Laiklik ve Şeriatçılık Üzerine

Transkript

Laiklik ve Şeriatçılık Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
KURTULUÞ CEPHESÝ
LAÝKLÝK VE
ÞERÝATÇILIK
ÜZERÝNE
ERÝÞ YAYINLARI
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
1
BÝRÝNCÝ BASKI
LAÝKLÝK VE ÞERÝATÇILIK
ÜZERÝNE
[KURTULUÞ CEPHESÝ DERGÝSÝ]
Bu derlemedeki yazýlar, Anti-Emperyalist ve Anti-Oligarþik Mücadelede Kurtuluþ
Cephesi dergisinin 1993-2003 tarihleri arasýnda yayýnlanmýþ olan 9-76. sayýlarýndan
alýnmýþtýr.
Eriþ Yayýnlarý tarafýndan düzenlenmiþtir. 2004.
[email protected]
http://www.kurtuluscephesi.com
http://www.kurtuluscephesi.org
http://www.kurtuluscephesi.net
ÝÇÝNDEKÝLER
9
Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, V. Ý. Lenin
Proletary, Sayý: 45, 13 (28) Mayýs 1909
18
Ýslamcý Radikalizm: Þeriatçýlýk
26
Paranýn Dini
32
Refah Partisi Dolgusu
41
Proletarya ve Laik-Demokratik Cumhuriyet
49
Küçük-Burjuva Aydýnlarýnýn Demokrasi Çýkmazý
53
Oligarþinin Yeni Adam Satýn Alma Aracý: Alevicilik
57
Alevilik, Din vb. Üzerine Bir Kez Daha
67
Sömürücü Sýnýflar Ýçindeki Bölünmeler ve Siyasal Yansýlarý
76
RP-DYP Hükümeti Üzerine
83
Refah Partisi ve Kullanýlmýþ Oto Ýthali
87
Mevcut Durum ve Refahyol Hükümeti
96
Legalleþmenin Yeni Adý: Anayasacýlýk
108
Süleyman Çelebi’nin Vesilet-ün Necât’ý (Kurtuluþ Yolu):
Mevlit
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 12, Mart 1993
CEPHE, Sayý: 1991/1
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 19, Mayýs-Haziran 1994
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 20, Temmuz-Aðustos 1994
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 20, Temmuz-Aðustos 1994
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 20, Temmuz-Aðustos 1994
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 28, Kasým-Aralýk 1995
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 27, Eylül-Ekim 1995
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 32, Temmuz-Aðustos 1996
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 33, Eyül-Ekim 1996
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 37, Mayýs-Haziran 1997
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 37, Mayýs-Haziran 1997
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 38, Temmuz-Aðustos 1997
122
“Ara Rejim”, “Muhtýra” Tartýþmalarý, Sömürücü Sýnýflarýn
Çýkar Çatýþmasýdýr
145
... Ve “Genelkurmay Devreye Girer” (II. Perde)
149
Mevcut Durum ve Gerçekler
165
... Ve “Genelkurmay Devreye Girer” (Üçüncü Perde)
170
Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk ve Laiklik, Laikçilik, Burjuva
Demokratik Devrim
182
Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk'un Alýþýlan “Konuþmasý”
185
Durum Tahlilleri, Komplolar ve Senaryo Yazmak
198
... Ve Genelkurmay Devreye Girer: “Postmodern Darbe”
205
“Postmodern Darbe”nin Programý
213
“Bu ülkede, ‘sosyal patlama’ da olmaz, devrim de olmaz!”
222
AKP Hükümeti ya da “Merak etmeyin Ordu var...”
234
Ýslâm Ýnkýlâbýnýn Gerçek ve Üstün Münevverler
Aristokrasyasý
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 42, Mart-Nisan 1998
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 44, Temmuz-Aðustos 1998
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 46, Kasým-Aralýk 1998
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 48, Mart-Nisan 1999
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 51, Eylül-Ekim 1999
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 57, Eylül-Ekim 2000
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 54, Mart-Nisan 2000
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 59, Ocak-Þubat 2001
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 59, Ocak-Þubat 2001
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 65, Ocak-Þubat 2002
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
239
Baþörtü Radikalleri Türban Liberalleri [Eþarp, Sýkmabaþ
ve Türban]
251
Bir Kez Daha Laiklik Üzerine
258
Spekülasyon ve Manipülasyon Ekonomisinden
Þeriat Ekonomisine mi?
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 76, Kasým-Aralýk 2003
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
273
Stratejik Ortaklýk
279
Necip Fazýl’ýn “Büyük Doðu”sundan ABD’nin
“Büyük Ortadoðu”suna
286
Sosyalizm ve Din, V. Ý. Lenin
291
Adlar ve Kavramlar Dizini
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 73, Kasým-Aralýk 2002
KURTULUÞ CEPHESÝ, Sayý: 77, Ocak-Þubat 2004
Novaya Zihn, Sayý: 28, 3 Aralýk 1905
LAÝKLÝK VE
ÞERÝATÇILIK
ÜZERÝNE
KURTULUÞ CEPHESÝ
Proletarya Partisinin
Din Konusundaki Tutumu
V. Ý. Lenin
Proletary, Sayý: 45, 13 (28) Mayýs 1909
Duma’da Synod bütçesi görüþülürken Milletvekili Surkov’un
yaptýðý konuþma ve bu konuþmanýn taslaðý görüþülürken Duma grubumuzda yapýlan tartýþma, özellikle þu anda son derece önemli ve
ivedi bir sorun ortaya çýkarttý. Bugün “toplum”un geniþ çevrelerinde
dinle ilgili herþey kuþkusuz büyük ilgi toplamakta ve bu konular iþçi
sýnýfý hareketine yakýn aydýnlar ve belirli iþçi çevrelelerine de sýzmaktadýr. Bu nedenle Sosyal-Demokratlara* düþen kesin görev din konusundaki tutumlarýný kamuya açýklamaktýr.
Sosyal Demokrasi dünya görüþünü bilimsel sosyalizm, yani
Marksizm temeline dayar. Marks ve Engels’in çeþitli kereler tekrarladýklarý gibi Marksizmin felsefi temeli, Fransa’daki 18. Yüzyýl maddeciliðinin ve Almanyada’ki Feuerbach (19. Yüzyýlýn ilk yarýsý) maddeciliðinin tarihsel geleneklerini benimsemiþ olan, tamamen ateist ve
dine karþý tavýrdaki diyalektik maddeciliktir. Unutmayalým ki, Marks’ýn
* Lenin’in yazýlarýnda geçen “Sosyal Demokrat” ya da “Sosyal Demokrat Parti”
1918 yýlýna kadar tüm Avrupa’da Marksistlerin ve Marksist Partilerin tanýmlanmasýnda
kullanýlan bir ifadedir. Bu nedenle Rusya’ daki Marksist Partinin adý da Rusya Sosyal
Demokrat Partisi’dir. II. Enternasyonal’in Marksizmi terk etmesi üzerine, Marksistler
ile oportünistler arasýnda kesin bir çizgi konulmasýyla birlikte dünya çapýnda Marksist
Partiler “Sosyal-Demokrat” tanýmýný kaldýrmýþlardýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
9
KURTULUÞ CEPHESÝ
taslak halindeyken okuduðu Engels’in Anti-Dühring’inin tamamý, maddeci ve ateist olan Dühring’i tutarlý bir maddeci olmamak ve din ile
din felsefesine açýk kapý býrakmakla suçlar. Yine unutmayalým ki,
Engels, Ludwig Feuerbach ile ilgili yapýtýnda, dini ortadan kaldýrmak
için deðil de, yeniden canlandýrmak, yeni, “yüceltilmiþ” bir din kurmak için savaþ açtý diye Feuerbach’a çatar. Din halký uyutmak için
kullanýlan afyondur.* Marks’ýn bu sözü din konusundaki Marksist
görüþün temel taþýdýr. Marksizm bütün modern dinleri, kiliseleri ve
her türlü dinsel örgütü, iþçi sýnýfýnýn sömürülmesini ve ezilmesini savunmaya hizmet edecek birer burjuva gericiliðinin aracý olarak görür.
Engels ayný zamanda, Sosyal Demokratlardan “daha sol” ya
da “daha devrimci” olmak isteyenlerin dine savaþ açarcasýna iþçi
partisinin programýna ateist olduklarýnýn konulmasý yolundaki çabalarýný da sýk sýk suçlamýþtýr. Engels 1874’de Londra’da sürgünde yaþayan Blanquist geçici Komünarlarýn ünlü manifestosundan söz
ederken, onlarýn dine savaþ açmalarýný budalalýk olarak nitelemiþ ve
böylesi bir savaþ açmanýn dine karþý yeniden ilgi duyulmasýný saðlamak ve dinin gerçekten ortadan kalkmasýný engellemek için en iyi
yol olduðunu belirtmiþtir. Engels, Blanquistleri ezilen kitleleri din boyunduruðundan ancak emekçi kitlelerin mücadelesinin kurtaracaðýný,
proletaryayý en yaygýn biçimde bilinçli ve devrimci uygulamaya sokarak kurtaracaðýný kavramamakla suçlamýþ ve dine savaþ açýlmasýný
iþçi partisinin siyasal görevi olarak yorumlamanýn anarþist safsatadan
baþka birþey olmayacaðýný belirlemiþtir. 1877’de Anti-Dühring’inde
de, düþünür Dühring’in ülkücülük ve dine karþý verdiði en ufak ödünlere karþý çýkan Engels, Dühring’in sosyalist toplumda dinin yasaklanmasý yolundaki sözde devrimci görüþünü de yerer.
Engels dine karþý böylesi savaþ açmanýn “Bismarck’ý geride
býrakacak ölçüde Bismarck’cýlýk” yani Bismarck’ýn dine (ünlü Kültür
Savaþý-Kulturkampf, 1870’lerde Alman Katolik Partisine, “Merkez” partiye karþý polis kovuþturmasýyla) karþý giriþtiði mücadeleyi boþuna
tekrarlamaktan baþka bir þey olmadýðýný tekrarlamýþtýr. Bismarck bu
mücadeleyle katoliklerin militan dinciliðini uyarmaktan ve gerçek
kültür çalýþmalarýný zedelemekten öte bir yarar saðlamamýþtýr. Çünkü, siyasal bölünmelerden çok dinsel bölünmelere önem vermiþ,
iþçi sýnýfýnýn ve öteki demokratik unsurlarýn dikkatini sýnýfsal ve devrimci mücadelenin ivedi görevlerinden çekerek, en yapay, en düzmece burjuva din karþýtlýðýna yöneltmiþtir.
Engels, sözüm ona ultra-devrimci Dühring’i Bismarck’ýn saçmalýðýný bir baþka biçimde tekrarlamak istediði için suçlarken, iþçi
partinin proletaryayý örgütlemekte ve eðitmekte sabýrlý davranabileceðini, böylelikle dine karþý savaþ açmak gibi siyasal bir kumara gi* Marks, Hegel’in Sað Felsefesinin Eleþtirisine Katký, Giriþ.
10
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
riþmeksizin dinin giderek ortadan kalkmasýný saðlayabileceðini belirtmiþtir. Bu görüþ, örneðin Cizvitlere özgürlük verilmesini, Almanya’ya
girmelerine izin çýkarýlmasýný, herhangi bir dine karþý polis yöntemleri uygulanmasýna son verilmesini savunan Alman Sosyal-Demokrasinin özünü oluþturan ögelerden biri olmuþtur. Erfurt Programýndaki
(1891) ünlü “Din kiþisel bir sorundur” maddesi, Sosyal-Demokratlarýn bu siyasal taktiklerinin özetidir.
Bu taktikler artýk gündelik bir olay durumuna gelmiþ, Marksizmin ters yönde saptýrýlmasýna, oportünizm yönünde saptýrýlmasýna
yol açmýþtýr. Erfurt Programýndaki bu madde, biz Sosyal-Demokratlar için, parti olarak hepimiz için din kiþisel bir sorundur biçiminde
yorumlanmýþtýr. 1890’larda Engels bu oportünist görüþü doðrudan
doðruya karþýsýna almaksýzýn, buna polemikle deðil somut verilerle
karþý çýkýlmasý gerektiðini ileri sürmüþtür. Örneðin kendisi bu karþý
çýkýþý, özellikle vurguladýðý bir sözle, Sosyal-Demokratlarýn dini devlet
iþleri açýsýndan kiþisel bir sorun olarak aldýklarýný, herhalde kendileri
açýsýndan, Marksizm açýsýndan ve iþçi partisi açýsýndan soruna böyle
bakmadýklarýný söyleyerek belirlemiþtir.
Marks ve Engels’in din konusundaki sözlerinin görünürdeki
tarihçesi budur. Marksizme savruk yaklaþýmý olanlar, düþünemeyen
ve düþünmeyecek olanlar için, bu tarihçe Marksist çeliþkiler ve bocalamalar niteliðinde, “tutarlý” ateizm ile dinin aðzýna sunulan “hazýr
lokmalar”ýn bir karýþýmý, tanrýya karþý açýlmýþ devrimci savaþ ile dindar iþçilerin gözünü boyamaya yönelen korkakça bir tavýr, iþçileri ürkütmekten çekinen bir tutum arasýnda bocalama niteliðinde bir anlamsýzlýk örneðidir. Anarþist þamatacýlarýn yazýlarý Marksizme bu yönde yapýlmýþ çeþitli saldýrýlarla doludur.
Oysa Marksizme ciddi olarak yaklaþabilen, Marksizmin felsefi
ilkeler ve uluslararasý Sosyal-Demokrasi deneyi üzerinde düþünebilen herkes, din konusundaki Marksist taktiklerin kesinlikle tutarlý olduðunu, Marks ve Engels tarafýndan özenle düþünülmüþ bulunduðunu, birtakým cahillerin bocalama diye tanýmladýklarý tutumun gerçekte diyalektik maddeciliðin mutlak ve kaçýnýlmaz bir sonucu olduðunu hemen görecektir. Din konusunda Marksizmin görünüþteki
“ýlýmlýlýðýnýn” kimseyi ürkütmemek vb. endiþesinden doðduðunu düþünmek çok yanlýþ olur. Tam tersine bu konuda da Marksizmin siyasal çizgisi, felsefe ilkeleriyle sýký sýkýya baðlantýlýdýr.
Marksizm maddeciliktir. Böyle olduðu için de, konusunda en
azýndan 18. yüzyýl Ansiklopedistlerinin maddeciliði ya da Feuerbach’ýn
maddeciliði oranýnda kesin bir karþýtlýðý vardýr. Bu hiç kuþku götürmez. Ne var ki Marks ve Engels’in diyalaktik maddeciliði, ansiklopedistlerin ve Feuerbach’ýn maddeciliðini aþar, çünkü maddeci felsefeyi
tarih alanýnda, toplum bilimleri alanýnda da uygular. Dinle savaþmalýyýz
– bu, her türlü maddeciliðin ve doðal olarak Marksizmin ABC’sidir.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
11
KURTULUÞ CEPHESÝ
Ancak Marksizm, ABC’de donmuþ kalmýþ maddecilik deðildir. Marksizm daha ileri giderek þöyle der: Dinle nasýl savaþacaðýmýzý bilmeliyiz, bunu yapabilmek için de inancýn ve dinin kökenini kitlelere
maddeci bir biçimde açýklamalýyýz. Dinle savaþ, soyut ideolojik öðütler çerçevesinde kalamaz, bu tür sýnýrlý öðütlere indirgenmemelidir.
Dinle savaþ, dinin toplumsal kökenini ortadan kaldýrmayý amaçlayan
sýnýf hareketinin somut uygulamasýyla baðlanmalýdýr. Din etkisini neden en çok geri kalmýþ þehir proletaryasý, yarý-proletarya ve köylü
kitlesi üzerinde göstermektedir? Burjuva ilerici aydýnlarý, radikaller
ve burjuva maddecileri bu soruya “cahil olduklarý için” diye cevap
verirler. O zaman da “kahrolsun din, yaþasýn dinsizlik! Ateist görüþleri
yaymak baþlýca görevimizdir”– diye haykýrmaya baþlarlar. Marksistler ise, bunun doðru olmadýðýný, aldatýcý bir görüþ olduðunu, dar
görüþlü burjuvalarýn fikri olduðunu söylerler. Bu görüþ dinin kökenini
yeterince açýklamaz, açýklar da, maddeci biçimde deðil, ülkücü biçimde açýklar. Modern kapitalist ülkelerde bu kökler genellikle toplumsaldýr. Bugün dinin en derine uzanan kolu, emekçi kitlelerin toplumsal
ezikliði ve hergün her saat emekçilere en dayanýlmaz acýlarý, savaþ,
deprem vb. doðal afetlerden çok daha beter kahýrlarý çektiren kapitalizmin karanlýk güçleri karþýsýndaki çaresizliðidir.
“Tanrýlarý korku yarattý”. Sermayenin kör –halk kitleleri tarafýndan önceden sezilemediði için kör– gücünün korkusu yani proletaryanýn küçük-esnafýn yaþamýnýn her adýmýnda “ansýzýn”, “beklenmedik” ve “rastlantýsal” bir yýkýntý, yok olma, yoksulluk, fahiþelik, açlýktan ölmek gibi tehlikeler yaratan gücün korkusu, modern dinin
kökenidir. Maddeciler anaokulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa,
öncelikle bunu hatýrdan çýkarmamalýdýrlar. Kapitalist düzenin aðýr iþi
altýnda ezilen ve kapitalizmin kör, yýkýcý güçlerinin insafýna baðlý olarak yaþamýný sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karþý savaþmayý,
sermaye egemenliðinin her türlüsüne karþý birlikte, örgütlü, planlý ve
bilinçli bir savaþ vermeyi kendi kendilerine öðrenmedikleri sürece,
hiçbir eðitici kitap bu kitlelerin kafasýndaki din inancýný çürütemez.
Bu, dine karþý olan eðitici kitaplarýn zararlý veya gereksiz olmasý mý demektir? Hayýr hiç de deðil. Bu demektir ki Sosyal-Demokrasinin ateist propagandasý, temel ödevine yani sömürülen kitlelerin
sömürücülere karþý sýnýf mücadelesini geliþtirmek ödevine baðlanmalýdýr. Diyalektik maddecilik ilkelerini, yani Marks ve Engels’in felsefesini yeterince incelememiþ olanlar bu öneriyi anlayamazlar: (ya
da en azýndan ilk bakýþta kavrayamazlar). “Nasýl olur bu” derler.
“Binlerce yýldýr süregelen kültür ve ilerlemenin bu düþmanýna (dine)
karþý yürütülecek ideolojik propaganda, belirli görüþlerin öðretisi ve
verilecek mücadele, sýnýf mücadelesine, yani ekonomik ve siyasal
alanda belirli amaçlara yönelik bir mücadeleye mi baðýmlanacak?”
derler.
12
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bu tür sözler, Marksist diyalektiðin kavranmamýþ olduðunu
kesin kanýtlayan karþý çýkýþlardýr. Bu tür çýkýþlarý yapanlarý þaþýrtan
çeliþki, gerçek yaþamdaki gerçek bir çeliþkidir. Yani uydurulmuþ deðil de, diyalektik olan çeliþkidir. Kuramsal ateizm propagandasý, yani
proletaryanýn belirli kesimlerindeki dinsel inancýn yýkýlmasý ile bu
kesimlerin sýnýf mücadelesinin baþarýsý, ilerlemesi ve koþullarý oranýnda kesin bir ayrým yapmak demek, diyalektiðe aykýrý düþünmek,
göreceli ve deðiþken bir sýnýrý kesin bir sýnýra dönüþtürmek, gerçek
yaþamda çözülmez biçimde baðlantýlý olan birþeyi zorla birbirinden
koparmak demektir. Bir örnek verelim. Diyelim ki, belirli bir bölgede
ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya, biri sýnýf bilinci
oldukça geliþmiþ ve kuþkusuz ateist olan Sosyal-Demokratlar, ikincisi köyle ve köylülükle iliþkilerini henüz koparmamýþ olan, tanrýya
inanan, kiliseye giden, hatta – bir Hýristiyan sendikasý örgütlemekte
olan yerel papazýn etkisindeki geri kalmýþ iþçiler olmak üzere ikiye
bölünmüþ olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele
bir grev sonucunu doðurmuþ olsun. Bu durumda bir Marksiste düþen
görev, grevin baþarýya ulaþmasýný herþeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede iþçilerin ateistler ve Hýristiyanlar olarak ikiye bölünmesine
kesinlikle karþý çýkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktýr. Proletaryanýn geri kalmýþ kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endiþelerden deðil, modern kapitalist toplum
koþullarýnda Hýristiyan iþçilerin Sosyal Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlý olabilir. Böyle bir anda ve
böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, iþçilerin grevdeki tavýrlarýna göre deðil de, dinsel inançlarýna göre bölünmelerini isteyen
papazlarýn ekmeðine yað sürmek demektir. Ne olursa olsun tanrýya
savaþ açýlmasýný isteyen bir anarþist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardým ediyor demektir (ki anarþistler uygulamada her zaman
burjuvaziye yardým ederler). Bir Marksistin materyalist olmasý, yani
dine karþý olmasý gerekir; ancak, bir diyalektik materyalistin dine
karþý mücadeleyi soyut, kuramsal, deðiþmez bir biçimde deðil de,
uygulamada sürmekte olan ve kitleleri herþeyden iyi eðiten sýnýf mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir. Bir
Marksist, somut durumu bir bütün olarak gözlemlemeli, anarþizm ile
oportünizm arasýndaki (göreceli, deðiþken olan ama mutlak varolan) sýnýrý ayýrt edebilmelidir. Bir Marksist hiçbir zaman ne anarþistlerin
soyut, sözde kalan, gerçekte ise boþ “devrimciliði”ne, ne de dinle
mücadeleye sýrt çeviren, bunun görev olduðunu unutan, Tanrýya inanmayý kabullenen, davranýþlarýný belirlerken sýnýf mücadelesini deðil de kimseyi kýrmamak incitmemek “beni sokmayan yýlan bin
yaþasýn” kuralýný bozmamak endiþesiyle davranan küçük-burjuva ya
da liberal aydýnlarýn oportünizmine aldanmamalýdýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
13
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sosyal Demokratlarýn din konusundaki tutumlarýyla ilgili bütün
sorunlar bu açýdan ele alýnmalýdýr. Örneðin bir papazýn Sosyal Demokrat Partiye üye olup olamayacaðý sorusu sýk sýk ortaya atýlýr ve
bu soruya da genellikle Avrupa Sosyal Demokrat Partilerinin deneyi
kanýt getirilerek belirsiz, kesinlikten uzak olumlu cevap verilir. Oysa
Avrupa’daki deney, sadece iþçi hareketine Marksist doktrin uygulanmasýnýn deðil, ayný zamanda Rusya’da bulunmayan özel tarihsel
koþullarýn (bu koþullardan daha sonra ayrýntýlý olarak söz edeceðiz)
sonucu olmuþtur. Bu nedenle, bu soruya kesinlikten uzak bir olumlu
cevap vermek yanlýþ olur. Papazlarýn Sosyal Demokrat Partiye üye
olamayacaklarý da, olabilecekleri de kesinlikle söylenemez. Bir papaz gelip de, ortak siyasal çalýþmamýza katýlmak ister, parti görevlerini dürüstçe yapar ve Parti programýna karþý çýkmazsa Sosyal Demokratlarýn safýna katýlmasý olumludur. Çünkü bu dinsel inançlarý
arasýndaki çeliþki sadece kendisini ilgilendiren bir olay, kiþisel çeliþkisi
olacaktýr. Üstelik bir siyasal örgüt, üye alýrken onlarýn görüþleri ile
kendi programý arasýnda bir uzlaþmazlýk olup olmadýðýný araþtýrma
durumunda deðildir. Aslýnda böyle bir durum Rusya’da kesinlikle
olanaksýz olmasý yaný sýra, Batý Avrupa’da bile ender görülen, olaðanüstü bir olaydýr. Ama diyelim ki, bir papaz Sosyal Demokrat Partiye
üye oldu da, sonra Parti içinde din propagandasý yapmaya kalkýþtý,
iþte o zaman Parti onu kesinlikle ihraç edecektir. Bize düþen, sadece
Tanrýya inancýný sürdüren iþçileri Sosyal Demokrat Partiye almak deðil, özellikle bunlarý partiye kaydetmeye çalýþmaktýr. Onlarýn dinsel
inançlarýna karþý çýkmamalýyýz, ama onlarý kendi programýmýzýn ruhuna uygun olarak eðitmek için, programýmýza karþý etkin bir mücadeleye yol açmamak için bu tür iþçileri saflarýmýza kaydetmeliyiz.
