Son derece konukseverdiler. İki günlük süre içerisinde gerek Şam gerekse Şam’ın yakınındaki Golan Tepeleri’ne gittik. İsrail Siyonizmi’nin işgali altındaki bölgelere gittik, Birleşmiş Milletler gözetiminde kalan bölgelerden geçtik. O tarihlerde gittiğimiz yerlerde herhangi bir şekilde bir denetim noktasından, polis gözetiminden geçmedik. Sadece bir defa, Birleşmiş Milletler denetiminin olduğu bir bölgede durdular bizi. Konvoy şeklinde gidiyorduk. Orada durdurdular, orada ancak bir kontrolden geçtik. Onun dışında herhangi bir özellik olmaksızın, normal bir şekilde seyahat ettik. Şam, Suriye’nin en büyük şehridir, aynı zamanda başkentidir. Herhangi bir şekilde olağanüstü bir duruma tanık olmadık. Görüşmelerimiz oldu. Suriye İşçi Konfederasyonu’na bağlı birkaç sendikayla toplantılara katıldık. Söylemişlerdi, daha önceden düzenlenmiş olan programlanmış olan toplantılara katıldık. Şam’da 50-60 kişinin katıldığı bir toplantıya katıldık, daha sonra yine Suriye İşçi Konfederasyonu ve buna bağlı sendikalarla ortak görüşmelerimiz oldu, toplantılarımız oldu. Gerçekten orada yaşananlar yani Suriye’de bizim gördüklerimiz, yaşadıklarımız medyada bize gösterilen gibi değil. Suriye ve Şam’ın değişik mahallelerine gittik. Şam’ın en dış mahallerinden iç taraflarına kadar büyük çevreyi kapsayan; banliyölere, sıradan halkın oturduğu yerlere gittik. Oralarda da herhangi bir olağanüstülükle karşılaşmadık. Biz gitmeden birkaç gün önce yalnız bir intihar saldırısı olmuştu, 40 kişi yaşamını yitirmişti Şam’da. Bu, tamamen Esad’a karşı olan güçler tarafından hazırlanmış bir intihar saldırısıydı. Bir de gösteri olarak sadece bir gösteriye tanık olduk. O da bir akşamüstü bir izci grubunun Suriye’de emperyalist saldırganlığı ve komployu teşhir eden gösterisiydi. Bu süre içerisinde tabiî bize de sordukları; Türkiye’de daha önce AKP’nin ve hükümetin Suriye’ye karşı bir desteği vardı. Neredeyse ortak kabine toplantıları, bakanlar kurulu toplantıları yapacak şekilde ilişkiler gelişmişti. Biz AKP Hükümeti’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın, bu süreçte bize karşı olan tutumunu anlayamadık, yani bu neden böyle merak ettik diye, soruldu. Suriye aslında kendine özgü bir yönetim şekli olan bir ülke, bağımsız bir ülke. IMF ve Dünya Bankası ile herhangi bir şekilde ilişkisi yok, Emperyalist Batılı ülkere tek kuruş borcu yok. IMF ve Dünya Bankası’nın reçetelerini reddetmiş. Kendi ekonomi politikasını, kendi dış politikasını kendisi belirleyen bir ülke. O bakımdan, özellikle bu “One Minute” meselesi ve Mavi Marmara olayından kaynaklı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın Suriye konusundaki tavırlarını anlayamadıklarını söylediler bizlere. Biz de onlara hükümetin sınıfsal yapısını yani Recep Tayyip Erdoğan’ın bu tür ikili yapısının bizim açımızdan şaşırtıcı olmadığını, çünkü Libya’da da benzer tavır aldığını anlattık. Tayyip Libya’da da önce; “Yahu, NATO’nun Libya’da ne işi var?” dedi, sonra, hemen çok kısa bir süre sonra, dönüş yaptı aniden. Burada da aynı şekilde davranıyor. Bizim açımızdan şaşırtıcı bir durum yok. Çünkü Tayyip’in, iktidarını ABD Emperyalizmine ve Av- Emperyalist komploya karşı Suriye Halkıyla dayanışmalıyız Yönetici Gülistan Çelik: Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi olarak düzenlemiş olduğumuz “ABD-AB Emperyalistlerinin Suriye Saldırısı ve İşçi Sınıfımızın Görevleri” panelimize hepiniz hoş geldiniz. Ben panelistlere sözü vermeden önce bir iki konuda duyuru yapmak istiyorum. Birincisi, biliyorsunuz 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü. Bundan 155 yıl önce Amerikalı dokuma işçisi kadınların, yoğun çalışma koşullarına karşı mücadele bayrağını yükselterek mücadele başlattıkları bir yıldı ve bunu Parababaları kanla bastırdılar. 129 Kadın işçiyi yakarak katlettiler. Bundan 155 yıl önce yakılan bu ateş, bu mücadele ateşi bugün ülkemizde, ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürmek isteyen Şeriatçılara karşı bir bayrak olmaya, bize yol göstermeye devam ediyor. Ben bu vesileyle tüm emekçi kadınlarımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutluyorum. (Alkışlar…) Özellikle 8 Mart’ın mücadele ruhuna ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, biliyorsunuz, AKP iktidarı, dindar-kindar gençlik yetiştireceğiz, diyorlar. 4+4+4 ile eğitim sistemi dayatmasıyla özellikle kız çocukları daha çok mağdur olacaklardır. Çocuk gelinlerin, çocuk işçilerin sayısı daha da artacaktır. Biz Kurtuluş Partisi olarak bunun karşısındayız ve her türlü yolla mücadelemizi de yürüteceğiz. Bir duyuru daha yapmak istiyorum. Biz Kurtuluş Partisi olarak, 18 Mart Çanakkale Zaferinin 97’nci Yıldönümü dolayısıyla, bundan önce olduğu gibi, bu sene de Çanakkale Zaferinin Yıldönümü olan 18 Mart’ta Bursa İl Örgütü olarak Çanakkale’ye gidiyoruz. Biliyorsunuz Çanakkale Zaferi tüm mazlum ulusların emperyalizme karşı kazanmış olduğu ilk başarıdır. Bu anlamıyla sizleri de Kurtuluş Partisi olarak aramızda görmek isteriz. Biliyorsunuz emperyalistler özellikle petrol için gitmiş oldukları Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdiler. Bundan önceki yapmış oldukları saldırılardan, işgallerden sonra şimdi de sırada Suriye var. Suriye’de yaşananların, Suriye’de olanların boyalı basının anlattığı gibi olmadığını bizler biliyoruz. Bu anlamda DİSK heyeti olarak Suriye’ye giden, oradaki olayların canlı tanığı olan DİSK Genel Başkan Yardımcısı, aynı zamanda Nakliyat-İş Sendikası’nın Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu izlenimlerini bizlere anlatacaklar, bizlerle paylaşacaklar; ben sözü Ali Rıza Başkan’a veriyorum. DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun konuşması Değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum, Burada sizlerle birlikte olmak ve emperyalizmin Ortadoğu’ya ve Suriye’ye yönelik komploları, saldırganlığıyla ilgili düzenlenmiş bulunan, Derleniş Yayınları tarafından düzenlenmiş bulunan, böylesi bir toplantıda birlikte olmaktan mutluluk duyduğumu belirterek sözlerime başlamak istiyorum. Zamanımızın sınırlı olduğunu da düşünerek, Suriye’ye gittiğimizde yaşadıklarımızdan başlayıp daha sonra değerlendirmelerde bulunmak istiyorum. 24-27 Aralık tarihleri arasında Suriye İşçi Konfederasyonu’nun davetlisi olarak Suriye’ye 2 kişilik bir DİSK Heyeti olarak gittik. Suriye İşçi Sendikaları Konfederasyonu, Dünya Sendikalar Konfederasyonu üyesi aynı zamanda. Suriye Sendikaları Konfederasyonu Genel Başkanı Şaban Aziz, Dünya Sendikalar Konfederasyonu’nun da Genel Başkanlığını yürütüyor. Dünya Sendikalar Konfederasyonu, tüm dünya çapında 80 milyon üyesi bulunan bir işçi konfederasyonu, uluslararası bir işçi konfede- rupa Birliği Emperyalizmine borçlu olduğunu, AKP politikasının tamamen CIA ve ABD projesi olduğunu, onlarla uyum içerisinde bir politika olduğunu ve şu anda da Suriye’de olup biten karşısında ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin çıkarlarına uygun emperyalist saldırganlığın ve emperyalist komplonun bir parçası olarak görev yaptığını anlattık. O dönemdeki, “One Minute” ve Mavi Marmara’daki, almış olduğu tutumun da ikiyüzlü bir tutum olduğunu anlattık, anlatmaya çalıştık. Yani orada sıradan halkın bizlere karşı herhangi bir karşı tavrı yoktu. CNN tarafından özellikle gösterilen Suriye’de bir Emeviler Meydanı var. Abbasiler Meydanı var, Emeviler Camii var. Büyük gösterilerin olduğu söylenen bu meydanlarda gezdik. Zaten, mesela normal günlerde de belli kalabalıkta; binlerce insanın her an var olduğu meydanlar. Mesela Bursa’dan benzetme yaparsak, heykelde Cumartesi-Pazar günü insanların kalabalık şekilde gezdiğini düşünün. Böyle kalabalık bir durum var. Orayı tabiî CNN öyle bir gösteriyor ki sanki orada bir protesto gösterisi yapılıyormuş gibi izlenimi yaratıyor. Halbuki hiç alakası yok. Dediğimiz gibi, yaptığımız görüşmelerden çıkardığımız sonuç; emperyalist saldırıya karşı emperyalist komplonun farkında, Suriye Halkının büyük çoğunluğu. Ama emperyalist kışkırtmalar sonucunda özellikle Suriye ve Ürdün sınırındaki illerde birtakım olayların geliştiği de ortada. Ama bunlar tamamen CIA ve diğer emperyalist güçler tarafından, gizli servisler tarafından geliştirilen olaylar, yaratılmaya çalışılan olaylar. Aslında elbette Esad’a karşı birtakım muhalif unsurlar var, doğal olarak var, yıllardan beri iktidarda olduğu için. Ama o muhaliflerin çoğunluğu da (sol muhalefetler de var) emperyalist komplonun farkındalar. Çünkü Suriye meselesi, bir yandan Ortadoğu ve Filistin meselesinden ayrı düşünülemez. Filistin meselesi bildiğimiz gibi bir petrol meselesi. Suriye, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin Ortadoğu’daki politikalarına İran’la beraber karşı duran iki ülkeden biri. Yani emperyalizm tarafından, ABD ve AB Emperyalizmi tarafından, teslim alınamayan, Emperyalistler politikaların uygulanmasına direnç noktası oluşturan, karşı koyan ülkelerden biri Suriye. İsrail Siyonizmi’ne karşı Filistin davasında Filistin Direnişi- Irak, Libya örneklerinde olduğu gibi Suriye’yi de küçük devletçiklere ayırmak hedefinde olduklarını, Suriye’de gerçekleşen saldırıların emperyalist istihbarat örgütlerince planlanarak sağlanan silah yardımlarıyla gerçekleştirildiğini belirtti. Panel sonunda standımızda Kurtuluş Partili Yoldaşlarımız ve soruları olan halkımızdan insanlarla yapılan sohbetle etkinliğimiz sona erdi. nin merkezi aynı zamanda. Suriye halkı, aynı zamanda orada Filistin Direnişinin güçlerinden olan Hizbullah’a ve lideri Nasrallah’a karşı da bir sempati besliyor. Birçok yerde Hafız Esad’la Nasrallah’ın afişlerde, resimlerde birlikte olduğunu gördük, tanık olduk. Şimdi yalnız, olan bitenlerle ilgili hepimizin bildiği gibi, bizlere gösterilen, Suriye ve dünya halklarına gösterilen, Türkiye’de ve dünyada gösterilen Suriye, tamamen CNN ve El Cezire gibi CIA ve ABD’nin, Batılı ülkelerin haber kaynaklarının gösterdiği Suriye’dir. Birkaç yıldan beri Emperyalistlerce yaratılmaya çalışılan bir “halk hareketi” düşü var. Arap Baharı denilen, aslında bir halk hareketi olmasına rağmen örgütlü bir halk hareketi olmadığı için emperyalizme ve Batının çıkarlarına hizmet eder duruma gelen, bir halk hareketi var, Arap dünyasında. Suriye’de de bunu yapmaya çalıştılar ama şu ana kadar Suriye’de bunu başarabilmiş değiller. Özellikle 1991’lerden sonra hepimizin bildiği gibi iletişim düzeni, Amerikan Emperyalizminin ve çok uluslu sermayenin operasyonlarına zemin hazırlamak üzere inşa edilmeye başlandı. İletişim araçları haber vermek yerine kamuoyunu yönlendirme, kamuoyunu oluşturma araçlarına dönüştürüldü. Şimdi en son olan bitenlerle ilgili olarak Yurt gazetesinden bir haber okumak istiyorum. “Batının Suriye yalanı ortaya çıktı. C, BBC, SKY EWS gibi kanalların Suriye’deki muhabiri Dayem’in yüzlerce kişinin öldüğünü söylediği haberlerinin mizansen olduğu, konuşmaya başlamadan önce etrafındakilere ateş edin dediği ortaya çıktı. “2003 yılında Irak’a müdahale edebilmek için sahte nükleer tesis fotoğraflarını Birleşmiş Milletlere gösteren ABD Savunma Bakanı Colin Powell’in bu görüntüleri batı basınına saçacağı manşet olmuştu. İşgal başarıya ulaştıktan sonra bu fotoğrafların uydurma olduğunu kendileri de kabul etmişlerdi. Şimdi de batı medyasının Suriye ile ilgili uydurma haberlerini olay yerinde bağlanarak haber veren Dayem’in yüzlerce kişi öldüğü haberlerinin nasıl bir palavra olduğu görüntüsüyle ortaya çıktı. “Yayına giriyoruz ateş edin. “Suriye’de yayın yapan El Dünya kanalı ise Dayem’in batının Suriye’ye müdahalede bahane olarak kullandığı haberlerin palavra olduğunu ortaya çıkardı. Kısa sürede sosyal paylaşım ağlarına düşen video büyük bir tartışma yarattı. Suriye televizyon kanalının yayınladığı videoda, Dayem’in C ile canlı bağlantı yapmadan önce etrafındakilere silahlarını ateşlemeleri gerektiğini söylediği görünüyor. Gayet sakin ve rahat bir ortamda gözlenen videodaki kişi canlı yayın bağlantısı sırasında son iki saatte yüzlerce kişinin öldüğünü iddia ediyor. “Bunlar nasıl ele geçti? “Görüntülerin ardından zan altında kalan C Dayem’i canlı yayına çıkararak videodaki iddiaları sordu. Anderson Cooper’ın programına konuk olan Dayem, kendisine çatışma efekti sağlamak için birlerine ateş etmelerini söylediklerini belirtiyor.” Yani çok açık bir şekilde bir palavra haber ortaya çıkmış oluyor. Aynı yalanı hepimizin bildiği gibi emperyalistler Romanya’da Çavuşesku döneminde yaptılar. Çavuşesku sonuna kadar direnen sosyalist bir liderdi. Orada da, Romanya’da toplu mezarlar gösterdiler. Kemik yığınları, insan kemikleri gösterdiler, daha sonra bu kemiklerin tümden düzmece olduğu ortaya çıktı. Yani bunların mezarlardan toplanan kemikler olduğu ortaya çıktı. Yine Birinci Körfez Savaşı sırasında, yaşları belirli düzeyde olanlarımız hatırlarlar, Birinci Körfez Savaşı’ndan önce de ABD benzer propagandayı yapmıştı. Orada ne yaptı? Martıları gösterdi, petrolün içerisinden geçen, ölen martıları gösterdiler. Yani bunun sorumlusu Saddam’mış gibi gösterdiler. Daha sonra bunun tümünün aslında Mobil Extur şirketinin çevre felaketine yol açtığı manzaranın resimleri olduğu Fuar süresince standımızı ziyaret eden okurlarımız hem kitaplarımızdan aldılar hem de güncel olaylara ilişkin görüş alışverişinde bulundular. Standımız, her yıl olduğu gibi en politik stanttı. Bu Fuar da bize doğru yolda olduğumuzu bir kez daha gösterdi. Bursa’dan Kurtuluş Partililer ortaya çıktı. Kendi yarattıkları felaketin resimlerini Saddam’ın yarattığı felaketmiş gibi gösterdiler o dönemlerde, 1991’in İlk Körfez Savaşı döneminde. Her televizyonu açtığımızda o görüntüleri gösterdiler. Yani burada çok açık olan bir şey var gerçekten. CNN ve El Cezire merkezli emperyalistlerin denetimindeki medya şirketleri Suriye’de olan biteni kendi çıkarları açısından gösteriyorlar ve onun üzerinden Suriye’de bir müdahalenin zeminini oluşturmaya çalışıyorlar. Bu emperyalist saldırganlığa, bu emperyalist komploya karşı elbette bizlerin Suriye işçi ve emekçileriyle dayanışma içerisinde olması gerekiyor. Çünkü, düşünebiliyor musunuz yani bir yıla yakın zamandan beri Suriye Halkının Esad’a başkaldırdığını söylüyorlar. Suriye nüfusu 22 milyon. Suriye’nin aslında bir etnik yapısal kimlik olarak farklı kültürlerden de oluşan bir yapısı var. 2009 sayımına göre 22 milyon nüfusu var. Bunun % 70-80 oranındaki kısmı Arap nüfusu, % 8-10 civarında Kürt nüfusu var, Ermeni nüfusu var % 3 civarında, %4 civarında da Türk nüfusu olduğu söyleniyor, belirtiliyor. En son yapılan incelemeler neticesinde ortaya çıkan tablo bu. % 70-80’i Sünni, % 14’ü Nusayri ve Hıristiyanlar var, Dürzîler var. Yani mezhepsel olarak da böyle bir mozaik kimliği olmasına rağmen değişik mezhep mensupları emperyalist saldırganlara karşı bir bütün olarak şu anda mücadele ediyor. Emperyalistler, özellikle uluslararası planda Rusya ve Çin’in emperyalist komploya karşı tavrı sonucunda, şu an istedikleri gibi yol alabilmiş değiller. Burada gerçekten bizlerin bu CIA merkezli bilgiler yerine gerçek bilgi kaynaklarına ulaşarak bunlar üzerinden Suriye işçileri, Suriye emekçileri, Ortadoğu halklarıyla dayanışma içerisinde bulunmamız gerekiyor. Bir diğer gözlemimiz de şu oldu. Suriye’den döndükten sonra DİSK’te bir basın toplantısı yaptık. DİSK’teki basın toplantısında Cihan Haber Ajansı, Zaman Gazetesi’nden üç tane muhabir geldi ve kendileri de bir takım sorular sordular, Suriye’de olan bitenlerle ilgili olarak. İçten söylüyorum bir tek kelimesine bile inanmadım, Çünkü Cihan Haber Ajansı bildiğimiz gibi oradaki emperyalist saldırganlığı ve komployu destekleyen bir tutum içerisinde. Yani Esad’a karşı olan, emperyalistlerin güdümündeki hareketi destekleyen bir pozisyonda. Kaldı ki belirtmemiz gereken bir diğer konu da “Suriye Ulusal Konseyi”nin Başkanı Burhan Galyun denilen bir Emperyalist uşağı var. Türkiye’de de geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Utku Çakıröz ile söyleşisinde Suriye’deki Arap Baharı’nın tatile girdiğini söylüyor, yani bir umutsuzluğu da var aslında. Çünkü istedikleri gibi yol alabilmiş durumda değiller. Dediğim gibi gerçekten Suriye halkıyla dayanışma içerisinde bulunmak; aynı zamanda AKP’ye karşı kendi ülkemizdeki muhalefeti de güçlendirmek zorundayız. Çünkü Suriye ile bizim tarihsel bağımız da var. Suriye’de şu an olan bitenlere karşı sessiz kalmak yarın bir gün herhangi bir ülkedeki bağımsız bir toplumsal gelişmeye karşı da oluşacak bir emperyalist saldırı karşısında emperyalist saldırganla ortak olmak demektir bir anlamıyla. Çünkü Suriye emperyalizme karşı bağımsızlığını koruyabilen Ortadoğu’daki iki ülkeden bir tanesi. Bir tanesi İran, bir tanesi de demin söylediğim gibi Suriye’dir. Buradan hareketle emperyalistlerin amacı Suriye’yi de parçalamaktır. Irak’ta yaratılan tablo ortada, Libya’da yaratılan tablo ortada ve Suriye’yi de kendi denetimlerinde birkaç parçaya bölerek Ortadoğu’daki petrol ve Kafkaslardaki doğal gaz kaynaklarına, doğal kaynaklara el koymak istiyorlar. Kendi güdümlerinde yeni kukla ülkeler ortaya çıkarmaktır. Nasıl Yugoslavya’yı yediye parçaladılar, buradaki hesap da budur. Bundan dolayı da bizlere düşen görev bu tür emperyalist dayatmalara karşı, emperyalist komplolara karşı ezilen ve sömürülen halkların yanında olmaktır. Yani tarihsel süreç içerisinde zaman zaman egemenler, zalimler ve zulüm edenler geçici başarılar elde etmiş olsalar bile tarih çok açık bir şekilde ezilen ve sömürülen halklarla beraber 11 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 olacaktır. Yani tarihte son sözü direnen halklar söyleyecektir. Ezilen İşçi Sınıfı ve ezilen halkların yaratacağı bir dünyada halklar bir bütün olarak kardeş olacaklardır. Bu tür emperyalist yağma ve saldırılara karşı da bize düşen görev, bu mücadeleyi hep beraber örgütleyerek bu mücadele içerisinde yer almaktır. Önümüzdeki günlerde, diğer konfederasyonlar da önerdi, KESK, TMMOB ve TTB de önerdi, bir kez daha bir heyet olarak Suriye’ye gitmeyi planlıyoruz. Tekrardan Suriye Halkı ve Suriye İşçileriyle birlikte emperyalist komploya karşı sesimizi yükselteceğiz. Biliyoruz, Avrupa Birliği de Suriye’ye karşı ABD Emperyalizmiyle beraber şu anda. Saflar çok açık biçimde netleşmiş durumda. Bir tarafta İsrail Siyonizmi, bir tarafta ABD Emperyalizmi, Avrupa Birliği Emperyalistleri ve diğer emperyalist güçler. Ve diğer tarafta da Suriye’nin yanında kim var? Kayıtsız bir şekilde Suriye’nin yanında Chavez var, Venezüella Halkı var, Küba var, İran var ve diğer ezilen ve sömürülen halklar var… Ben; Yaşasın Halkların Kardeşliği, Yaşasın İşçi Sınıfının Birliği diyerek, Tarihte kazananın, ezilen ve sömürülen halklar olduğunu söyleyerek sözlerimi tamamlıyorum. Teşekkür ediyorum. (Alkışlar…) Yönetici Gülistan Çelik: Ali Başkan’a çok teşekkür ediyoruz. Ben sunum yaparken Ali Başkan’ı tanıtmakta eksik kaldım. Gerçekten ülkemizde İşçi Sınıfının gerçek anlamda İşgallerine, Grevlerine, Direnişlerine başkanlık yapan, önderliğini yapan; ülkemizde 1 Mayıs’ın resmi tatil olması ve Taksim Meydanı’nın kazanılmasında büyük emekleri olan, 2009 yılında boyalı basın tarafından, Parababaları medyası tarafından bile, hakkı teslim edilmek zorunda kalınarak yani bileği hakkına “Yılın Emekçisi” seçilen Ali Başkan’a çok teşekkür ediyoruz. Sadece ülkemizde değil dünya halklarıyla da dayanışmada örnek oldukları için ve bunu bizimle paylaştıkları için teşekkür ediyoruz. Şimdi ben sözü Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komite Üyesi Sayın Gürdal Çıngı’ya bırakıyorum. Halkın Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı’nın konuşması Değerli kardeşler, Öncelikle sayın Başkan’a bu güzel sunumu ve bizleri somutça bilgilendirdiği için teşekkür etmek istiyorum. Emperyalist basın, Parababaları basını, tersi düze çevirmekte, yanlışı doğru gibi göstermekte on yılların verdiği deneyimiyle çok başarılıdır. Ve çağımız, bir deyişle iletişim çağı. Dolayısıyla bu iletişim çağında bu aracı, iletişim aracını kullanarak bizlerin, kitlelerin kandırılmasında çok önemli bir rol oynuyor, Parababaları. Ali Başkan bu gözlemlerini bizlere somutça anlattı. Kısaca ona bir ek yapmak isterim. Dün Bursa’ya gelmeden önce televizyonda, NTV’de bir program izledim, yani bir 5 dakika kadar izledim. NTV’nin bir muhabiri, bir programcısı Suriye’den canlı yayın yapıyordu ve insanlarla konuşuyordu. Konuştuğu insanların, benim dinlediğim bölümde, aşağı yukarı 10 kişiden 8 tanesi, Suriye’ de herhangi bir sorun olmadığını, insanların işinde gücünde olduğunu, normal çalışma ile günlük yaşantılarına devam ettiklerini ve emperyalist basının olayları abarttığını, kitleleri kandırdığını söylüyordu. Sadece bir kişi baskı altındayız, zulüm görüyoruz, dedi. Bir kadın. Ama onun dışındaki 7-8 kişi aynı şeyleri söyledi. Yani ben bunu, tarafsız bir basın muhabiri kameraları halka tuttuğunda ve tespitleri sansür edilmediğinde ya da montajlamayla tersyüz edilmediğinde Suriye’deki gerçeklerin bize anlatılanların tam tersi olduğunu gösteren bir örnek olarak değerlendirdim, Ali Rıza Başkan’ın anlattıklarına ek olarak. Ben kendi açımdan konuyu değerlendirirsem, arkadaşlar. Suriye sorunu Ortadoğu Sorunudur. Ortadoğu Sorunu’nun can damarı ise Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projesi diye adlandırılan Projeyle Kuzey Afrika’dan, Ortadoğu ve Kafkaslar’a kadar bölgeyi kapsayan bir coğrafyanın, ABD Emperyalistleri tarafından yeniden dizayn edilmesi, yeniden şekillendirilmesi ve yeni devletçikler yaratılması sürecidir. ABD Emperyalistleri on yıllardır dünya halklarını bölüyorlar. Bundan 100 yıl kadar önce, 1914’lerde, 1915’lerde yaşanan Birinci Emperyalist Evren Savaşı, görünürde Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğuyla, Fransız, İngiliz Emperyalistleri ve sonrasında İtalya, Japonya ve ABD Emperyalistleri arasında bir savaştı. Ve Osmanlı o savaşa sonradan dahil oldu. Ve Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu saflarında yer aldı bildiğimiz gibi. Savaş Batıda başladı Avrupa’da başladı. Alman Emperyalizmi Avrupa’nın birçok ülkesini ele geçir- di ve sonrasında savaşın yönü Ortadoğu’ya döndü. Osmanlıya döndü. Ve bütün tarihçilerin, değişik görüşteki bütün tarihçilerin, ister burjuva tarihçisi olsun ister sosyalist tarihçiler olsun hangi tarihçi olursa olsun aşağı yukarı ortaklaştıkları bir nokta vardır ki, 1. Emperyalist Evren Savaşı, esasta Osmanlı’nın parçalanması, yağmalanması, talan edilmesi savaşıdır. Bu paylaşımdan aslan payını kapma savaşıdır. Bu gerçeği görmezsek bugünkü Ortadoğu’yu ve Suriye olaylarını kavramamız mümkün değildir. Bildiğimiz gibi o tarihlerde üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiliz İmparatorluğu’ydu. Ve o imparatorluk dünyayı şekillendiriyordu. Kendisine yeni sömürü alanları yaratmak, dünyanın yerüstü ve yeraltı servetlerini yağmalamak için projeler ve planlar gerçekleştiriyordu. Adı üstünde 1. Emperyalist Evren Savaş’ı da emperyalist güçlerin dünyayı yağmalama ve dünyanın yer altı ve yerüstü servetlerini yeniden paylaşma, güçlerini ve coğrafyalarını; işgalleri altındaki bölgeleri çoğaltma savaşıydı. Ve bu savaşta kurban, o an için Osmanlı İmparatorluğu’ydu. Ve o savaş Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun ve sonuçta Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle, İtilaf Devletleri diye adlandırılan Fransız, İngiliz Emperyalistleri başta olmak üzere İtalya, ABD ve Japonya Emperyalistlerinin zaferleriyle sonuçlandı. Ve daha Osmanlı yenilmeden, savaş daha sonuçlanmadan 1916 yılında Sykes-Picot Antlaşması diye adlandırılan bir antlaşmayla (ki şu kitapta da, David Fromkin’nin “Barışa Son Veren Barış, Modern Ortadoğu asıl Yaratıldı? 1914- 1922” adlı kitabında da ayrıntılıca, didaktik bir şekilde aktarıldığı gibi ve diğer tarih kitaplarının tamamında da anlatıldığı gibi), daha 1916 Mayıs’ında Sykes-Picot Antlaşmasıyla Ortadoğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun diğer toprakları kağıt üzerinde, masa üzerinde paylaşılmış durumdaydı. Ve Sykes-Picot (Sykes İngiliz diplomatı, Picot Fransız diplomatı) oturmuşlar masa başında cetvelle sınırlar çizerek Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını Ortadoğu’dan Kafkaslara paylaşmışlar, çizmişler ve yeni devletler yaratmışlardı, arkadaşlar. Ve o savaş, kurban olan Osmanlı’nın bütün topraklarının, hâkimiyeti altındaki bütün topraklarının emperyalistler tarafından paylaşılması sonucunu doğurdu. Biz devrimciyiz, işgaller, ilhaklar devrimcilerin işi değildir. Biz Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkını sonuna kadar savunuruz. Ama ne yazık ki bu savaşta Osmanlı’dan kopan halklar, Osmanlı’dan kopan uluslar gerçek anlamda ulusların kendi kaderlerini tayın hakkını gerçekleştirmek için, kendi öz güçleriyle mücadeleye atılmış değillerdi. Sadece emperyalistlerin, o zamanki İngiliz Sterlini ve İngiliz altınıyla satın alınmış yerel önderleri, kendilerine küçük devletçikler küçük ülkeler yaratma peşindeydiler. Ve bu küçük hesaplarla emperyalistlerin tuzaklarına düşmüş durumdaydılar. Sykes-Picot Antlaşması hayata geçti. Sadece savaşın değişen şartlarında İngilizler, Fransızlara daha az bir bölgeyi vermek ve özellikle Musul’u ve Filistin’i kendi hâkimiyetleri altına almak istediler. Ve paylaşım tekrar yapıldı; oturuldu Fransız Başbakanı Clemenceau’yla İngiliz Başbakanı oturdular ve Ortadoğu’yu yeniden şekillendirdiler. Ve o şekillendirmenin içerisinde de Suriye, Fransa’nın payına düştü, Anadolu’daki Kilikya diye adlandırılan bölgenin tamamıyla birlikte, arkadaşlar. Ve bildiğiniz gibi Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra özellikle 7. maddesinin çok esnek ve istedikleri anda bütün Anadolu’yu işgal şeklinde düzenlenmiş maddesiyle Anadolu toprakları başta Mersin, Adana, Maraş, Urfa olmak üzere bütün bu bölgeler Fransa’nın payına düştü. İngilizler kısa bir süre, birkaç ay içinde, hepimiz de biliyoruz, hatırlıyoruz, geldiler bu bölgelere. Antep, Urfa, Maraş’a İngilizler geldiler ama akabinde İngilizler bölgeyi boşalttılar, kendi güçlerini Musul’a çektiler. Fransa’ya bıraktılar toprakları, İskenderun, Hatay ve Suriye başta olmak üzere. Yani 1. Emperyalist Evren Savaşı sonucunda Osmanlı toprakları kapanın elinde kaldı. Daha doğrusu yağmadan aslan payını Fransız ve İngiliz Emperyalistleri aldı. Ve bildiğimiz gibi, İtalyanlar savaşa sonradan katılmış olmalarına rağmen, Antalya’dan başlayarak Muğla’ya, Konya’ya kadar uzanan bölge İtalya’nın payına düştü. İzmir Yunanistan’ın payına düştü. Trakya Yunanistan’ın ve İngilizlerin payına düştü, bildiğimiz gibi. Ve Anadolu bölünüp parçalandı. Ayrıca Arap coğrafyası da esas olarak bir tek ulusu bağrında barındıran bir coğrafyadır. Ama İngiliz Emperyalistleri başta olmak üzere, Fransız Emperyalistleri bir tek Arap Ulusu’nu ve bir tek coğrafyayı bugün şu anda 22 parçaya bölmüş durumdalar. İşte bu paylaşım yetmiyor emperyalistlere. Bu kez de, o dönem için henüz İngiliz Emperyalizminden dünyanın jandarmalığı rolünü almamış olan ABD Emperyalizmi tarafından bölünmek isteniyor Ortadoğu. Bildiğimiz gibi, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası Emperyalist dünyanın jandarmalığı rolünü ABD Emperyalizmi üstlenmiştir. İngiliz Emperyalizmi ekonomik olarak gerilemiş ve bunun sonucunda da hâkimiyet bölgelerini ABD Emperyalizmine terk etmek zorunda kalmıştır. Ve şimdi de işte ABD Emperyalizmi bu bölgeyi yeniden şekillendirmek, haritaları yeniden çizmek, kendisine bağlı, tabi küçük devletler oluşturmak istiyor. Ve sadece Ortadoğu’da değil, arkadaşlar; Ali Rıza Başkan’ının da belirttiği gibi, bir tek Yugoslavya’dan 7 devlet çıkardılar. Kafkaslar’ı kan deryasına çevirdiler ve yeni devletçikler çıkartıyorlar. Ve ana amaçları da, bütün dünyayı, kendilerinin ifadesiyle “bin devletli bir dünya haline getirmek”... Küçük devletçiklere bölmek, orduları tasfiye etmek ve sadece kendilerinin hâkimiyetinde olan bir dünya yaratmak istiyorlar ve tüm dünyanın yeraltı ve yer üstü servetlerini kendilerine toplamak istiyorlar. Ortadoğu demek petrol ve doğalgaz demektir. Ortadoğu demek, kan ve gözyaşı demektir bunun kaçınılmazca bir sonucu olarak... Bakın, Fransızlar 1920’den 1946 yılına kadar Suriye’yi işgalleri altında tuttular ve o işgalleri sırasında sadece Suriye’de, bugün Suriye diye bildiğimiz bölgede, coğrafyada 6 tane devlet oluşturmuşlardı. Lübnan’da Büyük Lübnan Devleti, Lazkiye ve çevresinde Aleviler Devleti, Cebel-i Dürz bölgesinde Dürzî Devleti, İskenderun Sancağı, Şam ve Halep devletleri diye 6 devlete böldüler Suriye’yi. Ve 1942’de Alevi, Cebel-i Dürz ve Suriye (Halep ve Şam Devletlerinden oluşan) bölgelerini birleştirerek bugünkü Suriye haline gelmiş oldu. Lübnan ayrı bir devlet olarak varlığını sürdürmeye bugün de devam ediyor oysa. Dediğim gibi bu Sykes-Picot Antlaşmasıyla çizilmiş yapay sınırlardı. 22 parçaya bölmüşlerdi. Ve o gün Suriye parçasını bile 6 parçaya bölmüşlerdi. Yani emperyalizm dünyada nereye girdiyse ölüm de onlarla beraber gidiyor, ölüm cellâdı da onlarla beraber gidiyor, halklara katliam gözyaşı, kan ve acıdan başka bir şey vermiyor. Bölme, yağmalama ve parçalamadan başka bir şey getirmiyor emperyalistler halklara. Fiilen Irak Devleti şu an 3’e bölünmüş durumda. Zaten Kürt Federe Devleti, bizzat bayrağıyla parlamentosuyla varlığını sürdürüyor. Ve ayrıca Sünni ve Şii bölgesi olarak Irak fiilen 3’e bölünmüş durumda. Ve bugünkü gazetelerde bir haber var. Libya’da da Bingazi çevresinde bazı aşiretler özerklik ilan etmişler… Ve bütün tarihçiler, bütün yazarçizerler söylüyor ki, Libya en azından 5’e bölünecek. Birçok aşiret devletçiklerine bölünecek. İşte Suriye’de de aynı tezgâhı hayata geçirmeye çalışıyorlar. Aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar. İlk hedefleri Alevi ve Sünni diye bölünmüş bir Suriye yaratmak. Bunun tezgâhını yapıyorlar. Yani emperyalistler Suriye’de bu büyük amacın peşindeler. Suriye meselesi bizi yakından ilgilendiriyor. Çünkü Başkan’ın da belirttiği gibi onların “Şer Ekseni” diye adlandırdıkları ülkelerden birkaç tanesini devre dışı bıraktılar. Önce Irak, sonra Libya şu anda devre dışı kalmış durumda. Sırada şu an için Suriye var. Sonrasındaki hedef çok açık, çok net: İran, arkadaşlar. Ve gizli saklı da bir şey yok işin gerçeği. İşte iletişim çağındayız diyoruz ya, o iletişim çağının gereği olarak da ya da bir sonucu olarak da neredeyse tarih vererek İsrail İran’ı vuracak, deniyor. Şu gün, şu ay, şu saat diye neredeyse saat vererek İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini vuracağı söyleniyor. Hangi uluslararası hukukta var bu? Hangi kanunda yazıyor? Egemen bir ülkeye karşı bu cellatlığı, bu aşağılık uygulamaları yapma hakkını kim veriyor? İran da nükleer tesisler kuruyormuş, nükleer silahlar elde etmek istiyormuş. Nükleer silahların sahibi kim dünyada? Başta ABD Emperyalistleri olmak üzere AB-D Emperyalistleri değil mi? Onların dışında nükleer silaha sahip başka bir devlet var mı? O nükleer silahlara sahip olan bir Ortadoğu ülkesi var mı? Var, bildiğimiz gibi, İsrail değil mi? Hangi hakla, hangi uluslararası maddeye dayanarak siz kendinizde nükleer silah elde etme hakkını buluyorsunuz da İran bunu elde etmeye kalktığında böyle davranabiliyorsunuz? Ama ne yazık ki dünyadaki uygulama, gücü olanın uygulaması. Kim güçlüyse o haklı oluyor. O bakımdan, ne yazık ki dünyamız içler acısı bir durumda… Bir zamanlar var olan Sosyalist Kamp yıkılmış ve o sosyalist ülkeler, bugün emperyalizmin güdümüne girmiş durumda. Ama halklar hiçbir zaman yenilmez, demin Başkan’ın da söylediği gibi. Tarihte en son sözü Direnen Halklar söyler. İşte ABD, “arka bahçem” dediği ve kendisinin koşulsuzca hâkimiyeti altında olduğunu düşündüğü Latin Amerika’da bir anda yenilgiye uğradı. Ve Venezüella Halkı, Chavez gibi bir lideri çıkararak dünya halklarına umut oldu. Latin Amerika’dan devrimci rüzgârlar estirdi. Küba zaten aşağı yukarı 60 yıldan bu yana sosyalizmin onurlu bayrağını dalgalandırmaya, insanlarının özgür, eşit, kardeşçe yaşadığı bir ülke olarak yaşamasını sürdürüyor. Ve oralarda eğitim sağlık, konut sorunları çözülmüş durumda. İşte insanlık bu yüce amaca mutlaka ulaşacak. İnsanlık bir gün mutlaka eşit, özgür, kardeş uluslar olarak, halklar olarak yaşamlarını mutlaka sürdürecek. Bugünler geçici günler… Evet, tarih her zaman ileriye doğru gitmiyor. Genel olarak insanlığın gidişi ileriye doğru olmakla birlikte, zaman zaman geriye düşüşler, yana, sağa, sola sapışlar oluyor. Bu kaçınılmaz bir şey… Hiçbir şey dümdüz bir hat izlemiyor ama onlar geçicidir. O bakımdan moralimizi bozmamamız gerekiyor. Emperyalistlerin yağma savaşlarını, talanlarını gözümüzde büyütmemiz de gerekmiyor. Halklar bir gün mutlaka uyanacaklar, haklarına sahip çıkacaklar ve emperyalistleri kendi inlerine sokacaklar. Ve sonrasında da halklar, o gerici iktidarları devirip demokratik halk iktidarlarını kuracaklar. Tarih şu ana kadar bize bunu gösteriyor. Bundan sonra da bunun örneklerini görmeye devam edeceğiz. Ve yine Suriye konusuna dönersek, uluslararası hukukun hiçbir maddesinde, hiçbir yerinde yazmayan uygulamalar, ne yazık ki emperyalizmin tetikçi uşağı konumuna düşürülmüş Tayyipgiller iktidarı tarafından hayata geçiriliyor. İşte ülkemizin güney sınırlarında, Hatay’da, Yayladağı’nda, Kilis’te kamplar oluşturuluyor bildiğimiz gibi. On bin, yirmi bin kişilik kamplar oluşturuluyor. Yayladağı’nda kuruldu, arka- sından geçtiğimiz ay içerisinde Kilis’te on bin kişilik kamp kuruluyor. Niye Kilis’te kamp kuruluyor? diye soruluyor, göç olacak da ondan diyorlar. Nereden biliyorsun? Ama biliyor. Plan o. Hayata geçirmek istediği o. Yayladağı’nda kamp kuruyor. Kimin kampı, arkadaşlar? “Müslüman Kardeşler”in kampı. Ve orada yine uluslararası hukuk çiğnenerek “Özgür” ya da “Hür Suriye Ordusu” diye bir ordu kuruluyor. O ordu, Yayladağı’ndaki kampta örgütleniyor, sınırdan özgürce geçiyor gidiyor, eylemler yapıyor, sonrasında da dönüyor. Kendi topraklarımızda lojistik desteğini sağlama alıyor. Ve basında çıkıyor ki, “Suriye’de ayaklanma var, silahlı mücadele var.” Hayır! Yok böyle bir şey. Dünkü haberlerde de vardı yine, izlemişsinizdir. Suriye ordusunun ele geçirdiği sığınaklarda, çok miktarda silahlar, cephaneler, savaş