ten - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
Transkript
ten - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
İSTANBUL ODTÜ MEZUNLARI DERNEĞİ YAYINIDIR Mayıs’ta ODTÜ’lü olmak MAYIS-HAZİRAN 2012 iHTiYAÇ HALiNDE EViNiZiN MASRAFLARI BOYASINA KADAR ANADOLU SiGORTA’DAN. “Kiracıya Boya Badana Hizmeti” ile kiracısı olduğunuz evde, boya badana, cila ve sabit dekorasyon gibi ekstra masrafları bile karşılayan Kiracı Sigortası Anadolu Sigorta’da. kiraciya boya ilan 21,5x28.indd 1 24.05.2012 17:11 10 Dernek’ten ODTÜ Mezunları Derneği 2012-2014 yılı Yönetim Kurulu Üyeleri...................................................... 4 Marmara’nın Samanlı Dağı Çilek bahçeleri….............................................................. 10 Nisan kokteylimizde buluştuk.... ..................................... 12 ODTÜ’DEN ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda üç günlük çalıştay.. ..... 14 DERNEK’TEN Çernobil’in gölgesinde nükleer santraller ....................... 15 20 ODTÜ’DEN Çok eğlenceli bir fikrim var!.. ............................................ 16 ’68 ruhuna her zamankinden daha fazla ihtiyaç var............ 18 Gündem Venezüella’da 1 Mayıs kutlamaları................................. 20 Söyleşi Mehmet Sezgin - Cüneyt Sezgin Bankacılığa yön veren ODTÜ’lüler........................................ 22 22 Gündem İşçi ölümleri adeta Kirmizi Pazartesi................................ 26 DERNEK’TEN Derneğimiz Enerji Komisyonu çalışmalarına başladı....... 31 Gündem Bir Müdahillik Talebinin Düşündürdükleri: “EVREN, ŞAHİNKAYA DAVASI”nda “12 EYLÜL” yargılanıyor mu?.... 32 Söyleşi Murat Yetkin ile habercilik kulisi........................................... 36 36 Gündem Mısır’a “bahar” gelir mi?................................................. 40 Dernek’ten Fotoğraf Çalışma Grubu................................................... 42 Edebiyat Kulübü.............................................................. 44 Sinema Kulübü................................................................ 46 Burs Havuzu Çalışma Grubu............................................ 47 40 8- KCK davasına katılan 103 avukat “hukukçu” hakkında soruşturma başlatıldı Elbetteki gündemi takip ediyor ve duyarlı davranmaya çalışıyoruz… Gündem endişe verici bir hal alsa da bir yandan olaylara tepki gösterirken bir yandan da yaşamımıza devam ediyoruz... İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayın organı Mayıs - Haziran 2012 Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul-Nisan 2012 Dernek Adına İmtiyaz Sahibi Feyzan Ali Aliefendioğlu (CHE’78) Tepecik Yolu Sokağı No:82 Dalmaz Konut Apt. D.3 34337 Etiler/İstanbul İlkbaharın gelişi ile hem enerjimiz yükseldi hem de dernek olarak aktivitelerimiz arttı. Şubat ayında göreve başlayan yeni dernek yönetimi olarak hızla yeni dönemi ve aktiviteleri planladık. Sorumlu Müdür: Nevay Samer (CP ’79) Tepecik Yolu Sokağı No:82 Dalmaz Konut Apt. D.3 34337 Etiler/İstanbul İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yönetim Kurulu Feyzan Ali Aliefendioğlu (CHE’78) Hasan Reyhanoğlu (EE’99) Mehmet Ali Acartürk (MAN’78) İrem Güngör (ID’02) Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78) Arif Cevizci (CENG’89) Burcu Küçükbabacık (CHE’00) Yayın Çalışma Grubu Uğur Ayken (ME ‘76) Güzin Caner (CHEM ‘78) Nevay Samer (CP ‘79) Sefika Caculi (CE ‘85) Özay Yaşar (SOC ’80) Seçil Başkaya (SOC ‘03) Feyzan Aliefendioğlu (CHE ‘78) H. Belgin Ünal (SOC ’83) Z. Asuman Dener (PSY ’88) Bircan Yorulmaz (Yayın Koordinatörü) Banka Hesap No: Aidat Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi 3260 – 1441947 – 351 TR330013400000144194700013 Burs Havuzu Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi 3260 -1441947 – 599 TR110013400000144194700021 Yönetim Yeri Adresi Tepecik Yolu Sokağı No:82 Dalmaz Konut Apt. D.3 34337 Etiler/İstanbul Dernek Telefonları Tel: +90 0212 274 68 60 Fax: +90 212 274 67 87 www.istodtumd.org [email protected] e-mailinizi bize bildirin, aylık etkinliklere ve duyurulara daha çabuk erişin Yayın Hazırlık Tetra İletişim Hizmetleri Ltd. Şti Genel Yayın Yönetmeni: Önder Kızılkaya Editör: Pınar Türen Grafik uygulama: Kübra Şahin Fotoğraf: Cihan Aldık, Tufan Çivici Baskı Şan Ofset Kemerburgaz Cad. No: 13 Ayazağa/Şişli Tel: 0 212 289 24 24 Baraka dergisinde yayımlanan yazı ve fotoğrafları yayma hakkı İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’ne ait olup kaynak gösterilse dahi, hak sahiplerinin yazılı izni olmaksızın ticari amaçla kullanılamazlar. Burcu Küçükbabacık (CHE ’00) II. Başkan Sevgili ODTÜlüler, 2012 tüm dünyada ve Türkiye’de tartışmalarla başladı; tartışmalar büyüyerek devam ediyor… Dünyanın gündeminde: Avrupa’da ekonomik kriz, Arap Ülkelerinde Arap Baharı eylemleri, Amerika’da seçim hazırlıkları varken Türkiye’de gündem her an değişebiliyor. Sadece son 24 saate baktığımızda gündemde şu haberlerin yeraldığını görüyoruz: 1- Polise astımlı olduğunu söylemesine rağmen biber gazı yiyerek ölen gencin hastane önünde eylem yapan ailesine biber gazı sıkıldı 2- Sağlık Bakanı “Tecavüze uğrayan kadının bebeğine devlet bakar” dedi 3- Kürtajı yasaklayacak kanunun Haziran’da meclise sunulacağı açıklandı 4- Havayolu çalışanlarına grev yasağı getiren yasa meclisten geçti 5- 150 THY çalışanı grev yaptığı için işten çıkarıldı 6- Tütün ve alkole %15 zam geldi 7- Emniyet güçlerinin copları demire çevrildi 10 Mayıs’ta Taksim’de Bahar Buluşmamızı gerçekleştirdik. Aynı tarihlerde ODTÜ’de 26. Bahar Şenliği ve Kuzey Kıbrıs Kampus’unda 6. Bahar Şenliği gerçekleşti. Sinema Kulübü’müz kurularak aktiviletelerine başladı. Dernek bünyemizde ilk defa Enerji Komisyonu biraraya geldi ve söyleşilerine başladı. ODTÜ ise başarılarına bir yenisini ekleyerek Red Dot Tasarım 2011 Sıralamasında (Red Dot Design Ranking 2011) üniversitelerin yarıştığı “Kavramsal Tasarım” kategorisinde Amerika ve Avrupa bölgesi için ilan edilen “En Başarılı 15 Tasarım Okulu” arasında yer aldı. İş dünyasında ODTÜlüler buluşmaları tüm hızı ile devam ederken; bursiyerlerimizden kurulan KÖPRÜ Grubu, büyük bir özveri ile gönüllü olarak çalışarak Kastamonu Şehit Ramazan Akkaya Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’nda ilçe kütüphaseni kurdu. Yönetim Kurulu olarak bir kez daha Burs Havuzu Çalışam Grubumuza ve KÖPRÜ grubuna teşekkürlerimizi iletiyor ve desteklerinin devamını diliyoruz. 2002; 1992; 1982; 1972, 1967 ve 1962 mezunlarının madalya alacağı Mezunlar Günü için 30 Haziran’da ODTÜ’de buluşmak dileğiyle… HABER İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği 2012-2014 yılı Yönetim Kurulu Üyeleri Feyzan Ali Aliefendioğlu (CHE ‘78) (Başkan) İstanbul Pertevniyal Lisesi sonrası girdiği ODTÜ Kimya Mühendisiliği’ni 1978 yılında bitirdi. Bir süre Edirne Olin’de çalıştıktan sonra İstanbul’da ortakları ile Beziryağı tesisi kurdu. Askerlik sonrası Mobil, daha sonra BP Şirketinde Akaryakıt, Madeni Yağ ve LPG bölümlerinde çeşitli yönetim kademelerinde çalıştı. Bu arada 4 yıl süreyle Likid Petrol Gazcılar Derneği yönetim kurulunda görev aldı. 2002 yılında emekli olup enerji ve yönetim konularında danışmanlık yaptı. Kimya Mühendisleri Odası bünyesinde başta İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği, Eğitimi olmak üzere çeşitli çalışma gruplarında yer aldı. 2003-2010 yılları arasında Derneğimiz yönetim kurullarında görev yaptı. 2010 yılında ODTÜ Takdir ödülüne layık görülen Aliefendioğlu, bu yılki genel kurulumuzda tekrar yönetim kuruluna seçildi. DERNEK’TEN Hasan Reyhanoğlu (EE ’99) (Üye) Önceki dönemde Derneğimiz yönetim kurulu II. Başkanlık görevini yürüten Hasan Reyhanoğlu, 1973 yılının ılık ve güneşli bir Nisan sabahı Mersin’in şirin bir sahil kasabasında dünyaya gelmiş, fikri ve bedeni gelişimini deniz, kum, güneş ve maki diyarı bu coğrafyanın hakkını vererek sürdürmüştür. İçel Anadolu Lisesi mezuniyeti sonrasında ODTÜ öğrenciliğini kısa tutmamış, bu esnada Uluslararası Gençlik Topluluğu’nda (UGT) başkanlık, Aegee-Ankara vb topluluklarda yöneticilik, dernekte öğrenci temsilciliği yapmıştır. Öğrenciliği sırasında farklı işlerle iştigal etse de (organizasyon, otel yöneticiliği, Ar-Ge mühendisliği vb.) mezun olduğundan bu yana T. İş Bankası’nda çalışmaktadır. Etimoloji ilgisiyle İngilizce, Arapça, Osmanlıca ve Almanca bilgisi arasında bir bağ kurmakta; tarih, mitoloji ve edebiyat sevgisiyle hem okumakta hem yazmaktadır. “Sahipsiz Suretler” isimli öykü dosyasıyla Haldun Taner Öykü Yarışması’na iştirak etmiş, astronomi ve mitoloji konulu denemelerini “Yıldız Tarihi” isimli dosyasında toplamıştır. Farklı türden diğer yazıları www.e-papyrus.blogspot.com adresinden takip edilebilir. Ülkemizin önemli perküsyoncularıyla (Okay Temiz, Engin Gürkey, Mısırlı Ahmet vb.) aynı sahnede bulunma onurunu yaşamıştır. Şu ana değin 28 ülkeyi gezerek fotoğraflamıştır. Kurulduğundan bu yana derneğimiz edebiyat grubunun üyesidir. 4 HABER Mehmet Ali Acartürk (MAN ’78) (Sayman) Mehmet Ali Acartürk (1954 – Eskişehir ) ODTÜ İşletme Bölümü’nden 1978 yılında mezun oldu. Üniversiteyi Sümerbank bursu ile okudu. 1981 yılında AİTİA’de bankacılık yüksek lisansını tamamladı. Çalışma hayatına Sümerbank Genel Müdürlüğü’nde 1978 yılında başladı. Sonrasında, Devlet Yatırım Bankası, Sabancı grubu şirketlerinden Sasa, Temsa ve Toyotasa şirketlerinde yatırım, finans ve mali işler yöneticilikleri yaptı. 1996 yılında kırtasiye ve büro malzemeleri sektörünün öncü kuruluşu Esselte Leitz A.Ş. yönetimine katıldı, 2006 yılında Genel Müdür oldu. Derneğimiz son üç dönem Yönetim Kurulu üyesi/sayman üyesi olan Mehmet Ali Acartürk, derneğimizin çeşitli çalışma gruplarına katkı sağlamaktadır. Eşi matematik öğretmeni, oğlu ODTÜ İşletme ( SUNY ) mezunu ve kızı Psikoloji okuyor. İnsanları ve doğayı seven, toplumun kültürel ve sosyal değerlerinin korunmasına önem veren kişiliği ile etik ilkeler uygulanmasını önemseyen, önce doğa, önce insan, önce emek diyen bir mezunumuzdur. İrem Güngör (ID ’02) (Üye) 1980 Ankara doğumludur. 1998’de İzmir Amerikan Lisesi’nden mezun olduktan sonra 2002’de ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans, 2003’de Milano Scuola Politecnica di Design’dan “Master in Product Design” derecesini aldı. İş yaşamına ürün tasarımcısı olarak devam etmekte; 2006 yılından beri Paşabahçe A.Ş’nin tasarım ekibinde görev almaktadır. İzmirli olmaktan gurur duyan Güngör, Ege’nin denizine ve zeytinine düşkündür. Farklı aktiviteler denemeyi seven Güngör’ün ilgi alanlarına; karateden, halk oyunlarına, latin danslarından fotoğrafçılığa; pek çok değişik konu girmiştir. Bir seyahat tutkunu olarak yeni yerleri, bir Sonradan Gurmeler üyesi olarak yeni lezzetleri keşfetmekten hoşlanan Güngör, seyahat yazılarını www.iremgungor.blogspot.com’da yayınlamaktadır. İngilizce ve İtalyanca’nın yanı sıra İspanyolca bilmektedir. Mehmet Rasgelener (ECON-STAT ’78) (Genel Sekreter) Ankara Atatürk Lisesi’nden sonra, 1978 yılında ODTÜ Ekonomi ve İstatistik Bölümü’nden mezun oldu. 1982 yılında Galler Üniversitesinde (UWIST) Liman ve Gemicilik Yönetimi konusunda lisans üstü eğitimini tamamladı. İş hayatına 1978 yılında Türkiye İş Bankası A.Ş’nde Müfettiş Yardımcısı olarak başladı. 1980-1985 yılları arasında Ulaştırma Bakanlığı’nda Dünya Bankası Proje Koordinatorü, T.C Turizm Bankası A.Ş’nde Marina Yöneticisi olarak çalıştı. 1985 yılından itibaren de Başbakanlık Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nda, Daire Başkanı ve Genel Müdür Yardımcısı, Tokyo Büyükelçiliği ve New York Başkonsolosluğu’nda Ekonomi Müşavirliği görevlerinde bulundu. Ardından Hazine Müsteşarlığı’nda KİT’ler ve Hazine Transferleri’nden sorumlu Genel Müdürlüğü’ne atandı ve Paris Büyükelçiliği Ekonomi Başmüşavirliği’nden sonra emekli oldu. Hazine hisselerini temsilen, İstanbul Gübre Sanayi A.Ş. ve T. İş Bankası A.Ş’nde Denetim Kurulu Üyeliği, Türk Telekom A.Ş, Milli Reasürans A.Ş. ve emekliliği sonrasında da Aktif Şirketler Grubu’nda Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Halen Anadolu Sigorta A.Ş. ve İş Finansal Kiralama A.Ş.’nde Bağımsız Yönetim Kurulu Üyeliği görevini sürdürmektedir. 5 HABER Arif Cevizci (CENG ’87) (Üye) 1966 yılında Bursa da doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini Bursa’da, liseyi Ankara Fen lisesindeyken AFS ile gittiği ABD’de tamamladı. 1989 yılında ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği’nden mezun oldu. ODTÜ’nün 1980 sonrası ilk örgütlerinden Uluslar arası Gençlik Topluluğu’nun (UGT) oluşmasında ve yönetim kurulunda görev aldı. Mezuniyetinden sonra sırasıyla Unilever, Akbank, STFA, Henkel Kurumsal ve Ecolab firmalarının bilgi işlem merkezlerinde değişik görevlerde bulundu. 1997 yılında kendi bilgisayar firmasını kurdu. Halen kurucu ortak olduğu ve faaliyet alanı, ERP ve MRP entegre ticari yazılımı olan Mikron Eğitim Danışmanlık Mühendislik Ltd. Şirketi’nin yöneticiliğini yapıyor. Şehir ve Bölge Planlama’90 mezunu Tülin Abay Cevizci ile evlidir ve bir kız çocuğu vardır. Burcu Küçükbabacık (CHE ’00) (II.Başkan) 1978’de Mersin’de doğmuştur. 2000 yılında Kimya Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra ilaç sektöründe klinik araştırmalar biriminde çalışmaya başlamıştır. Roche İlaç’ta Klinik Araştırmalar Proje Müdürü olarak görevini sürdürmektedir. Sevdiği işi yapmaktadır ve bunun için kendini şanslı hissetmektedir. Okul yıllarından beri THBT’de çeşitli faaliyetlerde rol almıştır. Halk oyunu oynamaya çalışmış, bağlama çalmayı denemiş; bunların hiçbirini çok iyi yapamayıp iyi bir seyirci ve THBT ekibine tutkuyla bağlı bir insan olarak yaşamını sürdürmeyi benimsemiştir. Eğlenerek çalışmayı tercih eder. Otomobil kullanmayı ve seyahat etmeyi çok sever. Bir Mersin’linin yapabileceği kadar snowboard yapar. DERNEK’TEN Münire Atıcı (EE ’2010) (Yedek Üye) 1988 yılında Diyarbakır’da dünyaya gelmiştir. Babasının asker olmasından dolayı çok gezmiş, doğu kültürünü de batı kültürünü de her yöreden farklı insanlar tanıyarak öğrenmiştir. Hayatı, İzmir-Ankara-İstanbul üçgeninde geçmiştir. ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden 2010 yılında mezuniyeti sonrası İstanbul’a gelip yaratıcılığını en çok kullanabileceği alan olarak gördüğü Ar-Ge alanında Arçelik’te yazılım tasarım mühendisi olarak çalışmaya başlamıştır. Üniversitede faal olarak çalıştığı öğrenci kulüplerinin yerini İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği ile doldurmaya karar verince üye olmuş, BHÇG ile faaliyetlerine başlamıştır. Genel kurulda kendi yaşıtlarının da dernekte temsil edilmesi gerektiğine inandığı için yönetim kurulu üyeliğine aday olmuştur. Sevdikleriyle gezmeyi, yeni yerler görmeyi, kafasındaki projeleri hayata geçirmeyi, arkadaşlarıyla yeni fikirleri tartışmayı çok sever. Tiyatroya gitmek, resim yapmak, puzzle yapmak, gönüllü sosyal sorumluluk projelerinde yer almak red edemeyeceği aktivitelerdir. 6 HABER Serpil Kaya (IR ’08) (Yedek Üye) 1985 yılında Elazığ’da doğdu. Ailesinin Mersin’e yerleşmesi nedeni ile liseyi bitirene kadar Silifke’de yaşadı. Lise gezilerinde görmeye gittiği ODTÜ’ye hayran kalıp burada okumaya karar verdi. 2003 yılında girdiği Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldu. Adresi belli olsun diye ODTÜ’lü abilerinin-ablalarının bolca bulunduğu İş Bankası’na girdi. Gerçekten de bolca ODTÜ mezunu arkadaş buldu ve bu sayede dernekle tanıştı. Zaten unutmaya niyeti olmadığı ODTÜ’yle bağlarını hep taze tutmak istediği için bulduğu yerde yakasına yapıştığı ODTÜ’lüleri dernek camiası ile tanıştırmayı kendine görev bildi. Güçlü Gözaydın (ECON ’96) (Yedek Üye) 1971 yılında Eskişehir’de doğdu. Liseyi 1989 yılında Eskişehir Anadolu Lisesi’nde (Maarif Koleji) tamamlamasının ardından ODTÜ İktisat Bölümü’ne girdi. ODTÜ yıllarında başta “Yürüyüşler” ve “Forumlar” olmak üzere birçok “ders dışı” faaliyeti aksatmadan sürdürdü. O zamanlar erkek yurdu olan 1. Yurt’taki 506 no’lu odada dört, Yüzüncü Yıl Mahallesi Me-Ko Sitesi’nde de iki yıl kaldı.”Mavi Otobüslere” beleş olarak binen son nesildendi. “ODTÜ Ekonomi Topluluğu”nun kuruluşunda yer alması kendisi için her zaman özel bir gurur kaynağı oldu. Benzer şekilde, “Abra” dergisinde vakti zamanında yazısı yayınlandığı için de hala gizli gizli gurur duymaktadır. 1996 da mezuniyetinin ardından, artık mevcut olmayan iki bankanın fon yönetimi – hazine bölümlerinde başlayıp, tıbbi yayınlarda editörlük-redaktörlük, bireysel emeklilik sektörünün gözetimdenetimi, operasyonel araç kiralamada fiyatlama yöneticiliği ve bir dönem de “ev erkekliği” ile devam eden iş hayatı, beş yıldır bir bankanın risk yönetimi bölümünde hazine kontrol ve raporlama yöneticisi olarak sürüyor. Büyük çoğunluğu ODTÜ mezunu olan eski(meyen) arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi, kitap okumayı, müzik dinlemeyi, sinemayı, futbolu, memleket ve dünya ahvali üzerinde kafa yormayı seviyor. Arada bir “Biz ne zaman evlenmiştik yahu?” diye soracak kadar süredir evli ve 16 aylık Zeynep’in de, bebekçe deyişiyle “Babababa”sı. Ömürden Sezgin (IE ’04) (Yedek Üye) 1981 Samsun doğumludur, aileden Tirebolu’ludur. Samsun Anadolu Lisesi’nin ardından, 2004’te ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun olmuş, 2004-2006 yıllarında Bosch’ta iş geliştirme mühendisi olarak çalışmıştır. 