Parti içinde düþünce özgürlüðüne hak tanýrýz. Ancak bu özgürlük,
gruplaþma özgürlüðüyle belirlenen sýnýrlý bir özgürlüktür. Yoksa Parti
çoðunluðunun karþýt olduðu görüþleri yaymaya çalýþanlara el verecek deðiliz.
Bir baþka örnek daha alalým. Sosyal Demokrat Partinin bütün
üyeleri, hiçbir ayrým gözetmeksizin, “sosyalizm benim dinimdir” dedikleri için ve bu söze uygun görüþleri yaymaya çalýþtýklarý için eleþtirilip kýsýtlanmalý mýdýr? Hayýr! Bu durumda Marksizmden (bunun doðal
sonucu olarak sosyalizmden) bir sapma olduðu tartýþma götürmez,
ne var ki bu sapmanýn anlamý, göreceli önemli durumlara göre deðiþir.
Ýþçilerle konuþan birinin, sözlerini daha iyi anlatmak, konuya daha
kolay girmek, görüþlerini geri kalmýþ kitlelerin alýþýk olduklarý çerçeve içinde aktarabilmek amacýyla bu tarzda konuþmasý bir olaydýr. Bir
yazarýn “Tanrý yaratmak”tan ya da tanrý yaratan sosyalizmden (Lunacharski ve arkadaþlarý örneði) sözetmsi çok daha baþka bir olaydýr. Birinci örnekte herhangi bir kýsýtlama, konuþmacýnýn özgürlüðünü,
“pedagojik” yöntemlerini seçme özgürlüðünü baltalayýcý bir tutum
14
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
olduðu halde, ikinci örnekteki parti kýsýtlamasý gerekli bir davranýþ
olur. Kimileri için “sosyalizm bir dindir” sözü, dinden sosyalizme geçiþin bir biçimidir, kimileri için de sosyalizmden dine bir dönüþümdür.
Þimdi de Batý’da “din kiþisel bir sorundur” savýnýn oportünist
yorumuna yol açan koþullarý ele alalým. Kuþkusuz buna yol açan
koþullar bir bütün içinde, iþçi sýnýfý hareketinin çýkarlarýný geçici çýkarlar adýna feda etmek gibi oportünist davranýþlarýn tümüne yol
açmýþ olan koþullardýr. Proletaryanýn partisi devletin dini kiþisel bir
sorun olarak belirlemesini ister, ancak halkýn afyonu niteliðindeki
dini, dinsel batýl inançlara karþý savaþý “kiþisel sorun” olarak görmez.
Oysa oportünistler sorunu saptýrarak, Sosyal Demokrat Partinin dini
kiþisel bir sorun gibi yorumladýðý izlenimini uyandýrmaya çalýþýrlar.
Din konusundaki konuþmayý tartýþýrken Duma’daki grubumuz
tarafýndan açýklýða kavuþturulmamýþ olan bir baþka durum da, oportünist saptýrmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarýnýn din konusundaki bugünkü aþýrý kayýtsýzlýklarýna yol açan özel tarihsel koþullarýn da varlýðýdýr. Bu koþullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaþmak
görevi, tarihsel açýdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batýda burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çað düzenine karþý giriþtiði kendi
devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiþ (ya
da engellemiþtir). Gerek Fransa’ da, gerek Almanya’da burjuvazinin
dinle savaþma geleneði vardýr ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach’tan) çok önce baþlamýþtýr. Rusya’da ise, burjuva
demokratik devrimimizin kendine özgü koþullarý nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle iþçi sýnýfýnýn omuzlarýna yüklenmiþtir.
Ülkemizdeki küçük-burjuva demokrasisi (Narodnikler) bu konuda
(Vekhi’de yazan Kara Yüz Kadetler veya Kadet Kara Yüzler’in sandýðý
gibi) gereðinden fazlasýný deðil, Avrupa’da yapýlmýþ olanla
karþýlaþtýrýldýðýnda yeterinden çok daha azýný yapmýþtýr.
Öte yandan, burjuvazinin dinle savaþma geleneði, Avrupa’da
bu savaþýn anarþistler (burjuvaziye þiddetle saldýrmalarýna karþýn, aslýnda burjuva dünya görüþünün yanýnda yer aldýklarý, Marksistler tarafýndan defalarca belirtilen anarþistler) tarafýndan saptýrýlmasýna yol
açmýþtýr. 1880’lerde Latin ülkelerinde anarþistler ve Blanqusitler, Almanya’da (Dühring’in öðrencisi olan) Most ve onu izleyenler, Avusturya’da anarþistler, dine karþý savaþta devrimci söylevleri aþýrýlýða götürmüþlerdir. Þimdi ise Avrupalý Sosyal Demokratlarýn, anarþistlerle
karþýlaþtýrýldýklarýnda, iþi öteki uca çekmelerine þaþmamak gerekir.
Bunun nedeni anlaþýlabilir ve belirli ölçüde hoþ görülebilir. Fakat Rusya’daki Sosyal Demokratlarýn Batýnýn kendine özgü tarihsel koþullarýný
akýldan çýkarmalarý doðru olmaz.
Ýki yönlü olduðunu belirttiðimiz koþullarýn ikinci yönü de þudur:
Batýda, ulusal burjuva devrimleri sona erdikten sonra, az çok dinsel
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
15
KURTULUÞ CEPHESÝ
özgürlük saðlandýktan sonra, dine karþý demokratik savaþ yürütme
sorunu, burjuva demokrasisinin sosyalizmle mücadelesi sýrasýnda öylesine geri plana itilmiþtir ki, burjuva hükümetleri kasýtlý olarak dine
karþý sözüm ona liberal bir “saldýrý” örgütleyerek kitlelerin dikkatini
sosyalizmden uzaða çekmeye çalýþmýþlardýr. Almanya’daki Kulturkampf’ýn ve Fransa’da burjuva cumhuriyetçilerin dine karþý mücadelesi bu tür olaylardýr. Burjuvazinin, iþçi sýnýfý kitlelerinin dikkatini sosyalizmden uzaklaþtýrmak amacýyla dine karþý giriþtiði mücadele, bugün Batýlý Sosyal Demokratlarýn din savaþýna “kayýtsýz” duruma gelmelerine yol açmýþtýr. Bu da kolayca açýklanýr ve anlaþýlýr bir olaydýr,
çünkü Sosyal Demokratlar burjuva din karþýtlýðý ile Bismarck’cý tutumun karþýsýnda din savaþýný sosyalizm mücadelesine baðýmlý kýlmak
zorunda kalmýþlardýr.
Rusya’da ise koþullar oldukça baþkadýr. Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Bu nedenle, orta çaðýn
tüm kalýntýlarýna ve bu arada eski resmi dine ve bunu canlandýrma,
yeniden biçimlendirme yolundaki tüm giriþimlere karþý yürütülecek
mücadeledeki ideolojik öncü de proletaryanýn partisi olmalýdýr. Bu
yüzden, Engels dinin kiþisel bir sorun olduðunu devletin belirlemesi
yerine, Sosyal Demokratlarýn ve partilerinin bu beyanda bulunmalarýndaki oportünizme çatarken oldukça ýlýmlý olmasýna karþýn, bu sapmanýn Rus oportünistleri tarafýndan ithaline yüz kat daha sert karþý
çýkardý.
Duma grubumuz, Duma kürsüsünden dinin halkýn afyonu olduðunu açýklamak ve böylelikle Rus Sosyal Demokratlarýnýn din konusundaki bütün sözlerine temel saðlamakla doðru davrandýlar. Ýþi
daha ileri götürüp, ateizm tartýþmasýnýn ayrýntýlarýna inmeleri gerekir
miydi? Gerektiði kanýsýnda deðiliz. Böyle bir tutum, proletaryanýn partisini din mücadelesini abartýyor durumuna düþürebilir, din konusunda
burjuvazinin mücadelesi ile sosyalist mücadele arasýndaki ayrýmý gözden silebilirdi. Kara Yüz Dumasýndaki Sosyal Demokrat grubun ilk
görevi baþarýyla yerine getirilmiþtir.
Sosyal Demokratlarýn ikinci ve belki de onlar için en önemli
görevi, yani kilisenin ve din adamlarýnýn iþçi sýnýfýna karþý açýlan savaþta
Kara Yüz hükümetini ve burjuvaziyi destekleyerek aldýklarý sýnýfsal
tavrý kitlelere açýklamak görevi de baþarýyla gerçekleþtirilmiþtir.
Kuþkusuz bu konuda daha pek çok þey söylenebilir. Sosyal Demokratlar da bundan sonraki konuþmalarýnda yoldaþ Surkov’un dediklerini nasýl geliþtireceklerini de bileceklerdir. Surkov’un konuþmasý þimdiki haliyle de kusursuzdur ve bu konuþmayý bütün parti örgütlerinin
yaymasý Partimizin kesin görevidir.
Üçüncü görev, Alman oportünistlerinin sýk sýk saptýrdýklarý “din
kiþisel bir sorundur” önerisinin doðru anlamýný ayrýntýlarýyla açýklamaktý. Ne yazýk ki, Yoldaþ Surkov bunu yapmadý. Bu konuda Duma gru-
16
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
bumuzun daha önceki çalýþmalarýnda yoldaþ Belousov tarafýndan
bir yanlýþ yapýlmýþ ve bu yanlýþ o zaman Proletarya’da yansýtýlmýþ olduðu için yoldaþ Surkov’un bu konuya deðinmemiþ olmasý üzücüdür. Duma grubundaki konuþmalar göstermektedir ki, ateizm
tartýþmasý, dinin kiþisel sorun olmasý isteðinin doðru yorumlanmasý
zorunluluðunu ortaya çýkarmýþtýr. Bütün Duma grubunun yanlýþý için
sadece yoldaþ Surkov’u suçlayacak deðiliz. Üstelik, bu noktada sorunu yeterince açýklýða kavuþturmadýðýmýz ve Alman oportünistleri karþýsýnda Engels’in tutumunu Sosyal Demokratlara yeterince anlatamadýðýmýz için bütün Partinin suçlu olduðunu da itiraf etmek zorundayýz. Duma grubunda tartýþma göstermektedir ki, bu sorun üzerinde
Marks’ýn öðretilerini hiçe saymak gibi bir tutum deðil, tamamen bir
yanlýþ anlama söz konusudur ve bu yanlýþýn grubun bundan sonraki
konuþmalarýnda düzeltileceðine inanýyoruz.
Yoldaþ Surkov’un konuþmasýnýn bütünüyle kusursuz olduðunu ve bütün örgütler tarafýndan yayýlmasý gerektiðini bir kere daha
tekrarlýyoruz. Duma gurubu bu konuþmayý tartýþýrken Sosyal Demokrat olarak görevini yerine getirdiðini göstermiþtir. Grupla Partiyi daha
yakýnlaþtýrmak, grubun zor koþullarda çalýþmalarýný Partiye aktarmak
ve Parti ile Duma grubunun çalýþmalarý arasýnda ideolojik bütünlük
saðlamak amacýyla, Duma grubundaki tartýþmalarýn parti yayýn organlarýna daha çok yansýtýlmasý dileðimizdir.
V. Ý. Lenin
Proletary, Sayý: 45
13 (26) Mayýs 1909
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
17
KURTULUÞ CEPHESÝ
Ýslamcý Radikalizm:
Þeriatçýlýk
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 12, Mart 1993
Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok’un öldürülmelerinden iki
yýl sonra, 24 Ocak 1993 günü Uður Mumcu’nun öldürülmesi, “radikal
islamcýlar”ý bir kez daha gündeme getirmiþtir.
“Müslüman bir ülke”de “salyangoz satýcýsý”na benzeyen ve
oligarþinin bir dizi operasyonlarýyla –açýk ya da gizli örgütlülüklerini–
yitiren küçük-burjuva milliyetçi-devrimcilerinin bireysel aydýn düzeyinde kalmýþ son birkaç bireyinden bu üçünün öldürülmeleri, kaçýnýlmaz olarak islamiyet üzerine vaazlar vermekten çok, þeriatçýlýk
üzerinde daha dikkatle durulmasýný gerektirmektedir.
Turan Dursun’un (“faailleri þimdilik bulunmuþ” olsa da) ayný
þeriatçý kesimler tarafýndan öldürülmüþ olmasý, sorunun sadece milliyetçi-devrimci kesimin laiklik temelinde (“kemalist-laikçiler”)
þeriatçýlarla girdikleri bireysel mücadelenin ürünü olmadýðýný
göstermiþtir.
Uzun yýllar önce, 1969’da Ýmren Öktem’in cenaze töreninden
baþlayan þeriatçýlarýn küçük-burjuva aydýnlarýna yönelik saldýrýlarý, 22
Þubat 1970’deki Kanlý Pazar olayý ile kitleselleþmesi ve ayný yýlýn sonunda devrimci Battal Mehetoðlu’nun Cuma namazýndan çýkan þeriatçýlar tarafýndan öldürülmesiyle geniþlemesi, 1975’lerden itibaren MHP’
li faþist milislerin saldýrýlarýnýn yoðunlaþmasýyla uzun süre ülkemiz
18
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
solunun gündeminden çýkmýþtýr.
1980 sonrasýnda 12 Eylül generallerinin “anti-komünist güç”
olarak þeriatçýlarý özel olarak güçlendirmesi, solda fazlaca önemsenmezken, kimi çevrelerin kemalist-laikçilerin islamcýlarla çatýþmasý
olarak konuyu küçümsemesi de eklenince yýllar solda tam bir “tarafsýzlýk” yaratmýþtýr.
Bu “tarafsýzlýk”, ulusal harekette “din silahýnýn kullanýlmasý gerektiði” þeklindeki pragmatik anlayýþla birleþerek ve de Ýran “devrimi”nin “anti-empreyalizmi” ile beslenerek yalýn bir taraflýlýk görünümü
bile vermeye yönelmiþtir. Böylece herþey birbirine karýþmýþ, kimin
ne yapacaðýnýn bilinmediði, dolayýsýyla her kafadan bir sesin çýktýðý
bir politik-ideolojik belirsizlik solda egemen olmuþtur.
Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve son olarak da Uður Mumcu’nun þeriatçýlar tarafýndan öldürülmesi karþýsýnda, doðrudan sol
örgütlerin açýk unsurlarýný ya da kendine “Marksist” diyen küçükburjuva aydýnlarýný hedeflemediði için “sessiz kalýnmasý”, þeriatçýlýðýn
devrim mücadelesinde ve devrimci iktidar koþullarýnda bir “sorun”
olmayacaðý kanýsýnýn yeni yetiþen devrimci kuþakta yaygýnlaþmasýna
neden olacaðý ve hatta olduðu bile düþünülmez oldu.
Oysa gerek 12 Eylül öncesi faþist milis saldýrýlar, gerekse 196570 arasýndaki þeriatçý saldýrýlar bu tür “sol-Marksist” bireylere kolay
kolay yönelememiþtir. Bedrettin Çömert, Prof. Bedri Karafakioðlu,
Prof. Cavit Orhan Tütengil, Orhan Yavuz gibi bireylere yönelebilen,
CHP milletvekili öldürebilen, Abdi Ýpekçi’yi MÝT iþbirliði ile vuran faþist
milisler soldaki örgütlerin unsurlarýna ayný saldýrýyý yöneltememiþlerdir.
Çünkü buralara yönelik saldýrýlar, hem teknik olarak olanaksýzdý, hem
de istenilen amaca ulaþmaya hizmet etmeyecekti. Bu durumda bir
bütün olarak sol, bu cinayetler karþýsýnda belli bir ortak tavýr geliþtirememiþtir. Her zaman bu bireylerin devrimci mücadeleyle olan iliþkisi,
devrimci örgütlerle olan yakýnlýðý gözetilmiþtir. Ama hiçbir zaman
devrimin demokratik niteliði hesaba katýlmamýþtýr. Gene de her koþulda bu cinayetler toplumu her yönden etkilemiþtir.
12 Eylül sonrasýnda, bu tarihsel zemin üzerinde baþlayan antikemalist moda, Ýran’ýn Amerikan emperyalizmi ile olan çatýþmasýnýn
etkisiyle birleþerek “hoþgörü” havasýnýn yayýlmasýna neden olmuþtur.
Oysa, ülkemiz solunda, gerek ülkemiz devriminin demokratik niteliði, gerekse Ýran’ýn anti-Amerikancý tutumunun feodalite ile olan
iliþkisi yer yer ortaya konulmuþtur.
Devrimimizin demokratik niteliði, ayný zamanda devrimci iktidarýn laik olmasýný zorunlu kýlar. Öte yandan Marksist-Leninistler için,
din, egemen sýnýflarýn halk kitlelerini uyutmak için kullandýðý bir afyon olduðu tartýþma götürmez gerçeklerdir. Ama ülkemiz solunda
bunlar sadece laftýr!
“Nüfusunun %99’u müslüman olan bir ülkede” diye baþlayan
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
19
KURTULUÞ CEPHESÝ
konuþmalar, devrimci propagandada din konusunun “tali” kýlýnmasýný
gerektirdiði, kitleye “tanrý yoktur”, “din afyondur” diye gitmenin “çocukluk” olduðu, kitleleri devrimcilerden uzaklaþtýrdýðý vb. sözlerle
yýllar boyu devam etmiþtir. Sonunda birilerinin Latin-Amerika’nýn “gerilla papazlarý”na özenerek “gerilla imamlar” için özel örgütler kurmaya ve bunun için özel teoriler geliþtirmeye yönelmesi hiç de þaþýrtýcý
olmamaktadýr.*
Bugün ülkemizdeki þeriatçýlar açýkça laikliðe karþýdýrlar ve bunu her fýrsatta açýklamaktadýrlar. Üstelik laiklik konusunda kemalist
olan ya da olmayan ayrýmý yapmamaktadýrlar. Laikliðin, Avrupa’da
burjuva devrimleriyle birlikte, feodal toplumun temel iktidar odaklarýndan birisi olan kiliseyi iktidardan uzaklaþtýrma mücadelesinde ortaya çýkmýþ bir belirleme olmasý gerçeði, ayný zamanda dinsel örgütlenmelerin (ister þeriatçý müslümanlar olsun, isterse klaerist hiristiyanlar olsun) anti-laissizmin iktidar olma amacýný ifade ettiði tarihsel temelde ortaya koymaktadýr.
Dinsel bir ideoloji olarak þeriatçýlýk, ülkemizde oligarþinin biçimsel laikliði koþullarýnda gerçek karþýtýný Marksizm-Leninizmde bulmasý son derece doðaldýr. Bu yüzden her Marksist, er ya da geç þeriatçýlarla bir mücadeleye girmeksizin iktidarýn ele geçirilemeyeceðini
ya da geçirildiði koþullarda bu mücadelenin kaçýnýlmaz olacaðýný
hesaba katmak zorundadýr. (Tabi sözümüz Marksist-Leninistleredir.
Kendini solcu zannedip, “radikal müslümanlar”la solun ittifak kurmasýný saðlamaya çalýþmýþ M. Belge, Ýskender Savaþýr gibilerine deðil.)
Gene de bunlar tek baþýna ülkemizdeki þeriatçýlýðýn bütün
boyutlarýný ortaya koymaya yeterli deðildir.
Anadolu hareketi ile hilafetin ortadan kaldýrýlmasýndan 1979
yýlýna kadar þeriatçýlýk kendisini kýsmi ayaklanmalarla ortaya koymakla birlikte –ki en önemlisi Suriye’deki Hama ayaklanmasýdýr–
hiçbir dönemde iktidarý ele geçirememiþtir. Ýran’da mollalarýn iktidara gelmeleri bu nedenle þeriatçý kesimler açýsýndan bir dönüm noktasý olarak ortaya çýkmýþtýr.”Radikal müslümanlar” ya da “radikal
islamcýlar” olarak Batý basýn-yayýn organlarýnca tanýmlanan Ýran’daki
molla rejimi bugüne kadar düzenin gözeneklerinde yaþayan ve egemen sýnýflar ile emperyalizmin icazetiyle faaliyet gösteren þeriatçýlara
* Bunlar içinde en ilginci, “müslümanlarý” kazanmak amacýyla olsa gerek, “Türkler”in Orta-Asya’dan Anadolu’ya gelmelerinden sonra “ilerici islamiyetin” “Türkler tarafýndan nasýl gericileþtirildiði” üzerine yapýlan teoridir. Türklere yönelik milliyetçi-ulusal
bir hareketin Türk düþmanlýðý yapmasý son derece doðaldýr. Son Bosna-Hersek olayýnda Sýrplar hemen hemen benzer gerekçeler ileri sürmektedir, tek farkla, bu kez düþman
müslümanlardýr. Ama bunu sol adýna ileri sürmek ve Ýslam radikalizmi adý altýnda
þeriatçýlýðýn kendi devletine sahip olarak faaliyet yürüttüðü bir dönemde özel bir teori
haline getirmek çok daha tehlikelidir. Bu konuda III. Enternasyonal’in tartýþma ve
kararlarý yeterince bilgi vericidir.
20
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
hem bir itme vermiþ, hem de bölünmelere neden olmuþtur.
Yukarda ifade ettiðimiz gibi, düzenin gözenekleri arasýnda
yaþamasýna izin verilen þeriatçýlar, ayný zamanda anti-komünist faaliyetlerdeki “deðerli katkýlarýndan dolayý” düzen tarafýndan sürekli kollanýrken, günümüzde baþlý baþýna bir iktidar alternatifi durumuna
yönelmiþlerdir. Özellikle geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde halkýn düzene
karþý tepkilerinin pasifize edilmesinde ek fonksiyonlar üstlenmiþ þeriatçýlýðýn iktidara yönelik hareketinin ortaya çýkmasý, ayný zamanda devrimci hareketin bir alternatifi olarak faaliyet göstermesini getirmiþtir.