malzemeleri ele geçirildi. Ve “Özgür Suriye Ordusu”nun yöneticileri de gizlemeden söylüyorlar ki, artık dünyanın değişik ülkeleri tarafından askeri olarak destekleniyoruz. Ve o askeri araç gereçler, hangi ülkenin topraklarında konuşlandırılıyor, yerleştiriliyor? Türkiye’de Yayladağı’nda, Kilis’te, arkadaşlar. “Suriye Ulusal Konseyi” diye bir konsey kuruluyor. Konseyin genel merkezi İstanbul. Ve bu muhalefet, “Suriye Ulusal Konseyi” ve “Özgür Suriye Ordusu” yöneticileri ortak toplantılar yapıyor; Suriye’yi bölüp parçalama planları yapıyor ve bizim yöneticilerimiz de o toplantılara katılarak buna alkış tutarak, buna öncülük ediyorlar. A. Rıza Başkan’ın da belirttiği gibi, daha birkaç ay öncesine kadar, 6 ay öncesine, 8 ay öncesine kadar Suriye’yle birdik, kardeştik. Vize kalkmıştı biliyorsunuz. Ortak Bakanlar Kurulu Toplantıları yapıyorduk. Ne oldu? Suriye Halkının, Ali Rıza Başkanlara da sorduğu gibi, ne oldu, ne değişti, arkadaşlar? ABD Emperyalizminin verdiği emir sonucunda bunlar oldu. Suriye’de BAAS İktidarı var. BAAS Partisi iktidarı var. BAAS’ın açılımı: Hizb el-Ba’s elArabi el-İştiraki= Arap Sosyalist Baas Partisi veya Arap Sosyalist Diriliş Partisi’dir. 1953’te Suriye’de kurulmuş, amacı Birleşik Sosyalist Arap Cumhuriye’ni kurmak olan BAAS Partisi var. Mısır’daki Irak’ta, Suriye’deki örgütler, kendilerini onun bir parçası olarak adlandırıyorlar. Ve o BAAS Partisinin birincil amacı Arap Ulusu’nun birliğini sağlamak, ikincil olarak sosyalist bir Arap Cumhuriyeti yaratmak, arkadaşlar. Suriye’nin birincil günahı bu, arkadaşlar; Arap Ulusu’nun birliğini savunmak ve de Sosyalist bir Arap Cumhuriyeti yaratmak için mücadele etmek… İkinci günahı da AB-D Emperyalistlerine teslim olmamak. Onların aşağılık çıkarlarını gerçekleştirmelerinin önünde bir direnç noktası oluşturmak. Ayrıca Suriye, ekonomik olarak da AB-D Emperyalistlerine, IMF’ye, Dünya Bankası’na bağımlı değildir. Ekonomik olarak güçsüz bir ülke değildir. Dolayısıyla Suriye’nin “ana günahları” bunlardır. Dolayısıyla Suriye’yi savunmak Türkiye Halklarının eşitlik, kardeşlik temelinde birliğini savunmaktır. Arap Halkının birliğini savunmaktır. Dünya halklarının birliğini savunmaktır. İşte konumuzun başlığında da belirtildiği gibi, görevlerimiz, emperyalizme karşı kararlıca, esnemeden ve sonuna kadar mücadele etmek. Emperyalizmin oyunlarına boyun eğmemek ve emperyalizmin tezgâhına düşmemektir. Birinci Emperyalist Evren Savaşı’nda emperyalistlerce işgal edilmiş yurdumuzu kurtarmak için o zamanki deyimle “Yedi Düvel”e karşı savaşmak üzere Kürt, Türk, Çerkez, Alevi, Sünni bu topraklarda yaşayan uluslarla ve halklarla Kuvayimilliye savaşını nasıl başlattıksa bugün de görev İkinci Kurtuluş Savaşı’nı başlatmaktır. Ve tarihimiz bize bu savaşı başaracağımızı gösteriyor. Zafer mutlak dünya halklarının olacaktır. Partimiz, Birinci Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri sonuna kadar savunuyor. Biz hiç kimsenin karakaşına, kara gözüne hayran değiliz. Onun için savunmuyoruz kimseyi. Niçin savunuyoruz, arkadaşlar? Size şuradan (Atlas Tarih Dergisi’nden) çok kısa bir bölüm okumak istiyorum. Çanakkale Savaşları sırasında Mustafa Kemal’in verdiği bir emri okumak istiyorum. Mustafa Kemal’in Arıburnu Kuvvetleri Komutanı sıfatıyla görev yaptığı dönemde, 03 Mayıs 1915 günü saat 19:00’da kuvvetlerine verdiği emrin 5’inci Paragrafını okumak istiyorum. Söz konusu paragraftaki ifadeler şunlardır: “Benimle beraber burada muharebe eden bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki, bize verilen namus görevini eksiksiz yapmak için bir adım geri gitmek yoktur. Uyku, dinlenme aramanın, bu dinlenmeden yalnız bizim değil, bütün milletimizin sonsuza kadar mahrum kalmasına sebep olacağını hepinize hatırlatırım.” İşte Kurtuluş Partisi, uyku, dur durak bilmeden ve bir adım geri atmadan bu vatanı savunmaya devam edecek. Ve emperyalistleri ve ABD ve Avrupa Birliği Emperyalistlerini bir kez daha yenecek ve onları sonsuza kadar inlerine geri gönderecek ve İkinci Kurtuluş Savaşı’nı mutlaka kazanacaktır! (Alkışlar…) Zafer direnen mücadele eden halkların olacak. O yüzden bugün Suriye’yi savunmak namus borcudur. Emperyalizme karşı yerine getirmek zorunda olduğumuz Enternasyonalist görevimizdir. Ve biz Kurtuluş Partisi olarak bu namus borcunu sonuna kadar savunmaya, sonuna kadar sürdürmeye devam edeceğiz. Ama bütün burada bulunan insanlarımızı da, kardeşlerimizi de bu mücadelede bizimle olmaya ve emperyalistlere ve Ortaçağcı gericilere karşı güçlerimizi birleştirmeye ve içtenlikle dayanışmaya davet ediyoruz. Eğer hep birlikte bu mücadeleyi sürdürürsek zafer mutlak bizim olacaktır. Çok teşekkür ediyorum. (Alkışlar…) Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Bir şey eklemek istiyorum. Aslında konuşmamda atladım. Suriye Ulusal Konseyi’nin Başkanı Burhan Galyun, yani bizim Dışişleri Bakanı ve AKP Hükümetinin birlikte iş yaptığı, ortaklaşa programlar yaptığı, eylemler içerisinde olduğu Burhan Galyun, Kur’an-ı Kerim’e hakaretten Suriye’de mahkûm olmuş bir kişi. Yani böylesi bir kimlikle yani İslamiyet’e ve Kur’an-ı Kerim’e böyle bir davranışta bulunmuş, mahkûm olmuş bir kişi Suriye Ulusal Konseyi’nin Başkanı. AKP de bununla beraber Suriye’de emperyalist komplonun bir parçası olmuş durumda. Bunu da ek bir bilgi olarak sunmak istedim. (Alkışlar…) Yönetici Gülistan Çelik: İşçi Sınıfının bilimi doğrultusunda Ortadoğu’yu, ülkemizi değerlendiren Sayın Gürdal Çıngı’ya çok teşekkür ediyoruz. Parti olarak davamız, insanlığın, halkın kurtuluş davasıdır. Bizleri dinlediğiniz için teşekkür ediyoruz. Bir sonraki etkinliğimizde görüşmek üzere… (Alkışlar…) 12 Başyazı Baştarafı sayfa 1’de gerekiyordu, Türkiye’nin. Tabiî bunun için de bütünlüğünü koruyor olması icap ederdi. Şimdi artık bunların hiçbirine ihtiyaç kalmadı. Çünkü artık Sosyalist Kamp ve Sovyetler yok… Tarihi büyük düşman, korkulu düş ortadan kalktı artık. Hem de ne acıdır ki, tek kurşun atmadan… İşin bu yönü ayrı bir trajedi, o şu anki konumuz değil… Özetçe, eski Türkiye’ye artık ihtiyaç yok. O zaman artık çekmecedeki, 90 yıldır yatan ve gününün gelmesini bekleyen, Sevr Planını, oradan çıkarmak ve uygulamaya koymak gerekir. Malum ya ezeli plan, dünyayı 1000 devletli hale getirmek. İşte Sevr de bu planla çok güzel uyuşur... Yerli hainler de hazır, planın uygulanması sürecinde görev yapacak. Bunlar Finans-Kapital ve Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının ekonomik, siyasi, toplumsal her türden örgütleridir. TÜSİAD’cılar, MÜSİAD’cılar, TOBB’cular, satılmış Parababaları medyası, MHP’si, CHP’si ve en önde gelenleri de Tayyipgillerle Pensilvanyalı imamın (İblis’in) cemaat adı verilen meczuplar örgütüdür. BDP ise Kürt Meselesi’nin Burjuva çözümünü savunduğu için AB-D ile her türlü işbirliğine giriyor. Bundan sonra da girmeye hevesli… Türk Ordusu’nun teslim alınışı Bildiğimiz gibi, 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de bir gecekonduda CIA bağlantılı örgütün koyduğu 27 el bombasını yine kendisinin bulmasıyla genel taarruz başlatıldı. “İşte bunlar Ergenekon Terör Örgütünün darbe yapmak için hazırladığı silahlardır” denilerek Türk Ordusu’na karşı saldırıya geçildi. Yine hep bildiğimiz gibi, bu türden bombalar, Lav silahları, Zir Vadisi’nden, Poyrazköy’e, bilmem nereye kadar, gömülüp gömülüp çıkarıldı. Bir de bunlara ilave olarak, Balyoz’du, Kafes’ti, İnternet Andıç’ıydı; yok kuru, ıslak imzaydı denilerek, namuslu insanların aklıyla alay eden, şerefsizce planlar, projeler yapıldı. Ve sonra da tıpkı, sözde silahlarda olduğu gibi, bunlar da yapanlar tarafından bulundu. Ve de denildi ki, bakın işte Türk Ordusu bu silahlarla, bu eylem planlarını uygulayarak, darbe yapacaktı; hükümeti devirecekti. O nedenle Türk Ordusu, bir terör örgütüdür; işi gücü darbe planlamak ve onu uygulamaya çalışmaktır. Bunun üniversitelerde, medyada da taraftarları, uzantıları vardır. Bunlar bir de Mustafa Kemal’in Tam Bağımsızlık ve Laiklik ilkesine, Yurtseverliğine delicesine bağlıdır. O yüzden bunları, Mustafa Kemal ve ilkeleriyle birlikte tasfiye etmek gerekir. CIA’nın Ortadoğu Masası Şefi Graham Fuller, yıllar önce söyledi; Mustafa Kemal artık çağını doldurmuştur. Türkiye bugün Ilımlı bir İslam devleti olarak, çok güzel hizmetler yapabilir bize, diye. Ama bunlar, söz anlamaz tipten. İşte bu sebepten bunların hepsini Hasdal ya da Silivri Zindanına tıkmak gerekir. Teğmeninden, Ordu ve Kuvvet Komutanlarına, hatta Genelkurmay Başkanına kadar içeriye tıkılmalı bunlar. ABD’ye ve AB’ye, onların Yeni Sevr Planına, BOP’una vb.ne karşı olan, hatta ve hatta aktif destek vermeyen kim varsa Türkiye’de ya bu zindanlara tıkılmalı ya da korkutulup sindirilerek hiç sesini çıkaramaz hale getirilmelidir. Öyle de yapıldı. Ordu artık özel ve güzel paşa gibi, Amerikan-İngiliz yetiştirmesi Gül’ün karşısında gerdan kırarak topuk selamı veren, acınası üniformalılara teslim edildi. Üniversitelerde, namuslu, yurtsever bilim insanları susturuldu. Susmayanlar da Silivri’ye gönderildi. Medyada da aynı şey yapıldı. Bugün sermaye medyası tümden “yandaş”tır artık. Tüm bu işlerin hukuk kılıfı giydirilerek yapılabilmesi için de Beşiktaş (Silivri) Özel Yetkili Mahkemeleri öncelikle hazır edilmişti. Tabiî bunun bir alt ayağı olan İstanbul Emniyetinin İstihbarat ve Terörle Mücadele Şube birimleri de amaçlanan görevin gerçekleştirilmesi için uygun hale getirilmişti. Bu iki birim, yani sözde emniyet ve sözde yargı, doğrudan Pensilvanyalı İmamın (insanları Allah’la aldatan İblis’in) emri altındaydı ve tabiî onun meczuplarından oluşuyordu. Bu CIA Operasyonunun siyasi ayağını da Tayyipgiller iktidarı teşkil ediyordu. Medyanınsa bir bölümü Pensilvanyalının, bir bölümü Tayyipgiller’in, bir bölümü de TÜSİAD’cı Finans-Kapitalistlerin eli altındaydı. İşte bu hain, satılmış halk düşmanı kurumlarla saldırıya geçildi, antiemperyalistlere, yurtseverlere, Mustafa Kemalcilere. Ve ne yazık ki, bildiğimiz gibi, amaçlarına ulaştı hainler. “MİT Krizi”nin nedeni, GanimetinTürkiye’nin paylaşılamamasıdır Gelgelelim, iş bundan sonra çatallaştı. Hani hep çakal örgütlerinin de başına gelir ya… Soygunu ya da gaspı yaparlar; iş başarılır. Sıra gelir ganimetin-vurgunun paylaşılmasına; işte o aşamada genelde birbirlerine girerler. Çünkü hepsi Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 de çakal ruhiyatına sahiptir. Bu nedenle de en büyük payı, hatta başarabilirsem tümünü ben kapayım malın, diye düşünür. Öyle olunca da birbirlerine girerler, kanlı bıçaklı olurlar. Bildiğimiz gibi, polisiye edebiyatın ve filmlerin önemli bir bölümü bu konuyu işler. Hani esas oğlan olur ya… o genelde iyi niyetlidir. Öbürleri ona oyun oynar. Kalleşlik eder. O da intikam almak için mücadeleye girer. Bu işlenir, o edebiyatta ve filmlerde. İşte burada da nitelik bakımından aynı olay yaşandı. Tabiî burada yapılan vurgunun-paylaşıma konu ganimetin miktarı, çapı çok büyüktü. Tüm Türkiye’ydi paylaşılacak olan. Hem ekonomisiyle hem siyasi, kültürel, felsefi üstyapısıyla… Taraflardan birinin lideri olan Pensilvanyalı İblis, “Yeşil Kuşak Projesi”nin hemen hemen başlangıcından bu yana işin içindeydi. 1963’te kurulan Komünizmle Mücadele Derneği’nin ve 1951 yılında kurulan İlim Yayma Cemiyeti’nin en etkin yöneticileri arasında idi. Bu iki dernek de temel amaç olarak Komünizmle mücadele etmeyi, hatta daha genel anlamda Mustafa Kemal, Laiklik, Bağımsızlık, Yurtseverlik ve Antiemperyalistlik gibi temel kavramlarla savaşımı ve Türkiye’yi Amerikan ya da CIA İslamıyla doktrine etmeyi ve tüm devlet kurumlarını bu ideolojiyi benimseyen insanlarla doldurmayı benimsemişti. Yani Türkiye’nin CIA İslamcısı AB-D uşaklarıyla yönetilir hale getirmekti temel amaçları. Başka türlü adlandırırsak; Türkiye’yi bugünkü duruma getirmekti. Ve ne yazık ki getirdiler de işte. Bu iki dernek de doğrudan CIA yönetimindeydi. Bugün Cemaat denen İblis’in ordusunun ve Tayyipgiller iktidarının hemen tüm önde gelen yöneticileri, bu derneklerin ya da bunların yönlendirdiği, etki alanı içine aldığı resmi (Diyanet İşleri, İHL’ler, vakıflar, camiler gibi) ya da resmi olmayan (tarikat, Kur’an Kursu vb.) örgütlerin çalışmalarıyla üretilmiştir, yaratılmıştır, devşirilmiştir. Şimdi sıra, yukarıda da söylediğimiz gibi, ganimetin-Türkiye’nin bu Amerikan uşakları arasında paylaşılmasına geldi. Yaklaşık bir buçuk ay önce patlayan Parababaları medyasının “MİT Krizi” ya da “Tayyip Erdoğan-Fethullah Gülen Çatışması” adını verdiği olay, işte esasında bu ganimetin paylaşımı kavgasından başka bir şey değildir. Fethullah Gülen’e göre Amerikan İslamının gerçek mürşidi kendisidir. Tayyip Erdoğan sonradan çıkma, yeni yetme, cahil bir mirasyedidir. Türkiye’nin bu hale getirilmesinde en büyük emeğe sahip olan kendisidir. O nedenle de tüm devlet kurumlarının olduğu gibi, başbakanlığın bile kendisine tabi olması gerekir. Yani Tayyip’in bile biat etmiş olması gerekir kendisine. Oysa Tayyip, başka havalardadır. Kendisinde olmayan güçler, kerametler vehmetmektedir. Bu haddini bilmeze haddini bildirmek gerekir. Fethullah, devletin tüm etkin kurumlarını kendisine doğrudan bağlı adamları aracılığıyla ele geçirerek, Tayyip’in dahi kendisine tam anlamıyla biat etmesini istiyordu. Yani Tayyip’i biata zorlamayı düşünmüştü. Tabiî bu da gücün kimde olduğunu göstererek yapılabilirdi. İşte bu stratejisini adım adım uyguluyordu. Fakat Tayyip de bunu fark etmekte gecikmedi. Devlet kurumlarındaki kadrolaşmada art arda Pensilvanyalının adamlarının önünü kesmeye başladı. Onların talip olduğu yerlere kendisine biat etmiş insanları getirmeye başladı. Mesela Hakan Fidan da Tayyip’in bu tür adamlarından biridir. Recep Tayyip Erdoğan Yani bu ABD işbirlikçisi hainlerin, CIA İslamcılarının her ikisi de; bir Türkiye’ye iki padişah olmaz, o sadece ben olmalıyım, diyordu. Tayyipgiller-Cemaat çatışması ne zaman ortaya çıktı ve gelişti? Bu ilk kapışma diyelim, bir yıl kadar öncesine rastlar. Fakat seçimlerde ister istemez, kerhen de olsa ittifakları gerekiyordu. Amerikan İslamcı işbirlikçilerin mevcut mevzisinden gerilememeleri hatta daha da ilerlemeleri gerekiyordu. İşte böyle bir ittifak içinde 12 Haziran 2011 Seçimlerine gidildi. Ve Tayyipgiller, bilindiği gibi, yüzde elliye yakın oy aldı. Tabiî bu seçimde sadece Pensilvanyalı değil, Türkiye’de örümcek ağlarını kurmuş sürüyle tarikat, Tayyipgiller’in etrafında birleşti. Yani alınan oy hepsinin ortak çabasının ürünüdür. Bu seçim ittifakına rağmen Tayyip, Pensil- vanyalının önüne setler çekmeye devam etti. Bunun üzerine Fethullah, Tayyip’i hedef alan konuşmalar yapmaya başladı. Pensilvanyalının kibir ve gurur üzerine eski tarihlerde yaptığı konuşmalarla birlikte yeni konuşmaları da yazılı ve görsel medyasında yer almaya başladı. Bu aralarındaki gerginliği daha da artırdı. Tayyip, Pensilvanyalının adamlarının önüne artık sekitmeden takozlar koymaya başladı. Bu soğukluğun bir göstergesi olmak bakımından Fethullah, Tayyip’in geçen Kasım’da geçirdiği ağır ameliyatla (Sabahattin Önkibar, Tayyipgiller’e yakın çevreden aldığı bilgilere göre bunun bir kanser ameliyatı olduğunu defaten yazmıştır) ilgili olarak bir geçmiş olsun mesajı göndermemiştir. Tık dememiştir. Bütün Parababaları medyası da Fethullah’ın bu suskunluğunu, hatta her ikisinin de kader birliği etmiş olduğu eski dostlar olduğu varsayıldığında, bu büyük kabalığın aralarındaki gerginliğin şiddetine bağlamıştır. Demek ki, bu kavga aynı düzlemde şiddetlenerek devam etmektedir. Geçen yılın 07 Kasım’ında Fethullah, kendisine doğrudan ya da dolaylı bağlı Beşiktaş Özel Yetkili Mahkemelerine emir vererek, Tayyipgiller’e bir taarruzda bulunulmasını istemiştir. Kavganın boyutu, o aşamaya gelmiştir artık. Malum ya Bekir Coşkun da yazmıştı: “Yani sen Türkiye’yi yönetmek için bir tarikatın cemaatinden destek aldın, adliyeyi ve polisi onlara bıraktın, MİT sende kaldı... “Öyle mi?..” (Cumhuriyet, 15 Mart 2012) CIA, 2007 Haziranında “Ergenekon” saldırısını başlatın, emrini vermeden önce, genelde yargının, polisin, Milli Eğitimin ezici bölümünü, özelde de yargının Beşiktaş benzeri Özel Yetkili Mahkemeler bölümünün neredeyse tamamını yönetim ve denetiminize alın, demişti Pensilvanyalıya. O iş tamamlanmadan start vermeyin, yoksa istediğimiz sonucu elde edemeyiz, demişti. Aynen de uyulmuştu bu direktife. O çerçevede saldırı başlatılıp sürdürülerek Ordunun, üniversitelerin, bilim insanlarının, medyanın zaten işi bitirildi. Hepsi sorun çıkarabilecek düşman unsurlardan arındırıldı. Özellikle de en tehlikeli güç olarak görülen Ordu, Özel Paşa gibi, gebeşlerin eline verildi. Böylece de amaç önemli oranda hâsıl oldu. İşin bundan sonrası Tayyipgiller’in giderek geriletilmesi ve Türkiye’nin yönetiminin her şeyiyle Pensilvanyalının eline geçirilmesiydi. İşte bu nedenle Pensilvanyalının İstanbul Emniyetindeki polis kadrosuyla Beşiktaş’taki hukukçu kadrosu el ele vererek bu saldırının dosyasını hazırladı ve 07 Kasım’da da Tayyipgiller’e karşı açıktan saldırısını başlattı. Yani olay, hak hukuk, yasa, savcı, hâkim olayı değil, bu kavramlarla hiç ilgisi yok meselenin. Olay, ABD işbirlikçisi, hatta taşeronu, vatan, millet, halk, laiklik ve Mustafa Kemal düşmanı iki Ortaçağcı gücün (biri tarikat yapısında, biri de ağırlıklı olarak siyasi yapıda örgütlenmiş iki gücün) Türkiye’yi paylaşma, bütünüyle tek başına ele geçirme mücadelesidir. Başka da asla hiçbir şey değildir. Bakın, finansmanı ve kadrosuyla yani her şeyiyle CIA’nın doğrudan yönettiği yayın organı bile (Taraf Gazetesi bile) olayı başka türlü koyamıyor, bu şekilde koyuyor: “İki devlet çıktı meydane “MİT Müsteşarı Fidan ile iki eski MİT yöneticisinin “şüpheli” olarak ifadeye çağrılması Ankara’yı sarstı “Önceki gece basına sızdırılan ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı’nın bilgisi dışında uygulandığı kararla MİT’in tepe ismi Hakan Fidan, selefi Emre Taner ve yardımcısı Afet Güneş ifadeye çağrıldı. “KCK’yi soruşturan birimlerin talebi üzerine yapılan çağrı, “MİT-Emniyet kapışması” görüntüsü verdi. Hükümet tepkide gecikmedi: İstanbul Emniyeti’nin KCK’ye bakan iki şube müdürü ani bir kararla görevden alındı.” (Taraf, 09 Şubat 2012) Aynı tarihli gazetede Türkçeye “aile boyu döneklik” terimini kazandıran aşağılık, hain ailenin ihanette birbiriyle yarışan üyelerinden Taraf’ın da Genel Yayın Yönetmeni ve kurucularından Ahmet Altan köşesinde konuya ilişkin şu satırları yazıyordu: “Devlette Savaş “Tabiî burada asıl hedef Başbakan Erdoğan olarak görülüyor, çünkü MİT Başkanı’nı bu görüşmeler için görevlendiren o. “(…) “Hükümet de savcının girişimine karşılık derhal İstanbul Emniyeti’nin KCK operasyonlarını yöneten iki amirini görevden uzaklaştırdı. “Birdenbire karşımıza polis-yargı işbirliğiyle, hükümet-MİT işbirliğinin çatışması olarak tercüme edilebilecek bir görüntü çıktı. “Devlet ikiye ayrıldı.” (Ahmet Altan, Taraf, 09 Şubat 2012) Görüldüğü gibi, CIA’nın sesi Taraf Gazetesi, devletin ikiye ayrıldığını ve bu iki devletin birbiriyle savaşmakta olduğunu ve de bu devletler- den birinin sahibinin ya da yöneticisinin Tayyipgiller olduğunu netçe, ikirciksiz söylüyor. İtiraf ediyor. Fakat alçak meşrebine uygun olarak ikincisinin sahibini es geçerek gizliyor. Bir sokak kavgasında bile, bir mafya örgütlenmesinde bile bir hiyerarşi olur. Burada da iki devlet varsa, ki ısrarla var diyorsun, ve de birbirleriyle savaşıyorlar, diyorsun; o zaman bu savaşın bir tarafının yöneticisi, kurmayı, sahibi var da öbür tarafının yok mu? Onu niye söylemiyorsun? Puştluğundan… Sanki orada birkaç polis, birkaç savcı, başlarına buyruk, eğlence olsun diye böyle işler yapıyorlar, öyle mi? Ama puşt puştluğunu yapar… Diğer grubun yani polis ve adliyenin Pensilvanyalı İblis’in elinde olduğunu gizler… İşin bir diğer enteresan yönü, bu alçakların, dönek hainlerin gizlediğini Ortaçağcı yazarçizerler, İblis’in kalemşorları gizlemez. Onlar, bunlara göre daha açık konuşur. Örnekleyelim: Daha mücadele aleni kavgaya dönüşmeden aylar öncesinde Tayyipgiller’in Yeni Şafak’ının yazarlarından Özlem Albayrak adlı hanım, bakın her iki tarafı da nasıl uyarıyor ve itidale (soğukkanlı olmaya) çağırıyordu? “Cemaat ve AK Parti “Bir süredir konuşuluyordu zaten. Varlığının emareleri, dost meclislerindeki, telefon sohbetlerindeki, meslektaş ortamlarındaki fısıltılarla kulaktan kulağa aktarılıyordu ve sonu hayr olmayan her haber gibi, ortalığa dökülmesi için uzun zaman beklemek gerekmedi. AK Parti ve cemaat arasında baş gösterdiği ya da baş göstermesine ramak kaldığı düşünülen çatlak/ayrışma ihtimalinden sözediyorum. “Öyle bir çatlak ihtimali ki bu; varlığı tescillendiği takdirde ortak enerjiyi boşa akıtabilecek, birlikten doğan gücün ve ivmenin köküne kibrit suyu dökebilecek, Türkiye’nin yüzyılda bir yakaladığı demokratikleşme macerasını akamete belki, ama inkitaya kesinkes uğratabilecek etkilerinin ortaya çıkması, an meselesi olabilir. Özlem Albayrak “Bir süredir gazete sütunlarında, tv ekranlarında tartışılmaya başlanan bu savın tamamen mesnetsiz iddialardan kaynakladığını düşünmüyorum bendeniz. Her ne kadar, hem AK Parti’ye yakın olan ve hem de cemaat mensubu olan pek çok kalem böylesi bir ayrışma ya da çatlağı inkâr eden cümleler kursa da, bunların en fazla temenni mahiyetinden öte gitmediğini; “yok öyle bir ayrışma” yazılarının, meseleyi köpürtmemek için bilinçli bir tavır ve kaygı sonucu yazıldığını düşünenlerdenim. “Oysa, bırakın bizzat şahitlik ettiğiniz belirleyici ve fikir verici vakaları, dışarıdan bakan ortalama bir izleyici için bile manzara o kadar net ki... “Fethullah Gülen Hocaefendi’nin geçtiğimiz Mayıs ayında Kastamonu mitingi sonrasında Başbakan Erdoğan’ın konvoyuna yapılan saldırıyı kınayarak “Cenab-ı Allah’tan Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ı bu millete bağışlamasını...” diye başlayan bir geçmiş olsun mesajı yayınlarken; Başbakan’ı günlerce evine bağlayan, geçirdiği ciddi operasyon sonrası Pensilvanya’dan tek bir cümle çıkmaması, durumu anlamak için elimize yeter miktarda done veriyor. Şike yasası konusundaki tartışmaları sözkonusu etmiyorum bile.. “Ayrışma var gibi gözüküyor evet, ancak bendeniz bu ayrışmanın nedenleriyle ilgili değilim. Meselenin bu noktaya varışı, iki güç arasındaki iktidar savaşı deyip geçemeyeceğimiz ölçüde, sofistike ve ulvi amaçlardan neşet ediyor da olabilir. itekim, bu ayrışmada, siyaseti belirleme hakkını ve erkini elinde tutmak isteyen hükümetin memleketin geleceğiyle ilgili halis niyetinden şüphe duymadığım gibi; dış politika stratejisi başta olmak üzere bazı noktalarda hükümetin icraatlarını eleştiriyor gibi gözüken cemaatin de kendini değil, memleketi amaçlayan niyetinden şüphe duyuyor değilim. Ama birin içindeki unsurların hedeflerinin ayrışması, kendini amaçlamaya varabilir. “Bu yüzden meselenin; köpürtüldüğü kadar olmasa da nüve itibariyle var olduğunu düşündüğüm bu ayrışmanın büyümesi, keskinleşmesi ve derinleşmesi durumunda, bütün Türkiye olarak karşı karşıya kalabileceklerimiz bahsindeyim. “Çünkü dünkü Zaman’da (12.12.2011) Ekrem Dumanlı’nın “Maazallah” başlığı al- Fethullan Gülen tında Birand’ın itiraflarından çıkarak hepimize hatırlattığı gibi; “...Kadim medyanın bir bölümü silahların gölgesinde gazetecilik yapmayı, muhafazakâr bir iktidarın demokratik reformlar yapmasına tercih eder, ediyor.” Sadece medya olsa iyi, bu ülkenin hala “nerede o eski güzel günler” diye yana döne dolaşan daha çok vesayeti daha çok kazanmaya tercih eden sermaye grupları, henüz tasfiyesi tamamlanmamış bürokrasisi ve rahatsız genç subaylarla dolu bir ordusu var. Hala. “Yani, demokratikleştik, demokratikleşiyoruz diye sevinirken üstünden geçtiğiniz köprünün, tam ortasına gelmişken çökmesi ihtimali var. Biraz zayıflık, azıcık zafiyet, bir parça takatsizlik bekleyen, nehrin kenarına sotelenmiş az biraz şaşırmışlık gözleyenler var. “Tam da; şu kesimden bu gruptan; şu cemaatten bu partiden, şu örgütten bu yapılanmadan; Türkiye’nin darbe günlerine ve vesayet rejimine dönmesini istemeyen ne kadar insan-grup varsa topyekün bir amaç etrafında halelenmesi ve oldukça zorlu bu yolda birbirine destek olması beklenirken çıkan bu ayrışma tartışmaları insanı umutsuzluğa sürüklüyor. Bu hesapların büyük resim yanında nasıl da ufacık kaldığını bir kez daha göz önüne seriyor. “Cemaate Başbakan –boşa çaba, Başbakan Erdoğan, Başbakan Erdoğan’dır- dışında üstüne oynanacak isim öğütleyenler; hükümete de kadrolaşma saikiyle endişe öğütleyenler ya da liberalleri farklı gerekçelerle desteğini çekmeye ikna çabalarına girişenler şunu bilsinler ki; bunun adı kendi ayağına sıkmaktır. Emin olsunlar ki, henüz kökü kurumamış, cansuyu çekilmemiş vesayetin –maazallah- geri dönmesi ihtimalinde hepsi beraber, yanyana fotoğraf çektirecekler. “Ayrıca şu bir realitedir: Ortak toplumsal amaçlarla yola revan olanların amaçlarının kendilerine yönelmesi bencilliğe düştüklerinin resmidir ve bencillik çürümenin birinci evresidir. Gurur, kibir, kıskançlık ardı sıra gelir. Ondan sonrası artık ayrıştığınla birlikte kendini imha etme sürecidir. Ama dünya çapında bir cemaat ol, ama yüzde 50 oy almış kudretli bir siyasi parti, bu böyledir. Çok pardon, böyle gördüm ve böyle söyledim.” (Özlem Albayrak, Yeni Şafak, 13 Aralık 2011) Cemaat ve Tayyipgiller’in hâkimiyet için karşılıklı hamleleri Ö. Albayrak’ın bu yazısından bir yoldaş, yayımlandığı gün söz edince hemen okumuş ve çarpılmıştık. Demek ki, demiştik, bu Ortaçağcı ABD uşakları arasındaki çatışma-kavga, bizim o güne dek yazılı ve görsel basına yansıyanından çok daha ileri boyutlarda. İş, bu noktaya geldikten sonra, bu Antika hainler işi burada bırakmazlar. Sonunda mutlaka birbirlerinin gırtlağına sarılırlar. Tabiî ne olacak, Laik, Yurtsever, Antiemperyalist güçlerin işini büyük ölçüde bitirdiler. Şimdi sıra ganimetin paylaşılmasına geldi. Bu noktada da, bu hainlerin birbirine girmesi doğal… Böyle demiş, internetten okuduğumuz yazıdan bir çıkış alıp önemli saydığımız belgeler arasına koymuştuk. Nitekim öngörümüz gerçekleşti. Bakın, sıradan olmadığı besbelli olan, özenle yetiştirilmiş, donatılmış zeki kadın ne diyor: Tamam, Mustafa Kemalci, laik, antiemperyalist, yurtsever güçleri önemli ölçüde yere serdik. Silivri’ye Hasdal’a tıktık. İnsan aklıyla düpedüz alay eden suçlamalarla dolu iddianamelerle de olsa oraları kurbanlarımıza mahkeme diye yutturduk. Kabul ettirdik. Savunma yapıp kurtulacağız diye debelenip duruyorlar. Bırakalım debelensinler. Ama erken bayram etmeyelim. Düşman sadece oralara doldurduklarımızdan ibaret değil… Düşmanımızın “henüz kökü kurumamış, cansuyu çekilmemiş”tir. Düşmanın “henüz tasfiyesi tamamlanmamış bürokrasisi ve rahatsız genç subaylarla dolu bir ordusu var. Hâlâ.” O nedenle hainane ittifakımızı daha sürdürmeye mecburuz. Şu anda zafer kazandık sanısına kapılıp ganimet paylaşma savaşına girersek, bunun adı “kendi ayağına sıkmaktır.” O zaman düşman kendine gelir, ayağa kalkar, toparlanır ve eskiden olduğu gibi üzerimize “geri dön”er. İşte o zaman da canımıza okur. Çünkü hanyayı Konya’yı öğrenmiş olur. Bir kere geldiği oyuna ikinci kez gelmez. İkinci kez onu, önce olduğu gibi, savaşmadan yeneceğimizi asla sanmayalım. Onunla açıktan bir savaşta da, yani dümensiz, hilesiz bir savaşta da galip gelme olasılığımız, herkesin bildiği 13 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 gibi, sıfırdır. Bizim yetenekli olduğumuz alan, madrabazlıktır, hainliktir, kalleşliktir. Onları ancak bu özelliklerimizle savaşmadan yenebiliriz. Aksi olmaz!.. O nedenle de eğer kendimize gelmez, zafer sarhoşluğuyla birbirimize girersek, hepimiz bugün onları tıktığımız zindanlarda buluruz kendimizi. Ve “yanyana fotoğraf çektir”iriz… Bizim öngördüğümüz gibi, antika hain güçler birbirine girdi. Bu yetenekli özel kadının uyarıları beş para etmedi. Fethullah efendisinden ve onun casus örgütünden o yönde bir sinyal almış olmalı ki saldırısını yaptı. Tayyipgiller de anında karşılık verdiler. Mecburdular buna. Çünkü bir kez geri çekilmek, savaşın tümden kaybedilmesine yol açabilirdi. Bunu doğru gördüler. Tayyip, aslında Fethullah’ın Şah demese de Vezire saldırdığını görmüştü. Veziri verseydi, besbelli ki ardından gelen hamlenin hedefi kendisi olacaktı. Tayyipgiller, Hakan Fidan ve 4 MİT’çiyi vermedi. Ve hemen de karşı darbesini savurdu; Fethullah’ın polisteki kendisine karşı olan saldırının planlayıcılarından olan iki kafa adamına: İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Erol Demirhan ve Terörle Mücadele Şube Müdürü Yurt Atayün’e. Bununla kalmadı, bu şube müdürlerinin ekiplerini soruşturan kadroyu da ardından görevden aldı. Bu müdürlerin ekiplerinin beşerden on polis olduğu ve bunların görevden alındığı medyada yazıldı, söylendi. Tayyipgiller böylece, şimdilik saldırının polis ayağını püskürtmüş oluyordu. Fakat bununla yetinmek işi bilmemek olurdu. Hemen adliye ayağına da nasıl bir önlem alabileceği konusunda akıl aşındırdı. Ve bir çözüm buldu. Öncelikli olan mevcut saldırının püskürtülmesiydi. Saldırının adliye ayağındaki elebaşısı Sadrettin Sarıkaya, Tayyipgiller tarafından o görevden alındı (dosyadan el çektirildi). Tayyipgillere göre mevcut saldırı püskürtülmüştü artık. Ama ardından yenileri gelebilirdi. O yüzden o cenaha bir set çekilerek olası tehlikelere karşı da önlem alınması gerekiyordu. O da yapıldı. Hemen hızla bir yasa hazırladılar ve Meclisten geçirdiler. Bu yasaya göre Tayyip’ten izinsiz, MİT kadrolarının hiçbirine ve ayrıca da Tayyip’in özel görevle görevlendirdiği kişilerden her kim olurlarsa olsunlar, yine hiçbirine Tayyip’ten (Başbakandan) izin almadan soruşturma açılamıyordu. Böyle diyordu Tayyipgiller yasası. Yukarıda dediğimiz gibi buna “MİT Yasası” dediler. Düşünebiliyor musunuz, bu yasayla Tayyip’e Osmanlı Padişahlarında bile olmayan bir yetki verilmiş oluyordu. Nitekim Osmanlı’nın en şiddetli sultanlarından olan Yavuz Sultan Se- lim’in bir fermanını bile Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi, Şeriata mugayirdir diyerek geri aldırmıştır: “Ancak Selim’in Şiileri katliamından sonra Hıristiyanları da kâmilen [tümüyle] öldürmek ve hiç olmazsa kiliselerini ellerinden almak şeklindeki taassubkârâne [bağnazca] bir düşüncede bulunduğu zamandadır ki, Cemâlî, husisyle [özellikle] Hıristiyanlar ve İstanbul’daki Rumlar için hakikaten sıyanet [koruyucu] meleği olmuştur. Bu tasavvur [düşünce] üzerine Selim, Cemâlî’ye şu suali sormuştu: “- Bütün dünyayı ele geçirmekten ve milletleri İslam’a getirmekten hangisi daha makbûldür?” “Müftî, Selim’in niyetini anlamayarak, mü’min olmayanların Müslüman edilmeleri elbette makbul ve rıza-yı İlahiye daha muvafık [Tanrı katında daha uygun] olduğunu beyan eyledi. “Selim, derhal bu kiliselerin camie çevrilmesini ve Hıristiyan ayininin yasaklanmasını ve İslam’ı kabul etmeyenlerin kâmilen katledilmesini sadrazama emretti. Vezir-i azam bu kan dökücü iradeden dehşete kapılarak –mes’eleyi anlayamaksızın Hıristiyanların katline fetva vermiş bulunan- Cemâlî ile görüştü. Görüşmenin neticesinde, huzur-ı şahaneye çıkmak talebinde bulunması için Patrik’e haber gönderildi. Selim, evvela bu ricayı yerine getirmeyecek olduysa da, vezir-i azam ve Müftî’nin ihtarları üzerine muvafakat gösterdi. Patrik, ruhban hey’eti ile beraber Edirne’de Divan-ı Humayuna gelerek İstanbul’un fethi esnasında, kiliselerin camie tahvil [dönüştürülmesi] ve Hıristiyanları ayinlerini icra etmekten men etmemek üzere İkinci Mehmet tarafından bu akdi mutazammın olarak imza olunan varaka [antlaşmayı içerir biçimde imzalanan belge] bir yangında yanmıştı. Lakin 60 sene önce İstanbul muhasarasında [kuşatmasında] bulunmuş olan üç ihtiyar yeniçeri altın bir tabak içinde şehrin anahtarlarını getiren temsilcilere, Fatih’in bu üç nokta hakkında hakikaten söz vermiş olduğuna şahitlik ettiler. Selim, Kur’an’ın hükümlerine ve ceddinin akdine riayet eyledi [atalarının antlaşmasına uydu].” (Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi 2, Sabah Yayınları, İstanbul, s. 538) Çatışmada iki taraf da yıprandı, şimdilik ateşkes var tek taraflı Görüldüğü gibi, Tayyip yetkide sınır tanımamakta bu konuda Yavuz Sultan Selim’i bile geride bırakmaktadır. Tayyip’in görevlendirdiği Gırgır’dan insanlar, bu yasayla akla gelebilecek her türlü suçu işlemekte özgür bırakılmış oluyorlar. Hiçbir kanun adamı onlara dokunamıyor, Tayyip izin vermedikçe. Bunlar ister katliam yapsın, ister gasp, ister sabotaj, ister tecavüz, ister ihanet… Tümüyle kanunlar üstüne yüceltilmiş oluyor bu insanlar. Böyle bir yasa, insan aklına da burjuva anayasalarında bulunan “insanların kanunlar karşısında eşitlik” ilkesine de apaçık biçimde karşı çıkmış olmaktadır. Yazımızın başından beri anlattıklarımızdan şu sonuç belirgin olarak ortaya çıkmaktadır ki, Türkiye egemenleri, Parababaları, Tayyipgiller, Ortaçağcılar hukuka da, yasalara da, anayasalara da, mahkemelere de, hakka, adalete, eşitliğe de çoktan el sallamışlar, haydi eyvallah çekmişlerdir. En domuzuna diktatörlük vardır Türkiye’de. Her türden hainlerin, vurguncuların, asalakların diktatörlüğü… Bunlar yağmadan sen mi çok pay alacaksın, ben mi çok pay alacağım diye tepişip durmaktadırlar. “Cemaat-AKP Kapışması” denilen şey, bu yağma paylaşım kavgasının son aylarda yaşanan bir bölümüdür. Bugün gelinen noktada Tayyipgiller, saldırıyı püskürtmüş, duruma hâkim olmuş ve mevzilerini korumuş görünmektedirler. Böylece de, görünüşe bakarsak, bu raundun ya da devrenin galibi Tayyipgiller olmaktadır. Fakat olay, muhakkak ki bitmiş değildir. Daha boyutlanarak sürecek. Pensilvanyalı İmam hainlik, düzenbazlık ve deneyim konusunda Tayyipgillerin en akıldanelerini bile üçe-beşe katlar. Onunki şimdilik bir kısmî geri çekilme ya da tek taraflı ateşkes uygulamasıdır. Tabiî aslında her ne kadar kazanmış görünse de Tayyip de bu kapışmadan yara alarak çıktı. Şöyle ki Türkiye’de işlerin kanunla, hukukla filan olmadığının, gafillerin önemli bir bölümü tarafından da görülmesine ve onların uyanmasına yol açtı. Yani bu kapışma şunu gösterdi bir kez daha, Beşiktaş’ta, Silivri’de mahkeme filan yoktur. Tayyipgiller de yasa masa hiç iplememektedir. Dilediklerini yasa kılıfına uydurup Meclisten geçirmektedirler. Bu durumda tarafların her ikisinin de aslında yıpranmasına, böylece de