Zlatan - Hayatım Futbol
Transkript
Zlatan - Hayatım Futbol
27MART2 01 5-SAYI 1 7 0 Yayın Koordinatörü Zlatan İlker Yılmaz Zlatan Ibrahimovic’in manşetten düştüğü bir dönem olmuş mudur? Düşündük, futbolun tatilde olduğu dönemleri bir kenara koyarsak (ki o dönemlerde bile manşetleri sık sık süsledi) 1 hafta boyunca konuşulmadığı hiçbir zaman olmamış olabilir. Futbolu, attığı golleri, yaşantısı, medyaya verdiği demeçleriyle Zlatan her zaman medyaya önemli malzemeler verdi. O her yönüyle bir süperstar. Hayatım Futbol’un 170. sayısında Ibrahimovic’in aykırı kişiliği, yetişme tarzı ve bunun futbola yansımasını ele aldık. Yazarlar Bahadır Bozkurt Burak Sağlam Emre Çelik Fırat Topal Sercan Ergün Serkan Akkoyun Uğur Karakullukçu Varol Döken Bu hafta ayrıca; Ege’nin üç takımı, Manisaspor, Denizlispor ve Bucaspor’un PTT 1. Lig’de yaşadığı zor dönemleri, savaşı atlatmaya çalışan Ukrayna’dan çıkan Dnipro’nun Avrupa Ligi yürüyüşünü, Ibrahimovic’in kendisi gibi sıra dışı menajeri Mino Raiola’yı ve Üsküdar’dan yeni keşif, İmparator Birahanesi’nda maç izleme keyfini bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz [email protected] [email protected] #168 BU SAYIDA Zlatan Ibrahimovic Buzdolabını Sürekli Dolu Tutan Adam Taktik Analiz Jag Är Zlatan Oyuncuyu Paraya Dönüştüren Adam Nedved’den Balotelli’ye Lukaku’dan Ibrahimovic’e… O bu işi biliyor! Ukrayna’da Mavi Devrim Silahların gölgesinde Dnipro’nun Avrupa Ligi yürüyüşü Ege’de Sular Isınıyor! Onlar bir dönem Süper Lig’deydiler. Şimdiyse PTT 1. Lig’den düşmemeye çalışıyorlar Maç Bahane Üsküdar’da ‘nerede o eski birahaneler’ diyebileceğiniz bir mekan Fırat Topal Futbol Kültürü HF170 BEN ZLATAN IBRAHIMOVIC 2013 yılında İngilizceye çevrilip uluslararası piyasadaki okuyucularla buluştuğunda hemen herkesin büyük beğenisiyle karşılaştı Zlatan Ibrahimovic’in otobiyografisi, “Jag Är Zlatan Ibrahimović”. İsveçli futbolcunun Milano’da, vatandaşı gazeteci David Lagercrantz’a verdiği 100 saate ulaşan röportajının kurgulanmasıyla ortaya çıkan kitap İsveç edebiyat tarihinin en hızlı satılan kitabı oldu ve ülkede piyasaya sürüldüğü Kasım 2011’den Noel dönemine kadar 500 bin kopya sattı. Simon Kuper, kitap için “son yıllarda bir futbolcu üzerinden yazılmış en güzel kitap” ifadesini kullanırken dünya üzerindeki bütün okuyucular, Bosna-Hırvat asıllı futbolcunun kitabına övgüler yağdırdılar, üstelik buna onun saha içi ve saha dışındaki karakterini sevmeyenler de dahildi. Örneğin kitabın satışta olduğu Amazon. com’da yapılan eleştirilerin neredeyse tümü olumlu ve okuyucuların hemen hemen yarısı 5 üzerine 5 yıldızı vermekten çekinmemiş. Bunda kitapta kullanılan dilin sadeliği, Zlatan’ın kendisini dürüstçe açığa vurması ve karakterini aynen kitaba yansıtmasının da büyük etkisi var. Bir okuyucunun yorumunda olduğu gibi, kitabı okurken Zlatan sizinle konuşuyor gibi hissediyor, onun sesini duyuyorsunuz. Kitabın açılış cümleleri şöyle. “...Bu kitabı ayrıca etrafından yanlış sebeplerle dışlanmış, toplum tarafından kendisine farklıymış muamelesi yapılan bütün çocuklara gönderiyorum. Başka insanlara benzememek kötü bir şey değildir. Kendinize inanmaya devam edin. Sonuçta, bakarsanız, işler benim için yolunda gitti...” Bundan sonrası kitapta ismi geçen kahramanları tanıtmayla geçiyor ve ardından dakika 1 gol 1 diyerek başlıyorsunuz kitaba, zira Zlatan kitabın ilk bölümünü Barcelona’da Guardiola ile yaşadığı olaylara ayırmış, hatta kitabın gerçek anlamda ilk başlangıç kelimeleri şunlar “Pep Guardiola”. Bu hızlı girişin ardından Zlatan, çocukluk yılları, Malmö’yle tanışması, babasının o zamanki menajeri Hasse Borg ile olan çekişmesi, Ajax’a gidişi, şimdiki menajeri, kendi deyimiyle “mafioso” Mino Raiola ile tanışması, Juventus yılları, Inter’de Roberto Mancini ile ilişkisi, Jose Mourinho’ya olan büyük hayranlığı ve bu hikayeler arasında ulusal takımdaki maceralarına yer veriyor. Tabii özel hayatıyla da ilgili birçok güzel anektod var, ancak kitabı okumaya başladığınız andan itibaren Zlatan’ın futbol sahasında olup biten olaylara ilgili anlattıklarının size sayfaları çevirmeye motive ettiğini farkediyorsunuz. Örneğin Barcelona’daki ilk günlerini anlattığı kısımdan bir paragrafı sizlerle paylaşalım: “...Daha ilk başta Barcelona’nın ufak bir okul ya da ona benzer bir kurum olduğunu anlamıştım. İyi oyunculara sahiptiler, onlarla ilgili hiçbir sorunum yoktu, zaten Ajax ve Inter’den takım arkadaşım Maxwell de benimle birlikteydi. Ama dürüst olmak gerekirse hiçbir oyuncu süperstar gibi davranmıyordu ki bu, bana garip gelmişti. Messi, Xavi, Iniesta, aslında bütün hepsi öğrenci gibi davranıyordu. Dünyanın en iyi oyuncuları antrenman sahasında toplanmış başları önde söylenilenleri dinliyordu. Oldukça gülünç bir durumdu. Eğer İtalya’da teknik direktör oyunculara “zıplayın” derse, oyuncular ona bakıp ‘bu nereden çıktı, neden zıplıyoruz ki?’ derler.....” Böyle bir adamın biyografisinin de sıradan olmasını bekleyemezsiniz. Kitapta Guardiola başta olmak üzere, Hasse Borg, Malmö yönetimi, Rafael van der Vaart, Louis van Gaal, Marco Materazzi, Ogechi Onyewu, Lars Lagerback ve daha birçok isim onun eleştiri oklarından nasibini alıyor ama Zlatan hadiselerin üzerinden yıllar geçmişken geri dönüp olayları yorumlamak yerine daha çok o anlarda hissettiklerini anlatıyor ki kitabın insanları kendisine bağlayan samimi havasında da bunun büyük önemi var. Kitap henüz Türkçe’ye çevrilmiş değil, bu sebeple İngilizce versiyonunu internet üzerinden elde etmeniz gerekiyor. Her ne kadar kitabın İngilizceye çevrilmesi sırasında Zlatan’ın kullandığı bazı kelimelerin anlamını kaybettiği söylense de genel olarak tatmin edici bir çeviri olduğunu belirtmek mümkün. Şu anda internet üzerinde posta masrafları hariç 25 TL civarına bulabileceğiniz kitap, 21. yüzyılda, yeşil sahaların en nev-i şahsına münhasır kişiliklerinden birisinin kendisine ayna tutmasına şahit olmak için mükemmel bir fırsat. Küstah, megaloman, saygısız, arıza ama aynı zamanda spektaküler, sürprizlerle dolu, karizmatik, eğlenceli bir adamın 266 sayfalık hikayesi. Serkan Akkoyun BUZDOLABINI SÜREKLi DOLU TUTAN ADAM Büyüdüğümüzü anladığımızda, hayatımızı yönlendiren her şeyin çocukluğumuzda yaşadıklarımız olduğunu anlıyoruz. Bu yazı da o büyüyenlerden birisinin öyküsü… Profil HF170 “Burada herkes birbirini tanır. Gelip sokakta öylece duramazsınız ya da birine bir şey soramazsınız. Karşınızdaki kişinin yaşı önemli değil.” Bu sözler bir mahalle için söylendi. İsveç’in Malmö kentinde yer alan Rosengard bölgesi. Çok uluslu yapısı, soğuk ve gri havasının dışında İsveç’in en tehlikeli yeri olarak biliniyor. Çetelerin bol olduğu, suçun kol gezdiği mahalleleri ile ünlü. Ama yaklaşık 10 yıldır, Rosengard denince akla tüm bunların dışında bir isim daha geliyor: Yazının başında yer alan sözlerin sahibi: Zlatan Ibrahimovic. Ibrahimovic’i birçok kişi kibirli, kendini beğenmiş, egolu hatta kavgacı, sorunlu gibi sıfatlarla tanımlayabilir. Kendilerine göre haklı gerekçeleri de olabilir. Zlatan’ın hayat hikâyesine baktığımızda ise karşımıza birçok olgun insanın altından kalkamayacağı sorunlarla, çocuk yaşta yüzleşmiş ve bunlara karşı kendince refleksler geliştirmiş birisi çıkıyor. Hatalar yapıyor; yaptığı hataları kabul ediyor. Ama sorun; hata yapmaktan hiç kurtulamıyor. Peki, her şey nasıl başladı? Rosengard’a doğru gidelim… Hırsız ve kabadayı Bosna’daki savaştan kaçan Şefik Ibrahimovic, İsveç’e sığınıyor. Sırplar, Bosnalı Müslüman Şefik’in neyi var neyi yoksa yok etmiş. O da çareyi anavatanını terk etmekte bulmuş. Çünkü hayatta kalmasının tek yolu bu. Ancak yaşadıklarını hayatı boyunca atlamamış. İsveç’e geldiğinde artık hiçbir şeyi olmayan bir adam ve aynı zamanda bir alkolik. Şefik bu sırada kendisi gibi göçmen olan Hırvat asıllı Jurka Grevic’le tanışmış. Jurka’nın da ondan farkı yok. İki yoksul, birbirlerine âşık olarak ‘bari gönüllerimizi zenginleştirelim’ diyerek yuva kurmuş. İşte Zlatan bu yuvanın bir mahsulü. 