Düne kadar düzen içinde, düzenin devrimlere karþý korunmasýnýn
ek gücü olan bu kesimlerin bu yeni yönelimi, ister istemez eski tarzda faaliyetlerinin deðiþmesini getirmiþtir. Son dönemde baþta Refah
Partisi olmak üzere tüm þeriatçý kesimlerin “radikal söylem” içine
girmeleri ve çokluk devrimci hareketin düzene yönelik eleþtirilerini
seslendirmeleri bu yönelimin ürünüdür. Kitlelerin devrimci mücadelelerde giderek yýprandýðý, askeri darbelerle kesintiye uðratýldýðý
ve iþkencelere maruz kaldýðý ülkelerde düzen tarafýndan kollanan bir
“radikal muhalefet”in etkisini geniþletmesi kaçýnýlmaz olmaktadýr.
Burada ister “radikal” olsun, isterse “ýlýmlý” olsun þeriatçý hareketin üç özelliðinin altý çizilmek zorundadýr.
Birinci özelliði, bu hareketin demokratik ve sosyalist devrime
karþý olmasýdýr. Bu, þeriatçýlýðýn kendi öznel ideolojik yaratýmý deðil,
hareketin kendi sýnýfsal niteliðinden kaynaklanan bir niteliktir. Ýran’daki
molla rejiminin sýnýfsal niteliðinin net biçimde ortaya koyduðu gibi,
bu hareket, müslümanlýðýn varolduðu ülkelerde biçimlenmiþ feodal
tüccar kesimlerin iktidar hareketidir. Bu kesimler, tarihsel olarak kapitalizm tarafýndan tasfiye edilmek durumundadýr. Ancak emperyalist aþamada, gerek burjuvazinin devrimci niteliðini yitirmesi, gerekse
emperyalizmin sömürge ve yarý-sömürge ülkelere ilk giriþinde yerli
egemen sýnýflarýn tümüyle ittifak kurmasý sonucu devrimci tarzda
tasfiye edilememiþtir. Bu ülkelerde burjuvazi kendi devrimini yapacak durumda deðildir ve bu görev proletaryanýn öncülüðünde gerçekleþtirilecek demokratik halk devriminin kapsamýna girmiþtir.
Ýkinci özelliði, temsil ettiði sýnýfýn karakteri gereðince, her zaman burjuvazi ile uzlaþabilmesidir. Günümüz baðlamýnda söylersek,
þeriatçý hareket sýnýfsal niteliði gereði, emperyalizm ve oligarþi ile uzlaþma özelliðine sahiptir. Bu kesimlerin “uyum-çatýþma” diyalektiði
içindeki hareketi, ayný zamanda onlarýn emperyalizm ve oligarþinin
çýkarlarýyla olan baðýmlýlýðýna dayanýr. Dolayýsýyla oligarþinin tüm siyasal iliþkileri içinde yer alabilme durumundadýr. Son dönemde Hizbullah olarak faaliyet gösteren þeriatçý kesimin “kontra-gerilla” ile
sözel baðlantýsý ne kadar muðlaksa, temsil edilen sýnýfýn oligarþi ile
“uyum”u o denli nesneldir.
Üçüncü özelliði, “ümmet” temelinde her türden sýnýfsal ve
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
21
KURTULUÞ CEPHESÝ
ulusal farklýlýðý yadsýmasý ve bu farklýlýk temelinde yürütülen faaliyetlere karþý olmasýdýr.
Hizbullah hareketi, “radikal islamcýlar”ýn, yani her çeþidinden
þeriatçýlarýn emperyalizm ve oligarþi ile uzlaþma ve onlarla birlikte
hareket etme özelliklerini açýk biçimde Kürt ulusal hareketi baðlamýnda göstermektedirler. Hizbullahçýlarýn Kürt ulusal sorununda ortaya çýkýþý tek boyutlu deðildir. Hizbullahçýlarýn karþý hareketi, yukarda
belirttiðimiz gibi, sýnýfsal niteliði gereði oligarþik devlet güçlerinin hareketi ile “uyum” içindedir. Bu nedenle bunlarýn doðrudan oligarþi
tarafýndan, onun gizli örgütleri aracýlýðýyla örgütlenmesi gerekmemiþtir.
Ayrýca yýllar boyu devletin özel kollamasý altýnda yaþamlarýný
sürdürmüþ þeriatçý kesimlerin devletle iþbirliði yapmalarý yeni deðildir.
Baþta da belirttiðimiz gibi 1970 yýlýnda bu kesimlerin devrimci
kitleye ve devrimcilere yönelik saldýrýlarý en üst boyutlara ulaþabilmiþtir.
Tüm bu saldýrýlarda polisin nasýl açýktan onlara destek verdiði
herkes tarafýndan bilinmektedir. Ama gene ayný dönemde, ayný
þeriatçý kesimler kendilerini devletle özdeþleþtiren küçük-burjuva aydýn kesime de saldýrmaktan geri durmamýþlardýr. Anayasa Mahkemesi Baþkaný Ýmren Öktem’in cenaze töreninde meydana gelen olay,
günümüzdeki silahlý saldýrýlarýn bir parçasý durumundadýr.
Bu yüzden Hizbullahçýlarýn özellikle PKK’lýlara yönelik eylemleri, bu kesimin sýnýfsal niteliði ve tarihsel evrimi bir yana býrakýlarak
tanýmlanamaz. Ayný þekilde Hizbullahçýlarýn devletle iliþkisini, devletin bir “iþi”, “becerisi” gibi göstererek ifade etmek, bu hareketin
amaçlarýný küçümsemek, hatta görmezlikten gelmek demektir. Hizbullah hareketi, genel olarak dinsel ideolojiyi kendisine dayanak yapan feodal tüccar-esnaf kesiminin Kürdistan’da oligarþinin olasý bir
otorite boþluðu koþullarýnda kendi iktidarlarýný kurmalarý yönündeki
tutumunun bir yansýmasýdýr. Ayrýca 1987-89 yýllarýnda Mardin, Cizre,
Þýrnak, Batman vb. yerlerde gerçekleþtirilen kepenk kapatma eylemlerinde, ayný kesimlerin PKK ile birlikte hareket ettikleri unutulmamalýdýr.*
Sözün özü, Hizbullah hareketinin ülkemizde kendini dýþa vurduðu gibi, þeriatçýlýk mevcut düzenin olduðu gibi korunmasýndan
yana bir geri sýnýf hareketidir; dolayýsýyla emperyalizmin her dönem* Olayýn ilginç boyutlarýndan birisi de Hizbullahçýlarýn kendilerini kitlelere maðdur
gibi göstermeye özel önem vermiþ olmalarýdýr. 1990 yýlýnda Hizbullahçý birinin PKK
tarafýndan öldürülmesi üzerine yayýnladýklarý bildiride, PKK’dan “kardeþ” olarak söz
etmeye özen gösterirken, PKK’nýn kendilerine yönelik saldýrýlarý durdurmasýný, aksi
halde karþýlýk verecekleri tehdidinde bulunmuþlardýr. Dergilerinde bu bildiriyi yayýnlarken, ayný zamanda sola iþbirliði çaðrýlarý yapýyorlardý ve buna tek yanýt veren Ý.
Savaþýr, M. Belge gibi hikmeti kendinden menkul kiþiler olmuþtur. Tabi PKK’nin “yurtsever din adamlarý” örgütü kurmaya yönelmesi bir yanýt olarak ele alýnmazsa.
22
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
de devrimci mücadeleye karþý kullanabileceði ve kullandýðý bir güçtür. 12 Eylül öncesinde açýkça görüldüðü gibi, MHP’li faþist milislerin
devletle iliþkisi ile Hizbullahçýlarýn devletle iliþkisi bir ve aynýdýr.
Hizbullahçýlar açýsýndan da olsa, bu kesimlerin devletle iliþkilerini irdelediðimizde karþýmýza her zaman çýkan temel olgu, ister
siyasal partiler aracýlýðýyla olsun, isterse doðrudan devlet aygýtýnýn
kendi iç mekanizmalarý aracýlýðýyla olsun, mevcut düzenin korunmasýdýr. Sadece Hizbullahýn Batman bölgesinde örgütlenmesinin onlarca yýllýk bir faaliyetin ürünü olduðu bilinmektedir. 1978 Aralýk ayýnda
meydana gelen Maraþ Katliamý arifesine kadar “Maraþ Vali vekili”
olan Abdülkadir Aksu’nun, ayný zamanda Özal Hükümetinde Ýçiþleri
Bakaný olmasý sýradan bir olay deðildir. Keza Abdülkadir Aksu’nun
Batmanlý olmasý da sadece “tesadüf” olarak açýklanamaz. Öte yandan I. ve II. MC iktidarlarýnda MSP’nin Ýçiþleri Bakanlýðýný üstlenmiþ
olmasý da raslantý ya da “koalisyon pazarlýðýnýn bir sonucu” deðildir.
Ve gene tüm bu süreçte þeriatçýlar ile faþistlerin sürekli iþbirliði yapmalarý da diðer önemli bir olgudur.
1991 Ekim seçimlerinde RP ile MÇP’nin “Kutsal Ýttifak” olarak
seçime katýlmalarý bu kesimler arasýndaki iliþkilerin bir sonucudur.
1970’lerde þeriatçý kesimlerin tabanýndan MHP’ye yönelik kaymalar,
1980 sonrasýnda ters yönde geliþmiþtir. Bu da iki kesimin iliþkilerinin
sadece ortak hareket etme ile sýnýrlý olmayýp, ayný zamanda kadrosal açýdan da birbirlerine yakýn olduðunu gösterir.
Görüldüðü gibi, olaylarýn geliþimi uzun bir döneme yayýlmakta ve bir bütün olarak þeriatçýlýk faaliyetleri olarak birleþmektedir.
Bunlarýn kendi içinde deðiþik guruplara ayrýlmalarý ve deðiþik tarikatlar ya da örgütler olarak farklýlaþmalarý, olayýn bütünsel bir þeriatçýlýk
olayý olmasýný ortadan kaldýrmamaktadýr.
Bu yüzden þeriatçýlýðý sadece Hizbullah olarak deðerlendirmek, dinsel ideolojinin sýnýfsal niteliðini (feodal) ve Ýslami tarikatlarýn
çeþitliliðini unutmak demektir.
Ýster adý “tarikat” olsun, isterse “hizip” (parti) olsun, tüm dinsel hareket örgütlenmeleri siyasal niteliktedir. Bu siyasal nitelik þeriatçýlýðýn özünü oluþturan “din devleti” olmasýndan gelmektedir.
“Dinin devletini kurma” hareketi olarak günümüzde faaliyet
gösteren deðiþik þeriatçý güçleri, tarihsel olarak Ýslamiyetin kuruluþundan beri var olan iç iktidar savaþlarýnýn bir özetidir. Sünnilere karþý Þiilerin hareketi ve tersi, sonal olarak iktidar mücadelesinden baþka
birþey deðildir. Yeri gelmiþken belirtelim, sünni-alevi çatýþmasý kimilerinin savladýðý gibi, köken olarak “ezen ile ezilen” ya da “zenginler
ile yoksullarýn” tarihsel mücadelesi deðildir. Þiilerin devlet iktidarlarýndan uzaklaþtýrýlmýþ olmalarý, devletin tüm ekonomik, toplumsal
ve kültürel yaþamý belirlediði bir toplumda, tarihsel olarak bu kesimlerin her türlü zenginlikten dýþlanmalarý sonucunu getirmiþtir. Dolayý-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
23
KURTULUÞ CEPHESÝ
sýyla zaman içinde Þii hareketi mevcut toplumsal yapýnýn en altýnda
yer alan topluluðun hareketi haline dönüþmüþtür. Salt bu dönüþüme
bakarak Þiiliðin “ilericiliði”ne atýf yapmak dinsel ideolojilerin gerici
niteliðini görmemekten öte, tasfiye olan sömürücü sýnýflarýn çýkarlarýna alet olmak demektir. Bugün ülkemizde Þii hareketini artan oranda
devlet denetimine ve icazetine baðlama çabalarýnýn yoðunlaþmýþ olmasý, bu hareketin kendi sýnýfsal temeline oturtulmasýndan baþka bir
þey deðildir. Bir hareketin kitle gücünün sýnýfsal niteliðine bakarak,
hareketin temsil ettiði sýnýfsal çýkarý belirlemek diyalektik materyalizme aykýrý olduðu her türlü tartýþmanýn dýþýndadýr.
Diyebiliz ki, ülkemiz gerçekliðinde, þeriatçý hareketin tarihsel
zeminini ve uzun yýllar süren faaliyetlerini bir yana býrakarak ve bu
hareketin siyasal niteliðini gözardý edilerek yapýlacak her deðerlendirme ve tavýr, devrimci kitle hareketini þeriatçýlýða karþý silahsýzlandýrmakla eþ deðerdedir. Son Batman olaylarýnýn ve Hizbullahýn PKK
kitlesine yönelik katliamlarýn gösterdiði gerçek, bu hareketlerin düzen içinde ve düzen tarafýndan desteklenerek düzene karþý her türden harekete ve kitleye yönelik bir güç olduðudur. Bu gücün karþýsýna
dinsel deðerlere sahiplenerek çýkmanýn, devrimci mücadeleyi “din
silahýný kullanmayý becerememekle” itham etmenin sözde söylendiði kadar kolay olmadýðýný günümüzde somut yaþam açýkça göstermektedir.
Ama þeriatçýlýða karþý takýnýlacak tutum, hiçbir biçimde 1970’lerin MHP’li faþist milislere takýnýlanla karýþtýrýlmamalýdýr. Her ne kadar
MHP de faaliyetlerinde dinsel motifleri, özellikle de devrimcilerin
dinsizliðini kullanmýþsa da, temeldeki ýrkçý-milliyetçilik belirleyicidir
ve sýnýfsal olarak tekelleþememiþ burjuvazinin çýkarlarýna hizmet etmektedir. Þeriatçýlar ise, asýl olarak kapitalizmin yukardan aþaðýya
doðru geliþtirilmesiyle tasfiye olan ve mülksüzleþen feodal-sömürücü sýnýflarýn çýkarlarýna hizmet etmektedir. Ancak kitlesel olarak
emperyalist üretim iliþkilerinin geliþmesine paralel olarak yoksullaþan
ve giderek de proleterleþmek durumunda bulunan köylülüðe dayanmaktadýr. MHP ile ortak bir kitle olmakla birlikte, bu kesimlerin “eski
günlerine” duyduklarý özlemi ancak þeriatçýlar karþýlayabilmektedir.
Ýran’daki molla iktidarýnýn gösterdiði gibi, eski düzenin yýkýlmaya yöneldiði koþullarda, yeniyi temsil eden devrimci güçlerin –ister
etkisizleþtirilmelerinden olsun, isterse kitlelerin devrim mücadelesinde yýpranmýþ olmalarýndan olsun– yeniyi yaratamadýklarý ya da
kitlelerin bu umudu yitirdikleri koþullarda, eskinin yeni biçimde ortaya konulmasý þeriatçý kesimleri iktidar alternatifi haline getirebilmektedir. Bu durum 12 Eylül sonrasýnda sol kitle içinde dinsel eðilimlerin
–bir süre için olsa bile– geliþmiþ olmasýyla belirginlik kazanmýþtýr. 12
Eylül öncesinin pek çok Kürt örgütü yönetici ve kadrosunun, 12 Eylül
sonrasýnda çeþitli tarikatlara yönelmeleri de diðer bir olgudur.
24
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bugün, bir bütün olarak devrimci mücadele þeriatçýlýk sorunuyla yüzyüzedir. Bu sorun karþýsýnda takýnýlacak tavýr kesinkes sýnýfsal olmak zorundadýr. Diðer yandan þeriatçýlýðýn geliþiminde yeniyi
temsil eden güçlerin, kitlelerin yýpranmýþlýðý koþullarýný, daha tam
deyiþle, kitlelerin yeninin yaratýlmasý sürecindeki dayanýklýlýðýnýn sýnýrlarý aþýldýðý yeri gözden kaçýrmamalýdýr. Bu yer ne denli psikolojik
olursa, o denli kolay aþýlabilir.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
25
KURTULUÞ CEPHESÝ
Paranýn Dini
CEPHE
Sayý: 1991/1
1980 yýlýnýn 24 Ocak günü ilan edilen yeni ekonomik kararlar
sonrasýnda gerçekleþen 12 Eylül askeri darbesiyle, zenginlerin daha
da zenginleþtiði yeni bir dönem baþlamýþtýr. Bu dönemde, iþbirlikçitekelci burjuvazinin önde gelen isimlerinden Sabancýlar'ýn, Koç'larýn
kârlarýný birkaç misline çýkardýklarý, artýk bir sýr deðildir. Bu durum,
günlük gazetelerde sýk sýk yer almaktadýr. Ancak ayný yerlerde pek
adýndan bahsedilmeyen, kimi zaman sadece piyasadaki ürünlerinin
adýyla tanýnan pek çok þirket sahibi de kârlarýný birkaç misline çýkarmýþlardýr.
24 Ocak Kararlarýyla, ülkemizde sömürüyü yoðunlaþtýran ve
sömürücü sýnýflar arasýnda belli bir düzenlemeye giden emperyalizm, bu giriþimleri sýrasýnda, kimi orta sermaye sahiplerini iflaslarla
karþý karþýya býrakmýþtýr. Özellikle büyük tekelci þirketlerin faaliyette
bulunduðu alanlarda küçük ve orta ölçekli iþletmelerin iflaslarý, istenilen bir durum olarak 24 Ocak Kararlarý'nda öngörülmüþtür. Ancak,
emperyalist tekellerin ve onlarýn yerli iþbirlikçilerinin faaliyette bulunmadýðý ya da sýnýrlý oranda faaliyet gösterdikleri alanlarda farklý
geliþmeler olmuþtur.
Bankalarý denetimlerinde tutan iþbirlikçi-tekelci burjuvazi, bu
yolla, kimi sermeye sahiplerini kendi disiplini altýnda tutarken, kimi-
26
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
lerini tasfiye edebilmektedir. Ama 1980 dünya kapitalist ekonomisinin buhraný koþullarýnda, kimi burjuvalarýn kendi finansmanlarýný kendilerinin bulmalarý teþvik edilmiþ, yer yer bu giriþimler karþýsýnda
“sessiz” kalmayý yeðlemiþler ve hatta zaman zaman bunlarý el altýndan desteklemiþlerdir.
Ülkemizde emperyalizme baðýmlý, çarpýk bir kapitalizmin egemen olmasý karþýsýnda sürekli olarak gerileyen ve giderek mülksüzleþen küçük ve orta-sermaye sahiplerinin bir kýsmý, tekelci burjuvazinin sýradan bir acentasý, daðýtýcýsý ya da bayisi haline gelirken; diðer
bir kýsmý, faaliyette bulunduklarý alanlarýn tekelci burjuvazinin faaliyet alaný olmamasýndan yararlanarak, kendilerini bu alanda tekelleþtirmeye çalýþmýþlardýr. Bunlarýn iþbirlikçi-tekelci burjuvaziyle olan
çeliþkileri, son tahlilde, tekelleþememelerinden kaynaklanmaktadýr
ve dolayýsýyla siyasal iktidar üzerindeki etkinliklerinin azalmasýyla keskinleþmektedir.
1980 öncesinin tekelleþememiþ sermaye çevreleri, emperyalizme baðýmlý olarak geliþen tekelci burjuvazi karþýsýnda, güçlerini
korumak için, politik alanda etkinlik kurmaya çalýþýyorlardý. Özellikle
Milli Selamet Partisi (MSP) çevresinde yürütülen siyasal faaliyetler,
koalisyon hükümetlerinde yer alarak, bu kesimlerin belli oranda devlet
olanaklarýndan yararlanmalarýný saðlamýþtýr. MSP'nin, MC hükümetlerinde yer almasý ve bu hükümetlerde, özellikle “Sanayi ve Teknoloji Bakanlýðý”ný elinde bulundurmasý, bu kesimlerin çýkarlarýnýn bir ifadesidir. Erbakan'ýn sürekli olarak sözünü ettiði “milli sanayi” demagojisinin arkasýnda yatan temel çýkar, bu tekelleþememiþ sermayenin
çýkarýdýr.
Milli Selamet Partisi, 12 Mart 1971 dönemi sonrasýnda tekelci
burjuvazinin siyasal alandaki egemenliðine bir tepki olarak kurulmuþtur. Anti-tekelci ve anti-faizci tutumu, aslýnda, tekellere ve faize karþý
olduðundan deðil, temsil ettiði orta-sermaye kesimlerinin iþbirlikçitekelci burjuvaziye mali yönden baðýmlý olmasýndan dolayýdýr. Parasal kaynaklarý elinde tutan tekelci burjuvazinin, istediði kesimleri yüksek faizlerle iflas ettirebilme gücüne sahip olmasý, ayný zamanda,
MSP'nin aðzýndan anti-faizci bir slogan ortaya atýlmasýný getirmektedir. Bu orta-sermaye kesimleri, güçlenebilmek için düþük faizli kredilere gereksinme duymaktadýr. Politik bir silah olarak “din” ile birlikte, köylülüðün geliþen emperyalist-kapitalist üretim iliþkileri karþýsýnda
yoksullaþmalarýnýn getirdiði tepkileri, tekelleþememiþ burjuvazinin çýkarlarýnýn gerçekleþtirilmesi için kitlesel bir güç olarak kullanmaktadýr.
Bu durum sadece ülkemize özgü deðildir. Tüm geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde, yukardan aþaðýya geliþen kapitalizm, hemen hemen
benzer durumlar ortaya çýkarmaktadýr. Emperyalizmin ülkelere ilk
girdigi sýrada, egemen sýnýf olan toprak aðalarý ve tefeci tüccar ke-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
27
KURTULUÞ CEPHESÝ
simleri, zaman içinde iþbirlikçi-burjuvazinin geliþmesine ve güçlenmesine paralel olarak zayýflamakta ve siyasal iktidarý yitirmektedir.
Kapitalizmin geliþmesi, bir yandan bu kesimleri ekonomik ve siyasal
olarak zayýflatýrken, diðer yandan köylüleri hýzla yoksullaþtýrmaktadýr.
Ýlk dönemde, yukardan aþaðýya geliþen kapýtalizmin yeni tüketim
mallarý karþýsýnda eski egemen sýnýflardan kopan köylülük, tekelci
burjuvazinin etkinliðine girmektedir. Ülkemizde 1950-60 döneminde
DP'nin yükseliþinin arkasýnda bu durum yatmaktadýr.
Ancak geliþen çarpýk kapitalizm, kentlerde ve kýrlarda, küçükburjuvaziyi mülksüzleþtirirken, diðer yandan orta ve küçük tüccar
kesimlerini de iflaslarla tasfiye etmektedir. Bunun sonucunda, kitlelerin, emperyalizme ve iþbirlikçi burjuvaziye karþý tepkileri yoðunlaþmaktadýr. Bu partiler, düzen içi partiler yoluyla iþbirlikçi-burjuvaziye
yedeklendikleri sürece, tepkiler pasifize edilebilmektedir. Ülkemizde küçük-burjuvazinin siyasal alanda kendisini “sosyal-demokrat”
bir parti ile ifade edebildiði koþullarda, bu tepkiler yön deðiþtirebilmektedir.