2006’da Tayvan hükümetinin bursu ile Ulusal Tayvan Üniversitesi’nde Girişimcilik dersi asistanlığı yapmıştır. ODTÜ Bilişim Yönetimi yüksek lisansına da sahip olan Sezgin, aynı zamanda MMO danışma kurulu üyeliği yapmaktadır. 2007 yılından itibaren Marka Danışmanı olarak çalışan Sezgin; birçok firma ve kurum için stratejik markalaşma ve iş geliştirme projelerini yürütmüştür. “Marka Mühendisliği” üzerine yazılar yazmakta, eğitimler vermekte, panel ve seminerlere konuşmacı olarak katılmaktadır. Sonradan Gurmeler ve Sırtçantalılar yanında Gurmebüs adlı şehir etkinliğinin kurucuları arasında, geliri ODTÜ burs fonuna giden TecrübEM ve SeyahatnamEM ortak kitaplarının fikir sahibi, uygulayıcısı ve yazarlarındandır. Akşam Gazetesi’nde Lezzet Kaşifleri adında ortak bir köşesi vardır. İyi derecede İngilizce, Almanca, Fransızca ve orta derecede Çince bilmektedir. Twitter adresi: @omurdensezgin 7 HABER Aysun Mercan (FAS ‘82) (Yedek Üye) 1959 Ankara doğumlu. Öğrenimini TED Ankara Koleji, ODTÜ İdari İlimler Fakültesi İşletme Bölümü (Lisans)Ve University of Wales-Manchester Business School (EMBA) da tamamladı. 1982 yılında Töbank’da Dış İşlemler Uzmanı olarak başladığı meslek yaşamına yerli ve yabancı bankalarda kurumsal, ticari bankacılık, proje finansmanı, yatırım bankacılığı, krediler alanlarında uzman ve üst düzey yönetici olarak sürdürdü. 2001 ekonomik kriz sonrası Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu bünyesine alınan sorunlu bankaların çözümleme sürecinde birçok başarılı projeyi yönetti. 2008 yılından bu yana Denizbank FHG’nda Genel Sekreterlik görevini yürütmektedir. Okul yıllarında aletli jimnastik ve eskrim branşlarında ferdi ve takım sporcusu olarak yarışmış, aletli jimnastik dalında Uluslararası Federasyon kokartlı hakem ve antrenör olarak çalışmıştır. Başta canlı performanslar olmak üzere, kültür, sanat olaylarının takipçisi olup seyahat tutkunudur. Emre Gözleveli (CP ’02) (Yedek Üye) 1978 yılında Sakarya’da doğdu. Babasının devlet memuru olmasının katkısıyla Sakarya, Eskişehir ve Ankara kentlerini gezdi. Orta öğrenimini Eskişehir ve Ankara’da, Eskişehir ve Ankara Atatürk Anadolu Liselerinde tamamladıktan sonra 2002 yılında ODTÜ Şehir Planlama bölümünden lisans derecesini aldı. Mezuniyet ertesinde İstanbul’da İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünde yüksek lisans eğitimine başladı. 2003 yılından buyana İSTON’da ürün tasarımcısı olarak çalışmaktadır. Türkiye’de ve yurt dışında, kentlerde kullanılmakta olan görebildiğiniz pek çok tasarım tescilli ürünü bulunmaktadır. İstanbul’daki birçok projede ürünleri kullanılmaktadır. Taksi durağı, otobüs durağı, dere ıslah elemanları bunlardan bazılarıdır. Çeşitli nedenlerle ara verdiği tez çalışmasına halen devam etmektedir. Okçuluk sporuna ilgi duymaktadır. Feryal Bekdik (CE ‘79) (Yedek Üye) DERNEK’TEN 1955 yılında Viranşehir’de doğdu. Orta ve lise öğrenimini Urla Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1979 yılında ODTÜ İnşaat Mühendisliği’nden mezun oldu. Çeşitli firmalarda Şantiyeci olarak çalıştıktan sonra, 1991 yılında ortağı ile birlikte MAK-İN Mühendislik İnşaat ve Ticaret Ltd Şti’ni kurdu. Türkiye’de ve yurt dışında taahhüt işleri gerçekleştirdi ve gerçekleştirmeye devam ediyor. Gezi, tüplü dalış, iş dışındaki uğraşlarından olup aynı zamanda THBT üyesidir. Gezi notlarını ODTÜ Ege Mezunlar Derneği Başkanlığı esnasında “Gün Olur Alır Başımı Giderim” adıyla Burs Fonu yararına kitaplaştırmıştır. Kendisi gibi ODTÜ İnşaat mezunu ve THBT’li oğlu olan Feryal Bekdik yakın zamanda babaanne olmuştur. 8 bamex_ODTUgq215x28cp.pdf C M Y CM MY CY CMY K 1 13.02.2012 11:23 HABER Marmara’nın Samanlı Dağı Çilek bahçeleri Bilge Seçmeler (EF ’01) 13 Mayıs 2012 Pazar DERNEK’TEN sabahı son zamanların en kasvetli gününe uyanmıştık. Bir gezi fikri ürkütücüydü. Tecrübelerim, uyku mahmurluğu doğaya kendini bırakınca bunları unutacaksın dese de fırtınaya yakalanacağız korkusunu üzerimizden atamadık. Kadıköy’de son yürüyüşçüler arabamıza biniyordu. Rehberimiz önceden planladığımız rotanın aşırı yağmurlu bir havada, dere kenarında yapılacağı için zorlayıcı olacağını bildirdi. Ortak akıl rota değişikliğinde birleşti. Yirmi yıldır bölgede rehberlik yapmış olan Erdoğan Bey, “Bu zamanlarda Kartepe’de yağmur bir yerde toplanır. Bu nedenle arka sırtlarda yağmura rastlanmaz” dedi. Umut vadeden sözler içimizi ferahlatmıştı. Haritada Suadiye Beldesi’ne 10 bağlı Hüseyinli Köyü çevresini dolaşıyorduk. GPS ler çalıştırıldı. ODTÜ’lü mühendisler işi şansa bırakamazlardı. Ne me lazım rehber yarı yolda bırakırsa ya… Suadiye Beldesi’nde bir köy kahvehanesinde kahvaltımızı yaptık. Herkes açlıktan önündeki enfes kahvaltıya odaklanmıştı. Kahvenin duvarları dikkatimi çekti. Günlük yaşantımız güncellemeler ve versiyon yenilemelerle kuşatılmışken her nedense bu köy kahvesi 1950’li yıllarda takılıp kalmıştı. Neden mi? Duvarda Atatürk resmine alışık geleneğimizin tam tersine, Adnan Menderes bizlere gülümsüyordu. Arabayla uzun bir dağ yolu tırmanışı sonrasında 800 metre yükseklikten 3,5 saat sürecek yürüyüşümüze başladık. Bölge için Küre dağlarının minyatürü diyebiliriz. Yer yer çilek bahçeleriyle karşılaşıyorsunuz. İki kez küçük derecik geçişleri deneyimledik. İleride büyük nehir turlarımız için idmanlıydık. Yolumuza çıkan bir salyangozun, geçmiş zamanlarda pek ilgi görmezken günümüzde kozmetik endüstrisinin bir numaralı hammaddesi olduğunu ve su birikintilerinde ne kadar canlı organizma yaşıyorsa o oranda oksijen zengini olduğunu öğrendik. Öğle yemeğimiz için Orman Bölge Müdürlüğü Tesislerindeyiz. Yaban domuzu avlarında kullanılan iki tatlı köpek bizleri karşıladı. Elimizdeki yemek torbaları dikkatlerini çekmişti bile. Mangalımızı hazırladık. Haftaya yeni bir başlangıca hazırdık. HABER Tarihi Pera’nın eşsiz manzaralı Ponte’sinde aylık kokteylimizde buluştuk Boğaz manzarasının büyüsüne öylesine kapıldık ki Mayıs ayındaki bahar buluşmamızda Ponte’de yaptık.. DERNEK’TEN Bahar Buluşması’nda yapılan çekilişte Edirne, Vefa Zeyrek ve Murat Belge ile Boğaz ve Yalılar gezisi ile aylık pilates, tango ve latin dansları kursu hediyesi verildi. 12 HABER ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda üç günlük çalıştay ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda dünyadaki bilim insanlarının heyecanla takip ettiği “LHC Deneyleri”nin ele alındığı üç günlük çalıştay geçtiğimiz günlerde tamamlandı. “Recent Developments in High Energy Physics and LHC” adıyla toplanan çalıştaya Cenevre’deki CERN araştırma merkezinden katılımcılar, Türkiye üniversitelerinden bu dalın yetkin öğretim üyeleri ve birçok araştırmacı katıldı. Günümüz yüksek enerji parçacık fiziğinin en güncel araştırma konusu olan CERN-LHC hızlandırıcısında yapılan deneylerin ele alındığı çalıştayda bilim insanları karşılıklı bilgi alış verişinde de bulunma fırsatı yakaladı. Bu deneyler sayesinde, hızlandırıcıda atom altı proton parçacıkları birbiriyle çarpıştırılarak ortaya çıkacak sonuçlarda evrenin işleyişi ile ilgili ipuçları aranıyor. Böylece, mevcut modellerin test edilmesi ve bunların yetersiz kalması halinde evrenin işleyişini açıklayan yeni modellerin ortaya konulması söz konusu olacak. CERN araştırma merkezi ile proje bazında yapılan araştırmalar dahilinde Türk üniversiteleri de LHC deneylerine katılabiliyor. ODTÜ Fizik bölümü deneysel yüksek enerji fizikçileri de bu deneylerde başından itibaren sorumluluk aldılar. Gündelik hayatımıza da katkı koyan birçok farklı sektörü destekleyecek temel deney niteliğindeki bu deneyin ele alındığı çalıştay boyunca faydalı bilgileri paylaşma imkanı bulan bilim insanları ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’ndaki çalıştaydan memnun ayrıldılar. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda Bahar Coşkusu Athena ile Sonlandı... ODTÜ ODTÜ’DEN Kuzey Kıbrıs Kampusu 11-13 Mayıs tarihlerindeki “Bahar Şenliği” coşkusu Athena konseri ile sonlandı. “Bahar Şenliği” aktivitelerinde açılış, ünlü radyocu ve şovmen Geveze’nin de 14 üyesi olduğu Kuma Grubu’nun konseri ile yapıldı. Üç gün süren şenlikte öğrenciler arası ses yarışması da düzenlendi. Ayrıca öğrenci topluluklarının ilginç aktiviteleri ile şenlik boyunca renkli görüntüler ortaya çıktı. Cyprus XP ve Pegasus’un “Altın Sponsor”; EBİ A.Ş., CIB Group ve Özel Güvenlik’in “Gümüş Sponsor”luklarındaki şenlikte son gece sahne alan sevilen müzik grubu Athena ile de eğlence zirveye taşındı. Bu yıl, “14. Türkiye Üniversitelerarası Ulusal Münazara Turnuvası” da “6. Bahar Şenliği” ile aynı tarihlerde ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda gerçekleşti. Türkiye ve KKTC’den toplam 25 üniversite ve yüksek okul ile 1 Anadolu Lisesi’nden 200’ü aşkın öğrencinin katılımıyla daha da renklenen şenliğin son gecesinde turnuva sonuçları da açıklandı. HABER Çernobil’in gölgesinde nükleer santraller 25 Nisan 2012 akşamı, Derneğimiz Bilimsel ve Külterel Çalışmalar Komisyonu tarafından düzenlenen söyleşide Çernobil Faciası’nın gölgesinde Nükleer Santraller konusu ele alındı. Arif Cevizci (CENG ’89) Genel Merkez Yönetim Kurulu Üyesi Erhan Karaçay ve EMO İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Beyza Metin’in konuşmacı olarak katıldığı söyleşide ilk sözü alan Beyza Metin çoğumuzun yakından tanık olduğu Çernobil Faciası’nı anlatarak sözlerine başladı. “Çernobil Faciası, Ukrayna’nın başkenti Kiev’in (o dönem SSCB’nin parçasıydı) 140 km kuzeyinde kurulmuş olan Çernobil Nükleer Santralı’nda gerçekleşti. Her biri 1.000 megawatt (MW) gücünde olan dört reaktörün hatalı tasarımının yanı sıra, reaktörlerden birinde deney yapmak için güvenlik sisteminin devre dışı bırakılıp peşpeşe hatalar meydana gelmesi nedeniyle oldu. Büyük patlama, 26 Nisan günü gece saat 01:23 meydan geldi. Bu patlamanın ayrıntıları tam olarak bilinmemekle birlikte, denetim dışı bir çekirdek tepkimesinin gerçekleşmiş olduğu tahmin edilmektedir. Zamanın yetkilileri bütün nükleer kazalarda olduğu gibi, uzun zaman Çernobil kazasını dünya halklarından sakladılar. Bugün bundan dolayı nükleer karşıtlarının en önemli taleplerinden biri, kazalar hakkında şeffaflık ve ayrıntılı bilgilenme isteğidir. Kazanın ilk günlerinde, 13 bin çocuk tiroid kanserine yol açan kısa ömürlü bir radyoaktif izotop olan iyot - 131 içeren gazları solumuştu. Şu ana kadar, resmen Çernobil faciasının kurbanları olarak tanınan, 356 bini temizlikçi, 870 bini çocuk olmak üzere, 3 milyondan fazla insanın yararlanması için Ukrayna hükümeti, bütçesinin yüzde 5’inden fazlasını harcıyor. Halen yaklaşık 20 milyon küri’lik radyoaktivite düzeyine sahip olan 10 binlerce ton nükleer yakıt ve reaktör parçası, bölgedeki 800 değişik sahada gömülü duruyor. Bu radyasyonla tehlikeli boyutta kirlenmiş bölgeyi temizlemek, en az 30 yıl ve milyarlarca dolara mal olacak. Kaza nedeniyle Avrupa’da birçok ülke büyük ekonomik kayıplar yaşadı. Belarus hükümetince kazadan sonra yapılan tahmine göre, 1986 - 2005 yıllarındaki toplam ekonomik yıkımın bedeli, 235 milyar dolar oldu. 1994’de kadar Belarus hükümeti bütçesinin yüzde13,46’sını Çernobil kazasının etkilerini en aza indirmek için harcamıştı. BM Genel Sekreteri Kofi Annan’a göre (Temmuz 2004) , “Belarus’ta, Ukrayna’da ve Rusya Federasyonu’nda en az 3 milyon çocuğun (Çernobil kazasına bağlı olarak) fiziksel tedavi görmesi gerekmektedir. Meydana gelen ciddi tıbbi durumdan etkilenenlerin tam sayısını, 2016’dan önce öğrenemeyeceğiz. Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre ise Çernobil Felaketi sonrası “İtalya’nın yarısı kadar bir alan, yaklaşık 150 bin km2 kirlenmiş ve Danimarka’dan biraz daha büyük tarımsal alan, yaklaşık 52 bin km2, harap olmuştur. Yaklaşık 400 bin insan yeniden yerleşime tabi tutulmuş. 6 milyon insan etkilenmiş alanlarda yaşamaya devam ediyor. Çernobil felaketinden doğrudan etkilenen üç ülke, felaketin sürüp giden etkileriyle baş edebilmek için milyonlarca dolar harcamak zorunda kaldığından bölge ekonomileri durgunluğa girdi. Özellikle çocuklar arasında kronik sağlık problemleri kol gezmektedir.” Türkiye’de ise felaketin etkileri çok hafife alındı. Çok ciddi bir önlem alınmadı. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral,“Dininize, imanınıza inandığınız gibi inanın ki Türkiye’de böyle bir tehlike yoktur” diyerek Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Ahmet Yüksel Özemre’yle birlikte televizyonlarda sözüm ona radyasyonsuz çay içti.” Söyleşi Erhan Karaçay’ın nükleer santraller ile ilgili konuşmasıyla devam etti. Fukuşima kazasından geriye giderek geçmişteki kazalar, kapatılan santraller, alternatif ucuz ve çevreci enerjiler tartışıldı. Derneğimizde oluşturulan ENERJİ komisyonumuz, bu konuda daha fazla çalışma yaprak ülkemize katma değer ortaya koyacak çalışmalara imza atmayı hedefliyor. GEÇMİŞ YILLARDA NÜKLEER KAZALAR DERNEK’TEN Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) 15 HABER ÇOK EĞLENCELİ BİR FİKRİM VAR! METUTECH-ATOM 3. kez kapılarını genç girişimcilere açıyor ODTÜ Teknokent Animasyon Teknolojileri ve Oyun Geliştirme Merkezi (METUTECHATOM) yeni, fikirleri desteklemek için genç girişimcileri bekliyor. Fikrine güvenen bu fırsatı kaçırmamalı! Dijital Oyunlar artık ODTÜ’DEN hayatımızın her alanında bizlere büyük keyif veriyor. Teknolojinin de hızlı gelişmesiyle internet başta olmak üzere birçok farklı platformda oyun oynama olanakları arttı ve şu anda dijital oyunlar global pazarlarda ekonomik olarak en hızlı büyüyen sektörlerden bir tanesi oldu. 2010 yılında 67 milyar dolar büyüklük, 2011’de 74 milyar dolar oldu. 2015 yılında 110 milyar doları geçeceği tahmin edilmektedir. Belirli oyunlar piyasaya çıktıkları an rekorları alt üst ediyorlar. Activision tarafından piyasaya sürülen Call of Duty: Black Ops, ilk beş günde 650 16 milyon dolarlık satış hasılatı elde etti. Angry Birds oyunu firmasına 100 milyon dolardan daha fazla hasılat elde ettirmişti. Türkiye de dijital oyunlar için önemli bir pazar. Oyun oynayan kişi sayısının 10 milyonu aştığı bilinmekte. Türkiye Facebook genel kullanımında 33 milyon kişiyle dünyada beşinci sırada yer alıyor. Ayrıca bilgisayar başında geçirilen saat son 4 yıl içerisinde 3,5 saat artmış durumda. Özellikle internet kafelerin varlığı (Türkiye genelinde 22.500 tanedir) ve okullarda bilgisayarların kullanılmasıyla dijital medyanın (PC, internet ya da dijital oyunlar) erişim alanı oldukça genişledi. Yani bilgisayar ve dijital oyun sektörü anlamında Türkiye’de çok yüksek bir potansiyele sahip ve hızla büyümekte olan bir ülke. METUTECH- ATOM Türkiye’de dijital oyun sektörünün gelişmesi açısından önemli girişimler yaşandı. Bunlardan en önemli olan ODTÜ Teknokent Animasyon Teknolojileri ve Oyun Geliştirme HABER Başvuru için: www.metutech-atom.org Bilgi için: Animasyon Teknolojileri ve Oyun Geliştirme Merkezi (METUTECH-ATOM) Tel: 0 312 210 64 00/134 e-posta: [email protected] Destekleme Süreci Hedefler: - Dijital oyun ve animasyon konusunda uzmanlaşmış bir küme yaratmak, - Akademisyenlerin, firmaların ve öğrencilerin bir arada çalışacağı bir platform yaratmak, - Dijital sanatlar konusunda toplumda bilinç ve bilgi havuzu yaratmak, - Üniversite-sanayi işbirliğini etkin ve sürekli hale getirmek, - Sektörün geliştirilmesi ve ATOM firmalarının ülke genelinde tanıtımının sağlamak, - Sektör özelinde diğer ülkelerle işbirliğini geliştirmek. Merkezi (METUTECH-ATOM), 2008 yılında kurulmuş Türkiye’deki ilk ve tek ön kuluçka merkezidir. Ön kuluçka programları, yaratıcı fikirlerin deneyim ve finansman eksiklikleri yüzünden ticari hayata başlayamadan kaybolmalarını engellemek amacıyla oluşturulmaktadırlar. METUTECH-ATOM’un kuruluş amacı dijital oyun ve animasyon üzerine yaratıcı fikir ve projelerin kaybolmasını önlemek ve ODTÜ Teknokent deneyimi ile başarılı ticari değere dönüşmelerini sağlamak. Ayrıca, ODTÜ Teknokent’in vizyonu ve hedefleri doğrultusunda bu sektörlerde bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeyde bir başarılı bir ekosistem yaratılması ve sektör özelinde girişimciliği özendirerek nitelikli iş gücü yetiştirilmesi hedeflenmekte. Ön kuluçka programı kapsamında dijital oyun ve animasyon sektörüne odaklanmada, ODTÜ Teknokent’te bilişim ve özellikle simülasyon teknolojikleri alanında altyapıyı kullanma ve Türkiye’de henüz var olmayan bir sektörü ODTÜ ve ODTÜ Teknokent öncülüğünde oluşturma gayreti ön planda tutulmakta. Bu kapsamda, ATOM’un faaliyet gösterdiği 4 yıl boyunca ODTÜ Teknokent özelinde ve Ankara’da sektörel ekosistemin oluşturulması yönünde başarılı adımlar atılmıştır. Ön Kuluçka Programının Kapsamı: METUTECH ATOM’da potansiyel girişimciler 3 aşamalı bir seçim 1. Aşama: Proje Önerisi Hazırlama ve Ön Eleme 2. Aşama: Girişimcilik ve Sektörel Eğitimler, İş Planı Hazırlama ve Değerlendirme 3. Aşama: Altyapı desteği, Danışmanlık, Mentorluk, Yatırım ile Buluşma ve Şirketleşme ATOM’da gruplar bir sene boyunca desteklenmektedirler. Bu sürenin sonunda gruplardan şirketleşmeleri beklenmektedir. Bu sürenin sonunda yeni kurulan şirketler ODTÜ KOSGEB TEKMER’e alınırlar. TEKMER’de 2 ila 3 sene desteklenirler ve mezuniyetleri ardından ODTÜ Teknokent firması olurlar. ATOM Neler Başardı? Bu tip destekler sayesinde, 3 sene içinde, 12 proje grubundan 8’i kendi ayakları üzerinde durabilen oyun ve animasyon şirketleri haline geldiler. Örneğin, Atom firmalarından Kodobur telekomünikasyon firmalarına 3 boyutlu gündelik oyunlar ve firma ve kamu kurumlarına animasyon filmler yapmakta. Zibumi, hem yerli ve yabancı firmalara hem de kendi web sitesi üzerinden eğlence, eğitim ve sağlık alanlarında bilgisayar, web ve mobil tabanlı gündelik oyunlar ve uygulamalar geliştiren bir stüdyo oldu. Geliştirdikleri bir oyun Şubat 2012’de Apple platformlarında en fazla indirilen uygulama olmayı başardı. LamaGama firması ise Play Station oyunları geliştirmekte. Ayrıca geçen sene en başarılı ve en hızlı büyüyen girişimci firma seçildi. Ayrıca online, cep bilgisayarları ve cep telefonlarına oyun ve yazılım geliştiren Mil Oyun firması İngiltere ofisini açtı. Şu anda METUTECH-ATOM bünyesinde 6 grup desteklenmekte. Siz de hayallerinize güveniyorsanız METUTECH-ATOM’daki yerinizi almalısınız. 