2001’de Ajax’a transfer olana kadar Rosengard’da babası ile birlikte apartman dairelerinde yaşıyordu ama zamanının çoğunu annesine ayırıyordu. Annesi ve babası ayrı yaşıyordu. İkisi ile de arası iyiydi ancak anne-baba şefkati içinde büyümemişti. “Evde, ‘Zlatan ödevlerine yardım ister misin’ ya da ‘Zlatan günün nasıl geçti?’ gibi sorular duymadım” diyordu. Büyüyünce anlıyordu, çocukken ondan nelerin mahrum bırakıldığını. Aslında derdi ödevlerinde yardım edilmesi ya da gününün nasıl geçtiğinin sorulması değildi. Zira öyle olsaydı okulda çıkardığı kavgalar ya da gün içinde yaptığı hırsızlıkları ailesine anlatması zor olurdu. İlkokuldaki okul müdiresi, “33 yıldır bu okulda görev yapıyorum ve Zlatan gördüğüm en kural tanımazlar listesinde ilk 5’e girer. Okulun 1 numaralı problem çocuğuydu. Gerçek bir baş belası çocuk nasıl olur derseniz onu örnek gösterebilirdiniz” diyordu. Zlatan da buna katılıyor: “Kabadayıydım. Mental sorunlarım vardı. Zor zamanlar geçirdim.” Yaşadığı bölgenin geri kalmışlığı, mahalledeki kavgalar, dövüşler, yoksulluk Zlatan’ın çocukluğunda kişiliğini belirleyen faktörler oluyordu. Burada, ortaokul çağına kadar ‘yakalı gömlek’ giymiş insan görmeyen birisinden bahsediyoruz. Belki de 6 yaşında babasının tanıştırdığı top olmasaydı hapishanede olacaktı. Çünkü dedik ya, ailesine anlatmakta güçlük çekebileceği kriminal işlere de bulaşıyordu. En büyük zevklerinden birisi bisiklet çalmaktı. Malmö altyapısındayken idmanlara çaldığı bisikletler ile gidiyordu. Karnını doyurmak için de aynı çareye başvuruyordu: “Bir şeye ihtiyaç duyduğumuz zaten markete gider ve çalardık. Bu yüzden bisikletle iyi bir ilişkim vardı. Bir keresinde bir postacının bisikletini çaldım. Harika bir bisikletti, askeri bir şeydi.” O dolap hep dolu olacak Hırsız ve kabadayı Zlatan evde ise ailesine bağlı ancak mesafeli bir ilişki izliyordu. Babası ona futbol konusunda çok destek veriyordu. Babası alkol konusunda her ne kadar sorunlar yaşasa ve Zlatan’ı birçok şeyden mahrum bıraksa da ona asla kin ya da nefret duymuyordu: “Bir keresinde çocukken biraz para biriktirmişti. Bu parayla bana IKEA’dan yatak aldı. Ama taşıma için ödeyecek parası kalmamıştı. Beraber gittik ve eve kadar biz taşıdık. O zaman bu benim için fantastik bir şeydi. Bir defasında da takımla kampa katılabilmem için bana bütün parasını verdi. Evin kirasını ödeyemedi ama beni o kampa gönderdi.” Zlatan’ın babası ile ilişkisini belirleyen isim aslında ağabeyiydi. Kız kardeşi Sanella, üvey kız kardeşleri Monika ve Violetta, küçük erkek kardeşi Alexander’ın yanı sıra onun için en farklı isim abisi Sapko olmuştu. 40 yaşında hayata gözlerini yuman Sapko, babası ile ondan daha yakın ilişki içerisindeydi. Zlatan babası, abisi ve abisinin ölümünden sonra babası ile arasında geçen konuşmayı şöyle anlatmıştı: “Abim, babam için bir referans noktasıydı. Onlar sürekli konuşurdu. Abim öldükten sonra babam ilk defa benimle Bosna’daki ailesi hakkında konuştu.” Balkan Savaş’ı babası için çok şey ifade etse de Zlatan bu konuyla ilgili hiçbir bağ hissetmiyordu. Ailesi onu babasının eski öykülerinden ve savaş hikâyelerinden korumuştu. Çocukken bazı günler -ki bunlar anma törenleriydi- annesinin ve kız kardeşlerinin neden simsiyah giyindiğini anlayamıyordu. Bunu bir moda akımı olarak düşünüyordu. Okul kitaplarında anlatılan türden bir aile değillerdi ama büyük trajediler de yoktu evlerinde. “Evde bira seansları, Yugoslav müzikleri, Balkan savaşına dair bir şeyler olurdu. Başka da bir şey yok” diyen Zlatan’ın en büyük derdi ise boş buzdolabıydı. Çocukluğunda ne zaman dolabı açsa boş görmesi onun için adeta hayatta neden kazanması gerektiği mesajını veriyordu. Belki de henüz 18 yaşında başlayan kariyeri boyunca sadece buzdolabını doldurmak için çalışmıştı: “Evdeki tek prensibim budur. Eşime sadece bunu yapmasını söylerim; ‘Buzdolabını sürekli dolu tut’ Dünyadaki her insan buzdolabını açınca istediği her ne ise onu alabilmeli. Çünkü dolabı açtığınızda boş görürseniz; bu çok zor bir şeydir. Açlık dünyadaki en kötü durumdur.” ‘Zlatan, ne yaptın sen?’ Açlıkla sınanan bir çocukluk, sokaklarda kavgalar ve suçla dolu geçen bir erken gençlik. Zlatan’ın öğrenmeye, okula, etrafını tanımaya ayıracak vakti yoktu. Bir an önce para kazanmalı, hayat standardını yukarı çekmeliydi. Malmö’de oynadığı dönemde hayalini, “Bir Diablo. Lamborghini marka arabanın Diablo modeli. Mor renkte ve metalik. Evet, hayalim bu…” diyerek anlatıyordu. Göçmenlerden kurulu FBK Balkan takımında başlayan altyapı kariyerini Malmö’ye taşıyor ve 1999’da henüz 18 yaşında A Takım formasını da sırtına geçiriyordu. Sadece 2 sene yetti. Herkes Zlatan’ın nasıl bir futbolcu olduğunu anladı. Takım arkadaşlarından birisi, “Bazen çok boş pozisyonda olsak da bize pas vermiyor. Bencil oynamayı seviyor. Ama çoğu zaman sonunda gol atıyor” diyerek anlatıyordu onu. 2001’de ise Ajax’ın teklifine evet diyordu. Rosengard’ın hırsız kabadayısı 8 milyon euro bonservis bedeli ile Ajax’a gidiyordu. Annesi onun bu transfer haberini gazetede gördü. İsveççesi iyi olmadığı için anlamadı ne yazdığını. Gazeteyi alıp koşarak eve geldi. “Ne yaptın sen. Neden gazetelerde fotoğrafın var?” dedi. Zlatan ise, “Ajax’a transfer oldum. Hollanda’nın en büyük futbol takımı.” cevabını verdi ve kazandığı, kazanacağı, kazanacakları paradan bahsetti. O ana kadar annesine artık çalışmaması gerektiğini, kendisinin ona bakabileceğini söylüyor ancak ikna edemiyordu. Şimdi eline hem Diablo’yu alabilecek hem de annesini çalışmamasına ikna edecek kadar para geçmişti. Malmö taraftarlarının ‘Superzlatan’ı Ajax’a attığı imzadan sonra büyük bir yıldıza dönüşüyordu. İsveç’i tanımıyor Zlatan’ın futbol kariyerini Ajax’ta bırakalım ve biz onun hayatına geri dönelim. Ajax’tan sonra neler yaptıklarına dair bilgilere ulaşmak zor değil; İtalya, İspanya, Fransa. Toplamda 5 ülke kazanılan 11 lig şampiyonluğu! Özetle; gittiği her takımda şampiyon oldu. Ancak aynı başarı seviyesine milli takım ile ulaşamadı. Bosna kökenliydi, annesi Hırvat’tı ama o doğup