Yýllar içinde, emperyalizme baðýmlý olarak kapitalizmin geliþmesiyle sürekli olarak mülksüzleþen kesimlere, orta ve küçük-sermaye kesimlerinin de eklenmesiyle, iþbirlikçi-burjuvaziye karþý olan
tepkiler yoðunlaþmaktadýr. Ýþte bu son kesimler, “din” aracýný kullanarak sürekli eski konumlarýný yitiren kitleleri kendi çýkarlarý etrafýnda
siyasallaþtýrmak peþindedirler. “Eski” günlerin çaðrýþtýrýcýsý olan “din”,
böylece siyasal bir güç saðlamanýn bir aracý olmaktadýr. Özellikle sürekli olarak yoksullaþan köylüler, burada hedef kitle durumundadýr.
12 Eylül askeri yönetimi koþullarýnda, tekelci burjuvazinin yeni
tasfiyelere yönelmesi ve giderek oligarþi içinde tekliðe doðru bir politika izlemesi karþýsýnda, bir dönem için politik iliþkileri kullanarak
kendisini koruyabilen tekelleþememiþ burjuva kesimlerin tepkileri
yeniden yoðunlaþmýþtýr.
Ancak, ülkemizde sürdürülen devrimci mücadele karþýsýnda,
iþbirlikçi-tekelci burjuvaziyle birlikte ayný “kaderi” paylaþmak durumunda olan bu kesimler, belli oranda oligarþiyle uzlaþmaya varmýþlardýr. (Bu uzlaþmanýn ilk ürünü, Korkut Özal'ýn cezaevinden çýkartýlmasý
olmuþtur.) “Komünizme karþý din” sloganýyla kendisini devlet politikasý olarak dýþa vuran bu uzlaþma, 12 Eylül sonrasýnda her düzeyde
dinsel faaliyetin, özellikle tarikat faaliyetlerinin artmasýnýn temel nedeni olmuþtur. Bu uzlaþma, ayný zamanda, bu kesimlerin yeni finans kaynaklarý bulmak için gerekli yasalarýn, askeri cunta tarafýndan
çýkartýlmasýný da getirmiþtir.
Ýþte bu yasalarýn en önemlisi, Suudi Arabistan sermayesinin,
ülkede kendine özgü bir bankacýlýk sistemi kurmasýný saðlayan yasalar olmuþtur. Kendini “faizsiz banka” olarak tanýtan Finans Faysal
bunun ilk somut örneði olmuþtur.
28
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Özellikle Nakþibent tarikatý mensubu olan sermaye çevrelerinin 1980 sonrasýndaki geliþmeleri, bu bakýmdan özel bir yere sahiptir. K. Özal'ýn þahsýnda güncelleþen iliþkiler, oldukça geniþ bir að oluþturmaktadýr. Bu konuda tekelleþememiþ sermaye çevreleri için ve
rilebilecek en tipik örnek ÜLKER ÞÝRKETLER GRUBU'dur.
Kýrým göçmeni olan baba Ülker, gerçek adýyla Ýslam Berksan,
küçük çapta baþladýðý iþlerini giderek geliþtirmiþ, ancak hiçbir zaman orta boy iþletme olmaktan öteye geçememiþtir. “Hacýbey” olarak iþ piyasasýnda tanýnan baba Ýslam'ýn ölümünden sonra soyadlarýný
mahkeme kararýyla deðiþtiren oðullarý Asým ve Sabri Ülker'ler, kurduklarý deðiþik iliþkilerle þirketlerini geliþtirmiþlerdir. Ülker Gýda
Sanayi'nin baþýnda bulunan Sabri Ülker, bisküvi alanýndaki faaliyetlerini, 24 Ocak Kararlarý'ndan sonra ihracata yönelterek elde ettiði
teþviklerle geliþtirmiþ; özellikle Libya ve Kuveyt'e yönelen dýþ satýþlar
ve alýnan vergi iadeleriyle bir dizi yeni þirket kurmuþtur. Sabri Ülker'in
yönetiminde, Birlik Pazarlama, Ülker Beynelmilel Nakliyat, Formamak Ambalaj Maddeleri, Topkapý Makine, Polinas Plastik Sanayi,
Bomsaþ Mukavva ve Ýstanbul Dýþ Ticaret Þirketleriyle bir topluluk,
yani bir holding haline gelmiþtir.
Görüldüðü gibi, Ülker'lerin faaliyetlerini geniþlettikleri alanlar,
Tümüyle ana þirket olan Ülker Gýda Sanayi'yle ilgilidir. Oluþturulan
pazarlama þirketi ile ülke içinde kendi daðýtýmýný yapabilmektedir.
Bu yolla, çeþitli aracý kuruluþlarý, ya ortadan kaldýrmakta, ya da kendine baðlamaktadýr. Dýþ ticaret þirketi aracýlýðýyla, tekelci-ticaret burjuvazisine olan baðýmlýlýðýný azaltmaya çalýþýlýrken, nakliyat þirketi
aracýlýðýyla iç ticarat burjuvazisi karþýsýnda da ayný konumu elde etmektedir. Topkapý Makine þirketiyle, bisküvi fabrikalarýnýn gereksindiði makineleri ithal etmekte ve kýsmen de kendisi üretmektedir.
(Bu gibi durumlarda, çeþitli devlet teþviklerinden yararlanmaktadýrlar ve öte yandan imalat sanayinde tekel oluþturan iþbirlikçi-burjuvazi karþýsýnda görece avantaj saðlamaktadýrlar.) Bisküvi ve diðer ürünlerin paketlenmesinde kullanýlan plastik torbalar, Polisan Plastik Sanayi aracýlýðýyla saðlamak amaçlanýrken, ürünlerin büyük ambalajlamasýnda kullanýlan mukavva kutular, Bomsaþ Mukavva þirketiyle saðlanmaktadýr.
Tüm bu faaliyetleriyle Ülker'ler, toplam 5.000 iþçi çalýþtýran bir
gýda tekeli olmaya yönelmiþtir.
Buna benzer tarzda, asýl olarak, iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin
1971 yýlýndan itibaren sistemli olarak uyguladýðý, kendi daðýtým þebekesini kurmasý ve kendi aramallarýný kendisinin ithal etmesi þeklinde
Anadolu tüccarlarýna karþý hareketi söz konusu olmuþtur. Demirel'in
þahsýnda DYP ile baðlantý içinde bulunmalarýnýn, ama öte yandan
RP'ye (eski MSP'ye) karþý olmalarýnýn nedeni de bu geliþmelerdir.
Ülker'lerin, Özellikle Sabri Ülker'in böyle bir geliþmeyi saðlaya-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
29
KURTULUÞ CEPHESÝ
bilmesi için gerekli finansmaný (parayý) nereden bulduklarý sorusu
ise, tümüyle “din” ile “sermaye” ve “politika” iliþkisinin nasýl bir bileþime sahip olduðunu gösterecek niteliðe sahiptir.
Nakþibent tarikatý üyesi olan Sabri Ülker'in en önemli parasal
kaynaðý ve destekçisi Suudi Arabistan kraliyet ailesi olan Faysallar'dýr.
Bunun ülkemizdeki temsilcisi Finans Faysal'dýr.
Sabri Ülker, Finans Faysal'ýn yöneticisi ve “hissedarý”dýr. Bu
iliþkileriyle ucuza kredi bulabilmektedir.
Suudi Arabistan kraliyet ailesi ise, doðrudan Amerikan emperyalizminin denetimi altýndadýr ve iktidarlarýnýn güvencesi, koruyucusu Amerika'dýr. Ünlü petrol þirketi ARAMCO, bir ABD-Faysal ortaklýðýdýr. Ýþte, “müslüman sanayiciler”in parasal kaynaklarý böylesine açýk bir biçimde ABD emperyalizmine baðlýdýr.
Bu iliþki, ayný zamanda, ünlü RABITA iliþkisinin arkasýnda kimlerin bulunduðunu göstermektedir. Amerikalýlar'ýn Ýran'daki þeriat devletini göstererek, ülkemizde “islamcý çevrelere” daha geniþ siyasal
olanak tanýnmasýný istemelerinin nedeni de budur. Laiklikte fazla
“katý” olunmamasýný öneren Amerikan emperyalizmi, asýl olarak Suudi Arabistan aracýlýðýyla Orta-Doðu'daki “dini” hareketi denetlemeyi
planlamaktadýr. Bu nedenle kendisinin en gözde müttefiki olan iþbirlikçi-tekelci burjuvazi yanýnda, Ülker'ler gibi burjuvalar aracýlýðýyla “sünni” islamcýlarý yönlendirmektedir.
Öte yandan, Bu “müslüman kapitalistler” ile tekelci-burjuvazi
arasýndaki “çeliþki” ile “uyum” arasýndaki iliþkide, emekçi kitlelerin
mücadelesi belirleyici konumdadýr. Ýþçi sýnýfý hareketine karþýtlýðýný
en aktif bir biçimde sergileyen Ülker'lerden Sabri Ülker, Aydýnlar
Ocaðý, Ýlim Yayma Cemiyeti, Milli kültür Vakfý gibi karþý-devrimci
kuruluþlarýn üyesi olup, bunlarýn çalýþmalarýna aktif olarak katýlmakta
ve parasal olarak desteklemektedir. Bu tür karþý-devrimci kuruluþlarýn
katýlýmcýsý ve finansörü olan bu kiþilerin iþçi sýnýfýna karþý tutumlarýný
daha fazla anlatmaya gerek yoktur. Son Ülker grevi bu konuda yeterince açýktýr. Tüm bunlar, “paranýn dini” olduðunu gösterdiði gibi, bu
kesimlerin, ne kadar “milli” olduklarýný ve ne kadar “demokrat” olabileceklerini de göstermektedir.
Para ile dinin iliþkisi, sadece bunlarla sýnýrlý deðildir. Suudi
sermayesi ile kendilerine belli bir uluslararasý destek saðlayan bu
yeni “müslüman” burjuvalar, ayný zamanda, ülkemizdeki þeriatçý
akýmlarýn geliþmesinin önemli kaynaklarýndan birisidir. Özellikle iþsizliðin yaygýn olduðu günümüzde, tarikatlara “mürit” saðlamada kullanýlan paralar bu kesimlerden gelmektedir. Kimi zaman doðrudan
parasal desteðin yanýnda, iþ vererek, iþsiz kitlenin bir kýsmýný tarikatlara yöneltebilmektedirler. Öte yandan, fabrikalarýnýn ya da iþlerinin
gerektirdiði eðitilmiþ personel sorununu da, üniversitelerden tarikatlara yeni “mümin”ler bularak çözmeye çalýþmaktadýrlar. Ülkemizde
30
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
son yýllarda üniversitelerde türbanlý öðrencilerin sayýsýndaki artýþýn
ekonomik temeli burada yatmaktadýr.
Baþta iþçi sýnýfý olmak üzere, tüm halk kitlelerinin, bu “müslüman” kapitalistlerin kendilerini gizlemeleri karþýsýnda duyarlý olmalarý gerekmektedir. Bilinçli proletaryanýn bir görevi de, bu yeni burjuvalarýn dini duygularý nasýl istismar ettiklerini, “faizsiz gelir” adý altýnda, halkýn elindeki paralarý nasýl kendilerine sermaye yaptýklarýný, kitlelere anlatmaktýr. Öte yandan, küçük-burjuva entellektüellerinin, bu
kesimleri anti-emperyalist ve anti-oligarþik bir tabakaymýþçasýna sunmalarý karþýsýnda da duyarlý olunmalýdýr. Bu tekelleþememiþ burjuvalarýn yeni finans kaynaklarýyla tekelleþmeye yönelmesini görmeyenler, bu kesimlerle “taktik ittifak” kurma hayalleri içinde olanlar,
gelecekte laiklik ortadan kalktýðýnda fazla þaþýrmamalýdýrlar.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
31
KURTULUÞ CEPHESÝ
Refah Partisi
Dolgusu
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 19, Mayýs-Haziran 1994
27 Mart günü yapýlan yerel seçimlerde Refah Partisi’nin Ýstanbul ve Ankara’da Büyükkent Belediye Baþkanlýklarýný kazanmasý ve
Ýl Genel Meclisi seçimlerinde %20 oy almasý ülkemizin siyasal ortamýnda tam bir deprem etkisi yaptý. Hemen ardýndan, 10 Nisan günü,
Bosna’da “kimyasal silah” kullanýldýðý haberleriyle Taksim Meydaný’na
çýkan binlerce þeriatçý ve faþistin yaptýðý gövde gösterisi ve ayný saatlerde Ankara caddelerinde attýðý sloganlar, pekçok kesimde büyük
bir korku yarattý.
Bu deprem ve korku ortamýnda RP ve þeriatçýlýk üzerine yüzlerce sayfalýk yazýlar basýnda yer alýrken, televizyon ekranlarýnda kimin ne dediði belli olmayan tartýþmalar boy gösterdi. Her tartýþmada
þeriatçý kesimin sözcüsü olarak çýkanlarýn genel görünümleri ve sorulara verdikleri cevaplar, yýllar boyu halk kitlelerinin kafasýna yerleþmiþ
“yobaz”, “sofu”, “nurcu” imajlarýna uymadýðý görüldüðünde, kendilerini “laik” olarak tanýmlayan pekçok küçük-burjuva aydýnýný þaþýrttý.
“Ýyi eðitilmiþ”, “iyi görüntü veren” RP’li sözcüler arasýnda sol söylem
kullanan ve felsefik açýklamalar yapanlardan (Dilipak), son modaya
göre giyinmiþ gençlere kadar toplumun her kesimine yakýn gelen
insan tipleri boy gösterdi. Kullandýklarý sol söylem ve soldan alýnma
emperyalizm tahlilleriyle kitlelerin karþýsýna çýkan RP’lilerin “radika-
32
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
lizm”i, “anti-emperyalizm”i karþýsýnda küçük-burjuva aydýnlarýnýn sergilediði þaþkýnlýk günlük görüntüler haline geldi.
Bu ortam içinde, RP ve “Türkiye’de Ýslamcýlýk” üzerine yapýlan her program, 4 Nisan olaylarý ile korkuya kapýlan “laik” kesimlerin yatýþtýrýlmasýna yöneldi.
Bu geliþmeler karþýsýnda solun büyük bir kesimi sessiz kalýrken, 12 Eylül sonrasýnýn “bireyselleþmiþ bireyleri” (M. Belge ve þürekâsý) ektiklerini biçmenin rahatlýðý içinde ortalýkta görünmez olmuþlardýr. 12 Eylül sonrasýnda þeriatçý kesimlerin görüntüsel “antiemperyalist” ve “anti-kapitalist” söylemlerini devrimci güçlerle yapýlmasý gereken bir ittifakýn temeline oturtmaya çalýþan bu kesimlerin
“eðittiði” Dilipak gibilerinin, “radikal-sol” söylemle kitlelerin karþýsýnda
boy gösterirken ortalýkta gözükmemeleri þaþýrtýcý olmamakla birlikte, sol söyleme alýþ mýþ kesimlerde tam bir þaþkýnlýk yarattýðý da kesindir.
Oysa gerek Refah Partisi’nde ifadesini bulan “ýlýmlý” þeriatçýlýðýn, gerekse de Ýran Molla yönetiminin desteðinde palazlanan “radikal” þeriatçýlýðýn belli bir sýnýfsal temeli olduðu sürekli gözden kaçýrýlmýþtýr.
Sýnýflý bir toplumda, hiçbir siyasal hareket, belli bir sýnýfýn çýkarlarýna tabi olmaksýzýn uzun süre yaþayamaz ve yaþam süresi temsil ettiði sýnýflarýn yaþam süresiyle sýnýrlýdýr.
Refah Partisi, 1960’larýn sonlarýnda DPT (Devlet Planlama Teþkilatý) içinde ortaya çýkan ve adýna “takunyacýlar” denilen kesimin
Erbakan’ýn etrafýnda Milli Nizam Partisi’ni kurmalarýyla baþlayan bir
siyasal hareketin günümüzdeki uzantýsýdýr. 12 Mart 1971’de MNP’nin
kapatýlmasýndan sonra Milli Selamet Partisi adýyla ortaya çýkan bu
kesim, ülkemizde geliþen emperyalist üretim iliþkilerinin ortaya çýkardýðý bir siyasal hareketin sözcüsü olmuþlardýr.
Refah Partisi, sýnýfsal olarak, orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanan bir politik hareket olarak, Anadolu esnaf-zanaatkâr sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteðini de almýþtýr.
Bu kesimlerin ortak özelliði, emperyalizmin yeni-sömürgecilik
uygulamalarýyla, yukardan aþaðýya geliþtirilen kapitalizm tarafýndan
sürekli bir erime ve tasfiye süreci içinde olmalarýdýr. Burjuvazinin,
aþaðýdan yukarý demokratik devrimini yapamadýðý ülkemizde (ki devrimci niteliðini yitirmiþtir) devrimci tarzda tasfiye edilemeyen bu kesimlerin, yeni-sömürgecilik uygulamalarýyla tasfiyeleri, kaçýnýlmaz olarak sorunu sürece yaymýþtýr. Osmanlý Ýmparatorluðu’nun siyasal iliþkileri içinde ve feodalizm sürecinde kendileri için belli bir pazar bulan bu kesimlerin, Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle birlikte baþlatýlan
devlet eliyle kapitalizmin geliþtirilmesinden büyük ölçüde etkilenmiþlerdir. T. C.’ye ve dolayýsýyla “Kemalizm”e karþý oluþlarýnýn temeli
de burada aranmalýdýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
33
KURTULUÞ CEPHESÝ
II. yeniden paylaþým savaþýndan sonra uygulamaya sokulan
yeni-sömürgeciliðin ilk yýllarýnda emperyalizm, feodal kesimlerle (toprak aðalarý, Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermaye kesimleriyle) ittifak kurmuþtur. Bu yýllarda emperyalist üretim
iliþkilerini sürdürecek iþbirlikçi-tekelci burjuvazi henüz oluþum halinde olduðu için, emperyalizmin temel dayanaðý feodal sýnýflardý.
Böylece 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, bir bütün olarak tüm sömürücü sýnýflarýn içinde yer aldýklarý bir siyasal hareket
haline gelmiþti.
1970’lere kadar emperyalizmle “uyum” içinde hareket eden
bu kesimler, eski (“geleneksel”) feodal iliþkiler içinde hareket ettikleri için, her zaman Cumhuriyet karþýsýnda þeriatçýlýðýn sözcüleri olmuþlardýr. Emperyalizmle kurduklarý ittifak bu kesimleri, 1969’da 6.
Filo’ yu Kabe kabul ederek namaz kýlmaya kadar götürmüþ ve 1969
Þubat’ýnda ise, 6. Filo’nun koruyucusu olarak “Kanlý Pazar”ýn yaratýcýsý yapmýþtýr.
Ancak 1970’lere gelindiðinde emperyalist üretim iliþkileri ülkenin her yanýna yayýlmýþ ve iþbirlikçi-tekelci burjuvazi emperyalist
sömürüyü tek baþýna sürdürecek ve koruyacak güce ulaþmýþtýr. Bunun sonucunda emperyalizm bu feodal kesimlerle kurduðu ittifaký
bozmuþtur. 12 Mart Muhtýrasý bu boyutu ile iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin ülkede egemenliðini tek baþýna ilan etme hareketi olmuþtur.
Ýþte, ilkin MNP olarak ortaya çýkan bu kesimler, sürekli olarak
emperyalizmle ittifak kurduklarý günleri aramaktadýrlar. Bir baþka
deyiþle, Refah Partisi’nin temsil ettiði sýnýflar emperyalizmle yeni bir
ittifak peþinde olmuþlardýr. Bu ittifaka emperyalizmi (ve dolayýsýyla
iþbirlikçi-tekelci burjuvaziyi) zorlayabilmek için, kurduklarý siyasal partiler aracýlýðýyla etraflarýna topladýklarý kitleyi bir koz olarak kullanmaktadýrlar. Bu nedenle onlarýn anti-emperyalist söylemleri, emperyalizme karþý olduklarýndan deðil, emperyalizmi köþeye “sýkýþtýrma”
ve bu yolla yeniden ittifak kurma amacýndan kaynaklanmaktadýr.
Yukardan aþaðýya geliþtirilen kapitalizmin egemen olmasýna
paralel iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin devlete egemen olmasý, devlet
kaynaklarýnýn tümüyle bu kesimlere yöneltilmesini saðlamýþtýr. Bu
da orta ve küçük sermaye kesimlerinin giderek zayýflamasýný getirdiði gibi, önemli bir kesiminin mülksüzleþmesini getirmiþtir. Banka
kredilerinin tekelci burjuvaziye kaymasýyla çok daha yüksek faizlerle
kredi bulmaya zorlanmalarý, diðer bir açmaz olarak bu kesimlerin
karþýsýna çýkmýþtýr. Ekonomik buhranýn þiddetlendiði dönemlerde yükselen faiz oranlarý, bu sermaye kesimlerini iflas noktasýna getirdiðinden, onlarýn siyasal sözcülerinin de anti-faizci bir programla ortaya
çýkmalarýný getirmiþtir. Ýstedikleri faizlerin ortadan kalkmasý deðil, tekelci burjuvaziye saðlanan kolaylýklarýn kendilerine de saðlanmasýdýr.
34
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamalarý sonucunda
geliþen ve güçlenen iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin kendi daðýtým þebekesini kurmasý, ilk planda Anadolu esnaf ve tüccar kesimlerini etkilemiþtir. Emperyalizmle ittifak kurduklarý dönemde, gerek emperyalist
metalarýn, gerekse iþbirlikçi-tekeci burjuvazinin metalarýnýn daðýtýmýný yapan bu kesimlerin kârlarýndaki artýþ, bu geliþmeyle birlikte
son bulmuþtur. Bu koþullarda ayakta kalabilenleri ise, “geleneksel”
pazarda “geleneksel” metalar satarak kendilerini kurtarmaya çalýþmýþlardýr. Ancak kapalý ekonomik birimlerin hýzla yýkýlarak pazar için
üretimin yayýlmasýna paralel olarak bu “geleneksel” metalara olan
talep sürekli düþmüþ ve son kesimlerin de tasfiyesini hýzlandýrmýþtýr.
Ýþte bu dönemde, MSP aracýlýðýyla girdikleri koalisyonlar sayesinde kendilerine yeni olanaklar saðlayabilenler, yeniden güçlenmiþler ve giderek kendilerine yeni pazarlar saðlamaya yönelmiþlerdir.
Orta sermaye kesimleri, MSP’ye baðlý olan Sanayi ve Teknoloji Bakanlýðý sayesinde bu koalisyonlar döneminden çok kârlý çýkmýþtýr.