efendilerine yani ABD Emperyalistlerine daha da muhtaç ve bağımlı hale gelmesine yol açtı. (Mesela Suriye konusunda Tayyipgiller, artık ABD’nin emirlerini itirazsız uygulamakta daha da mecbur hissedeceklerdir kendilerini.) Şu durumda ABD her iki hain gücü de kullanmaktadır. Emperyalist çıkarı onu gerektirmektedir. Fakat sonunda bunlardan hangisinin kesince galip geleceğine karar verecek olanda tabiî bu efendidir. Çıkarı o gün için neyi gerektiriyorsa ona göre davranacaktır o alçak da. Malum ya Türkiye’de iktidarları getiren de götüren de odur… Şimdi Pensilvanyalının Türkiye’deki sesi kabul edilen Hüseyin Gülerce’nin konuya ilişkin yorum ve önerilerine bakalım: “Son tuzak: İktidar-cemaat... “Başta MİT Müsteşarı Hakan Fidan olmak üzere bazı MİT yöneticilerinin “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrılması, daha önce yaşamadığımız ciddi bir probleme dönüştü. Hazır kıta bekleyenler, “Yargı-MİT çatışması” yaftası ile başlatılan tartışmayı, “Cemaatiktidar kavgası”, “asıl hedef Başbakan” noktasına taşıdılar. “Bence tam da bugün itidale, sağduyuya, ortak akla ihtiyaç var. Klasik bir talep ama başka yol bilen varsa söylesin. Yargısı, istihbarat teşkilatı ve emniyet güçleri tartışmanın odağına oturmuş, hükümet ile yargısı karşı karşıya gelmiş görüntülü bir Türkiye’nin kime ne faydası var? “Öfke ile kalkan zararla oturur. Hele bu öfke, yeni kanun düzenlemelerine alelacele yansırsa, Ergenekon davası üzerinden demokratikleşme sürecinin dinamitlenmesi bile söz konusu. Asırlık vesayetin gücü tükenmedi. Ciddi bir zaafa da uğramadı. Bunlarda oyun, tuzak bitmez. En büyük tuzak da, iktidar-cemaat çatışması üzerinden, devletle milletin karşı karşıya getirilmesidir.” (Hüseyin Gülerce, Zaman,15 Şubat 2012) Bu halk ya da ülke ganimet değildir Gördüğümüz gibi Pensilvanyalı İblis’in Türkiye’deki 1 Nolu temsilcisi İblisçik, şimdi sağduyu zamanı, “öfke ile kalkan zararla oturur”, sonra Ergenekoncular yeniden ayağa kalkar ve bizi halleder. Ortaklaşa kazandıklarımızı, bir anda tümüyle yitirebiliriz. İyisi mi hemen aklımızı başımıza alalım ve barış yapalım. Unutmayalım ki, henüz canlı olan düşmanımızın canını tümden alamadık. Öncelikle o işi bir bitirelim. Sonra oturur soğukkanlıca paylaşımımızı yaparız. Bunu ileride ortaklaşa hazırlayacağımız bir “Anayasa”yla hallederiz. Yani paylaşımımızı madde madde belirleriz. Tam anlaşmaya varınca da imzalarız altını. Olur biter. Elbirliğimiz sürdüğü sürece meczuplaştırdığımız seçmenlerin oyları da, Meclis çoğunluğu da elimizin altındadır. Emrimize amadedir. Her dilediğimizi kanun diye Meclisten de geçirir millete de yuttururuz, diyor. Tabiî bunları söyleyen aslında büyük İblis’in kendisidir. Şimdiki durum işte bu tek taraflı ateşkes durumudur. Tabiî biz Halk Güçlerinin de söylenecek çok sözü var. Bunlar, geçmişte olduğu gibi, yine hüsrana uğrayacaklar. Bunların da, efendileri olan AB-D çakallarının da hevesleri kursaklarında kalacak. Bu vatan da, bu halk da ganimet değil… Öyle sanıyor bu hainler ve efendileri ama yanıldıklarını bir kez daha anlayacaklar… Kurtuluş Partisi’nden: Yüreği İnsan Sevgisiyle Dolu, Yiğit Devrimci, Hoca’mız, Ö. Faruk Sur Yoldaş Mücadelemizde Yaşıyor! K onya Halkının yiğit evlatları, yılmaz halk savaşçıları, yoldaşları tarafından mezar başlarında ve yapılan salon etkinlikleriyle bir kez daha anıldılar. Konya devrimci ortamının çınarı Faruk SUR yoldaşın mezar başı anmasını 14 Mart’ta gerçekleştirdik. Anma sonrası Faruk Hoca’mızın yaşamının son döneminde yaşadığı evi ziyaret ettik. Eğitimci ve avukat kimliği ile her zaman halkın davasının yanında yer alan Sıtkı Şaplak Yoldaş’ı ise 16 Mart’ta mezarı başında andık. Sadece hareketimizin değil, Konya devrimci ortamının da Hocası olan Devrim Çınarı Faruk Sur Yoldaş’ı bedence aramızdan ayrılışının 13’üncü yıldönümünde, Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü olarak düzenlediğimiz salon etkinliğinde andık. Faruk Sur Yoldaş’ımızla beraber, Sıtkı Şaplak Yoldaş’tan İşçi Sınıfının yiğit önderi Recep Vurmuş Yoldaş’a bedence aramızdan ayrılan tüm yoldaşlarımız, 25 Mart Pazar günü Ankara ve Seydişehir’den gelen yoldaşlarımızın yoğun katılımıyla anıldı. Etkinlik, İl Başkanımız Av. Orhan ÖZER Yoldaş’ın açılış konuşmasıyla başladı. Orhan Özer Yoldaş konuşmasında; emekçi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Faruk Hoca’nın, Usta’mızın teorisiyle tanıştıktan sonra hayatının her aşamasında örgütlü mücadele içerisinde yer alan, insan sevgisiyle dolu yüreği ile herkesin sevip saydığı bir devrimci olduğunu, omuz omuza mücadele ettikleri yılları özlemle hatırladığını belirtti. Ve hepimizin Faruk Hoca’mızı örnek almamız gerektiğini vurguladı. Daha sonra İşçi Sınıfımız adına söz alan Nakliyat-İş Konya İl Temsilcisi Ali Özçelik; “Doğru teori ve doğru önderlikle İşçi sınıfımızın neleri başarabildiğini Konya’da gerçekleştirdiğimiz şanlı örgütlenmelerle bilfiil tanıklık ettik. Bugün bunun kazanımlarını hem Nakliyat-İş içerisinde hem de DİSK içerisinde yaşadığımız son genel kurulda da bizzat gördük. Faruk Hoca’mızın miras bıraktığı mücadele bayrağını bugün yeni örgütlenmelerle daha da yukarı taşımaktayız” dedi. Gençlik adına söz alan Ümit Erdoğan ise “Faruk Hoca’mızın Konya’ya ekmiş olduğu devrimci tohumlar bugün bizim mücadelemiz- de yeşermektedir.” diyerek, gençlik olarak Konya özelinde vermiş oldukları devrimci mücadele ve Faruk Hoca’nın izinde oluşlarına vurgu yaptı. Verilen kısa bir aranın ardından ana konuşmacı olarak Kurtuluş Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş söz aldı. Gürdal Yoldaş konuşmasında; Faruk Hoca’nın insan sevgisiyle dolu olduğun anlatarak, ömrünü adadığı insanlık mücadelesindeki kararlı tutumunu vurguladı. Gürdal Çıngı Yoldaş, Partimizin alın yazısında, tarihsel misyonunda Türkiye Devrimi’ni gerçekleştirecek Parti yazıldığını, bunu tâ Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın daha 17 yaşındayken katıldığı Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı Bayrağını dalgalandırmasıyla başladığını ve bugün Partimizin O’nun yükselttiği İkinci kurtuluş Savaşı’nı, sosyal kurtuluşu başarma bayrağını taşıdığını ve bu görevi mutlaka başaracağını anlattı. Gürdal Çıngı Yoldaş, Partimizin, Usta’mızın bedence aramızdan ayrılmasından şu ana kadarki mücadele tarihi boyunca hep bu tarihsel misyonuna uygun teorik ve patik davranışlar sergilediğini somut örneklerle anlattı. Türkiye ve Dünya gündemindeki güncel olaylarla ilgili de Partimizin görüşleri ve bizim dışımızdaki siyasetlerin bilinçsizce nasıl Emperyalizmin dümen suyuna girmiş olduğuyla ilgili doyurucu bilgiler verdi. Gürdal Yoldaş’tan sonra, genç bir arkadaşımız Faruk Hoca’mızın bir şiirini seslendirdi. Konya’daki üniversiteli arkadaşlarımızın Faruk Hoca için hazırlamış olduğu sinevizyon gösteriminin ardından, etkinliğimiz karşılıklı sohbetlerle son buldu. Selam Olsun Bizden Önce Geçene, Selam Olsun Savaşırken Düşene! Devrim Şehitleri Ölümsüzdür! Konya’dan Kurtuluş Partililer Gürdal Çıngı Yoldaş’ın konuşmasını yan sütunlarımızda sunuyoruz. Partimiz Devrim yapmakla görevli ve yükümlüdür Yoldaşlar, Partimizin alnında, Partimizin kaderinde ya da bir başka deyişle Partimizin misyonunda; Devrim Yapacak Parti, yazıyor! Türkiye Halkını kurtuluşa ulaştıracak İşçi Sınıfı ve ezilen halkları ve bu topraklarda yaşayan bütün ulusları, bütün halkları, insanları kurtuluşa ulaştıracak Parti yazıyor. Bu daha doğarken Partimizin alnına yazılmış bir yazı. Kaderci bir söyleyişle söylersek alınyazısından kaçılamaz. Alna ne yazıldıysa o gerçekleşir. Ve bizim alnımıza, bizim Partimizin alnına devrimi gerçekleştirecek parti yazıldı. Bildiğimiz gibi insanlar toplum yaratığıdır. Ama aynı zamanda toplum yaratıcıdır da. İşte bizim Partimizi oluşturan insanlar, toplum yaratıcısı bir Partinin savunucuları, savaşçıları olarak tarihe geçecektir. Bundan adımız gibi eminiz. Çünkü bizim önderimiz, Türkiye topraklarının yetiştirdiği en büyük devrimci, dünya halklarının ustası Hikmet Kıvılcımlı, siyasi mücadeleye atıldığı ilk andan itibaren bu halk için gözünü kırpmadan Birinci Kuvayimilliye Savaşı’na atılmıştır. Ve biz onun devamcıları, öğrencileri, geliştiricileri, savunucuları ve savaşçıları olarak ondan İkinci Kurtuluş Savaşı bayrağını devralmış insanlarız, Partiyiz, arkadaşlar. Ve bizim Usta’mız, daha 17 yaşındayken zümrüt bir denize dalar gibi kavgaya atıldığında yani emperyalistlere karşı savaşa atıldığında, bizim alnımıza o yazıyı yazmıştı. Ve biz o alınyazısını can baş üstüne kabul ettik. Hikmet Kıvılcımlı’nın mirası, devrim yapmaktır ve biz o devrimi mutlak gerçekleştireceğiz. Gerici sınıflar ne yaparlarsa yapsınlar Tarihin ileriye gidişini değiştiremezler. Tarihin bu gidişinde bir de zinciri sürükleyecek halkanın ortaya çıktığı anlar, böyle durumlar ve bu durumları en doğru biçimde kavramış önderler, partiler vardır. İşte bizim Partimiz de bunu en doğru kavramış ve devrimi başaracak tarihsel misyona sahip bir partidir. İşçi kardeşlerimiz, Nakliyat-İş, DİSK Bölge Temsilcisi arkadaşımız, Bayram Yoldaş’ımız ve diğer kardeşlerimiz konuşmalarında, Usta’mızın bir sözünü dile getirdiler: “Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere” dediler, değerli yoldaşlar. İşte bizim Partimizin birincil misyonu, birincil çalışma alanı ve bizi zafere ulaştıracak birinci hareket noktası burasıdır. Başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere savaşa atılmış ve onu örgütlemeyi birincil görev kabul etmiş bir partinin savunucuları ve savaşçılarıyız biz. Hikmet Kıvılcımlı, bildiğimiz gibi bir işçi çocuğuydu. Memur olan babasını çok küçük yaşta kaybetmişti. Ve annesi tütün işçiliği yaparak Usta’mızı büyütmüştü. Birlikte yaşadıkları teyzesi de tütün işçisiydi. Ve şu karşı panoda, Orhan Abi’mizin de gösterdiği gibi, o panoda yer alan devrim önderleri ve devrim şehitleri ağabeylerimiz, ablalarımız, kardeşlerimiz hep halk çocuklarıdır. İşçi çocuklarıdır, köylü çocuklarıdır. Yok onların arasında bir tane burjuva çocuğu. Burjuva çocuğu olmak suç mudur, kabahat midir? Ya da bizim saflarda, halkın saflarında yer alırsa yanlış mı olur? Elbette yanlış olmaz. Bu davaya gönül vermişse, insanlığın kurtuluş davasına gönül vermişse, hangi sınıftan geldiğinin ne önemi olur, ne önemi kalır... Ama esas olarak baktığımızda, Partimiz halkın partisi; yani işçilerin yani köylü- lerin partisi derken biz bunu anlatmaya çalışıyoruz. Biz emekçi insanlardan, emekçi saflardan gelen insanların çoğunluğu oluşturduğu bir partiyiz. Ve o bakımdan da mücadelemizde her zaman İşçi Sınıfını hep en önde tuttuk. Ve köylülüğün ve gençliğimizin ve kadınlarımızın mücadelesini de hep ön safta tuttuk. Yine Usta’mızın deyişiyle, “yarımız olan kadını”, en ön safta görmek istiyoruz. Ve kadınlarımıza, iktidara geldiğinde sonsuz haklar tanıyacak, onların gerçek kurtuluşlarına ulaşacakları zemini hazırlayacak, ortamı hazırlayacak ve onun lafını yapmadan işini yapacak biricik parti Kurtuluş Partisi’dir. Şu ana kadar ortaya koyduğumuz teorik açılım ve onun pratik uygulamalarında, Partimizin yönetici kadrolarında yer alan kadın yoldaşlarımızın sayısı, oranı ve verdikleri mücadeleler, bizim mücadelemizde kadınların en ön safta olduğunun açık kanıtıdır. Ve biz kadınlarımıza sonuna kadar güveniyoruz, inanıyoruz. Kadınların katılmadığı bir devrimin olanaksız olduğunu biliyoruz. Ve biz gençliğimize sonsuz inanıyoruz. Ve onların mücadele azminin, mücadele kararlılığının tarihimizde ne kadar büyük yer tuttuğunu biliyoruz. İşte Birinci Kuvayimilliye’yi gerçekleştiren Mustafa Kemal’ler, İsmet Beyler, Ordu Gençliği adını verdiğimiz insanlar, daha gepegenç yaşlarda Ulusal Kurtuluş Savaşı’na, emperyalizmle mücadeleye atılmışlardır. Mücadeleye başladığı anda emperyalistlere karşı büyük bir kin ve nefretle dolu olan ve Boğaz’da, İstanbul Boğazında, emperyalistlerin donanmalarını gördüğünde “geldikleri gibi gidecekler” diyen genç Mustafa Kemal’in devamcısı, onun ideallerinin savunucusu bir Partiyiz. Ve yukarıda da dediğim gibi, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı daha 17 yaşındayken bu savaşa atılmış ve bütün ömrünü, bir soluğunu bile boşa harcamaksızın İşçi Sınıfına ve halkın kurtuluş davasına adamış bir devrimciydi. Ve ondan sonra 27 Mayıs Politik Devrimi’ni gerçekleştiren, bu ülkeye en demokratik, en ilerici anayasayı armağan eden 27 Mayıs devrimcile- 14 rinin büyük çoğunluğu da bildiğimiz gibi gepegenç teğmenler, yüzbaşılar, binbaşılardan oluşuyordu. Ve sonra aynı Jön Türk geleneğini sosyalizm mücadelesiyle bağdaştırmış olan Denizler, Mahirler, yine o gepegenç yaşlarında gözlerini kırpmadan kurtuluş savaşına atılmış, İkinci Kuvayimilliye Savaşı’nın gönüllüsüyüz ve bu savaşı başaracağız, diye inançları uğruna ölümü kucaklamış değerli yoldaşlarımızdı. Ve şu panoda yer alan yoldaşlarımız (ki ben onların birçoğuyla tanışma, birlikte mücadele etme, omuz omuza savaşma onuruna kavuşmuş bir yoldaşınızım), gepegenç yaşlarda bizim için, halklarımız için canlarını hiç düşünmeksizin verdiler. Onlar, mücadelelerinde ölümün er geç ve kaçınılmaz olarak ve uzun sürmeyecek bir süreçte kendilerini bulacağını biliyorlardı. Özellikle Konya’da verdiğimiz mücadele bakımından, o anki mücadele bakımından, her an, her saniye vurmak ve vurulmak kaçınılmaz bir işti, arkadaşlar. Öyle bir ortamda bulunuyorduk. Ve onlar bizlerden önce omuzlayıp şehitlik onurunu, tarihe geçtiler... Ve bizlere hiç unutmayacağımız, yolumuzu aydınlatan mücadele azmini miras bıraktılar. Eğer bugün biz devrimciliği yüreğimizin içinde duyuyorsak, etimizde, canımızda, derimizde, kemiğimizde hissediyorsak ve mücadeleyi kazanmak için dur durak bilmeksizin savaşıyorsak, Onların bize bıraktığı mirası en kısa sürede taçlandırmak içindir bu çabamız, bu uğraşımız. Eğer Onlarla, Onların mücadelesiyle tanışmamış olsaydık, Onların mücadelelerini, bizden önce geçenlerin mücadelelerini öğrenmemiş ve onların nasıl haklı bir dava için savaştıklarını bilmiyor olsaydık, bugün burada bir arada bulunmayabilirdik. Onlar, bütün Kurtuluş Savaşçıları gibi, Ulusal ve Sosyal Kurtuluş Savaşçıları gibi, mücadelede bayrağı bize devredip gittiler. Ve bugün Konya topraklarında bu mücadele özellikle İşçi Sınıfının omuzlarında yükseliyorsa ve işçi kardeşlerimiz bu mücadeleyi kararlıca, her gün biraz daha, biraz daha geliştiriyorsa işte o mücadelelerin sonucunda bunlar oluyor, değerli yoldaşlar. Ve Usta’mız; hiç bitmeyecek ışığıyla, hiç sönmeyecek ışığıyla her gün bizlere yol göstermeye devam ediyor. Son soluğuna dek sürdürdüğü devrimci kavga ve biz öğrencilerine bıraktığı aynı onur, bizler tarafından da aynı kararlılıkla yerine getirildi ve işte bugün burada andığımız Faruk Hoca’mız ve onun nezdinde andığımız tüm Devrim Şehitlerimiz, bu mücadeleyi gözlerini kırpmadan omuzlamış yoldaşlarımızdır. Anılar denizine dalacak olursak çok anılarımız var Faruk Hoca’mızla. 1972 yılında ben üniversiteyi bitirip Konya’ya döndüm, dedi Orhan Abi. 40 yıl geçmiş Orhan Abi’nin Konya’ya dönüşünden bu yana. Ben, 1974 yılında Faruk Hoca’yla ve O’nun sayesinde devrimcilikle tanıştım. 38 yıl geçmiş. Ve Nurullah Hoca’mız geçtiğimiz günlerde bizlere, siz benim gözümde henüz 25-30’lu yaşlardasınız. Sizleri bir türlü 40’lı, 50’li, 55’li yaşlarda düşünemiyorum, demişti. Biz de bugün baktığımızda, Faruk Hoca’yla tanışmamız, konuşmalarımız, bize öğütleri, bizlere de aktardığı (kendisinin bizzat yaşayarak gösterdiği) insanlık davası için mücadele azmini, insanı sevme, bilinçli olma, kararlı olma, yiğit olma öğütleri sanki dünmüş gibi gözümüzün önüne geliyor... Şu anda Mehmet Yoldaş da aynı duygular içinde ve aynı şekilde gözlerimin önünden geçip gidiyor... Mehmet Yoldaş, kelimenin gerçek anlamıyla çok yiğitti yani çok delikanlıydı yani delikanlılık sözüne ne sığıyorsa Mehmet Yoldaş oydu. O zamanlar akademiydi henüz üniversite değildi, Konya Mimarlık ve Mühendislik Akademisinde okurken, okuldaki faşistler kantini bastığında ve kantinde sadece birkaç devrimci varken, gazoz şişesini kırıp “Hadi ulan, buyurun!” diyerek, bütün o faşistleri önüne katıp o kırık şişeyle, Zafer Meydanı’na kadar, inlerine kadar kovalayan Mehmet Yoldaş’tı. Ve beni, TÖBDER’den çıktığımızda, İnce Minare vardır Konyalı yoldaşlar bilir, haydi senin eve gidelim deyip, bana hissettirmeden faşistlerden beni koruyan, evime götüren ve haydi iyi günler, iyi akşamlar deyip bırakan hep Mehmet Yoldaş’tı. Fethi Yoldaş, Arif Karazeybek Yoldaş, Sıtkı Ağabey, Bahri Ağabey yani Konyalı yoldaşlarımızın hepsiyle sonsuz anılarımız var. Hani Faruk Hoca’mız bir şiirinde, adamın daniskası bizlersek, öyledir elbet diyordu. Evet “adamın daniskası”, insanın hası bizleriz Yoldaşlar. İnsanın hası bizleriz… (Alkışlar…) Biz insanlık davasından başka bir davanın savunucusu değiliz. Kişisel çıkarlar peşinde asla koşmadık ve asla koşmayacağız. Biz ömrümüzü halkın kurtuluş davasına adadık ve bu davayı mutlaka zaferle sonuçlandıracağız. Çünkü biz onların davasını içtenlikle benimsedik. Hiçbir çıkar gözetmeksizin, hiçbir çıkar peşine düşmeksizin, hiçbir makam, koltuk davası gütmeksizin, bütün ömrümüzü İşçi Sınıfı Davasına, emekçi halkın davasına adadık. Eğer Konya’da gece gündüz mücadele ediyorsa Ali Başkan ve diğer yoldaşlarımız; Cihan, Mehmet, Necati, Hasan ve bütün işçi arkadaşlarımız inançlıca ve kararlıca mücadele ediyorlarsa Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 Parababaları düzenine karşı ve her gün işverenlere karşı yeni zaferler, yeni mevziler kazanıyorlarsa onlarla, şehit yoldaşlarımızla, bedence aramızdan ayrılan yoldaşlarımızla aynı duygu ve düşünce içerisinde oldukları içindir. Ve bütün bölgelerdeki yoldaşlarımız da, aynı inanç ve kararlılık içerisinde, aynı gönül hoşluğu içerisinde Parababaları düzenine karşı mücadele ediyorlar… Devrim yapmak bizim alnımızda yazıyor, dedim. Bizim tarihsel misyonumuz, dedim yoldaşlar. Bu soyut bir iddia, güzel sözlerden ibaret bir şey değil. Bir güzelleme değil Partimize. Usta’mız, 17 yaşında emperyalizme karşı elde silah mücadeleye atıldığında bunun ilk işaret fişeğini ateşlemişti. Ve sonraki yıllarda İşçi Sınıfının hak ve kurtuluş savaşı uğruna verdiği mücadelede, pratik savaşlarıyla ve teorik savaşlarıyla ve bize bıraktığı teorik mirasıyla ve teorik mirasın taçlandırıcısı pratiğiyle bunu bize gösterdi. Ve sonrasında da Partimiz, Hikmet Kıvılcımlı Usta’mızın yokluğunda, Genel Başkanımız Nurullah Ankut Yoldaş Önderliğinde savaşa atıldığında, Türkiye sol ortamında her zaman bir bayrak olmasını bildi. Hangi mücadele alanına girdiysek, hangi örgütlenmede savaştıysak, her zaman Kurtuluş Partililer bir yanda (Proletarya Sosyalizmi’nde), burjuva ve küçükburjuva solları, partileri bir yanda oldu, değerli arkadaşlar. İster Birlik Tartışmaları Düzenleme Kurulu (BTDK)’daki mücadelesinde olsun, ister İnsan Hakları Derneği’ndeki mücadelesinde olsun, ister DİSK içerisindeki mücadelesinde olsun, ister KESK’e bağlı sendikalarda ve diğer sendikalarda olsun, gençlik alanındaki mücadelelerde olsun, Kurtuluş Partililer her zaman bir bayrak oldular. Onların etrafında şekillendi mücadele: ya bizlerle oldular ya karşımızda oldular! Biz İnsan Hakları Derneği’ndeki mücadeleye katıldığımızda, burjuva ve küçükburjuva solları “hep bir hallı Tırhallı” durumundaydılar. AB’cilerle iç içe, omuz omuza, yan yanaydılar. Aralarında ideolojik hiçbir ayrım yoktu. Anlayış farkı yoktu İnsan Hakları Mücadelesine bakışlarında. Biz, katıldığımız andan itibaren bir bayrak yükselttik. Önce teorik açıklamasını yaparak, İnsan Hakları Mücadelesinde iki farklı anlayışın olduğunu ortaya koyduk. Sonra o teorinin pratik mücadelesini verdik. Soyut insan hakları mücadelesi yoktur. Herkes için insan hakkı yoktur. Sınıflarüstü insan hakları anlayışı yoktur. İnsan Hakları mücadelesi sınıflar savaşının bir parçasıdır, diye yükselttiğimiz bayrak ve o bayrağı kararlıca dalgalandırışımız ve diğer burjuva ve küçükburjuva sollarının bu bayrak karşısında, karşımızda nasıl tuzla buz olduklarını gördük ve bugün onların ne acınacak hallere düştüklerini görüyoruz… Bugün İnsan Hakları Derneği’nin yöneticileri, Genel Merkez Yöneticileri ve Şube Yöneticileri açıklama yapıyorlar: Eğer biz bir eylem yapacaksak Suriye’deki Esat Diktatörlüğünün yıkılması için eylem yaparız, diyorlar. Onların (İHD’lilerin) bugün verdikleri mücadele, Suriye’deki antiemperyalistlere karşı verilen bir mücadeleye dönüştü ne yazık ki. Yani onlar saflarını, yollarını bu denli kaybetmiş durumdalar… Ve sadece İnsan Hakları Derneği mi? Ki İnsan Hakları Derneği dediğimiz de soyut bir dernek değil. İnsanlardan ve insanların temsil ettiği akımlardan, ideolojilerden müteşekkil bir dernek. Onların temsilcilerinden oluşan bir dernek. Ve bu derneğin Merkez ve Şube yönetimlerinde yer alan siyasetler, siyasi eğilimler, siyasi partiler bu anlayışın savunucusu durumundalar. Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır’da eylem yapılıyor. Daha önce Konya Şubesi Partimizin alt katında mıydı, üst katında mıydı netçe hatırlayamadığım Ortaçağcı-Şeriatçı Mustazaf-Der’le birlikte (şimdi de az karşımızda, hemen şurada bulunan) Özgür-Der gibi diğer gerici derneklerle birlikte İHD’liler ve yazık ki kendisine Kürt Halkının kurtuluşunu savunuyorum diyen BDP’nin milletvekillerinin de katılımıyla, Suriye’ye karşı eylem yapıyorlar, değerli arkadaşlar Diyarbakır’da… Buna karşılık Partimiz bildiğimiz gibi Suriye Halkıyla, kardeş Suriye Halkıyla dayanışmak için elinden geleni yapıyor. Eylemler yapıyor, toplantılar düzenliyor… Daha dün Samandağı’nda Suriye Halkıyla dayanışma eylemi gerçekleştirdik. Nisan ayında İzmir Kitap Fuar’ında Suriye Halkıyla dayanışma etkinliği gerçekleştireceğiz. Geçtiğimiz aylarda ve günlerde de eylemler gerçekleştirdik hatırlayacağımız gibi. Ve bu eylemlerimizin sonucu olarak Suriye Büyükelçiliği yetkilileri önce bizi (bir eylemimizden sonra) Büyükelçiliğe davet ederek görüştüler, düşünce alışverişinde bulunduk, sonra da Partimizi ziyaret ederek, dayanışma eylemlerimizden ötürü teşekkür ettiler. Yani biz, AB-D Emperyalistlerinin “Şer Ekseni”nin bir bileşeni (bugün için diğer ülkeler İran, Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyetidir) olarak ilan ettiği ve yıkmak için Tayyipgiller’i tetikçi olarak kullandığı (şu anda antiemperyalist bir mücadele yürüten) Suriye Halkını ve antiemperyalist bir tutum sergileyen, AB-D Emperyalistlerine teslim olmayan Beşar Esat Yönetimini desteklemek için elimizden gelen çabayı sarf ediyoruz. Ve sadece Suriye Halkına karşı mı bu desteği veriyor, bu antiemperyalist mücadeleyi sürdürüyoruz, arkadaşlar? Libya Halkına ve liderleri Kaddafi’ye de, bildiğimiz gibi, gücümüzün yettiği oranda en aktif bir şekilde destek verdik. AB-D Emperyalistlerinin işgaline karşı direndik. Ve Kaddafi’nin emperyalistlerce alçakça katledilişini dünyada kınayan birkaç partiden de bir tanesi olduk. Ve hep dile getirdiğimiz gibi, Kaddafi’nin katledilmesini, alçakça katledilmesini Müslüman geçinenler, dindar geçinenler alkışlarken ve güzel İzmir’imizin NATO merkezi olarak o emperyalist saldırının merkezinde yer almasını sağlarlarken Tayyipgiller ve onların uşakları, biz Küba, Venezüella Halkı ve liderleriyle birlikte o emperyalist saldırganlığa ve Kaddafi’nin katledilmesine kararlıca karşı çıktık. Aynen Irak’ta Saddam’ın katledilmesine ve Irak’ın emperyalistler tarafından işgal edilmesine karşı çıktığımız gibi… Yani Partimiz dünyada nerede ezilen, sömürülen, zulme uğrayan, emperyalistlere karşı mücadele eden, bu mücadelenin içerisinde yer alan hangi ülke, hangi devlet, hangi halk varsa o devletin ve o ülkenin ve daha da önemlisi o halkın yanında kararlıca savaşıyor. Ve bundan sonra da kararlıca savaşmaya devam edeceğiz. Çünkü bizim insanlık anlayışımız bu. Çünkü bizim mücadele anlayışımız bu ve bizi bundan kimse asla vazgeçiremeyecek! Ve Suriye Halkı asla yalnız değildir, arkadaşlar. Biz bu gücümüzü, bu inancımızı nereden alıyoruz? Çünkü biz; yürüttüğümüz davanın, sürdürdüğümüz davanın, yolunda gittiğimiz davanın, insanlığın biricik haklı davası olduğuna inanıyoruz. Çünkü biz; insanlığın biricik kurtuluşunun İşçi Sınıfı davasından geçtiğini biliyoruz. Tarihi incelediğimizde, tarihsel olaylara baktığımızda, insanlığın kurtuluşunun sadece ve sadece İşçi Sınıfı Davasına bağlanmaktan geçtiğini görüyoruz. O davayı kararlıca, yiğitçe, militanca savunmaktan geçtiğini görüyoruz. Ve dünyada emperyalistlerin hâkim oldukları ülkelerde, işgalleri altında olan ülkelerde yüzyıllardır nasıl soykırımlar gerçekleştirdiklerini, yağmalar, işgaller, zorbalıklar yaptıklarını biliyoruz. Dünyanın hangi ülkesine giderlerse gitsinler, emperyalist talancılar, yağmacılar, akbabalar oralara ölüm meleğini beraberinde götürüyorlar ve halkları bire dek kırmadan rahat etmiyorlar, yoldaşlar. İşte biz bu gerçekliği bildiğimiz için ve Tarihimizde her zaman haksızlığa karşı çıkmak geleneği olduğu için ve Birinci Kurtuluş Savaşı’nda Mustafa Kemalcilerin, Birinci Evren Savaşı’nda yenilmiş ve her kalesi neredeyse işgal edilmiş bir vatanı nasıl kurtardıklarını bildiğimiz için, o savaşın sürdürücüsü olmayı gönüllüce kabul ettik. Ve o zaferin, o savaşın mantıki sonucunu gerçekleştirerek, ulusal kurtuluşu en kısa sürede sosyal kurtuluşla taçlandıracağız. Çünkü mücadelemiz halkımızın, halklarımızın kurtuluş mücadelesidir. Tarihimize sahip çıktığımız için, antiemperyalist mücadeleye sahip çıktığımız için biz Çanakkale Zaferi’ni de haklı olarak kutluyoruz. Ve kutladığımız için burjuva ve küçükburjuva solları bizi eleştiriyorsa, Parababaları medyası bu zafere sahip çıkmamızı sansürlüyor ve haber olarak yayınlanmasına abluka koyuyorlarsa biz doğru yoldayız demektir. Eğer burjuva basını sayfalarını açıyorsa bize ve sık sık bizden söz ediyorsa o zaman korkmamız gerekiyor işin gerçeği. Çünkü onlar babalarının hayrına sayfalarını açmıyorlar. Çıkar görmedikleri, kandıracaklarını görmedikleri anda devrimci hareketlere sayfalarını, sütunlarını açmıyorlar. Bu sadece bizim Parababalarına mı özgü ve sadece haberlerle sınırlı bir şey mi? Bildiğimiz gibi bu ülkede Parababaları ve CIA’nın güdümündeki Kontrgerillacılar eliyle onlarca katliam gerçekleştirdiler. Onlarca aydınımızı katlettiler. Onlarca, yüzlerce kişinin katledildiği Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta ya da Doğan Öz, Bedrettin Cömert gibi onlarca aydınımızın bireysel suikastlarla harcandığı katliamlarda hiçbir emperyalist devletin temsilcisini onların cenaze törenlerinde görmedik. Yani Tarihin hiçbir noktasında devrimci aydınlar, halklar zulme uğradığında, emperyalistlerin onların yanında yer aldığını görmedik. Peki Hrant Dink’in cenazesine niçin katıldı AB-D Büyükelçileri? Bildiğimiz gibi Hrant Dink bir devrimci değildi. Ermeni burjuva düşüncesini savunan bir insandı. Ve bizzat CIA, Kontrgerilla tarafından kendi aşağılık emelleri için katledildi. Bizzat kendileri tarafından katledildi… Ama onlarda insanlığın zerresi olmadığı için, katlettikleri insanın cenazesinde ev sahipliği yapma onursuzluğunu gösterdiler, yüzsüzlüğünü gösterdiler. Biz, aydın diye adlandırılan insanlardan bir tek onun cenazesinde emperyalistleri gördük. Ve o zaman anladık ki, teorik olarak bildiğimiz bir şeyi bir kez daha gördük ki ve Hrant Dink üzerinden yaptıkları propagandaları görünce diyoruz ki, onlar o cenaze töreninde boşu boşuna ev sahipliği yapmamışlar… Hrant Dink, bir Kontrgerilla operasyonuyla siyasi bir suikasta kurban gitmiştir. Hrant Dink’in de burjuva hakları savunucusu olduğunu ve emperyalistlere (niyetinden bağımsız olarak da desek olur) hizmet ettiğini görüyoruz. Buna rağmen Emperyalistler, Hrant Dink’i, kendi aşağılık emellerini gerçekleştirmek (“Ermeni Soykırımı” yalanını işleyebilmek, Yeni Sevr’i dayatmak) için öldürülmesinin sağ kalmasından daha yararlı olacağını hesap ederek CIAKontrgerilla suikastıyla katlettiler. Yani emperyalistler, her şeyi, her olayı, her kişiyi kendi aşağılık çıkarlarına hizmet etmesi açısından değerlendiriyorlar. Onlar içlerinde hiçbir insancıl değer taşımıyorlar… İşte işçi arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu asgari ücret alıyor. Burada bulunan Ambar işçisi kardeşlerimiz Nakliyat-iş’le etle tırnak gibi kaynaşarak verdikleri kararlı mücadele sonucunda, toplu sözleşmeler yaparak daha yüksek ücretler alıyorlar, daha iyi sosyal haklar alıyorlar ama sendikasız işyerlerinde çalışan arkadaşlarımız asgari ücret bile alamıyor bildiğimiz gibi. Üniversite bitirmiş arkadaşlarımız iş bulamıyor. Okul okuyor, üniversite okuyor ama bitirdiğinde ne yapacağını, ne işte çalışacağını bilememenin baskısından kendisini kurtaramıyor ve neredeyse mezun olmak istemiyor. Oysa yıllarca gece gündüz çalışarak (okul yetmiyor dershanelere giderek) üniversiteyi kazanmak için çaba sarf ediyor. Ama üniversiteyi kazandığında ve bitirmeye yaklaştığında, neredeyse, keşke bitmese de daha uzun süre öğrenci olarak kalsam, hiç olmazsa ailem öğrenci gözüyle görür beni, diye düşünmek zorunda kalıyor. Çünkü mezun olduğunda iş bulamıyor. Aylarca, yıllarca iş bulamıyor. Ve gençlerimiz birer birer, ikişer ikişer intihar ediyorlar bu acınası duruma katlanamadıkları için… Köylülüğümüz zaten içler acısı durumda. Tarım tümden bitirilmiş durumda. Gübreye, mazota ve girdilerin hepsine yapılan zamlarla tarım yapmak, tarımdan karın doyurmak imkânsız hale getiriliyor. Köylülerimiz harcadıkları emeğin onda birinin bile karşılığını alamıyor. Ve köylülerimiz gerçekten çok perişan vaziyetteler. Ve bu yüzden de kaçınılmazca, büyük şehirlerin varoşlarında bir parça iş için her türlü zorluklara katlanıyorlar ne yazık ki… Peki bunun karşısında Parababalarının yaşantıları ne durumda, arkadaşlar? Her yıl açıklanan, dünya çapında açıklanan, dolar milyarderleri sayısında Türkiye’deki milyarderler her zaman en yüksek oranlara sahip oluyor. Bu yıl da, dünyada ülkeler bazında, dolar milyarderleri sayısında en yüksek artış oranı Türkiye’de. Yani Amerika’dan da, Japonya’dan da, Kanada’dan da, İngiltere’den de oran olarak daha fazla milyarder sayısı Türkiye’de bulunuyor. Ve sadece 10 tane dolar milyarderinin toplam varlıkları, bizim ülkemizdeki insanların hepsinin varlıklarından çok daha fazla tutuyor. Ve dünya çapındaki dolar milyarderlerinin 50 tanesi, onlarca ülkenin gelirlerinin toplamına, gayri safi milli hâsılası (GSMH) denilen bütün gelirine eşit mal varlığına, kişisel mal varlığına sahip. Yani bir avuç Parababası dünya halklarını sağmal sürü gibi sömürürken, İşçi Sınıfımızı ve emekçi halklarımızı baskı, zulüm altında inletirken bize başkaca seçenek bırakmıyorlar: Usta’mızın dediği gibi “Ya Kurtuluş Savaşı ya da en soysuzca Köleleşmenin Mezar Taşı”. İkisinden başka yol yok bize! İkisinin arasında yaşama şansı yok; ya köle gibi çalışacağız, köle olacağız ve onursuzca öleceğiz, ya yiğitçe ayağa kalkacağız, onurumuzla mücadele edeceğiz ve kazanacağız! Kurtuluş Partisi ve Kurtuluş Partililer olarak bu savaşı mutlaka kazanacağız. Çünkü başka seçeneğimiz yok! İşte o yüzden biz Antiemperyalist, Antifeodal ve Antişovenist mücadeleyi kararlıca omuzlamak zorundayız. Biz, halklar arasına kan davası sokulmasına asla izin vermeyeceğiz. Bin yıldır beraber yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, İşçi Sınıfımızla, yoksul köylülüğümüzle, gençliğimizle ve aydınlarımızla Türkiye topraklarında mutlaka Demokratik Halk İktidarını kuracağız ve bu vatanı, vatan sevmenin ustası olan bizler, özgür hale getireceğiz. Tarihimiz, geçmişimiz bizim mazlumlardan yana olduğumuzu gösteriyor. Biz Birinci Kurtuluş Savaşı’nda, Birinci Kuvayimilliye’de, Afgan Halkından büyük yardım ve destekler gördüysek, o gün o halklara umut olduğumuz içindi. Afgan Halkı bizi bu yüzden desteklemişti Kurtuluş Savaşı’nda. Ve Afgan halkıyla bizim gönül birlikteliğimiz, gönül bağımız varsa ve Afgan Halkı, Afgan insanları Türk insanlarını seviyorlarsa Tarihten gelen mazlum ulusların yanında olduğumuz, onların da savaşını verdiğimiz, onların da bayraktarlığını yaptığımız için oluşmuş bir bağdır, sevgidir bu. Ama biz tarihimizden kazandığımız bu bağı, bugün emperyalistlerin uşağı olarak gittiğimiz için yitiriyoruz. Afgan Halkı Türk Ordusu’nun orada yaptığı bütün insanî yardımlara rağmen bize iyi gözlerle bakmıyor, arkadaşlar. Tayyipgiller diyor ki, Afganistan’a muharip güç yani savaşçı güç göndermedik. Ama emperyalist işgalin bir parçası olarak gönderildi o topraklara Türk Ordusu! Emperyalistlerin uşaklığını yaparken ve onların emirlerini yerine getirirken 12 tane subayımız orada yok yere, emperyalistlerin aşağılık çıkarları için hayatını kaybetti geçtiğimiz günlerde. Ve Libya Halkı, bir zamanlar Mustafa Kemallerin emperyalist işgale (İtalyan Emperyalizminin işgaline karşı Ömer Muhtar’ın da içinde yer aldığı) mücadelesini desteklemek için o topraklara gizlice girip omuz omuza birlikte savaştıkları Libya Halkı, Irak ve Suriye Halkı da bugün bizlere iyi gözlerle bakmıyor. Çünkü bugün başımızda olan iktidarlar, 1950’den bu yana iktidara gelen bütün partiler, ABD’nin iktidara getirdiği bütün partiler, ABD Emperyalistlerinin, işgalcilerinin tetikçiliğine, çanak yalayıcılıklarına soyundukları için, bu halklar bizimle aralarındaki (ne yazık ki) kardeşlik bağını bozuyorlar. Ve kardeşlikten uzaklaşıyoruz. Kardeşlik dediğimiz şey kolay elde edilmez. Bir günde, iki günde, on yılda, on beş yılda elde edilmez kardeşlik. Onlarca yıl, yüzlerce yıl, belki binlerce yıl süren karşılıklı sınamalardan ve birlikte yapılan işlerden, ödenen ortak bedellerden doğar. Ama kardeşliği bitirmek isterseniz bir sözünüz yetebilir... İnsanı kırmak, insanı üzmek çok kolaydır. 