büyüdüğü ve vatandaşı olduğu İsveç için oynuyordu. Yalnız sadece oynuyordu. Hiçbir şey hissetmiyordu: “Çocukken İsveç milli takımını izlemedim. Aslında o zamanlar onları hiç izlemezdim. Brezilya’yı seviyordum. Farklı şeyler yapıyorlardı. Topa farklı dokunuyorlardı. Sanki bir hokey maçında pakı sürer gibi. Büyüleyiciydiler.” Sadece futbol anlamında değil, sosyal ve kültürel anlamda da İsveç’e uzaktı: “Hayatımda ilk defa İsveç filmi izlediğimde 20 yaşımdaydım. İsveç’in önemli tarihi kişileri kimdir bilmiyordum. Ne sporcularını ne de yıldızlarını tanımıyordum.” Sanılmasın ki bunlardan yoksulluk nedeniyle mahrum kaldı, hayır! Onlar Rosengard’da İsveç’in bambaşka bir yüzünü yaşıyorlardı. Mahallerinde ya da komşu sokaklarda yerli İsveçli yoktu. Somalili, Türk, Yugoslav, Polonyalı, Kuzey Afrikalılar vardı. Evde ise ailece Amerikan filmleri izliyorlardı. Özellikle Bruce Lee ve Jackie Chan’in filmleri. Belki de bu yüzden gençliğinde tekvandoya merak salmış, siyah kuşak bir tekvandocu olmuştu. Aynı zamanda babası geceleri Muhammed Ali ve George Foreman’ın boks maçlarının videolarını izliyordu. Kavgacı bir çocukla izlenebilecek en güzel şeyler değil mi? Pedagojik bir vaka’ adan söz etmeyeceğim ancak Zlatan’ın şu sözlerini de sizlere aktarmadan geçemeyeceğim. Kararı siz verirsiniz: “Benimki gibi geçmişe birisinin başarılı olması çok zordu. Mesela bir keresinde altyapıda takım arkadaşıma kafa attım. Çok sinirli bir genç adamdım. Beni takımdan kovmak için dilekçe imzalamışlardı. Çok hatalar yaptım.” Dışarıda Zlatan evde baba Kendisi sorunlu bir çocukluk yaşasa da elindeki imkânlar sayesinde çocuklarına iyi bir hayat ve ağzına kadar dolu bir buzdolabı sunmaya çalışıyor. 2005 yılında Juventus forması giyerken eşi Helena ile tanıştı. Kendisinden 11 yaş büyük olmasına rağmen dönemin ünlü mankenlerinden Helena’ya ilk görüşte âşık oluyordu. Helena içinse Zlatan ilk başlarda, ‘Hızlı arabası olan, altın saat takan, gürültülü müziklerle dans eden sefil bir Yugoslav’dı. Helena’nın, Zlatan’ı beğenmemesi normaldi çünkü o İsveç’in güneyinden, Lindesberg’dendi. Burası İsveç’in tarihi kentlerinden birisi ve bu olgun sarışın da İsveç’in elit mankenlerinden hem de hatırı sayılır ailelerinden birisinin kızıydı. Ancak hayatta neyi istediyse elde eden Zlatan, Helena’ya da kendisini kabul ettiriyordu. Helena öylesine âşık olur ki, ona bir kadehle şarap nasıl içilirden çatal, bıçak nasıl kullanılıra kadar her şeyi öğretiyordu. Tabiri-i caizse Helena, Zlatan’a adam eder. 2 de çocukları olur: Maxilimilian Ibrahimovic ve Vincent Ibrahimovic. Zlatan için çocuklarının disiplini çok önemli. Onların, kendisinin şöhreti nedeniyle şımarmalarını istemiyor. ‘Asla geldiğim yeri unutmadım’ diyerek her fırsatta çocukken yaşadığı zorlukları hatırlıyor ve çocuklarının hayat denen bu yolda adım adım yürürken karşılarına çıkacak engelleri nasıl aşmaları gerektiğini bilmelerini istiyor: “Benim için disiplin ve saygı her şeydir. Çocuklarım 18 yaşına geldikten sonra kendi kararlarını verebilirler. Ancak o zamana kadar benim kontrolümdeler ve benim kurallarım işler. Ibrahimovic’in kim olduğunu anlamaya başladıklarında da onların babaları olduğumu bilmelerini istiyorum. Bilirsiniz işte bana ‘Zlatan’ denmesi... Ben onlar için bir fotoğraf olmak istemiyorum. Bazen şaka bile olsa bana Zlatan diyorlar ve bundan hoşlanmıyorum. Bana kesinlikle baba demeliler. Mantıklı olan bu. Menajerimle kulübe gittiğimde tamam, Zlatan Ibrahimovic’im ama eve geldiğimde babayım, %100 o ailenin bir parçasıyım. Zlatan olmak istemiyorum.” Belki de o da sıkıldı kendisine biçtiği rolü oynamaktan ve ‘gerçek’ haline bürünmek için eve adım atmayı bekliyor. Belki de futbol dünyasının Abuzer Kadayıf’ı, Zlatan Ibrahimovic’tir. Son söz Zlatan için son sözü çocukluğumu tekrar bölümleriyle de olsa şenlendiren Cosby Ailesi dizisinin yazarlarından ve aynı zamanda başrol oyuncusu olan William Henry Cosby JR. Nam-ı diğer Bill Cosby’ye bırakıyorum: “Başarının sırrını bilmiyorum ama başarısızlığın yolu herkesi memnun etmeye çalışmaktan geçer.” MEDYADAKi ZLATAN “Kendimin ne kadar mükemmel olduğunu düşününce gülesim geliyor.” “Eğer tekvandoyu seçseydim muhtemelen şu anda birkaç Olimpiyat madalyam olurdu.” “Beni satın alıyorsanız bir Ferrari alıyorsunuz demektir. Eğer bir Ferrari alıyorsanız deposuna en iyi benzini koyarsınız, otobana çıkıp gazı köklersiniz. Guardiola ise depoya dizel koyup patikada spin atıyordu. Bir Fiat almalıydı!” “Arsene (Wenger) bana ünlü kırmızı-beyaz formayı verdi, arkasında 9 numara Ibrahimovic yazıyordu ve ben o kadar mutlu olmuştum ki formayla fotoğraf bile çektirmiştim. Bana gerçekten ciddi bir teklif yapmadı, daha çok ‘Senin ne kadar iyi olduğunu, ne tür bir oyuncu olduğunu görmek istiyorum. Bir deneme yapalım’ der gibiydi. İnanamıyordum, aklımdan şu geçiyordu: ‘ASLA, ZLATAN DENEME YAPMAZ’.” “Kaleci dahil 11 pozisyonda da oynayabilirim çünkü iyi bir oyuncu her yerde oynar.” “Şu anda Paris’te benim için bir apartman bakıyoruz. Eğer bulamazsak oteli satın alacağım herhalde.” “İsveç stili? Hayır. Yugoslav? Tabii ki hayır. Zlatan stili olmalıydı!” “Carew’in futbol topuyla yaptıklarını ben bir portakalla bile yaparım.” “Sakatlanmış bir Zlatan her takım için ciddi bir sorundur” “Eşime hediye mi? Hiçbir şey almayacağım, o zaten Zlatan’a sahip.” “Fransa’daki oyuncular hakkında pek bir şey bilmediğim doğru ama onlar kesinlikle benim kim olduğumu biliyorlar!” Zlatan: “Kimin turu geçeceğini sadece Tanrı bilir.” Muhabir: “Ona sormak biraz zor.” Zlatan: “Zaten kendisiyle konuşuyorsun.” Taktik Analiz HF170 Bahadır Bozkurt ZLATAN VARSA HERŞEY TAMAM Onun konuşulmasını sağlayan medyayla diyaloğu ve spektaküler golleri bir yana Ibrahimovic’in komple bir forvet olduğu su götürmez bir gerçek. Uzun boylu, hava toplarına hakim, teknik ve gerektiğinde bir sahte 10 numara. Daha ne istersiniz… Futbol zamanla beraber evrilerek başka bir yere doğru gidiyor. Şimdilerde Marsilya’nın teknik patronu olan Marcelo Bielsa futbolcular yerine robotları oynatma şansı olsa hiç yenilmeyeceğini düşünenlerden. Bielsa’ya dair bu delice/dahice fikir Emre Çelik-Kaan Kavuşan tarafından Hayatım Futbol’un 147’inci sayısında uzun uzadıya tartışılmıştı. Bielsa’nın bu fikrinin rasyonel anlamda gerçekleşmeyecek bir ütopik düşünce olduğunu düşünsek de futbol geçirdiği evrim sonrasında bugün daha biyonikleşen, daha hızlı bir oyun haline dönüşmüş durumda. Artık her futbolcu daha çok efor sarf etmeli ve oyunu iki yönlü oynamak zorunda. Bu değişimin en büyük temsilcisi olan Pep Guardiola’nın Barcelonası uzun süren bir projenin mevyesi olarak “uzay futbolunun” öncüsü olmuştu. Oyunun geçirdiği evrim elbette futbolcuları da değiştirmek zorundaydı, Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo gibi daha süratli, dengeli ve güçlü oyuncularla makineleşen futbol yapısının yeni bir yöne doğru gittiğini izlemekteyiz. Ve bu gelişimin son 10 yıl içerisinde büyük bir atılım yaptığını söylemek güç değil. Modern orta saha