17 FORUM ’68 ruhuna her zamankinden daha fazla ihtiyaç var 5 Mayıs tarihinde ODTÜ Mezunlar Derneği Vişnelik Tesisleri’nde “‘68’li, ‘68’i, Bugünü, Yarını nasıl değerlendiriyor?” konulu forum yapıldı. Forumun tartışılan konuları ve sonuçları üzerine bir yazıyı okuyucularımızla paylaşıyoruz. Tayfur Cinemre (ME ’78) Kendi göbeğini kendi kesmiş kuşak ODTÜ’DEN Forum kavramı aslında ODTÜ’nün bir icadı ve onun Türkiye devrimci hareketine bir armağanıdır. Forum, bizzat harekete geçmek, yapılacak şeyleri sıralamak, ortaya bir hedef koymak olarak düşünülürdü. Bu forumun da bir hedefi vardır: Bir sempozyuma dönüşmek. ‘68 hareketinde yer alanlar sadece sosyalistlerden ibaret değildi. İçinde devrimci sosyal demokratlar, anarşistler ve kendini devrimci olarak adlandıran herkes vardı. ’68 bir dünya hareketiydi. Bunu görmemiz bizleri derinden etkiledi. Kendimiz gibilerin ABD’de, Paris’te, Filistin’de, Vietnam’da, Küba’da varlığını ve mücadelelerini bilmek bizleri heyecanlandırıyordu. Bu kadar Enternasyonal beslenen bir hareket, elbette Türkiye’de de kendi sınırlarını aşmak isteyen insanlara büyük bir ufuk oluşturuyordu. ’68 hareketi kitlelerin hoşnutsuzlukları kadar umutlarından da doğmuştu. Kendinden önce olmadığı şekilde hegemonyaya, otokrasiye ve statükoya karşı bir devrimdi. Bu anlamda kendi göbeğini kendisi kesmiş bir kuşaktır ’68 kuşağı. Her ülkenin kendine özgü bir ‘68’i var. Eylemlerin yayıldığı zaman dilimi, eylemlere katılan toplumsal kesimler ve gündeme getirilip tartışılan sorunlar açısından farklılıklar vardır. Bütün bu farklılıklara rağmen farklı ülkelerde gerçekleştirilen eylemleri büyük ‘68 başkaldırısının parçası 18 FORUM haline getiren ortak yanlar vardır. Bunlar antikapitalist, antiemperyalist, enternasyonalist, antibürokratik ve antiotokratik eğilimdir. “68’liler demokrat mıydı?” Bu soruya şu yanıtı verebiliriz: Biz demokrasiyi forumlarda, öğrenci hareketlerinde yaşadık. Bu forumlara herkes katılıyordu ve herkes kendi eğilimlerini dile getirme hakkına sahipti. Kimse bu forumlardan atılmadı. Şiddeti önce devletin güçleri ve paramiliter faşist çeteler başlattı. Biz ise dövüşmeye savunma saiki ile başladık. Biz bir demokrasi geleneğine sahiptik. Birçok öğrenci köylere giderek sorunlarını dile getirmeleri için toplantılar düzenlediler. Bu toplantılarda daha çok köylüler konuşurdu. Kendi sözümüz değil, onların sözü önemliydi. ‘68’in devrimcileri, halkını karanlık bir ormandan geçirmek için yüreğini çıkartarak yakan ve böylece karanlığı aydınlatan efsane kahramanı gibiydiler. Onlar, eşitlikçi bir toplum için hayatlarını feda ederken geleceğe ışık tuttular. Bugüne kadar gelen bir ışık ve bir çığlık oldular. Denizler, toplumdaki haksızlıklara karşı mücadelenin ön saflarında yiğitçe dövüştüler, ödün vermediler ve gerektiğinde dimdik darağacına yürüdüler. Bunu artık yalnızca onların dostları kabul etmiyor, düşmanları da kabul etmek zorunda kaldı. Denizlerin hareketi ‘68 hareketinin bağrından doğmuştur ve bu hareketin antikapitalist ve antiemperyalist niteliği açıktır. Mücadeleleri birçok devrimci için esin kaynağı olmuştur. Bugün de esin kaynağıdır. Yüreği büyük hareket Hüseyin İnan “Vietnam halkıyla dayanışmak enternasyonalist bir görevdir, ama yanı başımızda kurtuluşları için savaşan halklar var, onlarla da dayanışmak enternasyonalist bir görevdir” demiştir. Denizlerin örgütü küçücük bir örgüttü. Ama yüreği büyük bir örgüttü. Bölgemizdeki ve dünyadaki kurtuluş hareketleriyle kucaklaşmak isteyen bir hareket, yüreği büyük bir harekettir. Hepimizin bildiği gibi ‘68 yenildi. Yenilginin nedenlerini anlamak günümüz ve geleceğimiz açısından önemlidir. Bu nedenle ‘68 elbette eleştirilmelidir. Ama bazı çevreler ‘68’i eleştiriyoruz diye başlayıp onun iz bırakmadan kaybolduğunu iddia ediyorlar. Bu doğru değildir. Marksist düşünür Immanuel Wallerstein, şöyle söylüyor : “İnsanlığın tarihinde paradigmaları değiştiren iki dünya devrimi vardır. Biri 1848, diğeri ise 1968’de yaşanmıştır. Bunlardan ilki 1789 devriminin aşılması, yetmiş yıl sonra gelen 1917 devrimininse provası olmuştur. 1968 ise 1917 devriminin aşılmasıdır. Neyin provası olduğunu ise tarih gösterecektir. Hem 1848, hem de 1968 kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Ve her ikisi de tarihsel birer yenilgiyle neticelenmiştir. Ne var ki her ikisi de, dünya politik sistemini derin ve geri çevrilemez bir biçimde değiştirmiştir” ‘90’lı yılların ortalarından günümüze kadar gelişen ve sık sık hareketler hareketi olarak tanımlanan bir hareket var. Buna ikinci ‘68 diyenler de var. Birçok harekette olduğu gibi bunun da bir reformist, bir de radikal kanadı var. Reformist kanadını, ATTAC ve benzeri STK’lar oluşturuyor. Kapitalist sistemin reforme edilerek insanca yaşanılır bir hale getirilebileceğine inanan bu kanat, kendilerini alternatif küreselleşme hareketi olarak adlandırıyorlar. Radikal kanat ise ne kadar reform yapılırsa yapılsın bu sistem insanca yaşanılır bir sistem haline getirilemez, kapitalist sistem yıkılmalıdır düşüncesini savunuyor. Yunanlılarla Türklerin, Filistinlilerle İsraillilerin yan yana yürüyebildiği enternasyonal bir platform oluşturmayı başarmıştır. Bürokratik yapılara karşı tavır almıştır. ‘68’in mirasını radikal kanatın sloganlarında da açıkça görmek olanaklıdır. Günümüzde kapitalizm tarihinin en büyük krizini yaşamaktadır. Küresel ekonomik ve ekolojik kriz dünyamızı kritik bir yol ayrımına getirmiştir. Kâr maksimizasyonu için dünyanın tüm kaynaklarını sorumsuzca ve sınırsızca metalaştırarak tüketen kapitalizm, bu krizin yegane sorumlusudur. Bugün paranın dünya çapındaki korkunç akışkanlığı ve rekabetine ve metalaşmanın sınırsız yaygınlaşmasına kimse karşı koyamıyor. Ancak Kapitalizmin bu çarkı sürdürülebilir değildir, çünkü tüketim ekonomisi doğanın sınırlarını zorlamaktadır. Kapitalizm daha önceki dönemsel krizlerinden farklı olarak, nihai bir krizin içine girmiştir. Bilinen krizden çıkış yöntemleri artık işlememektedir. İklim değişikliğiyle mücadele, kapitalizmle mücadele için güçlü bir fırsat yaratmaktadır. Ancak, “Tarih bizden yanadır” yanılgısından uzak durmalıyız. Daha iyi bir dünya yaratabilmek için bugün insanlığın yüzde 50-50’lik bir şansı vardır. Tam da bu nedenle, ’68 ruhuna bugün, her zaman olduğundan daha fazla ihtiyaç vardır. 19 1 MAYIS Venezüella’da 1 Mayıs kutlamaları Venezüella’da yaşayan Levent Çorbacıoğlu Caracas’da katıldığı 1 Mayıs kutlamasını ve bu görkemli kutlamanın ardındaki sosyal ve politik gözlemlerini aktardığı yazısında “insanların bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşayabileceği, ne yoksulluk, ne sömürünün olduğu, insanca - hakça bir düzen” ümidinin devam ettiğini söylüyor. Levent Çorbacıoğlu (ME ’76) GÜNDEM Emperyalizme karşı verdikleri tarihsel mücadeleleri ile gururlanan Vietnam, Çin, Laos, Kamboçya ve eski Sovyet ülkeleri gibi birçok ülkeyi görme şansım oldu. Bu ülkelerde bile, para’nın her şeyi nasıl etkisi altına aldığını, insanların depolitize edilip, emperyalizme karşı verdikleri yoğun ve kanlı mücadele hiç yaşanmamışcasına uluslararası sermaye ile kolkola yaşamaya alıştırıldıklarını hayret ve ibretle gözlemledim. Özgürlük ve demokrasi maskesiyle uluslararası sermaye; ülke politikalarını ele geçirmeye, özelleştirme politikalarını bütün ülkelere empoze etmeye, para’nın gücünü ön plana çıkarmaya devam ediyor. Sosyal adalet, eşitlik, doğaya ve insana saygı gibi moral değerler önem- 20 sizleştiriliyor. Para hırsına, insan ve doğa acımasızca harcanıyor, hırpalanıyor. Kısa vadeli çıkarlar uğruna, insanların geleceği düşüncesizce karartılıyor. Bu gidişe karşı direnişin bittiğini söyleyemeyiz ama direnenlerin ne kadar azaldığını da görmemezlikten gelemeyiz. 1 Mayıs’ı, uluslararası emek günü olmaktan öte; kardeşlik, dayanışma, eşitlik, özgürlük, yoksulluğa, ayrımcılığa ve sömürüye karşı mücadelenin simgesi olarak gördüğüm için, 2012’nin 1 Mayıs’ını, son kalelerden biri olarak gördüğüm Küba’da geçirmeyi planlamıştım. Ama şirketimin Venezuella’da iş alması üzerine Şubat başında Venezuella’ya gelince planımı gerçekleştiremedim. Burada PDVSA’da (Venezuella’nın Milli Petrol Şirketi) çalışıyorum. İnternetten Taksim’deki 1 Mayıs’ı izlerim diye düşünürken, birlikte çalıştığım mühendis arkadaşın davetini kabul ederek Caracas’da 1 Mayıs kutlamasına katıldım. Venezüella’da sosyalizme ve Chavez’e karşı olan ilgi, destek ve sevgı inanılmaz boyutta. Temas ve gözlemlerim, insanların önemli kısmının samimiyetle Chavez’i ve politikalarını desteklediğini gösteriyor. Chavez’in devletleştirme politikaları sayesinde ülkeden atılan yabancı sermayenin senelerce ülkeyi sömürdüğüne inanıyorlar ve şimdi kendi imkanlarıyla ayakta durmaya çalışıyorlar. Şu anda bile ülkenin genel durumu pek iç açıcı olmamakla beraber, eskiye göre 1 MAYIS çok daha refah içinde yaşadıklarını beyan ediyorlar. Dünyanın 8. büyük petrol ihracatçısı olan bir ülkenin hâlâ bu kadar yoksullukla boğuşmasındaki temel nedenin buranın insanında değil yabancı sermayenin sömürüsünde aranması gerektiği kanısındayım. 2000 seçimlerini de başarıyla kapatmış. Chavez’in uyguladığı politika, yoksullar tarafından desteklenirken, sermaye çevrelerinin tepkisini çekince, 2002’de batı sermayesi destekli bir askeri darbe denemesi olsa da Venezüella’nın her köşesinden Caracas’a gelen binlerce Chavez taraftarı, bazı askeri birliklerin de desteğini alarak, Başkanlık sarayını kuşatarak kansız bir şekilde Chavez’i 47 saat sonra yeniden göreve getirmiş. Demokratik yollarla seçilen sosyalist Başkanı indiren sermayeye karşı, halkın gösterdiği bu iradeye saygı duymak ve takdir etmekten başka ne yapılabilir ki. 2006’daki seçimlerde oy oranını %63’e çıkartan Chavez’in politikasının çıkış noktasını anti-emperyalizm olarak görüyor ve 21. Yüzyıl sosyalizmini inşa ettiğini söylüyor. Benim, Chavez ve sistemi ile ilgili olarak algıladığım şu: Birincisi, muhteşem bir hatip. 13 Ocak 2012’de 9 saat aralıksız (tuvalete bile gitmeden) yaptığı rekor konuşması var. Yoğun kanser tedavisi gormesine karşın hala televizyonda canlı yayınlarda neşeyle, uzun uzun konuşuyor ve takdir topluyor. Chavez’e göre Bolivarian Sosyalizmi; dayanışma, kardeşlik, sevgi, adalet, özgürlük ve eşitlik ilkeleri ile beslenen, ortak mülkiyetciliğe ağırlık veren, özel mülkiyetin sosyal amaç ve çıkarlar için kullanılmasını teşvik edrn, Rus ve Çin’de uygulanan Marksist politikalar ile İsveç’te uygulanan sosyal demokrat politikaların ve hatta kapitalist sistemin hem dışında, hem içinde, yeni bir yol. Dünyanın her tarafında özelleştirme yarışı yapılırken burada ciddi bir devletleştirme yaşanıyor. Petrol, enerji, çelik, madenler, telekomünikasyon, bankacılık devletleştirilmis durumda. Şu anda ülkenin tüm petrol kaynakları devletin kontrolu altında ve batılılar, istedikleri gibi at oynatamamanın rahatsızlığı içindeler. Bu nedenle, el altından, anti-Chavez hareketlere destek verdiklerini ve ülkede kaos çıkarmak icin çalıştıklarını söylemek kehanet olmaz. Ülkenin bir türlü istenen ivmeyi gösterememesinde bunun payı olduğunu düşünmek yanlış olmaz. İşte Chavez sevgisinin altında yatan bu. Caracas’ta katıldığım 1 Mayıs kutlamasında 6 saat boyunca kızıl bir nehirin içerisinde akıyormuşum gibi hisettim kendimi. Gözün alabildiği her yer kıpkırmızı idi. Bizdeki 1 Mayıs gösterilerinden farklı olarak, bir tek güvenlik noktasından bile geçmeden, bir tek polis görmeden yürüyüşümüzü yaptık. Herkes neşe ile, karnaval havası içinde dans edip, güle oynaya yürüyüşünü tamamladı. Zaten Güney Amerika insanının temel iki özelliği sıcak kanlılıkları ve müziğe olan düşkünlükleri. Romantik bir hayal bile olsa, hala, “insanların bir ağac gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşayabileceği, ne yoksulluk, ne sömürünün olduğu, insanca - hakça bir düzen” dilek ve ümidimi muhafaza ediyorum ve bu umut içimi rahatlatıyor. Buradaki atmosfer içerisinde bu hayali kurabilmenin, Türkiye’dekinden cok daha kolay olduğunu itiraf etmem gerek. Emek Bayramınız kutlu olsun !! 21 İÇİMİZDEN BİRİ Bankacılığa yön veren ODTÜ’lüler Mehmet Sezgin (Man ’84) ve Cüneyt Sezgin (Man ’84) aynı dönem ODTÜ’de aynı bölümde okumuş, aynı sınavı geçip aynı bankada bankacılığa adım atmış ve şu anda aynı bankada üst düzey yönetici olan iki ODTÜ’lü. Birçok ortak özelliğe sahip olan Mehmet Sezgin ve Cüneyt Sezgin’in soyadları da aynı.Herkesin sandığı gibi kardeş veya amcaoğlu değiller ama ömürlerinin nerdeyse 20 yılını birlikte geçirmiş iki yakın dostlar. Yoğun programları içinde kırmadılar, dergimiz için bir araya geldiler ve bizlere hem ODTÜ yıllarını hem de bankacılık serüvenlerini anlattılar. SÖYLEŞİ ODTÜ yıllarınız nasıl geçti? Cüneyt Sezgin: Ben İstanbul’dan gelmiştim, ODTÜ’yü tercih etmemdeki neden de Ankara’ya olan aşinalığımdı. Ayrı evde kalacak olmamın da etkisi vardı ama en önemlisi ODTÜ’nün saygın, iyi eğitim veren bir okul olmasıydı. Bizim dönemimiz çok enteresandı. Okula başladığımda iki boykot yüzünden telafi eğitimleri yapılıyordu. O yüzden ben 1979’un 16 Aralık’ında okula başladım. 12 Eylül bir yandan, kapitalizmin yükselişi diğer yandan ve okulda yaşanan direnişlerle çok değişik bir dönemdi. Türkiye’nin değiştiği bir dönem olmasına rağmen ODTÜ bu kadar çabuk değişmedi. ODTÜ’nün eğitimi çok iyiydi ve o hiç değişmedi (YÖK sonrası hoca kaybetmesine rağmen). Bizler de birey olarak etkilendik elbette o geçiş döneminde. ODTÜ’de Amerikan pazarlama kitaplarını okumamıza rağmen dünyayı daha farklı okuyup bu ikisinden bir sentez çıkarmak, farklı söylemler geliştirmek durumunda kaldık. 