Ama 1980 dünya ekonomik buhraný koþullarýnda uygulanan
ekonomi politikalar, bir kez daha bu kesimlerin zarara uðramasýný
getirmiþtir. Ancak Ýran’daki molla iktidarýnýn yarattýðý politik ortamda, emperyalizmin, bir yandan komünizme karþý bu kesimleri bir
güç olarak çýkarma politikasý izlemesi, diðer yandan “radikal islamcýlýðý” sýnýrlamak istemesi bu kesimlerle yeni bir iliþki geliþtirmesini
getirmiþtir. Dünya Bankasý’nýn “küçük üreticiliði destekleme politikasý” paralelinde birbiri ardýna kurulan “organize sanayi bölgeleri” ve
Suudi Arabistan yoluyla kredi verilmesi emperyalizmin yeni iliþkisinin
biçimleri olmuþtur. Böylece görece geliþme koþullarý içinde olan orta
ve küçük sermaye (ve Anadolu esnaf-zanaatkârlarý ve tüccar) yeniden “uyum” koþullarý içine girmiþtir.ANAP’ýn 1983’de saðladýðý seçim
zaferi bu “uyum”un bir ifadesi olmuþtur. T. Özal’ýn “dört eðilimi de
birleþtirdik” böbürlenmesi, iþte bu uzlaþmanýn ürünüdür.
ANAP döneminde, ülkemizin emperyalist metalarýn açýk pazarý haline getirilmesiyle birlikte iç ticaret hacminde meydana gelen
geliþme, bu kesimlerin de kârlarýný artýrmýþ ve geliþtirmiþtir. Ancak
bu geliþmenin emperyalizm tarafýndan saðlandýðýný ve bitirilmesinin
de emperyalizmin elinde olduðunu bilen bu kesimler, ellerindeki siyasal olanaðý güçlendirmek için çabalarýný daha da yoðunlaþtýrmýþlardýr. 12 Eylül koþullarýnda devrimci mücadeleyi durdurmak amacýyla
oligarþinin kendilerine saðladýðý olanaklarý en iyi biçimde kullanan
bu kesimler, kendi etraflarýnda topladýðý kitleyi daha örgütlü ve hazýrlýklý hale getirmiþtir.
1990’lara doðru sürekli artan enflasyon koþullarýnda halk kitlelerinin durumunun daha da aðýrlaþmasý, orta ve küçük sermaye
kesimlerinin politik gücüne yeni olanaklar açmýþtýr. Özellikle ANAP
hükümetlerinin uygulamaya soktuðu “tüketici kredileri”, yükselen faiz
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
35
KURTULUÞ CEPHESÝ
oranlarýyla birlikte kullanýcýsýna büyük yükler getirmeye baþlamýþtýr.
Özellikle memur kesiminde yaygýn olarak kullanýlan bu kredilerin
faiz yükü, bu kesimlerin Refah Partisi’nin anti-faizci söyleminden etkilenmelerini saðlamýþtýr. Büyük kentlerde çok yaygýn biçimde görülen bu olgu, ayný zamanda son yerel seçimlerde RP’nin baþarýsýnda
etkili olmuþtur.
Ayný biçimde politik ifadesini Ýslamcýlýkda ve Osmanlýlýkta bulan bu kesimlerin “ümmetcilik” söylemi de, Kürtler arasýnda etkili olmuþtur.
Böylece, temsil ettiði sýnýflarýn çýkarýna ters bir kitle desteði
saðlayan Refah Partisi, her yönüyle çeliþkiler bütünüdür.
Tekelleþememiþ sermayenin sözcüsü olarak, anti-tekelciliði
savunurken, kendi sýnýfýnýn tekelleþmesini amaçlamaktadýr; ayný kesimlerin yüksek faiz uygulamalarýnýn kendi kesimine getirdiði yükü
azaltmak için anti-faizci söylem kullanýrken, kendi sýnýfýnýn daha düþük
oranla daha fazla kredi almasýný hedeflemektedir; tekelci kapitalizm
(emperyalizm) koþullarýnda kendi iç pazarýný yitirdiði için anti-emperyalist ve anti-kapitalist sloganlar atarken, kendisinin temsil ettiði kapitalist kesimin denetiminde kapitalizmin geliþmesini planlamaktadýr;
kendisinin temsil ettiði kesimlerin Anadolu’daki müþterileri olan Kürtlerin yanýnda yer aldýðýný söylerken, uluslarý reddeden Ýslamiyetin
“ümmet”ini savunmaktadýr.
Refah Partisi’nde ifadesini bulan bu sömürücü sýnýflarýn diðer
bir açmazý da demokrasi konusudur.
Gerek emperyalizmle yeniden uzlaþabilmek için, gerekse
iþbirlikçi-tekelci burjuvaziyle siyasal iktidarý paylaþabilmek için bir
“güç” olarak seçimleri ve parlamentoyu kullanmasý Refah Partisi’nin
demokratikliðini belirlemektedir. Biçimsel de olsa temsili demokrasinin varlýðý, bu kesimlerin neredeyse var oluþ nedeni olmuþtur. Ama
gerek temsil ettiði sermayenin niteliði, gerekse politik bir silah olarak
kullandýðý þeriatçýlýðýn biçimsel demokrasiyle bir arada var olmasý
olanaksýzdýr. Daha 27 Mart yerel seçimlerinden önce kullandýðý demokratik söylemin, seçim kazandýklarý her yerde bir yana atýlmasý
bu açmazýn en açýk örneðidir.
Feodalizm, devrimci tarzda, yani aþaðýdan yukarýya tasfiye edilmediðinden, feodal iliþkilerin (özellikle üst-yapýda) varlýðýný sürdürmeye devam etmesi, bu kesimlerin politik gücünün görece uzun
sürmesini getirmiþtir. Ayný nedenle emperyalizmin, feodalleri ve feodal iliþkiler içinde geliþen orta ve küçük sermaye ile tefeci-tüccar
sermayesini kendine tabi kýlarak tasfiye etmeye yönelmesi, bu kesimlerin bütün olarak mülksüzleþtirilmelerini engellemiþtir. Doðal olarak bütün olarak mülksüzleþtirilerek tasfiye edilmemeleri, bu kesimlerin emperyalist üretim iliþkilerinin parçasý haline getirilmelerini saðlamýþtýr. Hemen hemen bu sermaye kesimlerinin önemli bir bölümü
36
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
küçük sanayi bölgelerinde iþbirlikçi-tekelci burjuvaziye baðlý kollarda
faaliyet yürütmektedirler. Tekelleþememiþ burjuvazi (orta burjuvazi)
ise, iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin boþ býraktýklarý alanlarda faaliyet
göstererek varlýklarýný sürdürebildiklerinden, sistemin bütün olarak
iþleyiþinin bir parçasý haline getirilmiþtir. Gýda ve ambalaj sektöründe
belirgin bir egemenlik sahibi olmalarýnýn nedeni de budur. Ancak bu
sektörde faaliyet göstermeleri, ayný zamanda “geleneksel” iliþkilerle
olan baðlarýnýn bir sonucudur. Anadolu esnaf ve zanaatkâr kesimleri
ile tefeci-tüccar kesimleriyle olan çýkar ortaklýklarý da buna dayanmaktadýr.
Buna örnek olarak bu orta-sermaye kesiminin en eskilerinden olan bir Ülker þirketler gurubu ve Ýhlas Holding verilebilir.
Ülker bisküvileri Anadolu’da pekçok bakkalýn en çok sattýðý
ürünlerden birisidir. Doðal olarak esnaf kesimiyle kurduklarý bu ticari
iliþkiler (çýkar iliþkisi), onlarý ayný çýkarlarda birleþtirmektedir. Ayný
þekilde 1980 ortalarýndan itibaren ithalatýn “liberalizasyonu” ile ülkemize her türlü mamül gýda ürününün ithal edilmesi bu kesimlerde
büyük bir tepkiye neden olmuþtur. Çünkü ithal ürünler, geleneksel
“mahalle bakkalý”nda deðil, “market”lerde satýlmaktadýr. Kitlelerin,
özellikle büyük kentlerde düþük kur politikalarýyla ithal edilen ürünlere yönlendirilmeleriyle en çok müþteri kaybeden de bu kesimler
olmuþtur. (Tabi burada oligarþinin T. Özal aracýlýðýyla uyguladýðý bazý
politikalar da bir kenara býrakýlamaz. Dayanýksýz tüketim mallarý ithalatýnda “özel” bazý “genç iþadamlarý”na ayrýcalýk tanýnmasý ve böylece hiçbir sermaye birikimine sahip olmayan iþsiz-güçsüz kesimlerin
palazlandýrýlmasý oligarþinin bu dönemde uyguladýðý politikalarýn
baþýnda gelmektedir. Tipik örneði Ahmet Özal olan bu kesimler “arabesk” bir yaþam tarzýnýn da yaygýnlaþtýrýlmasýna hizmet etmiþlerdir.
“Ahlâk bozukluðu” çerçevesinde RP’nin bu kesimleri öne çýkartan
propagandasý da, temsil ettiði kesimlerin çýkarlarýnýn zarar görmesinden dolayýdýr.)
Özetlersek:
Refah Partisi, sýnýfsal olarak, orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanýr. Anadolu esnaf zanaatkâr sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteðini almýþtýr. Emperyalist-kapitalist üretim iliþkilerinin
12 Mart sonrasý hükümetler dönemindeki hýzlý ve hakimiyet saðlayýcý
geliþmesine bir tepki olarak (daha önce ayný gerekçelerle ortaya
çýkan ve 12 Mart döneminde kapatýlan MNP’nin yerine) ortaya çýkmýþ
ve AP’nin politik geri çekiliþi ile birlikte, bir güç olmuþtur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslýnda, tekellere ve faize karþý oluþundan deðil,
temsil ettiði orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak geliþmesini
ve tekelleþmesini saðlamak için kendi politikasýný sürdürmek istemesindendir. RP aslýnda, ülkemizin iç dinamiði gereði ortaya çýkan
ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim iliþkileri ile filizlenen ka-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
37
KURTULUÞ CEPHESÝ
pitalist unsurlarýn tepkilerini bünyesinde toplamýþ bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarþiye karþý olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanýlan “din” ile birlikte, köylülüðün de sýnýfsal desteðini almýþtýr.
RP’nin demokratikliði, gerek oligarþiye karþý muhalefet eden
orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük saðlamak, gerekse “din”i politik bir alet olarak kullanmak istemesindendir. Programýna dikkat edilecek olursa, üretici güçleri hýzlý bir þekilde geliþtirmek
istediði görülür. Ne var ki, mevcut üretim iliþkilerine olan tabiyeti gereði, program, kâðýt üzerinde kalmaya mahkumdur. RP’yi destekleyen sýnýflar, “çatýþma” yerine “uyum”u yeðlediklerinde, AP ya da ANAP’
a kanalize olmuþlardýr. Emekçi yýðýnlarýn tepkilerine ve sýnýfsal hareketlerine karþýdýr. Ve oligarþik yönetimden yanadýr.
Bu sýnýfsal niteliði ile RP, mevcut düzene karþý radikal bir karþý
çýkýþýn ifadesi olamayacaðý açýktýr. Ancak emperyalizm ve oligarþi ile
yeni bir biçim altýnda “uyum” aradýklarý için, mevcut duruma karþýdýrlar. Bu karþý oluþlarýný, kitle desteði ile birleþtirmek zorunda olmalarý, kaçýnýlmaz olarak kendi söylemlerini belirlemiþtir. Uzun yýllar
nerdeyse deðiþmeyen bir politik kadro ile faaliyet yürütmenin getirdiði avantajlarý, biçimsel propaganda yöntemleriyle birleþtirerek kullanmasý, RP’nin popüler bir siyasal parti haline gelmesini getirmiþtir.
Halk kitlelerinin içinde bulunduklarý ekonomik ve sosyal sorunlara
karþý duyduklarý tepkiyi, diðer düzen partilerinin iç yapýlarýndaki
kargaþa ortamýnda kendisine kanalize etmeyi baþarmýþtýr. Özellikle
12 Eylül sonrasýnda oligarþinin uyguladýðý “adam satýn alma” politikalarýyla ülke çapýnda yaygýnlaþan yolsuzluk, suistimal ve rüþvet ortamýnýn kitlelerde yarattýðý hoþnutsuzluðu “adil düzen”, “dürüst yönetim”
sloganlarý ile kendisine kanalize ederken, “nur yüzlü din adamý” imajýndan yararlanmýþtýr.
Ayný þekildi, küçük-burjuva aydýnlarýnýn yýllar boyu “cahil gerici yobazlar” olarak iþledikleri þeriatçý imajýný, Ýmam-Hatip Liselerinde kurduklarý bilgisayar merkezleriyle iþlevsiz kýlarken, ayný
küçük-burjuva aydýnýnýn bilgisayar konusundaki bilgisizliði ile kendi
lehine çevirebilmiþtir. Günlük iliþkilerinde ellerinden düþürmedikleri
bilgisayar disketleri ile kitle içinde boy gösterirlerken, diðer düzen
partilerinin medya aracýlýðýyla kitlelerin karþýsýna çýkmalarýný kolayca
etkisizleþtirmiþlerdir de. “Sýkma baþ” görüntülerin yanýna üniversite
diplomalarýný yerleþtirerek, “cahil gerici yobaz” imajýný tersine çevirirken, kitleler yýllar boyu kendilerine tanýtýlandan farklý bir görüntüyle
karþý karþýya kalmalarýnýn þaþkýnlýðýný yaþamýþtýr. Bu þaþkýnlýk öylesi
boyutlara ulaþmýþtýr ki, 1993 Temmuz ayýnda 37 ilerici, yurtsever ve
demokratýn Sivas’ da bu kesimler tarafýndan yakýlarak katledilmeleri
bile unutulmuþtur.
Oysa tüm bu görüntüler, RP’nin temsil ettiði sýnýflarýn niteliði
ile baðlantýlýdýr. Özellikle orta sermaye kesimlerinin 1980 sonrasý eko-
38
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nomik iliþkiler aðý içinde yeni tip personale gereksinmesi vardý. Bu
yeni personel, uluslararasý ticari iliþkileri yürütebilecek ve günümüzdeki teknolojiyi kullanabilecek bir niteliðe sahip olmasý gerekiyordu.
Faks, bilgisayar vb. araçlarýn yaygýn kullanýmý, devletin mali iþlemlerde
bilgisayar uygulamalarýna geçmesi, orta ve küçük sermaye kesimleri
için bu personeli bulmayý kaçýnýlmaz hale getirmiþti. Oligarþinin kendisi için de gerekli bu insan gücünü, kendi denetimindeki üniversitelerden saðladýðý koþullarda, orta ve küçük sermaye kesimlerinin fazla
bir seçeneði de bulunmuyordu. Üstelik buralarda eðitilmiþ bu personele ödenen yüksek ücretler, bu kesimler için daha yüksek bir maliyet anlamýna geliyordu. Ýþte böyle bir ortamda bulduklarý çözüm,
kendi siyasal kadrolarý aracýlýðýyla kendisine uygun personel yetiþtirmek ve bunlarý olabilen en düþük ücretle istihdam etmek olmuþtur.
Bunun için denetimlerinde tuttuklarý Ýmam-Hatip okullarýnýn Liseye
dönüþtürülmesi ve daha sonra da Ýmam-Hatip Lisesi mezunlarýnýn
normal lise mezunlarý ile eþitlenmesi saðlanarak kendisi için gerekli
personeli üniversitelere sokma olanaðý bulmuþlardýr. Daha ilkokul
yýllarýndan itibaren Vakýf yurtlarý aracýlýðýyla kendi denetimlerine aldýklarý yoksul köylü çocuklarýný, bu yurtlardaki dini kurallarla koþullandýrmakta ve yönlendirmektedirler. 12 Eylül askeri yönetimi aracýlýðýyla
oligarþinin bu kesimlere tanýdýðý bu geliþme koþullarýnda, gittikçe
palazlanan orta sermaye kesimlerinin Suudi kaynaklarýndan saðlanan kredilerle beslenmesi, oligarþinin politik amaçlarýyla da
çakýþmaktaydý. Bu konuda Ýhlas Holding faaliyetleri yeterince açýktýr.
Bilindiði gibi, orta sermaye kesiminin tekelleþme eðiliminin
en tipik temsilcisi olan Ýhlas Holding, basýn alanýnda Türkiye gazetesi
ile kendisine politik bir temel oluþturmaya çalýþmýþtýr. Türkiye gazetesinin 1980 sonlarýnda elde ettiði 1,5 milyonluk tiraj, doðrudan bu
kesimin þeriaçý örgütlenmeyle olan baðlarýyla gerçekleþtirilmiþtir. T.
Özal sayesinde tekelleþmeye, holdingleþmeye giden Ýhlas gurubu
TGRT adýyla televizyon yayýnýndan, tencere-tava pazarlamaya kadar
her alanda faaliyet göstermektedir. Ancak Ýhlas Pazarlama’nýn pazarlamasýný yaptýðý ürünlerin hemen hemen tamamý, Anadolu küçük ve
orta sermayesinin ürünleridir. Ýhlas Holding’in faaliyetlerinden sadece televizyon yayýncýlýðý ele alýnacak olursa, nasýl bir personele gereksinmesi olduðu kolayca anlaþýlýr. Ýþte bu gereksinmeleri, yukarda
ifade ettiðimiz biçimde kendi sýnýf çýkarlarýna uygun politika yürüten
kesimlerin desteðinde saðlanmaktadýr. Ulaþmak istedikleri amaç, emperyalizmle yeni koþullarda yeni bir ittifak oluþturmak ve bu yolla
tekelleþmektir. Bunun siyasal plandaki sözcüsü Refah Partisi’ dir.
Baþta da belirttiðimiz gibi, ister “ýlýmlý” þeriatçýlar olsun, ister
“radikal” þeriatçýlar olsun, belli bir sýnýfýn çýkarlarýnýn sözcüsü olmak
durumundadýrlar. Kendi þeriatçýlýklarýnýn dayandýðý “devlet iktidarýna
sahip olma” özelliði ve þeriat devletinin küçük ve orta sermaye ile
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
39
KURTULUÞ CEPHESÝ
tüccar kesimini koruyucu “hadislere” sahip olmasý, bu kesimlerle
tekelleþememiþ burjuvazinin çýkarlarýyla paralellik saðlanabilmesinin
temelini oluþturmakadýr. Bu bir açýdan finans-kapitalin faþist ideoloji
ile paralellik kurabilmesiyle benzerliklere sahiptir. Sorun, temsil edilen sýnýfýn çýkarlarýný ve amaçlarýný gerçekleþtirebilmek için kitle desteði saðlamaktýr. Onlar için, þeriatçýlýk kendi amaçlarýna ulaþmanýn
bir aracýdýr. Ancak þeriatçýlýðýn bizatihi kendisinin siyasal iktidarý (devlet) kapsayan bütünselliði gözden kaçýrýlmamalýdýr.
Sonuç olarak özetlersek, Refah Partisi, sýnýfsal olarak, orta ve
küçük sermaye kesimlerinin çýkarlarýný savunan siyasal bir harekettir. Bu hareketinde RP, temsil ettiði sýnýflarýn pazar iliþkileriyle baðlantý içinde olduðu Anadolu esnaf-zanaatkâr sermayesi ile tüccar- tefeci sermayenin de desteðini almýþtýr. Dini ve þeriatçýlýðý siyasal bir
silah olarak kullanarak kitleselleþmek durumundadýr. Böylece emperyalist üretim iliþkilerinin ülkede geliþmesinin ürünü olarak ortaya
çýkan tepkileri bünyesinde toplayabilmektedir. Tüm anti-emperyalist
söyleminin temelinde bu kitleselleþme amacý yatmaktadýr. Gerek
temsil ettiði sýnýflarýn niteliði gereði, gerekse dinin poliik bir silah olarak kullanýlmasý (þeriatçýlýk) onun anti-komünist yanýný ortaya çýkarýr
ve devrime karþýdýr. Bu nedenle, her zaman ve her yerde devrim
güçlerinin karþýsýnda yer almýþlardýr ve oligarþinin devrimci mücadeleye karþý delinen siperlerinin onarýldýðý bir dolgu malzemesidir.
Bu, RP’nin ve þeriatçýlýðýn temsil ettiði mülk sahibi sýnýflarla baðlantýsýndan gelen sýnýfsal bir durumdur.
40
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Proletarya
ve Laik-Demokratik Cumhuriyet
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 20, Temmuz-Aðustos 1994
Burjuvazinin yükseliþ döneminde ortaya çýkan laiklik kavramý,
temelde burjuvazinin feodalizme karþý mücadelesinin ürünüdür. Ve
ayný zamanda burjuvazinin egemenliðinin saðlanmasýnýn bir ifadesidir.
En kýsa tanýmýyla laiklik, dini kurumlarýn devlet iþleyiþinin dýþýna
çýkartýlmasýdýr. Bir baþka deyiþle, dini kurumlar ile devlet kurumlarý
arasýndaki iliþkinin yeniden düzenlenmesi ve dini kurumlarýn devlet
düzeninin dýþýnda faaliyet göstermesi laiklik fikrinin temelidir. Dini
kurumlar ile devletin birbirinden ayrýlmasý olarak laiklik, ayný
zamanda, bütün dinsel topluluklarýn, istisnasýz olarak devlet
tarafýndan özel topluluklar olarak nitelendirilmesi demektir. Bu
baðlamda, dini kurumlarýn devlet hazinesinden aldýklarý her türlü
mali desteðin kaldýrýlmasý laikliðin bir gereðidir.
Bilindiði gibi, feodal dönemde feodal beyler ile din arasýnda
doðrudan bir iktidar ortaklýðý bulunmaktadýr. Bu iktidar ortaklýðý, kimi
durumda feodal beyin ayný zamanda dini önder olmasý þeklinde
görüldüðü gibi (Osmanlý Ýmparatorluðunda padiþahýn ayný zamanda
halife olmasý; Ýngiltere’de Kral VIII. Henry’nin Angalikan Kilisesi’ni
kurarak kilisenin baþýna geçmesi gibi), kimi durumlarda feodal beyin yanýnda yönetimi paylaþan din adamlarý bulunmaktadýr. Ýspanya
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
41
KURTULUÞ CEPHESÝ
feodal döneminde en tipik durumuyla görüldüðü gibi, bazý durumlarda feodal krallýk toplumsal ve siyasal yönetimi tümüyle dini kurumlara (kilise) býrakmýþlardýr. Bunun sonucu olarak, dini kurumlar
(kilise) toplumun tüm faaliyetlerini belirleyen, yöneten ve yönlendiren güç haline gelmiþtir.