oyuncuları Pirlo’dan Pogba’ya doğru evrilirken, oyunun gelişimini kaleciler de dahi -Neuer örneğinde olduğu gibigörmek güç değil. Eski pivot santraforlardan 2000’li yılların başında oynayan Jan Koller’i ele alırsak, uzun boylu fiziğinin yanında iyi ayaklara sahip hantal yapıda bir isim iken şimdilerde Zlatan’la bu mevkiinin de gelişimini görebiliriz. Ibrahimovic’in en önemli silahlarının başında teknik anlamda üst düzey bir futbolcu olması geliyor. Takımın hucüm varyasyonları içerisinde pas dağıtabilen ve çevresel görüşü çok yüksek bir futbolcu olması onu sadece topun atılığı duvar olan bir forvetten daha çok sahte bir on numaraya çevirebiliyor. Bu özelliği onu sadece hava toplarında güçlü bir figür olmak yerine oyun içerisinde takımın hücum aklına katkı sağlayan özel bir oyuncu olmasında en büyük etken. Çocukluğunda heves ettiği tekvando sporu sayesinde estetik vuruşlar yapabilmesinin aynı zamanda topun şiddetini ayarlarmasındaki en büyük nedenlerden biri olduğunu kendisi de dile getiriyor. Güçlü vucüt yapısı onunla eşleşen stoperler için tam bir bela. Statik bir forvet olmaması, kendisine alan açmak için yaptığı koşular, ceza sahası içi ve dışında topla buluşmalar, defansif zaaflara yer açabiliyor. Eskiden stoperlerin kucağına oturan pivot santraforlar hava topu için mücadele ederken, şimdilerde taç çizgisine kadar gidip oyunu açan çilingir bir modeli oluşturabiliyor. Her forvet biraz bencildir. Gol atma isteği kimi zaman takımın çıkarlarıyla çatışmak pahasına bastıralamayacak seviyeye gelebilir. Zlatan da bu “virüsün” taşıyıcılarından. Hatta bu “virüs”, Zlatan’ın Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırmak istediği için gittiği Barcelona’da başına bela oldu. Guardiola felsefesinin kaleye neredeyse yürüyerek giren forvet tipi olması, İsveçli golcünün oyun felsefesiyle ters düştü. Gol atmak için yakaladığı pozisyonlarda oyunu devam ettirmeyip kaleye yönelmesi Guardiola ile arasındaki en büyük problemdi. Guardiola Zlatan’ın bu hastalığını yenemeyeceğini düşündüğü için takımdan uzaklaştırdı. Modern takım oyununda Zlatan gibi sadece oyunun tek yönünü düşünmesi Barça kariyerini sekteye uğratan tek, fakat en önemli nokta. Özellikle PSG kariyeri ile birlikte önce attığı gollerle kendini ispat eden İsveçli yıldız, takım oyununa daha fazla katkı vermeye başladı. PSG’nin aşama kaydedebilmesi için hucümdaki defansif etkinliğini daha önce oynadığı takımlara göre arttırdığını istatistiklerden de görebiliyoruz. İkili mücadele kazanma, rakip sahada etkinliğini artırtma gibi silahları donanmaktan geri durmadı. İsveç Milli Takımı’nda ise durumlar biraz daha farklı. Kulüp kariyerinde oynadığı tüm liglerde şampiyonluk kupasına öpücük kondurmayı başaran bir “winner” iken, İsveç Milli Takımı’nda kadro kısıtlı olması nedeniyle iyi bir lider konumunda. Liderlik özelliği egosuyla birleştiğinde sahanın ortasında arkadaşlarına fırça çeken eli sopalı, öğretici bir profil ortaya çıkıyor. Zlatan’ın bu imajı bir zamanlar İsveç basını tarafından çok eleştirilse de, sahada oynayan arkadaşları, konuyu Zlatan’la oynamanın sorumluluğu olarak ele alıyor. Zlatan gibi figüre sahip olmak İsveçlilerin gurur kaynağı. İsveç Milli Takımı 94 Dünya Kupası’ndaki altın jenarasyonu yakalamanın ne kadar güç olduğunu bilse de Ibrahimovic gibi bir yıldızın varlığı bu özlemi biraz olsun dizginlemiş durumda. Gelişen futbolda, Ibrahimovic de bir yapı taşı. Artık oyun içerisinde daha hızlı olmak, teknik anlamda daha üst seviyelerde olmak pivot santraforların en büyük ilkesi. Bunun yanında liderlik vasfını oyun içerisinde ortaya koymak ve defansif anlamda yapacakları katkı bu tip oyuncuları elit bir kategoriye çıkartacak. Bu yolun yolcusu olan Diego Costa, Ibrahimovic’ten bayrağı teslim alacağa benziyor. Portekiz ve İspanya’da mutlu sona uzanan Brezilyalı oyuncu şimdilerde İngiltere’de kupayı kucaklayacak muhtemel takımın önemli bir parçası. Costa için soru şurada başlayacak Zlatan kadar uzun soluklu bir “winner” olabilecek mi? Profil HF170 Emre Çelik OYUNCUYU PARAYA DÖNÜŞTÜREN ADAM MINO RAIOLA Zlatan Ibrahimovic denince akıllara ilk gelen isimlerden biri de hiç şüphesiz en az Ibra kadar kibirli ve nevi şahsına münhasır Mino Raiola “Üzerime deri Gucci marka ceketimi giydim. Kaba biriymişim gibi bir imaj bırakmaya niyetim yoktu. Altın saatimi taktım ve Porsche’umu da tam restoranın önüne park ettim.” Zlatan Ibrahimovic önce o dönem aynı takımda oynadığı Maxwell’in aracılığıyla kendisiyle görüşme ayarlamak isteyen fakat telefonda dahi anlaşamadığı, sonunda araya gazeteci Thijs Slegers’in araya girmesiyle kabul ettiği Mino Raiola ile yapacağı ilk buluşmayı kitabında bu sözlerle anlatıyor. “Bu adamın temsilci olması gerekmiyor muydu? Kot ve t-shirt giymiş, kocaman bir göbeği olan biri. Kim bu herif? Böyle göbeği olan futbolcu temsilcisi olabilir mi? Peki ne mi sipariş etti? Avokado ve karides ile birlikte suşi mi? Hayır, masaya bir yığın yemek geldi. Beş kişiye yetecek kadar. Ve hepsini bir anda mideye indirdi.” Raiola, 2003’teki ilk buluşmalarında Zlatan’ı sadece kodaman görüntüsü ve Amsterdam’daki Okura Hotel’de sanki 1 haftadır aç yaşıyormuşçasına yemeklere saldırmasıyla etkilemeyecekti. Zlatan daha ilk şaşkınlığını atlatamadan “Masaya üzerinde isimler ve numaralar olan bir A4 çıkardı. Christian Vieri 27 maçta 24 gol, Inzaghi 25 maçta 20 gol… ve Zlatan Ibrahimovic 25 maçta 5 gol. Ardından da can alıcı soruyu patlattı ‘Sence bu istatistiklerle seni satabilir miyim? Çok klas olduğunu düşünüyorsun, değil mi? Saatin ve Porche’un ile insanları etkileyebileceğini düşünüyorsun ama etkileyemezsin. Bence hepsi değersiz şeyler. Bana şunun cevabını ver; Dünyanın en iyisi olmak ve daha fazla kazanmak istiyor musun?’ Evet deyince de ‘Dünyanın en iyisi olursan diğerlerini zaten kazanacaksın. Fakat paranın peşinde koşarsan hiçbir şey elde edemeyeceksin. Biliyorsun değil mi?’ Düşün ve bana kararını bildir. Fakat şunu da unutma. Benimle çalışmak istiyorsan söylediklerimin hepsini yapmak zorundasın. Arabalarını, tüm saatlerini satmak ve şu ankinden üç kat daha fazla çalışmak zorundasın çünkü istatistiklerin b*k gibi.” Ibra-Raiola ortaklığı, İsveçli oyuncunun ifadeleriyle bu şekilde başladı. Raiola olmadan da Ibrahimovic belki adından söz ettirebilirdi ama şu anki konumuna gelebilir miydi bilinmez. Belki de Raiola’nın dediği gibi adından söz ettirmesine rağmen anca orta sıra bir Premier League takımının yolunu tutardı. Bu açıdan düşününce Ibrahimovic için Raiola’nın önemini “kariyerine gerçekten start veren adam” şeklinde tanımlamak çok da yanlış olmaz. Ki Ibra, anlattığı bu diyaloğun ardından da işlerin güllük gülistanlık gitmediğini, ekstra çalışmaya başlamasına rağmen Raiola’nın sürekli şikayet edecek bir şeyler bulduğunu belirtiyor. Ama Ibra, “harika şişko aptal” diyerek tanımladığı Raiola ile sonunda aynı frekansa ulaşıyor. Gerisi zaten herkesin malumu. Fakat bu hikâyenin ana kahramanı Ibrahimovic değil Carmine “Mino” Raiola. 