40 yıllık dostunuzu bir tek cümlenizle kırabilirsiniz ve bir ömür boyu görüşmeyebilirsiniz o insanla. İşte halklar arasındaki kardeşlik de böylesine bir tek söz ve bir tek davranışla kırılabilir. O yüzden biz, o halklarla kardeşlik bağımızın zedelenmesine hiçbir şekilde izin vermemeliyiz. Ve bizlerin mücadelesi var olan bu kardeşlik bağlarını daha da pekiştirecektir. Bizler tarihimize kararlıca sahip çıkıyoruz. Hiçbir siyasi çıkar gözetmeksizin ve birtakım zorlukları da göze alarak tarihimizin halklardan yana mücadelelerine sahip çıkıyoruz. Eğer biz Çanakkale eylemini yapıyorsak, Çanakkale mitingini yapıyorsak, geçen hafta Zafer Meydanı’nda Konya’da, yine geçtiğimiz hafta Seydişehir’de, İskenderun’da, Antep’te kutladıysak biz Çanakkale Zaferi’ni; mazlum ulusların emperyalizme karşı ilk zaferi olduğu için kutluyoruz. Ve bunu, konuşmamın başında söylediğim gibi, burjuva ve küçükburjuva sollarının topunun düşmanlıklarını üzerimize çekme pahasına yapıyoruz. Emperyalistlerin ve Tayyipgiller’in de düşmanlıklarını üzerimize çekiyoruz biz. Çünkü onların bu Zafer’in önemini küçülteme ya da hiç olmamışa çevirme çabalarını, yaptığımız mücadele sonucunda, bu aldatmacalarını, bu uyutmacalarını, bu yok sayma çabalarını açık ediyoruz, teşhir ediyoruz... Ama biz doğru olduğuna inandığımız için yapıyoruz bunu. Biz Mustafa Kemallere samimice sahip çıkıyoruz. Bunu sürekli tekrarlıyoruz. Geçtiğimiz haftaki Seydişehir Konferansı’nda da söyledim. Biz sınıflar savaşının her noktasında, her aşamasında içtenlikle mücadele ediyoruz. Bizim mücadelemizin hiçbir yönünde siyasi çıkar kaygısı yoktur. Asla böyle kaygılar taşımadık. DİSK içerisinde Nakliyat-İş olarak mücadele bayrağını dalgalandırdığımızda, Ali Başkan DİSK Başkanlığına aday olduğunda da koltuk peşinde değildik. DİSK Başkanlığının peşinde değildik biz. İşçi Sınıfının hak ve çıkarlarını daha ileriye götürebilmek için Başkanımız oraya aday oldu. Ve bugün de o mücadeleyi aynı kararlılıklar sürdürüyoruz. Ve İşçi Sınıfı İçerisinde ve gençlikte ve köylülükte ve kamu alanında yani hayatın hangi alanında mücadele ediyorsak, halklarımızın çıkarları için mücadele ediyoruz. Ve bütün ömrümüzü halkların kurtuluşu mücadelesine adıyoruz. Aynı Faruk Hoca’mız gibi, Sıtkı Şaplak Yoldaş’ımız gibi ve diğer tüm yoldaşlarımız gibi… Ve ömrünü insanlığın kurtuluşuna vakfetmiş tüm devrim şehidi yoldaşlar gibi… Kuvayimilliyeciler gibi aynı inançla varlığımızı bu mücadeleye armağan ediyoruz… Ve biz bu savaşı mutlaka kazanacağımıza inanıyoruz. Bir kez daha söylüyorum; alınyazımız, misyonumuz, kaderimiz, tarihin omuzlarımıza yüklediği yük, Türkiye topraklarında devrimi gerçekleştirmektir! Bu kaderden kaçamayız! Bu kaderi mutlaka geçekleştireceğiz. Tarihin şanlı sayfalarında yer alacak ki: Halkın Kurtuluş Partisi alınyazısını gerçekleştirdi, Türkiye topraklarında devrimi gerçekleştirdi. Yazacak bunu, mutlaka göreceğiz, arkadaşlar! Zafer Kurtuluş Partisi’nin ve Kurtuluş Partililerin olacak!.. (Alkışlar…) 15 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 İskenderunlu Kurtuluş Partililer Kızıldere Şehitlerini Andı 12 Mart Faşizmi tarafından 30 Mart 1972’de On yiğit Devrim Savaşçısı katledildi. On’lar; Denizler’in alçaklar, hainler, bir avuç satılmış tarafından idam sehpasına götürülmelerini engellemek için gitmişlerdi Kızıldere’ye. Giderken de biliyorlardı, ölüme gittiklerini. İşte biz Kurtuluş Partililer, bu yiğit devrimcilerin neden bilerek ölüme gittiklerini ve o günkü koşulları anlamak ve On’ları anmak üzere Partimizde bir program gerçekleştirdik. Anma programımız, üniversiteden yoldaşımızın açış konuşmasıyla başladı. Daha sonra Kızıldere Şehitleri ve tüm Devrim Şehitleri adına saygı duruşunda bulunduk. Partimiz avukatlarından ve yöneticilerinden Ayhan Erkan Yoldaş’ın sunumuyla seminerimizi gerçekleştirdik. Ayhan Yoldaş sözlerine, “Onlar, eylemlerinin ölümle sonuçlanma ihtimalinin çok kuvvetli olduğunu biliyorlardı. Ölüme gittiklerini bile bile gittiler ve kahramanca göğüslediler ölümü. Diğer yandan farklı bir siyasi yapıda olan Denizler’i, 3 Devrimci Arkadaşlarını kurtarabilmek için öldüler. Denizler’in Yoldaşları da vardı bu eylemde. Yani ON’ların eyleminde, eylemin amacında, kahramanca Devrim Şehidi olmada öne çıkan bir yön de DEVRİMCİ KARDEŞLİK ilkesine bağlılıktı” diyerek başladı. Mahirler’in, Denizler’in, Kurtuluş Savaşı, Kuvayımilliye, Jöntürkler, Mustafa Kemal, Türk Ordusu, 27 Mayıs ve Ermeni Meselesinde bizimle bire bir aynı düşüncede olduklarını bizzat savunmalarından alıntılar yaparak anlattı. Bugün Sevrci Sol diye adlandırdığımız gruplarla aramızdaki ayrılıklarda Mahirler’in, Denizler’in görüşlerinin bizim görüşlerimizle tamamen örtüştüğünü; Mahirler’le aramızdaki ayrılık konusu olan “öncü savaşı” anlayışını ise On’ların ardılları olduğunu iddia eden grupların da çoktan terk ettiğini belirtti. Bu nedenle bugün Mahirler’i, Denizler’i anmaya herkesten çok bizim hakkımız olduğunu vurguladı Yoldaş’ımız. Akıcı anlatımıyla sunumuna devam eden Ayhan Erkan Yoldaş, daha sonra Kıvılcımlı’nın Teorisinin ve Pratiğinin Türkiye Devrimi’nin Yolunu aydınlatan biricik projektör olduğunu; Türkiye Devrimi’nin Kurtuluş Partililerin omuzlarında olduğunu önemle belirterek, biz Kurtuluş Partisi Gençliği’nin üzerine düşen devrimci görevleri hatırlattı. Seminer sorular-cevaplar, katkılarla sürdürüldü. İskenderun’dan Kurtuluş Partililer Devrimci coşkumuz ve Faşizme karşı öfkemizle haykırdık: Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür! 30 Mart 1972... Mahir ÇAYAN ve 9 arkadaşını (ON’ları) ölümsüzlüğe uğurladığımız günün adı... İkinci Kurtuluş Savaşçılarını İzmirKarşıyaka’da bir yürüyüş ve basın açıklamasıyla andık. Özellikle Halk Kurtuluşçu Liseliler’in yoğun katılım gösterdiği eylemimiz, sloganlarla başladı. İZBAN-Metro önünden başlayıp iskeleye kadar süren yürüyüşümüz boyunca sık sık, “Faşizme Karşı Ya aynı anlayışı savunduğumuzu dile getirdi ve bugün O’nların ideallerinin Kurtuluş Partisi’nin mücadelesinde vücut bulduğunu vurguladı. Basın açıklamamızdan sonra eylemimizi hep birlikte söylediğimiz Gündoğdu Marşı’yla bitirdik. Aşırı soğuğa ve rüzgâra rağmen eylemimizi büyük bir kalabalık izledi. Coşkulu geçen eylemimiz, AB-D Emperyalizmini ve Ortaçağcı İrticayı bu ülkeden Mustafa Kemal Üniversitesi Yönetiminin Akıllı Kart Dayatmasına Karşı Kurtuluş Partisi Gençliği Aktif Bir Kampanya Yürütüyor! Tayyipgiller, ülkenin her karış toprağını özelleştirmeye devam ediyor. Kamu kuruluşlarının büyük bir kısmını satan Tayyipgiller, gözlerini üniversitelere çevirdiler. Üniversitelerdeki özelleştirmelerde, 1980 faşist darbesi sonrası üniversitelerdeki devrimci, yurtsever geleneğin önünü kesmek, üniversiteleri ticarethanelere, biz öğrencileri de müşterilere çevirmek için kurulan Yüksek Öğrenim Kurumunu ve ne yazık ki güdümlerine soktukları üniversite yönetimleri kullanılmaktadırlar. Hatırlanacağı üzere bu konuda YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, Gaziantep’te bir öğrencinin, “Herkes Üniversite mezunu olmalı mı?” sorusuna verdiği şu cevapla üniversite öğrencilerini sermayenin kölesi haline getirmek istediğini ifade etmekteydi: “Hayır olmamalı. Okullar bedava. Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım, ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa üniversiteler ayağının üzerinde dursun. Sonra insanlar çalışınca bu parayı geri ödesin. Aynı Kredi ve Yurtlar Kurumu’ndan alınan kredi gibi. ABD’de olduğu gibi mezuniyetten sonra ödesin.” Şimdiki MKÜ yönetimi göreve geldiği ilk günden beri üniversitemizde gerici rüzgârlar estirmeye başlamıştı. Yönetimin son “organize iş”i, bu sefer de Halkbankası ile 2011 yılı ağustos ayında anlaşarak 30 bine yakın üniversite öğrencisini, akademik ve idari personeli ve çalışanı Halkbankası’nın zorunlu müşterisi haline getirmek olmuştur. MKÜ Yönetimi tarafından çıkarttırılan öğrenci kimlik kartlarının maliyet bedeli olarak 10 TL ücret de öğrenciler ve personelden toplanmıştır. Bu yeni kart uygulaması, tepkilerimiz üzerine, sözde “zorunlu değil” açıklama- sıyla yürürlüğe konmuştur. Ancak bu karta sahip olmayanlar, yemekhaneden yemek yiyememekte, kantinden çay bile alamamaktadır. Çünkü üniversitenin tüm alanlarında ancak bu kart ile harcama yapılabilmektedir. Dolayısıyla okul yönetimin mantığına göre “eğitimini aç karnına sürdürebilirsen, bu kartı almak zorunlu değildir!” Yeni uygulamayı ne öğrenciye, ne akademik personele, ne de üniversite çalışanına sormayan yönetim kapalı kapılar ardında pazarlıklarını yapmış, banka ile yapılan anlaşma ise kamuoyuna duyurulmamıştır. Kurtuluş Partisi Gençliği olarak bizler bulunduğumuz her okulda olduğu gibi MKÜ’de de mücadeleye başladık. İlk işimiz insanlıktan bir zerre de olsa nasibini almamış Tayyipgiller’in yasal olmayan bu uygulamalarını gözler önüne sermek oldu. Bu amaçla “Öğrenci Kimliği Haktır Satılamaz” adıyla facebook grubu kurduk. Bu uygulamanın mevcut yasalara ve üniversite kurallarına dahi aykırı olduğunu konu eden partili avukatlarımızla beraber hazırladığımız dilekçeler çerçevesinde (dilekçeyi olduğu gibi aşağıda yayımlıyoruz) aynı isimle İmza Kampanyası başlattık. Üniversiteye bağlı her kampusta, her fakültede ve hatta her öğrenciden olumlu tepkiler almıştık. Herkes bizlere imzalarıyla, sözleriyle ve yardımlarıyla desteklerini belirtiler. Nihayetinde yedi günlük yoğun bir çalışma sonucu bine yakın dilekçe toplamıştık. Yaptığımız bu çalışmanın nihai sonucu olan dilekçeleri teslim etme aşamasında ise İskenderun Merkez Postanesi önünde basın açıklaması yaptık. Basın açıklamamızın ardından (değişik fakültelerden öğrenci arkadaşlarımız tarafından toplanarak tarafımıza ulaştırılanlar da dahil) topladığımız dilekçeleri posta kana- Soruşturma terörüne son! Mustafa Kemal Üniversitesi Rektörlüğü’nce, aralarında Kurtuluş Partisi Gençliğinin de bulunduğu 65 kişiye soruşturma açıldı. 8 Mart 2012 günü Mustafa Kemal Üniversitesi Mühendislik Fakültesinde, okulumuzun bir öğrencisine poşu takması bahanesiyle faşistler silahla tehdit ederek saldırmıştır. Bu Faşist saldırı tüm devrimci-ilerici-yurtsever gençliğin tepkisini çekmiştir. Kurtuluş Partisi Gençliği olarak bizler de bu olaya sessiz kalmadık. Önce, olayın olduğu akşam polis karakolu önünde toplanarak olayda ihmali bulunan okul yönetiminden ve tespit edilebilen bir faşistten şikâyetçi olduk. Ertesi gün (9 Mart günü) ise devrimci-demokrat öğrencilerin ortak kararıyla Mühendislik Fakültesinde, faşistlerce gerçekleştirilen bu eyleme tepki duyan herkesin katıldığı bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında sloganlar ve dövizlerle gerek faşizm ve uzantıları teşhir edildi, gerekse ihmali bulunan üniversite yönetimi protesto edildi. Olaysız biten basın açıklaması sonucunda bizzat Dekan Yardımcısının “Demokratik ve haklı tepkinizi gösterdiniz” şeklindeki beyanlarına rağmen birkaç gün sonra aralarında Kurtuluş Partisi Gençliği’nden 3 arkadaşımızın da bulunduğu 65 kişiye okul yönetimi tarafından soruşturma açıldı. Soruşturmalara cevaben 30 Mart günü yaptığımız savunmalarda, alınan ortak kararla yapılan eyleme sahip çıktık. Anayasal demokratik protesto hakkına sahip çıktık ve bu hakkın sınırlanmasının mümkün olmadığını soruşturmacıların yüzüne haykırdık. Kurtuluş Partisi Gençliği Beyazıt ve Halepçe Katliamlarını lanetledi Baştarafı sayfa 1’de “4+4+4 kesintili eğitim modeli”yle ve öğrencilere yapılan saldırılarla, gençliğe duyulan kinin ortaya çıktığını belirten Evrim Yoldaş, Beyazıt’ta öldürülen 7 öğrencinin katilinin CIAKontrgerilla destekli faşistler olduğunu ve halkımızın zamanaşımına uğrayan davanın faillerinden hesap soracağını ifade etti. Tıpkı 16 Mart Katliamı gibi zamanaşımına uğrayan “Sivas Katliamı” davasının da aynı güçlerce desteklenen Ortaçağcı Şeriatçılar tarafından yapıldığını da sözlerine ekledi. Evrim Yoldaş; bu Katliam’dan tam 10 yıl sonra yapılan Halepçe Katliamı’nın ise, gelişen Kürt Ulusal Hareketini durdurmak amacıyla, Irak hükümeti tarafından yapıldığını ve ezilen halklar ile dayanışma içinde olunması gerektiğini vurgulayarak sözlerini tamamladı. Açıklama sonrasında, 16 Mart 1978’de kat- lıyla iadeli-taahhütlü olarak Rektörlüğe gönderdik. Bizler, onlar gibi kapı arkalarında iş yapmamıştık. Çünkü bizim kimseden korkumuz yoktu. Dilekçe toplarken kendileri gelemedi. Karşımıza özel güvenliklerini gönderdiler. İsimlerimizi aldılar. Çekinmeden verdik. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar bizleri yıldıramayacaklar. Çünkü bizler insanlık davası, haksızlıklara karşı insanlık onuruna sahip çıkma davası gütmekteyiz. Kurtuluş Partisi Gençliği olarak; bulunduğumuz okullarda Laik, Demokratik, Bilimsel, Parasız, Anadilde Eğitim için her türlü mücadeleyi vermeye devam edeceğiz. Kampanyanın geldiği aşama itibariyle, avukatlarımızca tespit edildiği üzere İhale Kanununa, Üniversitelerin gelir-gider usulüne ilişkin Yükseköğretim Kanunu Hükümlerine de aykırılıklar bulunduğundan, söz konusu uygulamanın Sayıştay, YÖK ve Maliye Bakanlığına şikâyet edilmesi, sorun belirli bir süre içinde çözülmezse dilekçe veren arkadaşlarımız üzerinden dava açılması gibi seçenekler hayata geçirilecektir. Vatanımızı AB-D Emperyalistlerinden, yerli satılmışlardan temizleyecek ve Demokratik Halk İktidarını kuracağız. İşte o zaman gerçek “Demokratik Halk Üniversiteleri” ile gençliğimiz, halkımız, bilime sınırsızca ve parasız ve “karnı tok” olarak kavuşacaktır. Öğrenci Kimliği Haktır Satılamaz! Yaşasın Eşit; Parasız Bilimsel Eğitim Mücadelemiz! Yaşasın Demokratik Halk Üniversiteleri Mücadelemiz! MKÜ’den Kurtuluş Partisi Gençliği Tayyipgiller tarafından üniversitelerin yönetimine atanan gerici-Ortaçağcı yönetimler baskılarını her gün biraz daha ilerici, yurtsever öğrenciler üzerinde hissettiriyor. Ama biz Kurtuluş Partisi Gençliği olarak, yapılan haksızlıklara dayatmalara boyun eğmedik, eğmeyeceğiz. Çünkü Usta’mız Kıvılcımlı’dan öğrendiğimiz “Yıldırılamaz Gençlik!” şiarıyla mücadeleye atıldık. Laik-Demokratik-Anadilde Eğitim için, Bilimsel Üniversiteler için, gerçek demokrat öğretim üyelerimizle ve üniversite çalışanlarımızla dayanışma içinde mücadelemiz devam edecek. Kahrolsun Faşizm, Yaşasın Sosyalizm! Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! İskenderun’dan Kurtuluş Partili Gençler ledilen devrimcilerin anısına Eczacılık Fakültesi önüne kızıl karanfiller bıraktık. Hayatını kaybeden devrimci gençlerin adlarını hep birlikte “Burada” diyerek haykırdık. Eylemimiz boyunca sık sık “16 Mart’ı Unutmayacağız”, “Kahrolsun MİT-CIAKontrgerilla”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun Emperyalizm, Yaşasın Sosyalizm” sloganlarını attık. İstanbul’dan Kurtuluş Partisi Gençliği Kurtuluş Partisi Gençliği bulunduğu her ortamda mücadeleye devam ediyor G ençlik üzerinde her türden baskının olduğu şu günlerde üniversiteler bilimsel eğitimden uzak olmakla birlikte düşünceye kapalı bir kurum haline getirilmeye çalışılıyor. Bunun için Tayyipgiller’in onayıyla birçok üniversitenin rektörlüğüne gerici kişiler getiriliyor. Gençlik sindirilerek etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Buna karşı Kurtuluş Partisi Gençliği çalışmalarına devam ediyor. Bulunduğu her ortamda teorisini dövüştürüyor. Bununla birlikte pratik faaliyetlerine de her türden baskıya rağmen devam ediyor. Akdeniz Üniversitesinde yoğun bir şekilde çıkartma ve yazılama yapan Kurtuluş Partisi Gençliği bulunduğu her ortamda devrimci faaliyetleriyle taleplerini dillendir- mektedir. Yaşasın Demokratik, Laik, Parasız, Eşit, Anadilde Eğitim Mücadelemiz! Öğrenciyiz Haklıyız Kazanacağız! Akdeniz Üniversitesinden Kurtuluş Partisi Gençliği Ankara’dan Halk Kurtuluşçu Liseliler Haykırdı! Birleşmek Ya Ölüm”, “Kızıldere Şehitleri Ölümsüzdür”, “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” sloganları atıldı. Çevredeki insanların alkışlarıyla ve sloganlarımıza eşlik ederek verdiği destekle gerçekleştirdiğimiz yürüyüşümüzün ardından basın açıklamamızı okuduk. Kurtuluş Partisi Gençliği adına basın açıklamasını okuyan Yoldaşımız açıklamasında, 27 Mayıs Politik Devrimi, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mız ve önderi Mustafa Kemal, Ordu Gençliği’nin Devrimci Geleneği, iki basamaklı devrim anlayışı, vazgeçilmez ilkelerimiz Antiemperyalizm, Antifeodalizm ve Antişovenizm konusunda, Mahirler’le kovmak ve yerine Kürt kardeşlerimizle beraber Kürt-Türk Halk Cumhuriyeti’ni kurma sözüyle son buldu. Hedefimiz Mahir Yoldaş’ın dediği gibi “İSTİKLALİ TAM TÜRKİYE (TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE)”dir! Kızıldere Şehirleri Ölümsüzdür! Faşizme Karşı Ya Birleşmek Ya Ölüm! Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız! İzmir’den Kurtuluş Partisi Gençliği MEB’e, ÖSYM’ye YGS’ye Güvenmiyoruz! Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim İstiyoruz! Ankaralı Halk Kurtuluşçu Liseliler 1 Nisan’da, YGS gününde, YGS Sistemine ve 4+4+4 Yasasına karşı sokaklardaydı. Eylem, saat 15.30’da Yüksel Caddesi’nde yapıldı. Eylem, “Çocuk Gelinler İstemiyoruz”, “Çocuk İşçiler İstemiyoruz”, “Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim”, “Tarikata Mürit Olmayacağız” sloganları ile başladı. Sonrasında, Halk Kurtuluşçu Liselilerden bir arkadaşımız, yıllarca üniversiteye girmek için uğraşan, emek ve para harcayan gençlerin hayatını, 160 dakikalık bir sınava bağlayan sınav sistemine, emekçi çocukları ve zengin çocukları arasındaki eğitim fırsatı eşitsizliğine ve eğitimde gericileşmenin son hamlesi olan 4+4+4 Yasasına karşı olduğumuzu, eğitim sorununun asıl çözümünün Halk İktidarında olduğunu vurgulayan basın açıklamasını okudu. Eylem sloganlarla sonlandırıldı. Ankara’dan Halk Kurtuluşçu Liseliler 16 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 Dünyanın dört bir yanından işçi manzaraları H er gün milyarlarca insan alın teri dökerek nü; tablet bilgisayarı iPad ve cep telefonu iPhoyaşamını sürdürebilmek için çok kötü ne’a borçlu. Firma sadece geçen sene 70 milyon şartlarda, karın tokluğuna dünyanın dört iPhone, 30 milyon iPad sattı. Diğer ürün satışlabir yanında kimi zaman da hayatları pahasına rı 70 milyona yaklaşıyor. çalışıyor. Malezya’da, Kamboçya’da, BanglaiPhone ve iPad’in fenomen yükselişi Appdeş’te, Hindistan’da, Türkiye’de, Amerika’da… le’ın çalışan başına 400 bin dolar kâr etmesiyle Belki de hiç karşılaşmayacak, bir araya ge- sonuçlandı. Kurucu Başkan Steve Jobs’un vefalemeyecek olan, bambaşka coğrafyalarda yaşa- tından bir süre önce yerini alan Tim Cook’un yan, farklı renklerden, uluslardan olan ve farklı elindeki Apple hisselerinin değeri 427 milyon diller konuşan milyarlarca insan aynı şeyi yaşı- dolara, maaşıysa 1.4 milyon dolara çıktı. yor. Bunun nedeni de Cook’un Apple’ın üretimiKimi zaman patronları da aynı, bambaşka ni ABD’den Çin’e kaydırma planı. yerlerde de olsalar. Yüzde 40 kâr marjı Medyada sık sık karşılarız, şu fabrikada yanİki hafta önce Apple, Çin’de iPhone4S’i sagın çıktı, şu kadar kişi öldü ya da açlıktan öldü tışa sunma kararı aldı. Ancak halkın mağazaladiye. Bu haberlerde farklı olan tek şey ülke ya ra akını yüzünden (güvenlik nedeniyle) satış erda yer-işyeri ismidir. Tekeller, özellikle sözde bağımsız olan eski telendi. Konuya yabancı biri bu satırları okudusömürge ülkeleri ve bizim gibi ülkelerde çok ğunda sudan ucuz bir üründen bahsettiğimizi sadüşük ücretlerle, çok kötü koşullarda, güvence- nabilir. Olmadığını hatırlatmak tarihe karşı borsiz olarak çalıştırıyor emekçileri. İşçilerin üze- cumuz. Apple iPhone ABD’de kontratlı olarak morinden korkunç kârlar elde ederken onlara insadeline göre 200 ile 400 dolar arasında satılıyor. ni bir şekilde yaşayacağı ücreti bile vermiyor. Kontratsız almak isterseniz en az 600 doları Global Employment Trends (2011) Raporu’na göre, dünyadaki toplam işgücünün yüzde gözden çıkaracaksınız. Çin için hiç de azımsa20.7’si günlük 1.25 dolar ve altında ücretle ça- nacak bir bedel sayılmaz, değil mi? Üstelik kâr marjı da birçok teknoloji markasının dudaklarılıştırılıyor. Birkaç ülkeden derlediğimiz verileri paylaş- nı uçuklatacak cinsten. Sektör analizlerine göre madan önce bir karşılaştırma yapalım. Nasıl adaletsiz ve insanlık dışı bir düzende yaşandığını görmek açısından önemli... Bilindiği gibi her yıl Forbes Dergisi, dünyanın en zenginlerini açıklar. En son açıklanan listenin başında bu yıl da geçen yıl olduğu gibi Meksikalı telekomünikasyon devi Carlos Slim Helu 74 milyar dolarlık servetiyle yer aldı. Geçen yılki listede serveti 53.5 milyar olan Helu, bu yıl servetini 20.5 milyar dolar artırarak 2 yıldır “dünyanın en zengini” unvanını elinde tutmayı başardı. Foxconn işçilerinin intiharları protesto gösterisi Peki AB-D tekellerini bile 600 dolarlık iPhone’un maliyeti modeline göre geçen Helu’nun ülkesindeki durum nedir? “Meksika Devlet Başkanı Felipe Calde- 188 ile 245 dolar arası değişiyor. Yüzde 40’lık ron beş yıl önce göreve geldiğinde, vatandaş- (sadece şirketin kârı-HKY) bu kâr marjına satın larına yoksulluk oranını düşürme sözü ver- alındıktan sonra içine yüklenen her şarkı, uygumişti. Ancak dünyanın en zengin insanına ev lama, oyun ve içerikten alınan yüzdelik paylar sahipliği yapan Meksika’da yoksulluk bugün da eklenince Apple’ın geçen yılki 25.9 milyar ülkenin dört bir yanına yayılmış durumda. dolarlık net kârı daha iyi anlaşılıyor. Bilgisayar fiyatları 10 binden birkaç yüz doMeksika’da Temmuz ayında yapılacak devlet başkanlığı seçimleri öncesinde uyuşturucu lara düşünce işler elbette değişti. Bugün kartellerinin neden olduğu şiddet ve giderek ABD’de vergiler hariç 650 dolara satılan 16 GB kapasiteli en ucuz iPhone4S’in 188 dolarlık topartan yoksulluk, halkı öfkelendiriyor. “Meksika, 74 milyar dolarlık servetiyle lam maliyeti içindeki işçi maliyeti 8 dolar! Yani Forbes dergisinin en zengin insanlar listesin- yüzde 1,2. Nereden nereye, değil mi? Apple, iPhone’u Çin’deki o garibanlar yeride birinci sırada bulunan Carlos Slim’in vatanı. Serveti Meksika’nın GSİYH’nın yüzde ne Amerikalı kardeşlerine ürettirseydi telefon 6.6’sına denk gelen Slim, zengin ile yoksul başına maliyeti 65 dolar yükselecekti. Belleği Kore ve Japonya’dan, ekranı Kore arasındaki boşluğun en büyük sembolü. “35 MİLYO YIL ÇALIŞMASI LAZIM ve Tayvan’dan, çipleri Avrupa’dan, metal aksa“Bozuk vergi sistemi, gelir dağılımındaki mı Afrika ve Asya’dan, yarı-iletkenleri Almanadaletsizlik ve eğitim sistemindeki yetersiz- ya ve Tayvan’dan toplanan iPhone, son olarak lik, zaten iş bulmakta zorlanan Meksika hal- Çin’de birleştiriliyor, iPhone almak için mağazalara saldıran Çinlilerin meşhur Foxconn fabrikını giderek yoksullaştırıyor. “Başkent Mexico City’de hayatını sakız kasında. 30 yıl önce Çin’in küçücük köylerinve sigara satarak kazanan Marcial Maya, den biri olan ve bugünse dünyanın en büyük günde ortalama 5.80 dolar kazanıyor. Bu he- üretim tesis olan Shenzhen’de sadece Foxsapla, Maya’nın dolar milyarderi Slim’in conn’da, sadece Apple için 230 bin kişi çalışıservetine ulaşması için bir gün bile izin yap- yor (toplam çalışan sayısı 500 bine yakın). Haftada altı gün, her gün en az 12 saat ve saati samadan 35 milyon yıl çalışması gerekiyor. “37 yaşındaki Maya, “altı çocuğunu da dece 1.2 liraya çalışan, başka bir deyişle ayda en okutmak istediğini ancak maddi zorluklar fazla 345 lira kazanan bu ‘teknoloji çağı köleleyüzünden çocukları okuldan almak zorunda ri’ iş bitince evine de gidemiyor. Çünkü çoğunun evi yok. Olanlarıysa getir-götürle uğraşmak kaldığını” belirtti. istemiyorlar. 15 yataklı ranzalarda, demir par“ABD YAIDA CEET KALIR “Yıllık büyüme oranı 2003’ten bu yana maklıklı camlarda yatıp vardiya saatini beklisadece yüzde 2.2 olan Meksika’da, halkın ya- yorlar. Parmaklığın sebebi intihar eden işçiler. Dert işçi kaybı da değil elbette. Dert, rezalet durısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. “113 milyon nüfuslu ülkede, 2006 ile 2010 rum ortaya çıkınca zor durumda kalan Apple’ın yılları arasında, ayda sadece 150 dolarla ge- halkla ilişkiler departmanını kurtarmaktır. İntiçinmek zorunda kalan insan sayısı 45,5 mil- harı önlemek için camlara parmaklık gerdiler. Nasıl ama?.. yondan 58 milyona fırladı. “Meksika’nın en zengin yüzde 10’luk keH&M’de kölelik koşuları simi, halkın geride kalan kısmından ortalaBirkaç ay öncesinde bir-iki haber sitesine ma 27 kat daha fazla para kazanıyor. ABD’de ise bu oran 14 kat civarında” (Hürri- düşen bir haber. Çok fazla haber değeri taşımamış olacak ki çok geniş yer alamadı ve haber yet Planet, 29.12.2012) “Apple’ın kârına kâr katan modern köle- pek yankı uyandıramadı. Aslında söz konusu olan dünyanın en büyük şirketlerinden biri, bir ler Geçen günlerde gazetelerde şöyle bir haber tekstil deviydi: İsveçli Hennes&Mauritz firmayer alıyordu: Uluslararası şirketlerin ucuz işgü- sı. Yani kısa adıyla H&M. H&M patronu en son açıklanan dünyanın en cünden faydalanmak için üretimlerini kaydırdığı Çin artık cazibesini diğer Asya ülkelerine bı- zenginleri listesinde yer alıyor. 13. sırada yer raktı. Çalışanlarının ücretlerinin artması şirket- alan İsveçli patron Stefan Persson 24,5 milyar lerin Asya’ya yönelmesine neden oluyormuş. dolar geliriyle dünyanın en zenginleri arasında Hatta Çinli şirketler bile iş gücünün ucuz oldu- çok önemli bir yere sahip. Firmanın Kamboçya’daki tedarikçisinin ğu Malezya, Vietnam ve Hindistan gibi ülkelefabrikasında yüzlerce işçi hastanelik olmuştu. rin yolunu tutuyormuş. Kocaman bir salonda binlerce kişi dikiş maİşçi ücretleri yüksek denilen Çin’de durum kinelerinin başında harıl harıl çalışıyor. İçerisi nasılmış ona bakalım. 25 Ocak’ta Radikal gazetesinden Serdar Kuzuloğlu bir yazı hazırlamış. havasız, dar ve sıcak. Çalışanların mola yapıp Çin’de üretim yapan Apple’ın düşük ücretler ve temiz havaya çıkma imkânı neredeyse hiç yok. insanlık dışı koşullarda çalıştırarak kazandığı Zira haftanın 6 günü, günde 10-12 saat çalışmak zorundalar. Böyle bir ortamda çalışan Kamboçastronomik kârlardan bahsetmiş. yalı işçiler, Batılı moda zincirleri için seri bir biYazıda özetle şu bilgiler veriliyordu: 2011 yılında Apple’ın geliri 108 milyar do- çimde tişört, elbise ve pantolon üretiyor. Bu işlar. Bunun büyük bir bölümünü iki popüler ürü- çilerin çalışma koşulları bazen daha da vahimle- şebiliyor. Tıpkı 19 yaşındaki bir işçi kadının kısa bir süre önce yaşadıkları gibi. İşçi “Bir anda el ve ayak parmaklarım buz gibi oldu, böyle kimyasal kötü bir koku geldi burnuma. Ama tam olarak ne olduğunu çıkaramadım. Daha sonra etrafta bazı arkadaşların nasıl birbiri ardına bayıldığını gördüm. Ben de el ve ayak parmaklarımı hareket ettiremiyordum” diye konuşuyor. Ağustos ayının son haftasında Kamboçya’daki bu tekstil fabrikasında çalışan yaklaşık 300 kişi, aynı semptomlarla hastaneye kaldırıldı. İsveçli moda zinciri H&M’in tedarikçisi Çinli bir tekstil firması için çalışan 4 bin 600 işçiden bir başkası da yaşadıklarını şöyle anlatıyor: “Ben bayılmadım ama arkadaşlarım bir anda güçten düşüp yere yığıldı. Sonra Çinliler kimse görmesin diye kapıları kapattı. Ama havasızlıktan daha da fazla kişi yere yığılmaya başladı.” Bu kadınların saat ücreti yaklaşık 30 cent. Yani ayda toplam sadece 61 dolar kazanıyorlar. Akşamları bambu dallarından yapılmış kulübelerde 3’er ya da 4’er kişi konaklıyor ve yerde yatıyorlar. Yemeklere genelde bir porsiyon pilavdan başka bir şey dahil olmuyor. H&M, olaydan sonra yaptığı açıklamada, Kamboçya’daki tekstil fabrikasında yaşananların nedenlerini esaslı bir şekilde araştıracağını duyurdu. Ancak şimdiye kadar çalışanların neden bayıldıklarına dair hiçbir bilgi açıklanmadı. Asya’nın bir başka köşesi Singapur’da ise H&M firması Güneydoğu Asya’daki ilk mağazasını açıyor. Meraklı binlerce müşteri, mağazanın önünde sıraya girmiş bekliyor. Mağazada asılı olan tişört ve elbiselerin hepsi Kamboçya’daki fabrikadan geliyor. Alışveriş yapmayı başarmış olanlar ise markanın, hem moda tarzından hem de uygun fiyatlarından etkilenmiş biçimde dışarı çıkıyor. Bir kadın “H&M’i seviyoruz. Her şey çok güzel ve çok ucuz” diye sevincini dile getirirken, genç bir erkek de “Neden bu kadar ucuz olduğunu bilmiyorum ama bu fiyatlara arz ediyorlarsa benim için hiç sorun yok” diye konuşuyor. Emperyalizmin bir diğer başarısı, sınıf bilincinin yok edilmesi ve insanların duyarsızlaştırması, bencilleştirmesi. Puma da aynı durumda( Geçtiğimiz Haziran ayında da Kamboçya’da Alman spor giyim markası Puma’ya mal yapan bir fabrikanın yüzlerce çalışanı, mide bulantısı ve baş dönmesi şikayetleriyle hastaneye başvurmuştu. Tekstil endüstrisi, Kamboçya’nın en önemli sektörlerden biri. Yaklaşık 15 milyon nüfuslu ülkede çoğu kadın olmak üzere 300 binden fazla insan bu sektörde çalışıyor. Bangladeş’te durum( Yasmina Hamlawi’nin Le Monde Nisan 2011’de yayınlanan (www.ekonomipolitika.org) makalesi Bangladeş’te insanların ne koşullar altında çalıştığını ve hayatta kalmak için verdikleri mücadeleyi anlatıyor. “Her sabah üç milyon kişi başkentteki sanayi bölgesindeki dört millik sömürge yolunu kullanmaktadır. Bu kişilerin dörtte üçünden fazlasını kadınlar oluşturmakta: kesilmiş kumaşları makinede dikip bastıran işçiler, terziler, dikiş diken kadınlar, yapım yeri yöneticileri… Bangladeş’in düşük maliyetli işgücü ile işçiler perakende markaların ve Batılı tekstil markalarının iştahını kabartmaktadır. Wal-mart, H&M, Tommy Hilfiger, GAP, Levi Strauss, Zara, Carrefour, Marks & Spencer… Bütün bu markalar ya üretimlerini ya da tedarikçilerini buradan sağlamaktadır. “Minimal bir yatırım ve yoğun bir işgücü ile belirlenen tekstil sektörü Asya’nın ekonomik temellerinden biridir.” “(…) “(…) İnsani Gelişme Endeksi’ne göre ülkenin %40’ı günde 1,25 dolar kazanarak yoksulluk sınırı altında yaşamaktadır, bu da Bangladeş’i 182 ülke arasında 146. sıraya geriletmiştir. “(…) “Ekonomik kriz; tekstil giyim ihraç eden birçok ülkeyi vurmuştur fakat Bangladeş tehlikeyi atlatmayı başarmıştır. Bangladeş’teki Avrupa Komisyonu delegasyonu ticaret müşaviri Zillul Hye Razi “Bir çok şirketin tepkisi buraya yerleşmek olmuştur çünkü dünyanın en ucuz işgücü buradadır” şeklinde açıklama yapmıştır. “Reena çok endişeli. Elleri şalvar ile giyilen uzun tunik Khamiz’inin renkli kumaşını dokumaktadır. Bize gece yarısında randevu verirken ismini vermek istemediğini istediğini belirtti. Reena konuşmasına şöyle devam ediyor: “12 yaşımdan beri sabah sekizden gece yarısına kadar çalışıyorum. Üç kızıma, kayınvalideme, kayınpederime ve sürekli bir işi olmayan eşime bakabilmek için ayda 2600 taka (sadece 27 Euro) kazanıyorum. Üstüne üstlük, işlerin çok revaçta olmasından dolayı süpervizörüme beni rahat bırakması için 50 taka rüşvet veriyorum” şeklinde konuştu. “Burada yasa haftada bir gün izin ve haftalık 48 saat çalışmayı öngörmektedir. Fakat haftalık çalışma saatleri 80 saate ulaşmaktadır. Büyük yabancı perakendecilerin taleplerine cevap vermek için makineleri üstüne eğilmiş çalışanlar aralıksız 17 veya 19 saati doldurmak zorundadır. “İşçi güvenliği öncelikli olarak ihmal edilmektedir. Her yıl, birçok fabrika alevler içinde kalmış; dolup taşan binalar içinde dramlar yaşanmış ve harap olmuştur. Son yangın 14 Aralık 2010 yılında Carrefour ve H&M ile taşeronluk sözleşmesi olan Hameen grubuna ait Dakka’daki banliyöde gerçekleşmiş ve 28 can almıştır.” Bunlara karşı elbette ki işçiler susmuyor ve yer yer protestolar oluyor. Özellikle 2010 Mayıs ayında 50 binden fazla işçi isyan etti. Haftalık izin günü, doğum izni, çalışma ve mesai saatlerinin adil ücretlendirilmesi, sendika haklarına saygı gibi taleplerde bulundu. Fakat “aylarca devam eden çatışmalar silahlı kuvvetler tarafından sistematik olarak bastırılır, yüzlerce yaralı ve düzinelerce ölü ile sonuçlanır.” Ve Türkiye’de yeni bir işçi katliamı... Ve Türkiye’de, yanı başımızda yaşanan bir katliam. Yeni bir işçi katliamı. İstanbul Esenyurt’ta lüks, büyük bir alışveriş merkezinin inşaatında çalışan işçiler kaldıkları plastik çadırda çıkan yangın sonucu hayatını kaybetti. Türkiye’nin dört bir yanından Van’dan, Bartın’dan, Muğla’dan, Ordu’dan, Tokat’tan gelen işçilerin tek amacı geçimlerini sağlayarak ailelerine ekmek parası göndermekti. Çamurlar içinde, sağlıksız ve güvenli olmayan bir ortamda kalan işçiler defalarca talep etmelerine rağmen pahalı diye prefabrik verilmemiş. Evet, 220 milyon Euro’luk yatırımın yapıldığı alışveriş merkezinde işçiler, çamurların içindeki bir plastik çadırda yaşamlarını sürdürüyordu. Parababalarının gerçek yüzünü tüm açıklığıyla bilmemize ve sayısız katliamlarına tanık olmamıza rağmen her yeni cinayette şaşırıyoruz, bu kadarı da olmaz diyoruz. İnsan bu kadar vicdansız olabilir mi? Aslında katliam olduğu gibi ortada; yorum yapmaya bile gerek yok. Ne denir ki bunlara, insancıl hiçbir duygu taşımıyorlar. Zaten çok bü- yük bir lüks içinde yaşayan parababaları, bir türlü doymak bilmiyorlar. Daha fazla sömürü daha fazla kar için insan hayatını hiçe sayıyorlar. İşçilerin ölmesinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. İnsan hayatının ne kadar ucuz, değersiz olduğunu bu düzende acı bir şekilde yine görüyoruz. Göz göre göre işlenen bu cinayetten sonra doğal olarak insan hesap sorulmasını bekliyor. Fakat ne oluyor, ertesi gün gazetelerde yer alan şu habere göre, Kayı İnşaat adlı şirketin aldığı ihalede “alt firma” olarak hizmet veren Kaldem A.Ş, 11 canın hayatını kaybetmesine mal olan pazar gecesi, tazminat ve ceza yükünden kurtulmak için ilginç (şeytanca) bir adım attı. Kaldem AŞ, kendi bünyesinde çalışan işçilerin bir kısmının “sigorta girişi”ni yaptırdı. Facia haberini saat 21.30 sularında alan şirket, saat 22.40 sularında işçilerin kayıtlarını SGK’ya yaptırdı. 11 işçinin ölümünden dolayı işverenin ne kadar büyük bir vicdan azabı (!) içinde olduğunu bu davranışında görüyoruz. Daha önce OSTİM’de, Davutpaşa’da ve daha bir çok yerde gerçekleşen katliamlar gibi bu da aynı akıbete uğrayacak. Bu yazımızda sadece birkaç örnek verdik, bu sayı çok daha fazla tabii. Emperyalizmin, Parababalarının egemenliğinin olduğu her ülkede bugün işçiler, emekçiler emeğinin karşılığını alamıyor, insanlık dışı şartlarda çalışmak zorunda kalıyor. Emekçilerin emeğinin karşılığını alabilmesi için ve onurlu insanca bir yaşam için halkların kanını emen bu vahşi düzenin son bulması gerekiyor. İnsanın gerçekten insan gibi yaşayarak emeğinin karşılığını alabileceği tek düzen sosyalizmdir. Üretim araçlarının kamu mülkiyetinde olduğu sosyalizmde emekçiler Parababalarının kârı için değil kendileri için çalışacaklar. Zaman zaman toplumda, dünyada, geriye gidişler olsa da rota hep ileriye doğrudur. Fidel’in dediği gibi de eninde sonunda “İnsanlık tek bir sosyalist aile olacak”. Buna ulaşmanın yolu da örgütlülükten, mücadeleden geçiyor. Dünyanın dört bir yanında denenmiş ve doğrulanmış olan tek yol budur. Parababalarının işçi katliamları katlanarak devam ediyor Baştarafı sayfa 24’te Parababaları düzenidir. Alman sermayeli firma Deutsche Bank’ın yatırım şirketi olan DWS Ortaklığı AVM’yi yapıyor. Bu firmanın Türkiye iştiraki ECE’ye Tayyipgiller tarafından 2007 yılında “yılın yabancı yatırımcısı” ödülü verilmiştir. Bu firma da işlerinin tamamını Kayı İnşaat’a bağlı Kaldem adlı taşeron firmaya yaptırıyordu. Neden taşeron firmalara yaptırıyorlar? Çünkü Tayipgiller onlara Türkiye’yi ucuz emek cenneti olarak sunmuştur. Başbakan, söz konusu şirkete ödülü verirken “Özel sektörümüzün ayağına takılan her türlü prangayı çözeriz” demişti. Bunun anlamı da İşçi Sınıfımız için daha fazla sömürü, daha fazla çalışmak, daha fazla sefalet, daha fazla ölüm demektir. Parababaları için ise daha fazla kâr garantisi anlamına gelmektedir. 