22 İÇİMİZDEN BİRİ “Hak etmeden alamazsın, ODTÜ bu konuda katıydı; bize sabretmeyi, değerini bilmeyi, direnci öğretti. ” Mehmet Sezgin: Ben İzmir’den geldim ve yurtta kaldım. Çok değişim gösteren bir dönem oldu, sürekli yurda baskınlar yapılırdı. Kampüse girerken hepimiz inerdik, otobüs aranırdı sonra tekrar binerdik. Bunun gibi birçok örnek var. Mesela çay yapacaksınız ama yurtta ocak yasak. Buzdolabı diye bir şey zaten yok. Odalarda altı kişi kalırdık, yan odayla beraber toplam on iki kişi bir tuvalet ve banyo kullanırdık. Ama aynı zamanda en iyi arkadaşlıklarımızın oluştuğu yıllardı. İmkanlar çok azdı ama mutluyduk. Hala da arkadaşlığımız devam ediyor. ODTÜ orta gelirden gelen ailelerin çocuklarının geldiği bir okuldu. Hepimiz çalışarak bir yerlere gelmeye hevesliydik. O yüzden hocalar “çalışın” derlerdi. Osman Ataç hocamız şöyle derdi: “Valla en zor konu bile altmış dört kez okunduğunda anlaşılıyor çocuklar “. Çok çok iyi hocalarımız vardı. ODTÜ gerçekten çok iyi eğitim veren bir okul. O dönemde ODTÜ sizin üzerinizde nasıl bir etki bıraktı? C.S.: Kariyer yolu seçimimizde tabiî ki okuduğumuz bölüm çok etkili oldu. İşletme mezunuyduk ve ona yakın alanlara girecektik. Turgut Özal dönemine kadar pazarlamacılık ön plandaydı. Seksenlerin ortalarına doğru bankacılık hareketlenmeye başladı. Yeni yapılanma olmuştu ve bizler de o dalgaya denk gelerek bankacılığa girdik. Okuldaki genel hava aslında bize iki şeyi öğretti. Amerikan kapitalizminin ana konularını almak, öğrenmek ama aynı zamanda toplumsal vicdana sahip olmak, adaletli olmak, ilkesel duruş edinmek ve toplumsal çıkarları da dikkate almak. Bence ODTÜ’nün hepimizde yarattığı iyi sentez ve ODTÜ’yü farklı kılan budur. İkinci önemli konu da “Bir şey kolaysa iyi değildir” inancını yerleştirmesi. Bu nedenle ODTÜ’de şunu öğrenirsin: ne kadar çalışırsan o kadar başarırsın. Hak etmeden alamazsın, ODTÜ bu konuda katıydı; bize sabretmeyi, değerini bilmeyi, direnci öğretti. kartları olunca markalama, fiyatlama, reklam yani pazarlamanın ana konuları da dahil oluyor. M.S.: Ailemizden aldığımız değerin devam ettiği bir okul olduğu için rahat ettik bence. “Çalışırsan mutlaka başarırsın” anne babalarımızın söylediği şeylerdi. Türkiye Cumhuriyeti kuşaklarında “çocuklarımızı daha iyi eğitelim bizden daha iyi olsunlar” bilinci vardır. En klasik anne baba duruşu budur. Babam okula ilk geldiğimde “ Ne mutlu ki devlet sana böyle bir okulda okuma imkanı tanıdı. Bundan daha güzel bir okul nasıl olabilir ki” demişti. Üniversiteliler toplumun bir parçası olmak zorundalar. Üniversiteyi sadece eğitim olarak düşünmemeliyiz. ODTÜ’de her şeyin sorgulanması, böyle bir toplumsal kültür olması çok değerli. Zaten her şey o sorgulamadan çıkıyor. Çalışma ve sorgulama ODTÜ’nün verdiği önemli iki değerdir. Mehmet Bey ‘bonus card’ın yaratıcısı olarak biliniyorsunuz. Bonus’un hikayesini sizden dinlemek isteriz. MS: Bunlar tek başına yapılabilecek işler değil ama ‘bonus card’ın çıkma fikrinden beri ben de Garanti’de çalışıyorum. Yeni Karamürsel Mağazaları ile bir kart iş birliğimiz vardı o dönemde. Onu mağazalı bir karttan alıp çok mağazalı bir karta nasıl geçirirsinizi şu anda hala benimle beraber olan arkadaşlarla çalışarak yaptık. Ya başarısız olsaydık diye hiç düşünmedik, cesaretle ilerledik. Dokuz ay önce ben Ahmet Acar’ı aradım ve “‘bonus’ ile ilgili bir kitap yazmak istiyorum” dedim. Amacım “Harvard’da öğretilmeyenler” adlı kitabın tam tersini yapmak ve “Okulda öğretilenleri yaparsan başarılı olursun” mesajını vermek. Bonus neleri okulda öğrenilenlerle paralel olarak yaptığı için başarılı oldu? Acar hocamdan asistan bulmasını rica ettim, bulunca ben de başlayacağım kitap için çalışmaya. C.S: ABD’ye mastır için gittiğimizde ODTÜ’nün gerçekten kaliteli bir eğitim verdiğini gördük. Sonuçta iyi bir ürünün yerini pazarlama nasıl tutamazsa iyi bir eğitimin yerini de hiçbir şey tutamaz. M.S: Biz ikimiz de mastırımızı farklı eyaletlerde MBA üzerine yaptık. İkimiz de iyi biliyoruz ki ODTÜ’den çıkmaysan MBA’i havada karada yapıyorsun. Kişisel kariyerlerinize gelirsek, neden bankacılığı seçtiniz? MS: Benim babam bankacıydı ama benim hiç alakam yoktu bankacılıkla. Evlenmek istiyorum, ortada para yok tabi. O zaman bir bankanın sınav açacağını duydum ve diğer şirketlere göre ciddi daha fazla para verdiği için sınava girdim. Sınavı iki ODTÜ’lü olarak Cüneyt ve ben kazandık. Böylece bankacılık kariyerim başladı. Siz sanırım pazarlama istiyordunuz ama bankacılıkta ona da yakın bir iş yapıyorsunuz değil mi? MS: Baktığımızda muhasebe, hukuk, banka işlemleri hayatımda olsa da hiç olmazsa pazarlamayı da kullandığım bir alanda çalışıyorum. İşin içinde kredi Kitabı biraz özetler misiniz? MS: Okulda öğrenilen birçok şeyi hayatta uygularsanız başarılı olursunuz. Sonuçta okulda öğrendiklerini birebir aynı şekilde kopyalayamazsın. Okulda size bu işin nasıl yapıldığı anlatılıyor. Onları alıp hangi şartlarla bir araya getirirsem başarı elde edebilirim diye düşüneceksin ki başarılı olunsun. Konsept aynı uygulamada doğruysa başarı elde edilir. Bonus yanlış hatırlamıyorsam ilk taksit yapan karttı değil mi? MS: Bonus birçok özellik ortaya koydu. Taksit yapma, puan toplama gibi özellikleri banka kredi kartında bir araya getirdik. Bunu birilerinin yapması gerekiyordu ve biz yaptık. Benim Garanti’ye geçme amaçlarımdan biri de buydu. Ben yapacağıma inandım ve beraber çalıştığım arkadaşlarım da inandı. Asıl soru şu olmalı: Büyük pazar nedir? Nakit paradır, ödeme sistemidir. Bu yüzden bizim adımız Garanti Ödeme Sistemi’dir. Kart şirketi değiliz, kart bir araçtır ve er ya da geç kartı da kaldıraca- 23 İÇİMİZDEN BİRİ Meh m Sez et Sez gin g Her ODT in’in Ü i bağ kisi ’den eşi M l fır ılar v de ODT sınıf utena sat ta e dest Ü’ye g arkada gös ter ekleri önülde şı. iyo rla ni her n r. ğız. Daha büyük düşününce yaptığınız şeylerde daha cesaretli oluyorsunuz. SÖYLEŞİ Bonus ile ilgili yeni projeler var mı? MS: Amacımız Bonus’u global hale getirmek. İspanyol BBVA Bankası ile işbirliği yapıyoruz. Şu anda global ödeme sistemlerinin başına geçtim. Onların iş yaptığı otuz tane ülke var. Bonus tipi modelleri oralara da götürmek için çalışıyoruz. Ödeme sistemleri, inovasyon merkezi İstanbul’da olacak. Dünyada taksit yapan kart çok çok az, İsrail, Yunanistan ve Brezilya’da var ama ABD ve Kıta Avrupası’nda hiç yok. Avrupa’da bankacılık çok mu eski kaldı? MS: Bu sorunun cevabı için eğitim sistemine geri dönelim. Türkiye’deki bireysel bankacılar, hazine birimleri, 24 teftişe gelen insanlar Türkiye’nin en iyi okullarında okuyan insanlardır. Amerika’daki bir bankanın bu kalitede insanı yok. Amerika’da sadece Wallstreet’de böyle kaliteli insan görebilirsiniz. Türkiye’deki tüm bankalar IT’ye ve insan kaynaklarına çok yatırım yaptılar. Böylece bu kalite ortaya çıktı. Günümüze baktığımızda da internet bankacılığımız, teknolojimiz, kredi kartlarımız, şubedeki insan kalitemize bakıldığında gerçekten Avrupa, Amerika’dan çok üstün durumdadır. Son yaşanan global krizden fazla etkilenmemizin sebebi de bu mu? CS: Elbette bunların önemi var ama 2001 yılında yaşadığımız ciddi sıkıntılardan sonra alınan tedbirlerin de çok önemli rolü var. Seksen iki bankadan kırk altı bankaya düştük. Başta ABD olmak üzere Avrupa’da yaşanan sorun piyasaların tamamıyla doymuş olması nedeniyle bilançoları yükseltebilmek için daha riskli gruplara yönelmek durumunda kalmaları. Daha riskli gruplar da ikiye ayrılıyor. İlki gelişmekte olan bizim gibi Türkiye’deki bankaları satın alırlar. Ya da kendi ülkelerindeki daha düşük gelir gruplarına (daha riskli segmentlere) girerler. Neticede Türk bankacılarına nacizane bir önerim olacak: “her şeyi de en doğru yaptık” demeyelim. Oradaki yani Amerika’daki makro ekonomik faktörler farklı. Piyasalar tamamen doymuş ve rekabet yüksek. Bunu neden vurguluyorum? Yarın öbür gün biz de bu tür bir piyasada faaliyet göstereceğiz. Bankacılık demek risk demektir. Bankacılıkta en ufak bir rahatlamaya girdiğinizde bambaşka risklerle karşılaşabilirsiniz. Bizim ülkemiz de yaşlandıkça, sistemler oturdukça, risk alanlarımız değişecek. Kendimizi ona göre adapte etmeliyiz. Sosyal tarafından baktığımda yirmi yedi yaş ortalamasıyla yetmiş milyon olan bir ülkeyle kırk yaş ortalamalı üç yüz milyonluk bir Amerika. Şimdi rakama dönüştürelim 785 milyar dolarlık ekonomi diğer tarafta 15 trilyonluk bir ekonomi bunların içinde bankacılığı birebir karşılaştırmak zaten doğru değil. Her şeyi zaman ve mekan içinde değerlendirmemiz lazım. Türk bankacılığı çok uluslu sistemlere doğru yöneliyor mu? CS: Yönelmek zorunda. Mesela Garanti Bankası olarak bizim yurtdışı operasyonlarımız var. Romanya’da olan operasyonumuz çok önemli bir deneyim bizim için. Garanti adıyla gerçekten sokakta insanlara dokunan bir bankacılık sistemi gerçekleştirdik. MS: Romanya pazarında yüz elli bin kartla başladık. Aktif pazar payımız %1,5 oranında olmasına rağmen kredi kartındaki uzmanlığımızı yansıttık. Romanya çok zor dönem geçirmesine rağmen yaklaşık %5’lik bir oranla pazara girdik. CS: Türk bankaları gelecekte kaçınılmaz olarak Türkiye’de doymuş olacak. İÇİMİZDEN BİRİ “Türk bankacılarına nacizane bir önerim olacak: “Her şeyi de en doğru yaptık” demeyelim. Oradaki yani Amerika’daki makro ekonomik faktörler farklı. Piyasalar tamamen doymuş ve rekabet yüksek. Bunu neden vurguluyorum? Yarın öbür gün biz de bu tür bir piyasada faaliyet göstereceğiz.” Bunun için de başka ülkelere girmek isteyecek. Türk bankacılığının uzun vadede artık kendi içinden çıkması gerekiyor. Bu sadece yurtdışına açılmış olmak için yapılmıyor. Şu anda Türkiye, Romanya’dan kat kat daha karlı ama bir gün gelecek ve Türkiye bize yetmeyecek. Bunun için bugünden yurtdışı tecrübelerimizi oluşturmaya başladık. Bunu sağlıklı yapmak için de öğrenmemiz gerekiyor. Başka ülkelerde olmak kolay bir iş değil. MS: Bir organizasyon büyümeye başladığında kişisel açınızı kaybetmeye başladığınız zaman risk almaya başlarsınız. Başka bir ülke demek farklı bir kültür demek. O kültürü bilmediğiniz için daha da büyük bir risk almış oluyorsunuz. Türkiye’nin performansına baktığımız zaman bankacılık sektörü bu performansı yakaladı mı? CS: Bankacılık sisteminin ekonomiyi finanse etmesi eskiye göre daha iyi. Ekonomik anlamda daha da büyük bir Türkiye için sistemin daha iyi ve verimli olması gerekiyor. Bankacılık hem kurumsal hem bireysel anlamda en dışa dönük, uluslararası pazarla en entegre olan sektördür diyebiliriz. En çok el değiştiren sermaye de bankacılık sektöründe oldu. Türk bankalarının yabancı bankalar tarafından satın alınmasında hem ülkenin geleceğine, hem de bankacılık sektörüne olan inancın etkisi olduğuna inanıyorum. Bu güvenilirliği görmeseler bankacılık sektörüne girmezlerdi. Stratejik olarak in sin i g r r. der ka ylüyo zunla a r e ö a m s B de nu in ezg lduğu diğin ne çok ler S l o k nç ri ge i eyt Cün öneml ilk vitele kle ge derne a çok nbul’ akti özelli r için k n a İst eğini ı ve elenle nin ço n n der ldığı eni g ikleri luyor. y ı t ka ehre tkinl vurgu e ş ve l ve uğunu d a l k lo li o m e ön bankacılık sektörü yabancıların elinde olsun olmasın tartışması bence geçerli değil. Zaten dünyada herkes birbirinin ortağı durumunda. Türkiye’nin birçok standardını aşmış bir sektör bankacılık. Mali büyüklüğü açısından baktığımızda, bence kat etmesi gereken yol var. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke dışardan banka satın almalı diye düşünüyorum. Hem ülkenin büyüklüğü bunu gerektirecek hem de başka ülkelerden de kar payı alabilirsiniz. Modern güçlü bir ülkenin ihtiyacı güçlü bir finansının olmasıdır. Genç ODTÜ’lülere tavsiyeleriniz nelerdir? CS: Bankacılık sektöründe büyüme çok fazla. Son on yılda yediye sekize katladık. İyi elemanlar alıyor, onlara eğitim veriyor ve dünyaya açılmalarını sağlıyorsunuz. Şimdi gençler yükselmek için çok beklemek istemiyorlar. Y kuşağı çok sabırsız, her şey bir an önce olsun istiyorlar. İş hayatında başarının formülü biraz sabır, çalışmak ve iyi niyetli olmaktır diye düşünüyorum. Bunun dışında dünyayı yakından takip etmek önemli. Diğer bir faktör ise iyi insan ilişkileridir. Benim inancım, bunlar olduktan sonra bir de üstüne iyi eğitim alan kişinin iş dünyasında başarısız olması imkansızdır. MS: Sevdikleri işi yapsınlar, işlerine tutku ile sarılıp, çok çalışsınlar, iyi niyetli ve iyimser olsunlar ve etraflarında dünyada ne oluyor sürekli izlesinler. Sonuçta beyin de bir processor, ne kadar çok ve kaliteli input; o kadar kaliteli ve farklı output. 25 ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ İşçi ölümleri adeta Kirmizi . Pazartesi 1 Mayıs’ı kutladığımız bu sayımızda yarayan bir kana olan ve tedavisi için radikal bir çalışma gösterilmeyen “işçi ölümleri” üzerine Doç. Dr. Aziz Çelik ve Ünal Karasu (ECON ’76) önemli tespitlerini bizlerle paylaştı. Öncelikle, denetimle engellenebilecek ölümlerin “kaza” değil tedbirsizliğin sonucu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bunun üzerine her yıl kayıtlara geçen ortalama işçi ölümünün 1072 olduğu verisini de eklersek ne kadar vahim bir durum yaşandığı daha iyi görülebilir. Doç. Dr. Aziz Çelik Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Tıpkı GÜNDEM Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanında olduğu gibi herkesin bildiği, herkesin beklediği ve hiç kimseyi şaşırtmayan cinayetler yaşanıyor. Aynı ihmaller, aynı sorumsuzluklar, aynı geçiştirmeler ve kanıksamalar tekrarlanıyor. Ve sorun olduğu yerde duruyor. Mart ve Nisan 2012 aylarında sırasıyla 59 ve 87 işçi “iş kazaları” sonucu yaşamını yitirdi. Şubat ayında Adana’nın Kozan ilçesinde baraj inşaatı sırasında 10 işçinin sulara kapılıp ölmesi, Mart ayında İstanbul Esenyurt’ta 11 işçinin uyudukları çadırlarda yanarak ölmesi ve nihayet Nisan ayında Erzurum’un Aşkale ilçesinde 5 işçinin barajda donarak/ boğularak ölmesi bir iki aya sığdı. 26 ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ İşçi ölümlerinin en önemli nedenleri özel sektörde sağlık-güvenlik önlemlerinin bir maliyet unsuru olarak görülmesi ve bilerek ötelenmesi, sendikasızlaşma ve taşeronlaşmanın yaygınlaşması olarak sayılabilir. 2012 kışı işçiler için ölümcül bir kış olarak kayıtlara geçti. Türkiye önceki yıllarda da kitlesel işçi ölümleri ile yüz yüze kalmıştı. 3 Şubat 2011’de Ankara Ostim Organize Sanayi Bölgesi’nde 20 işçi, 11 Şubat 2011’de Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde kömür sahasında toprak kayması sonucu 10 işçi, 31 Ocak 2008’de İstanbul Davutpaşa’da kaçak bir işyerinde meydana gelen patlama sonucu 23 işçi yaşamını yitirmişti. Tuzla tersanelerinde yaşanan seri ölümler ise hafızalardan silinmiş değil. 17 Mayıs 2010 tarihinde de Türkiye Taşkömürü Kurumu’na (TTK) ait Karadon Yeni Servis Kuyusu’nda meydana gelen patlamada, taşeron firma Yapıtek’te çalışan 30 işçi ölmüş ve ölen işçilerden Dursun Kartal ve Engin Düzcük’ün ölü bedenleri kazadan yaklaşık 8 ay sonra çıkarılabilmişti. Söz konusu olan kaza değil cinayet Çalışma yaşamı ile ilgili yasalar bu ölümleri “iş kazası” olarak nitelese de bu yaşananların doğru tanımı iş cinayetidir. Bu ölümlere “kaza” demek mümkün değil. Çünkü “kaza” işçi sağlığı ve iş güvenliği kuralları gereği bütün önlemlerin alınması halinde dahi önüne geçilemeyen istisnai durumlar için kullanılabilir. Oysa iş kazalarının neredeyse tümünde ciddi ihmaller olduğu bilinmektedir. İş cinayetlerinin dağılımına baktığımızda şu eğilimleri görmekteyiz: Kazalar özel sektörde kamudan daha yüksektir. Sendikasız işyerlerindeki iş kazaları sendikalı işyerlerinin çok üzerindedir. Taşeron şirketlerde iş kazaları daha fazladır. Dolayısıyla işçi ölümlerinin en önemli nedenleri özel sektörde sağlık-güvenlik önlemlerinin bir maliyet unsuru olarak görülmesi ve bilerek ötelenmesi, sendikasızlaşma ve taşeronlaşmanın yaygınlaşması olarak sayılabilir. Bunlara ek olarak denetim ve yaptırım eksikliğinin altı özellikle çizilmelidir. Ancak bu denetim ve yaptırım eksikliği teknik değil, siyasal-iktisadi-sınıfsal boyutları olan bir konudur. 1945 yılında çıkarılan İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu’ndan bu yana ülkemizde iş kazası ve meslek hastalığı sonucunda ölen ve sakat kalan işçilerin kaydı tutuluyor. 1946’dan 2010 yılına kadar “kaza” sonucu ölen işçilerin sayısı tam 59.300’e ulaşmış durumda. 2011 ve 2012’nin ilk dört ayında yaşanan iş kazaları bu sayıya dahil değildir. Ortalama olarak her yıl 926 işçinin öldüğünü görmekteyiz. Son 10 yılın verilerine baktığımızda ise bir artış eğilimi gözlenmektedir. Son 10 yılda toplam 10.723 işçi, her yıl ortalama 1072 işçi iş cinayetleri sonucu yaşamını yitirmiştir. İşçi sayısı arttıkça, fabrika sayısı arttıkça ölü işçiler ordusu büyümüştür. Son yıllarda işçi sağlığı ve güvenliği mevzuatı ve koruyucu teknik imkânlar gelişmiş ancak işçi ölümleri artmıştır. Üstelik bu veriler sadece kaydı tutulabilenlerle sınırlıdır. Kentsel istihdamın yaklaşık üçte birinin kayıtsız olduğu ülkemizde, kayda geçmeyen ölümlerin de önemli bir yekûn oluşturduğunu söylemek mümkündür. Esnek ve güvencesiz çalışma cinayete dönüşüyor Giderek artan esnek ve kuralsız çalışma biçimleri, kayıtsız çalışma ve uzun çalışma süreleri iş cinayetlerinin bir başka önemli nedenidir. Son yıllarda yoğunlaşan taşeronluk zinciri iş kazalarına adeta davetiye çıkarmakta. Ana işverenden iş almak için fiyatları düşüren taşeron şirketler kâr etmenin yolunu işçilerin yaşamını tehlikeye atmakta bulmakta. Bu iş cinayetlerini engellemek veya en azından iyice azaltmak mümkün. Bunun iki önemli yolu var: Birincisi devletin, ikincisi sendikaların denetim ve yaptırımı. Bu iki yolun etkin biçimde kullanımıyla iş kazaları önemli ölçüde azaltılabilir. Dünyada bunun örnekleri var. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre ölümle sonuçlanan iş kazası oranları bazı ülkelerde önemli ölçüde geriletildi. Türkiye’de “ölümle sonuçlanan iş kazası” oranları ‘100 binde 20,5’ iken bu oran Norveç, İsveç, İsviçre ve Danimarka gibi ülkelerde ‘100 binde 2’ oranının altına geriledi. Bu veriler bize sendikalaşmanın yüksek olduğu ülkelerde işçilerin kaza sonucu ölümünün ciddi bir biçimde azaldığını göstermektedir. 