1967’de Nocera Inferiore’de doğmasına rağmen, Raiola ailesinin, hemen akabinde Hollanda’nın Haarlem kentine göçü Mino’nun da kaderini çizecektir. Mekaniker olan baba Raiola, ardından küçük bir sandviç dükkanı açar ama sermaye büyüdükçe küçük dükkan önce bir pizzacıya döner. Raiolaların pizzaları tuttukça da restoran gittikçe lüks, üst kesimin uğrak noktası gelir. Tıpkı her cuma restorana uğrayan HFC Haarlem’in başkanı ve eşi gibi. Ticareti restoran için İtalyan firmalarıyla yapılacak anlaşmaların pazarlıklarını yaparak öğrenen Mino Raiola, aslında futbola da savunma oyuncusu olarak Haarlem’in altyapısında oynayarak giriş yapmıştır. Ama her buluşmadan “Sen futboldan hiç anlamıyorsun” dediği kulüp başkanı genç Mino Raiola’ya “Tamam gel altyapının başına geç” dediğinde Mino henüz 19’undayken kendini tam anlamıyla futbolun içinde buldu. Yıllar sonra koltuğa oturduğu gün için “Olmayan parayla takımı geliştiremeyeceğimi fark ettiğimde çok kötü hissetmiştim” diyecekti. Nitekim Haarlem’de çok kalmadı ve Rob Jansen’in Sport-Promotion’una kapağı attı. Fakat o yıllarda bu işin babaları Gullit’i Milan’a götüren Coster Cor ve Appolonius Konijnburg’dü. Raiola’nın piyasadaki ilk kayda değer hamlesi Sport-Promotion’a bağlı Dennis Berkgamp’ı 1991’de en sevdiği kulüp olan Napoli’ye önermek oldu. Corrado Ferlaino’yu arayıp dönemin parasıyla 700 milyon lire’e transferin gerçekleşeceğini belirtmişti ama Napoli’den resmen “Berkgamp da kim?” yanıtını aldı. Raiola için bu olmayan transferin önemi, bu işte duygusallığa yer olmadığını anlaması olmuştu ve intikamını da 1993’te, sadece iki sene sonra Napoli’nin Dennis Berkgamp için Inter’den daha fazla para koymasına rağmen yaklaşık 18 milyar lire’e oyuncuyu Inter’e göndererek aldı. Raiola, Sport-Promotion’da çok durmadı. 1996’da Euro 96’dan hemen sonra PSV ile anlaşan Pavel Nedved’i adeta Hollanda ekibinin elinden çalıp Çizme’ye transferini gerçekleştirdi. İlk bağımsız transferiyle hem Nedved’i Lazio tarihinin en pahalı oyuncusu yaptı hem de kendi ününü biraz da lâkaplarından biri olan “mafya”yı hak edercesine artırmayı başardı. İşin garip yanı, Raiola kağıt üzerinde Pavel Nedved’in menajeri bile değildi. Raiola oyuncuyu mutlu etmesini biliyordu, başta Ajax ve İtalyanlar olmak üzere kulüplere kazandırıyordu ve hepsinden de önemlisi kendisi de kazanıyordu. Nedved’i 2001’de Juventus’a rekorla gönderirken de kağıt üzerinde yine Nedved’in temsilcisi değildi ama bu transfer gündeme geldiğinde Lazio, Juventus ve Nedved’den sonra akıllara ilk gelen Raiola’dan başkası değildi. İşler öyle bir hal aldı ki başı sıkışan kulüp, hatta teklifler karşısında ne yapacağını şaşıran oyuncu temsilcileri bile Raiola’yı arayıp “Şu işe bir el atsana” diyordu. Tıpkı Maxwell’e 8 yıl gayriresmi temsilcilik yaptığı, 2010’da İspanya’ya dönmesi kuvvetle muhtemel karşılanan Robinho’nun temsilcisi olmamasına rağmen alıp Milan’a imza atmasını sağladığı gibi. Raiola işin sırrını “oyuncuyu mutlu etmek en önemli faktördür” diyerek açıklıyor. Nedved konusunda Moggi ile neredeyse 10 sene boyunca tek bir kelime bile konuşmadığını ama konu “iş” meselelerine gelince masaya koşarak oturduğunu anlatıyor. Tıpkı Ibra’yla buluşmadan önce Ibra’nın “artist” tavırlarından sonra kallavi bir laf savurup “seninle mi uğraşacağım” dediği ama ardından o buluşmayı bir şekilde ayarladığı gibi. Ve doğru zamanda transferden kaçmamaya… “Napoli, ben satalım dediğimde Hamsik’i elden çıkarsaydı en az 60-70 milyon euro kazanırdı. Şu an o paraların yanına yaklaşamaz” ve “Bence bir oyuncu takımdan ayrılmak istiyorsa uzatmanın alemi yok. O oyuncuyu satmak gerek. Devam etmesinin ne takıma ne de kendisine faydası dokunur” sözleri Raiola’nın yaklaşımını açıkça ortaya koyuyor. Bu arada belirtmek şart; Hamsik de Raiola’nın oyuncularından birisi değil ama menajeri “ben artık ne yapacağımı şaşırdım” deyip Raiola’yı arayanlardan. Ne Napoli ne Hamsik’in temsilcisi ne de Raiola kazanamadı ama kaybeden belki de ‘o son adımı atmayı başaramayan’ Hamsik oldu. Tabi bunları söylese de isminin nasıl telaffuz edildiğini soran gazetecilere “Bana para verdikten sonra ne dediğinizin hiç önemi yok” diyen birinin gerçekten oyuncuyu düşünüp düşünmediği de sonuna kadar sorgulanabilir. “Bay %5”, PSG ile yaptığı “efsanevi” sözleşmenin ardından son dönemde Ibrahimovic ile değil daha çok Pogba ve Balotelli ile gündeme geliyor. Ibrahimovic’in Inter’de oynadığı dönemde keşfedip Raiola’ya yönlendirdiği, “Bay %5”in de “sana üç Ballon d’Or kazandıracağım” dediği Balotelli. Fakat her ne kadar inatçı ve mafyavari bir imaj çizse de Raiola güne adapte olabilenlerden. Belki de onu başarılı kılan en önemli faktör bu. Yıllarca savunmasına karşın “Artık 24 yaşında. Tecrübesizliğin, gençliğin arkasına sığınabilecek durumda değil. Liverpool’da da olmazsa bir daha büyük kulübe transfer yapamaz. Liverpool bu açıdan Mario’nun son şansı” sözlerini açıkça söyleyebiliyor. Belki de Balotelli’nin “bir türlü tutmaması” çıkıp hemen hemen her gün Salvador Dali portresine benzettiği Pogba hakkında konuşmasının tek sebebi. “Juve Şampiyonlar Ligi’ni kazanmak istiyorsa Pogba’yı takımda tutmalı ve ardından Ajax’tan Kishna’yı, Everton’dan Lukaku’yu, Elche’den Jonathas’ı almalı” ile yaptığı zamanında beceremediği futbol direktörlüğü değil, elbette oyuncularını piyasa yapıp bir yandan da kulübe gözdağı vermek. Lukaku ve Kishna’nın temsilcisinin Raiola olduğunu söylemeye heralde gerek yok. Gerçi Jonathas örneğinde olduğu gibi Raiola’nın bir oyuncudan kâr etmesi için o ismin resmi temsilcisi olmasına da gerek yok Raiola “Bu iş yorucu. Sabahın köründe uyanmak, yıl boyunca 300 gün seyahat etmek zorunda kalıyorum. Hayalim bir futbol takımı alıp kendi işimi yapmak” dese de görünene göre Pogba’nın ve elindeki birçok genç yıldızın ekmeğini yemeden bu işi bırakacağını düşünmek saflık olur. Anlayacağınız birçoklarına göre sert, patavatsız, eski kafalı Raiola’nın dâhil olduğu haberlere uzun yıllar daha şahitlik edeceğiz. Ha, futbol kulübü kurmak temsilcilikten daha karlı bir hal alırsa o başka! *Ağırlıkla Paolo Crecchi’nin Raiola ile yaptığı röportaj ve Martin Domin’in Daily Mail’e yazdığı yazı kaynak olarak kullanılmıştır. Burak Sağlam Türkiye HF170 EGE’DE SULAR ISINIYOR! Bir zamanlar Süper Lig’de mücadele etmiş üç Ege takımı Bucaspor, Denizlispor ve Manisaspor şimdilerde PTT 1. Lig’de düşmeme mücadelesi veriyor. Durumları hiç de iç açıcı değil! Ege’de sular bu kez it dalaşı için değil, Birinci Lig’den düşme korkusu nedeniyle ısınıyor. Üç sezon art arda Süper Lig’e veda eden üç Ege takımı Bucaspor, Manisaspor ve Denizlispor 25’inci haftasını geride bıraktığımız PTT 1. Lig’de, ligin dibine demir atan Orduspor’un üstünde 15’inci, 16’ncı ve 17’nci sırada yer alıyor. Son dokuz hafta öncesi Orduspor ile oynayacakları maç dışında hiçbir maça favori olarak çıkmayacak olan üç ekibin yakasını bırakmayan yönetimsel beceriksizlikler ve maddi sıkıntılar, bu sezon onları nakavt etmeye çok yaklaştı. Peki kulüpler bu duruma nasıl geldi? Tzvetan Genkov attığı 8 golle takımını kümede tutmaya çalışıyor. Denizlispor’un diğer oyuncularından 3 gole ulaşan bile yok. Denizlispor Denizlispor taraftarlarının söylediği popüler bestelerden biri “Simsiyah gecenin ardından yemyeşil umutlarım doğar” cümlesiyle başlıyor. Süper Lig’den düşmek için istikrarlı bir şekilde olumsuz performans çizen Denizlispor, aynı sahneyi PTT 1. Lig’de de sergiledi. Ligdeki ilk dört sezonunda olduğu gibi, bu sezon da taraftarlarına güzel günler geçirtemeyen Horozlar, karanlığa doğru gitmeye devam ediyor. Yeşil-siyah tablonun yeşili tükenmek üzere, siyaha direnmeye çalışıyor. Biraz eskiye dönelim. 