“Feodal kilise hiyerarþisi, aristokratik sýnýfý oluþturuyordu: Piskoposlar ve baþpiskoposlar, manastýr baþpapazlarý,
manastýr baþkanlarý ve öbür yüksek aþamalý papazlar. Bu
yüksek kilise görevlileri, ya imparatorluk prensleri, ya da
baþka prenslerin metbuluðu altýnda, birçok serfler ve angaryalýlar ile birlikte, geniþ topraklarý egemenlikleri altýnda
tutan feodal beylerdiler.”*
Feodal beylerin zaman içinde güçten düþmesine paralel olarak dini kurumlarýn (kilise) gücü artmýþ ve feodal egemen sýnýflar
adýna toplumun yöneticisi haline gelmiþtir. Bir çeþit feodal bey olarak dini kurumlar, kendi hiyerarþisine sahip oluþumlar olarak kendi
egemenliklerini garantiye aldýklarý geniþ ekonomik olanaklara sahip
olmuþlardýr. Hemen hemen en güçlü feodal bey kadar geniþ topraklar üzerinde egemen olan dini kurumlar (kilise), bazý durumlarda
çeþitli feodal beyler arasýndaki çýkar çatýþmasýnda “uzlaþtýrýcý” bir
güç olmuþlardýr. Feodalizmin son dönemlerine gelinirken yerel mahalli otorite durumunda olan feodal beylere karþý krallýðýn mücadelesinde dini kurumlar (kilise), yerel mahalli feodal beylerin yanýnda
tavýr almýþtýr. Ama Engels’in ortaya koyduðu gibi, bu dönemde merkezi feodal devletin oluþumu olarak krallýðýn bu hareketinin dayandýðý temel unsurlardan birisi de devrimci burjuvazi olmuþtur.
“Bu genel karýþýklýk içinde, krallýðýn, ilerleme öðesi olduðu açýktýr. Krallýk, düzensizlik içinde düzeni, düþman
devletler biçimindeki ufalanma karþýsýnda oluþma durumundaki ulusu temsil ediyordu. Feoadalitenin yüzeyinde
oluþan tüm devrimci ögeler, bundan ötürü, krallýk ne denli
onlara dayanmak zorunda idiyse, o denli krallýða dayanmak zorunda idiler.”**
Böylece burjuvazi, feodal egemen sýnýflarla iktidar mücadelesi yürütürken dini kurumlar feodallerin yanýnda yer alarak burjuvazinin karþýsýna çýkmýþlardýr. Bu nedenle burjuvazi kendi iktidarýný
kurabilmek için, yani feodaliteyi tasfiye edebilmek için dini kurumlarýn etkisini ve gücünü kýrmak zorundaydý. Bu kýrma eylemi dinin
ideolojik niteliðine baðlý olarak yeni bir ideolojik eylemle olanaklýydý.
Ýþte tüm burjuva ideologlarýnýn üzerinde durduðu temel konulardan
birisi de, din ve dini kurumlarýn durumuydu.
* Engels, Köylülüler Savaþý, s. 36.
** Engels, Anti-Dühring, s. 602.
42
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Engels, bu durumu þöyle ifade eder:
“Ortaçað, yola en ilk öðelerden çýkmýþtý. Herþeye yeni
baþtan baþlamak için, eski uygarlýk, eski felsefe, eski siyasa, eski hukuk biliminden herþeyi silip süpürmüþtü. Yitip
giden eski dünyadan, hýristiyanlýk ile, tüm uygarlýklardan
yoksunlaþmýþ, yarý yarýya yýkýk birkaç kentten baþka birþey
kalmamýþtý. Sonuç þu oldu ki, geliþmenin tüm ilkel evrelerindeki gibi, rahipler, entellektüel kültür tekelini ellerine
aldýlar, ve kültürün kendisi de herþeyden önce dinbilimsel
bir nitelik kazandý. Rahiplerin elleri arasýnda, siyasa ve hukuk bilimi, tüm öbür bilimler gibi, yalýnç tanrýbilim kollarý
olarak kaldýlar, ve tanrýbilimde yürürlükte olan ilkelere göre
incelendiler. Kilise dogmalarý, ayný zamanda, siyasal belitler idiler, ve Kutsal Kitap tümceleri de, tüm mahkemelerde yasa gücüne sahipti. Hatta baðýmsýz bir hukukçular sýnýfý
oluþtuktan sonra bile, hukuk bilimi daha uzun süre tanrýbilim egemenliði altýnda kaldý. Ve tüm entellektüel çalýþma
alanýnda tanrýbilimin bu egemenliði, ayný zamanda, feodal
egemenliðin en genel bireþimi ve onaylamasý olan kilisenin durumunun da zorunlu sonucu idi.
Buna göre, genellikle feodalizme karþý yöneltilen tüm
saldýrýlarýn, her
þeyden önce kiliseye karþý saldýrýlar olacaklarý, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öðretilerin, ayný zamanda ve
her þeyden önce, tanrýbilimsel sapkýnlýklar olacaklarý açýktýr. Varolan toplumsal koþullara dokunabilmek için onlarýn
kutsal niteliklerini kaldýrmak gerekiyordu.”*
Feodal dönemde kilisenin kendi ekonomik kaynaklarý ve kendi
eðitim kurumlarýyla devlet içinde devlet olma özelliði ve de dinin
kendi içinde “dünyevi iliþkilerin düzenlenmesine” yönelen ana özelliði, burjuvaziyi iki yönlü bir eyleme itmiþtir. Bir yandan kilisenin elindeki ekonomik deðerleri (toprak) alarak onun gücünü sýnýrlandýrmak,
öte yandan dinsel dogmalarý kendi iktidarýna uygun hale getirmek.
Bunlardan ilki, burjuvazinin “topraðýn millileþtirilmesi” istemi
ile çakýþýrken; ikincisi “dini reform” hareketiyle çakýþýr. Ancak dinin
reforme edilmediði durumlarda, kilisenin devlet iktidarý üzerindeki
etkisinin doðrudan kýrýlmasý gerekmiþtir. Her iki durumda da, kilisenin devlet iktidarýna müdahalesinin önlenmesi esas olmaktadýr. Ýþte
kilisenin siyasal iktidardan uzaklaþtýrýlmasý ve iktidarýn bir parçasý
olmaktan çýkartýlmasýnýn ideolojik ifadesi laiklik olmuþtur.
Feodal bir iktidar gücü haline gelmiþ olan dini kurumlarýn,
burjuvazinin iktidarýnýn önünde engel teþkil etmesiyle ortaya çýkan
* Engels, Köylüler Savaþý, s. 46.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
43
KURTULUÞ CEPHESÝ
laiklik fikri, burjuvaziyle birlikte oraya çýkmýþ ve demokratik cumhuriyetin ayrýlmaz bir unsuru olmuþtur. Ancak, týpký “güçler ayrýmý doktrini” (yasama, yürütme ve yargýnýn birbirinden ayrýlmasý) gibi, laiklik
de burjuvazinin feodalizme karþý mücadelesinin bir ifadesidir ve sonal olarak bir uzlaþmayý içerir.
Fransa’da tüm yönleriyle uzlaþmaz bir biçimde ortaya çýkmýþ
olan laiklik mücadelesi sonucu, kilisenin elindeki mülklerin bir bölümü devlet mülkü haline getirilmiþ, ancak kiliseye kendisi için gerekli
egemenlik alanlarý býrakýlmýþtýr. Bunun sonucu olarak, kiliseler kendilerine ait mülklerle kendi faaliyetlerini sürdürmek durumunda
olmuþlardýr. Bu faaliyetin en önemli iki unsuru ise, eðitim ve yardým
faaliyetleridir. Birincisi kilise eðitimi olarak ortaya çýkarken, ikincisi
Kýzýlhaç faaliyetleri olarak ortaya çýkmýþtýr.
Bu geliþme sonucunda laiklik sorunu, hemen her zaman eðitim sorunu olarak varlýðýný sürdüre gelmiþtir. Fransa örneðinde olduðu gibi “laik eðitim” ile “dini eðitim” birbiriyle sürekli çatýþma durumunda olmuþtur. Ancak politik iktidar tartýþmasýz bir biçimde burjuvazinin eline geçtiði için, kilise daha önceki yüzyýllarda kanlý savaþlarla
geriletildiði için, kilisenin yeniden politik iktidara yönelmesi hemen
hemen olanaksýz hale getirilmiþtir. Bu nedenle burjuvazinin kendi
devrimini tamamladýðý ülkelerde, laik eðitim üzerine ortaya çýkan
kimi çatýþmalar dýþýnda, burjuvazinin iktidarý için laiklik özel bir sorun
deðildir. Bu andan itibaren burjuvazi, her konuda olduðu gibi bu
konuda da, kitleleri aldatmýþtýr. 19. yüzyýla kadar kesin bir kilise karþýtý
tutum içinde bulunan burjuvazi, iktidarýný pekiþtirir pekiþtirmez, dini,
kitlelerin uyutulmasý için bir araç olarak kullanmaya baþlamýþtýr.
Avrupa’da görülen “Hýristiyan Demokrat” partiler burjuvazinin bu iki
yüzlü tutumunun görüngüleridir. Ancak burjuvazinin iktidarýnýn kurulduðu bu ülkelerde en temel olgu, kilisenin siyasal iktidar mücadelesi yapmaktan uzaklaþtýrýlmýþ olmasýdýr. Bu ülkelerdeki toplumsal
denge bu temelde kurulmuþ ve sürdürülmüþtür. Bu açýdan herhangi
bir “Hýristiyan Demokrat” partisinin iktidara gelmesi, kilisenin iktidarý
olmak durumunda deðildir. Bu partilerin temel özelliði burjuvazinin
sýnýf partisi olmasýdýr. Onlarýn dini kurumlarla ve dinle iliþkileri kitlelerin uyutulmasý baðlamýndadýr. Engels’in belirttiði gibi, din, “egemen sýnýflarýn alttaki sýnýflarýn dizginlerini elde tutmak için kullandýðý
basit bir yönetim aracýdýr” ve “deðiþik (egemen) sýnýflarýn her biri
kendine uygun gelen dini kullanýr”.
Görüldüðü gibi, feodalizme karþý devrimci burjuvazi dinle mücadele etmeyi kendi iktidarý için yürüttüðü mücadelenin bir parçasý
haline getirmiþ ve burjuva demokrasisinin bir parçasý yapmýþtýr. Bu
baðlamda, bu mücadelenin ifadesi olan laiklik, burjuva demokrasisinin temel unsurlarýndan birisidir. Bu durum, burjuvazinin kendi iktidarýný kurar kurmaz dini kendi iktidarýnýn sürdürülmesinin bir aracý
44
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
haline getirmesiyle birlikte olmuþtur. Reformdan geçmiþ bir Hýristiyanlýk, bu nedenle burjuvazinin yeni aracý durumundadýr.
“Din konusundaki konuþmayý tartýþýrken Duma’daki grubumuz tarafýndan açýklýða kavuþturulmamýþ olan bir baþka
durum da, oportünist saptýrmalara ek olarak, Avrupa Sosyal Demokratlarýnýn din konusundaki bugünkü aþýrý kayýtsýzlýklarýna yol açan özel tarihsel koþullarýn da varlýðýdýr. Bu
koþullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaþmak görevi, tarihsel açýdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batý’da burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çað düzenine karþý
giriþtiði kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük ölçüde yerine getirmiþ (ya da engellemiþtir). Gerek Fransa’ da,
gerek Almanya’da burjuvazinin dinle savaþma geleneði vardýr ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve Feuerbach’
tan) çok önce baþlamýþtýr. Rusya’da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koþullarý nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle iþçi sýnýfýnýn omuzlarýna
yüklenmiþtir.”*
Burjuvazinin devrimci niteliðini yitirdiði emperyalist aþamada,
demokratik devrimin tamamlanmadýðý ülkelerde dinle mücadele görevinin proletaryanýn omuzlarýna kalmasý, ayný zamanda proletaryanýn bu ülkelerde demokratik devrimi tamamlama göreviyle çakýþýr.
Ama proletaryanýn, dinle olan mücadelesi salt bununla baðlantýlý deðildir. O, ayný zamanda, demokratik cumhuriyet kurulmasý yönündeki tarihsel eylemi ile dinin “kiþisel bir sorun” olarak kalmasý gereði
açýsýndan da bu mücadeleyi yürütmek zorundadýr.
Laikliðin Avrupa’daki burjuva devrimleri döneminde ortaya
çýkmýþ olmasý ve buradaki dine, yani Hýristiyanlýðýn feodal dogmalarýna karþý bir mücadelenin ürünü olmasý, Lenin’in de belirttiði gibi
mücadelenin bittiði anlamýna gelmemektedir. Özellikle Ýslamiyet gibi
kendisini tarihsel geliþmeye uydurmamýþ, burjuvazi tarafýndan reformize edilmemiþ bir din karþýsýnda proletarya ve partisinin görevleri
çok daha fazla özelliklere sahip olacaktýr.
Bugün Avrupa’daki pekçok ilerici ve demokrat kesimlerde
“fundamentalizm” olarak “radikal islamcýlýk” þeklinde ele alýnan sorun, bizatihi Ýslamiyetin bir bütün olarak kapitalist toplumsal geliþme
evresine ulaþmamýþlýðýný dýþlar. Ýslamiyet, bir yandan kendisinde bulunan orta-çað dogmalarýndan arýnmamýþtýr. Diðer yandan, Hýristiyanlýk gibi, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenleme özellikleri
ile bunlara dayalý siyasal iktidara yönelik eylemleri kesin bir yenilgiye
uðratýlmamýþtýr. Ýslamiyetin egemen olduðu ülkelerin emperyalist sö* Lenin, Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Kurtuluþ Cephesi, Sayý:
18, s. 24.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
45
KURTULUÞ CEPHESÝ
mürgeler haline getirilmesi, bu ülkelerin kendi iktisadi evrimlerini
yaþamalarýný engellemiþtir. Dolayýsýyla tüm bunlar bu ülkelerdeki demokratik devrim sorununun parçasý haline gelmiþtir. Bu ülkelerde,
proletarya ve partisinin görevi, ne Avrupa’daki gibidir, ne de Çarlýk
Rusyasýndaki gibidir. Burjuvazinin din karþýsýndaki en basit karþý
duruþu bile proletaryanýn omuzlarýna kalmýþtýr.
Bu görev, ayný zamanda, burjuvazinin dini kendi çýkarlarý için,
devrimci mücadeleye karþý kullanma yönündeki faaliyetleriyle de
yüz yüzedir. Bundan öte, kitlelerin dikkatini devrim mücadelesinden
uzaklaþtýrmak amacýyla yapacaðý ve yaptýðý dine karþý kasýtlý “savaþ
ilanlarý”yla da yüz yüzedir.
Ýþte böylesine zorlu koþullar altýnda Türkiye’de yürütülen demokratik halk devrimi mücadelesi din karþýsýnda çok duyarlý olmak
durumundadýr. Ama her koþulda, bu mücadele, halk demokrasisi ve
sosyalizm mücadelesinin gerekleri olarak ele alýnmak durumundadýr ve her durumda halk iktidarýnýn ve sosyalist devletin laik bir cumhuriyet olacaðý açýkça ilan edilmek durumundadýr.
Ancak bizim gibi demokratik devrimin tamamlanmadýðý ve
üstelik dini reformdan geçmemiþ bir Ýslamiyetin egemen olduðu bir
ülkede laiklik ve din bu belirlemelerle sýnýrlandýrýlamaz. Konu çok
açýk biçimlerde ortaya konulmalýdýr. Hele ki, þeriatçýlýðýn artan güçlenmesi ve oligarþinin dini anti-komünist propagandanýn odaðýna
yerleþtirmesi, konunun önemini daha da artýrmaktadýr. Bundan öte,
oligarþinin dini bir araç olarak kullanmasý karþýsýnda, ayný aracý oligarþiye karþý kullanma tutumlarý, Alevilik üzerinde oynanan oyunlar
düþünülecek olursa, konunun ne denli geniþ kapsamlý olduðu daha
iyi anlaþýlacaktýr.
Tüm Marksist-Leninistler için, “Din, devlet karþýsýnda özel
bir sorundan baþka birþey deðildir; ancak kendileri açýsýndan,
Marksizm açýsýndan ve proletarya partisi açýsýndan sorun, kiþisel
bir sorun, özel bir sorun deðildir.”
Bu öylesine bir ilkedir ki, Paris Komünü’nün ilk aldýðý kararlardan birisi, “kilise ile devletin ayrýlmasý ve din iþleri bütçesinin kaldýrýlmasý, bütün kilise mallarýnýn ulusal mülkiyete dönüþtürülmesi”
þeklinde olmuþtur. Ancak Komün bununla da yetinmemiþ, 8 Nisan
1871 günü aldýðý kararla “bütün dinsel simge, imge, dua ve dogmalarýn, kýsacasý ‘herkesin bireysel vicdaný ile ilgili herþeyin’ okullardan
uzaklaþtýrýlmasý”ný saðlamaya yönelmiþtir.*
Görüldüðü gibi, proletarya ve partisi, din ile devlet iþlerinin
birbirinden ayrýlmasýný ve dinin kiþisel bir sorun olarak kalmasýný
isterler. Ama ayný zamanda, dinsel dogmalara ve dine karþý mücadele ederler. Bu mücadele, dinle nasýl savaþýlacaðýný bilmekle olanaklý* Marks-Engels, Seçme Yapýtlar, C: II, s. 219.
46
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
dýr. Bu da, dinsel inançlarýn ve dinin kökenlerinin materyalist bir
biçimde kitlelere anlatýlmasý demektir. Marksist-Leninistler bunu yaparken, din sorununun birincil bir sorun haline getirilmesine izin vermemek durumundadýrlar. Bu tutum, ayný zamanda, din sorununu
birincil hale getirmek, kitleleri dinsel inançlarýna göre bölmek isteyenlere karþý mücadele demektir.
Bunlarýn ülkemizin somut koþullarýnda ne denli önemli olduðunu hemen herkes kolayca görecektir. Legal planda RP ile yükselen þeriatçýlýk, hemen her yerde kitleleri dini inançlara göre bölmeye
çalýþmaktadýr. RP söylemindeki “inananlar” belirlemesi bu bölme
eyleminin en tipik ifadesidir. Öte yandan, oligarþinin Alevileri yeni bir
güç olarak kullanma çabalarýyla belirlenen faaliyetleri de yoðunlaþmýþtýr. Böyle bir ortamda, dinin kiþisel bir sorun olduðunu, “tanrý ile
kul arasýnda” bulunduðunu her zaman belirtmek gerekmektedir. Ancak devletin dayandýðý temeller arasýnda sayýlan “laiklik” ilkesinin,
ülkemizde küçük-burjuva aydýnlarýnca kullanýlmýþ olmasýnýn getirdiði sorunlar ve buna karþý þeriatçý kesimlerin geliþtirdiði propagandalar da unutulmamalýdýr. Burjuva demokratik devrimin tamamlandýðý
ülkelerden aktarýlan “laiklik” uygulamasýnýn 70 yýllýk evrimi dikkatle
incelenmelidir. Aksi halde küçük-burjuva aydýnlarýnýn tutarsýz ve uzlaþýcý laiklik söyleminin karþýsýnda geliþtirilen þeriatçý propagandaya
karþý etkin bir mücadele yürütülemez.
Tüm bunlar yapýlýrken, Marksist-Leninistler, dinin þu ya da bu
nedenle devrimci mücadelede “kullanýlabilecek bir araç” olarak kullanýlmasý eðilimlerine karþý mücadele etmelidirler. Çünkü dinin “iþe
yararlýlýðý” bilinci bile dini önyargýlarýn pekiþmesine hizmet eder. Yapýlabilecek en önemli hatalardan birisi de, ekonomik, toplumsal ve
siyasal sorunlarýn açýklanmasýnda ve çözümünde dini belirlemeleri
kullanmaktýr.*
* Bu baðlamda son dönemde Kürt ulusal hareketi içinde geliþen dini
örgütlenmelerin etkinliðine dikkat edilmelidir. Ulusal kuruluþu bir “tanrý buyruðu”
olarak sunan bu kesimler, son olarak PKK’nin ateþ-kes istemine yönelik “fetva”
vermiþlerdir. Kendilerine Kürdistan Ýslam Hareketi diyen bir kesimin Almanya’da 9-10
Temmuz 1994’de düzenlediði “Kürt Sorunu ve Ýslami Çözüm Konferansý Sonuç
Bildirgesi”nde þöyle denilmektedir:
“Savaþýn iki tarafýný da Hücurat Suresi 9. ayetine uygun bir temelde Kur’an’ýn
hakemliðine ve barýþa çaðýrýyoruz. Bu çaðrýya olumlu cevap vermeyen zalim ve mütecaviz olur. Dinimiz tüm inananlarýn zalime karþý tavýr almasýný, zulüm ve tecavüzden
vazgeçene kadar onunla savaþýlmasýný emreder.” (Özgür Ülke, 13 Temmuz 1994)
Ve ayný bildirgenin sonunda þöyle denilmekdedir:
“Bizler, bu amaçlarý reddeden ve çözümler için gösterilen çaba ile yapýlan çaðrýlar
önünde engel teþkil eden her unsuru Kur’an ile Kürdistan ve Türkiye halklarýnýn düþmaný ilan ediyor ve teþhir ediyoruz.”
Görüldüðü gibi, tümüyle Kuran’ý yücelten bir bildirge söz konusudur. Ve altýnda
ERNK Temsilcisi M. Karasu’nun imzasý da bulunmaktadýr. Burada adý geçen Hücurat
Suresi, Kuran’ýn 49. suresi olup, 9. ayetinde þöyle denilmektedir:
“Eðer iman edenlerden iki hizip birbirleriyle çekiþirse, hemen aralarýný bulup
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
47
KURTULUÞ CEPHESÝ
Marksist-Leninistler, her zaman bu gerçeklerin ýþýðýnda hareket etmiþlerdir. Dinsel hareketler ve dinsel dogmalara karþý mücadele, ayný zamanda, materyalizmin bir gereðidir. Materyalist bir dünya
görüþüne sahip olanlarýn din karþýsýnda tavýrsýz ve tarafsýz kalmalarý
olanaksýzdýr.
Ayrýca demokratik devrimin tamamlanmadýðý ülkelerde dine
karþý yürütülen mücadele, dini ideolojilerin bertaraf edilmesi demektir
ve proletaryanýn demokratik devrimdeki ideolojik öncülüðünün saðlanmasýnýn temel unsurlarýndandýr. Bu nedenle Lenin’in þu belirlemesi her zaman geçerli olacaktýr:
“Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin öncüsüdür. Bu nedenle, orta çaðýn tüm kalýntýlarýna ve bu
arada eski resmi dine ve bunu canlandýrma, yeniden biçimlendirme yolundaki tüm giriþimlere karþý yürütülecek mücadeledeki ideolojik öncü de proletaryanýn partisi olmalýdýr.”*
barýþtýrýn. Eðer onlardan biri diðerine saldýrýrsa siz saldýran hizbe karþý o, Allah’ýn
emrine dönünceye kadar savaþýn. Dönünce artýk adaletle aralarýný bulup barýþtýrýn.
Onlara adil davranýn. Allah adil davrananlarý sever.”
Görüleceði gibi, Hücurat Suresi “Allah’ýn emrinin” yerine getirilmesine iliþkindir.
Bunun altýna hiçbir Marksist imza atamaz.
* Lenin, Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Kurtuluþ Cephesi, Sayý:
18, s. 24-25
48
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Küçük-Burjuva Aydýnlarýnýn
Demokrasi Çýkmazý
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 20, Temmuz-Aðustos 1994
12 Eylül 1980 öncesinde olduðu gibi, bugün de ülkemizde en
çok tartýþýlan konularýn baþýnda “demokrasi” konusu gelmektedir.