220 milyon Euro’luk lüks alışveriş merkezinin inşaatında çalışan işçiler, soğukta geceleri çadırda kalıyordu. Talep etmelerine rağmen pahalı diye prefabrik verilmemiş. Sadece bu değil Parababalarının vicdansızlığı! Kayı İnşaat adlı şirketin aldığı ihalede “alt firma” olarak hizmet veren Kaldem A.Ş, tazminat ve ceza yükünden kurtulmak için kendi bünyesinde çalışan işçilerin bir kısmının “sigorta girişi”ni yaptırdı. Facia haberini saat 21.30 sularında alan şirket, saat 22.40 sularında işçilerin kayıtlarını SGK’ya yaptırdı. Böylece kolayca işin içinden sıyrılabiliyorlar. Hiçbir kanun işlemiyor onlara… Bir İşçi Katliamı daha( Ve 4 Nisan’da yine bir işçi katliamı haberi geldi. Erzurum’un Aşkale İlçesi’nde Karasu 2 Hidroelektrik Santrali Göleti’nden geçen enerji nakil hattındaki arızayı onarmaya giderken bindikleri deniz bisikletinin alabora olmasıyla suda kaybolan 5 TEDAŞ görevlisinin hepsinin cansız bedenine ulaşıldı. Çevrede olanların “Adamlar dün 3 saat boyunca bağıra bağıra öldü” dediği katliamda, ölen işçilerden Mustafa Arifoğulları’nın oğlu Arif Arifoğulları, yaptığı açıklamada insan hayatına verilen önemi(!) gözler önüne seriyor: “Babasının ve görev arkadaşlarının ölümünde yaşananların skandal olduğunu ileri süren Arif Arifoğulları, şunları söyledi: “Orada bir gölet yapıyorsan, öncelikle elektrik direklerini kaldıracaksın. Enerji üreten şirket ile TEDAŞ arasındaki iletişim kopukluğu, birbirlerine göz yummaları 5 kişinin ölümüne neden oldu. İki gündür babamı arıyorlardı. ‘Babam yapamam’ diyor- du. ‘Erzurum’dan ekip gönderin, orası bizim işimiz değil’ diyordu. Başlarında bir şef veya mühendis yetkili yok. Oraya gidiyorlar. Şambrel atsalardı kurtarılırdı onlar. Arızayı nasıl giderecekler onu da bilmiyorlar. Bir hastaya helikopter kaldıranlar 5 kişinin feryadını duymadı. O helikopter, birkaç can simidi ya da şambrel atsaydı hepsi kurtarılırdı. Sorumluluklarını yerine getirmeyen ve baskı yapan TEDAŞ, kurtarma olayındaki ihmalden dolayı valilik ve HES’i işleten firma hakkında dava açacağız” diye konuştu.( http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20271593.asp) Bir İşçi Katliamı daha( Tuzla Tersaneleri’nde bugüne kadar 150 işçi yaşamını yitirdi. Ancak bütün bu cinayetlere rağmen Tersaneler ölüm saçmaya devam ediyor. Daha dün, 04 Nisan günü, Ada Tersanesi’nde meydana gelen patlamada 2 işçi öldü, üç işçi yaralandı… Ya diğerleri( 31 Ocak 2008’de Davutpaşa’daki 5 katlı bir iş merkezindeki patlamada 21 işçi canından oldu. 9 Eylül 2009’da sel felaketinde 8 kadın işçi pencereleri olmayan servis aracında boğularak can verdi. 11 Aralık 2009’da Bursa Mustafa Kemalpaşa’da 19 işçi, 17 Mayıs 2010’da Zonguldak’ta 30 işçi göçük altında kalarak can verdi. Madenler işçilere mezar olmaya devam ediyor. 3 Şubat 2011’de Ankara Ostim’deki patlamada 20 işçi öldü. Adana’da 24 Şubat 2012’de baraj çöktü, 10 işçi sularda boğularak can verdi… Tayipgiller dönemi ile birlikte Türkiye’de son 10 yılda 10 bin 723 işçi, iş kazaları adı altında katledildi. Bu cinayetlerin nedeni firmaların ihmalkârlığıyla ilgili değil. Tayyipgiller iktidarıyla birlikte iş cinayetleri artmıştır. Çünkü tüm bu iş cinayetlerinin nedeni esnek, kuralsız, güvencesiz ve sigortasız çalıştırmadır. Nedeni ve sorumlularının belli olduğu bu cinayetlerin suçlusu Tayipgiller İktidarı’dır. Tayipgiller er ya da geç bu cinayetlerin hesabını halka verecektir. İstanbul’dan Bir İşçi Yoldaş 17 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 !isan 2012 Asıl suçlu AB-D Emperyalistleridir Sıkıysa onları yargılayın! T ayyipgiller’in 12 Eylül Referandumu’nda halkımızı aldatmak için kullandığı en demagojik argümanlardan biri “12 Eylül darbecilerinin yargılanması” idi, bildiğimiz gibi. Referandum öncesi zaten CIA patentli “Ergenekon Operasyonu” ile güya Ordu içerisindeki darbeciler yargılanmak üzere tutuklanmış, Tayyipgiller de yerli ve yabancı Parababaları medyası tarafından “darbe karşıtı”, “demokrasi havarisi” biçiminde sunulmuş ve halkımızın gözü boyanmıştı. AB-D Emperyalistlerinin, çıkarlarını teminat altına almak için üç dönemdir iktidarda tuttukları Tayyipgiller, artık “Türkiye’nin makûs darbeler tarihini” ortadan kaldırmakla övünüyordu. “Ergenekon Operasyonu”yla bir taşla birden fazla kuş vurmuşlardı. Bir taraftan Ordu içerisindeki bütün Antiemperyalist, laik, Mustafa Kemalci unsurlar birer birer tasfiye ediliyor, diğer taraftan da Tayyipgiller, AB-D Emperyalistleri ve yerli satılmışlar tarafından Türkiye ve dünya halklarına “demokrasi kahramanları” olarak lanse ediliyordu. Daha önceki sayılarımızda da netçe, kanıtlarıyla ortaya koyduğumuz gibi günümüzde de genişleyerek devam eden “Ergenekon Operasyonu” baştan sona bir CIA operasyonudur. Operasyonun gizli-açık arka planında İblis Fethullah Gülen, onun da arkasında AB-D Emperyalistleri vardır. Elbette tetikçiliği de Tayyipgiller iktidarı yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Ancak operasyonun başlangıç günlerinde Parababaları medyasının marifetiyle bu CIA operasyonu, derin devleti, Kontrgerillayı, “darbecileri” ortadan kaldıracak bir operasyon olarak sunulmuş, ne yazık ki halkımız envai çeşit yalanlarla kandırılmıştı. Sadece gariban halkımız mı kandırılmıştı? Hatırlayacağımız gibi o dönem, kendini ilerici, demokrat, devrimci olarak tanımlayan kimi aydınlarımız da bir anda CIA-Fethullah-Tayyipgiller üçlüsünün darbe karşıtlığı tılsımına kendilerini kaptırmış, bu davranışlarıyla da bilerekbilmeyerek AB-D Emperyalistlerinin ve yerli satılmışların değirmenine su taşımışlardı. İçine sürüklendikleri bataklıkta boğulan, sayıları bugün itibariyle bir avucu geçmeyen Sevrci-Soytarı-Sahte Solcuları, Soros devrimcilerini hiç anmayalım isterseniz. Onlar için deniz çoktan tükenmiştir, onlar çoktan karaya oturmuşlardır. Ancak halkçı yönüyle bildiğimiz sanatçı İlkay Akkaya’nın bile bu demagojiye aldanması, oynanan oyunun boyutunu gözler önüne sermiş, Fethullahçı Zaman Gazetesi’nde yaptığı Ergenekon değerlendirmesi biz gerçek devrimcileri, yurtseverleri üzmüştü: “Dostlarımı öldüren Ergenekon’u yıllarca JİTEM bildim “Ben 20 yıldır bu ülkede müzik yapıyorum. 20 yılda gördüklerim, işkencede ölümler, göz altında kaybolma, faili meçhuller, yakılmış köyler, göçe zorlanan insanlar; bütün bunlar bir sistem dahilinde yapılıyordu. Arkasında JİTEM olduğunu söylüyorduk, meğer Ergenekon’un parçasıymış. “(…) “İlkay Akkaya, Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda aralarında Ahmet Kaya’nın da bulunduğu, ‘bu ülkenin değerleri’ dediği isimler arasında en çok Bediüzzaman Said-i !ursi’nin zikredilmesinden etkilenmiş: ‘Hayatı boyunca zorluklar içinde kendi ilkelerinden ödün vermeden yaşamış bir insan. Böyle bir hayat elbette çok fazla saygı hak ediyor. Herhangi bir canlıya karşı bir suç işlemediği, şiddeti özendirmediği sürece kendi doğrularına göre yaşayabilmesi o insanı çok değerli kılar. Said !ursi de böyledir.’” (Zaman Gazetesi, 20 Aralık 2009) Gerçekleştirilen bu CIA operasyonunun arkasında AB-D Emperyalistlerinin olduğunu saklama işi de yine Fethullahçı-AB-D’ci medyaya kalmıştı. Öyle ya, kış kışlığını, puşt puştluğunu yapacaktı. Şöyle yazıyordu 12 Ocak 2009 tarihinde Zaman Gazetesi: “ABD Ergenekon’un neresinde? “(…) “Uzun lafın kısası, ABD hükümeti Ergenekon davasını ve yansımalarını şimdilik sadece izlemekle yetiniyor. Ergenekon konusu, ABD’nin Türkiye gündeminin üst sıralarında değil. Resmî görüşmelerin konusu hiç değil. Gelişmeler iç istikrarı ya da demokrasiyi ciddi boyutta tehdit edecek noktaya gelmediği sürece de, ABD müdahil olmaz.” (Ali H. Aslan, agy) Bildiğimiz gibi Fethullahçı Zaman Gazetesi’nin biricik işlevi yerli-yabancı halk düşmanlarının kirli işlerini kamufle etmektir. Burada da CIA operasyonunun arkasında ABD Emperyalistlerinin olmadığı ispatlanmaya çalışılıyor. Ne deniyor? “Ergenekon konusu, ABD’nin Türkiye gündeminin üst sıralarında değil.” Bu yetmemiş olacak ki: “Gelişmeler iç istikrarı ya da demokrasiyi ciddi boyutta tehdit edecek noktaya gelmediği sürece de, ABD müdahil olmaz.” deniyor. Yani dünyanın başhaydudu ABD ancak “demokrasiye zarar gelirse” müdahale edermiş… Başka söze hacet var mı? Halk düşmanı bir yayın organı doğal görevini yerine getiriyor ve ABD’yi aklamak için canla başla çaba gösteriyor. Oysa yakın dönemde ortaya çıkan Wikileaks belgeleri bunun böyle olmadığını ispatlıyor. Belgelerde CIA patentli “Ergenekon Operasyonu”nun başından sonuna kadar ABD’nin bilgisi, hatta yönlendirmesi dâhilinde olduğu anlatılıyor: “Wikileaks yine ortalığı karıştırdı “Wikileaks’ten sızan kriptoya göre polis, Kasım 2008’de ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde Ergenekon brifingi verdi; Büyükanıt’ın kızına ait özel görüntülerden bahsetti. “Wikileaks belgeleri Türk polisinin Ergenekon soruşturması konusunda düzenli olarak brifing verdiğini ortaya koydu. 21 Kasım 2008’deki ilk brifingde polis, elçilikte yaptığı sunumda Büyükanıt’ın kızına ait özel görüntülerden Deniz Baykal’a ödendiği iddia edilen rüşvete kadar çok detaylı bir brifing vermiş. Odatv soruşturmasında sanık olan iki gazeteci tarafından yazılan Sızıntı adlı kitap, daha önce gözden kaçmış bu Wikileaks belgesini gündeme taşıdı. Kitaptaki iddialar üzerine Wikileaks’in sitesinden bahsi geçen belgeye ulaştık. ABD’nin gizli diplomatik yazışmalarının yayınlandığı siteye 5 ay önce konulan belge, 24 Kasım 2008 tarihini taşıyor. Altında elçiliğin siyasetten sorumlu müsteşarı Daniel O’Grady’nin imzası bulunuyor.” (Vatan, 3 Şubat 2012) Ergenekon isimli CIA operasyonunun gerçekleştirildiği günlere tekrar dönersek, yukarıda aktardığımız gibi AB-D Emperyalistlerinin, yerli işbirlikçilerin ve Parababaları medyasının yoğun çabalarıyla ortaya “ileri demokratik” bir manzara çıkmıştı. Artık Tayyipgiller, darbe karşıtlığı maskesinin arkasına gizlenerek istediği şeyi yapabilirdi. Nitekim işe ilk önce yargı sistemini iğdiş etmekle başladılar. Bir dizi Anayasa değişikliklerini öngören düzenlemeler burjuva demokrasisinin “özgür” oylama biçimlerinden biri olan “referandum”a götürüldü ve yaklaşık % 58’lik bir oranla AKP referandumu kazandı. Hepimizin hatırlayacağı gibi Allah’la aldatılan gariban halkımızın, işçimizin, köylümüzün bir bölümü referandumun ne getireceğini bile bilmeden, yukarıda küçük bir kısmından bahsettiğimiz propagandalar, yalanlar, göz boyamalar sonucunda elindeki mührü yine cellâtlarına bastı. “Yetmez ama evet”çi halk düşmanlarıyla birlikte referandumu boykot eden Kürt hareketi ve bu hareketin peştamalcıları da AKP’nin “zafer”inde önemli bir rol oynadılar. Tayyipgiller açısından görev başarıyla tamamlanmıştı; yargı artık Tayyipgiller’in hukuk büroları şeklinde işleyecekti. Başta da ifade ettiğimiz gibi referanduma giderken Tayyipgiller en fazla “12 Eylül’ü yargılama” demagojisini ön plana çıkarmıştı. Öngörülen düzenlemelerin içinde Kenan Evren ve darbeye katılan kadroların yargılanmasını yasaklayan “geçici 15. madde”nin kaldırılması da yer alıyordu. Nasıl olsa gün sözde darbe karşıtlığı günüdür diyen Tayyipgiller, oltanın ucuna ölüsü kokmuş, insan sefaleti Kenan Evren ve dönemin Amerikancı goril generallerinden Tahsin Şahinkaya’yı takıp sallamakta tereddüde düşmediler. Niye düşsünler ki… Bu halk düşmanları zaten tarihsel görevlerini layıkıyla yerine getirmişlerdi. Milyonlarca halk çocuğunun kanına girmişler, 27 Mayıs Politik Devrimi’nin halkımıza armağan ettiği 1961 Anayasası’nı ortadan kaldırıp yerine dünyanın en gerici anayasalarından biri olan 1981 Anayasası’nı getirmişlerdi. Zaten bir ayakları değil, iki ayakları birden topraktaydı bu namussuzların. Biri 94, diğeri 87 yaşındaydı. İnsan söylemeden geçemiyor; hep söylediğimiz gibi namussuzların safında yer alanlar eninde sonunda namussuzların iğfaline uğrarlar. O dönemin tanıkları hâlâ hayattadırlar, hatırlayacaklardır. Şimdi darbe karşıtı pozlar kesen, iki eski bunağı demokrasi oltasının çengeline geçirip sallayan Tayyipgiller’in ağababası İblis F. Gülen 12 Eylül’ü hararetle desteklemişti. Amerikancı Faşist Darbeden sonra dipçik zoruyla kabul ettirilen 1981 Anayasası’nın, 2010 referandumuna taş çıkaracak kadar “özgür” biçimde gerçekleştirilen referandumunda “evet” oyunun propagandasını yapmıştı bu İblis. Hatta bununla da yetinmeyip Kenan Evren’i cennetle müjdelemişti. Şunları söylemişti Milliyet Gazetesi’ne verdiği bir röportajda: “Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasibini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki–doğrusunu Allah bilir- hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahrette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir.” (Milliyet, 17 Ocak 2005) Bu sözlerin sahibi olan İblis F. Gülen’in yetiştirdiği ve şu anda da iplerini sıkıca tuttuğu, AB-D Emperyalizminin çıkarlarına göre hareket ettirdiği Tayyipgiller, şimdi darbecileri yargılayacakmış! Buna kim inanır? Halkın hissiyatında çoktan tarihin cehennemine gönderilmiş 94 yaşındaki bir bunağı ölmeden önce bir iki kez mahkemeye götürmek, 12 Eylül Faşist Darbesini yargılamak mıdır? Biz bunun bir aldatmaca olduğunu gayet iyi biliyoruz. Kullanım süresi çoktan dolmuş, ABD Emperyalizminin belirlediği son kullanma tarihi geçmiş, çürümüş, kokuşmuş faşist K. Evren ve T. Şahinkaya kullanılarak, halkımızın bir kez daha gözüne kül serpme çabalarıdır bunlar. 12 Eylül Faşist Darbesi’nin, ABD ve casus örgütü CIA tarafından yapıldığı bugün herkes tarafından bilinmektedir. Türkiye Devrimci Ha- reketinin en tutarlı temsilcileri olan bizler 12 Eylül’ün tahlilini “12 Eylül !edir?” isimli kitabımızda hiçbir tereddüde yer bırakmayacak açıklıkta yapmış ve faşist darbeyi ABD Emperyalistlerinin nasıl adım adım ördüğünü, darbe sonrası da kendi aşağılık ekonomik- siyasi planlarını nasıl hayata geçirdiklerini kanıtlarıyla ortaya koymuştuk. Bu alçaklığı Henze’nin oğlanlarının adım adım örgütlediği M. Ali Birand gibi satılmış bir burjuva gazetecisi tarafından dahi ikrar edilmişti. Toparlarsak, şu an “Ergenekon Operasyonu”nu yürütenlerle 31 yıl önce 12 Eylül Faşist Darbesini gerçekleştirenler aynı kökenden gelmektedirler. Bu halk düşmanı operasyonların planlayıcısı AB-D Emperyalistleri, uygulayıcıları ise ruhlarını emperyalistlerin tecavüzünün müptelası haline getirmiş olan yerli satılmışlardır, işbirlikçilerdir. Bugünün yerli satılmışları, 31 yıl öncesinin yerli satılmışlarını yargılama görüntüsü vermeye çalışmaktadırlar. Tabiî bunu da efendilerinin buyruğu üzerine yapmaktadırlar. Amaç halkımızı kandırmaktır. Bunu böylece görmek gerekir. Bunu görmemek eğer cehalet değilse halk düşmanlığıdır, ihanettir. Ve ne ya- İ zık ki günümüzde halkımıza bu ihaneti yapan satılmışlardan bol miktarda bulunmaktadır. Sadece bir örnek verelim. Sevrci çevrelerde büyük saygınlığı olan sözde sosyalist, Troçkist, Taraf Gazetesi yazarı Roni Marguiles… Onun dönekliğini, ihanetini, halk düşmanı yönünü anlatabilmek için hacimli bir kitap yazmak gerekir. Tıpkı Zaman Gazetesi gibi emperyalistlerin ve yerli satılmışların aklanması görevini yerine getiren bu hazret, paçavra Taraf Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda 12 Eylül’ün Tayyipgillerce yargılanması aldatmacasına kanmayanları eleştiriyor. 2010’da gerçekleştirilen anayasa referandumunda hayır diyenleri tutarsızlıkla suçluyor. Tabiî var olan durumu Aristo mantığına sığdıramıyor. Şöyle diyor: “En çok kim talep etmiştir Kenan Evren ve 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını? Yıllardır doğal ve haklı olarak ‘sol’ talep etmiştir. “Darbecilerin yargılanmayacağını yıllarca iddia eden ve bu iddiasında haklı görünen de yine ‘sol’ olmuştur. “Geçen sene Anayasa referandumunda, generallerin yargılanmasını engelleyen Geçici 15. Madde’nin kalkmasını sadece bir ‘yem’ olarak gören, Anayasa değişikliği paketini AK Parti’nin bir ‘oyunu’ olarak gören, generallerin zaten yargılanmayacağını söyleyen de yine ‘sol’du. “Bu nedenle referandumda ‘hayır’ oyu veren ve değişikliklerin kabul edilmemesi (yani bu arada 15. Madde’nin kaldırılmaması) için çabalayan, yani kendi işkencecilerinin yargılanmasına karşı çıkan da yine ‘sol’du. “12 Eylül cuntasının hayatta kalan iki generali hakkında soruşturma süreci başlatıldığında, ‘!e önemi var ki?’ tutumunu dile getiren de yine ‘sol’ oldu. Bu defa da ‘Seçimlerden önce göz boyanıyor, nasıl olsa yargılamayacaklar’ diyerek savcılığın girişimi küçümsendi. Küçümsenmese, referandumda ‘hayır’ demenin yanlışlığı kabul edilmiş olacaktı çünkü! “İlginç, ilginç olduğu kadar gülünç, gülünç olduğu kadar da saçma bir öykü. Türk solunun geniş kesimlerinin hâl-i pür melalini iyi yansıtan bir öykü. “(…) “Referandumda “hayır” diyen, bugün de Kenan Evren’in yargılanmasına sevinemeyen bir ‘sol’! “Solculuğa, sosyalizme aşina olmayan okuyucularımı temin ederim, dünyanın hiçbir makul ülkesinde bu tür insanlara sosyalist denmez. “Bu, sadece bize özgü bir garabet.” (agy, 25 Ocak 2012) Muhteremin söyledikleri ve söylediklerinin neye hizmet ettiği son derece açık, gördüğümüz gibi. Ortaya koyduğu tabloyla AKP’nin 12 Eylül’ü gerçekten yargılayacağı savına inandırmaya çalışıyor. Muhterem için görev bir değil tabiî... Bunu yaparken de “sol”u eleştiriyor, “sol”un tutarsızlığını kendince dile getiriyor. Hangi “sol”u eleştiriyor? AB-D emperyalistlerinin umut kaynağı, demokrasi güçleri olmayan “sol”u eleştiriyor. Yoksa kendi gibi ihanete karmış “Sevrci Sahte Sol”u eleştirmiyor. 12 Eylül’ün gerçek sorumluları olan AB-D Emperyalistlerinden hiç dem vurmuyor, o dallara hiç basmıyor. Kısacası Tayyipgiller’in ülkeyi demokrasiye doğru adım adım götürdüklerini anlatıyor. Bu zat’tan da başka bir şey beklenmezdi doğrusu… Görevini layıkıyla yerine getiriyor. Sonuç olarak biz gerçek devrimciler, emperyalizmin iktidara getirdiği ve üç dönemdir iktidarda tuttuğu Tayyipgiller’in, emperyalistlerin örgütlediği 12 Eylül Faşist Darbesi’ni yargılama niyetinde olmadıklarını çok iyi biliyoruz. Bu durumun eşyanın tabiatına aykırı olduğunu da biliyoruz. K. Evren ve T. Şahinkaya’yı yargılamak ezilen, sömürülen, katledilen, işkencelere uğratılan, hapislerde çürütülen halklarımızın görevidir. Bunu sadece halkımızın emrindeki halk mahkemeleri yapabilir. O halk mahkemele- ri de Demokratik Halk İktidarı’nda kurulacaktır. 12 Eylül’ü gerçekten yargılamanın yolu Antiemperyalist, Antişovenist, Antifeodal Halk Kurtuluş Savaşı’ndan geçer. Bu savaşın güncel ismi ise İkinci Kurtuluş Savaşı’mızdır. Bu mücadelemizi başarıya ulaştırdığımızda halk düşmanları da hak ettikleri cezayı çekecektir. Mücadelemizi dünya halklarıyla birleştirecek, eninde sonunda emperyalizmi yok edeceğiz. Çünkü biz Halkız, Haklıyız, Kazanacağız! İstanbul’dan Bir Yoldaş Ankara Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu’ndan “Türkiye’de Aydın Olmak” konulu Konferans çerisinde Kurtuluş Partisi Gençliği’nin de yer aldığı Ankara Üniversitesi Bilimsel Düşünce Topluluğu, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde 15 Mart 2012 tarihinde “Türkiye’de Aydın Olmak” konulu bir konferans gerçekleştirdi. Cumhuriyet gazetesi yazarı Bekir COŞKU! ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği eski Başkanı, Ankara Barosu Avukat Hakları Merkezi Üyesi Av. Doğan ERKA! etkinliğe konuşmacı olarak katıldılar. Etkinliğe 250’nin üstünde kişi katıldı. Etkinliğin açılış konuşmasını BDT Yönetim Kurulu Üyesi ve Hukuk Fakültesi Temsilcisi arkadaşımız yaptı. BDT Temsilcisi konuşmasında, insanın, Aristo’nun tanımıyla “politik bir hayvan” olduğunu, ancak politik olma özelliğinin unutturulmaya, hayvan olma özelliğinin ezberletilmeye çalışıldığını söyledi. Ayrıca 12 Eylül Faşizmi ile insanlara korku salındığını ve günümüzde bu korkunun had safhaya ulaştığını belirterek, buna karşı aydınların birlik olması gerekliliğinden bahsetti. Açılış konuşmasından sonra söz alan Av. Doğan ERKAN, etkinliğin yapıldığı Cemil Bilsel Salonu’nda öğrencilik yıllarında yapılan etkinliklerden yola çıkarak, salonun ve hukuk fakültesinin politik önemine vurgu yaptı. Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet KIVILCIMLI’nın da aynı salonda Türkiye Solunun birleştirilmesi hedefiyle gerçekleştirdiği “Durum Yargılaması” adlı tarihsel bir seminer verdiğini belirtti. Av. Doğan Erkan, aydın olmanın ve aydın olma mücadelesi vermenin en iyi üniversite yıllarında anlaşıldığını dile getirdi. Sivas Davası’nda zamanaşımı kararı verilmesini eleştirerek sözlerine devam eden ERKAN, “insan yakmanın zamanaşımı olamayacağı”nı ifade ederek konuşmasını sürdürdü ve ülkenin aydın hukukçularının bunun hesabını soracaklarını vurguladı. Günümüzde Aydın olmanın bir koşulunun örgütlü olmaktan geçtiğini anlatan ERKAN, gerçek Aydın’ın Soros’un sivil örümceklerinden günümüzdeki ayırt noktasının ise Yurtseverlik kriteri olduğunu vurguladı. Emperyalizmin, aydınları kuşatma altına aldığını anlatan ERKAN, bunun örneklerini anlattığı konuşmasına; aydının, ülkesine sahip çıkan, bunun için halkı bilinçlendirme ve aydınlatma görevini her koşulda yerine getirme iradesine sahip olan bir pozisyonda durması gerektiğini anlatarak devam etti. “Tam Bağımsız, Laik, gerçekten Demokratik Türkiye” hedefinin ülkedeki aydınların ortak noktası olması gerektiğini ifade ederek Lenin Usta’nın sözlerinden alıntı yapan Doğan ERKAN, koşullar ne kadar kötü olursa olsun, hayaller ile gerçekler arasında bir bağ var ise, ileriye doğru hayal kurmanın çok yararlı olduğunu vurgulayarak konuşmasını tamamladı. İkinci konuşmacı Bekir COŞKUN ise Ergenekon davası bağlamında, ülkedeki tüm ay- dınların ceplerinde taşıdığı telefonlarından dahi korkar hale geldiklerinden, ancak korkunun ecele faydasının olmadığından bahsetti. Aydın olmanın, her koşulda doğruları söylemekten geçtiğini anlatan COŞKUN, bu sebeple medyada yaşadığı baskıları anlattı. Aydın olmanın “ampul taşımak”tan geçmediğini kinaye yollu belirten COŞKUN, gericileri hiçbir ampulün aydınlatamayacağı veciz tümcesiyle sözlerini tamamladı. Her türlü saldırıya karşı Gençliğin Aydınlanması kararlılığı içerisinde olan BDT üyesi öğrenciler, etkinliklerini kesin bir şekilde sürdürecekler. Yüzlerle, binlerle, AB-D Emperyalistleri ve her türden yerli uşaklarına karşı Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurulmasına hizmet edecekler. Bunu durdurabilecek bir güç yoktur. Yıldırılamaz Gençlik! AÜ Bilimsel Düşünce Topluluğu’ndan Kurtuluş Partili Gençler 18 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 “Suriye Dostları” Toplantısını Protesto Ettik: Suriye’de Emperyalist Komplo Dağıtılacak Baştarafı sayfa 1’de mızı gerçekleştirdik. Açıklama Arap Yoldaşlarımızın heyecanlı konuşmalarıyla başladı. Daha sonra İstanbul İl Başkanımız Av. Pınar Akbina tarafından basın açıklamamız yapıldı. Açıklama esnasında sık sık “Katil ABD Suriye’den Defol”, “Hillary Go Home”, “Suriye Halkı Yalnız Değildir”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun ABD, Kahrolsun BOP” sloganlarımızı haykırdık. Açıklamamız sırasında yanımıza gelen Esad yanlısı Suriyeli yurtsever bir göstericiye de söz verdik. Arapça olarak konuşan gösterici, Türkiye ve Suriye Halklarının kardeş olduğunu belirtti ve toprağı öperek tepkisini gösterdi. Yaklaşık 1 saat süren eylemimiz konuşmaların ardından sloganlarla bitirildi. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer *** Hataylı Kurtuluş Partililerden Suriye’ye Destek Eylemi Halkın Kurtuluş Partisi Samandağ ve İskenderun İlçe Örgütleri olarak Partimizin enternasyonal anlayışı gereği, hemen yanı başımızda bulunan Suriye Halkına desteklerimizi sunmak ve AB-D Emperyalistlerini ve yerli işbirlikçileri Tayyipgilleri protesto etmek için 24 Mart Cumartesi günü saat 13:00’da Oytun Alanı’nda basın açıklaması eylemimizi gerçekleştirdik. Basın açıklaması öncesi eylemimizi duyuran afişlerimizi ilçemizin tüm merkezi yerlerine ve esnaf camekanlarına astık. Basın açıklamasına davet için ayrıca yoğun bir şekilde el ilanlarımızı dağıttık. Eylem günü Parti binamızdan çıkarak basın açıklamamızı yapacağımız alana doğru düzenli kortej şeklinde yürüyüşe geçtik. Kortejimizin başında, “AB-D Emperyalistleri ve Onların İşbirlikçisi Tayyipgiller Suriye’nin Üzerinden Kanlı Ellerinizi Çekin!” yazılı pankartımız taşıdık. Birçok dövizlerin, parti bayraklarımızın ve Suriye bayrağının taşındığı kortejimizde zılgıt ve ıslıklar eşliğinde sık sık, “Suriye Halkı Yalnız Değildir” “AB-D Suriye’den Defol”, “AB-ABD Ortadoğu’dan Defol”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek.”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Halkların Kardeşliği”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “İşçilerin Partisi, Köylülerin Partisi, Gençliğin Partisi, Halkın Partisi Kurtuluş Partisi” sloganları atıldı. Kinimizi emperyalistlere ve işbirlikçi Tayyipgiller’e karşı haykırırken, Suriye Halklarına kardeşliğimizi ve halkların kardeşliği şiarını haykırdık. Basın açıklamasını İlçe Başkanımız Nilgün Yuva okudu. Eylemimiz halkımız tarafından alkışlandı ve ilgiyle izlendi. Basın açıklaması sonrasında Samandağ Halkına bildirimizi dağıtarak eylemimizi sonlandırdık. Samandağ ve İskenderun’dan Kurtuluş Partililer Suriye Halkı ve tüm mazlum halklar emperyalistlerin iğrenç oyunlarını er geç bozacaktır Değerli Basın Emekçileri Eli kanlı zalim, dünya halklarının başdüşmanı ABD-AB (AB-D) Emperyalistleri, Afganistan, Yugoslavya, Irak ve Libya’da yaptığını Suriye’de de yapmak istiyor. “Büyük Ortadoğu Projesi”nin bir parçası olarak Suriye’ye bugünlerde saldırmaya hazırlanıyor. Çünkü Emperyalistler kendilerine ne Ortadoğu’da ne de dünyanın herhangi bir yerinde bir direnç noktası kalsın istemiyorlar. Bugün için Ortadoğu’da Antiemperyalist ülke olarak Suriye ve kısmî de olsa İran var. İşte bu yüzden AB-D Emperyalistleri “ya bendensin ya düşmanımsın” diyerek bugün Suriye’ye, sonrasında da İran’a saldırmak istiyor. Karşıdevrimcilerden derleşik “Suriye Ulusal Konseyi” ve diğer “Suriyeli Muhalifler”le onların askeri kanadı görevini yürüten “Özgür Suriye Ordusu” ve diğer çapulcu çeteler, toplantı üstüne toplantı yaparak, Suriye Halkına ve yönetimine karşı güçlerini birleştirmeye çalışıyorlar. Birkaç gündür İstanbul’da bu iş için toplantılar yaptılar. Bugün de “Suriye’nin Dostları” adlı Grubun İkinci Konferansı gerçekleştiriliyor, Kongre Merkezi’nde. Ve bu toplantıya ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da katılıyor. Birleşmiş Milletler ve Arap Birliği’nin Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın girişimleri ve Suriye yönetiminin de kabulü ile bir antlaşma imzalanmış durumda. Fakat AB-D Emperyalistleri bunlarla yetinmiyorlar ve yetinmeyecekler. Onların ana amacı, Suriye’yi bölmek, parçalamak, yönetimini devirmek ve kendi aşağılık işbirlikçileri kanalıyla Suriye üzerinde tahakkümlerini kurmak, BOP yolunda yeni kazanımlar elde etmektir. Değerli Basın Emekçileri, Suriye, farklı dinlerin ve ırkların kardeşçe yaşadığı, eğitimin ve sağlığın parasız, yaşam standartlarının insanca olduğu bir ülke. Kaldı ki Suriye’nin kendi iç sorunları da olabilir. Her ülke gibi bu sorunlar o ülkenin kendi iç sorunlarıdır ve o sorunları o ülkenin halkları çözer. Suriye’den gelen mülteciler ülkemiz topraklarında, Hatay’ın Yayladağı’ndaki ÇADIR KENTLERE yerleştirildiler. Şimdi de Reyhanlı, Antep, Kilis ve Şanlıurfa’dakiler eklendi. Tayyipgiller, çadır kentleri kurdukları il sayısını arttırarak, Suriye’de olayların vahametinin arttığı yalanını kamuoyuna yutturmaya çalışmaktadırlar. Emperyalistlerin ve onların Türkiye’deki işbirlikçisi Tayipgiller’in bu halk düşmanı saldırılarına ülkemizdeki satılmış medya ve kalemşorları çanak tutarak ortak olmakta ve Suriye’de halkın Esad yönetimini istemediğini pompalamaktadır her gün. Ama gerçekte olan bunun tam tersidir. Milyonlarca Suriyeli (Şam’da 5 milyon, Halep’te 3 milyon, Lâskîye’de 1,5 milyon) her hafta yollara dökülerek Esad’a ve ülkelerine sahip çıkmaktadır. Ayrıca bütün dünya halkları Suriye için destek eylemleri yapmaktadır. 21 Mart günü tüm Suriyeliler, bütün ülke, gece boyunca yollardaydı. Hıristiyanı, Müslümanı, Kürdü, Arabı, Suriye Marşını bir ağızdan söyleyerek “Allah Suriye Beşşar Vu Bes (Yalnız ve Sadece Allah Suriye Beşşar)”, “Le Türkiye vle Hürriyye Allah Suriye Beşşar Vu Bes” (e Türkiye e Hürriyet Yalnız ve Sadece Allah Suriye Beşşar) sloganlarıyla meydanları inletti. Suriye Halkı Esad’ın yanında olduğunu haykırıyor. Şimdi soruyoruz: bu ülkede emperyalistlerin ve Tayyipgillerin iddia ettikleri olaylar olsaydı ülkenin milyonlarca insanı; Hıristiyanı, Alevisi, Sünnisi, Kürdü, Arabı sevgi ve güven duygularını ifade eden bu gösterileri yapar mıydı? Emperyalistler de Tayyipgiller de biliyorlar ki, Esad ve yönetimi, halkın tam güvenini kazanmıştır. Ve Suriye Halkıyla Esad yönetimini iktidardan deviremeyeceğini anlamış durumda. Bu yüzden saldırılarını hızlandırarak 18 Mart’ta Halep ve Şam’da eşzamanlı bombalama provokasyonu yaptılar. Şam’da 3 ayrı noktada mahallelere ve toplu taşıma araçlarına, Halep’te iki ayrı noktada gene mahallelere ve toplu taşıma araçlarına bombalı saldırıda bulundular. Dara ilinde evleri basarak, evin ABD ve AB Emperyalistlerinin Yeni Sevr Projesi’nin bir parçası: “Sözde Ermeni Soykırımı” Baştarafı sayfa 1’de Ankara İl Başkanı Sait Kıran tarafından okunan basın açıklamasında, Fransız Emperyalizminin “Ermeni Soykırımı” yoktur demeyi suç sayan tasarısının halkların arasına düşmanlık tohumu ekmeye yönelik bir planın parçası olduğu, 90 yıl önce Emperyalizmin Sevr Planı nasıl yırtılıp yüzlerine fırlatıldıysa, Yeni Sevr’e karşı İkinci Kurtuluş Savaşı ile K atliamcılık ve zalimlik, Fransız Emperyalistlerinin şeceresi demek. Nasıl unutulabilir Cezayir Halkına yönelik katliam ve zalimlikleri? Fransız Emperyalistlerinin Cezayir’de yaptıkları dünya halklarının belleğinde capcanlı durmaktadır hâlâ. Binlerce Cezayirliyi işkencelerde katletti, on binlercesini yıllarca cezaevlerinde çürüttü ve 1954-1962 yılları arasında süren Kurtuluş Savaşı esnasında tam 1 buçuk milyon Cezayirliyi öldürdü Fransız Emperyalistleri. Sadece Cezayir’de mi yaptı bu katliamları Fransa? Benin, Burkina-Faso, Cibuti, Çad, Gabon, Gine, Kamerun, Komor Adaları, Moritanya, Nijer, Senegal ve Tunus’ta da aynı zalim sömürgeci yöntemlerini uyguladı. 1956 yılında Arap Halkına karşı İngiltere ve Siyonist İsrail ile birlikte savaşa girişen Fransa’ydı. AB-D Emperyalistlerinin kışkırtmasıyla yüreklendirilen ve yaptıkları canilikleri kitaplaştıracak kadar insanlıktan çıkan Ermenilerin Hocalı Katliamı’nı görmezden gelen de Fransa’ydı. Yine AB-D Emperyalistlerinin Libya’daki petrol yataklarına sahip olma, Arap Halklarının düşüncesinden Yurtseverlik duygularını yok etme planı çerçevesinde, Yurtsever ve Arap Milliyetçisi Albay Kaddafi’yi yok etmek için Libya Halkının başına bombaları ilk olarak yağdıran da Fransa’ydı. zaferin kazanılacağı vurgulandı. “Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız” ve Mustafa Kemal-Lenin pankartlarının açıldığı basın açıklamasında, sık sık “Emperyalizm Yenilecek Direnen Halklar Kazanacak”, Emperyalist Fransa Ortadoğu’dan Defol”, Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi” sloganları atıldı. 23.01.2012 Ankara’dan Kurtuluş Partililer Şimdi o Fransa; AB-D Emperyalistlerinin “Yeni Sevr Projesi”nin bir parçası olan sözde Ermeni Soykırımı yalanına sarılarak kendi katliamcı ve zalimliklerle dolu yüzünü görmezden geliyor. AB-D Emperyalistleri Türkiye’yi üçe bölme senaryosu kapsamında, “Ermeni Sorunu”nu yeniden ısıtıp dünya kamuoyunun önüne sürmekte ve Fransız Emperyalizmi de bu kararı ile Halklar arasına bir kez daha düşmanlık tohumları ekmektedir. Fransa Meclisinde “Soykırım yoktur” demeyi cezalandıran tasarının kabul edilmesi Fransız Emperyalistlerinin düşünce ve ifade özgürlüğünü, kendi emperyalist çıkarları söz konusu olduğunda nasıl ayaklar altına alınacağını da tüm dünyaya göstermiştir. Ve Fransa Meclisinden geçen tasarı bugün Fransa Senatosunda görüşülmekte. Peki nedir “Ermeni Sorunu”? Bir “Ermeni Sorunu” var mıdır? Türklerle Ermeniler, On Birinci Yüzyılın başlarında, Çağrı Bey’in İran Yaylalarından bu yana geçerek Anadolu’ya yaptığı ilk keşif seferleri sırasında karşılaştı. Sonrasında, bildiğimiz gibi, Anadolu fethedildi. Bu sırada hemen tüm Ermeni Krallıkları, Bizans tarafından yıkılmış, Ermeniler Anadolu ortalarına kadar dağıtılmıştı. Bir iki küçük prenslik kalmıştı, yarı bağımsız durumda. Bizans, Ermeni Halkına etnik ve mezhepsel farklılığından dolayı yoğun bir baskı ve zulüm uygulamaktaydı. Türkler Anadolu’yu fethetmekle, Ermeni Halkını Bi- zans zulmünden kurtardılar. Onları yaşayışlarında ve inanışlarında serbest bıraktılar. Kiliselerine, dinlerine saygılı davrandılar. Ayrıca da Ermeni Halkını, Anadolu’nun diğer halklarını olduğu gibi, Bizans Derebeylerinin ekonomik zulmünden kurtardılar. Toprağı derebeylerin elinden aldılar, üretmen halkın kullanımına verdiler. Bu nedenlerden dolayı Ermeni Halkı, Türkleri ve onların yönetimini sevdi. İki Halk hemen anlaştı. Ve aralarındaki bu dostluk, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’ne gelinceye kadar sürdü. Bu harpte Osmanlı yenildi. Ve Balkanlar’da, Kafkaslar’da büyük toprak kayıplarına uğradı. Bundan sonra Rus Çarlığı, İngiltere, Fransa başta gelmek üzere tüm Batılı Emperyalistler, Ermeni Halkını ve Ermeni Burjuvalarını Osmanlı’ya ve onun Müslüman halklarına karşı kışkırttı. Ermeni Burjuvaları bu oyuna geldi. Ve bilindiği gibi ilk Ermeni İsyanı 1894’te Sason’da patlak verdi. Ermeni Burjuvalarının kışkırtıcıları, bölgenin Ermeni köylülerini, o güne dek kardeşçe yaşadıkları Kürt köylülerinin üzerine saldırttı. Gafil avlanan yüzlerce Kürt köylüsü katledildi. Malları yağmalandı, köyleri yakılıp yıkıldı. Bunu onlarca Ermeni İsyanı takip etti. Bu isyanlar İstanbul’da bile görüldü. Osmanlı Bankası işgal edildi. Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid’e Cuma Selamlığında suikast düzenlendi. İkinci Abdülhamid, şans eseri kurtuldu. Rus Çarlığı’nın ve Batılı Emperyalistlerin oyununa gelen-kandırılan, kullanılan Ermeni Burjuvaları, nüfusça ancak % 14 küsurunu oluşturdukları topraklarda yani Mersin’le Trabzon’u birleştiren hattın doğusunda kalan tüm Anadolu ve Kürt illeri üzerinde (ki şu anki Türkiye’nin hemen hemen yarısına tekabül etmektedir.) bağımsız bir Ermenistan Devleti kurmak istiyorlardı. Biz nüfusça bu kadar azınlık olma- içindeki çoluk çocuk tüm aile üyelerini tarıyorlar. Bunu da emperyalist medya, Esad yönetiminin katliamı diyerek veriyor. Emperyalistlerin kan emici örgütü Birleşmiş Milletler, artık Suriye’de güvenli bir ortam yoktur, diyerek kanlı planlarını uygulamak istiyor. Suriye’de Emperyalistlerle işbirliği içinde olan vatan haini muhaliflerin öldürdükleri insanların aileleri, anne babaları, yakınları; “canımız, kanımız Esad’a, güzel vatanımıza binlerce kez feda olsun” diyerek cenazelerini zılgıtlarla uğurluyorlar. Ve Suriye Halkı, vatanları üzerinde oynanan tüm emperyalist oyunlardan haberdardır. Emperyalistlere ve onun işbirlikçilerine karşı yekvücut olmuş durumdalar. Düne kadar “kardeşim” dediği Esad’a bugün hainlik eden Tayyip’e beddualar okuyorlar. Ve diyorlar ki: komşusuna hain olan kendi ülkesine ve halkına da düşmandır. Ne kadar doğru değil mi kardeşler? Tayyip ve şürekâsı kendi vatanına ve halkına hain ve zalim. Emperyalistler ve onların işbirlikçileri coğrafyamızda dinler savaşı çıkartmaya çalışıyorlar. Böylelikle bin yıllardan bu yana kardeşleşmiş, birbiriyle kaynaşmış halkları birbirine boğazlatmak istiyorlar. Emperyalistlerin ve Türkiye’deki işbirlikçisi Tayipgiller’in bu halk düşmanı saldırılarına ülkemizin satılmış kalemşorları ve medyası çanak tutarak ortak olmakta ve Türkiye Halklarına emperyalistlerin yalanlarını pazarlamaktadırlar. Ne acıdır ki, CIA’nın conileri “Özgür Suriye Ordusu” adı altında topladıkları emperyalist uşaklarına, Hatay’da askeri eğitim vermektedir. Ve bu orduya silah sağlanmasını istiyor Şimdilerde de Stratfor analistleri, Türkiye’nin gizli bir anlaşmaya dayanarak Suriye’ye müdahale edebileceğini savundu. 1998’de Türkiye’yle Suriye arasında imzalanan Adana Paktı’na göre Türkiye’nin izinsiz 15 km’ye kadar Suriye topraklarına girebileceği savunuluyor. AB-D Emperyalistleri bu Paktı bahane ederek ordumuzu saldırtmayı planlıyor, Suriye’ye. Tayyipgiller daha dün “Kardeşim” dediği Esad’ı da, AB-D Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda satmış ve AB-D Emperyalistlerinin gönüllü tetikçiliğine soyunmuşlardır. Libya’da, Afganistan’da AB-D Emperyalistlerinin tetikçisi olmaya boylu boyunca dalan Tayyipgiller, ellerine bulaşan kanlara şimdi de Suriye Halkının kanını eklemenin uğraşı içerisindedir. Kanla besleniyorlar, kanla semiriyorlar. Suriye Halkına karşı katliamlar yapan sözde “Özgür Suriye Ordusu”nu eğitebilmeleri ve daha da canavarlaştırmaları için CIA ajanlarına ülkemizin topraklarını açıyorlar Tayyipgiller. Tayyipgiller, ne acı ki, sahibinin sesidir. Sahipleri de başhaydut ABD’dir. Dün Bush’tu, bugün Obamadır. Sahipleri ne derse bunlar onu tekrarlar. Çünkü Tayyipgiller’i iktidara getiren de, orada tutan da ABD’dir. Bunlar boşuna mı yalvarıyorlar ABD’ye, “Bizi kanalizasyon deliğinden süpürme, kullan” diye? Süpürmedi, kullanıyor işte... Emperyalistler ve işbirlikçileri Tayipgiller doğaları gereği davranıyorlar. Halklar bir gün “Ey zalim!”, diyerek ayağa kalkacak ve çektikleri acıların hesabını, o acıları çektiren emperyalistlerden ve onların yerli uşaklarından mutlaka soracaklardır. Ve açıklamamızı bir Arap atasözüyle bitirmek istiyoruz: “Men Dakka duka” (Eden bulur.) Zalimler de ettiklerini bulacaklardır. Suriye halkı ve tüm mazlum halklar yerli yabancı emperyalistlerin aşağılık-iğrenç oyunlarını er geç bozacaktır. 01.04.2012 Yaşasın Halkların Kardeşliği! Suriye Halkı Yalnız Değildir! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi mıza rağmen burada bir devlet kurarsak, buranın ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman Türk, Kürt Halkıyla, diğer azınlıkları oluşturan Laz, Çerkez Halklarıyla, Hıristiyan Rum ve Yahudi Halkı ne olacak? Onlar nereye gidecek? diye sormuyorlardı. Hayaller âleminde yaşıyorlardı. Gözlerini akıl almaz bir hırs bürümüştü. Rus Çarlığı ve Batılılar, Osmanlı’yı çökertecek; buraları da bize verecek, diyorlardı. Daha doğrusu öyle sanıyorlardı. Oysa Batılı Emperyalistlerin amacı bambaşkaydı. Onlar, kendilerinin dışında kimseyi düşünmezler ve sevmezler. Hiçbir halk onların umurunda değildir. Tersine onlar, dünya halklarının başdüşmanıdır. Bugün de Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, olduğu gibi, mazlum dünya halklarını katleden, ülkeleri işgal ve talan eden onlardır. Doğayı mahvedenler de onlardır. Batılı Emperyalistlerin katliamcı, sömürgeci niyetlerini göremeyip oyuna gelen Ermeni Burjuvaları, Ermeni Halkından da, Osmanlı’nın Müslüman Halklarından da yüz binlerce masum insanın boş yere hayatını kaybetmesine, kanının akmasına sebep oldular. Yaşanan bir trajediydi. Bu trajedide mahva uğrayan Ermeni ve Osmanlı’nın Müslüman Halklarıydı. Baş aktörse bugün de olduğu gibi ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleriydi. AB-D Emperyalistlerinin amaçları aradan yıllar geçse de hiç değişmemiştir. Onların derdi Sevr’dir. Onlar 1920’de çökkün Osmanlı’ya imzalattıkları Sevr’le “Şark Meselesi” adını verdikleri emperyalist talan sorununu nihaî çö- züme ulaştırdıklarını sanıyorlardı. Kısa bir süreliğine rahatlamışlardı. Fakat iki milliyetten (Kürt ve Türk) oluşan halkımız, diğer azınlıklarımızla birlikte bu talan ve esarete karşı çıktı. Onların Sevr Haritasını parçalayıp suratlarına fırlattı. Emperyalistler, işte bu yüzden Birinci Kuvayimilliye’ye ve onun önderine düşmandırlar. Onların derdi Yeni Sevr’dir. Yeni Sevr’i hayata geçirebilmek için de dört elle sarıldıkları araçlardan biri, “Ermeni Soykırımı” yalanıdır. Emperyalizme karşı dünyada başarıyla sonuçlandırılmış ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı ile AB-D Emperyalistlerinin 90 yıl önceki Sevr planı kâğıt üzerinde kaldı ve o kâğıt parçası Türk ve Kürt Halkı tarafından yırtılarak AB-D Emperyalistlerinin yüzlerine fırlatıldı. Bugün yeni Sevr Projesi ile AB-D Emperyalistleri ülkemizi üç parçaya bölmeye, kardeşleşmiş iki halkı parçalamaya çalışıyorlar. Ne yazık ki AB-D Emperyalistleri halk düşmanı projelerini bir bir yaşama geçiriyor BOP, GOP, Yeni Sevr diyerek… “Büyük Ermenistan Projesi” diyerek… “Büyük Kürdistan Projesi” denerek halkların başına bombalar yağdırılıyor, yurtsever önderler katlediliyor, ülkeler işgal ediliyor, halklar arasına kan davaları sokuluyor. Bu “Proje”lerin hiçbirisi halkların çıkarlarına hizmet etmiyor, etmeyecek! Sadece AB-D Emperyalistlerinin aşağılık çıkarlarının hayata geçirilmesine hizmet edecek. Ama bu “Proje”ler, bu “Plan”lar sökmeyecek! Tarih, mazlum ulusların, mazlum halkların bir gün, ama mutlaka bir gün efendilerinin kölelik zincirlerini kırıp, kendi kaderlerini ellerine aldıklarının onlarca örneğiyle doludur. AB-D Emperyalistleri ve Yerli satılmış İktidarlar er geç yenilecek, kazanan Mazlum Halklar olacak ve halklar bu kez bir daha kaybetmemek üzere kendi kaderlerini ellerine alacaklardır. Buna inancımız tamdır. 23.01.2012 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 19 Yıl: 6 • Sayı: 58 /07 isan 2012 4+4+4 Tayyipgiller’in Türkiye’yi Ortaçağa götürme Projesinin bir parçasıdır Baştarafı sayfa 1’de kileyici ve ilgi çeken unsurlar oldu. And olsun ki; AB-D Emperyalizminin yönlendirmesiyle Tayyipgiller eliyle “Yeni Ortadoğu”ya hazır hale getirilmeye çalışılan ülkemize sahip çıkacak, emperyalizmin ve yerli uşaklarının bütün hayallerini boşa çıkaracağız. Demokratik-Laik-Anadilde Eğitimi ülkemizde ve tüm dünyada, ege- men kılacağız! 06.03.2012 Gerici-Faşist Eğitime Son! AKP, Gençlikten Elini Çek! Parasız Eğitim, Parasız Sağlık! İzmir’den Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri Ortaçağcı Tayyipgiller’in saldırıları Kamu Emekçilerini Yıldıramayacak! B ildiğimiz gibi Tayyipgiller’in “dindar nesil” yetiştirmek için dizayn ettikleri “4+4+4 Kesintili Eğitim Modeli” geçen hafta Eğitim Komisyonundan geçmişti. Bu Ortaçağcı kanun teklifi 27 Mart tarihinde Meclis Genel Kuruluna gelmeden önce yurtdışı seyahatine çıkan Tayyip, emrindeki milletvekillerine “ne yaparsanız yapın, ben dönene kadar bu tasarıyı Meclisten geçirin!” emrini vermişti. Verilen bu emre bir topuk selamı çakan AKP’li vekiller bir an önce bu teklifi yasalaştırmak için harekete geçmişler ve tasarıyı zaman kaybetmeden Genel Kurula getirmişlerdi. 27 Mart’tan itibaren Ortaçağcı İrtica’ya karşı duranlar, teklifin yasalaşmaması için çeşitli protesto gösterilerinde bulundular. KESK iki günlük grev kararı alarak yasaya olan tepkisini ortaya koydu. KESK, üyelerini Ankara’ya çağırarak Meclise yürüme kararı aldı. Anlaşılan, Tayyip yurtdışına çıkmadan önce sadece kendi milletvekillerine emir vermekle kalmamış, kendine bağlı tüm yerel yöneticilere de KESK’in eylemlerini terörize etme talimatı vermişti. Daha Ankara’ya gitmek için harekete geçilmeden önce İçişleri Bakanlığı tehditler savurmaya başlamış, valilikler sıkıyönetim uygulamalarını aratmayacak tedbirler almıştı. Tayyipgiller’in polis teşkilatı, çeşitli bölge- lerde KESK otobüslerini hareket etmeden zapt etmenin uğraşı içine girdi ve başta İzmir olmak üzere birçok ilden gelmeye çalışan kamu emekçilerini şehir sınırlarının dışına çıkartmadı. İçişleri Bakanlığı marifetiyle yapılan bu provokasyon sonucu birçok ilde kamu emekçileri son model teçhizatlara sahip çevik kuvvet polislerinin saldırısına uğradı. İzmir’de akşam saatlerinde başlayan direniş, gecenin ilerleyen saatlerine kadar sürdü. Adana’da da saldıran polis onlarca kamu emekçisini gözaltına aldı. Yine Kocaeli’nde polis saldırısına uğrayan kamu emekçileri direndiler, gaz yediler, tazyikli suyla dağıtılmaya çalışıldılar. Bursa’daki kamu emekçileri, otobüslerini bırakıp özel araçlarıyla Ankara’ya gelmek zorunda kaldılar. Tayyipgiller’in kolluk kuvvetleri diğer birçok ilde de kamu emekçilerine yönelik türlü engellemeler, provokasyonlar, saldırılar gerçekleştirdiler. Tüm engelleri aşıp Ankara sınırına gelenler ise gişelerde saatlerce bekletildi. İstanbul’dan giden yaklaşık 15 araçtaki tüm kamu emekçilerinin teker teker kimlikleri toplanarak GBT’lerine bakıldı. Amaç eyleme gidenlerin fiziksel ve psikolojik direncini zayıflatmaktı. Nihayetinde Ankara sınırları içerisine geçebilenleri burada binlerce polis bekliyordu. Çeşitli illerden gelen kamu emekçilerinin buluşmasını engellemek için polis bütün şehri ablukaya aldı. İstanbul’dan gelen kamu emekçilerinin yolunu kesen polis, otobüsleri Tandoğan’a yönlendirdi. Burada, Büyükşehir Belediyesi civarındaki tüm yolları kapattı ve bir süre sonra saldırdı. Yoğun bir şekilde tazyikli su ve biber gazı kullanan polis kitleyi dağıtamadı. Tekrar toplanan kamu emekçileri sloganlarla kararlılıklarını bir kez daha gösterdiler. Buradaki yaklaşık sekiz saatlik bir bekleyişten sonra dağılan kamu emekçileri Kızılay’da toplanan kitle ile buluştu. Kızılay’da GMK Bulvarı üzerinde toplanan kitle Meclise yürümek istedi fakat polis yine yolları kesmişti. Geceyi burada geçiren kamu emekçilerinin sayısı sabahın erken saatlerinden itibaren gittikçe artmaya başladı. Uzun bir bekleyişten sonra Tayyipgiller’in kolluk kuvvetleri saat 15.30 civarında binlerce insanın üzerine kontrolsüz biçimde tazyikli su ve biber gazı sıkarak saldırıya başladı. Meşhur “TOMA” araçlarının ilerlemesiyle birçok insan ezilme tehlikesi geçirdi. Onlarca kamu emekçisi yaralandı, yüzlercesi gazdan fenalaştı. Tandoğan’a doğru çekilen kitle burada bir basın açıklaması gerçekleştirerek eylemlerine son verdi. Tayyipgiller’in gözü dönmüş polisleri, kitle dağılırken dahi biber gazlarıyla saldırmaya devam etti. Ankara’da yaşanan saldırıları protesto eden binlerce kamu emekçisi de bulundukları yerlerde çeşitli eylemler yaparak desteklerini sundular. Biz Kurtuluş Partililer de, hem Ankara’da hem de polisin engellemesinden dolayı ayrılamadığımız illerimizde iki günlük eylemlilik sürecinde en ön saflarda mücadele verdik, bayrağımızı dalgalandırdık. Yapılan iki günlük grev ve eylemler, Ortaçağcı İrtica’nın, Tayyipgiller’in geldiği son noktayı göstermesi açısından önemlidir. Hep söylediğimiz gibi bunlar insancıl olan her şeye karşıdır. Yapılan saldırılarda da netçe görüldüğü gibi kendilerinden olmayanlara tahammülleri yoktur, onları ezmek, yok etmek isterler. Bunun için gereken tüm faşizan yöntemleri kullanmaktan çekinmezler. Ne var ki bu ülkenin işçilerini, emekçilerini ezmeyi, yok etmeyi başaramayacaklar. Toplumun her kesimine böyle aşağılıkça saldırmalarının sebebi yüreklerinde taşıdıkları korkudur. Halklarımız bu Ortaçağcı güruhu korktukları sona uğratacak ve tarihin çöplüğüne gönderecektir. Bundan en ufak bir kuşkumuz yok! Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri Ortaçağcı “4+4+4 Eğitim Modeli”ni İstanbul’da protesto ettik “D indar bir nesil yetiştireceğiz” diyerek kafalarındaki Ortaçağcı toplum özlemlerini pervasızca dile getiren Tayyipgiller, her alana olduğu gibi eğitim alanına yönelik saldırılarına da hız kazandırmış durumda. Halkımızı Allah’la aldatan bu din bezirgânlarının geçtiğimiz günlerde yasalaştırdığı bu Ortaçağcı eğitim modeli okullarımızı medreselere, öğretmenlerimizi mollalara, öğrencilerimizi ise müritlere dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Ortaçağcı Gericiliğe karşı her zaman amansız bir savaşım yürüten biz Kurtuluş Partililer “4+4+4 Kesintili Eğitim Modeli”ne dair kanun teklifini, henüz Meclis Genel Kuruluna gelmeden 04 Mart’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda yaptığımız bir basın açıklamasıyla protesto ettik. 4+4+4 Ortaçağcı eğitim modelinin gerici ve halk düşmanı yönlerini içeren basın açıklama- A mızı Kurtuluş Partisi İstanbul İl Başkanı’mız Av. Pınar Akbina okudu. Ta y y i p g i l l e r ’ i n ideolojisinin CIA İslamı olduğunu belirterek açıklamasına başlayan Av. Pınar Akbina bu kanun teklifiyle amaçlanan şeyin halkımızı Ortaçağ karanlığına hapsetmek olduğunu belirtti. Kanun teklifinin halk düşmanı yönlerini birer birer sıralayan Yoldaş’ımız; Tayyipgiller’in okuyan, eğitimli bir nesil istemediğini, çocuk işçiliğini ve dershaneleri yaygınlaştırma amacında olduğunu belirtti. Ülkemizin kanayan bir yarası olan “çocuk gelin” olgusunun daha da artacağını ifade ederek konuşmasına devam eden Yoldaş’ımız kanun teklifinin, mevcut haliyle bile gerici olan eğitim sistemimizi daha da geriye götüreceğini vurguladı. İlgiyle izlenen basın açıklamamız sırasında sık sık “Şeriat Ortaçağdır”, Gün Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek”, Demokratik, Laik, Anadilde Eğitim”, “Ucuz İşgücü Olmayacağız” sloganlarımızı coşkulu biçimde haykırdık. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer “4+4+4 Kesintili Eğitim Modeli”, Tayyipgillerin Halkımızı Ortaçağ Karanlığına Götürme Projesinin Bir Parçasıdır B-D Emperyalistleri tarafından iktidara getirildiği günden beri halk düşmanı politikalara aralıksız bir şekilde devam eden Tayyipgiller, eğitim alanına da öldürücü bir darbe vurmak için harekete geçmiş durumda. İdeolojisi CIA İslamı olan, Ortaçağ karanlığının özlemi ile yanıp tutuşan Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcisi Tayyipgiller, zaten yazboz tahtasına çevirdikleri, eski gerici halinden bile fersah fersah geriye götürdükleri eğitim sistemimizi bu kez topyekûn imha etmenin derdindeler. Bugünkü MEB’e kısaca bir göz atmak, eğitim sistemimizin neden ve nasıl böylesine acınası bir noktaya getirildiğini anlamamıza yeter. Bildiğimiz gibi bugün Milli Eğitim Bakanlığı’nın tepesinde intihal, yani akademik hırsızlık yaptığı YÖK tarafından saptanmış, kesinleştirilmiş bir bakan bulunmaktadır. Böyle bir bakanın emrindeki bakanlıktan bilimsel, demokratik, laik bir eğitim beklemek zaten eşyanın tabiatına aykırıdır. Emperyalistlerin iktidarda tuttukları 10 yıl boyunca Tayyipgiller, okullarımızı medreselere, öğretmenlerimizi mollalara, öğrencilerimizi ise müritlere çevirmenin mücadelesini vermiştir hep. Örneğin, Amerikancı Siyasal İslam’ın bayrağı türban, bir zamanlar üniversitelerimizde tartışma konusuyken, artık ilköğretime giden zavallı, hiçbir şeyden haberdar olmayan kimi kız çocuklarımızın bile derslerde başına örttüğü bir giysi oldu. Devlet tarafından Tayyip posterleri eşliğinde gönderilen ders kitaplarında yer alan anti bilimsel hurafelerden okullarda toplu olarak namaz kılmaya, AB-D Emperyalistlerinin ve CIA’nın kucağında dincilik oynayan İblis Fethullah’ın öğrencilerimizi kıskaca almasından, “Emniyette suçluların kanını alıp gen haritası çıkarsınlar. Çocuk doğduktan sonra analizi yapılsın. Vatana, millete, bu ülkeye zararlıysa yürümeden yok edilsin” diyen ruh hastası okul müdürlerine kadar birçok şey, her alanda olduğu gibi, eğitim alanında da Ortaçağcı-halk düşmanı gidişin büyük bir ivme kazandığının göstergesidir. Gemi iyice azıya alan Tayyipgiller de zaten saklamamaktadır amaçlarını. “Dindar bir nesil yetiştireceğiz” sözünün gereklerini yerine getirmektedirler. Tabiî onların “dindar” kelimesinden kastettiği şeyle temiz din duygularına sahip olan halkımızın anladığı şey aynı değildir. Onlara göre dindarlık, kayıtsız şartsız AB-D Emperyalistlerinin emrinde, onların güdümünde yaşamaktır. Hep söylediğimiz gibi, onların Tanrısı para, Kıblesi emperyalizm, ibadetleri ise halka zulümdür. Amaç “dindar nesil yetiştirmek” ise elbette ki işe, eğitim sistemini iğdiş ederek başlamaları gayet doğaldır. Bu kapsamda Tayyipgiller kamuoyunda “4+4+4” olarak bilinen kanun teklifini gündeme getirmişlerdir. “İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi” 20 Şubat 2012 tarihinde AKP Meclis Grubu tarafından TBMM Başkanlığı’na verilmiş, 23 Şubat tarihinde ise meclise getirilmiştir. Tayyipgiller zaten bozuk olan eğitim sistemimizi bütünüyle kendi aşağılık çıkarlarını gözeten bir mekanizma haline getirmeyi o kadar önemsemiştir ki, 27 Şubat tarihinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu toplantısına MEB’in tescilli hırsız bakanı Ömer Dinçer de katılmış ve MGK’ya bu operasyonla ilgili bilgiler vermiştir. Meclise getirilen kanun teklifi, birkaç gün içinde TBMM Alt Komisyonu’na gönderilmiş, bu komisyona sendikalar ve İmam Hatip Lisesi Mezunları Derneği Başkanı da dahil olmak üzere birçok kurumun temsilcileri davet edilmiştir. Bu komisyonda da dostlar alışverişte görsün kabilinden yapılan tartışmalar sonrasında, özle ilgili olmayan, ufak rötuşlar şeklindeki birkaç değişiklikle kanun teklifi tekrar meclise gönderilmiştir. Ancak Tayyipgillerin de netçe belirttikleri gibi kanun teklifinin ruhunda hiçbir değişiklik olmamıştır. Zaten AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli de Alt Komisyondaki gösterme- lik değişiklikleri kastederek “… ama bu geri adım değil, asli bir değişiklik değil. Düzenlemenin temel unsuru asla değişmiyor” diyerek amaçlarından milim sapmadıklarını söylemektedir. Verildiği ilk haliyle Kanun teklifinin içeriğini incelemek, Tayyipgiller’in hayalindeki eğitim sisteminin ne olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Kafalarındaki Ortaçağcı eğitim modelini biraz daha yakından inceleyelim: Meclise getirildiğinde kanun teklifindeki göze çarpan en önemli özellik, 1997 yılında değiştirilen 4306 Sayılı Kanun ile 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu’nun 9. maddesi ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 23. maddelerinin öngördüğü “İlköğretim kurumları sekiz yıllık okullardan oluşur. Bu okullarda kesintisiz eğitim yapılır ve bitirenlere ilköğretim diploması verilir.” uygulamasını ortadan kaldırmasıdır. Yani Tayyipgiller 8 yıllık zorunlu eğitimi ortadan kaldırmayı amaçlamışlardır. Teklifin ilk biçiminde 4 yıl okuyan öğrencilerimize “mesleki eğitim” aldatmacasıyla akademik eğitimlerini bırakma serbestîsi getirilmek istenmiştir. Tayyipgiller şu an için çok ileri gittiklerini düşünmüş olacaklar ki birinci dört yıl sonrası okuldan ayrılma hakkını tanımaktan vazgeçmişlerdir. Alt komisyondan geçtiği biçimiyle, ikinci dört yıl, yani İlköğretim sonrası öğrencilere lise eğitimini “açık öğretim” biçiminde tamamlama hakkı tanımışlardır. İşte buna da “12 yıllık zorunlu eğitim” adını vererek her zamanki aşağılık demagoji alışkanlıklarını tekrarlamaktadırlar. Tayyipgiller için halkımızın okuması, bilimle tanışması, dünyayı nesnel bir gözle değerlendirebilmesi, kendi varlıklarının sonu anlamına gelmektedir. Bu yüzden “bize okuyan insan gerekmez” mantığından hareket etmektedirler. Onlar için önemli olan bilimsel düşünme yeteneğinden arınmış kitlelerin kendilerine sorgusuz sualsiz, yaşamları boyunca biat etmesidir. 8 yıllık kesintisiz eğitimi ortadan kaldırma planlarında gözettikleri en önemli amaç, imam hatip liselerinin 6, 7 ve 8’inci sınıflara denk gelen bölümlerinin tekrar açılmasıdır. Devrimci Gelenekli Ordu Gençliğimizin baskısıyla gerçekleştirilen 28 Şubat ilerici hareketinin 8 yıllık kesintisiz eğitimi zorunlu hale getirmesiyle birlikte imam hatiplerin bu kademeleri kapatılmıştı, bildiğimiz gibi. Tayyipgiller bu kanun teklifiyle 28 Şubat’ın da intikamını almaktadır. Bunu da gizlememektedirler. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz şunları söylemektedir: “Şu anda eğitimde bir reform yapmaya çalışıyoruz, 28 Şubat’ın en son kalıntılarından biri de böylece temizlenmiş olacak. e yaptılar o tarihte, sırf imam hatip liselerini kapatmak için bütün mesleki eğitim sistemini kurban ettiler.” (Radikal, 26 Şubat 2012) Tayyipgiller’in birinci dört yıldan sonra açık öğretim hakkı tanımaktan vazgeçmeleri imam hatiplerin orta bölümünden vazgeçmeleri anlamına gelmemektedir. Bizzat bakanın da ifade ettiği gibi bu bölümler kesinlikle tekrar açılacaktır. Ayrıca ikinci kademeye konulacak olan “seçmeli” dini içerikli dersler de bir nevi imam hatiplerle aynı işlevi görecektir. Kesintili eğitim modeline göre, 4 yıllık eğitimi tamamlayan 9 yaşındaki bir öğrenci, ikinci dört yıllık eğitimi için imam hatipleri tercih edebileceği gibi, normal okullarda da seçmeli Kuran ve dini içerikli dersler alabilecektir. Yani bu durumda 6, 7, ve 8’inci Sınıfların da imam hatipleştirilmesinin yolu açılacaktır. Dolayısıyla, kanun teklifi son haliyle de “dindar nesil” yetiştirmenin sistemini öngörmektedir. 8’inci yıldan sonra eğitimini açık öğretim biçiminde devam ettirme kararı alan öğrencimizin karşısına çıkacak en olası seçenek, Parababalarının yarattığı işsizlik ve pahalılık düzeninde geçimini sağlayamayan aileye ufak da olsa katkıda bulunabilmek için bir işe girip çalışmaktır. Tayyipgiller bunu “mesleki eğitim” olarak dillendirmektedir. Bu görüş çağdışı, bilimle de pedagojiyle de hiçbir ilgisi olmayan bir görüş- tür. Henüz akademik eğitimin ilk aşamalarını bile tam anlamıyla tamamlamamış bir öğrencinin daha o yaşta çalışacağı mesleği belirleyebilmesi mümkün değildir. Mesleki tercih, ancak uzun bir eğitim sürecinin sonunda bilimsel veriler kullanılarak yapılabilir. Üstelik Tayyipgiller bu düzenleme ile şu anda 13 olan çıraklık yaşını 11’e düşürmek istemiş fakat bundan şimdilik vazgeçmiştir. Kısacası Tayyipgiller, Parababaları düzeninin devamı için çocuk işçiliğini yaygınlaştırmanın, ucuz işgücü sağlamanın peşindedirler. Bugün meslek liselerinde staj yapan öğrencilerimizin çektiği sıkıntılar çok iyi bilinmektedir. Çıraklık eğitimi alacak olan ve açık öğretimde okuyup aynı zamanda çalışan öğrencilerimizin de kat be kat daha fazla ezileceği, sömürüleceği gün gibi ortadadır. Yani bu yasayla birlikte “haydi minik eller parababaları için artı değer üretmeye” dönemi başlayacaktır. Tayyipgillerin kafasındaki “kesintili eğitim” modelinde okulundan ayrılacak öğrencimiz eğer bir kız öğrenci ise durum daha da vahimleşiyor. Yapılan bir araştırmaya göre 28 Şubat’ın bir kazanımı olan 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim modeli sayesinde kızlarımızın 16 yaşında evlenme olasılığı % 44, 17 yaşında çocuk sahibi olma olasılığı ise %36 azalmıştır. Kadını daima ikinci, hatta üçüncü sınıf yaratık olarak gören Tayyipgiller, Ortaçağcı zihniyetleriyle kızlarımızı evlere hapsetmenin peşindedirler. Bugün ne yazık ki sekiz yıllık kesintisiz eğitime rağmen okula devam etmeyen kızlarımızın sayısı diğer ülkelere oranla zaten haddinden fazladır. Buna bir de okuldan ayrılmayı, açık öğretim şeklinde devam etmeyi keyfiyete bağlayan düzenleme eklendiğinde; özellikle bazı bölgelerimizde kızlarımızın 12, hatta 8 yıl okula devam etmelerini beklemek hayaldir. Kısacası bu düzenleme ile “haydi kızlar kocaya” dönemi hayal edilmektedir. Yapılan düzenleme ile ilköğretim ikinci kademede farklı bir okula geçileceği için kaçınılmaz olarak merkezi bir sınav yapılması gerekecektir. Bugün ülkemizde merkezi sınav demek, dershane demektir, dershane ise para demektir, bildiğimiz gibi. Örneğin üniversite sınavına hazırlanan öğrencilerimiz YGS ve LYS gibi merkezi sınavlardan iyi bir derece elde edebilmek için dershanelere yılda yaklaşık 3.2 milyar dolar (yaklaşık 5.6 milyar TL) harcamaktadırlar. Sadece lise öğrencileri değil, ilköğretimin ikinci kademesinin başladığı 6’ncı Sınıftan itibaren ilköğretim öğrencilerimiz de her yıl yapılan SBS sınavı için akın akın dershanelere koşmaktadırlar. Yapılan düzenleme ile iyi bir okula gidebilmek için artık Birinci Sınıftan itibaren öğrencilerimiz dershanelere yazılmaya başlayacaktır. Öğrencilerimiz çocukluklarını yaşayamadan bugünkünden de beter bir sınav cenderesinin içinde kaybolup gideceklerdir. Yani bu kanun teklifi yasalaşınca “haydi parası olan çocuklar dershaneye” dönemi başlayacaktır. Dershanelerin ezici çoğunluğu da başta İblis Feto olmak üzere din bezirgânlığı yapan “cemaatler”in elinde olduğu için Ortaçağcılar bir taşla iki kuş vurmuş olacaklardır. Kısacası, halk düşmanı yönlerini daha uzun uzadıya anlatabileceğimiz bu kanun teklifi tepeden tırnağa Ortaçağcı-gerici bir eğitim ve bunun sonucunda da Ortaçağ karanlığına götürülmüş, afyonlanmış, cellâtlarına secde eden bir toplum yaratmayı amaçlamaktadır. Ama başaramayacaklar. Bu ülkenin gerçek devrimcileri, demokratları, laikleri, çalışan, alın teri ile geçinen çilekeş insanları bu gidişe izin vermeyecek. Başta İşçi Sınıfımız olmak üzere, yerli ve yabancı Parababalarının zulmüne maruz kalan tüm kitleler, partisi etrafında, Kurtuluş Partisi etrafında örgütlenecek, bu hayasızca gidişe bir son verecek ve Demokratik Halk İktidarını kuracaktır. 04.03.2012 Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri 20 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 97’nci yılında Çanakkale Zaferi’ni Kutlamak üzere Çanakkale Halkıyla buluştuk Baştarafı sayfa 24’te latmaya çalıştık. 18 Mart sabahı diğer bölgelerden gelen yoldaşlarla birlikte İskele Meydanı’nda buluşarak, tören alanı olan Cumhuriyet Meydanı’na, basın açıklamamızı yapmak üzere yürüyüşe geçtik. Yaklaşık 400 kişilik kortejimizle, pankartlarımızla, dövizlerimizle, bayraklarımızla ve coşkulu sloganlarımızla alana girerek, önce çelenk törenimizi gerçekleştirdik, ardından ülkemizin bağımsızlığı mücadelesinde şehit düşenler adına 1 dakikalık saygı duruşu ile eylemimize başladık. Basın açıklamasını okuyan Partimiz Genel Sekreter Yardımcısı Av. Tacettin ÇOLAK; Çanakkale Zaferi’ni coşkuyla kutlarken, ülkemizin Ortaçağın karanlığına götürülmesine seyirci kalmayacağımıza, Çanakkale Zaferi’nin Emperyalist Çarlık Rusyası’nı yerle bir eden Lenin Önderliğindeki Büyük Ekim Devrimi’nin de önünü açtığına, Lenin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nin, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın ilk ve en büyük müttefiki olduğuna değindi. Basın açıklaması sırasında “Çanakkale Geçilmedi, Geçilmeyecek”, “Kahrolsun AB-D Emperyalizmi”, “Şeriat Ortaçağdır” sloganları atıldı. Açılan Mustafa Kemal-Lenin pankartı Çanakkale halkı tarafından ilgi gördü. Ardından tekrar İskele Meydanı’na yürüyerek, Gelibolu yarımadası şehitliklerini ziyarete gittik. İlk durağımız olan Büyük Anafartalar Köyü, savaşın en çetin geçtiği yerlerden birisi idi. Burada düşen şehitleri saygıyla anarak yolumuza devam ettik. Sonrasında, Mustafa Kemal’in: “Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! “Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçikle yan yana koyun koyunasınız. “Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen Analar! Çanakkale Çanakkale Çanakkale Konya “Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.” nutkunu söylediği ANZAC (Avustralya ve Yeni Zelanda Kolordusu’nun baş harfleridir) Mezarlıkları ve Anzac Koyu’na geldik. Ardından, Anafartalar Grup Komutanı Albay Mustafa Kemal’in “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir” emrini verdiği 57. Alay ve bir şarapnel misketi ile cep saatinin parçalandığı ve gözetleme yeri olan Conk Bayırı’na vardık. Devamında 41.7 metrelik boyu ile herkesin görmek için can attığı ve Çanakkale’nin en meşhur anıtı Çanakkale Şehitler Abidesi’ne vardık. Burada yapılan konuşma ile emperyalizme karşı mücadelemizi her alanda sürdüreceğimizi belirterek eylemimize son verdik. Tıpkı Çanakkale Zaferi’nde olduğu gibi, Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi; Emperyalistleri ve onların yerli uşaklarını bir daha geri dönmemecesine inlerine göndereceğiz. Ülkemizde Sosyalizm bayrağını dalgalandıracağız. Ve bunu, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere, bin yıldır birlikte yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, Devrimci gelenekli Ordu Gençliği’mizle, bilim insanlarımızla, köylümüzle, tüm ezilen-soyulan halkımızla birlikte başaracağız. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dediği gibi: “Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir. Onun için bu zaferi ne kadar kutlasak yeridir.” Çanakkale’den Kurtuluş Partililer HKP Seydişehir İlçe Örgütü’nden Eylem ve Konferans: Çanakkale Zaferi’nin 97’nci Yılı, Seydişehir Halkının da katılımıyla coşkuyla kutlandı Kurtuluş Partisi İlçe Örgütü olarak, Seydişehir’deki ilk eylemimizi, Çanakkale Zaferi’nin 97’nci yılında gerçekleştirdik ve Hükümet Meydanı’nda gerçekleştirdiğimiz bir basın açıklamasıyla Partimizin düşüncelerini halkımızla paylaştık. Parti Genel Merkezimizin hazırladığı ve İlçe Başkanımız Hasan Çatlı’nın okuduğu basın açıklaması esnasında attığımız sloganlarla, AB-D Emperyalistlerine ve Tayyipgiller’e olan öfkemizi haykırdık. Halkımızın da ilgiyle izlediği eylemimiz bize büyük coşku verdi. Basın açıklamasından sonra Parti binamızda Konferans etkinliğimiz yapıldı. Parti üyelerimizin ve Seydişehir Halkımızın da kitlesel katılımıyla “Tüm Mazlum Ulusların Emperyalizme Karşı Kazandığı Çanakkale Zaferi ve Günümüz Türkiye’si” adıyla yapılan Konferansımıza konuşmacı olarak, Başkanlık Kurulu Üyemiz Gürdal Çıngı Yoldaş’ımız katıldı. İlçe Başkanımız Hasan Çatlı’nın yaptığı kısa bir açış konuşmasından sonra, Gürdal Çıngı Yoldaş söz aldı. Gürdal Çıngı Yoldaş, akıcı bir dille Çanakkale Zaferi’nden yola çıkarak Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mız ve günümüz hakkında genişçe bilgi aktardı. Gürdal Çıngı Yoldaş, Çanakkale Savaşlarının, Deniz ve Kara savaşları olmak üzere iki aşamada gerçekleştiğini anlatarak, önce deniz savaşlarını anlattı. Ardından kısaca kara savaşlarını anlattı. Çanakkale Savaşları’nın sonuçlarının dünya çapındaki önemini başlıklar halinde aktararak, İtilaf Devletleri Emperyalistlerine karşı kazandığımız bu zaferin bir sonucu olarak da Rusya’da Büyük Ekim Devrimi’nin gerçekleştiğini, Çanakkale Zaferi’nin bu devrimin çabuklaşmasını sağladığını söyledi. Gürdal Çıngı Yoldaş’ımız, Mustafa Kemal’in bu savaşlarda kanıtladığı askercil dehasına, Antiemperyalist tutumuna ve Tam Bağımsız Türkiye idealine dikkat çekerek, Mustafa Kemal’i ve Birinci Kuvayimilliyecileri bu yüzden savunduğumuzu söyledi. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın da henüz 17 yaşında olmasına rağmen Birinci Kuvayimilliye’ye, bağımsızlık savaşına katıldığını, gösterdiği üstün başarılar sayesinde Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığı’na yükseldiğini dile getirdi. Büyük Ekim Devrimi Önderi Lenin Usta’nın ve Ekim Devrimcileri’nin Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda en büyük destekçimiz olduğunu söyledi. Devrim sonrası, Bolşevik iktidarın, Çarlık döneminde işgal ettikleri yerlerden ordularını geri çektiğini ve çekilirken de ellerindeki bütün silah ve cephaneleri Kurtuluş Savaşçılarımıza bırakıp gittiklerinin altını çizdi. Ve Kurtuluş Savaşı’mız esnasında Lenin’le Mustafa Kemal arasındaki kardeşçe yakınlığın altını çizdi. Yoldaşımız konuşmasında, Ulusal Kurtuluşu sağlayan Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın, bu devrimi gerçekleştiren Burjuva önderlik yüzünden yarım kaldığını, Sosyal Kurtuluşla taçlanmadığını, günümüz meselelerinden örnekler vererek açıklayarak, Partimiz önderliğinde verilmekte olan İkinci Kurtuluş Savaşı’yla Sosyal Kurtuluşun da mutlaka ama mutlaka başarılacağını vurguladı. İşçi Sınıfı önderliğinde kurulacak Demokratik Halk İktidarı’mızın Türkiye Halklarının gerçek kurtuluşunu sağlayacağını vurguladı. AB-D Emperyalistlerinin acımasız bir vahşet içinde dünyanın her noktasında halkları kanla boğduğunu, bunun kabul edilemez olduğunu anlattı. Yoldaş’ımız ayrıca AB-D Emperyalistlerinin “1000 devletli” bir dünya yaratmak istediklerini, dünya halklarına yönelik daha vahşi sömürü planlarının olduğunu, halkları birbirine boğazlatmak istediklerini, bu vahşi gidişe dur demek gerektiğini vurguladı. Gürdal Çıngı Yolaş konuşmasını, Usta’mızın “Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir. Onun için bu zaferi ne kadar kutlasak yeridir.” sözleri ile bitirdi. Seydişehirli Kurtuluş Partililer olarak, mücadelemizi yükselterek sürdüreceğiz. Tâ 12 Eylül öncesinden militan bir mücadele yürüttüğümüz ilçemizde her gün yeni mevziler kazancağız. Ve Seydişehir Halkımızı Partimiz saflarında mutlaka örgütleyeceğiz. Seydişehir’den Kurtuluş Partililer *** İskenderun Çanakkale Zaferi’mizi İskenderun’da gün boyu süren etkinliklerle kutladık. İlk olarak basın açıklamamızı gerçekleştirmek üzere 18 Mart Pazar günü saat 13.00’da Partimiz önünden “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Çanakkale Geçilmedi Geçilmeyecek”, “Çanakkale Şehitleri Onurumuzdur” sloganları eşliğinde Boyacılar Parkı’na doğru yürüyüşe geçtik. Ardından “Çanakkale Zaferi sadece bizim değil, tüm mazlum milletlerin Emperyalizme karşı ilk zaferidir. Onun için bu zaferi ne kadar kutlasak yeridir” diyerek Çanakkale Zaferi’nin önemini vurgulayan Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın dava oğullarından İskenderun İlçe Başkanımız Ali Görülmez, Parti Genel Merkezimizce hazırlanan basın açıklamasını okudu. Basın açıklamamızı tamamladıktan sonra, “Tüm Mazlum Ulusların Emperyalizme Karşı Kazandığı Çanakkale Zaferi ve Günümüz Türkiye’si” adlı semineri gerçekleştirmek üzere parti binamıza döndük. Semineri partimiz Ankara İl Örgütü Sekreteri Av. Doğan ERKA Yoldaş gerçekleştirdi. Doğan Erkan Yoldaş seminerinde, Usta’mız Hikmet KIVILCIMLI’nın Çanakkale Zaferi’ni neden tüm mazlum milletlerin zaferi olarak tarif ettiğini analiz etti. Bizzat İngiliz Emperyalizminin o dönemki temsilcileri olan W. Churchill, Llyod George gibi savaş tacirlerinden yaptığı alıntılarla Doğan Yoldaş, Çanakkale Deniz Harekâtının temel amaçlarının İstanbul’u işgal etmek, henüz savaşta olmayan Balkan Uluslarını aktif biçimde savaşa çekmek, karadan bağlantılarının koptuğu Rusya’yı savaşta tutmak için bağlantı kurmak ve Bolşeviklere karşı gerici Çarlık iktidarına yardım etmek olduğunu anlattı. Emperyalistler açısından eğer bu amaçlar gerçekleşmiş olsaydı, dönemin İngiliz Savaş Bakanlığının en yakın hedeflerinin Arap topraklarını ele geçirerek bölmek (ne yazık ki bu hedef daha sonra gerçekleşmiştir) ve İskenderun’a da savaş üssü olarak yerleşmek olduğunu anlatan Yoldaş’ımız, böylece İskenderun Halkının dahi Çanakkale Zaferi’ne ve Mustafa Kemal’in önderliğine çok şey borçlu olduğunu anlattı. İşte bu nitelikleri sebebiyle, Anadolu Halklarının yanı sıra özellikle Balkan Halkları ve Rus devrimcileri ile bir süreliğine de olsa Arap Halkları açısından Çanakkale Zaferi’nin mazlum milletlerin ortak zaferi olduğu özetçe anlatıldı Yoldaş’ımız tarafından. Yine bu zaferin Mustafa Kemal’in askeri dehası ve kararlılığı ile büyük bir savaşçı ve komutan olarak tarih sahnesine çıkışı anlamına geldiğini söyleyen Doğan Yoldaş, “bu büyük Emperyalist Donanma Çanakkale Boğazı’ndan geçebilseydi, gemiler desteğinde yapılacak kara saldırısını defetmek de çok daha zor olurdu” diyerek bu stratejik noktaya da işaret etmiş oldu. Seminer, katılan özellikle genç yoldaşların Türkiye ve Dünya meselelerine ilişkin güncel sorularıyla ve verilen cevaplarla pekişerek devam etti. Seminerin ardından Çanakkale Zaferi’nin kutlanmasına ilişkin etkinliklerimiz tamamlanmış oldu. Tarih, Çanakkale Zaferi’mizdeki gibi, Türküyle, Kürdüyle ve diğer azınlıklarla tüm Anadolu Halklarının bir kez daha Emperyalizme diz çöktürmesine tanıklık edecektir. Buna inancımız hiç eksilmeyecek! İskenderun’dan Kurtuluş Partililer Seydişehir Seydişehir İskenderun Gaziantep *** Konya 500.000 kişilik dev orduyu yenen, emperyalizmin yenilebileceğini destansı bir şekilde kanıtlayan, tam bağımsızlık parolası ile verdiğimiz I. Kurtuluş Savaşı’mıza giden yolun en önemli kilometre taşlarından olan Çanakkale Zaferi’mizi Konya’da yaptığımız basın açıklaması ile Konya’nın ilçesi Seydişehir’de basın açıklaması ve seminer ile bir kez daha vurguladık, kutladık. Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü olarak, 18 Mart 2012’de Konya Zafer Meydanı’nda yaptığımız basın açıklamasını İl Sekreterimiz Mehmet ÜVER Yoldaş okudu. İşçiler, öğrenciler, aydınlarla birlikte yaptığımız basın açıklaması “Çanakkale Geçilmedi Geçilmeyecek”, “Çanakkale Şehitleri Ölümsüzdür”, “e ABD e AB Tam Bağımsız Türkiye”, “Emperyalistler İşbirlikçiler Geldikleri Gibi Gidecekler”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganları ile sık sık kesildi. Basın açıklamasını sonlandırmamızın ardından Seydişehir’de etkinlik yapmak üzere Şeydişehir’e gittik. Basın açıklamamız Konya yerel basınında yer aldı. Basın açıklamasını bitirirken bulunduğumuz Zafer Meydanı’nda bulunan Alperen Ocakları’ndan çoğu liseli çağında, kandırılmış, zavallı bir grup bize karşı sloganlar atmaya başladı. Amaçları halkımızı galeyana getirip bize saldırtmaktı. Fakat bu oyunları tutmadı. Biz Çanakkale Şehitleri’ni anarken onlar bize provokasyon yaptı. Çanakkale Şehitleri’ni anmaları gerekirken, o da olmadı “Komünistler anıyor biz niye anmıyoruz” diyerek utanacakları yerde provokasyon yaptılar. Bu kandırılmış gençlik ne yazık ki şimdilik Alperen Ocakları’nda, MHP’de, AKP’de duruyor. Fakat yarın halk hareketi güçlendiğinde bu ocak ve partilerdeki satılmış şefler kandıracak genç bulamayacak. Çünkü bu gençleri halk hareketine katacağız. Konya’dan Kurtuluş Partililer *** Gaziantep 18 Mart Çanakkale Zaferi’ni Partimizde yoğun katılımla kutladık. Açılış ve sunumu yapan Funda Yoldaş: Çanakkale ile ilgili kısa bir açış konuşması yaptı. Etkinlik ur Sena Yoldaş’ın şiiriyle devam etti. Ardından Mersin İl Başkanımız Arif Çakır sözü alarak, devlet düzenlediği Çanakkale kutlamalarının sahteliğini, Tayyipgiller hükümetinin bu zafere nasıl gölge düşürmek istediklerini ve bu zaferi karalamaya çalıştıklarını örneklerle anlattı. AB-D Emperyalistlerinin o zamandan bu yana hiç değişmeyen, ülkemizi Sevr’e götürme planlarını anlatarak, kurtuluşumuzun ancak verdiğimiz İkinci Kurtuluş Savaşı’nın zaferi sonunda kuracağımız Demokratik Halk İktidarıyla olacağını vurguladı. Soru-cevap şeklinde giden konferans alkışlarla son buldu. Gaziantep’ten Kurtuluş Partililer 21 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ruhuyla mücadeleye! Baştarafı sayfa 24’te Etkinliğimiz çerçevesinde bir kadın yoldaşımız, kadının alt edilişinin tarihsel süreçlerini, farklı toplum biçimlerinde kadınların rolünü ve kadının bugünkü durumunu anlatan bir sunum yaptı. Sinevizyon gösterimi ve müzik dinletisi ile devam eden etkinliğimiz konuklarımız tarafından da ilgiyle dinlendi ve izlendi. Salon etkinliğimiz, omuz omuza çektiğimiz halaylarla coşkulu biçimde sona erdi. Ankara Bu yıl Ankaralı Kurtuluş Partililer olarak, 8 Mart etkinliğimizi, Partimizin Kadın-Çocuk Komitesi’nin hazırladığı ve en önemli vurgusunun, 8 Mart’ın “Kadınlar Günü” değil, “Emekçi Kadınlar Günü” olduğunu herkese bir kez daha anlatan bildirisinin dağıtımını, Ankara’nın çeşitli noktalarında halkımızla birebir görüşerek, sohbet ederek, onların da desteğini alarak başlattık. Kadın-Çocuk Komitesi olarak hazırladığımız kutlama ve etkinliklerimize çağrı afişleriyle Karanfil ve Yüksel Caddesi’ni baştanbaşa donattık. 8 Mart günü, Kadın Çocuk Komitemiz ve Partili yoldaşlarla birlikte, Partimizin Karanfil Sokak’taki İl Merkezi önünde toplanarak meşalelerimiz, flamalarımız ve 8 Mart’ın anlam ve önemini içeren dövizlerimizle oluşturduğumuz düzenli kortejle sloganlar ve alkışlar eşliğinde Karanfil’den başlaya- Ankara Konya İzmir İstanbul/İstiklal Caddesi Bursa rak Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı’na kadar bir yürüyüş gerçekleştirdik. Burada Kurtuluş Partili Kadınlar adına, Partimiz Komite üyesi Emine Koç Yoldaş’ımızın okuduğu bildiriyle ve sık sık atılan sloganlar ve alkışlar eşliğinde coşkulu bir basın açıklaması yapıldı. 11 Mart 2012’de Partimizin Genel Merkezinde gerçekleştirdiğimiz salon etkinliği de oldukça heyecanlı geçti. Etkinliğimiz program yöneticisi Sultan Çelik Kıran Yoldaş’ımızın açılış konuşması ve saygı duruşuyla başladı. Sinevizyon gösterimi ve genç kadın yoldaşımızın okuduğu şiir ile devam etti. Ardından Rukan Koç Yoldaş’ımızın “8 Mart’ın Tarihçesi ve Önemi”, Dicle Kıran Yoldaş’ımızın “Tarihte Kadının İlk Altedilişi” ve Semra Güner Yoldaş’ımızın güncel örneklerle birleştirerek hazırladığı “Günümüzde Kadın Sorunu, Kadın Sorununun ‘Alternatif Çözümleri (Şeriat-Feminizm)’ ve Gerçek Çözüm Sosyalizm” sunumları ile kadın sorunu ve çözümü dile getirildi. Çay ve Kadın-Çocuk Komitemizin hazırladığı ikramlarımızın sunulduğu aradan sonra, konuk kadınlarımızın ve yoldaşlarımızın kendi hayatlarında işçi kadın, Kürt kadını, ev kadını olarak yaşadıkları sorunlardan verdiği örneklerle etkinliğimiz daha da renklendi. Konya şındayım” sözleri ve marşlarla etkinliğimiz son buldu. Antalya 8 Mart günü, DİSK Bölge Temsilciliği ve Nakliyat-İş Sendikası’nın gerçekleştirdiği eyleme katıldık ve Parababalarına olan kinimizi ve taleplerimizi haykırdık. Gericiliğin had safhaya ulaştığı bugünlerde, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlamanın ayrı bir önemi olduğunun bilinciyle, Halkın Kurtuluş Partisi Konya İl Örgütü olarak, 11 Mart günü de, bu şanlı günü bir kez daha bilinçlerimize çıkarmak amacıyla bir seminer gerçekleştirdik, 8 Mart 1857 şehitlerini bir kez daha andık. Seminerin açılış konuşmasını Av. Ümit Erdoğan Yoldaş yaptı. Kadın sorununun tarihsel sürecini anlatmak üzere söz alan Ozan Yoldaş, sözlerine, “kadın tarihte hep ezilen bir cinsiyet miydi?” sorusuyla başlayarak, Çoban Toplumuna kadar kadın ve erkeğin eşit olduğunu hatta doğurganlık özelliği nedeniyle kadına çok saygı duyulduğunu, kadının toplumun lideri olduğunu dile getirdi. Sürü ekonomisiyle birlikte maddi gücü eline geçiren erkeğin kadını alt edişi ile ilk sömürü düşüncesinin de insanların aklına girmesine yol açtığını dile getirdi. Şerife Kurupunar Yoldaş, ülkemizde Kadın Sorunu’nun Tayyipgiller hükümetiyle birlikte daha da içinden çıkılmaz bir hal aldığını dile getirdi. Kadın cinayetlerindeki artışı ve bu cinayetler karşında Tayyipgiller’in nasıl bir çözüm bulduğunu daha doğrusu bulamadığını belgeleriyle birlikte dile getirdi. Etkinliğimizi daha sonra yapılan karşılıklı sohbetlerle sonlandırdık. Kurtuluş Partisi Antalya İl Örgütü, 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”nde Kapalı Yol’da yaptığı bildiri dağıtımıyla Antalyalı Kadın Emekçilere seslendi. Halk bildiri dağıtımını ilgiyle takip ederken, Kurtuluş Partililer halka çözümün Kurtuluş Partisi etrafında örgütlenip Demokratik Halk İktidarından geçtiğini yani çözümün Sosyalizmde olduğunu anlattılar. İki saat süren bildiri dağıtımı, daha sonra yapılan sohbetlerle son buldu. İzmir İskenderun Kurtuluş Partili Kadınlar olarak, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nünde 8 Mart’ın bu mücadele geleneğini yaşatmak için erkek yoldaşlarımızla birlikte alanlara çıkarak, sömürüye, baskıya, eşitsizliğe, kadın cinayetlerine vb. karşı öfkemizi haykırdık. Karşıyaka Çarşısı’ndaki meşaleli yürüyüşümüzde kadınlarımızı ve tüm halkımızı örgütlü hareket etmeye çağırdık. Karşıyaka İlçe Başkanı’mız Fatma Olkun basın açıklaması yaptı. “Her Gün 8 Mart, Her Gün Mücadele!” anlayışına sahip olan biz Kurtuluş Partili Kadınlar, 8 Mart günü yaptığımız etkinliklerle yetinmedik ve 10 Mart Cumartesi günü, Yamanlar Spor ve Kültür Merkezi’nde, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili bir etkinlik düzenledik. Etkinliğimiz, 1 dakikalık saygı duruşuyla başladı. Liseli genç bir yoldaşımızın şiirini dinledikten sonra Kurtuluş Partili iki kadın yoldaşımız, “Kadına Yönelik Şiddet edir? Kadın Cinayetlerinin Sebepleri ve Çözüm Yolları, Kadın Sorununun Kökeni Ve Çözüm Yolları” konulu sunumlarını yaptı. Yoldaşlarımızın sunumundan sonra İPSD Müzik Grubu, türküleriyle katılımcılara güzel anlar yaşattı. Etkinliğimiz, İl Başkanımız Av. Tacettin Çolak’ın konuşması ile devam etti. İl Başkanımızın yaptığı coşkulu konuşmanın ardından sanatçı dostlarımız, Cem Cansız ve Aliyar ihan güzel yürekleri, sesleri, günün anlam ve önemine yakışan türküleriyle bizlerle beraber oldu. Cem Cansız, bu tür etkinliklerin çok güzel olduğunu ve her zaman böyle etkinliklere katılacağını ve destek vereceğini söyledi. Yine değerli sanatçı dostumuz Aliyar Nihan, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’nın “Ben insanın hayvan yerine konulmasına isyan ettiğim için sosyalistim” sözüyle ve ardılı olan Partimizi kutlayarak başladığı konserinde, katılımcılara çok coşkulu anlar yaşattı. Mahalleden iki yoldaşımızın şiirleri ve konuşmaları ve mahalleden bir yoldaşımızın “70 yaşındayım, Halkın Kurtuluş Partisi ile tanıştım ve şimdi 18 ya- İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği İzmir 3. Kadın Emeği Fuarı’nda İ zmir Büyükşehir Belediyesi tarafından, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle, 5 Mart 2012 tarihinde açılan Kadın Emeği Fuarı’na İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği İzmir Şubesi Kadın Komitesi olarak katıldık. İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından 2009 yılında başlatılan ve bu yıl 3’üncüsü düzenlenen bu Fuarda belediyelerin, derneklerin ve vakıfların kadın çalışmaları yer aldı. Altı gün süren fuarda konserler, paneller, sergiler, tiyatro ve film gösterileri ile defileler yer aldı. Kadın Emeği Fuarı, Ege Bölgesi ve diğer bölgelerden de büyük ilgi gördü. Bursa Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için iki etkinlik gerçekleştirdi. İlk olarak 4 Mart Pazar günü Parti binasında bir ekinlik yapıldı. Eğitim Emekçisi Aymelek Özkan Yoldaş’ımız bir sunum yaparak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün ortaya çıkışını, Parababalarının kadın emekçilere çifte sömürü uyguladıklarını özgün örnekleri ile ortaya koydu. Sunumun arkasından şiir ve müzik dinletisi gerçekleştirildi. Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü 8 Mart günü saat 18.30’da Kent Meydanı’nda da bir basın açıklaması yaptı. Basın açıklamasını İl Sekreterimiz Gülistan Çelik okudu. Basın açıklamasında sık sık “Kadının Kurtuluşu Sosyalizm’de”, “Kadın Erkek El Ele Kurtuluş Partisine”, “Şeriat Ortaçağdır”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayyipgiller Halka Hesap Verecek”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm” sloganları atıldı. Halkın Kurtuluş Partisi İskenderun İlçe Örgütü olarak, 08 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü özüne yakışır bir şekilde kutladık. Etkinliğimizi 04 Mart Pazar günü parti binamızda gerçekleştirdik. Kadının mücadele tarihinin anlatıldığı sinevizyon gösterimi ile başlayan etkinliğimiz üniversiteli arkadaşlarımızdan Türker Yoldaş’ın konuşmasıyla devam etti. Yoldaş’ımız konuşmasında, Kadın Sorunu’nun İlkel Komünal Toplumdan günümüze kadar geçirdiği evreleri ve çözüm yollarını anlattı. Etkinliğimiz üniversiteli yoldaşlarımızın müzik dinletisiyle devam etti. Ayrıca 11 Mart günü İskenderun 1000’i aşkın bildiri dağıtarak halkımızla bütünleştik. Samandağ Samandağlı Kurtuluş Partili Kamu Çalışanları olarak bu yılki 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, üyesi olduğumuz Eğitim-Sen Samandağ Temsilciliği tarafından gerçekleştirilen eylem ve etkinliklere kadın sorununa sınıfsal yaklaşım konusunda ortaklaştığımız için bizler de katkı sunduk. 4 Mart günü kadın üyelere yönelik 8 Mart etkinliklerinin duyurulması amacıyla sabah kahvaltısı etkinliğine katıldık. 8 Mart günü gerçekleşen yürüyüşe tüm arkadaşlarımızla katıldık. 10 Mart günü sendika binasında düzenlenen sinevizyon gösterimi, şiir ve arkadaşımızın da içinde olduğu müzik dinletisi etkinliğine katkı sunduk. 11 Mart günü ise panelist olarak davet edilen Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Doçenti Özler Çakır, 8 Mart’ın tarihçesini, kadının insanlık tarihindeki konumunu, İlkel Komünal Toplumdan Sınıflı Topluma geçişin, kısacası toplum biçimlerinde kadının konumunun ortaya konduğu ayrıntılı bir konuşma yaptı. Özler Çakır konuşmasında, Kadın Sorunu’nu Engels Usta’nın “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, Kıvılcımlı Usta’nın “Kadın Sosyal Sınıfımız” ve “Tarih Devrim Sosyalizm” eserlerinden alıntılarla irdeledi. Ayrıca, Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının siyasi plandaki temsilcileri İPSD Kadın Komitesi olarak biz de bu Fuar’da, derneğimizi tanıttık ve el emeği ürünlerimizi satarak da derneğimize gelir sağladık. Ayrıca “Kadının Kurtuluşu İşçi Sınıfının Kurtuluşundan Bağımsız Değildir” kitabımızın ve Kurtuluş Yolu Gazetemizin satışını yaptık. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili Özel sayımızın da yaygın bir şekilde dağıtımını sağladık. Fuarın tek kızıl standı olmamız oldukça dikkat çekti. Ziyaretçiler ve diğer stantlarda görev alan kadınların oldukça sıcak ve yakın ilgileriyle karşılaştık. Hatta kimi kadınlar, bizi böyle bir derneğe üye olduğumuz ve böyle bir dernekte mücadele verdiğimiz için tebrik ettiler. Kimileri de kendilerine çok yakın buldular. Standımızı ziyaret eden kadınlarla bol bol sohbet ettik, Derneğimizi ve mücadelemizi anlattık. Altı gün boyunca diğer stantlarda görevli olan arkadaşlarımızla oldukça güzel zaman geçirdik ve güzel dostluklar geliştirdik. Altı gün boyunca çok yorulduk. Ama Derneğimizi tanıtmanın ve kendimizi anlatmanın katılımcılar üzerinde bıraktığı olumlu etkinin haklı gururu ile tüm yorgunluğumuz gitti ve kendimizi, gelecek yılki standımızı daha da nasıl geliştirerek açacağımızı planlarken bulduk. 10 Mart 2012 İPSD İzmir Şubesi Kadın Komitesi olan Tayyipgiller’in Ortaçağcı anlayışının ürünü olan “4+4+4 Kesintili Eğitim” modelinin genelde ülkemizdeki emekçileri, özelde ise kadınları nasıl etkileyeceğini örneklerle ortaya koydu. Seminer, kitle tarafından ilgiyle dinlendi. Özler Çakır’ın ardından psikolog Nil Bireyşoğlu, kadına yönelik şiddetin nedenlerini ve çözüm önerilerini anlattı. Kurtuluş Partili Kadınlar olarak, 8 Mart günü Parti önlüklerimizi giyerek halkımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü kutlayarak, bildirilerimizi dağıttık. Yaşasın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Gaziantep 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü, 04 Mart günü, Başkanlık Kurulu Üyemiz Gürdal Çıngı ve Mersin İl Başkanımız Arif Çakır’ın Yoldaşlar’ın da katılımıyla kutladık. Kadınlarımızın yoğun katılımının olduğu çok kalabalık bir kitleyle kutladık 8 Mart’ı. Açılış ve sunumu yapan Özlem Samandağ Gaziantep Yoldaş, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün tarihi önemine değindi. Devrim Şehitleri adına bir dakikalık saygı duruşundan sonra Bülent Yoldaş’ın hazırlamış olduğu slayt gösterimi sunuldu. Etkinlik, ur Sena Yoldaş’ın okuduğu Nazım Hikmet’in Tanya şiiriyle devam etti. Ardından sözü İl Yöneticimiz Gül Eylen Yoldaş aldı. Gül Eylen Yoldaş, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün tarihçesini anlatarak, Türkiye’de ve dünyadaki emekçi kadınların içler acısı durumlarını somut örneklerle anlattı. Daha sonra Kurtuluş Partisi Gençliği adına Ezgi Yoldaş, Antika+Modern Parababaları düzeninin genç kızlarımız üzerindeki baskısından ve sömürüsünden nasıl kurtulabileceğimizin yollarını anlattı. Son olarak söz alan İl Başkanımız Sultan Kıran, emekçi kadınlarımızın dertlerini anlattı ve buna karşı nasıl mücadele etmemiz gerektiğini vurguladı. Etkinliğimiz alkışlar ve sloganlarla son buldu. Kurtuluş Partili Kadınlar 22 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 #isan 2012 Hrant Dink neden öldürüldü? Baştarafı sayfa 24’te Buradan Erhan Tuncel’in de Fetocu örgüt üyesi olduğu apaçık anlaşılıyor. Aslında sadece bu bilgilerin tespit tutanağına geçirilmemesi bile işin içinde örgüt parmağı olduğunun göstergesidir. Erhan Tuncel, sabıkalı olmasına rağmen Fetocu Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek tarafından istihbaratçı kadrosuna alınır. Oysa sabıkalı birinin bu şekilde kadroya alınması yönetmeliklere aykırıdır. Yasin Hayal’in son zamanda yaptığı açıklama da örgüt varlığı açısından önemlidir. Erhan Tuncel’in kendisini nasıl yönlendirdiğini belirtmektedir Yasin Hayal: “Hrant ismini ilk kez Erhan’dan duydum. ‘Ermenilerin Atatürk’ü’ diyordu. Çok tehlikeli biri olduğunu ve ortadan kaldırılması gerektiğini söylüyordu. Dink’in ‘Türklerin kanı zehirlidir, dökülmesi gerekir’ diye bir laf ettiğini söyledi, ürperdim. Onun dışında Dink’i 1-2 defa televizyonda gördüm.” (Milliyet, 26 Şubat 2012) Ve devlet görevlileri tarafından teşvik de edilir Yasin Hayal. McDonalds’ı bombaladıktan sonra kendisinin nasıl teşvik edildiğini açık açık anlatmaktadır: “- Yakalandığında Ogün’e yapılan kahraman muamelesi, 2004’teki McDonald’s’ın bombalanması olayında bana da yapılmıştı. Dönemin Trabzon Terörle Mücadele Şube Müdürü Yahya Öztürk, sırtımı sıvazladı. ‘Bu memleketin sen ve Erhan gibi kahramanlara ihtiyacı var. Seni en kısa zamanda çıkaracağız, için rahat olsun’ dedi. Hakikaten öyle oldu. 11 ayda çıktım. Demek ki çıkmamın nedeni buna benzer olayları devam ettirmekmiş. “- Erhan bomba için (McDonald’s bombası) bana malzeme listesi verdi. İstediklerini aldım, bombayı o yaptı. Ramazan Bey (Ramazan Akyürek) benim için ‘İyi çocuğa benziyor’ demiş. İnsanın hoşuna gidiyor tabii. Bombalama eylemi yapan birine ‘iyi çocuk’ dediğine göre demek ki onların istediği bir şey yaptım diye düşündüm.” (Milliyet, 26 Şubat 2012) Örgüt bağı göbek bağı değildir ki, bütün bunlara rağmen “örgüt yok” denilsin. Bilgi akışında eksiklik ve yanıltma Yardımcı İstihbarat Elemanı Erhan Tuncel, Trabzon Emniyetine bilgi vermiştir. Ancak bu bilgiler eksiktir, yanıltıcıdır. Kaldı ki, kendisiyle bağlantı halinde olan istihbaratçı polis Muhittin Zenit de büyük olasılıkla Fetocudur, örgüttendir. Hrant Dink cinayetinin iddianamesinde şöyle denilmektedir: “Erhan Tuncel, Yasin Hayal’in Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’e yönelik eylem planladığı yönünde Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne 17.02.2006 ve 07.04.2006 tarihlerinde bilgi vermiş, ancak Yasin Hayal’in bu eylemi bizzat yapmayacağını, önce Zeynel Abidin Yavuz ve daha sonra Ogün Samast’a yaptırmayı planladığını bildiği halde ilgili kuruma bu hususta yanlış yönlendirici bilgi verdiği tespit edilmiştir. “Muhittin Zenit alınan beyanında, Erhan Tuncel’in kendisine eylemin Zeynel Abidin Yavuz tarafından gerçekleştirileceğini bildirdiğini, ancak kendisinin bu bilginin doğruluğunu teyit edemediği için rapor haline getirmediğini, Ogün Samast’ın eylem için seçildiği konusunun ise kendisine hiç bildirilmediğini ifade etmektedir. “Bunun temel sebebi ise Erhan Tuncel’in, Hrant Dink suikastını Yasin Hayal ile birlikte planlamasından kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle Erhan Tuncel, istihbarat kurumuna eylemi önce Yasin Hayal’in yapacağını aksettirerek daha sonra Zeynel Abidin Yavuz fikrinden vazgeçilmesi sonrasında onun adını vererek ve Ogün Samast’ta karar kılınması üzerine hiç bilgi vermeyerek kurumu bilinçli olarak yanlış yönlendirmiştir. (İddianameden aktaran N. Şener, agy, s. 175) Erhan Tuncel eksik ve yanıltıcı bilgi vermiştir. Ancak, Muhittin Zenit de bilgi saklamaktadır. Suikast sonrası Erhan Tuncel ile yaptığı ve kayıt altına alınan telefon konuşmasında, Erhan Tuncel’i sıkıştırırken ağzından çıkan sözler, suikast şeklinin ne olacağından ve suikast sonrasında ne yapılacağından haberdar olduğunu gösteriyor: “Tuncel: …Benim bildiğim şöyle yani, paylaşmak istediğim şey şöyle olur. Yani vurulma şekli belliydi, vurulacak şekil belliydi, eğer öyleyse bunlarla alakalıdır da zannetmiyorum. “M. Z.: #e oğlum, direkt kafaya sıkmışlar. “Tuncel: Öldü mü? “M. Z.: Tabii canım. Tek farklılık, kaçmayacaktı ama bu kaçtı…” (N. Şener, a.y., s. 71) Konuşma böyle sürüyor, en önemli yeri bu aktardığımız kesim. Demek Hrant Dink planlandığı şekilde, kafasına ateş edilerek vurulmuştu, tek farklılık planlananın tersine, vuranın (Ogün Samast) teslim olmayıp kaçmasıydı. Bu konuşma Muhittin Zenit’in de suikast planının içinde olduğunu göstermektedir. Bilgi, merkezlere de (İstanbul İstihbarat Şubesi ve Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi) eksik ve yanıltıcı bir şekilde gönderilir. Ramazan Akyürek’in emrindeki Trabzon Emniyeti İstihbarat Şubesinden İstanbul İstihbarat Şubesine gönderilen raporda (17 Şubat 2006) olay yumuşatılmakta, Yasin Hayal hakkında özetle “Hrant Dink’e karşı ses getirici bir eylem yapacak” denilmektedir. Oysa gerçek Yasin Hayal’in “#e pahasına olursa olsun Hrant Dink’i öldüreceği” yönündedir. Bilgi, Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesine gönderilen F4 Haber Raporu’nda bu şekilde yer alır. Ne var ki İstihbarat Şubesi Müdürü bir başka Fetocu, Ali Fuat Yılmazer’dir. Ve bu bilgi “sümenaltı edilir.” gilere de yer verilmemişti. BU BİLGİYE DE TESADÜFE# ULAŞTIM. “4. Haber Raporu’nun ek Değerlendirme Raporu’nun son paragrafında, “… Radikal söylemlerini devam ettirmesi göz önüne alındığında, şahsın düşündüğü eylemi yapabilecek bir kapasiteye sahip olduğu değerlendirilmekte olup…” şeklindeki değerlendirmeden de YE#İ BİLGİ SAHİBİ OLDUM. “Bu raporun Daire Başkanlığı’na intikalinden sonra, derhal bir konsültasyon yapılıp, değerlendirme yapan, Trabzon’da görevli buluşma yapan amir ve memurun kanaat ve değerlendirmeleri defalarca alınıp, buna göre Hedef Şahıslar Programı uygulanmaya konulmalı/veya konulmamalıydı. “Bu toplantı ile Daire yöneticilerinin mesleki birikimleri ve son ortak kararların alınması gerekirdi. Daire Başkan Yardımcısı’nın, Daire Başkanı’nın gelişmelerden ve durumdan haberdar edilmeden, adeta rapor içeriği C-2 Bürosu’nda hıfzedilerek, yapılması gereken eylem ve işlemler dondurulmuştur. “Ön tedbir olarak İstanbul’da, Koruma Kararı olmadan dahi aşağıdaki tedbirler alınabilirdi: “a- Hrant Dink, bir yazılı tebligatla bilgilendirilebilirdi, “b- Dink ailesinin ev ve işyeri çevresine mıntıka karakolu tarafından yaya devriyeler verilebilirdi, “c- Aynı çevrede görev yapacak motorlu ekipler duyarlı kılınabilirdi, “d- Çevre, MOBESE kameralarıyla donatılabilirdi. “5. C. Şube Müdürü’nün, 17.02.2006 tarihli Haber Raporu’nun üstüne, “İstanbul’un bilgisi var mı, Trabzon’la görüşülsün” şeklinde kenar notu düştüğünü, Agos gazetesinde yayınlanan bir yazıdan TESADÜFE# ÖĞRE#DİM. “Müfettişliğinizden aldığım bilgide, Haber Raporu’nun üstünde “C-2 Bürosu’na” arşiv sevk kaydının olduğunu öğrenmiştim. Agos gazetesinde yazılan “İstanbul’un bilgisi var mı, Trabzon’la görüşülsün” şeklindeki KE#AR #OTU#U# DOĞRU OLUP OLMADIĞI#I DA HALE# ÖĞRE#EBİLMİŞ agy, s. 376-378). Bu açıklamadan anlaşıldığı gibi, gerçek bilgi İstanbul İstihbarat Şubesinin başındaki yetkiliden saklanmıştır. Pekiyi saklayan, “hıfzeden”, “bünyesinde tutan” kimdir? Emniyet Genel Müdürlüğü C Şubesi Müdürü Fetocu Ali Fuat Yılmazer’dir. Fetocu örgütün izleri yok etme çabası Suikast planı yoluna konulduktan sonra izlerin yok edilmesi işine girişilir. Ramazan Akyürek suyun başına, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığına tayin olur. Böylece izler daha kolay yok edilebilecektir. Muhittin Zenit ise Bayburt’ta görevlendirilir. Erhan Tuncel sudan gerekçelerle (yalan söylemek, buluşmalara gelmemek, para düşkünü olmak gibi) Yardımcı İstihbarat Elemanı görevinden, kendi bilgisi dışında, 23 Kasım 2006 tarihinde İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek tarafından alelacele alınır. Ramazan Akyürek’ten Bilgi saklama sonra Trabzon Emniyet Müdürlüğüne atanan Reşat Altay da bu bilgilerden bihaberdir. BöyNitekim, ne MİT’e, ne de İstanbul Emniyeti lece Erhan Tuncel ile Emniyetin ilişkisi yapay İstihbarat Şubesine yeterli bilgi verilir. Suikast olarak kesilir. Görünürde Emniyet, Erhan Tunsonrasında MİT’ten bilgi istendiğinde şu açıklacel’i aramamakta, Erhan Tuncel Emniyete ulama yapılır: şamamaktadır. Ve bu durum da çok dar tutulur, “3- Haklarında dava açılan sanıklar veya kimse bilmez ne olup bittiğini. Artık düğmeye şahıslar tarafından Hrant Dink’e yönelik olabasılmıştır. rak suikast ya da benzeri saldırı olayları düAslında, Sabri Uzun’un açıklamalarından zenleneceği konusunda önceden Teşkilat’a anlaşıldığına göre, bir Yardımcı İstihbarat Eleintikal etmiş bilgi bulunmamaktadır. manının (YİE) ilişkisinin kesilmesi, emniyet is“4- Müsteşarlığımıza anılan konularda tihbarat çalışma disiplininde alarm durumu Trabzon, İstanbul ve diğer illerin Emniyet anlamına gelmektedir. Şöyle yazıyor Sabri Müdürlükleri ya da Jandarma İl komutanUzun’un 4 Kasım 2009 tarihli ifadesinde: lıkları, Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandar“… Kasım/2006 ayında, YİE Erhan Tunma Genel Komutanlığı güvenlik ve istihbarat cel’in ilişiği kesildiği andan itibaren birimlerinden önceden herhangi bir bilgi in“ALARM DURUMU” oluşmuş demektir. tikal ettirilmemiştir. “Alarm Durumu, tehdit unsuru kişi/lerin, “5- Gerek dava sanıklarının bağlı olduğu kontrol dışına çıkıp, kamu/şahıs güvenliğini ve gerekse sair illegal ya da Trabzon ilindeki en riske üst seviyede etmesi demektir. illegal siyasal kuruluşların bu cinayete ilişkin “Bu aşamadan sonra Hedef Şahıslar faaliyetleri konusunda Müsteşarlığımıza intiProgramı’nın uygulanma zamanı geldi dekal etmiş bir bilgi bulunmamaktadır.” (Aktamektir. ran N. Şener, agy, s. 35-36) “Gerek YİE Erhan Tuncel’in verdiği bilMİT’in bilgisi olmadığına dair bu raporun gileri değerlendirme görevinde, gerekse Hegerçekliği tartışılabilir. Ancak, şurası gerçektir: def Şahıslar Programı’nı işletmek açıEmniyet birimlerinden MİT’e bilgi sından, istihbarat dilinde “Keys Offiakışı olmamıştır. En azından belge dücer” (kilit yönetici) dediğimiz görevli, zeyinde bu doğrudur. Kaldı ki, EmniC Şube müdürüdür. yet kendi birimi içinde bile bilgi sakla“Yasin Hayal Grubunun YİE’nin maktadır. Suikast sonrası soruşturmagörevine son verilmesiyle denetim dışı larda Mülkiye Müfettişlerine bilgi vekalması sonucu, hemen İstanbul Emren İstanbul İstihbarat Dairesi Başniyet Müdürlüğü’ne ACELE-Ö#EMkanı Sabri Uzun’un açıklamaları bu Lİ kayıtlı bir yazı yazarak, İl Valilibakımdan çok önemlidir. Sabri Uzun, ği’nin 5442 S. Yasa’dan doğan yetkisi ilk ifadesinden sonra, F4 Haber Rapodahilinde, Hrant Dink’in korunmasını ru’nda gördüğü bilgilere dayanarak başlatıp, daha sonra Hedef Şahıslar müfettişlere çok önemli ek açıklamaProgramı çerçevesinde yapılması gelarda bulunur; “(…) Tarafıma verilen rekenleri işleme koymak gerekirdi. Bu bilgiler, Haber Raporu’ndaki bilgiişlemi başlatma görevi de, C Şube Mülere göre eksik bilgilerdir. Bu sebepdürü’nün görevlerindendir. le de eksik bilgilerden kaynaklanan “E. Tuncel’in, Yardımcı İstihbarat eksik cevap vermeme sebep olmuşElemanlığı’na (YİE) son verildiği, Katur” diyerek ifadesini geliştirir. Bu sım 2006’da, Yasin Hayal Grubunun açıklamaları biraz uzun da olsa aşağıen son durumunu öğrenebilmek, varda aktarıyoruz. sa bizim bilmediğimiz suç eşyasına “1. Müfettişliğinizin yazısının 2. ulaşabilmek, caydırabilmek amacıyla sayfası, 3. paragrafında; Haber Rayakalama operasyonu düzenlenmesi poru’nun 1. paragrafındaki: “Erde koruma tedbiridir.” (Aktaran N. Şemenilere karşı büyük bir kin beslener, agy, s. 374 – 375) diğini ve bundan sonra yapacağı eyDemek ki, Emniyet’in çalışma rehleminde İstanbul İlinde ses getireberlerine göre alınması gereken önlemcek bir eylem yapacağını söylüyorEmperyalizmin Hrant Dink Cinayetini “Soykırım” yalanının ler alınmamış; tersine olay gizlenerek ve du” şeklindeki kısım tarafıma sorulkabullenilmesinde nasıl kullandığının resmidir. bağlantılar sözde kesilerek suikastın muştur. önündeki engeller veya olası aksilikler “Ses getirecek eylem” nitelemesi, eylemi DEĞİLİM. “Eğer yukarıda yazılan bilgiler İstihbarat ortadan kaldırılmıştır. Sabri Uzun, önleyici yapacakların propagandayı amaçladıklarını akla getirmektedir. Oysa, raporun diğer bö- Daire Başkanlığı arşivinde mevcut ise, bu bil- makamın C Şubesi olduğunu belirtmektedir. lümlerinde eylemciler tarafından, “öldürme” gilere sahip olan en üst rütbeli konumundaki C Şubesi’nin başındaki kişi ise, “kilit yönetieyleminin kesinleştirildiği, para temin etmek, C Şube Müdürü, Daire Başkan Yardımcısı ve ci” durumundaki Fetocu Ramazan Akyütelefon takibinden kurtulmak için yöntemler Daire Başkanı’na da bilgi vermeden, gelen rek’tir. Görüldüğü üzere, suikast 2004’ten 2007’ye, bilgileri C Şubesi, bünyesinde tutarak kendi geliştirildiği anlaşılmaktadır. “Öldürme” eyleminin propaganda eylemi deneyim ve becerisiyle de inisiyatif geliştirip, oya işler gibi kararlı ve kontrollü bir şekilde yügibi dar kalıpta değerlendirerek sadece “ses uyguladığından/uygulayamadığından Hrant rütülmüştür. Bu çalışmayı ise ancak bir örgüt getirecek eylem” başlığı altında ele almak ye- Dink cinayetinin tek sorumlusu gibi görül- yapabilir. İşte asıl “Derin Devlet” burada kendini göstermektedir. mektedir. rinde olmayacaktır. “Bu inisiyatif koyamamak, üst makamla“2. Diğer bir eksik olan ise, söz konusu raİşte gerçek “Derin Devlet”: porun 2. paragrafındaki: “… Agos Gazetesi rında bilgi sahibi olmamasına sebep olmuşFetocu örgüt Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink isimli tur. Aslında “Fetocu Örgüt” diyerek olayın “Ayrıca, Hedef Şahıslar Programı’nın da şahsın Türkiye Cumhuriyeti ve Türkleri kagerçek boyutunu hafifletmiş oluyoruz. Hrant bu inisiyatif koyamamak sebebiyle mümkün ralayıcı faaliyetlerde bulunduğu, bu yüzden, Dink Suikastındaki rolünü vurgulayabilmek olmadığı anlaşılmaktadır. Oysa ki, Hedef Şabu şahsa yönelik eylem gerçekleştireceklerini için böyle bir adlandırma yaptık. Bu anlamda söylediler” şeklindeki bilgiden yoksun kala- hıslar Programı, Şube Müdürlerinin inisiyarak cevap vermiş oldum. Kişisel gayretlerim- tif koyma yöntemini düzenlemekte, kararsız- doğru bir adlandırma. Ancak, sadece Türkiye’de Hrant Dink olayı ile sınırlı değil bu lığı gidermeyi amaçlamaktadır. le, TESADÜFE# BU BİLGİYE ULAŞTIM. örgütün yaptıkları. Ergenekon Tertibi ile Siliv“Önceki ifademde belirttiğim, “Tarafıma “Raporun 1. paragrafında “… Ermenileyöneltilen açıklamalar ve kayıtlar çerçevesinri’ye atılan pek çok yurtsever de bu örgütün re karşı …” diye başlayan cümle, ikinci pade H. Dink hakkında, 17.02.2006 tarihinde mağduru aslında. Daha da önemlisi Fetocu Örragrafta “… Hrant Dink isimli şahıs…” şeklinde devam ederken, eylemin şahsileştiğini intikal eden Haber Raporu’nun gereği yapıl- güt demek CIA demektir bugün. Dün Kontrmış mıdır? Evet, yapılmıştır.” şeklindeki gerilla ya da “Derin Devlet” olarak halkımıza görüyoruz. “Ve “… eylemi gerçekleştireceklerini söy- açıklamamda yukarıdaki düzeltmeyi yap- oyunlar tertipleyen bu örgüt, CIA, bugün Fetolediler…” şeklinde açıklama yapıldığı, ka- mak ihtiyacını duydum keza, kayıtlarda ve cu Örgüt şeklinde aynı görevini yapmaktadır. rarlaştırma aşamasının bitirildiğinin işareti- gazetedeki açıklamalarda, benim bildikle- Değişen, zamana uygun yüzeysel bir değişiklikrimden farklı bilgiler olduğunu gördüm. dir. tir. Amaçta değişiklik yoktur. “Bu yazımın, Müfettişliğinize verdiğim “3. Haber Raporu’nun son paragrafında Amaç mı? ise “… Kendisi ne pahasına olursa olsun bu 04.11.2009 tarihli yazıya eklenmesini arz ediAmaç, emperyalizmin halkımıza, Ortadoğu şahsı öldüreceğini bana söyledi” cümlesinden yorum. 