1999/2000 sezonunda Ersun Yanal ile Süper Lig’e çıkan yeşil-siyahlılar, 2002-2003 sezonunda UEFA Kupası’nda önemli ekipleri eleyerek dördüncü tura kadar yükselmişti. 2005’e kadar her şeyin güzel gittiği Denizlispor, 2005-2010 arası ise bir sezon dışında kötü sezonlar geçirdi. Kötü geçen senelerde Denizli adına en güzel şeyi belki de Kratochvil’di. Süper Lig’de 2008/09 sezonunun devre arasında gazetelerde yer alan bir haberde, “Denizlispor’un teknik direktör Ümit Kayıhan’ın almak istediği yabancılara kontenjan açmak için Roman Kratochvil’in sözleşmesini feshettiği” yazıyordu. Birçok maçta kurtarıcı olan, kaptanlığa kadar yükselip oyuncular yetiştiren ve Türkiye’de pek rastlamadığımız bir durum olarak yaklaşık sekiz sene giydiği Denizli formasıyla 200 üzeri maça çıkan Slovak oyuncu komik bir nedenle takımdan gönderilmişti. O sezon takım üçlü averajla ligde tutunmayı başarmıştı. Devre arasında takımdan gönderilen ve Konyaspor’a imza Kratochvil’in, sezonun ilk yarısında Konya deplasmanında yeşilsiyahlı formayla 85’te skoru 1-1’ getiren golü; sezon sonunda eski takımı Denizlispor’u ligde tutmuş, yeni takımı Konyaspor’u ise küme düşürmüştü. Onu takımdan gönderen Ümit Kayıhan ise sezonun ikinci yarısında oynadığı ilk iki maç sonrası çoktan görevden alınmıştı bile… Ertesi sezon Denizlispor berbat bir ilk yarı performansı sergiledi. Devre arası bazı transferler yapıldı. Bu transferlerden biri de Youla’ydı. Denizlispor tarihinin en önemli olayı olan UEFA Kupası’nda elde edilen başarının mimarı Rıza Çalımbay’a “sahtekar” dediği için mahkeme tarafından cezaya çarptırılan Youla, Denizlispor’a kurtarıcı olarak gelmişti. Takım o sezon küme düştü. Kratochvil ve Youla olayı gibi vefasızlıkların yanında birçok yanlış karara imza atan yönetimin uzun uğraşları sonucu Denizlispor küme düşmüştü. Denizlispor, Birinci Lig’de oynadığı her sezon bir önceki sezondan daha geriye gitti. Sezon başlarında Süper Lig hedefinden daha çok mali problemler kulübün gündeminde oldu. Horozlar, 2012/13 sezonunun son dört haftasında aldığı 10 puanla ligde kalmayı başarmıştı fakat ligin bitiminin ardından sıkıntılar gün yüzüne çıktı. Basın toplantısı düzenleyen futbolcular yönetimden alacaklarını isterken; o sezon teknik ekipte yer alan eski futbolculardan Levent Kartop, yönetimin takımın taktik düzenine dahi karıştığından bahsediyordu. Bu sezon başında da kulüpte öncelikli konu maddi sıkıntılardı. Baştan aşağı değişen takımla girilen sezona Özcan Bizati ile başlayan Horozlar, ilk yarıda 16 maçta 16 puan topladı. Devre arası Engin İpekoğlu başa geldi. İpekoğlu çıktığı dört maçta da puanla tanışamayınca yerine Mehmet Altıparmak getirildi. Buraları oynamayı iyi bilen Altıparmak çıktığı ilk beş maçta dört puan toplamış olsa da Denizli’nin zayıf bir kadrosu olduğunu düşündüğümüzde, küme düşmeme yarışında takımın en çok güveneceği isim yine o olacak. İki hafta önce Boluspor’u yenerek sezonun ilk deplasman galibiyetine imza atan Denizlispor’un kalan dokuz haftada lige tutunmak için daha fazlasına ihtiyacı olacak. Sezon başında Orduspor’dan transfer edilen Branimir Subasic 25 maçın 24’ünde sahada olmasına karşın sadece 3 golde kalarak taraftarlarını hayal kırıklığına uğrattı. Subasic, gol atamadığı dönemde yönetimle konuşup “performansından memnun olmadığını” söylemiş ve aldığı peşinatı geri vermek istemişti. Manisaspor Süper Lig’de 2011/12 sezonuna Kemal Özdeş ile fırtına gibi giren Tarzanlar, ligin başlarında yakaladığı galibiyet serisiyle 3. sıraya kadar yükseldi. Takım daha sonra inişli-çıkışlı grafik sergilese de ilk yarıyı 24 puanla kapadı. İkinci yarının başındaki maçlarda alınan istenmeyen sonuçların ardından teknik direktörlük koltuğunda Kemal Özdeş-Ümit Özat değişikliği oldu. Takımın başında sadece 6 maça çıkan Özat, beş mağlubiyet yüzü görünce takım dipleri gördü. Ümit Özat 28. hafta sonunda “kovulmadan teknik direktör olamazsın” diyerek takıma, Manisaspor da 32. hafta sonunda lige veda etti. Bucaspor ile Süper Lig’e çıkma sevinci ve Süper Lig’den düşme üzüntüsü yaşayan kaptan Zafer Çevik’e kalan haftalarda çok iş düşüyor. PTT 1. Lig’deki ilk sezonuna, Süper Lig kadrosunun önemli bölümünü koruyarak başlayan Manisaspor sezon sonunda 5. sırada yer aldı. Play-off finalinde Konya’ya karşı kaybedip Süper Lig’in kapısından dönen ekip, 2013-14 sezonunda da yedinci basamakta yer aldı. Geçen sezon kulüpte ekonomik sıkıntı baş gösterdi. Borç yarası, önemli futbolcuların satışıyla kapatılmaya çalışıldı. Altyapıdan Hikmet Balioğlu’nun satışından gelen parayla aylardır parasını alamayan kulüp personelinin maaşları ödendi. Sıkıntılı bir sezon geçirileceğinin sinyalleri verilmişti. arayacağımızı düşünmüyorum” dese de, hala açık ara takımın skora en çok etki eden önemli bir parçasının devre dışı kalması büyük sıkıntılara neden oldu. Temmuz’da sezon hazırlıklarına başlayan Manisa’nın ilk antrenmanında 27 futbolcu bulunurken, bu futbolcuların 21’i altyapıdandı. Teknik direktör Tahir Karapınar “zor bir sezon geçireceklerini” söylerken, kulüp başkanı Abdullah Mergen aynı gün mikrofonlara şu açıklamayı yapıyordu: “15-16 futbolcu transfer yapmayı düşünüyoruz. Hedefimiz Süper Lig.” Başkanın açıklamasının gerçekçilikten uzak olduğu maçlar başladıkça ortaya çıktı. Takım Nenad Milijas ve Nikolai Dimitrov ile ayakta kalmaya çalışsa da, ikilinin çabaları yeterli olmuyordu. İlk yarının sonunda takım 17 puanla düşme potasının hemen üzerinde yer aldı. Devre arasında Çağdaş Atan gibi bazı önemli takviyeler olsa da, Milijas’ın Çin’e satılması Manisaspor için büyük kayıp oldu. Başkan “Geri kalan haftalarda Nenad’ı 25. hafta geride kalırken Manisaspor 23 puanla düşme potasında yer alıyor. Takımın sürekli değişen kadrosu nedeniyle istikrar bir türlü sağlanamıyor. Gol yedikten sonra demoralize olup, çok çabuk teslim oluyorlar. Büyük umutlarla alınan forvet Branimir Subasic birçok maçta sahada olmasına rağmen şu ana kadar sadece 3 gol atabilmiş durumda. Son iki haftada oynanan Karşıyaka ve Şanlıurfaspor maçlarında futbolcular arasındaki büyük bir kopukluk vardı ve mağlubiyetler kaçınılmaz oldu. Bir diğer kopukluk da taraftar ile takım arasında. Karşıyaka mağlubiyeti sonrası takımı tesislerde protesto eden taraftarın baskısı kalan haftalarda futbolcuların üzerinde olacak. Orduspor maçı ile rahat bir nefes almayı uman Manisaspor’u sancılı bir dönem bekliyor. Bucaspor Üç takım arasında eleştiriyi en az hak eden takım Bucaspor. Son 10 yıla baktığımızda İzmir’in tartışmasız en başarılı kulübü olan Bucaspor kentten hak ettiği ilgiyi göremedi. 