Hemen hemen hergün gazetelerde ya da televizyonlarda “demokrasi” konusunda yazýlar çýkmakta, tartýþmalar yapýlmaktadýr. Özellikle
27 Mart Yerel Seçimleri’nde RP’nin %20 oy almasýyla birlikte “laiklik”
sorunuyla birlikte ele alýnan “demokrasi” tartýþmasý, 5 Nisan Kararlarý’yla birlikte hükümet tarafýndan gündeme getirilen “demokrasi
paketi”yle birlikte daha da hýzlandý. Birbiri ardýna yapýlan “darbe” tartýþmalarý, þeriatçýlýðýn “demokrasi yoluyla iktidara gelmesi” korkularýyla birlikte, “demokrasinin geliþtirilmesi” tartýþmalarý haline dönüþtü.
Bütün bunlara DEP’in Anayasa Mahkemesi kararý ile kapatýlmasý eklenince ortaya tam bir kavram keþmekeþi çýktý. Hemen herkesin bir fikir ileri sürdüðü tüm tartýþmalarda ortaya çýkan tek gerçek,
“demokrasi”nin ne olduðunun bilinmemesiydi.
Kürt sorunundan laikliðe, ekonomik buhrandan banka ifaslarýna kadar, hemen herþey “demokrasi” çerçevesinde ele alýnýrken
bu tartýþmalarda var olmayan tek þey, demokrasinin sýnýfsal niteliðiydi.
Soyut demokrasi kurallarý öylesine yoðun bir biçimde ortaya
konuldu ki, pekçok insan böyle bir demokrasinin sadece RP’nin iþine
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
49
KURTULUÞ CEPHESÝ
geleceðini düþünmeye baþladý. Bunun sonucu ise, “laik cumhuriyetin tek koruyucusu” ordunun yüceltilmesi oldu. Zaten Kürt ulusal
hareketi karþýsýnda sürekli yýpranan ordunun böylesine bir kurtarýcý
olarak gösterilmeye ihtiyacý vardý. Ve küçük-burjuva demokrat aydýnlarý sayesinde bu da gerçekleþmeye yöneldi.
Týpký demokrasi tartýþmalarý gibi, laiklik tartýþmalarý da kavram keþmekeþi içersinde sürdürüldü. Hemen hergün medyada boy
gösteren küçük-burjuva demokratlarý, kitleleri laiklik konusunda “bilinçlendirme” adýna laiklik ile Ýslamiyeti uyumlulandýrmaya çalýþtýlar.
“Hazýrlýklý” gelen þeriatçýlar karþýsýnda “hazýrlýksýz” olmalarýný gerekçe gösterirken, konunun en temel kavramlarda yattýðýný ve bunlarýn
netleþtirilmesiyle baðlantýlý olduðunu birkaç kiþi dýþýnda hiç kimse
görmek istemedi.
Soyut bir demokrasi kavramý çerçevesinde küçük-burjuva aydýnlarýnýn þeriat korkusu, soyut bir “inanç” sorunu ile bütünleþtirildi.
En basit deyiþle, þeriatçýlarýn demokratik yollarý izleyerek demokrasiyi ortadan kaldýracaklarý korkusunun “inanç”la ilintilendirilmesi,
RP’nin “yumuþak üslubu” ile birlikte ortaya çýkmasý mevcut karmaþayý
artýrmakan öte bir iþe yaramadý. Birkaç aydýnýn “demokrasinin de
kendini koruma mekanizmalarý olmalýdýr” türünden sözleri ise, bu
kargaþa içinde kayboldu.
Soyut demokrasi kavrayýþýnýn küçük-burjuva aydýnlarýnda yarattýðý kargaþa ortamýnda, “þeriatçýlýða karþý ordu müdahelesi” doðrudan ifade edilmese de, “laikliðin temel koruyucusu ordu” kavrayýþýna
da deðinen pek olmadý. Tabi bütün bunlarýn zemininde ordunun
gerçekleþtirdiði darbelerde küçük-burjuva aydýnlarýnýn da zarar görmüþ olmasý ve Cezayir’de yönetimin askerileþtirilmesinin pek iþe yaramadýðýnýn görülmesi yatýyordu. Ama içten içe yönetimin askerileþtirilmesinin bir çözüm olabileceði düþüncesinin bu kesimlerde
varlýðýný sürdürdüðü açýktý.
Bugün ekonomik buhranýn aðýrlaþtýðý koþullarda demokrasi
tartýþmasýnýn “karýn doyurmadýðý” demagojisi yapýlýrken, yukarda ortaya koyduðumuz olgular yok sayýlmaktadýr. Demokrasi ile ekonomi
arasýndaki iliþkinin, küçük-burjuva aydýnlarýnýn soyut demokrasi
kavrayýþlarýyla belirsizleþtiði de açýktýr. Siyasal iktidar sorunu olarak
demokrasi, ayný zamanda ekonomik ve toplumsal iliþkilerin düzenlenmesi demek olduðu yeterince ortaya konulamadýðý koþullarda bu
demagoji elbette etkili olacaktýr. Sorun net biçimde ifade edilmelidir:
Soyut bir demokrasi yoktur ve demokrasi siyasal bir sorundur, sýnýfsal niteliðe sahiptir.
Küçük-burjuva aydýnlarý, bir yandan dinsel fanatizm karþýsýnda
geleneksel tutumlarýný sürdüremezken, diðer yandan Özal döneminde yedeklendikleri oligarþiden ayrýlmaktadýrlar. Ancak bu kararsýzlýk
50
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ve kopuþ, kendi alternatifini bulamadýðýndan etkili bir sonuç da yaratamamaktadýr. 1970’lerin sonlarýna doðru devrimci kesimlerden kopan ve 1980 ortalarýnda Özal politikalarýyla oligarþiye yedeklenen
küçük-burjuva aydýnlarýnýn tek müttefikinin proletarya olduðu, tüm
bunlara raðmen bir kez daha ortaya çýkmýþtýr.
Bu geliþmeler karþýsýnda soldaki hava ise, tam bir boþ vermiþlik
olarak ortaya çýktý. Genellikle kendilerini legalleþtirme ile legal mücadeleyi birbirine karýþtýranlar kendi dünyalarýnda olaylarý izlemekle
yetinirken, diðer kesimler genel birkaç deyinmenin ötesinde pek
birþey söylememeyi yeðlediler. Özellikle konu laiklik olduðunda sessiz kalýnmasý en önemli açmaz olarak ortaya çýktý. Kurtuluþ Cephesi
olarak uzun süredir yaptýðýmýz tüm uyarýlara raðmen sessizlik, bir
tavýrsýzlýk ve pasifizm olarak soldaki oportünizmle birleþti.
“Kitlelerin içine girerek, kitlelerin acil gereksinmeleri etrafýnda, kitleleri örgüleyip, eyleme sokma ve kitlelere siyasi bilinç götürüp
örgütleme, yani emekçi kitlelerin ekonomik ve demokratik hak ve
istemleri etrafýnda kitleleri örgütleyip, siyasi hedefe yönlendirme”
legalizmin yeni biçimiyle bir kez daha egemen oldu.
5 Nisan Kararlarý çerçevesinde ekonomik buhranýn aðýrlaþtýðýný
gören bazý sol yapýlarýn ekonomik mücadeleyi politik mücadeleye
dönüþtürme çabalarý salt istem boyutunda kalýrken, tüm faaliyetleri
herhangi bir sendikanýn yerine getirmesi gereken iþlevlerle sýnýrlýydý.
DS’nin “Alevi-Sünni, laik-dinci çatýþmasý deðil, sömürüye karþý ekmek kavgasý” sloganýnda olduðu gibi, yalýn bir ekonomizme gömülündü.
Oysa,
“Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanýlamadýðý –rafa
kaldýrýldýðý– daha doðru bir deyiþle oligarþi tarafýndan kullanýlmasýna ‘izin’ verilmediði, ordusu, polisi ve diðer güçleri ile emekçi kitlelere tam bir tenkil politikasýnýn izlendiði
bütün geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde, bu tip klâsik ‘kitle çalýþmasý’ ile ekonomik ve demokratik mücadeleyi, politik mücadeleye dönüþtürmek isteyen örgütler, düþmanýn askeri
üstünlüðü ve baskýsý karþýsýnda, güçsüzlüðe düþecekler,
giderek de iyice saða kayacaklardýr.
Bu yol ‘oligarþik diktatörlük ile halktan gelen baský arasýnda kurulmuþ olan suni dengeyi bozacak yerde onu devam ettirecektir’(Che)
Evet, devam ettirecektir. Elbette bu yoldan gidildiðinde
de görünüþte bazý ilerlemeler olacaktýr. Ancak bu yolun
savunucularý, giderek baþlangýçta savaþçý niteliklere sahip
olsalar bile, bu niteliklerini kaybedecek, yozlaþacak ve giderek bürokratlaþacaklardýr. Yitirilen devrimci öz ve de pasifize edilmiþ beþ-on emekçi; iþte bu görüþün yolu basit-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
51
KURTULUÞ CEPHESÝ
leþtirilince budur.”*
Görüldüðü gibi, küçük-burjuva aydýnlarýnýn sýnýfsal ve politik
iktidar sorunundan soyutlanmýþ demokrasiyi öne çýkarttýklarý bir dönemde, bazý sol hareketler ekonomik mücadeleyi öne çýkarmýþlardýr.
Böylece birbiriyle ilintisi açýk olan iki konu, iki ayrý alanda, birbirine
karþý bir biçimde ifade edilir olmaktadýr. Son dönemdeki pekçok
ekonomik mücadele alanýnda görüldüðü gibi, devrimciler sýradan
bir sendika görevlisinin yapabileceði iþleri yapmýþ ve bunlarý devrimci bir görevmiþcesine kitlelere sunabilmiþlerdir.
Bugün sorun demokratik halk devrimi sorunudur ve siyasal
özgürlüklerin elde edilmesi olarak kendisini somutlaþtýrýr. Bir RP’nin
bile, ekonomik ve toplumsal sorunlarý iktidar sorunuyla baðlantýlý
sunmasý, bu gerçeklerin kitleler tarafýndan ne denli anlaþýlabilir olduðunu göstermektedir. Küçük-burjuva aydýnlarýnýn soyut demokrasi
kavrayýþýyla içine düþtükleri açmaz ile kitlelerin yüz yüze olduklarý
aðýr ekonomik yaþam koþullarý proletaryanýn öncülüðündeki demokratik halk devrimi mücadelesinde kendi gerçekliðini bulabilecektir.
Bu baðlamda, devrimciler, her yerde ve her zaman demokratik halk
devrimi programý ile mücadeleyi yükseltmelidirler. Yoksa ne küçükburjuva aydýnlarýný dýþlayarak, ne de kitlelerin ekonomik talep uðruna yürüttükleri mücadeleyi devrim mücadelesiymiþ gibi göstererek
bir yere varmak olanaksýzdýr.
* Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III.
52
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Oligarþinin
Yeni Adam Satýn Alma Aracý:
Alevicilik
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 20, Temmuz-Aðustos 1994
“... tekelci burjuvazinin ekonomik
gücünün, her alanda ‘adam satýn almaya’, yani rüþvete dayalý bir politika için
kullanýlmasýdýr. Bu, özellikle ekonomik ve
siyasal düzeyde, tekelci burjuvazi için engel oluþturan güçlerin ya da fraksiyonlarýn sözcüsü ya da yetkili kiþilerinin parayla
satýn alýnmasý ve böylece bu güçlerin daðýtýlmasý demektir. (Bir çeþit ‘böl ve yönet’
politikasý.)”*
T. Özal’ýn aðzýndan, hemen her gün duyduðumuz “transformasyon” sözcüðü, onun ölümünden beri hemen hemen hiç duyulmaz olmuþtur. Oligarþinin “adam satýn alma politikasý”nýn bir ifadesi
olan “transformasyon”, egemen sýnýflarýn yüzyýllar boyu kendilerinden olmayan kesimlerden, özellikle ezilen ve sömürülen kesimlerden kadro transfer etmesidir. Özellikle sömürülen sýnýflarýn en iyi beyinlerinin egemen sýnýflarýn hizmetine devþirilmesi olarak “transfor* Kurtuluþ Cephesi, Sayý: 15, s. 11.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
53
KURTULUÞ CEPHESÝ
masyon”, bir yandan egemen sýnýflara yeni kadrolar saðlarken, diðer
yandan sömürülen sýnýflarý kendi yetiþmiþ insan gücünden mahrum
býrakýr. Böylece iki yönlü sonuçlar doðurur.
Tarihte açýkça görüldüðü gibi, sömürücü egemen sýnýflar, kendilerine yönelik muhalefeti bir yandan devlet zoruyla (siyasal zor)
sindirip, baský altýna alýrken; diðer yandan bu toplumsal muhalefet
hareketini bölüp parçalamaya çalýþýrlar. Ýþe bu bölme ve parçalama
eylemlerinin en temel unsuru olan “transformasyon”, “adam satýn
alma”nýn diðer bir ifadesidir. Ancak egemen sýnýflarýn egemenliklerini sürdürebilmek için yaptýklarý bununla sýnýrlý deðildir.
Genel olarak “böl ve yönet” politikasý olarak bilinen politikalar, bireysel bazda olduðu kadar, kitlesel bazda da kullanýlýr. “Balkanlaþtýrma” olarak adlandýrýlan devletler ve topluluklarýn küçük parçalara
bölünerek yönetilmesi, yine egemen sýnýflarýn kendi iktidarlarýný koruma çabalarýndan baþka birþey deðildir. “Balkanlaþtýrma” politikasýnda olduðu gibi, bir bölge halklarýnýn küçük devletçiklere bölünerek
ve birbirlerine düþman edilerek ya da birbirlerini “tehlike ve tehdit”
olarak görerek emperyalist politikalara uygun hale getirilmesi, belirli
bir devlet sýnýrlarý içinde de kolayca uygulanabilmektedir. Özellikle
sýnýfsal ayrýþmaya denk düþmeyen, tersine sýnýfsal ayrýþmayý bozan
ve sýnýfsal faaliyetleri bölen her türlü bölme faaliyeti egemen sýnýflarýn temel politikalarýndandýr.
Bu politikalarý Machiavelli “Prens” kitabýnda þöyle ifade etmiþir:
“Üstünde durulmasý gereken þudur: Ýnsanlar ya elde
edilmeli ya da kökü kazýnmalýdýr; hafif baskýlara karþý intikam almaya kalkarlar, fakat aðýr baskýlara karþý direnemezler. Bir insana baský yapýlmasý gerektiði zaman öyle
davranmalý ki, intikam almaya fýrsat bulamasýn.”*
Ülkemiz tarihinde görülen pekçok siyasal olayda egemen sýnýflarýn bu politikalarýný görmek olanaklýdýr. Osmanlý Ýmparatorluðu
döneminde oluþturulan Hamidiye Alaylarý, Ýdris Bitlisi olayý vb. tümüyle egemen sýnýflarýn siyasal iktidarýný sürdürme faaliyetlerinin parça sýdýr. Ülkemizde her dönemde halk kitlelerinin mevcut siyasal iktidara karþý mücadelesi olmuþ ve ayný zamanda bu mücadeleyi zorla
bastýrma giriþimleri oraya çýkmýþýr. Ayný süreçte kitlelerin mücadelesini bölmek ve birleþik mücadele etmelerini engellemek için her
olay kullanýlmýþtýr. Osmanlýdan bu yana gelen “Moskof düþmanlýðý”,
devrimci mücadeleye karþý anti-komünist propagandanýn temeline
yerleþtirildiði ülkemizde, þeriatçýlar “dinsizlere” karþý bir güç olarak
çýkartýlmýþtýr. Ýþte bu ve benzeri durumlarýn en son örneði ise, Alevilik üzerinde verilmektedir.
Ýslamiyet içindeki iktidar mücadelelerinin bir ürünü olarak orta* Machiavelli, Hükümdar, s. 21.
54
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ya çýkan deðiþik mezhep ve tarikatlarýn varlýðý, her dönemde egemen sýnýflar için kullanýlabilir bir araç olmuþtur. Devlet, kimi zaman
bu kesimlerden birisini özel korumaya alarak diðerine karþý kullanmýþ,
bir baþka dönem ise tersini yapmýþtýr. Ancak 12 Eylül sonrasýnda
uygulamaya sokulan “adam satýn alma politikalarý”, Cumhuriyet tarihinin en geniþ uygulama alaný bulan politikalarýndan birisidir.
Ýlkin sola uygulanan bu politika, hemen sünni tarikatlar arasýnda uygulanmaya baþlanmýþtýr. Bu uygulamanýn gözle görülür en büyük
sonucu ise Ýhlas Holding’tir. Özal Hükümetlerinin ilk döneminde Türkiye gazetesine verilen büyük krediler, bu gazetenin satýþlarýný 2 milyona yaklaþtýrmýþtýr. Böylece, bir yandan Iþýkçýlar tarikatý güç haline
getirilirken, yaratýlan istihdamla da önemli bir dinci kesim iþe sokulmuþtur. Yine ayný þekilde faþist milislere yönelik uygulanan bu politika etkili sonuçlar vermiþtir. Ýþte þimdi sýrada Aleviler bulunmaktadýr.
Ancak hemen belirelim ki, oligarþinin Özal aracýlýðýyla yürüttüðü bu politika, Özal’ýn ölümünden sonra ayný biçimde sürdürülmek durumunda deðildir. Ama baþlatýlmýþ olan uygulamalarýn da
hemen sona ermesi de beklenemez. Görülen, bu politikalarýn eskisi
kadar hýzlý ve yaygýn kullanýlmasýnýn bir süre için söz konusu olamayacaðýdýr. Zaten C. Boyner’in parti giriþimi de bunu göstermektedir.
(C. Boyner þürekasý, Özal’ýn soldan devþirmeye yöneldiði, ama henüz
tamamlayamadýðý uygulamanýn unsurlarýný içermektedir.)
Alevilik üzerinde oligarþinin politik hesabý tümüyle devrimci
mücadeleye karþý olmakla ilintilidir. Aleviliðin içerdiði kimi dinsel
tutumlarýn toplumsal içeriði, özellikle de tarihsel olarak sürekli bir
muhalefet hareketi olmasýnýn getirdiði unsurlar, her dönemde egemen sýnýflara yönelik politik mücadelelere katýlmalarýný getirmiþtir.
1980 öncesinde devrimci mücadelenin en yoðun kitlesel destek bulduðu bazý bölgelerde Alevilerin yoðunlaþmýþ bulunmasý bu gerçeði
göstermektedir.
Ýþte oligarþinin Alevilik üzerindeki politikasý, bu devrimci potansiyeli yok etmek üzerine kurulmuþtur. Oysa bu devrimci potansiyel,
bu bölgelerde Aleviliðin olmasýndan deðil, bu bölgelerin sýnýfsal
ayrýþmayý yaþayan ve sýnýf çeliþkilerinin keskinleþtiði yerler olmasýndan kaynaklanmakadýr. Ama bunlar oligarþi için önemli deðildir. Onun
bütün amacý, Alevi kesimleri kendi dini sorunlarýyla uðraþýr kýlmak
ve buna paralel olarak kendilerini bir “ümmet” ya da “cemaat” haline getirmektir. Bu yöndeki giriþiminde “Alevicilik” baþlý baþýna bir
araç olmak durumundadýr. 1980’lere kadar devrimci mücadelenin
ekisiyle önemli ölçüde güç kaybeden kimi çevreleri (özellikle dedelik kurumunu) yeniden güçlendirmek oligarþinin ilk hedeflerinden
birisidir. Bu faaliyette gerekli “giderler” dolaylý biçimde devlet tarafýndan karþýlandýðýndan, eski Alevi egemenlerinin faaliyetlerinde büyük artýþ olmuþtur. Ancak hedef olarak konulan “Alevi cemaati”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
55
KURTULUÞ CEPHESÝ
oluþturmada ana parasal kaynak Diyanet Ýþleri bütçesi gösterilmektedir. Alevicilik yolunda ilerleyen kesimlerin ifade ettiði gibi, 8 trilyon
400 milyar liralýk Diyanet bütçesinin “en az dörtte biri” böyle bir
geliþmenin ödülü olarak sunulabilmektedir. Özellikle yoksul emekçi
kesimlerden oluþan bir kesim için bunun nasýl bir etki yapacaðý üzerinde politikalar yürütülmektedir.
Oligarþinin Aleviciliði destekleyerek sürdürdüðü politikasýndan
kýsa vadede beklediði, Alevi kesimlerinin her türlü toplumsal mücadeleden uzak tutulmasýdýr. Sivas Katliamý’ndan sonra görüldüðü gibi,
katledilen devrimci, demokrat ve yurtsever insanlar, el çabukluðuyla
“can” olmuþlardýr. Oysa þeriatçý ve faþist kesimlerin katliama giriþirkenki temel gerekçeleri “dinsizler” ve Pir Sultan Abdal’ýn ülkemiz
devrimci mücadelesinde þekillenen simgesi olmuþtur. Sivas Katliamý, týpký Maraþ, Çorum katliamlarý gibi, devrimci mücadeleye yönelik bir gözdaðý ve imha hareketidir. Sivas Katliamý sonrasýnda yapýlan
yoðun propagandayla (ki baþýný Aleviciliðe soyunanlar çekmektedir)
Alevi kesimler kendi içlerine döndürülmek istenmektedir. Bir yandan katliam tehdidi sürekli kýlýnarak kendilerini savunmaya yöneltilirken, diðer yandan açýlan kanallarla “savunmanýn” silahlý devrimci
mücadelede deðil, devletle “uzlaþmada” yattýðý gösterilmeye
çalýþýlmaktadýr.
Bugün sorun, Alevilerin, kitle olarak oligarþinin mi, yoksa devrimcilerin mi yanýnda yer alacaklarý sorunu deðildir. Sorunu böyle
ele almak, oligarþinin belirlediði koþullara boyun eðmek ve destek
vermek demektir.
Bugün sorun, devrimci mücadelenin kendi sýnýfsal temelleriyle ve sýnýf güçleriyle yürütülmesi sorunudur. Dinsel ya da ulusal
farklýlýklarý esas alarak ve bunu bir kitlesel nitelik olarak belirleyerek
devrimci mücadeleinin sürdürülmesi olanaksýzdýr.
Sorun, Alevi kitlesinin, “Aleviler” olarak nasýl bir politik tutum
takýnacaklarý deðildir.
Sorun, Alevi kesimlerinin “Alevi kitlesi” ya da “Alevi cemaati”
haline getirilmesine boyun eðmek deðil, bu kitlenin sýnýfsal boyutlarýný esas almak ve buna göre devrimci mücadeleyi, propagandayý ve
örgütlenmeyi sürdürmektir.
56
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Alevilik, Din vb. Üzerine
Bir Kez Daha
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 28, Kasým-Aralýk 1995
“Din, kiþinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavýrlarýný genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa
herhangi bir yanlýþ anlamaya yol açmamak
için bu sözlerin anlamý kesinlikle açýklanmalýdýr. Devlet açýsýndan ele alýndýðý sürece, din
kiþisel bir sorun olarak kalmasýný isteriz. Ancak, Partimiz açýsýndan dini kiþisel sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle iliþkisi olmamasý, dinsel kurumlarýn hükümete deðin yetkileri bulunmamasý gerekir. Herkes istediði
dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak
bütün sosyalistler gibi, ateist olmakta tamamen özgür olmalýdýr. Vatandaþlar arasýnda
dinsel inançlarý nedeniyle ayrým yapýlmasýna kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaþýn dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve dinsel kurumlara hiçbir devlet yardýmý yapýlmamalýdýr, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar devletten tamamen baðýmsýz, ayný düþüncedeki
kiþilerin oluþturduðu kurumlar niteliðinde
olmalýdýr.”