27 ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ İşçi sayısı arttıkça, fabrika sayısı arttıkça ölü işçiler ordusu büyümüştür. Son yıllarda işçi sağlığı ve güvenliği mevzuatı ve koruyucu teknik imkânlar gelişmiş ancak işçi ölümleri artmıştır. Ülkemizde işçiyi koruyucu sağlık ve güvenlik mevzuatı kâğıt üzerinde gelişkin ancak denetim ve yaptırım son derece zayıftır. İş Yasasına göre işyerlerinde sağlık ve güvenlik kurallarına uyulmasını denetleme görevi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ait. Ancak denetim kapsamında yüzbinlerce işyeri varken, bakanlığın teftiş örgütünde çalışanların sayısı (büro çalışanları dâhil) 600 civarındadır. GÜNDEM Sendika giremezse ölüm girer Öte yandan düşük sendikalaşma oranı yüksek işçi ölümü anlamına geliyor. Sendikalı işyerinde ve sendikalaşma oranının yüksek olduğu ülkelerde ise işçi cinayetleri azalıyor. Örneğin Zonguldak havzasında sendikalı işletmelerde çıkarılan 100 bin ton kömür başına işçi ölümü 1 iken, sendikasız taşeron işletmelerde bu sayı 34 kat fazladır. Özel sektörde sendikalaşma oranının yüzde 3’lerde seyrettiği bir ülkede iş cinayetlerinin giderek kitleselleşmesi rastlantı değil. Son yıllarda madenlerde yaşanan ölümlerin çoğunun özel/taşeron maden ocaklarında yaşandığı dikkatlerden kaçmıyor. Sendikalar madenlerdeki taşeron-alt işveren uygulamalarının ve özelleştirmelerin 28 ölümleri artırdığını vurguluyor. Ancak hükümet bu itirazlara kulaklarını kapatıp meseleye “kader” ve “fıtrat” üzerinden yaklaşıyor. 30 maden işçisinin yaşamını yitirdiği 2010’daki iş cinayetinin ardından bölgeyi ziyaret eden Başbakan Erdoğan , ölümleri madencilik mesleğinin fıtratına ve kadere bağlamış ve inanılması zor bir üslupla şunları söylemişti: “Kader konusu malum çevrelerde hemen istismar konusu yapılmaya başlandı. Ben kaza ve kadere inanmayı anlatmadım. Bu konuda sizin meşrebinizi de cibilliyetinizi de biliyorum. Benim anlattığım şey şu bu mesleğin fıtratında bu var. Grizu patlaması dünyanın her yerinde oluyor. Tutturdular taşeron, taşeron, taşeron... “ (24 Mayıs 2010, zaman.com.tr) Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer ise “Güzel öldüler. O konuda ben acı çekmediklerini ve fizik olarak da güzel öldüklerini buradan rahatlıkla söyleyebilirim” dediği o meşum konuşmasında taşeron sistemine toz kondurmuyor ve özel sektörde meydana gelen kazaların kamudan daha düşük olduğunu iddia ediyordu: “Burayı taşerona verdiniz, kaza oldu’. Bu kesinlikle yanlış bir tespittir. Türkiye’de sendikalar, özel sektörde örgütlenemedikleri için taşeronluk sistemine karşı çıkıyor. 5 yılı aşkın süredir galeri açma işini taşeron yapmaktaydı. Kuyu açma işi bile taşerona verilmişti. Özel sektörde meydana gelen kazalar kamudan daha düşük” (ntvmsnbc. com/id/25100758) Oysa Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) tarafından yapılan bir araştırmaya göre Zonguldak Kömür Havzasında bulunan özel/taşeron maden ocaklarındaki ölüm oranları TTK’nın işlettiği ocaklardaki ölüm oranlarından 34 kat daha fazla. Evet, kamuda bir işçi ölürken özel/taşeron işletmelerde 34 işçi ölüyor. (Genel Maden-İş Sendikası, Zonguldak Kömür Havzasında İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Raporu, Mart 2010) TTK’daki ölüm oranları neden bu kadar düşük, bu işin sırrı ne? TTK 1940’dan bu yana tamamen bir kamu işletmesi olarak çalışıyor. Öte yandan Zonguldak kömür havzasında 1946 yılından bu yana kesintisiz biçimde sendika var. Ancak son dönemlerde madenlerde taşeron şirketler, bir kısmı kaçak özel şirketler boy göstermeye başladı. O yüzden TTK’da ölümler bunca azalmışken, taşeron maden ocaklarında hızla tırmanmaya başladı. Aynı şekilde Tuzla’da özel sektöre ait tersanelerde seri iş cinayetleri söz konusu iken bir kaç yüz metre ilerideki kamuya ait Pendik tersanesine yıllardır ölüm girmemiş durumda. ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ 1 Mayıs vesilesiyle işçi sağlığı, güvenliği ve iş cinayetleri Ünal Karasu (ECON ‘76) Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Baş İş Müfettişi 1 Mayıs İşçi Bayramı vesilesiyle bir yazı yazmamız önerildiğinde; yurdun dört bir tarafından neredeyse her gün duyar hale geldiğimiz çok ölümlü iş kazalarına ilişkin haberler nedeniyle, “bayram benim neyime, kan damlar yüreğime” deyişini anımsayarak, “matem günü” olarak ansak daha mı doğru olur diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Böyle önemli bir bayramın anlamına ilişkin bir yazının; emekçilerin ta 1800’lü yıllardan itibaren başlattıkları birlik, dayanışma ve haksızlıklarla mücadelelerine ilişkin süreci, ulusal ve uluslararası kahramanlıkları, kazanımları ve artık emeğin varılması gerektiği düşünülen mutluluk tablolarını içermesi doğal olurdu. Ancak aradan asırlar geçmesine karşın, gerek ulusal ve gerekse uluslararası alanlarda vazgeçtik mutluluk tablolarından, kapitalizmin doğası gereği o çok bildik kâr hırsından hiç vazgeçmeden, aksine süreç içerisinde çeşitli biçimlere bürünerek daha bir kâr hırsıyla emekçilerin haklarını hep daha geriye götürmeye çalıştığı ve bunda da başarılı olduğu bir gerçek. Varılan aşamada; uygulanan neoliberal iktisat politikaların gereği, “küreselleşme” adı altında yeni sömürü mekanizmaları oluşturularak düzen devam ettirilmektedir. Bu da, halkın siyasal katılımlardan olabildiğince uzaklaştırılması (depolitizasyon), kamu mallarının özelleştirilmesi, işçilerin sendikasızlaştırılması, esneklik adı altında yeni istihdam biçimleri yaratılması ve nihayet bölyönet-daha iyi sömür stratejisinin yeni bir versiyonuyla işletmelerin taşeronlaştırılması ile becerilmektedir. Sanayi devrimi sürecini yaşamamış az gelişmiş ülkelerin kaderi olsa gerek, “proleter” anlamında bilinçli ve vasıflı bir sanayi işgücüne sahip değiliz. İşçilerin büyük çoğunluğu tarıma bağımlı köy kökenlidir. Bu anlamda, hakları için mücadele etme ve örgütlenme geleneği bulunmamaktadır. Haklarının verilmediği her alanda, kaderine razı biçimde ve her daim güvence olarak bellediği köyüne dönme eğilimindedir. Oysa, aynı sanayi devrimi sürecini yaşamamış da olsa, tüm krizlere karşın kapitalizmin kendini yeniden üretebilme alışkanlığıyla, kapitalist işveren her daim yanında bulduğu iç ve dış desteklerle kendisini yenilemekte ve duruma göre uygun mekanizmalarla donatılmış olarak güçlü biçimde ayakta durabilmesi sağlanmaktadır. Zaten sistemin kurallarına uymayan veya ayak uyduramayan kapitalist işletmeci de elimine edilmekte ve yerine mutlaka birileri bulunarak “sistem” devam ettirilebilmektedir. Bir emek sarf ederek değer yaratan işçinin, öncelikle sağlıklı olması ve çalıştığı işyeri ortamının da güvenli olması esastır. Ardından uygun çalışma koşulları, yeterli dinlenme, emeğinin karşılığı ücret ve sosyal hakları gelmektedir. Hele yeniden ve yeniden üretmesi öngörülen işçinin, bu hak ve koşullara devamlı ve düzenli bir biçimde sahip olması esastır. Elbette üretimin asli bir unsuru 29 GÜNDEM ÇALIŞMA GÜVENLİĞİ olarak, örgütü (sendikası) aracılığıyla üretim organizasyonunda söz sahibi (katılımcı) olabilmesi de gerekir. Ancak ülkemizde durum böyle midir? İşsizliğin hep yüksek seviyelerde seyretmesiyle, her an alternatifi hazır durumda kapıda bekleyen bir işçinin iş güvencesi ve güvenliği kolay değildir. Hele sendikacılığın dibe vurduğu ve mevcutların büyük çoğunluğunun da sadece “ücret sendikacılığı” akıntısına kapılıp gittiği bir ortamda, işçi kaderiyle baş başa olarak bireysel kurtuluş yollarına başvurmak zorunda bırakılmaktadır. Sağlam bir iş güvencesi kültürü oluşmadığı sürece, kanunların koruması da yetersiz kalmakta, tüm olanaklarıyla sermayeyi elinde bulunduran işveren çoğunlukla haklı durumda kalabilmektedir. Konunun başlığı; “İşçi Sağlığı, İş Güvenliği ve İş Kazaları” olmalıydı, ama dilim varmadı “iş kazası” demeye, zira “kaza” diye lanse edilenler resmen “cinayet”, birer iş cinayetidir. Üstelik 35 yıldır böyle bir mesleğin içerisinde denetim görevlisi olarak kişisel bir mahcubiyet duymama karşın, bunu itiraf etmek zorundayım. Ben demiyorum, devletimizin yetkili ağızları, resmi istatistikler ifade ediyor; iş kazalarında Avrupa’da 1 inci yani şampiyon, dünyada ise 3 üncü yani bronz madalyalıyız. Ah şu Cezayir ve El Salvador da olmasa, dünya şampiyonu olarak bir altın madalya da bu dalda hak kazanacaktık! ILO’nun (Uluslararası Çalışma Örgütü) son verilerine göre; dünyada her yıl 270 milyon iş kazası olmakta, her 15 saniyede 1 işçi ve her gün yaklaşık 6 bin 300 işçi iş kazası veya meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını kaybetmekte, 160 milyon kişi de meslek hastalıklarına yakalanmaktadır. Yine ülkemizin resmi verilerine göre; 1 günde ortalama 172 iş kazası olmaktadır ve bu yılın sadece Ocak ayında 62 işçi, ilk 4 ayında da 241 işçi yaşamını yitirmiştir. 2008 yılında 865, 2009’da 1171, 2010’da 1434 ve 2011 yılında 1563 işçinin yaşamını yitirdiği dikkate alındığında, bunca yasal tedbirlere, alınan önlemlere ve denetimlere karşın, artan ivme dikkat çekicidir. Her yıl 10 binlerle 30 ifade edilen işçinin yaralanması veya sakat kalması da cabadır. Elbette, kayıt dışılık nedeniyle bildirilmeyen ve dolayısıyla kayıtlara geçmediği için istatistiklere yansımayan rakamlar da dikkate alınırsa, bu yolda edindiğimiz şampiyonlukların ne anlama geldiği daha açık anlaşılır. Özellikle ağır ve tehlikeli işlerde çalışan işçilerin, fazla çalıştırılmaları, hafta tatili, genel tatil veya yıllık izin gibi zorunlu dinlenmelerinin istikrarlı olarak kullandırılmamasıyla, bedenleri olağanüstü yıpranmakta, bunların neden olduğu dikkatsiz çalışmalarla da iş kazası riski artmakta, uzun vadede ise kalıcı meslek hastalıkları oluşmaktadır. İş güvenliği, yalnızca bireysel bir hak olmanın ötesinde toplumsal bir haktır da. Zira iş kazaları ve meslek hastalıklarının ülke ekonomisine önemli bir maliyeti de söz konusudur. Bu, Türkiye’nin 2011 yılı GSYİH (gayrisafi yurtiçi hasıla) içindeki iş kazaları ve meslek hastalıkları maliyetinin 50 milyar TL yi geçtiği düşünülürse daha iyi anlaşılır. Neredeyse yaşamın her alanında çok fazla yasal düzenleme yapmak, yetmeyip tüzük ve yönetmeliklerle donatmak, onlar da yetmedi, yönerge ve genelgelerle desteklemek, olmadı mı çare, emirlerle noktayı koymak ve nihayet bu menüleri uygun olan/olmayan cezalarla süslemek Türk hukuk sisteminin hiyerarşik geleneği olmuştur. Oysa yaşamın her alanında olduğu üzere, iş yaşamında da bir kültür, emeğe ve haklara saygı kültürü oluşmamışsa, bu hiyerarşinin tümünü uygulamak bile çözüm üretemez, yarar sağlayamaz. Nitekim yıllardır TBMM gündeminde bulunan ve geçtiğimiz aylarda çok ölümlü iş kazalarının yoğun olarak yaşanması sonucunda iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin yasa tasarısı yeniden gündeme oturtulmuştur. Ve bu yasanın uygulanması konusunda 18 ayrı yönetmeliğin öngörülmesi de bir karmaşadan, hak-görev-yetkisorumluluk bağlamında karmaşadan başka bir şey değildir. Yazımı planlarken; hukuksallığın ötesinde, teknik bir konu olması itibariyle de, iş risklerine ilişkin sektörel analizler yapmayı, iş kazaları ve meslek hastalıkları yönünden bölgesel-kentsel, büyük-küçük işyeri ölçeği, kadın-erkek işçi bazlarında ve yıllar itibariyle ayrıntılı istatistikler sunmayı düşünmüştüm. Ama neye yarayacak ki? Teknolojinin geldiği aşamada, bir tuşa dokunmakla ve sadece ilgili resmi kurumların web sitelerine bakmakla tüm rakamlara ulaşılmakta, gerçek tam olarak sergilenmese de, mevcut veriler bile hiç de iç açıcı olmayan durumumuzu ortaya koyabilmektedir. Sadece televizyon izleyen sade bir vatandaş bile, iş kazalarına ilişkin her gün dinlediği ölüm ve yaralanma haberleriyle bu konuda bir kanaat edinebilme aşamasına gelmiştir. Zonguldak’ta kentin orta bir yerinde “Zonguldak Havzası Maden Şehitleri Anıtı” vardır, 1800’lü yıllardan günümüze değin bu yöredeki kömür ocaklarında ölen binlerce işçinin isimlerinin kazıldığı yan yana 10’larca kara panonun sıralandığı bir anıt. Ne hazindir ki; anıt son yitirilen işçilerin isimlerinin bulunduğu panoyla değil, ardı sıra gelen başka BOŞ panolarla devam ettirilmiştir, muhtemel ölecek işçilerin isimlerini kazımak için! Bir “öykü” ye konu olabilecek bu panoların önünden her gün geçerek maden ocaklarına çalışmaya giden işçilerin halini düşününüz. Kentin ilgili yetkililerini ikaz ettim, bu yüz karası boş panoları kaldırın diye, bakalım göreceğiz. Kader böyle bir şey olmalı; kabullenilen, boyun eğilen. Oysa amiyane deyimle, bunun lamı cimi yok; azami kar hırsıyla donanmış kapitalist üretim biçimi sürdükçe, bunu değiştirecek alternatif somut üretim biçimleri ortaya koyulmadığı ve elbet bunun için de mücadele edilmediği sürece böylesi kaderlerden kurtulmak olası değil… Zonguldak deyince; acıları dindirsin mi yoksa deşsin diye mi yazmış bilemiyorum, Orhan Veli’nin dizeleriyle bitirmek istiyorum; “...siyah akar Zonguldak’ın deresi, yüz karası değil, kömür karası, böyle kazanılır ekmek parası…” ENERJİ KOMİSYONU Derneğimiz Enerji Komisyonu çalışmalarına başladı Yeni dönem çalışmalarımızda, yeni komisyonlar kurma faaliyetine önem veriyoruz. Değişik özellik ve birikimdeki üyelerimizin kendilerini anlamlı ve verimli hissedebilecekleri alternatif çalışma alanları yaratmak öncelikli hedefimiz. Bununla birlikte, bu komisyonlardan beklentimiz en başta kendilerine, sonra derneğimize, üniversitemize ve toplumumuza derinlikli görüşler, değerli çıktılar üretmesi. Kısaca, yaşamımızın her boyutunu ilgilendiren konularda “think tank”’ler oluşturup pozisyonlarımızı güçlendirmek istiyoruz. Bu alanları, televizyonlarda reyting kazanmak veya kamuoyu oluşturmak için yapılan yönlendirilmiş tartışmalara veya Google’ın arama motorunun algoritmasına bırakmak istemiyoruz. Enerji konusu da en öncelikli konulardan biri. Gelişen teknoloji ile çağımızın vazgeçilmez bir öğesi enerji. Diğer yandan bir de büyük ticari ve sosyal boyutu var enerjinin. O kadar ki, dünya tarihinde savaşlara, iktidar kavgalarına neden olmuş. Günümüz Türkiye’sinde ise cari açığın temel nedeni olarak değerlendiriliyor.Bir saatlik enerji kesintisi,yaşamamızı sürdürülemez kılıyor. ENERJI Komisyonu oluşturulması düşüncesi, Ankara’daki derneğimizde çalışmalarına devam eden komisyona denk düştüğünü görerek, oradan İstanbul’a gelen değerli dostlarımızın da desteğiyle olumlu yankı buldu. ENERJİ Komisyonu, aşağıda görülen katılımcılarla faaliyetlerine, 15.Mayıs.2012 Salı akşamı saat 19.00’da yaptığı tanışma toplantısı ile başladı. Katılımcılar arasında farklı disiplin ve yaş gruplarından mezunlar vardı. ODTÜ Ankara MD Enerji Komisyonu üyelerinden Sayın Haluk Direskeneli, Sayın Oğuz Türkyılmaz ve Sayın Caner Özdemir de Ankara’dan gelerek toplantıya katıldılar. Tanışma toplantısı, katılımcıların kendilerini tanıtmaları ve kurulan komisyondan beklentilerini açıklamaları ile devam etti. Komisyondan ortak beklentinin doğru, güvenilir ve yorum içeren bilgi paylaşımı olduğu görüldü. ODTÜ Ankara MD Enerji Komisyonu üyeleri, Ankara’daki komisyonun amacından, faaliyetlerinden ve kurallarından bahsederek değerli tecrübelerini paylaştılar. Komisyon Başkanlığı’na “en erken doğmuş mezun” olan Sayın Mete Göknel seçildi. Genel Sekreterlik görevini ise Dernek YK Yazman Üyemiz Mehmet Rasgelener’in önerisi ile Yusuf Bayraktaroğlu üstlendi. Komisyon toplantıları her ayın 2. ve 4. Pazartesi günü saat 19:30-21:30 arasında yapılacak. Komisyona katılmış ve yeni katılacak arkadaşları toplantılarımıza bekliyoruz. Katılımcılar: A. Cemal Parlak (CHE’89), Aslan Ünal (METE’82), Aydın Altunordu (EE’91), Bekir Sarıkınacı (STAT’11), Can Öztürk (MINE’07), Engin Aksu (METE’00), Erdem Ergül (MINE’06), Funda Özge Şahin (EE’11), H.Caner Özdemir (ME’92), Haldun Lütfullahoğlu (MINE’82), Haluk Direskeneli (ME’73), Hüseyin Yeğin (IE’04), Mete Göknel (CHE’68), Murat Tarım (PETE’89), Oğuz Türkyılmaz (IE’73), Selim Erdem (EE’80), Süheyla İkiz (MATH’00), Tolga Alikaya (PETROL’99), Tolga Dal (ADM’11), Yusuf Bayraktaroğlu (EE’05), DERNEK’TEN Arif Cevizci (CENG ’89) (Yönetim Kurulu adına ) Yusuf Bayraktaroğlu (EE’05) (Enerji Komisyonu adına) 31 12 EYLÜL Bir Müdahillik Talebinin Düşündürdükleri: “EVREN, ŞAHİNKAYA DAVASI”nda “12 EYLÜL” yargılanıyor mu? GÜNDEM Akın Dirik (ME’79) 32 12 Eylül davasının başladığı dönemde davaya müdahil olma başvurusu kabul edilmeyen Akın Dirik (ME ’79) bu dava üzerinden 12 Eylül ile gerçek bir hesaplaşma yaşanabilmesinin hem önemini hem de olmazsa olmazlarını kaleme aldı. 12 EYLÜL Başlıktaki soruya bugün, olumlu bir yanıt vermek ne yazık ki mümkün görünmüyor. Darbeci Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın sanık olarak yargılanmaya başladıkları davada ilk iki duruşma geride kaldı. Daha sanıklar duruşmaya getirilemedi. İddianame okunmadı. Davaya müdahil olmak isteyenlerin başvurularının değerlendirilmesi sürüyor; başvuruların çoğu reddediliyor. Benim de içinde bulunduğum bir gurup arkadaş “Evren, Şahinkaya Davası”na, 12 Eylül sonrasında açılan “Devrimci Yol Davası”nda yargılananlar adına müdahil olma talebinde bulunduk. Bunu her şeyden önce bizim tarihe karşı bir sorumluluğumuz olarak değerlendirdik. Mahkeme, bizim bu başvurumuzu son duruşmada, diğer pek çok müdahillik talebine yaptığı gibi, kabul etmeyerek aslında “Evren, Şahinkaya Davası”nda “12 Eylülü yargılamak”, “12 Eylül faşizmiyle hesaplaşmak” diye bir derdinin olmadığını da göstermiş oldu. Yetkili Ankara C. Başsavcı vekilliğinin 2012/2 Esas 03.01.2012 tarihli iddianamesi ile sanıklar Evren ve Şahinkaya hakkında “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tamamını veya bir kısmını değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmek” suçlarından 765 sayılı TCK’nın 146, 80, 31, 33 maddeleri gereğince sanıkların yargılanmalarının yapılarak cezalandırılmaları talep edilmiştir. İddianamede, uyarı mektubunun 02.01.1980 tarihinde Cumhurbaşkanı tarafından Başbakan Süleyman Demirel ve CHP lideri Bülent Ecevit’e iletildiği tarihin suç tarihinin başlangıcı olarak kabul edildiği ve 12.09.1980 tarihinde yapılan askeri darbenin 06.12.1983 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanı’nın “12 Eylül, sadece seçimle işbaşına gelmiş parlamentoyu görevinden alıkoymaktan ibaret bir hükümet darbesi olarak görülemez. Öncesiyle sonrasıyla milyonlarca insana işkence yapıldığı, cinayetlerin işlendiği, bütün bir topluma, bütün ülkeye ve halkına karşı tarihinin en büyük kötülüklerinin yapıldığı bir dönemdir.” oluştuğu tarihi de kapsadığı belirtilmektedir. Kısaca yargılanacakların suç tarihi, 1980 -1983 yıllarını kapsayan bir süre ile sınırlandırılmıştır. Bugün hayatta kalmış darbeci iki general ve parlamentonun feshedilmesiyle sınırlı tutulan bir süreci konu alan bu iddianame ile sürdürülecek bir davanın “12 Eylül Davası” olamayacağı açıktır. “12 Eylül”ün Bir Yüzü Oysa, “12 Eylül”, 80 öncesi ve sonrasıyla, tüm toplumumuzu, yönetim sistemimizi ve o günlerden bugüne süregelen yönetim anlayışımızı da ilgilendiren hayati bir olaydır. Hazırlığı yapılmış ve de başarılı olmuş bu darbe; öncesindeki 1977 1 Mayıs katliamı (36 ölü), 1978 İstanbul Beyazıt Meydanı katliamı (7 öğrencinin ölümü), 1978 Ankara Bahçelievler katliamı (7 gencin öldürülmesi), 1978 Maraş Katliamı (150 ölü), 1980 Çorum Katliamı (57 ölü), 70’li yıllarda binlerce gencin, devrimcinin, yurtseverin, aydının, bilim insanının, gazetecinin… öldürülmesi; sonrasında getirdiği 1982 Anayasası, yüzlerce antidemokratik kanunları (YÖK’ü, Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, seçim barajı…), binlerce yönetmeliği, işkencehaneleri, faili meçhul cinayetleri, sıkıyönetim mahkemeleri, mahkumiyet ve idam kararları ile tüm bir toplumu kuşatan, topyekûn bir işkence, eziyet operasyonudur. Ülke çapındaki bu muazzam hak, hukuk ve özgürlük ihlalinin 80’li yıllardaki bilançosuna bir göz atıldığında: 650.000 gözaltı; 1.683.000 fişleme; 210.000 davada 7.000 kişi için idam istemi; 517 idam hükmü ve 50 infaz (18 sol görüşlü, 8 sağ görüşlü, 23 adli suçlu, 1’i Asala militanı); 98.500 kişiye örgüt üyeliği suçlaması; cezaevlerinde yaşamını yitiren 299 kişi; 171 kişinin “işkencede” ölümü; 144 kişinin “kuşkulu”, 14 kişinin açlık grevlerinde ölümü; 95 kişinin “çatışmada”, 16 kişinin “kaçarken” öldürülmesi; 43 kişinin “intihar” sonucu ölümü; 388.000 pasaport talebine red; 30.000 kişinin sakıncalı diye işten, 14.000 kişinin vatandaşlıktan atılması; 100 bin siyasi iltica; 937 yasaklı film; 24.000 derneğe, sendikaya yasak; işten atılan binlerce işçi, 4 bin öğretmen, bin üniversite öğretim üyesi; DİSK’e 1991’e dek faaliyet yasağı; 400 gazeteci için toplam 4.000 yıl hapis cezası istemi ve verilen 3.315 yıl hapis cezası; 39 ton gazete ve dergi imhası; gazetelere yüzlerce gün yayın yasağı, kitap yasaklamalar, topluca kitap yakmalar... uzayıp gider. Bu nedenle 12 Eylül, sadece seçimle işbaşına gelmiş parlamentoyu görevinden alıkoymaktan ibaret bir hükümet darbesi olarak görülemez. Öncesiyle sonrasıyla milyonlarca insana işkence yapıldığı, cinayetlerin işlendiği, bütün bir topluma, bütün ülkeye ve halkına karşı tarihinin en büyük kötülüklerinin yapıldığı bir dönemdir. 12 Eylül’ün Bir Diğer Yüzü 12 Eylül darbesi, ülkemizde emperyalist güçler ve yerli egemen sınıflar tarafından uygulatılmakta olan ekonomik programın bir parçasıdır. Ülkemizde yaşanan bunalımın gittikçe derinleşmesinin bir sonucu olarak iyice sarsılan mevcut sömürü düzeninin ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusunda, restorasyonu ve yeniden disipline edilerek rayına oturtulması operasyonudur. Türkiye’deki yönetim biçimi ve anlayışının askeri bir açık faşist 33 12 EYLÜL GÜNDEM diktatörlük haline dönüşmesidir. 12 Eylül, ülke yönetiminin sivilleri devri sonrasında da getirdiği 82 Anayasasıyla, antidemokratik yasalarıyla, bu yasalarla yapılan parlamento seçimleri ile yönetim anlayışı ve mantığıyla günümüzde de devam eden bir süreçtir. Mahkemenin müdahillik taleplerinin büyük çoğunluğunu reddetmesi aslında 12 Eylül mantığının günümüzde devam ettiğinin de bir göstergesi sayılmalıdır. Bu davanın, baştan itibaren söylediğimiz gibi, iki darbecinin sembolik olarak yargılanacağı bir dava olmaktan öteye gidemeyeceği şimdi çok daha açık olarak görülebilmektedir. 12 Eylül darbesinden sonra açılan Devrimci Yol davasının uzun yıllar cezaevinde kalan ve benim de içinde bulunduğum 7 kişi adına davaya ka- 34 “Mahkemenin müdahillik taleplerinin büyük çoğunluğunu reddetmesi aslında 12 Eylül mantığının günümüzde devam ettiğinin de bir göstergesi sayılmalıdır. Bu davanın, baştan itibaren söylediğimiz gibi, iki darbecinin sembolik olarak yargılanacağı bir dava olmaktan öteye gidemeyeceği şimdi çok daha açık olarak görülebilmektedir.” tılma dilekçelerimizi verirken adliye önünde açıklama yapan avukatlarımız Halis Yıldırım ve Sabri Kuşkonmaz, “12 Eylül darbesinin iktidara karşı değil, halka karşı yapıldığının” altını çizerek “İktidar figürleri değiş- se de temelde egemenlerin iktidarı 12 Eylül öncesinde, 12 Eylül’de, sonrasında ve şimdi de değişmemiştir. Değişen kişiler ve yönetimlerdir” tespitini de belirtmişlerdir. Evren, Şahinkaya yargılamasının, 12 Eylül’ün aklanmasına dönüştürülmesi tehlikesine dikkat çeken avukatlar: “Bu tehlikenin önüne geçmenin koşullarını yaratmak için, darbenin gizli ve görünür tüm sanıklarının mahkum olması ve tüm dünyaya yeniden teşhiri için, katılma dilekçesi veriyoruz.” demişlerdir. Biz de, bu yargılamanın “12 Eylül” ile bir “hesaplaşma” olmadığını, gerçek bir hesaplaşmanın nasıl olması gerektiğini göstererek; yeni neoliberal rejimin kendisini aklamasına meydan vermemek için ve 12 Eylül’ün arkasındaki ve günümüzde de süren Türkiye gerçeklerini bir kez daha 12 EYLÜL açıklamak için davaya müdahil olduk. Ve Günümüzde “12 Eylül”lü Türkiye Gerçeği Türkiye yaklaşık otuz yıldır ekonomik yapısından siyasi, idari, askeri yapılanmalarına kadar uluslararası sermayenin yeni dünya düzenine entegrasyonu doğrultusundaki bir dönüşüm ve değişim sürecinin içindedir. Bu süreçteki bütün iktidarların politikaları temelde aynı doğrultuda olmuştur. Bütün sorunlar yeniden ortaya dökülerek bu sürecin özellikleri çerçevesinde çözüm arayışlarına girilmiştir. Sovyetler Birliği‘nin çözülmesinden sonra ABD o zamana kadarki soğuk savaş politikalarını terk etmiştir. Bizim gibi ülkelerde askeri darbeleri sola karşı kullanma ihtiyacı kalmamıştır. Orduları darbeci gelenekten uzaklaştırarak bir tür “demokrasi”, liberal demokrasi projesine yönelinmiştir. Bu, neoliberal politikaların üst yapısını kurma açısından olağan bir gelişmedir. Devlet yapıları, anayasal düzenler, hukuki düzenler buna göre düzenlenmektedir. AKP iktidarı da on yıldır sürdürdüğü politikalarıyla, bir yandan ekonomiyi uluslarararası sermayenin yeni yönelimleri doğrultusunda liberalize ederken, bunun önündeki engelleri de ortadan kaldırarak buna uygun üst yapıyı kurmaya çalışmaktadır. “12 Eylül ile gerçek bir hesaplaşma mücadelesi, 1982 Anayasası başta olmak üzere darbenin getirdiği hukukî ve idari sistemlerinin devamı olarak bugünkü sermayenin istekleri doğrultusunda restorasyonu süren yeni neoliberal düzene karşı mücadeleyle birleştirilerek sürdürülebilirse anlamlı bir sonuca ulaşabilecektir.” Şu unutulmamalıdır: Ülkemizde darbeler yapan ordu NATO‘ya bağlı bir ordudur. NATO, ABD emperyalizminin denetiminde ve ABD emperyalizminin politikalarını uygulayan bir kurumdur. Bütün darbeler Türkiye‘deki düzenin korunması için egemen sınıflar çıkarına ama en çok da ABD‘nin bölge politikalarına uygun olarak gerçekleşmiştir. Amerika‘nın, emperyalizminin, yerli burjuvazinin rolünü hesaba katmaksızın yaşananların ve darbelerin tam olarak anlaşılması mümkün değildir. tarafından seçilmiş bir iktidara karşı yapılan askeri müdahale çerçevesinde değerlendirilmektedir. Oysa Türkiye’nin son yarım yüz yıldır yaşadığı askeri darbeler gerçeği, Soğuk Savaş dönemi koşulları içinde belirlenmiş devlet sisteminin bir parçasıdır. İster seçimle gelmiş hükümetler olsun, ister askeri darbe yönetimleri, aynı baskıcı devlet sisteminin birbirini tamamlayan iki unsurunu oluşturmuş, egemen sınıflar ve emperyalist güçlerin çıkarları gerektiği zaman birbirini ikame edecek şekilde işlev görmüştür. Soğuk Savaş politikalarının bir parçası olarak örgütlendirilmiş baskı mekanizmaları, kontrgerillanın sivil yapılanmaları, seçimle işbaşına gelmiş hükümetler döneminde de askeri dönemleri aratmayacak şekilde icraatlarını sürdürmüş, sol muhalefet hareketlerine karşı yasadışı bir baskı mekanizması olarak çalışmıştır. Askeri darbeler çoğunlukla bunların yetersiz kaldığı noktada devreye sokulmuştur. Türkiye’deki askeri darbeler sorununu seçimle işbaşına gelen hükümetlere karşı ordunun müdahalesinden ibaret bir sorun olarak, bir askeri vesayet meselesi olarak gören/gösteren anlayışlar sadece askeri darbelerin değil, bütün sistemin sınıfsal temellerini de gizlemektedir. Ülkemizde bugün kimi çevrelerce, diğer askeri darbelerde olduğu gibi 12 Eylül darbesi de sadece halk Bu anlayışa sahip olanlar, 12 Eylül öncesinde yaşanan bütün olay ve gelişmelerin darbeciler tarafından müdahale ortamını hazırlamak için düzenlendiğini ileri sürmektedir. Bunlara göre 12 Eylül öncesinde ülkede yaşanan her şey darbeciler tarafından tertiplenmiş (!); “aynı silahla öğleden önce sağcılara solcuları, öğleden sonra da solculara sağcıları vurdurmuşlardır”(!). Bu iddialarına kanıt olarak da “12 Eylül günü darbe olur olmaz bütün olayların bıçakla kesilir gibi kesildiği”(!) yalanını ileri sürmektedirler. “Evren, Şahinkaya Davası” iddianamesi de aynen bunu söylemektedir!... “12 Eylül” ile Gerçek Bir Hesaplaşma Sürmeli, Sürdürülmelidir Evet, 12 Eylül faşizmi ülkemize ve halkımıza karşı büyük bir suç işlemiştir. Yüz binlerce insan işkence görmüş, cezaevlerine atılmış, bir nesil yok edilmiş, bu ülkenin bütün geleceği karartılmıştır. Bu yüzden “Evren, Şahinkaya Davası” ne kadar sembolik bir dava olursa olsun, bir dönemin acısını çekmiş insanların yüreğini biraz olsun soğutacak bir gelişme olarak görülmeli; “Evren, Şahinkaya Davası”na karşı ilgisiz kalınmamalıdır. Darbecilerin ve onların resmi, sivil destekçilerinin yargılanması, haksız mahkûmiyetler ve idari kararların bozulması; af, iade-i itibar ve tazminat yoluyla gelebilecek olan adalet isteklerine devam edilmelidir. Öte yandan, “12 Eylül” ile gerçek bir hesaplaşma mücadelesi, 1982 Anayasası başta olmak üzere darbenin getirdiği hukukî ve idari sistemlerinin devamı olarak bugünkü sermayenin istekleri doğrultusunda restorasyonu süren yeni neoliberal düzene karşı mücadeleyle birleştirilerek sürdürülebilirse anlamlı bir sonuca ulaşabilecektir. Başta Kenan Evren olmak üzere 12 Eylül darbecileri, bugün ülkede yaşanan bütün olumsuzlukların sorumlusu olarak halkın vicdanında şimdiden mahkûm olmuştur. Ne kadar göstermelik bir yargılamayla gerçekler örtbas edilmeye çalışılacak olursa olsun, tarih de bu kararı onaylayacaktır. 35 BİR ODTÜ’LÜ Murat Yetkin ile habercilik kulisi Ankara gündemi denince ilk akla gelen gazetecilerden Murat Yetkin (ME ’89) ile gazeteciliğin labirente benzeyen koridorlarında dolaşan bir sohbet gerçekleştirdik. SÖYLEŞİ ODTÜ Makine Mühendisliği Bölümü mezunu olsa da her zaman gazetecilik yapmış bir isim Murat Yetkin. Ankara’nın nabzını tutan, köşe yazılarında siyasi analizleri ile dikkat çeken, siyasi gündemi kitaplarına taşıyan, üniversitede ders veren, genel yayın yönetmenliği yapan Murat Yetkin tüm hayatını 36 habercilikle yoğrularak geçiren bir gazeteci. Kendisi ile yeni görev yeri olan İstanbul’da bir araya geldik. Uzun yıllar Ankara ile özdeşleşmiş olan Yetkin artık Hürriyet Daily News Genel Yayın Yönetmeni olarak yoluna devam etse de Ankara’dan ve siyasi gündemin nabzını tutmaktan kopması pek mümkün gözükmüyor. ODTÜ’de Makine Mühendisliği okudunuz ama gazeteci oldunuz. Gazeteciliğe ilginiz nasıl başladı? Gazeteciliğe ilgimi Makine Mühendisliği’ne girdikten sonra fark ettim. 1970’lerin sonunda ya mühendis, ya doktor olmak modaydı, hiç bir şey olamadıysan avukat olacaktın. Böylece doktor değil de mühendis olmaya BİR ODTÜ’LÜ karar verdim. Teknolojiyi hala severim, o dünyayı hiç arka planda bırakmadım, hep ilgilendim. Ama gazetecilik beni kendine çok çekti. Bunda politik ortamın da çok etkisi var. 12 Eylül askeri darbesinden sonra gazeteciliğe olan ilgim daha da ortaya çıktı. Ne oluyor ne bitiyor diye takip ediyordum. En kötü sansür koşullarında bile basına düşen işlerin olduğuna inanırım. Nitekim o dönem de öyle bir durum vardı. Her şeyin bastırıldığı bir dönemde basını takip ederek yine de gündemi okuyabiliyordunuz. 1981’de siyasi içerikli haftalık “Arayış” dergisinde stajyer olarak çalışmaya başladım. O dönemde ODTÜ hem politik hem demokratik bir ortam içindeydi bu sizi nasıl etkiledi? Ben de seçilmiş öğrenci temsilcilerinden biriydim. Daha sonra o ortamda gazeteciliğe başlayınca dersler biraz geri planda kaldı. O yüzden çok aksayarak okulu bitirdim. ODTÜ’deki ikinci yılınızdan itibaren girdiğiniz gazetecilikten bir daha kopmadınız. Evet. Uzun bir süre dergilerde çalıştım. Aslında bir yanım hep politada kalsa da basın içinde neredeyse her işi yaptım. Mesela yaklaşık bir buçuk sene “Ziraat Dünyası” dergisinde çalıştım. Türkiye’nin bütün tarım alanlarını gezdim. Derginin tek çalışanı bendim. Muhabiri, fotoğrafçısı, abonecisi, yazarı, neredeyse her şeyini ben yapıyordum. Benim için çok faydalı oldu, Türkiye’nin tarım sorunları nedir anladım. 1887-88’den itibaren BBC World radyo henüz Türkiye’de yayına başlarken, Ankara’da bir büro açmaya karar verdiler. Sınavı kızanarak buraya girdim. Böylece günlük habercilik yapmaya başladım. Uzun bir süre Türkiye’deki yabancı basın-yayın kuruluşlarıyla, BBC ve kısa bir süre de Ajans France Press ile çalıştım. Türk basınına geçişim de şimdiki adıyla Hürriyet Daily News ile oldu. Orada diplomatik savunma editörü olarak işe başladım. Daha sonra da Kanal D, NTV, Sabah, Radikal derken şimdi de Hürriyet Daily News Genel Yayın Yönetmeniyim. “Ankara’da “koridor notu” diye bir şey vardır. Bu, meslektaşların birbirine verdikleri kanaat notudur. Yani sizin fikriniz dışardan ne kadar pırıl pırıl görünürse görünsün meslektaşlarınızın size yazılı olmayan ama etkisi hissedilen bir notu vardır.” “Gazeteciliği devam ettirmek için yüksek adrenalin gerekiyor” dediniz. Size o adrenali veren nedir? Merak. Üniversitelerde ders verdiğimde öğrencilere “Neden gazeteci olmak istiyorsunuz?” diye soruyorum. “Halka gerçekleri anlatabilelim” diye gibi değişik cevaplar geliyor. Bunlar güzel duygular ama bence herhangi bir olayı kendisi için merak etmeyen bir gazeteci gerçek bir gazeteci değildir. Önce kendim öğrenmeliyim. Aklınıza gelebilecek her şeyi merak ederim. Yani merak etmezsem yaşayamazmışım gibi geliyor. Ankara kulisleri denince akla ilk gelen isimlerden birisiniz. Neden Ankara’yla bu kadar özdeşleştiniz? Otuz yıl Ankara’da çalıştığım için herhalde! Öğrencilerime de hep söylediğim gibi, iyi bir gazeteci olmak için dürüst olmalısınız; haber kaynaklarına dürüst olmalısınız. Haber kaynaklarına verdiğiniz sözü tutmalısınız. Ben bunu yaptığıma inanıyorum, bu nedenle bu kadar uzun süre devam ettirebildim diye düşünüyorum. Haber kaynaklarını nasıl oluşturuyorsunuz? Güven ilişkisiyle. Özellikle benim çalışmış olduğum diplomasi ve savunma alanlarında güven çok önemlidir. İlişki oluşturmak çok zordur ve çok kolay bozulur. Siz verdiğiniz bir sözü tutmazsanız o telefon bir daha sorularınızı cevaplamaz. Bu haber kaynağına bağımlılık gibi bir şey değildir. Tam aksine o güven ilişkisi karşılıklıdır. Siz de haber kaynağınızın sizi yanıltmadığından emin olmak zorundasınız. Beni yanıltan bir haber kaynağına bir daha güvenmem, bir şey sormam. Söylediklerini dikkate alırım ama esas almam. Bu ilişkiler yazılı olmayan kurallardır. Ankara’da “koridor notu” diye bir şey vardır. Bu, meslektaşların birbirine verdikleri kannat notudur. Yani sizin fikriniz dışardan ne kadar pırıl pırıl görünürse görünsün meslektaşlarınızın size yazılı olmayan ama etkisi hissedilen bir notu vardır. Ankara iç siyasetin nabzının tutulduğu yer ama İstanbul da özellikle ekonomik gücü ile ön plana çıkıyor. Siz bu güç ayrımını nasıl görüyorsunuz? Yasama, yürütme, yargı Ankara’da olduğu sürece kaçınılmaz olarak siyasetin nabzı Ankara’da atar. İstanbul en çok milletvekili gönderen şehir, onların hiç mi ağırlığı yok? Tabiî ki var. Türkiye’nin yüzde kırkı parasını İstanbul ve çevresinde kazanıyor. Ankara’daki diplomatik politikaların belirlenmesinde İstanbul çok büyük rol oynuyor. Fakat neticede her parlamenter ülkenin bir parlamentosu var. Sonuçta oraya seçip gönderdiğimiz kişiler yasalar için el kaldırıyor ya da kaldırmıyor. Oradaki yüksek mahkemeler karar veriyor. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay hepsi orada. Neden orada? Başkent orası ilan edilmiş o yüzden. Yarın öbür gün başkent İstanbul yapılır ya da Kayseri olur -ki Kurtuluş Savaş’ı sırasında Yunan işgal orduları Polatlı’ya geldiklerinde Kayseri’nin başkent olması düşünüyordu- o zaman durum değişir. Sonuçta siyasiler neredeyse nabız da orada atıyor. Bunca yılın ardından sonra İstanbul’da olmak sizi nasıl etkiledi? Buradaki işim bir gazete çıkarmak. Bu gazete de Hürriyet Daily News gazetesi. Şimdi buna yoğunlaşmış durumdayım. Ankara’daki bağımı koparmam mümkün değil. Ankara’da çok güçlü bir ekibimiz var. Siyasi gazetecilik yaptığınız için o bağ siz isteseniz de kopmuyor. Çünkü Ankara’yı duymak zorundasınız. 37 ar ma aştır NKET A AL SOSY A MEDY Köşe yazılarınızla tanınsanız da siz kendinizi köşe yazarı olarak görmediğinizi söylüyorsunuz. Ben bir köşe yazarı değilim, makale yazmıyorum. Her gün yazacak kadar çok fikir bende yok; başkalarında varsa takdir ederim. Ben bir haberciyim, haber analizi yapıyorum. Yani bildiğiniz anlamda makale yazarı değilim, yazdıklarım da makale değil. Türkiye’de basında tekelleşme, kutuplaşma ve medyanın çok fazla patronların eline geçmesi gibi konuları otuz yıllık gazeteci olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Medyanın patronların elinde olmasının alternatifi nedir diye sorulmalı. Mesela Le Monde krize girince devletin desteğine ihtiyaç duydu. Bu kulağa hoş gelen bir şey değil ama maalesef dünyada var. Biz daha o aşamaya gelmedik ve umarım da gelmeyiz. Amerika’da haber bültenlerinin altında bu haber size X firması tarafından sunulmuştur diye bant geçiyor. Aman ne kadar güzel diye söylemiyorum. Ama böyle bir durum var. Özellikle elektronik medyanın ortaya çıkışından sonra basının yaşadığı gelir gider dengesizliği sorunu var. Giderler çok fazla. Kağıt, ulaşım, personel giderleri, vergiler sürekli artıyor, döviz kurları bütün dünyada artıyor. Gelir nereden gelecek? Satış ve ilandan. Satış elektronik medyanın baskısı altında, ilan 38 A TİK İ L O P İÇ R E B HA ARŞİV GÜVEN İR FİK D A Y D E M İK AT R K O EM TEKNO LOJİ EM D N Ü E G LEŞM T ET N R E İNT M ÇÖZÜ LLEŞME EKE BİR ODTÜ’LÜ TV televizyonun ve elektronik medyanın baskısı altında. Üstelik ekonomiler küçülüyor. Ekonomi küçülünce reklam verenler daha az reklam verir hale geliyor. Çünkü bu yaşanan medya patlaması sonucu o pastadan pay alanların sayısı da artıyor. Yani basının patronlaşması sorusunu sorduğunuz zaman altından bir buz dağı çıkıyor. Buz dağından çıkan sorulara siz de cevap bulamazsınız. Dünyada böyle bir sistem var. Ben bunu kabullenelim diye söylemiyorum. Böyle bir olgu var, bunu yok sayamazsınız. Elektronik medyadan söz açılmışken, “internet dünyayı demokratikleştirdi” söylemine inanıyor musunuz? Haber yapma ve kendi haberini yayma hakkı getirdi insanlara. Siz bu anlamda gazeteciliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Haberin demokratikleşmesi kısmına gelirsek, iki tarafı keskin kılıçtır. Herkesin dilediği gibi kendi haberini yapma şansı vardır. Bu çok güzel bir şey mi acaba? Peki bu haberlerin güvenilirliğine nasıl inanacağız? Bütün dünyada haber takibi için en çok gazetelerin sitelerine bakılması bir tesadüf mü? Neden gazete siteleri? Çünkü orada gazeteciler çalışıyor. Aklına o anda ne geldiyse yazan, ben bunu düşünüyorum ve yazıyorum diyen bir insana güvenemezsiniz. Siz bunu arama motorunda aradığınız zaman güvenilir bilgi de verir, güvenilmez bilgi de. O “Haberin demokratikleşmesi kısmına gelirsek, iki tarafı keskin kılıçtır. Herkesin dilediği gibi kendi haberini yapma şansı vardır. Bu çok güzel bir şey mi acaba? Peki bu haberlerin güvenilirliğine nasıl inanacağız? Bütün dünyada haber takibi için en çok gazetelerin sitelerine bakılması bir tesadüf mü? Neden gazete siteleri? Çünkü orada gazeteciler çalışıyor.” yüzden medya okur - yazarlığı ders olarak veriliyor. Siz kirli bilgiyi temiz bilgiden nasıl ayıracaksınız? O yüzden haberin demokratikleşmesi derken iki tarafı keskin kılıçtan bahsediyoruz. Arap Baharı gibi toplumsal olaylarda sosyal medyanın rolü olduğuna inanıyor musunuz? Bunu başlatan bir rol değildir ama etkisi olmuştur. İletişimin sağlanmasında büyük rol oynamıştır. Çünkü bahsettiğimiz ülkelerin hepsi patronların elinde olmayan bir medyaya sahipti. Hepsi devletin elindeydi hiçbir şekilde haber alma özgürlükleri yoktu ve bunu yapan orta ve eğitimli sınıfın hepsinin cebinde cep telefonları vardı. Bu cep telefonları aracılığıyla haberleşmeye başladılar. O meydanları dolduranların hepsi orta sınıftır. Ama şimdi görüyoruz ki onların ayaklanmasıyla meydana gelen yönetim değişikliği onların elinden bir bir alınıyor. Kimlere cep telefonları olmayan ama oy gücüne sahip eğitimsiz, işsiz kitleler yönetimlere el koyuyor. Güzel midir? Bilmiyorum. Bakalım nereye gidecek? Demokrasi böyle bir şeydir. Oy gücünü, sandığı, serbest seçimi kabul ediyorsanız sonuçları beğenmeme hakkınız yok. Herhangi bir olay için “sosyal medya olmasaydı bunlar olmazdı” gibi düşünceler bana biraz çocukça geliyor. İç politikaya gelirsek, sizce Türkiye’nin açık ara öndeki sorunları, acil konuları hangileri? Bu konuyu ikiye ayırmak isterim. Bence Türkiye’nin siyasette yaşadı- BİR ODTÜ’LÜ ğı en büyük sorun Kürt sorunudur. Türkiye’nin toplumsal olarak yaşadığı sorun ise kadın sorunudur -ki aslında ben erkek sorunu demek istiyorum. Bu ikisini birbirine öncelemiyorum ama siyaseten biri ne kadar önemliyse toplumsal sağlık açısından da diğeri o kadar önemlidir. Bu önceliğin kısa bir süre içinde değişeceğini de hiç düşünmüyorum. Son otuz yılın iç meselesi Kürt sorunudur. Kadın sorunu ise toplumsal bir dokudur. Bu dokunun içinde etnik, bilimsel, kültürel özellikler vardır. Türkiye’nin en büyük toplumsal sorunu kadın sorunudur. Alınan önlemleri yeterli görüyor musunuz? Yeterli görmesem de zorunlu görüyorum. Ben şuna inanmıyorum: “Yasayı istediğin kadar değiştir, kafayı değiştirmeden olmuyor”. Bunu büyük bir palavra olarak görüyorum. Yasa değişmeden kafa değişmez. Örnek sigara yasağıdır. “Her şeyi eleştiriyorsun, hükümet hiç mi iyi bir şey yapmadı?” diye soranlara “yaptı, sigara yasağını getirdi” diyorum. Üniversite sınavlarını kaldırsın, söz veriyorum onu da destekleyeceğim. Bu da çok önemli bir konudur. Merkezi üniversite sınavının Türkiye’nin eğitim sistemini çökerttiğine inanıyorum. Konuyu dağıtmadan ana meseleye dönecek olursak, Kürt sorunu ve kadın sorununu birbirinden öncelikli görmüyorum. Bu iki konu ne kadar sorun olmaktan geriletilirse Türkiye o kadar iyi bir ülke haline gelecek. “Çözülürse” demiyorum çünkü hemen halledilebilecek meseleler değil. Ama bu iki sorun aşılırsa Türkiye ‘yaşamak için tercih edilir ülke’ haline gelecektir. Bu iktidarın kadın meselesini çözebileceğine inanıyor musunuz? Bu sorunlar hangi alanda ne kadar geriletebilirse çözüm bulmaktan daha etkili olacaktır. Bu iktidar zamanında yazdığım yazılardan yola çıkarak size söyleyeyim. Kamu personelinde üst kademelerde kadın sayısında ciddi azalma var. Kadınların birkaç önemli mevkiye getirilmesiyle bir şey olmuyor. Toplamına baktığımız zaman “Bence Türkiye’nin siyasette yaşadığı en büyük sorun Kürt sorunudur. Türkiye’nin toplumsal olarak yaşadığı sorun ise kadın sorunudur -ki aslında ben erkek sorunu demek istiyorum- Bu ikisini birbirine öncelemiyorum ama siyaseten biri ne kadar önemliyse toplumsal sağlık açısından da diğeri o kadar önemlidir.” müsteşar, müsteşar yardımcıları, genel müdürler, daire başkanları, şube müdürleri aşağıya doğru indikçe hiç iç açıcı bir tablo yok. Ben orada çok radikal adımlar atılması gerektiği inancındayım. Kürt meselesi için bir öngörünüz var mı? Keşke herkesin elinde bir sihirli değnek olsa da bu sorunu çözebilsek. Artık bu sorunun askeri yöntemlerle çözülemeyeceğini anladık. Daha sonra PKK ile görüşelim mevzuları başladı o da işe yaramadı. Şimdi bir üçüncü yol deneniyor, sanki bu daha mantıklıymış gibi geliyor. Silah çekenle ona göre, çekmeyenle ona göre muhatap olunacak. İkisi arasında da bir geçirgenlik var. Biraz daha ana hatlarıyla ortaya çıktığında üstünde tartışılacaktır. Ben bu önerinin BDP için ayrı bir hareketlenme olacağını düşünüyorum. Herhalde artık muhalif Kürt vatandaşlar da vurup kırarak bu işin olmayacağını görmüşlerdir. Onların da çocukları hayatlarını kaybediyor... BDP’nin burada aldığı oyun potansiyelini doğru kullandığına inanıyor musunuz? İnanmıyorum. Çünkü BDP’nin aldığı oyda PKK’nin rolü vardır. BDP’nin aldığı her oy PKK silahlı mücadeleye devam etsin başka yolu yoktur oyu da değil. Bunu etrafımda tanıdığım bildiğim kişilerin de böyle düşündüğünü biliyorum. Gündemin bir diğer önemli konusu olan yeni anayasa hakkında ne düşünüyorsunuz? Başta çok umutluydum giderek umudumu kaybediyorum. Bir de 2014 yılında seçim olacak gibi gözüküyor. 2014 senaryosu az çok belli. Başbakan Cumhurbaşkanı olacak gibi görünüyor. 2015’de de seçimler olacak. Eğer AKP istikrarını sürdürebilirse ki trend onu gösteriyor, Başbakanın Cumhurbaşkanı olma ihtimali var. Son olarak ODTÜ’lülere iletmek istediğiniz mesajınız var mı? ODTÜ’yü ve ODTÜ’lüleri seviyorum. 39 ARAP BAHARI Mısır’a “bahar” gelir mi? Aldığı bir iş teklifini değerlendirerek Mısır’ın Dimyat şehrinde çalışmaya başlayan Mustafa Ünal (MAN ’87) içinde yaşadığı Arap Baharı sonrası dönemi dergimiz için kaleme aldı. 2011 yılı başında Tunus’ta baş- GÜNDEM layarak dalga dalga Mısır, Libya ve Suriye’ye yayılan ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen halk hareketlerinin, ilk hareketlerin başladığı ülke olan Tunus dışında -ki oradaki durum bile tartışılabilir- şu ana kadar beklenen sonucu vermekten çok uzak olduğunu görmekteyiz. Peki bundan sonrası için ne söylenebilir? “Arap Baharı” isminin hakkını verebilir mi? Sözkonusu ülkelerin içinde bulunduğu çok farklı koşullardan dolayı bu değerlendirmeyi belki de topluca değil ülke ülke yapmanın daha uygun olacağı kanaatindeyim. Bu kapsamda, Mısır’da yaşananları bir siyaset bilimi uzmanı olarak değil de 40 bir gözlemci olarak değerlendireceğim. Bir Türk firmasındaki işim nedeniyle 3 ay kaldığım Mısır’da gördüğüm kadarıyla, Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından demokrasiye geçiş dönemi için oluşturulan Yüksek Askeri Konsey otoriteyi sağlayamamış. Bunda Konsey’in Mübarek’in kadrosu ile oluşturulduğu düşüncesinin etkisi büyük. Ancak ne olursa olsun, Konsey Mısır’ı daha demokratik bir yönetime taşımak için açıkladığı planı gecikmeyle de olsa uyguluyor, tabii bu da halkın tepkilerinin büyümesini engelliyor. Bu takvime uygun olarak, 2011 Kasım ayı sonunda başlayan ve 2012 Ocak ayı sonunda tamamlanan parlamento seçimleri olaysız bir şekilde gerçekleştirildi. Seçime katılma oranını yükseltebilmek uğruna aylarca süren bir seçime rağmen, resmi açıklamalara göre katılım oranı %62 olarak gerçekleşti. Ancak bağımsız gözlemcilere göre bu oran çok daha aşağılarda hatta %50’nin altında bile olabilir. Gerçek olan şu ki, resmi oranlar dikkate alınacak olsa bile, bu durum aslında halkın demokrasiye ne kadar duyarlı olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyor. Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu parti olan Hürriyet ve Adalet Partisi yaklaşık %50 oy alarak seçimlerden lider parti olarak çıktı, buna rağmen tek başına çoğunluğu sağlayacak millet- ARAP BAHARI vekili sayısına ulaşamadı ve 508 sandalyeye sahip Mısır Parlamentosunda 235 sandalye elde etti. Bu beklenen bir sonuçtu ve hiç kimse için sürpriz olmadı. Ancak seçimin büyük sürprizi ikinci sırayı alan ve radikal islamcı görüşlere (Selefi anlayışa) sahip Nur Partisi oldu. Seçim öncesi anketlerde %15 oy potansiyeliyle üçüncü sırada gösterilen Nur Partisi, beklenmedik bir şekilde yaklaşık %25 oy alarak ikinci oldu. Bu, Selefilerin kendilerinin bile beklemediği bir başarıydı. Böylece “islamcı” yönetim anlayışına sahip iki partinin oy oranı toplamda %75’e yaklaşarak Mısır’ın bundan sonraki yönetiminin nasıl olacağını apaçık bir şekilde gösteriyor. İslamcı kadroların neler yapabileceğini görme ve izleme adına ilginç bir sürecin başladığı kesin. Şimdiye kadar ortaya çıkan işaretler, islamcıların, tıpkı islam dünyasındaki diğer benzerleri gibi, ‘islami siyaset’ sloganının altını dolduracak, tutarlı ve dört başı mamur bir teori ortaya koyamadığını gösteriyor. Ülkenin yaklaşık 85 milyonluk nüfusunun %8-10’unu oluşturan 7-8 milyon civarındaki Hıristiyan azınlığın bu islamcı yönetim anlayışı içerisinde nereye oturtulacağı, baskılara maruz kalıp kalmayacağı gibi ülkenin kaderine etki edecek derecede önem taşıyan bir konuda bile nasıl bir politika izleneceği bilinmiyor. Diğer taraftan, bir yandan baskı rejiminden sonra gelen otorite boşluğunun yarattığı görece özgürlük ortamının etkisi bir yandan da halkı derinden sarsan, işsizliğin, yoksulluğun had safhaya ulaşmasına yol açan ekonomik krizin etkisi, ülkede özellikle eğitimsiz kesimde bir algılama bozukluğuna yol açmış görünüyor. Bu kesimde, zaman zaman demokrasinin “her istediğini yapma özgürlüğü” olarak algılandığına büyük bir şaşkınlıkla şahit oldum. Bu algılamanın siyasi boyutunu değerlendirdiğimizde; Müslüman Kardeşler ile Selefilerin diğer siyasal partilere oranla çok daha çatışmacı bir yaklaşım sergilediğini dikkate alacak olursak, Mısır halkında demokrasi kavramı için oluşan –benim tabirimle- algılama bozukluğunun, halkın bu siyasal kutuplaşmanın tam merkezine oturtulmasıyla oluştuğunu da söyleyebiliriz. Bu algılama bozukluğu toplumsal hayata da yansımış durumda, örneğin ülke tarihinde hiç olmadığı kadar banka soygunu oluyor. Ülke tarihinin en büyük banka soygunu da yine bu dönemde -Ocak ayında- oldu. Şubat ayında Port Said’deki bir futbol maçında olayların çıkması ve 79 kişinin olaylarda hayatını kaybetmesi bu toplumsal algılama bo- zukluğunun yarattığı anarşiden başka bir şey değil. Uluslararası şirketlerin milyarlarca Amerikan Doları tutarındaki yatırımlarıyla kurduğu fabrikaların çalışmasını “çevreyi kirletiyor” bahanesiyle engellemek hatta bundan bir şekilde menfaat sağlamaya çalışmak demokratik hak olarak görülüyor. Polislerin dövülmesi bile neredeyse demokratik hak olarak görüldüğü için ortada polis teşkilatı yok. Kahire, İskenderiye gibi büyük kentlerde günlük yaşam en azından gündüz vakti normal görünümde seyrederken, diğer kentlerde –eğer yalnızsanız ve tenha bir yerdeyseniz- her an demokratik hakkını kullanarak (!) sizi soymak isteyen birilerini karşınızda bulabilirsiniz. Bundan sonraki siyasi süreçte 23-24 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilecek olan cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Mart ayı sonuna doğru, Yüksek Askeri Konsey’in, aday olan 21 kişiden 10’unu veto etmesi ve veto edilen isimlerden ikisinin Müslüman Kardeşler ile Selefilerin adayları arasında yer alması ortamın bir anda gerilmesine sebep oldu. Öyle görünüyor ki, cumhurbaşkanlığı seçimleri, Hüsnü Mübarek’in savunduğu yönetim anlayışını savunan ve çoğunlukla sivil-asker bürokrasi ve bu bürokratik bloğa destek veren halk yığınları ile geçtiğimiz aylarda gerçekleştirilmiş parlamento seçimleri sonrasında çoğunluğu elde eden ve bu etkinlik doğrultusunda devlet başkanlığı koltuğunu da eline geçirmek isteyen Mübarek karşıtı islamcı yönetim anlayışına sahip gruplar arasında bir mücadeleye sahne olacak. Tüm bu olanlardan sonra, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin büyük bir gerginliğe ve kutuplaşmaya sahne olacağı daha şimdiden ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanlığı koltuğu çok büyük bir ihtimalle parlamentoda en çok sandalyeye sahip ve hükümeti kurmaya aday olan Müslüman Kardeşler’in eline geçecektir. Ancak hem cumhurbaşkanlığında hem de parlamentoda oluşacak bu değişimlere rağmen, siyasi çevreler siyasal gerginliğin ve istikrarsızlığın sona ereceğinden ve demokrasinin işleyeceğinden kuşkuludur. Görünen o ki, Mısır’a “bahar”ın gelmesi için daha çok bahar geçmesi gerekecektir! 41 FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU Katmandu’da İnsanlar Nurdoğan Arkış (SOC ’80) DERNEK’TEN Çok renkli giysileri içindeki insanlar, bol renkli Katmandu mimarisi ile bir araya gelince hoş görüntüler ortaya çıkıyor… Katmandu’da insanlar renk renk giyiniyorlar. Kıyafetlerin dinsel, toplumsal ve kişisel anlamları var. Bu türden dükkanlardan kumaşları alıp, çoğu kez terzilerde diktiriyorlar, zaman zaman da kendileri dikiyorlar... 