1997’de başkanlığı bırakıp, altyapı ve tesisleşmenin başına geçen Seyit Mehmet Özkan’ın önderliğinde kulüp her geçen yıl büyüdü. İki yıl sonra görevi ayrılıp 2007’de tekrar kulübe dönen Özkan, aynı yıl Bucaspor Futbol Akademisi’ni kurdu. 2008/09’da 2. Lig şampiyonluğu yaşayan Bucaspor, 2009/10 sezonunda o zamanki ismiyle Bank Asya 1. Lig’de mücadele ettiği ilk yılında mütevazı kadrosuyla sezonu ikinci tamamlayarak tarihinde ilk kez adını Süper Lig’e yazdırmayı başardı. Başarılı hamlelerin sonunda gelinen yerler Bucaspor’a parlak bir gelecek vaad ediyordu. Ama öyle olmadı… Süper Lig’e çıktıktan sonra teknik direktörlüğe Bülent Uygun’un getirilmesi, 87 yıllık Bucaspor tarihinin en önemli hatalarından biri oldu. 22 futbolcu gönderen Bucaspor onların yerine 23 futbolcu transfer ediyordu. Yedinci haftada kulübü yüzüstü bırakan Uygun, kulübün hala sıkıntısını çektiği borçlarla Bucaspor’u baş başa bıraktı. Yönetimdeki herkes gibi bunda hatası olan Özkan bu durumu “Gökdelen inşa etmek için yola çıktık ancak müteahhit işi apartman yaptık” şeklinde özetliyordu. Sağlam temellerini yok sayan Bucaspor geldiği gibi Süper Lig’e veda etti. Hem de cebindeki borçlarla birlikte... bu sezon öncesi kötü haberlerle takım sarsıldı. Bülent Uygun transferlerinden Dady’nin alacakları yüzünden, Fırtına’ya FIFA tarafından iki yıl süreyle transfer yasağı konuldu. Diğer yabancı oyuncuların dosyalarıyla da kulübün ileriki sezonlarda küme düşürülme tehlikesi yaşayacağı haberleri gündeme yansıdı. Arka arkaya gelen kötü haberler, saha içine de yansıdı. Sait Karafırtınalar yönetimindeki Bucaspor sezonun ilk yarısında sadece 15 puan toplayabildi. Neyse ki altyapı devredeydi. O sezonu 12. bitiren Bucaspor, sezon bitiminde borçlar yüzünden Salih Uçan gibi yetiştirdiği bazı oyuncuları göndermek zorunda kaldı. Salih’in transferinden gelen paranın bir kısmının altyapıya aktarılmaması nedeniyle S.Mehmet Özkan ile Bucaspor Başkanı Mehmet Bektur’un arası açıldı ve Özkan kulüpten ayrıldı. Eski oyunculardan Mehmet Batdal’ın da geri geldiği 2012/13 sezonunu beşinci tamamlayan Bucaspor, play-offlarda Süper Lig hedefine ulaşamadı. Geçtiğimiz sezonda düşme korkusunun uzağında orta sıralarda kapatan sarı-lacivertliler, Süper Lig sonrası bodoslama düşüş yaşayan bazı takımlar gibi olmamıştı fakat İkinci yarıya Mustafa Bahadır ile başlayan İzmir ekibi 25 hafta sonunda 24 puanla düşme hattının bir puan üzerinde bulunuyor. Atılan 27 golün 14’ünde İskender Alın’ın imzası var. Bucaspor ikinci bir skorer bulmakta zorlanıyor. Ömer Kahveci ve Çağlar Şahin Akbaba gibi genç ama ligin iyi iki kalecisine sahipler fakat defans hatları yeterli seviyede değil. Önümüzdeki beş hafta Bucaspor’un çıkartabileceği kadar puan çıkartması gerek çünkü son üç haftada Süper Lig hedefindeki Samsunspor, Adana Demirspor ve Osmanlıspor ile karşılaşacaklar. Sarı-lacivertlileri hem bu sezon hem de kategorisi ne olursa olsun gelecek sezon parlak bir tablo beklemiyor. Sercan Ergün Analiz HF170 UKRAYNA’DA MAVi DEVRiM Ukrayna’da sessiz bir devrim yaşanıyor. Silahların gölgesinde futbolun oynanmaya devam ettiği ülkede Dnipro varlığını iyiden iyiye hissettirmeye başladı Ukrayna ve Rusya arasında devam eden savaş, özellikle Kırım bölgesini etkilemeye devam ediyor. Bu yıla kadar ligin tek hâkimi konumunda bulunan Shaktar, Donetsk’de devam eden çatışmalar nedeniyle zor günler geçiriyor. Ligde ezeli rakipleri Dinamo Kiev’in arkasındalar, Şampiyonlar Ligi’nde ağır bir hezimete uğradılar ancak onların asıl rakibi bu sezon yaptığı çıkışla ses getiren Dnipro. Dnipro Dnipropetrovsk, ismini Dinyeper nehrinden alan köklü bir kulüp. Lakabı ‘’Işığın Savaşçıları’’ olan takım, Privat Group’un elinde bulunuyor. Bankacılık, enerji, kimya ve çelik gibi önemli sektörlerde faaliyet gösteren şirket aynı zamanda Ukrayna Basketbol Ligi’nde mücadele eden Budivelnyk Kyiv’in de sahibi. Son şampiyonluğunu 1988 yılında -o zamanlar Sovyet Ligi’nde oynuyorlardı- yaşayan Dnipro, 1988 yılında kurulan Ukrayna Ligi’nde henüz mutlu sona ulaşamadı. Altın çağlarını 80’li yıllarda yaşayan mavibeyazlılar, geçen sezona kadar ligde ilk iki sıra ve dolayısıyla Şampiyonlar Ligi bileti kovalayan bir ekip olmaktan uzak bir görüntü çiziyordu. Geçen sezon ligi Dinamo Kiev ve ezeli rakibi Metalist Kharkiv’in üzerinde ikinci sırada bitiren Dinyeper ekibi Şampiyonlar Ligi vizesi aldı, ancak onları rüyadan uyandıran Kopenhag oldu. Özellikle Avrupa Ligi’nde giderek yükselen bir grafik çizen takım, geçtiğimiz iki sezonda sırasıyla son 32 ve son 16’ya kalarak dikkatleri üzerine çekti. Asıl çıkışını bu yıl yapan mavi-beyazlılar, Şampiyonlar Ligi ön elemesinden elendikten sonra Hajduk Split’i geçerek UEFA Avrupa Ligi gruplarına kaldı. Inter ve Saint-Etienne gibi güçlü rakiplerin olduğu F Grubu’nu ikinci sırada bitirerek son 32 takım arasına kaldılar (Grupta ilk üç maçlarında 1 puan toplayabilmişlerdi.) Şampiyonlar Ligi’nden elenen Olimpiakos’u 2-0 ve 2-2’lik skorlarla geçerek son 16’ya kaldıklarında herkes onlar için bu sezon Avrupa macerasının sona erdiğini düşündü. Güçlü Ajax ile eşleşmişlerdi, onları da Amsterdam Arena’da yıldız oyuncuları Yevhen Konoplyanka’nin deplasman golüyle elediler ve bir diğer sürpriz ekip olan Belçika Ligi lideri Club Brugge ile eşleştiler. Ligde Shakhtar’ın ensesindeler, Nisan sonu geldiğinde Avrupa Ligi yarı final bileti almış olabilirler ve yerel kupada da çeyrek finaldeler. Artem Fedetskiy, Ruslan Rotan, Roman Zozulya ve Yevhen Konoplyanka takımın önemli Ukraynalı oyuncuları. Takımın bu sezon skor yükünü Hırvat Nikola Kalinic attığı 14 golle çekiyor, bu gollerden 4’ü ise Avrupa Ligi’nde geldi. 96 doğumlu orta saha oyuncusu Valeriy Luchkevych bu sezon dikkat çeken isimlerden. Genç oyuncuya tecrübeli teknik adam Myron Markevych tarafından Inter ve Ajax karşısında fırsat verildi. Brezilyalı savunmacı Douglas Silva, eski Deportivo’lu forvet Bruno Gama takımın dikkat çeken yabancıları. Takımın yıldızı 1989 doğumlu Yevhen Konoplyanka. Dinyeper ekibinin Shakhtar ve Dinamo Kiev’e nazaran daha yerel ağırlıklı bir kadrosunun olduğunu da söylemek gerekiyor. Kim bu Kolomoyiskiy? Peki Dnipro’nun yükselişinin sırrı ne? Bu konuda görüşlerini aldığımız Futbolgrad.com Genel Yayın Yönetmeni Manuel Veth’e göre bu yıllardır yapılan yatırımların karşılığının nihayet alınmaya başlanması: “Kolomoyiskiy Ukrayna’nın en zengin ve en güçlü işadamlarından biri. Bu kadroya yıllardır bir yatırım yapıyor, sonunda yukarıdaki ikili Shakhtar ve Dinamo Kiev’e yetişmek için bir hamle yapma şansına kavuştu. Takıma yapılan yeni takviyeler ve teknik kadronun iyileştirilmesi ile bunun ödülünü almaya başladı. Tutarlı bir politika yürütüyor ve elindeki yıldızları satma konusunda çok aceleci değil.” Takımın 10 numarası ve milli Igor Kolomoisky takımın yıldızı Konoplyanka