04.12.2009 Halklarına ve Coğrafyasına yönelik planlarının “Sabri UZU# sonra telefon takibinden kurtulma, eylem hayata geçirilmesidir. “1. Sınıf Emniyet Müdürü için para temin aşamasına geldikleri anlatılFetocular mı? “Merkez Emniyet Müdürü” (N. Şener, maktadır. Tarafıma yazılan yazınızda bu bilOnlar din bezirgânlığı ile Müslüman Halkla- rı kandırıp Emperyalist Uşaklığı yapan hainlerdir. Pekiyi denecek, Hrant Dink cinayetinden gerek Fetocuların, gerekse emperyalizmin ne çıkarı var? Fetocularınki, görevini yapmış, kuyruk sallayan itin önüne atılan kemik parçası gibidir. İdeolojik olaraksa Ortaçağ özlemlerine cevap arayışıdır yaptıkları. Emperyalizm bu özelliklerini kullanmaktadır. Önemli olan Emperyalizmin çıkarlarıdır. Emperyalizmin uzun vadeli hedefi Türkiye’ye Yeni Sevr’i dayatmaktır. Yeni Sevr’in bir ayağını Kürt Sorunu oluşturuyorsa, diğer ayağını sözde “Ermeni Sorunu” oluşturmaktadır. Aslında Türkiye’nin bir “Ermeni Sorunu” yoktur. Emperyalizm, “Ermeni Soykırımı” yalanıyla bir yapay Ermeni Sorunu yaratma peşindedir. Bunda başarılı da olmaktadır. Hrant Dink cinayeti, Emperyalizm tarafından bu yolda atılmış bir adımdır. Bu sayede Sevrci Sahte Sol’un gözü tamamen bağlanmış, kendini sol gören pek çok sol grup, Sorospu Çocukları ile birlikte davranır hale gelmiş, ABD Elçisinin arkasından yürümek, “Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrantız” dangalakça sloganını atmak yetmemiş, işi sözde “Soykırım” nedeniyle özür dileme kampanyalarına kadar vardırmışlardır. Artık her yıl Hrant Dink cinayeti bu şekilde ısıtılıp halkımızın önüne sürülmektedir. Böylece halkımızın, “İşte biz de böyleyiz, adamcağızı öldürdük, soykırım da yapılmıştır” gibi bir eziklik içine girmesi amaçlanmaktadır. Her yıl Hrant Dink adına ödüller verilmekte, konunun gündemde kalması, sıcaklığını koruması sağlanmakta ve emperyalistler de cinayeti sömürmektedir. ABD Elçisi Ricciardone bile diplomasi kurallarını bir yana bırakıp, “Türkiye geçmişin hayaletleriyle yüzleşmelidir” diyebilmiştir (Gazeteler, 26 Ocak 2012). Hrant Dink cinayetinin Türkiye sınırları dışında da etkisi büyük olmuştur. Dünyada Türklerin Ermenileri biçtiği düşüncesi güçlendirilmiştir. Ermenistan’daki Ermenilerin Türk Düşmanlığı, kini bilenmiştir. Ermenistan’da “1.500.000 + 1” yazılı pankartlarla Soykırım Propagandası yapılmıştır (Bak. Resim). Daha önce İsviçre’de, bugün Fransa’da olduğu gibi, düşünce özgürlüğüne aykırı olarak, ”Soykırım Yoktur” diyenlere cezai uygulama densizliğine varış kolaylaşmıştır. Hrant Dink Davası kararının Fetocu Yargı tarafından hemen Fransa’daki oylama öncesinde açıklanması da ilginçtir. Kararın adil olmaması, bazı belgelerin saklanarak örgüt yoktur denilmesi, azmettiricilerin beraat ettirilmesi, dünya kamuoyunu Türkiye’ye karşı getirmiştir. Öte yandan, gerçek örgütün gizlenmesi, cinayetin Ergenekon Tertibi’ne yamanmasına da kapı açmıştır. Cinayetin Esas Oğlanı Erhan Tuncel, bu yılın başında, içerden çıkar çıkmaz, “Hrant Dink cinayetinin Ergenekon ile bağlantılı olduğunu” açıkladı. Hrant Dink cinayeti üzerine iki kitap yazan, gerçeği görmesini beklediğimiz ve bu kitaplar nedeniyle 1 yılı aşkın süre içeri tıkılan Nedim Şener bile cinayeti Ergenekon Tertibi’ne bağlamaktadır. (Belki de, böyle yaparsam Fetocu Örgüt bana dokunmaz diye düşünmüş olabilir. Ama düşündüğü gibi olmadı.) Buna rağmen her yıl Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylülde verilen “Uluslararası Hrant Dink Ödülü” Nedim Şener’e değil, Alper Görmüş (2009), Ahmet Altan (2011) gibi Fetocu–Amerikancı kırması sözde gazetecilere verildi. Yurt dışında ise 2010’da İspanyol Yargıç Baltasar Garzon’a verildi Hrant Dink Ödülü. Böylece dünyaca ünlü bir yargıç ile dünya kamuoyunun dikkati çekilmek istendi. Görünen o ki, Hrant Dink Cinayeti, emperyalistlerce ve emperyalist uşaklarınca daha çok kullanılacaktır. Bu durum cinayetin asıl azmettiricisinin CIA, uygulayıcılarının ise Fetocu Derin Devlet olduğunu başka bir şekilde kanıtlamaktadır. Cinayetten çıkarı olanlar bunlardır çünkü. Olayın “Ergenekon Tertibi” ile hiçbir ilgisi yoktur. Nitekim Yasin Hayal de daha önce aktardığımız konuşmasında, Erhan Tuncel’in olayı Ergenekon’a bağlama girişimini görerek, “Ergenekon bağlantısı kesinlikle yok, masal anlatıyor. Ziyaretçiler kayıtlarda belli. Dink’in resimlerini internetten çıkartan Erhan Tuncel’dir. Resimleri kapalı bir zarf içinde evinin karşısındaki bakkal Osman’a bıraktı.” (Milliyet, 26 Şubat 2012) demiştir. Yasin Hayal, Fetocu Örgüt tarafından kullanıldığını kısmen anlamış görünüyor… Sonuç olarak; Hrant Dink Cinayeti CIA tarafından emperyalizmin çıkarları için Fetocu Derin Devlet eliyle piyon durumundaki çocuklara işletilmiş, Fetocu Örgüt elemanları gerek mahkeme öncesinde, gerekse mahkeme sırasında ve hatta sonrasında mahkeme kararıyla korunmuştur. Hrant Dink Cinayeti emperyalizm ve yerli işbirlikçileri tarafından kullanılmıştır, kullanılacaktır da… Bize düşen, emperyalizmin bu oyununu da bozmaktır. Hem halkımızın, hem de Ermeni Halkının bu gerçeği görmesi gerekir. 23 Yıl: 6 • Sayı: 58 / 07 isan 2012 Newroz İsyanın Bayramıdır Baştarafı sayfa 24’te Gençer konuşmasında, ÇAĞDAŞ DEHAKLARIN AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller olduğunu, Newroz’un coşkusu ve ateşiyle cesaret yüklenerek zalimlere baş kaldırmak gerektiğini ve bu insanlık düşmanlarından asıl hesabın, öncülüğümüzde kurulacak Demokratik Halk İktidarı’nda sorulacağını söyledi. Bin yıldır kardeşçe yaşadığımız Kürt kardeşlerimizle, ortak vatan haline getirdiğimiz bu topraklarda, halkların arasına kan davası sokmaya çalışan AB-D Emperyalistlerine ve yerli işbirlikçilerine inat, mücadeleyi yükselteceğimizi vurguladı. Ve kardeşlik türkülerimizin susmayacağının, halayların durmayacağının altını çizdi. İzmir İl Başkanımız Av. Tacettin ÇOLAK, ewroz ateşini yaktı. Yaklaşık üç saat süren, halkımızın da yoğun ilgi gösterdiği etkinliğimiz, çekilen halaylar ve atılan sloganlarla sona erdi. 21.03.2012 Biji ewroz! Biji Bratiya Gelan! Yaşasın Halkların Kardeşliği! Kahrolsun AB-D Emperyalizmi! İzmir’den Kurtuluş Partililer *** Halkın Kurtuluş Partisi’nden Newroz Kutlaması Kurtuluş Yolu/Ankara HKP’liler ellerinde parti bayrakları, döviz ve meşalelerle, sloganlar eşliğinde Yüksel Caddesi’ne kortejler halinde geldiler. Burada gerçekleştirilen basın açıklamasında bugün Demirci KAWA olmanın Antiemperyalist, Antifeodal, Antişoven olmak olduğu vurgusu yapıldı. HKP yaptığı açıklamada, bugün Demirci KAWA olmanın, Ortadoğu’da İkinci bir İsrail yani DEHAK demek olan, AB-D Emperyalistlerinin “Özgür Kürdistan” projesi- Baştarafı sayfa 1’de ne karşı çıkmak, Antiemperyalist Kürdistan’ı savunmak, gerçekleştirmek için mücadele vermek demek olacağını belirtti. HKP, Emperyalistlerin ve yerli satılmışların bütün heveslerinin yine kursaklarında kalacağını ve Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi yine Kürt ve Türk Halklarının omuz omuza vererek İkinci Kurtuluş Savaşı vereceğini söyledi. Basın açıklaması sırasında HKP’liler, “Katil ABD Ortadoğu’dan Defol”, “ewroz Piroz Be”, “Biji Bratiya Gelan”, “ewroz Kawa’nın Dehak’ın Değil”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek”, “Bijî ewroz”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarını attılar. 21.03.2012 Basına ve Kamuoyuna Kürt Halkının bin yıllardan buyana gelen bayramı olan Newroz kutlamalarına yönelik olarak Tayyipgiller Hükümetinin ve devletin kullandığı zorbalığı ve yasakçı tutumu şiddetle protesto ediyoruz. Bir halkın bin yıllardır kutladığı bayramını karakuşi bir kararla yasaklayan anlayış zorbalıktır. O halka karşı zulümdür. Nitekim bu anlayışın pratikteki uygulaması halka copla saldırmak, panzerlerden su sıkmak, gaz bombalarıyla saldırmak biçiminde ortaya çıkmıştır. İstanbul’da BDP Arnavutköy ilçe yöneticisi Hacı Zengin öldürülmüş, yüzlerce kişi yaralanmış ve gözaltına alınmıştır. Batman’da DTK Eşbaşkanı, Milletvekili Ahmet Türk’ün, önce bulunduğu otobüse gaz bombası atılarak sağlığına kastedilmiş, hastaneye götürülmek istendiğinde ise polisin fiili saldırısına uğramıştır. İstisnasız Türkiye’nin ve özellikle de bölgenin tüm şehirlerinde bayramlarını kutlamak isteyen Kürt Halkına aynı biçimde acımasızca saldırılmıştır. Tüm bu saldırıları Halkın Kurtuluş Partisi olarak kınıyor, Hacı Zengin’in ailesine ve Kürt Halkına başsağlığı dileklerimizi sunuyoruz. Sayın Ahmet Türk’e de acil şifalar diliyoruz. 21.03.2012 Yaşasın Halkların Kardeşliği! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Günümüzün DEHAKLARI olan ABD-AB Emperyalistlerine ve Ortaçağcı İrticacılara Karşı Mücadeleyi Yükseltme Günü Olmalıdır NEWROZ İ “12 Eylül Davası” Tayyipgiller’in bir orta oyunudur, katılmayacağız, Özel Yetkili Mahkemelerin figüranı olmayacağız! şte o zaman Demirci KAWA’nın Devrimci Geleneği devam ettirilebilir. Nasıl ki Demirci KAWA, Kürt Halkını ezip sömüren zalim Dehak’a karşı halkı örgütleyip zafere ulaştırmış ve isyan ateşini tutuşturmuşsa, bugünün Kawaları olan Devrimcilerin görevi de; AB-D Emperyalistlerine ve onların yerli ortaklarına karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’nı örgütleyip Halklarımızı nihai zafere bir daha geri dönmemecesine ulaştırmaktır. Bu görev başarıldığı gün Devrimcilerimiz, Demirci Kawa’ya layık olabilecekler, O’nun yakmış olduğu isyan ateşini daha da yükseltmiş olacaklardır. Kürt ve Türk Halkının, günümüzün Zalim Dehaklarını, özgürlük ve bağımsızlık uğruna kanla suladıkları topraklarımızdan kovaladıkları gün NEWROZ ateşi tüm Dünya Halklarına ışık olacak, yol gösterecektir. İşte o zaman Demirci KAWA’nın devrimci geleneğini sürdüren onurlu bir yaşama Türk ve Kürt Halkları kavuşacaklardır. Bugün Demirci KAWA olabilmenin, O’nun Devrimci Geleneğini sürdürebilmenin, Kürt ve Türk Halkını o gelecek Yeni Güne yani Devrime kavuşturabilmenin yolu çizilmiş, önümüze konmuştur. Bugün Demirci KAWA olmak, Antiemperyalist olmak demektir. Sadece ABD Emperyalizmi değil, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelerde bu Başhaydutla birlikte tüm canavarlıklara ortak olan AB Emperyalizmine de, Japon Emperyalizmine de karşı olmaktır bugün Demirci KAWA olabilmek. Demirci KAWA’nın Devrimci geleneğini sürdürmek, Kürt Sorunu’nda Amerikancı ve AB’ci çözüme karşı çıkmayı gerektirmektedir. Bugün Demirci KAWA olmak, Antifeodal olmak demektir. Tefeci-Bezirgân Sermayeye, onun ideolojisi Ilımlı İslama (yani ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürecek olan Tefeci-Bezirgân Şeriatına) ve onun simgesi Türbana, onların siyasi plandaki temsilcileri Tayyipgiller’e karşı mücadele etmektir bugün Demirci KAWA olabilmek. Bunların topunun lağım deliğinden aşağıya süpürüldüğü günler için mücadeleyi yükseltmekten geçer Demirci KAWA olabilmenin yolu. Bugün Demirci KAWA olmak, Antişovenist olmak demektir. Tam bir eşitlik ve kardeşlik temelinde Edirne’den Çin Sınırına uzanacak Kürt-Türk Federasyonunu (Halk Cumhuriyeti’ni) savunmaktan, Kürt Halkının Kendi Kaderini Tayin Hakkına da sonuna kadar saygı duymaktan geçer Demirci KAWA olabilmenin yolu. Kürt ve Türk Halkının binlerce yıllık kardeşliğini dinamitleyecek emperyalist çözümü değil, bu toprakları “hiçbir emperyalist saldırganın ele geçiremeyeceği, sarsamayacağı çelikten sağlam ve yüksek dağlardan sarp bir kale” yapacak olan Devrimci çözümü inatla savunmaktan geçer, Demirci KAWA’nın insanlığa mirası olan Devrimci geleneği devam ettirebilmenin yolu. Bugün Demirci KAWA olmak, Ortadoğu’da İkinci bir İsrail yani DEHAK demek olan, AB-D Emperyalistlerinin “Özgür Kürdistan” projesine karşı çıkmak, antiemperyalist Kürdistan’ı savunmak, gerçekleştirmek için mücadele vermek demektir. Bugün Demirci KAWA olmak, AB-D Emperyalistleri tarafından zulme ve yıkıma uğratılan Ortadoğu Halklarının yanında olmak demektir. Libya Halkıyla, Suriye Halkıyla dayanışmayı gerektirmektedir, KAWA’nın mirasına sahip çıkabilmenin yolu. Bugün Demirci KAWA olmak, AB-D Emperyalistlerinin Yeni Sevr Projesine karşı çıkmak demektir. Ülkemizin en az üç parçaya bölünmesine, Türk ve Kürt Halkının kanlı boğazlaşması demek olan bu projenin boşa çıkarılması için mücadeledir Demirci KAWA olabilmek. Bugün Demirci KAWA olmak, AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller’in bin yıllık kardeşliği bozma çabalarına inat, tıpkı Malazgirt’te Alparslan’ın Ordusu’nda olduğu gibi, İstanbul’un Fethinde Fatih’in Ordusu’nda olduğu gibi, Çanakkale’de, Birinci Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, birlikte mücadeleyi, kardeşliği haykırmak demektir. Bugün Demirci KAWA olmak, Kürt Halkının bağımsızlığını ve özgürlüğünü sembolize eden NEWROZ geleneğini yaşatmak, Halkların kardeşliği sözünü yaşama geçirme mücadelesinde birlikte sömürü ve zulme karşı açtığımız bayrağı zafere ulaşana kadar yere düşürmemek demektir. Demirci KAWA olmak, O’nun Devrimci geleneğini devam ettirmek, vatan aşkını söylemekten korkar hale gelmektense ölümü yeğlemektir. Demirci KAWA olmanın bütün gereklerini yerine getiren Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın düşünce oğulları ve kızları Kurtuluş Partililer olarak KAWA’ya sözümüzdür: Emperyalistlerin ve yerli satılmışların bütün heveslerini yine kursaklarında bırakacağız. Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda olduğu gibi yine Kürt kardeşlerimizle omuz omuza vererek İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı vereceğiz. Halkımızla, onun bir parçası olan Bilim İnsanlarımızla, Ordu Gençliği’mizle ve bin yıldan beri birlikte yaşadığımız Kürt Kardeşlerimizle el ele Devrimci Demokratik Halk İktidarını kuracak ve oradan kesintisizce SOSYALİZM’e geçeceğiz. 21.03.2012 Bijî ewroz! Yaşasın Halkların Kardeşliği! ewroz Piroz Be! ewroz Kawa’nın Dehak’ın Değil! Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi insanlık dışı, acımasız bir katliam dönemidir. İnsanlık suçudur bu darbe. Tabiî darbeyi yapanlar ve yaptıranlar iştirak halinde işlemişlerdir bu suçu. Meselenin buraya kadarki izahını yapmak için devrimci olmaya gerek yoktur. İnsani duyarlılığa sahip herkes yapabilir bu değerlendirmeyi. Ve buna öfke duyar şüphesiz. Biz de Türkiye’nin en diri devrimci yapısı olarak, çok büyük bedeller ödedik, öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’de. Resmi-sivil faşistlerce işlenen cinayetlere onlarca yoldaşımızı şehit verdik. Hayatta kalanlarımız, Ankara’da DAL’da, MİT’in “Tabutluk”larında; İstanbul’da Gayrettepe’de; Bursa, Konya, Adana, Antalya, İzmir vb. illerin Emniyetlerinde 90 gün, 45 gün boyunca işkenceler gördü. Mamak Cezaevi’nin “Tabutluk” denen hücrelerinin, Sultan Ahmet Cezaevi’nin, Selimiye Kışlası’nın gün görmez hücrelerinde, Metris’in “Sibirya Koğuşu”nun tadına baktık. Bir kısmımız tutuklandı, mahpus oldu yıllarca, idamlarla yargılandı. Ama bu süreçten Kıvılcımlı Usta’ya layık öğrencileri olarak alnı ak, başı dik çıktık. En büyük erdemdi bizler için işkence tezgâhlarında çözülmemek. O dönemki “kaçaklık modası”na hiçbir zaman uymadan; hatta idamla yargılanmak üzere aranan yoldaşlarımız da dahil olmak üzere yurt dışına çıkmadan, ülke topraklarında direnerek, İşçi Sınıfı denizine dalarak atlattık o en karanlık günleri. Ancak biz devrimciyiz. Salt insani duyarlılıkla, salt hümanizmle tahlil edemeyiz olayları. Aldığımız tavır elbette insanidir, ama politiktir de. İşte bunun için, Türkiye’deki siyasal ilişki ve çelişkileri, iktidarın sınıfsal yapısını ve ideolojisini, kısacası olanı biteni iyi bilmemiz, iyi anlamamız gerekir. Kısaca özetleyelim. 12 Eylül Faşist Darbesi, Başta 61 Anayasası olmak üzere, 27 Mayıs’ın kazanımlarını ortadan kaldırmak ve bu ortamda gelişen-yetişen devrimci kuşakları ve idealleri; yükselen İşçi Sınıfı Mücadelesini yok etmek için AB-D Emperyalistleri tarafından yaptırılmıştır Paul Henze’nin “oğlanları”na. Tabiî 12 Eylül ortamının hazırlanması için önce Kontrgerilla ve onun özel “sivil” partisi MHP sokulmuştur devreye. Resmi-sivil Gladio, diğer adıyla Süper NATO yani Kontrgerilla elemanları her gün onlarca devrimcinin kanını içmiş, devrimci-demokrat-yurtsever öğrenciler-bilim emekçileri-gazeteciler-sendikacılar katledilmiştir. Maraş ve Çorum Katliamlarını yaptırmışlar, kadın-erkek, çoluk-çocuk demeden cinayetler işlemişlerdir. Bunlara karşıdevrimcilerin zorunlu nefis müdafaası-mücadelesi lekelenmeye çalışılmış, halkın gözünde “önlenemeyen bir sağ-sol çatışması” olduğu algısı yaratılarak, gelen faşizm meşrulaştırmaya çalışılmıştır. Hep söylediğimiz gibi, 12 Eylül ile 27 Mayıs akla kara kadar birbirinin zıddıdır, inkârıdır. 27 Mayıs, halka sınırlı da olsa demokratik kurumlar ve haklar kazandıran Genç Subaylar öncülüğündeki bir Politik Devrim, 12 Eylül ise bunu yok etmek için AB-D Emperyalistlerinin Goril-Faşist Generallere yaptırdıkları Faşist bir Darbedir. Nitelik bakımından birbirilerin tam tersidirler özetçe. Kimi sol, sosyalist küçükburjuvaların, 27 Mayıs da bir darbedir. Hatta sonraki darbelerin yolunu açtığı için “darbelerin anasıdır”, şeklindeki değerlendirmesi gerçekle hiçbir ilgisi olmayan bilim dışı bir yaklaşımdır. Çünkü 12 Eylül türü, emperyalistler (özellikle de ABD) tarafından örgütlenen darbelerin “ana”sı, İran’da antiemperyalist Musaddık’a karşı 1953 yılında yapılan darbedir. Bu darbeyi Guatemala’da halkçı Arbenz’e karşı 1954’te yapılan darbe izlemiştir. Bundan sonra da hem Latin Amerika’da hem Asya’da hem de Afrika’da sayısız faşist darbeler emperyalistler tarafından yaptırılmıştır. Hatta Avrupa’da bile “Albaylar Cuntası” diye bilinen, Yunanistan’da gerçekleştirilen, 1967 faşist darbesi de ABD’nin eseridir. Yani ABD Emperyalistlerinin faşist darbeler yapmak için 27 Mayıs’ın “ana”lığına ihtiyaçları yoktur. Onlar çıkarlarına dokunulunca kendilerine uşakça bağladıkları goriller eliyle halk düşmanı faşist darbeler tezgâhlamanın ustasıdırlar. Türkiye’de 27 Mayıs, Mısır’da Nasır Hareketi, Libya’da Kaddafi Hareketi, Latin Amerika’da-Bolivya’daki Juan Torres Hareketi, Avrupa’da Portekiz Karanfil Devrimi, Genç Subayların halkçı amaçlarla yaptıkları politik devrimlerdir. Hatta Afrika’da, Somali’de Siad Barre 1969’da, Etiyopya’da Mengistu Haile Mariam 1974 yılında askeri harekâtla emperyalist gerici iktidarları alaşağı edip doğrudan doğruya sosyalist bir toplum kurmaya davranmışlardı. Bu saydığımız iki tür askeri harekâtın faşistlikle, gericilikle uzaktan yakından ilgisi olmadığı gibi tam tersine antiemperyalist, ilerici hatta sosyalist harekâtlardır. Bugün Latin Amerika’dan devrimci rüzgârlar estiren Hugo Chavez’in 1992’de giriştiği askeri darbe de halkçı amaçlar güden bir darbe girişimidir. Başarısız olmuştur ama bugünkü sosyalist Venezula’nın temelleri o gün atılmıştır. Sonuçça: biz sosyal-politik olayları yalnızca oluş biçimleriyle değerlendirmeyiz. Liderlerinin kişiliği, amaçları ve o olayların ortaya çıkardıkları sonuçlarıyla değerlendiririz. Hangi sınıfın aleyhine olduğuna, hangi sınıfın çıkarına hizmet ettiğine bakarız. Onların ilerici ya da gerici olduklarını bu somut kıstaslar ortaya çıkartır. 12 Eylül Faşizminin ekonomik planda getirdikleri 24 Ocak Kararları, işçi-emekçilere daha fazla sömürü ve Emperyalizme daha fazla teslim; siyasal planda ise Türk-İslamcı ideoloji ile Şeriat ideolojisidir. Onun için MHP’liler göstermelik birkaç tutuklamalarından bahisle “biz hapisteyiz düşüncelerimiz iktidarda” diyebilmişlerdir o günlerde. Nitekim 12 Eylül’le birlikte imam-hatipler mantar gibi çoğaltılmış, meydan tarikatlara kalmıştır. Bu nedenle de halkımızı Allah’la aldatmanın şeyhi, İblisin halefi Fethullah, “ülkedeki en son karakol”a kadar dönemin tüm faşist piyonlarına dualar etmiştir o günlerde. Bugüne gelince… Ilımlı İslam ve BOP projelerinin Eşbaşkanı tam anlamıyla iktidardadır, tüm gücüyle ne kadar muhalif varsa hepsine saldırmaktadır. MHP’yi de yedeklemiş, Cumhurbaşkanlığı seçimi, türban değişikliği, 4+4+4 gibi ne kadar gerici yasal değişiklik varsa tam desteğini almıştır. Bunların 12 Eylül’le hiçbir derdi yoktur esasında. Bilakis, 12 Eylül’e duacıdırlar. 12 Eylülcüler bunları yetiştirmiş, büyütmüş, kollamış ve geliştirmiştir. Bunların asıl derdi 27 Mayıs’la, 27 Mayısçılıkladır. Devrimci Ordu Gençliği geleneğiyledir bunların derdi. Onu yok etmek için, görünürde 12 Eylül üzerinden, “darbe karşıtlığı” üzerinden göz boyayarak, Mustafa Kemal’ci or- du kesimlerini yok etmek-sindirmek-yıldırmaktır amaçları. Doğrusu bu konuda bir hayli de yol almışlardır. Üstelik bu süreçte özel yetkili Fethullahçı hâkim ve savcılardan derleşik “Özel Yetkili Mahkeme”leri koç başı yapmışladır. Şimdi de 12 Eylül’ü bunlardan biri sözde yargılamaktadır. Başbakanlık da, faşist MHP ve yeni yetme faşist BBP de, hatta Ökkeş Şendiller denen Maraş Katliamının bir numaralı faili faşist katil de davanın müdahili; yani mağdur, şikayetçi 12 Eylül’den(!..) Bizler de bunlarla yan yana, aynı müşteki tarafında saf tutacağız, “12 Eylül’ü yargılamak” demagojisi üzerinden bunları, Özel Yetkili Mahkemeleri, Şeriatıçılığı, Faşizmi meşrulaştıracağız, aklayacağız! 12 Eylül Faşizmini iki tane faşist gorile indirgeyen orta oyunu üzerinden AKP’nin, tüm gericilerin 1923’ten beri rüyalarında gördükleri, Kurtuluş Savaşı’ndan intikam almayı, onu yok etmeyi amaçlayan “rövanşizmine” eklemleneceğiz öyle mi?.. Böyle bir şey gerçek devrimciler için utanç olur, olmalıdır. Şimdi bu söylediklerimize karşı “biz 12 Eylül’ün arkasındaki güçler de ortaya çıksın diye davaya dahil olduk” diyen “sol”cu, “sosyal demokrat” arkadaşları duyar gibi oluyor ve soruyoruz: “bunu, kaldırılması için mücadele verdiğimiz AKP’nin Hukuk Bürosu olan Özel Yetkili Mahkemelere mi (Bugünün DGM’lerine mi) yaptıracaksınız? AKP-ÖYM, AB-D Emperyalistlerini mi yargılayacak, TÜSİAD’ı mı? Sahi, siz nerede yaşıyorsunuz?” “12 Eylül Davası” orta oyununun figüranlığını, AKP Ortaçağcılarına, MHP-BBP faşistlerine ve ölü gözünden yaş umma gafletindeki “Sevrci Soytarı Sahte Sol”culara, “sosyal demokrat”lara bırakıyoruz. Biz bu oyunun figüranı olmayacağız! 12 Eylül Faşizmi de dahil olmak üzere Emperyalizmin ve onun her türden uşaklarının hesabını, Demokratik Halk İktidarı’nda kurulacak Halk Mahkemeleri soracak! Ancak halkın bu mahkemeleri, tüm sorumluları, devamcılarıyla birlikte cezalandırıp tarihin çöplüğüne atacak güce, yetkiye ve meşruluğa sahip olacaklar. Ve bu görevi şüphesiz başaracaklar! 06.04.2012 HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ GENEL MERKEZİ CMYK CMYK Hrant Dink neden öldürüldü? H Halkın Kurtuluş Partisi’nden 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ruhuyla mücadeleye! K urtuluş Partili Kadınlar olarak, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü bize armağan eden kadınlarımızın yolunda yürümeye ve bize devrettikleri birlik, mücadele ve dayanışma ruhunu bu 8 Mart’ta olduğu gibi bundan sonra da “Her Gün 8 Mart! Her Gün Mücadele!” anlayışı ile yaşatmaya devam edeceğiz. Bu amaçla ülkemizin dört bir yanında 8 Mart Emekçiler Günü’nü özüne uygun kutlaya- 97’nci yılında Çanakkale Zaferi’ni Kutlamak üzere Çanakkale Halkıyla buluştuk 1 8 Mart Deniz Zaferi Kutlamaları ve Çanakkale Şehitlerini Anma Günü’nü 97’nci yılında, yine büyük coşku ve hüzünle andık. Öncesinde Çanakkale bölgesin- rak mücadele çağrısı yaptı. İstanbul 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Türkiye’nin dört bir tarafında olduğu gibi İstanbul’da da özüne ihanet etmeden biz Kurtuluş Partililer tarafından hakkıyla kutlandı. Günler öncesinden başladığımız çalışmalarımızın ilk ayağı olarak Bakırköy, Kadıköy gibi merkezi yerlerde bildiri dağıtımı gerçekleştirdik. 8 Mart günü ise Taksim Meydanı’nda bir basın açıklaması gerçekleştirdik. Basın açıklamamız, halkımız tarafından ilgiyle dinlendi. Basın açıklaması sonrasında Partimizin kadın meselesine yönelik bakışını içeren bildirilerimizi İstiklal Caddesi’nde dağıttık. Ardından Kadıköy İskele Meydanı’nda bildiri dağıtarak halkımızla buluştuk. 8 Mart etkinliklerimiz, 11 Mart günü il merkezimizde gerçekleştirdiğimiz salon etkinliği ile devam etti. Devamı sayfa 21’de Newroz İsyanın Bayramıdır de yerel basına ve radyolara verilen ilanlarla, açılan stantlarla, yapılan afişleme çalışmalarıyla ve büyük ilgi gören sesli duyurularla, Çanakkale Halkına Partimizi, Mustafa Kemal’i ve Çanakkale Zaferi’ni an- Devamı sayfa 20’de rant Dink öldürüleliden beri tam 5 yıl geçti. Bu 5 yıl içinde bir değişiklik olmadı. Daha baştan o zamanki İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, “Olayda örgüt yok!” demişti. Oysa, katil Ogün Samast yakalanmış, sorgusu devam ediyordu henüz, Cerrah böyle derken. Tayyip ise daha sonra pek çok kez “Hamdolsun, failleri 32 saatte yakaladık” diye şişinecekti. Ne var ki ağzından kaçırdığı bir kelime dikkat çekiciydi şişinirken. Şöyle diyordu Tayyip 26 Ocak 2010 tarihli grup toplantısında: “ (…) Bugün bizim yaptığımız, Hrant Dink’in, Abdi İpekçi’nin, Uğur Mumcu’nun, diğer tüm kirli saldırıların üzerindeki sis perdesini kaldırmak, tüm bu olayları aydınlığa kavuşturmak ve gelecekte benzer melanetlerin yaşanmasını önlemeye yöneliktir; biz bunu yapıyoruz. “Biz yasamadaki gücümüzle, yürütmedeki gücümüzle bunu yapıyoruz. Bunun dışı yargıdır. Biz ancak bunu yapabiliriz ve şu ana kadar bunu yaptık, yapıyoruz. İşte Hrant Dink olayında, hamdolsun 32 saatte, biliyorsunuz, failler, uzantılarını söylemiyorum, failler yakalandı. Ama daha sonra bunun artık bağlantıları ortaya çıkmaya başladı.” (Aktaran Nedim Şener, Kırmızı Cuma: Dink’in Kalemini Kim Kırdı?, Doğan Kitap, Ankara 2011, s. 404) Hadi failleri anladık diyelim. Ya “uzantıları” ne? Hani “ortaya çıkmaya başlayan bağlantılar?” Cinayetten tam 5 yıl sonra sonuçlanan mahkeme kararı ortada… On dokuz sanığın tümü de örgüt suçundan beraat etti. Azmettirici konumundaki, bağlantıların düğümlendiği kişi, Erhan Tuncel de beraat etti. İşin içindeki emniyet görevlilerininse adı bile geçmedi davada. Asıl önemlisi, sonuçta “Örgüt yok” kararına varılmasıydı. İstanbul 19. Ağır Ceza Mahkemesinin gerekçeli kararında “Sanıkların örgüt kurma, yönetme, üye olma, yardım etme suçları dosyadaki deliller ile kesin, net, şüpheden uzak ve duraksamaya yer bırakmayacak somut olgu ve delillerle kanıtlanmadığından sanıkların delil yetersizliği nedeniyle beraatlarına karar verilmesi gerekmiştir” denildi. Karara Mahkeme Heyeti Başkanı Rüstem Eryılmaz “Delil durumuna göre örgüt mevcut değil. Ama örgüt yoktur da diyemeyiz.” diyerek açıklama getirdi veya hafif yollu kıvırdı da diyebiliriz. Mahkeme Savcısı Hikmet Usta ise “Örgüt de var, delil de var. Hem de fazlasıyla var olduğunu belirtmek istiyoruz!” diyerek noktayı koydu. Evet, örgüt de var, delil de1 Newroz Ateşi İzmir Yamanlar’da yükseldi K Yamanlar Mahallesi’nde coşkuyla kutlandı. ü r t Halkının zulme başkaldırı günü olan ewroz, İzmir’in Halkın Kurtuluş Partisi ve İPSD öncülüğünde gerçekleşen ewroz, halaylarla başladı. Ardından HKP Bayraklı İlçe Başkanı Yusuf GEÇER, gündemle ilgili bir konuşma yaptı. Kurtuluş Partisi Gençliği Beyazıt ve Halepçe Katliamlarını lanetledi Devamı sayfa 23’te Parababalarının işçi katliamları katlanarak devam ediyor Esenyurt’ta 11 işçinin yanarak ölmesi iş kazası değil katliamdır G K urtuluş Partisi Gençliği olarak, 1978 yılında Eczacılık Fakültesi önünde faşist güçler tarafından bombalanarak can veren 7 devrimci öğrenci arkadaşımızı ve 1988 yılında Halepçe’de kimyasal bombalarla katledilen Kürt kardeşlerimizi anmak amacıyla, İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampusu Eczacılık Fakültesi önünde bir basın açıklaması düzenledik. Devrim Şehitleri anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından açıklamamızı Kurtuluş Partisi İstanbul Gençliği adına Evrim Bin Yoldaş okudu. Evrim Yoldaş; halk düşmanı Tayyipgiller tarafından susturulmaya, yıldırılmaya ve bilinçsizleştirilmeye çalışılan, İşçi Sınıfımızın devrimci müttefiki gençliğe yapılan saldırıların, sadece dün değil, bugün de aynı şiddetle devam ettiğini belirtti. Özellikle mücadele eden gençliğin, Finans-Kapital ve onun yeryüzündeki gölgesi olan politikacılar tarafından tüm çabalara rağmen sindirilemediğini ve gençliğin karşısına her fırsatta düzenin yarattığı ve kullaştırdığı güçler çıkarılarak nefes alacak alan bırakılmadığını vurguladı. Evrim Yoldaş; dört gün önce 41’inci yıldönümü gerçekleşen 12 Mart Faşist Darbesinin ve 17’inci yıldönümü gerçekleşen Gazi Katliamı’nın, gençliğin ve ezilenlerin mücadelesine engel olmak amacıyla yapılan adice saldırılar olduğunu hatırlattı. Bu olaylara benzer bir şekilde 16 Mart Katliamı’nın da hem gençliğin tepkilerini, hem de ezilen halkların mücadelesini durdurmak için yapılmış olduğunu belirterek sözlerine devam etti. Günümüzde ise aynı baskıların Tayyipgiller eliyle sürdüğünü, Devamı sayfa 15’te üzelyurt Mahallesi’nde 6. Cadde’de yapılmakta olan AVM inşaatında çalışan işçiler 12 Mart’ta, yatakhane olarak kullandıkları çadırlarda gece 21.00 sularında çıkan yangında can verdiler. “Bir inşaat şantiyesinde işçilerin yatakhane olarak kullandığı çadırlarda, henüz belli olmayan bir nedenle çıkan yangında, 11 inşaat işçisi hayatını kaybetti”, “Yangında ihmali olanlar araştırılıyor” gibi haberler, yetkililerin açıklamaları doğrultusunda gazete sayfalarında yerini aldı. İstanbul’un orta yerinde, ülkenin farklı bölgelerinden getirilen insanlar kölece yaşam koşullarında çalışacak ve naylon çadırlarda ya- tacak. Elektrik sobalarıyla ısınmaya mahkûm olacak. Yangın çıkacak, çadırları yanacak, 45 saniye gibi kısa bir zamanda 11 işçi can verecek. Sonra sen “yetkili” çıkıp, neden arayacaksın, ihmal arayacaksın... Sigortaları var mıdır bu işçilerin, bilir de bilmezden gelirsin. Bir kez olsun bu çadırlar neyin nesi sormazsın. Güvencesiz çalışmanın önüne geçmezsin. İşçi sağlığı ve güvenliği yasasını değiştirmezsin. Parababalarına daha fazla para kazandırmak için taşeron sistemini özendirirsin. Sendikalaşmanın önüne engeller koyarsın. Sonra da adına iş kazası dersin... Yok öyle yağma! Sorumluluktan kaçamazsın. Burada yaşananın adı iş kazası değil bir katliamdır. Sorumlusu da Devamı sayfa 16’da Olay yıllar öncesinden örüldü. Trabzon bu tür saldırıları yapabilecek nitelikte kişileri bulmak için uygun bir zemindi. Küçükten başlayarak olaylar tırmandırıldı. Önce Trabzon’daki McDonalds restoranlarından birisi Ramazan ayında bombalandı (Ekim 2004). Daha sonra TAYAD provokasyonu (TA- YAD’lılara saldırı) örgütlendi (Nisan 2005), iki kez TAYAD’lılara saldırıldı. Ocak 2006’da Kürt kökenli işçilerin gittiği çay ocağına Molotof kokteyli atıldı, aynı ayın sonlarında MHP il binasına bomba konuldu. Şubat 2006’da Santa Maria Kilisesi’nin Katolik rahibi Andrea Santoro öldürüldü, öldüren 16 yaşında bir çocuktu ve 10 bin liralık Glock marka bir silah kullanmıştı. Bu olayın üzerine gidilmedi, eldeki bilgi bu kadarla bırakıldı. Bütün bu olaylar olurken Trabzon Emniyetinin başında ise Ramazan Akyürek vardı. Ramazan Akyürek, 28 Şubat döneminin İstanbul Valisi Erol Çakır tarafından siciline düşülen şu damgayı taşıyordu: “Emniyet’teki hizipleşme içinde irticai akımlara (Fethullah) yakın. Dikkat edilmelidir.” (Aktaran N. Şener, agy, s. 118) Evet, Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek Fetocu idi. Bu kişi, Hrant Dink öldürülmeden önce, 9 Mayıs 2006’da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesinin başına getirildi. Ayrılıncaya kadar Hrant Dink cinayeti ile ilgili bağlantılar kurulmuştu bile. Bağlantıların kurulmasında McDonalds’ın bombalanması dönüm noktasıydı. McDonalds’ı bombalayanlar Erhan Tuncel ile Yasin Hayal idi. Bunlardan Erhan Tuncel azmettirici ve bombayı hazırlayan kişiydi aynı zamanda. Ve Erhan Tuncel bu görevini ifa ettikten sonra Trabzon Emniyeti istihbaratçılarından Polis Muhittin Zenit tarafından, dolayısıyla Fetocu Ramazan Akyürek tarafından Trabzon Emniyetine Yardımcı İstihbarat Elemanı yapıldı. Böylece Hrant Dink cinayeti kontrollü bir şekilde örüldü. Cinayeti işleyecek yapıda insanlar yetmişli yılların katili Muhsin Yazıcıoğlu’nun partisi (BBP) etrafında boldu. Zaten Yasin Hayal de Erhan Tuncel sayesinde bu çevreden devşirilmişti. Hrant Dink’i vuran Ogün Samast da, daha önce bu cinayeti işlemeyi üstlenen Zeynel Abidin Yavuz da bu çevredendi. Örgütün varlığını kanıtlayan bir önemli bilgi de Erhan Tuncel’in geçmişi ile ilgiliydi. O da Fetocu olduğunu ima ediyordu aslında. Cinayetten sonraki ifadesine göre hakkındaki bilgiler şöyle Erhan Tuncel’in: “Ortaokul ve lise yıllarında Elazığ’da Fethullah Gülen cemaatine bağlı Işık Evleri’nde kaldığını söyledi. “Elazığ’da kaldığı yıllarda Mehmet Ağar’ın seçim çalışmalarına katıldığını da söyleyen Erhan Tuncel’in Trabzon’da bir yandan Alperen Ocakları’na giderken diğer yandan da cemaat evlerini ziyaret ettiği not edildi. “Ancak bu notlar sorguyu yapan Terörle mücadele Şubesi ekibi tarafından hazırlanan ve imzalanan resmi ‘Tespit Tutanağı’na geçirilmedi.” (N. Şener, agy, s. 116) Devamı sayfa 22’de
Benzer belgeler
55.sayıya ulaşmak için tıklayınız
Bolivar, Miranda, Che, bedence aramızda yoklar ama
onlar hâlâ insanlığın kurtuluş
mücadelesinde yol göstermeye, ışık olmaya devam ediyorlar. O yüzden AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçiler
boş...
65.sayıya ulaşmak için tıklayınız
bir konuşma yaptı. Doğan Haber
Ajansı ve İHA orada bulunmalarına, bu konuşmayı kayda almış
olmalarına rağmen birkaç gazetede yalnızca
Kurtuluş Partisi’nin adının
geçmesinin dışında yazılı ve
görsel...