42 FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU Gündelik yaşam sokakta da sürüyor. Komşuluk ve sokak sohbetleri çok yaygın. Geniş aileler biçiminde oturulan evlerin önü de evin içinden kabul ediliyor. Çocuklar olduğu gibi yetişkinlerden de sokakta yıkananlar olabiliyor… Katmandu’da hemen her aile kendi küçük tarlalarında elde ettikleri ürünü kendileri için kullanıyor. Bunun ile ilgili işlemleri de bizdeki imeceye benzer biçimde gerçekleştiriyorlar. Bu da gene evlerin önünde yapılıyor. Anlamadığımız bir dilde de olsa sokaktaki gülüşmeler ve sohbetler her tarafa yayılmış durumda… Dinsel törenler her yanda karşınıza çıkabiliyor. Katmandu’da Budizm, Hinduizm, İslamiyet, Musevilik ve Hıristiyanlık ve başka dinler bir arada yaşıyor. Hemen her köşede bir dini önemi olan nokta var. 330 milyon tanrıları olabiliyor. Kutsallık anlayışları bizden çok farklı. Hemen her şeyi ve canlıyı dinsel anlamda kutsal kabul ediyorlar ve ona ilişkin eylemler günlük hayatın tam içinde yer alıyor. Hepsi bir arada gerçekleşiyor. Aileler genellikle çok çocuklu. Çocuklara çok önem verildiği hissediliyor. 43 EDEBİYAT KULÜBÜ Edebiyat dünyamızın yeni dergisi: RABARDA RABARDA Sanat ve Edebiyat Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Teoman Hekimoğlu ve Sanat Yönetmeni Özgür Sağıroğlu’yla dergi ve son projeleri “Kelime ve Nağme” üzerine konuştuk. Dergi DERNEK’TEN isminin, tiyatroda oyun sırasında iki ya da daha çok kişinin konuşma ve gürültü efekti yaratmak amacıyla metinden bağımsız olarak kısık sesle söyledikleri sözcüklerin tümü anlamına gelen ‘rabarba’ teriminden geldiğini belirttiler. ‘Hatalara da açığız’ fikrinden yola çıkarak terimin bir harfi yanlış yazılarak, derginin adı ‘Rabarda’olarak belirlenmiş. Yayın hayatına yeni başlamış genç bir dergi olmasına rağmen, hiçbir maddi kâr amacı gütmeden, bir sosyal sorumluluk projesi çerçevesinde faaliyet gösterdiği vurgulanan Rabarda Edebiyat ve Sanat dergisi, genç yazarlara teklifsizce kapısını açarak, sanatın genç kuşaklara yayılımında katkı 44 sağlamayı hedeflemektedir. Derginin sayfalarında tiyatrodan edebiyata, müzikten el sanatlarına kadar uzanan bir çok alanda genç yaratıcıları ve deneyimli kalemleri okuyabilirsiniz. Müzisyen Özgür Sağıroğlu tarafından, yazar Teoman Hekimoğlu’nun deneme yazılarının bestelendiği Kelime ve Nağme projesinin, ‘her nota bir harfle hayat buldu’ düşüncesinden yola çıktığı ve proje gelirinin büyük bir kısmının Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’na bırakılacağı da vurgulandı. Teoman Hekimoğlu’nun internette topladığı deneme yazılarını yanına alarak müzisyen Özgür Sağıroğlu’nun kapısını çalmasıyla serüven başlıyor. Her ay bir yazı üzerine çalışılıyor. Öykü notalara işleniyor. Böyle aylarca süren sıkı bir çalışma tamamlanıyor. Aynı zamanda öğretmenlik yapan iki arkadaşımızın çalışmaları, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı aracılığıyla yeni öğrencilerin okumasına, eğitimin önündeki yoksulluk engelinin kaldırılmasına da yardımcı olacağı belirtiliyor. Yazar Teoman Hekimoğlu’nun dördüncü çalışması olan Kelime ve Nağme yazıları, albüme Radyocu Kahraman Tazeoğlu ve yazarın kendi sesinden yansıyor. EDEBİYAT KULÜBÜ Bir Deliler Evinin YALAN YANLIŞ Anlatılan Kısa Tarihi Edebiyat Kulübümüz bu ay, içindeki hikâyelerle olduğu kadar, anlatım biçimiyle de edebiyat dünyasında kendine özel bir yer edinen “Bir Deliler Evinin YALAN YANLIŞ Anlatılan Kısa Tarihi” romanını inceledi ve 1989’dan bu yana yayımladığı kitaplarla ülkemiz edebiyatının önemli isimlerinden biri konumuna gelen kitabın yazarı Ayfer Tunç’u tanımaya çalıştı. Ayfer Tunç’un “Bir Deliler Evinin YALAN YANLIŞ Anlatılan Kısa Tarihi” romanında her şey 14 Şubat tarihinde sırtını denize dönmüş bir ruh sağlığı hastanesinin konferans salonunda başlıyor. Aynı gün yine aynı hastanede çıkan büyük bir yangınla son buluyor. Aslında iki saatlik bir gerçek zamanı anlatan roman, birbirinin içinden doğan hikâyelerle ve ülkenin sesi diyebileceğimiz anlatıcı karakteriyle 1800’lü yıllardan günümüze bir gayrı resmî Türkiye tarihi; kapsamlı bir Türkiye panoraması ortaya çıkarıyor. Konusunun yanı sıra tekniğiyle de ilgi çekici olan kitap, Tunç’un üç yıllık emeğinin ürünü ve Türkiye’de biçim ve anlatım tekniği açısından bir ilki oluşturuyor. Yazar, hastanenin bir türlü yazılamayan tarihi teması üzerinden bütün 20. yüzyıl boyunca Osmanlı ya da Cumhuriyet Türkiyesi vatandaşı olmuş insanları kucaklayan; kucakladığı her roman kişisine sınıfsal aidiyetine, cinsel kimliğine ve etnik kökenine bakmaksızın hakkını vermeye özen gösteren çok sayıda hikayecik üretmiş. Hikâyeci kimliğini koruyarak, hikâyeler aracılığıyla kurgulamış romanını. Bu yöntem, Tunç’un ironik, yer yer iğneleyici, bazen alaycı diliyle farklı bir boyut kazanıyor. Bu çok kişili romanın bir ana kahramanı anlatıcıyken, diğer ana kahramanın ise bütün bir toplum olduğunu söylemek olanaklı. Ayfer Tunç 1964 yılında Adapazarı’nda doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. Üniversite yıllarında çeşitli edebiyat ve kültür dergilerine yazılar yazmaya başladı. Edebiyat üzerine ilk yazılarını 1983 yılından başlayarak çeşitli dergilerde yayımladı. 1989 yılında gazeteciliğe başladı. Yine 1989’da Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenlediği Yunus Nadi Ödülleri’ne katıldı ve“Saklı” adlı öyküsüyle birincilik ödülü aldı. Bunu 1992 yılında yayınlanan ilk romanı “Kapak Kızı” izledi. 2001 yılında yayımlanan “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek-70’li Yıllarda Hayatımız” adlı yapıtı, 2003 yılında altı Balkan ülkesinin katılımıyla düzenlenen Balkanika Ödülü’nü kazandı ve altı Balkan diline çevrilmesine karar verildi. Yeni kuşağın öne çıkan kalemlerinden olan Tunç’un, 2003 yılında “Havada Bulut” adlı dört bölümlük senaryosu filme alındı ve TRT’de gösterildi. Ayfer Tunç şimdiye kadar on iki kitap ve çeşitli senaryolar yazmış, aynı zamanda üniversitelerde Türkçe eğitimi veren bir yazar. Roman ve öykü yazarlığının yanı sıra çeşitli gazete ve dergilerde yazmayı sürdürüyor; ayrıca editörlük ve dizi senaristliği yapıyor. Aslında farkında olmasanız da onu tanıyorsunuz: Aliye, Binbir Gece, Güldünya gibi televizyon dizilerinin senaryolarında imzası var, ancak Yıldız Tunç takma ismiyle. 45 SİNEMA KULÜBÜ Adı: İstanbul Mezunlar Derneği Sinema Kulübü Yönetmen: Arif CEVİZCİ (CEN ’89) Oynayanlar (Oynamaya Çalışanlar): Feryal BEKDİK (CE ’79), Tülin CEVİZCİ (CP ’90), Figen SÖNMEZ (METE ’83), Yavuz ÇAKMAK (EE ’66) Misafir Sanatçı: Haluk SAN Yer: Sinema PERA Feryal Bekdik (CE ’79) Sinema Kulübümüz çalışmalarına başladı. Grubun izlediği ilk filme dair notlarını ve birlikte film seyretmenin keyfini Feryal Bekdik (CE ’79) yazdı. DERNEK’TEN Mezunlar Derneği yeni yönetim kurulu toplandığında ilk iş görev dağılımı olur.Arif bir Sinema Klübü kurmaktan söz eder, bunun üzerine Feryal gezmeli eğlenceli olur diye hemen yancılık yapar. İlk eylem için harekete geçilir. O günlerde sinemalarda oynayan en sanatsal film olarak Zeki DEMİRKUBUZ’un “Yeraltı” filmi seçilir. 4 Mayıs Cuma günü Sinema Pera’da buluşulur. Daha doğrusu herkes başka bir yerden geldiği için kimi başlamadan hemen önce kimi başladıktan sonra bilet olarak sinema koltuklarına oturur ve film izlenir. Filmden sonra kafede buluşulur. Yemekler söylenir. Birbirini tanımayan grup, önce birbirini tanır. Film kiminin içini baymıştır, kimini içine almıştır. Filmin senaryosu Dostoyovski’nin “Yer Altı Dünyasından Notlar “ adlı eserinden öykünüldüğü için anlam ve önemi bu açıdan tartışılır. İçlerinden sinemaya en yakın Duran Figen’dir.Figen’in kızı Damla Sönmez 46. Antalya Film Festivali’nde Bornova Bornova adlı filmde ki oyunuyla En İyi Yardımcı Kadın oyuncu ödülünü kazanmıştır. Damla aynı zamanda TV dizisi ‘Türkan’da, Türkan Saylan’ın kardeşi Turhan rolünü oynayan hanım kızdır. Bu durumda sinemacı annesi olarak Figen’e tezahürat yapılır. 46 Yavuz ağabey filmin ağırlığından, Figen ile Haluk film kahramanının çocukluğundan kalansevgi eksikliğinden söz eder. Arif film boyunca ekranda ki hep koyu ile açık, ak ile kara, karanlık ile aydınlığı vurgulayan ışık tekniğini beğenmiştir. Feryal fermuar ya da makinenin dişlileri çalışırken aradan bir diş atınca işlerliğin bozulduğu gibi; kahramanın toplumdaki diş atanlardan biri olduğunu söyler. Bu arada temizliğe gelen kadının sınıf atlayınca kahramana nasıl horozlandığından, seks işçisi (bu da yeni neslin tanımı) ile kahramanın arasındaki diyaloglardan, insanların iki yüzlülüğünden söz edilir. Engin Günaydın’ın oyunculuğu takdir edilir. Zeki DEMİRKUBUZ yere göğe konamaz. Bu faaliyetten herkes keyif almıştır. Birbirini tanımaktan ayrıca memnundur. Birlikte aynı dili konuşmak, birbirini anlamak ise paha biçilmezdir. Hamiş: İyi ki doğdun Sinema Kulübü. http://odtumistsinema.wordpress.com/ BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU Bursiyerlerimizle mutlu bir gün: MAYIS PİKNİĞİ Geleneksel Mayıs Pikniği 6 Mayıs Pazar günü Eymir Gölü kıyısında gerçekleşti. Bursiyerlerimizle geleneksel olarak her yıl Mayıs ayında düzenlenen ve mezunlarımızın da katıldığı, Eymir Gölü civarında gerçekleşen Mayıs Pikniği bu sene 6 Mayıs 2012 Pazar günü gerçekleştirildi. Toplumsal Duyarlılık Projeleri Koordinatörümüz, eğlenceli geçen pikniğin ardından duygularını aşağıdaki şekilde anlatıyor: “Mezunlarımızla bir araya gelmemizi, bütün bir yılın yorgunluğunu atmamızı sağlayan Mayıs pikniği, bu senede çok eğlenceli geçti. Eymir’in o güzel yeşil manzarası, dostların ve değerli mezunların varlığıyla birleşince tadına doyulmaz bir gün oldu. Birlikte oynanan oyunlar, yenilen yemekler, edilen sohbetler bütün senenin stresini aldı götürdü. Yaptığımız sandviçlerin tadı hala damağızda! Bir de bu yazın karpuz dönemini de bu piknik sayesinde açmış olduk. Kısaca bu piknikle önümüzdeki projeler ve sınavlar için bol bol enerji depoladık. Ayrıca bu piknik, Köprü’nün -bursiyer ve mezunlarının- hep birlikte nasıl aile gibi olduğunu bir kez daha kanıtladı. İyi ki varsınız!” Ebru Bertan İngilizce Öğretmenliği 3. sınıf MART - NİSAN 2012 100 TL VE ÜSTÜ BURS VERENLER AŞAĞIDAKİ TABLOLARDA GÖSTERİLMİŞTİR MART-NİSAN 2012 TEK SEFERLİK BURSLAR MART-NİSAN 2012 KURUMSAL BURSLAR KONE ASANSÖR SANAYİİ VE TİCARET A.Ş. 1,820.00 TREK TURİZM (FİKRET GÜRBÜZ (ME’78) 1,000.00 KÖPRÜ(M) BURSU* 830.00 DATA MARKET BİLGİ HİZMETLERİ LTD.ŞTİ. (MURAT BOYLA) 300.00 TESTO ELEKTR. VE TEST ÖLÇ. CİH. DIŞ TİC. LTD.ŞTİ. (SELMAN ÖLMEZ EE’82) 300.00 TEKNO-METAL LTD. ŞTİ. 270.00 TEKNOTHERM LTD. ŞTİ. 270.00 ENSER ENDÜSTRİYEL SERVİSLER 250.00 FAS’76 SINIFI BURSU 250.00 FİNANSBANK TEFTİŞ KURULU ÇALIŞANLARI 200.00 500.00 REMEKS LTD.ŞTİ.(REMZİ SOLAK CHE’85) 150.00 FOTOĞRAF KULÜBÜ BURSU 340.00 UFUK YAPI SAN VE TİC LTD. ŞTİ. (ÖMER DEMİRBİLEK ME’78) 150.00 ALTERNATİFBANK ÇALIŞANLARI 330.00 SGS TASARIM TAAHHÜT İNŞAAT SANAYİİ TİC. LTD. ŞTİ. 100.00 EVRE GIDA LTD.ŞTİ. (BÜNYAMİN ÖZDALYAN FDE’87) 750.00 ÖZEL DENİZATI İLKÖĞRETİM OKULU 500.00 ÖZGÜN ŞİRKETLER GRUBU 500.00 PROTEM ELEKTRONİK MAKİNA SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. FERYAL BEKDİK 1,200.00 İSMAİL ÖZERDİNÇ (EE’72) 500.00 NAİM HİLMİ ALEMDAROĞLU 500.00 ÖZGÜN TANGLAY (ARCH’01) 500.00 KOÇLUK EVİ EĞİTİM VE DANIŞMANIK HZM. 265.00 ERHAN DEMİRDİZEN (CRP’94) 250.00 MART-NİSAN 2012 ARTIRIM AYKUT İÇÖZ (EE’94) ÇAĞLA KURTULUŞ (MAN’69) ÇAĞLAR SÜRÜCÜ (CE’95) ERDEM COŞKUN SAVAŞ DERİNGÖL (MAN’76) UĞUR GÖKHAN AKKUŞ (MAN’95) 47 BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU MART-NİSAN 2012 BİREYSEL BURSLAR AKIN ÖNGÖR (MAN’67) 1,000.00 GÖKHAN GÜNVER (FDE’95) 150.00 ESRA BASKIN SALİM ALTINÖZ (CE’81) 800.00 GÜLTEN SEVİNÇ-ATIL İŞÇEN 150.00 FATMA ŞEBNEM ABAYOĞLU (EE’79) 100.00 TURGUT ONUR (ECON-STAT’79) 600.00 HALUK ERBEN (CHE’76) 150.00 FEYZULLAH ARDA (CHE’72) 100.00 MEHMET-MUTENA SEZGİN (MAN’84) 550.00 HÜLYA SİREL 150.00 GÜLTEKİN GÜNAL (MATH’79) 100.00 ABDULLAH AYDIN (ME’69) 500.00 KAYA ÖZGÜL (MAN’80) 150.00 H. SİNAN TEREK (IE’80) 100.00 FİGEN KORUN (ECON’68) 500.00 MEHMET MURAT ÖZKARAKAŞ (METE’79) 150.00 HAMİT AYDOĞAN (ADM’80) 100.00 İSMAİL IŞIK (CE’76) 500.00 MERAL ÇİMENBİÇER 150.00 HASAN KILIÇ (MAN’88) 100.00 SELMA YURTSEVER (IE’81) 500.00 METE HAKAN GÜNER (MAN’95) 150.00 HİLKAT ERKALFA (CHE’70) 100.00 TUNCAY ÖZYÜREK (ADM’68) 500.00 NESRİN-EROL TUNÇMAN (CHE’79) 150.00 İ.ENGİN ÖZGÜL (MAN’83) 100.00 ALİ ARİF ERİÇ (ME’82) 400.00 NUR-SERHAT KURAK (CENG’87-ME’87) 150.00 İBRAHİM ŞENYAY (CHE’70) 100.00 OSMAN CENGİZ BİRGİLİ (CE’78) 400.00 OSMAN ERK (MAN’74) 150.00 İSMAİL ERSİN PEYA (ADM’83) 100.00 ARSLAN SALMAN (EE’68) 330.00 ÖMER VARGI (PHYS’76) 150.00 İSMİNİ AÇIKLAMAK İSTEMEYEN (MAN’80) 100.00 F.MİNE-DENİZ ÖZGENTAŞ (MAN’82) 300.00 ÖZEN ALTIPARMAK (MAN’76) 150.00 KURTULUŞ BERKAY GEZEN (EE’95) 100.00 NECAT KAMİL KONUKÇU (METE’79) 300.00 PINAR İLKİ (ARCH’93) 150.00 MEHMET KOCASAKAL (CHEM’78) 100.00 NURAN-İSA ÜLKER (CHED’91-ECON’83) 300.00 YUSUF BORA IŞIK (ME’74) 150.00 MEHMET RASGELENER 100.00 FERİDE DEMİRTAŞ (ECON-STAT’79) 250.00 ALEV KAHRAMAN (MAN’94) 130.00 MEHMET ÖZDEŞLİK (EE’78) 100.00 NURAY AYAROĞLU (ECON’84) 250.00 ELA ÇUBUKÇU (ECON’91) 130.00 MEHMET UMUR COŞKUN (IE’74) 100.00 TOLGA EGEMEN (ME’92) 250.00 TÜRKÜ KARAN (MAN’91) 130.00 MEHMET YAŞAR ÖZEKENCİ 100.00 ÜSTÜN SANVER (MAN’72) 250.00 UĞUR AYKEN (ME’76) 130.00 MELİH KIRLIDOĞ (CE’83) 100.00 YUSUF KÖSE (ECON-STAT’79) 250.00 CENGİZ ERDOĞAN (ECON-STAT’79) 125.00 MURAT DARYAL (CHEM’78) 100.00 M.ALİ ACAR (MAN’78) 225.00 ERTAN MESTCİ (ARCH’63) 125.00 MUZAFFER HACIBEKİROĞLU 100.00 SAVAŞ DERİNGÖL (MAN’76) 220.00 GÖKÇE ORHAN (CRP’96) 125.00 NURAY-HAKAN AKMERİÇ (CENG’82) 100.00 ALPARSLAN TANSUĞ (MAN’75) 200.00 MEHMET YENER (MAN’67) 125.00 NURSEN TÜZÜN (MAN’86) 100.00 DENİZ FEVZİYE KUTLUSOY (ECON’84) 200.00 GÜNHAN ÖZOĞUZ (CHE’75) 120.00 OĞUZ ÖZDEMİR (MAN’74) 100.00 MEHMET ALİ ACARTÜRK (MAN’78) 200.00 SELÇUK ÖZDİL (ME’78) 120.00 ORHAN KURMUŞ (ECON-STAT’68) 100.00 MEHMET MÜRŞİT ÇELİKKOL (ME’79) 200.00 SELMA ZAİM (ID’85) 120.00 ÖMER BERKER 100.00 MELİH KARAKAŞ (CHE’72) 200.00 MUZAFFER BOYACIGİL (MAN’82) 110.00 SAİME ÖZBAY (ECON’73) 100.00 NAFİS YURDAL YALMAN (MAN’87) 200.00 ADNAN OKUR (ECON’95) 100.00 SEÇKİN NUZUMLALI (ME’78) 100.00 OSMAN SARI (CE’70) 200.00 AKIN TELATAR (MAN’90) 100.00 SEDEF DURU ÖZKAZANÇ (MAN’91) 100.00 ŞEBNEM ÖZBÜBER (BIOL’90) 200.00 ATOK İLHAN (MAN’63) 100.00 SELDA ARKAN (CHEM’80) 100.00 ZEYNEP-BÜLENT FIRAT (MAN’97-MAN’97) 200.00 AYNUR KARPAT (CHE’86) 100.00 SEMA TURGUT (MAN’89) 100.00 ÖZKUL KORAY (MAN’69) 180.00 AYŞE GÜLİN GÜNAL (PHIL’99) 100.00 SERAP TELCİ (FDE’86) 100.00 AYŞEN KALKAVAN 150.00 BAHAR AKAY (CHE’69) 100.00 SEVGİ GÜRBÜZ (IE’83) 100.00 BERK VURAL (ME’65) 150.00 BANU BÖREKÇİ (MAN’74) 100.00 SEYHUN ŞİRİN (GEOE’79) 100.00 BİRİM-CEM KARAKAŞ (MAN’97) 150.00 BEHZAT YILDIRIMER (MAN’79) 100.00 TAMER SOYULMAZ (ME’89) 100.00 CEMAL OĞUZ BEKAR (MAN’82) 150.00 CAFER FINDIKOĞLU (MAN’74) 100.00 TAYFUR CİNEMRE (ME’78) 100.00 CENK ALTUN-ÖZGÜR TOKGÖZ ALTUN (MAN’94-MAN’97) 150.00 CANAN-ÇAĞATAY PİŞKİN (ECON’94) 100.00 TEVFİK CEM BAYKARA (EE’90) 100.00 CANBOLAT MAHMUTOĞLU (ME’83) 100.00 TUFAN TUNÇYÜZ (ME’74) 100.00 ÇAĞLA KURTULUŞ (MAN’69) 150.00 CÜNEYTHAN MERTDOĞAN (ECON’86) 100.00 VELDA SAVAŞ GÜNDOĞAR (ADM’92) 100.00 ELİF İZGİ TOPBAŞ (ARCH’93) 150.00 ÇAĞLAR SÜRÜCÜ (CE’95) 100.00 VEYSEL BATMAZ (ADM’79) 100.00 ERCÜMENT GÜMRÜK (ARCH’72) 150.00 DEMET ÖZDEMİR ÖZ (MAN’91) 100.00 YAVUZ BAYRAKTAROĞLU (METE’76) 100.00 ERSİN ÖZİNCE (MAN’75) 150.00 DİLNİŞİN BAYEL (MAN’96) 100.00 ZELİHA İLKE SELVİ (CENG’85) 100.00 FEVZİ TURKAY OKTAY (EE’88) 150.00 ERCÜMENT YILDIZ (PHYS’83) 100.00 ZİYA DOMANİÇ (MAN’78) 100.00 FİLİZ EYÜBOĞLU (CENG’84) 150.00 ERDOĞAN LEBLEBİCİ 100.00 ZUHAL-ÖNDER FOCAN (ME’78) 100.00 MART-NİSAN 2012 SEVDİKLERİNİZİN ANISINA MART-NİSAN 2012 YENİ KATILIM 48 100.00 DENİZ KAYA SEMİH ERBEK ANISINA BURSU 6,040.00 AYSEN ALTANLAR ANISINA BURSU 150.00 FUNDA BEKAR (IE’1995) “RSY” ANISINA BURSU 2,000.00 EMİNE-FEVZİ ORAY ANISINA BURSU 120.00 GÜLTEN SEVİNÇ-ATIL İŞÇEN AYDIN MERTDOĞAN ANISINA BURSU 1,000.00 H.ALİ YENİDÜNYA ANISINA BURSU 110.00 MEHMET RASGELENER (ECON-STAT’78) SERTAÇ KENDİRCİ ANISINA BURSU 455.00 MUHİDDİN CENKDAĞ ANISINA BURSU 100.00 MUTLU GÖKTEN (CE’97) ALİ-FERİHA GÜLEN ANISINA BURSU 300.00 MÜŞERREF CENKDAĞ ANISINA BURSU 100.00 ÖNER ESKİL ANISINA BURSU BÜLENT FİDAN ANISINA BURSU 260.00 NERİMAN ULUDAĞ ANISINA BURSU 100.00 PINAR İLKİ (ARCH’93) ÖNER ESKİL ANISINA BURSU 250.00 YUSUF DEVELLİOĞLU (CRP’74) YURTKAN KÖKÜÖZ ANISINA BURSU 235.00 *KÖPRÜ: Bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı, KÖPRÜ(M): Mezun bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı. RABİA YENİDÜNYA ANISINA BURSU 220.00 ERTUĞRUL KARAKAYA ANISINA BURSU 180.00 MART-NİSAN 2012 ADINA BURSLAR GÜLTEKİN KARAŞİN SCIENCE ACHIEVEMENT AWARD 250.00 yoresel_215x280_tr+ing_CN.fh11 5/24/12 5:58 PM Page 1 C Composite M Y CM MY CY CMY K
Benzer belgeler
05/06/70 Olağanüstü Genel Kurul
yılında mezun oldu. Üniversiteyi Sümerbank bursu ile okudu. 1981 yılında
AİTİA’de bankacılık yüksek lisansını tamamladı. Çalışma hayatına Sümerbank
Genel Müdürlüğü’nde 1978 yılında başladı. Sonrası...
Komşu Kültürler
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mezunları Derneği (ODTÜ-MD)
tarafından, Rusçuk (Bulgaristan)’dan Rusçuk Open Society Club (OSCRuse) isimli sivil toplum kuruluşunun ortaklığı, T.C. Kültür ve Turizm
B...