bu yaz Liverpool’un kapısından döndü. Üstelik Kırmızılar onun için 15 milyon pound’u gözden çıkarmaya hazırken. Ihor Kolomoyiskiy Ukrayna’nın en zengin oligarklarından biri. Ekonomi, petrol, metal endüstrisi gibi birçok alanda faaliyet göstererek yaklaşık 6 milyar dolarlık bir servete sahip olan bir işadamı. Kolomoyiskiy, SSCB’nin dağılmasının ardından kurulan ve şu an Ukrayna’nın en büyük bankası olan PrivatBank’ın sahibi. Dnipro kentinin merkezinde yer aldığı ve 90’ların başından bu yana yaptığı iş anlaşmaları ile bir futbol imparatorluğu kuran Yahudi kökenli Kolomoyiskiy, özellikle Dnipropetrovsk Bölgesel Yönetimi Başkanı olduktan sonra etkisini daha da arttırdı. ‘Donetsk klanı’ olarak adlandırılan ve Shakhtar Donetsk’in sahibi Akhmedov’un başını çektiği grupla rekabete giren 52 yaşındaki işadamı, federasyon seçimlerinde de istediği adayı seçtirerek önemli bir kazanım elde etti. İnsan hakları ihlalleri yapan gönüllü Ukrayna birliklerini finanse ettiği iddia edilen Kolomoyiskiy, bugünlerde Ukrayna’nın en dikkat çeken isimlerinden biri. Şu meşhur Yevhen Konoplyanka Baştan söylemekte fayda var. Dnipro Dnipropetrovsk çok golcü bir takım değil. Lig, kupa, Şampiyonlar Ligi ön elemesi ve UEFA Avrupa Ligi’nde oynadıkları 34 maçta yalnızca 49 gol atabildiler (Ligde yaşanan iç savaş nedeniyle takım sayısının 16’dan 14’e düşürülmesini de göz ardı etmeyelim.) Yevhen Konoplyanka gibi skorer orta saha oyuncuları işte tam bu sebepten çok değerli. Tüm turnuvalarda 27 maçta 6 gol, 5 asistlik bir performansa imza atan Ukraynalı oyuncu her an skoru değiştirebilecek kapasiteye sahip. Asıl pozisyonu sol açık olan oyuncu, 2010 yılından bu yana da milli takım formasını terletiyor. Ülkesinde 3 kez yılın futbolcusu seçilen Yevhen, 2012 yılında da UEFA Avrupa Ligi karmasına seçilme onuruna erişmişti. Yevhen Konoplyanka Konoplyanka’nın Dnipro’daki geleceği ise hayli belirsiz. Zira Ukraynalı oyuncunun kontratı 30 Haziran’da sona eriyor. Yaz aylarında dilediği takıma imza atabilecek olan oyuncunun, Shakhtar Donetsk ile sözleşme imzalama ihtimali taraftarı korkutuyor. Bu transfer güç dengesinin tekrar Donbass klanına dönüşü anlamına gelebilir. Basında Lucescu’nun onu Inter’e tavsiye ettiği yazıp çizilirken; Liverpool, Chelsea ve Roma gibi büyükler de onun için tetikte. Alman basınına göre ise o, Bayern Münih’in Marco Reus yerine düşündüğü önemli bir alternatif. Ukrayna futbolundaki belirsizlik muhtemelen onu Batı Avrupa semalarında bir transfere sevk edecektir. Hangi takımla imzalarsa imzalasın, Yevhen Konoplyanka transferi bu yaz Avrupa transfer borsasını hayli meşgul edecek gibi görünüyor. Varol Döken Maç Bahane HF170 iMPARATOR OLMAK KOLAY, iNSAN OLMAK ZOR Çok uzun süredir yeni bir mekân yazısı yazmıyordum. Köşenin amacı futbol izlenebilecek yerler yazmaktı aslında ama konsepti yıllar içinde esnettik ve genişledik. Kötü de olmadı, güzel gezi yazıları oldu, Son Baskı’yı tanıttık falan ama artık öze dönmenin zamanı geldi. Dönüşüm de hakikaten muhteşem oluyor. İşte karşınızda yeni imparator! Doldur hancı tebaan olalım İmparator, gerçekten benim tam hayalimdeki meyhanelerden. Bu köşede bu tür mekânlara çok yer verdim. Salaş, sade, samimi, ucuz, ayak üstü, müdavimleri olan, yemekleri güzel, patatesi el yapımı. İmparator, bu şıkların hepsine uyuyor. Aslında ben bu sokaktaki Şadırvan’a defalarca gitmiş, Maç Bahane’nin 3. sayısında da yazmıştım. İmparator’un önünden defalarca geçtiğim için de burayı biliyordum. Ama daha önce hiç denememiştim. Geçen hafta Çarşamba akşamı Son Baskı ile Beylerbeyi’nde yaptığımız maçtan sonra Tuncay hadi iki bira atalım diyince, aklıma Şadırvan geldi en yakın. Ama orası çok boştu, ben de Maç Bahane’ye yazarım diye burayı denemek istedim. İyi ki de istedim. Nasıl gidilir? Avrupa tarafından geliyorsanız, Kabataş, Eminönü veya Beşiktaş’tan atlayın vapura. Hopp Üsküdar. Yenilenmiş muhteşem! Üsküdar Meydanı’nı geçin, Kadıköy minibüslerinin yanından yukarı doğru çıkarken Uncular Caddesi tabelasını göreceksiniz. Tek yön yazıyor tabelada. Dalın oraya. Bir 250 metre sonra solda göreceksiniz İmparator Meyhanesi’ni. Anadolu’dan geliyorsanız Kadıköy minibüslerine binin dediğim gibi. Marmaray’a da 5 dakika mesafede. Ulaşımı kolayda yani. Bulmamanız imkansız, üzmeyin beni. En kötü Son Baskı’nın bir maçına seyirci olarak gelin, ben sizi ellerimle götürürüm, söz. Nasıl bir mekân? Yukarıda saydım. Salaş bir birahane burası. Düz giriş, arkaya doğru genişliyor. Ayak üstü 4-5 masası var, iki de yanda masa var, küçük bir de asmakatı var, daha ne olsun? Ayakta 50-60, oturarak da 20 kişi kadar alır tahminim. Girişte ve dükkanın arkasında birer, bir de yanda olmak üzere 3 büyük TV var. Görüntüde hiçbir sıkıntı yok yani. Biz Şampiyonlar Ligi maçı izledik, Digiturk var mı yok mu çok emin değilim. Zaten bizim ligin izlenecek bir yanı kalmadı, siz oturun Barcelona’yı Juventus’u izleyin. Ne yenir, ne içilir? Daha yazarken yine o patatesi geldi gözümün önüne. Vay arkadaş diyorum. Elle kesilmiş taze patates gibisini yiyeceğiniz kaç mekân kaldı ki diyorum. Buradan ustaya selam söylüyorum, ellerinden öpüyorum. Anlayacağınız daha merhaba demeden bir duble patates çek diyeceksiniz. Biralar Efes. Fıçıdan olunca idare ediliyor ama şişede Efes sevmiyorum ben artık. Hoş öyle bir patatesin yanına su koysan gider be kardeşim. Tavuk şiş, çoban kavurma ve ciğer de denedik. Bir de patlıcanlı meze. Hepsi de iyi ama ciğerde patates gibi bayram var. Boşu yok yani mekânın. Sizi üzecek bir yemeği yok. Kapayın gözü, daldırın çatalı kaşığı… Bira dedik, rakı da var elbet, biz içmedik, içene afiyet olsun kan şeker olsun. Ötesine geçmedim daha, geçersem onun da notunu düşerim. Benim adım David Luiz, ben bu oyunu bozarım Bizim İmparator’da olduğumuz akşam ChelseaPSG maçı vardı. 10 kişi kalan PSG, David Luiz ve Thiago Silva’nın golleriyle rakibini elemeyi başardı. Ben Mourinho’yu severim ama ona fena kapak oldu bu maç. Gerçi ben patatesime bakarım arkadaş, David Luiz mi ödüyor bizim biraları? Aylar sonra bir mekân yazısıyla burada olmak güzeldi. Bir iki geri bildirim alsam, bir ‘‘abi, gittim, yedim, içtim, çok beğendim!’’ duysam daha nereler yazarım size ama, hiççç. Neyse okuyana okumayana, gidip deneyip mutlu olana, hiç gitmeyene, yazının ilk paragrafında ulan gene mi yazmış bu diyenine kadar herkese selam olsun; pommesfrites satılan süslü sosyete salonları sizin, elle patates doğranan meyhaneler bizim olsun. İmparator Bira Salonu: Aziz Mahmut Hüdayi Mah. Uncular Cad. No:59/A Üsküdar 0216 5325203
Benzer belgeler
uğur tütüneker hf107
yaşantısı, medyaya verdiği demeçleriyle Zlatan her zaman medyaya
önemli malzemeler verdi. O her yönüyle bir süperstar. Hayatım Futbol’un
170. sayısında Ibrahimovic’in aykırı kişiliği, yetişme tarzı...
röportaj - WordPress.com
Düşündük, futbolun tatilde olduğu dönemleri bir kenara koyarsak
(ki o dönemlerde bile manşetleri sık sık süsledi) 1 hafta boyunca
konuşulmadığı hiçbir zaman olmamış olabilir. Futbolu, attığı goller...