(Lenin, Novaya Zihn, Sayý: 28, 3 Aralýk 1905.)
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
57
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Dini inançlarýn tarih boyunca sadece egemen güçlere
hizmet etmedi. Belirleyici yönü bu olsa da egemenlere
karþý halk isyanlarýnda da birleþtirici, ‘ideolojik’ iþlevler gördü.” (DHKC-Avrupa Örgütü’nün yayýnladýðý Alevilik üzerine
bir broþür)*
Ýþte Alevilik üzerine hazýrlanmýþ bir broþür böyle baþlamaktadýr. Bu sözlerin içinde yer alan devrimci sözcükler (“egemen güçler”,
“halk isyanlarý” gibi),kaçýnýlmaz olarak, böyle bir belirlemenin üzerinde durulmasýný gerektirmektedir. Eðer ki, yukarda sözü edilen belirleme, yani “dini inançlarýn tarih boyunca ... egemenlere karþý halk
isyanlarýn da birleþtirici, ‘ideolojik’ iþlevler gördü”ðü belirlemesi doðru
ise, herhangi bir tarihsel dönemdeki herhangi bir dinsel hareketin ya
da dinsel teorinin devrimci bir içeriði olmasý kaçýnýlmazdýr. Böyle
oluncu da, tarihte hangi dinsel hareketin ve hangi dinsel teorinin
devrimci bir içeriðe sahip olduðu ortaya konulmaz zorundadýr. Sözü
geçen broþürde, bu konuya iliþkin olarak, sadece, “Baba Ýshak, Þeyh
Bedreddin, Pir Sultan”dan söz edilmektedir. Ancak tarih, ne Anadoluyla sýnýrlýdýr, ne de dini hareketler, salt islamiyete iliþkindir. Hatta
diyebiliriz ki, tarihte en büyük ve en uzun dinsel hareketler Avrupa’da
ortaya çýkmýþtýr. Bu açýdan, tarihe bir bütün olarak bakmak gerekmektedir.
Burada, ilkel topluluklarda, yani ilkel komünal toplumda dinin nasýl ortaya çýktýðý, nasýl geliþtiði üzerinde durmayacaðý. Ancak
hemen her Marksistin bildiði bir gerçek, “tanrýnýn, toplumsal duygularý uyaran ve örgütleyen” bir kavram olmayýp, “herþeyden önce, insanýn bir yandan doða öte yandan sýnýf boyunduruðuna sokulmasýnýn
yarattýðý fikirlerin –yani bu baðýmlýlýðý pekiþtiren, sýnýf mücadelesini
uyutmayý amaçlayan kavramlarýn bir bileþimi” (Lenin) olduðudur.
“Tarihte, bu tür kavrama ve kökene raðmen demokrasi mücadelesi ve proletarya savaþýnýn, bir dinsel görüþün bir baþka dinsel
görüþle çarpýþmasý biçimini aldýðý bir dönem olmuþtur.” Ancak,
Lenin’in açýk biçimde belirttiði gibi, “o dönem de çok gerilerde kalmýþtýr”.
Böyle oluncu, eski dönemlerde, þu ya da bu dönemde ortaya
çýkan isyanlarýn kendilerini belli bir dinsel teoriye dayandýrmalarý ya
da dinsel bir görüþün bir baþka dinsel görüþle çarpýþmasý olarak ortaya çýkmasý, sadece sonuç olarak, ya da tarihe iliþkin bir hüküm
olarak ortaya konulamaz. Marksizm, her zaman, tarihin sýnýf mücadelelerinin tarihi olduðunu ortaya koyar. Bu nedenle de, her hangi
bir halk isyanýný, sadece bu isyanda sözü edilen “ideolojik” kavramlar ya da sözlerle deðil, bu isyaný ortaya çýkaran ekonomik, sosyal,
siyasal, kültürel tüm koþullarla baðlantýlý olarak ele alýr ve tanýmlar.
* Adý geçen broþür Mücadele-Yurtdýþý’da Haziran 1995’de aynen yayýnlanmýþtýr.
58
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Engels’in 1517 Luther hareketini (reform hareketi) ve 1525 Thomas
Münzer hareketini tahlil ediþi buna örnek olarak verilebilir.
Engels, bu hareketlerin ortaya çýktýðý tarihsel dönemdeki sýnýf
iliþkilerini ve bu sýnýf iliþkileri içersindeki çýkarlarý dinle baðlantýlý olarak þöyle ortaya koymaktaýr:
“Ulusun bölünmüþ bulunduðu üç büyük kamptan birincisi, tutucu-katolik kamp, kurulu düzenin sürdürülmesinde çýkarý bulunan tüm öðeleri: Ýmparatorluk iktidarý,
papaz sýnýfý ve laik prenslerin bir bölümünü, zengin soyluluðu, büyük din görevlileri ve kentler ayrýcalýklýlarýný bir
araya getirirken, lüterci ýlýman burjuva reform partisi, varlýklý muhalefet öðelerini, küçük soyluluk yýðýnýný, burjuvaziyi ve hatta, laik preslerin, kilise mallarýnýn zoralýmý ile
zenginleþmeyi uman ve imparatorluk karþýsýnda daha büyük bir baðýmsýzlýk kazanmak için fýrsattan yararlanmak
isteyen bir bölümünü bir araya getiriyordu. Son olarak, köylüler ve halktan kimseler de, istemleri ve öðretileri en açýk
bir biçimde Thomas Münzer tarafýndan dile getirilen devrimci bir parti oluþturuyorlardý.”*
Demek ki, dini inançlarýn “tarih boyunca” halk isyanlarýnda
“birleþtirici, ‘ideolojik’ iþlev” görmesinden söz etmek, sanýldýðý kadar
kolay deðildir. Bilimsel ideoloji olarak Marksizmin ortaya çýkmadýðý
çaðlarda, halk kitlelerinin þu ya da bu ideolojinin ya da teorinin kendisinde, kendi çýkarlarýnýn ifadesini bulabilmiþ olmalarý, sadece o
tarihsel dönemin iliþki ve çeliþkileri ile açýklanabilecek bir durumdur. Martin Luther’in, Thomas Münzer’in birer din adamý olduklarý,
Þeyh Bedrettin ve Pir Sultan’ýn ayný þekilde din adamý olduklarý unutulmazsa, o tarihsel dönemdeki halk isyanlarýnýn kendilerini neden
dinsel bir görüþte ifade ettikleri anlaþýlabilir.
Gerçek gerçeklikte, yani tarihte ortaya çýktýðý gibi, her din ve
dinsel teori, belirli bir sýnýfýn ya da sýnýf kesimlerinin çýkarlarýnýn ifadesi olmuþtur. Ve yine tarihte görüldüðü gibi, her zaman egemen
sýnýflara karþý ezilen ve egemenlik altýnda olan sýnýflarýn hareketi,
kendilerini bu konumda tutmaya hizmet eden, sömürüyü “kutsayan” dinlere ve dinsel görüþlere karþý bir hareket de olmuþtur. Bir
baþka deyiþle, ister dinsel olsun, ister felsefik, her zaman egemen
sýnýfýn ideolojisi, egemen ideolojidir ve egemenliði ele geçirmeyi
amaçlayan her sýnýf ya da halk hareketi, kaçýnýlmaz olarak bu ideolojiyle savaþmak zorundadýr. Bu savaþ da, herkesin bilebileceði gibi,
egemen ideolojiye karþý bir ideoloji oluþturmakla olanaklýdýr. Ýþte,
herhangi bir tarihsel dönemde, egemen dinsel ideolojiye karþý ortaya çýkan diðer bir dinsel ideoloji, böyle bir mücadelenin üst-yapýsal
* Engels, Köylüler Savaþý, s. 50.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
59
KURTULUÞ CEPHESÝ
ifadesi olmuþtur. Yukarda da belirttiðimiz gibi, bilimsel bir ideolojinin
(Marksizmin) ortaya çýkmadýðý, ortaya çýkmasýnýn koþullarý mevcut
bulunmadýðý, ilk ve orta çaðýn karanlýk dönemlerinde, hemen her
mücadele din temelinde geliþmiþ ve dini ideolojilerin doðmasýna ve
karþýlýklý savaþýna sahne olmuþtur. 1515’de Luther hareketi, o dönemde egemen olan katolik kilisesine karþý olmuþ ve katolik inançlarýn “reforma” tabi tutulmasýný talep etmiþtir. Bunun sonucu ise,
katolik kilisesinin bölünmesi ve protestan kilisesinin ortaya çýkmasýdýr. Kimi din felsefecilerinin “zihniyet devrimi” olarak tanýmladýklarý
bu geliþme, ayný zamanda kapitalizmin geliþmesinin üstyapýsal yansýsýdýr. (Calvinizm, protestanlýk gibi kimi dinsel görüþlerin kapitalizmle iliþkisi üzerine sayýsýz araþtýrma olduðunu da burada belirtelim.)
Ýslamiyete ya da islamiyet içersinde ortaya çýkan deðiþik dinsel teorilere ya da görüþlere bakacak olursak, öncelikle bunlarýn ortaya
çýktýðý tarihsel ve toplumsal koþullar ortaya konulmak zorundadýr.
Kapitalist geliþmenin ortaya çýkmadýðý bir dönemde Arap topluluklarý içindeki sýnýfsal ayrýþmalar ve karþýtlýklar el alýnmadan, Halifelik düzeni ve bu düzen içersindeki çatýþmalar açýklanamayacaðý
ortadadýr. Ancak bugün, kolayca reddedilemeyecek bir gerçek, Ali
hareketinin, o dönemde ortaya çýkan bir iktidar mücadelesi olduðudur. Bu hareketin temsil ettiði ekonomik iliþkiler ve çýkarlar, o dönemdeki Arap toplumunun az geliþmiþliði ile belirlenmiþtir. Dolayýsýyla,
çýkarlar ve iliþkiler, keskin bir sýnýf karþýtlýðýndan çok, bir sýnýf içindeki
alt kesimlerin çýkarlarý ve iliþkisi olarak ortaya çýkmýþtýr. Bunlar içinde, hangi kesimin, bedevilere, hangisinin fellahlara, hangisinin tacirlere, hangisinin de deðiþik meta ticareti yapan tacirlere denk
düþtüðünü elbette bir tarih araþtýrmasýyla ortaya koymak olanaklýdýr.
Ancak, genel çerçevede, bu farklý ekonomik iliþkilerin farklý çýkarlara
denk düþtüðünü ve bu farklý çýkarlarýn da zaman zaman çatýþma
içine girdiði bilinmeyen bir þey deðildir.
Alevilik baðlamýnda ele alacak olursak, tarihsel hareket içinde
deðiþik çatýþmalarýn ortaya çýktýðýný hemen herkes bilmektedir. Bu
çatýþmalar içersinde, Þiiliðin Ýran’daki egemenliði, Anadolu’da Aleviliðin yayýlmasý vb. olaylar ortaya çýkmýþtýr. Baba Ýshak, Pir Sultan,
Þeyh Bedreddin olaylarýnda ortaya çýkan hareketin yoksul köylü hareketi olmasý, kaçýnýlmaz olarak onlarýn öncülerinin niteliðine ve görüþlerine yansýmak durumundadýr. Ancak bunlarýn dinsel bir görüþ
çerçevesinde toplumsal ve siyasal bir görüþ bütünlüðüne sahip olmasý bir olgu olmakla birlikte, hareketin demokratik niteliðini belirleyen unsur durumunda deðildir. Bu hareketlerin demokratik niteliðini
belirleyen yoksul köylü hareketi olmasýdýr. Yoksa, Anadolu’da deðiþik
dönemlerde, mevcut yönetime karþý deðiþik isyanlar ve hareketler
ortaya çýkmýþtýr. Ve bu hareketlerin büyük bir bölümü, her zaman
kendi amaçlarýný dinsel olarak tanýmlamýþlardýr. Ancak hareketin sý-
60
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nýfsal yapýsý ve temsil ettiði sýnýf çýkarlarý açýsýndan pek çoðu gerici
özelliklere sahiptir. Bunlarýn yanýnda, çeþitli etnik ve göçer topluluklarýn isyanlarý da söz konusudur. Fakat bunlar, doðrudan kendilerinin konumuna yönelik merkezi devlet otoritesinin baskýsýna karþý
hareketler olduklarý ve azýnlýðý oluþturduklarý için, dinsel bir görüþ ya
da ideoloji ortaya çýkaramamýþlardýr. Bu, bu hareketlerin gerici özelliklere sahip olduðu anlamýna gelmediði gibi, dini bir görüþe sahip
olmadýklarý anlamýna da gelmemektedir. Sadece kendilerine yönelik baskýnýn egemen dinsel ideoloji ile biçimlendirilmemiþ olmasý
sözkonusudur. (Avþarlarýn isyanlarý gibi.)
Yine ayný þekilde, 1925 Þeyh Sait isyaný, aðýrlýklý olarak dinsel
görüþlere kendisini dayandýrmýþ ve Cumhuriyetin ilaný ile birlikte hilafetin kaldýrýlmasýný kendi hareketine bir dayanak olarak almýþtýr. Bu
isyana katýlanlarýn yoksul Kürt köylüleri olmasý, hareketin yöneticilerinin niteliðinde ve dinsel görüþlerinde yansýsýný bulmamýþtýr. Bu da,
bu hareketin demokratik içeriðini tartýþmalý hale getirmiþtir.
Ýþte bu ve benzeri tarihsel gerçeklerden yola çýkýldýðýnda, herhangi bir dönemde ortaya çýkan halk hareketlerinin ya da isyanlarýnýn belli bir dinsel görüþü oluþturmasý ya da temsil etmesi, tarihsel
hareketin açýklanmasýnda ve tarih bilincinin oluþmasýnda özel bir
yere sahip deðildir. Bu nedenle, “dini inançlarýn ... egemenlere karþý
halk isyanlarýnda da birleþtirici, ‘ideolojik’ iþlevler” görmesi sadece
bir olgudur. Bu olgunun, tarihin materyalist kavranýþýyla bütünleþtirilmeden ve yalýn olarak ortaya konulmasý, belki belli dinsel görüþlere
yakýn olmaya vesile teþkil edebilirse de, kitlelerin bilincini bulanýklaþtýracaðý için yanlýþtýr.
Sözünü etmiþ olduðumuz broþürün, ortaya koyduðu yanlýþlýklar
bunlarla sýnýrlý deðildir. Ve hatta kimileri, yukarda ele aldýðýmýz belirleme kadar geniþ bir tarihsel araþtýrma ve bilgiye gereksinme duymayacak kadar açýk olgular üzerinedir.
Ýþte bunlardan biri:
“Faþizm din, mezhep, milliyet farklýlýklarýný emekçi sýnýflar arasýnda güç bulabilmek, halký bölmek, parçalamak,
güçten düþürmek ve birbirine kýrdýrmak için araç olarak
kullanýr. Bu sadece faþizmin deðil tüm egemen sýnýflarýn
yaklaþým þeklidir.
Esasen onlarýn milliyetleri olmadýðý gibi ne dinleri
ne imanlarý vardýr.”* (abç)
Evet, faþizme karþý söylenilmiþ bu sözlerin içerdiði anti-faþist
nitelik açýktýr. Ancak, ayný sözlerin içerdiði anti-komünist görüþ de
ayný þekilde açýktýr.
Bakýn Marks ne diyor:
* DHKC adýna yayýnlanan adý geçen broþür.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
61
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Proleterler, bütün ülkelerde bir ve ayný menfaatin; bir
tek ve ayný düþmanýn, bir tek ve ayný savaþýn karþýsýndadýrlar; proleterlerin çoðu daha þimdiden tabi olarak milli
peþin hükümlerden sýyrýlmýþlardýr; onlarýn bütün hareketleri, temel bakýmýndan insancýl ve milliyet karþýtýdýr. Milliyeti yalnýz proleterler ortadan kaldýracaktýr.”*
Bir de buna Komünist Manifesto’nun “Ýþçilerin vataný yoktur” ünlü sözünü eklersek sanýrýz, söylenenlerin sonuçlarýnýn ne olacaðýný kestirmek zor olmayacaktýr.
Þüphesiz, komünistler, milliyet karþýsýnda enternasyonalisttirler; din karþýsýnda ise dinsiz. Ve her zaman devrimciler, komünistler,
“dinleri ve imanlarý” olmadýðýný söylerler ve bunu gizlemeye asla
tenezül etmezler.
Bu bilinirken ve hatta kendilerini “Marksist-Leninist bir parti”
olarak kabul edip, onun “önderliðinde” savaþan “cephe”den söz ederken, sadece ajitasyon uðruna bu sözlerin söylenmesi kolayca açýklanabilir deðildir.
Gelelelim faþizme.
Yukardaki deðerlendirme (ya da ajitasyon sözleri) bir kez daha
okunduðunda görülecektir ki, “tüm egemen sýnýflarýn yaklaþýmý” tikel, faþizmin “yaklaþýmý” tümel olarak ele alýnmaktadýr. Bunun oluþturacaðý kavram kargaþasý oldukça önemlidir. Þüphesiz yazýmýzýn
konusu bu olmadýðýndan üzerinde durmayacaðýz. Ancak küçük bir
broþür bile olsa, ortaya çýkartacaðý bilinç ve mantýk çarpýlmalarýnýn
ürünlerinin devrimci mücadeleye yansýyacaðýný, devrimciler asla unutmamalýdýrlar.
Tarihte açýkça görüldüðü gibi, sömürücü egemen sýnýflar, kendilerine yönelik muhalefeti bir yandan devlet zoruyla (siyasal zor)
sindirip, baský altýna alýrken; diðer yandan bu toplumsal muhalefet
hareketini bölüp parçalamaya çalýþýrlar. Ýþe bu bölme ve parçalama
eylemlerinin en temel unsuru olan “transformasyon”, “adam satýn
alma”nýn diðer bir ifadesidir. Ancak egemen sýnýflarýn egemenliklerini sürdürebilmek için yaptýklarý bununla sýnýrlý deðildir.
Genel olarak “böl ve yönet” politikasý olarak bilinen politikalar, bireysel bazda olduðu kadar, kitlesel bazda da kullanýlýr. “Balkanlaþtýrma” olarak adlandýrýlan devletler ve topluluklarýn küçük parçalara
bölünerek yönetilmesi, yine egemen sýnýflarýn kendi iktidarlarýný koruma çabalarýndan baþka birþey deðildir. “Balkanlaþtýrma” politikasýnda olduðu gibi, bir bölge halklarýnýn küçük devletçiklere bölünerek
ve birbirlerine düþman edilerek ya da birbirlerini “tehlike ve tehdit”
olarak görerek emperyalist politikalara uygun hale getirilmesi, belirli
bir devlet sýnýrlarý içinde de kolayca uygulanabilmektedir. Özellikle
* Akt. Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim-I.
62
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
sýnýfsal ayrýþmaya denk düþmeyen, tersine sýnýfsal ayrýþmayý bozan ve sýnýfsal faaliyetleri bölen her türlü bölme faaliyeti egemen
sýnýflarýn temel politikalarýndandýr.
Egemen sýnýflarýn tüm tarihte görülen bu tutumlarý ile faþizmin
“tek ulus, tek devlet, tek þef” sloganýnda ifade edilen “birleþtiricilik”
birbirine karýþtýrýlamaz. Ýkincisine bakarak, faþizmin “bölme”den çok
“birleþtirici” olduðunu iddia etmek olanaklýdýr. Ama bu tümüyle,
faþizmin “birlik” ögesinin, kendi egemenliðini kabul eden sýnýf ve tabakalar karþýsýnda gösterilen bir tutum olduðu gerçeðinin ifadesidir.
Bu açýdan, “böl ve yönet” politikalarý, egemen sýnýflarýn kendi egemenliklerine karþý sýnýflara ve hareketlere karþý uygulanan bir politika olduðunun altý da çizilmek zorundadýr. Bu durumu Stalin þu þekilde
ortaya koymaktadýr:
“‘Ulusal birlik’ adýna ulusun içinde sýnýflar arasý barýþ,
yabancý uluslarýn topraklarýný fethetme yoluyla kendi ulusunun topraðýný geniþletme, baþka uluslara karþý güvensizlik ve düþmanlýk, ulusal azýnlýklarýn ezilmesi, emperyalizm
ile ortak cephe –iþte bu uluslarýn toplumsal, siyasal, ideolojik bagajýnýn içeriði bunlardýr.”*
Salt faþizmden söz edecek olursak, faþizmin, bir yandan “tüm
ulusu” kendi etrafýnda birleþtirirken, diðer taraftan kendisine karþý
güçleri bölmeye ve parçalamaya çalýþtýðýný görürüz. (Faþizme karþý
birleþik cephe, ayný zamanda faþistlerin bu politikalarýnýn etkisizleþtirilmesi demektir.) Bu nedenlerden dolayýdýr ki, sorunun sadece bir
yanýný ortaya koyarak (“böl ve yönet” politikasýýn sonuçlarýný), diðer
yanýný (egemen sýnýflarýn ve faþistlerin “ulusal birlik” vb. sözleriyle
ifade edilen “birleþtirici” öge) býrakmak, kitlelerde yanlýþ bilinç oluþturmasý yanýnda, gerçekliðin doðru bir biçimde ortaya konulmamasý
demektir.
Tüm bunlarlarla birlikte, ülkemizdeki faþizmin, “sömürge tipi
faþizm” olduðu ve bunun klâsik faþizmden farký da ifade edilmelidir.
Yine ayný broþürde, “Osmanlýlarýn ilk dönemlerin”den baþlayarak Maraþ, Sivas, Çorum olaylarýna kadar Alevilere yönelik katliamlara deðinildikten sonra þöyle denilmektedir:
“Faþizmin din-mezhep farklýlýklarýna yaklaþýmý ve tarihsel süreç içersindeki uygulamalarý öz olarak budur.”**
Oysa ki, hemen herkes, faþizmin, finans-kapitalin, en gerici,
en þövenist, en emperyalist kesimlerinin açýk terörist diktatörlüðü olduðunu söyler. Ama DHKC broþüründen faþizmin “Osmanlýnýn ilk dönemlerinden” günümüze kadar var olduðunu öðreniyoruz.
Ýþte yukarda ifade ettiðimiz gibi, tikel-tümel iliþkisindeki mantýksal
* Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 316-317.
** DHKC adýna yayýnlanan adý geçen broþür.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
63
KURTULUÞ CEPHESÝ
hata, kaçýnýlmaz olarak böylesine bir sonucu ortaya çýkartan ifadelere dönüþmüþtür.
Geçelim Ýran “devrimi” ve Hizbullah vb. þeriatçýlar üzerine yapýlan deðerlendirmeye.
“Sadece alevilik deðil, sünniliðin, bir bütün olarak islami ‘ideoloji’nin emperyalizme karþý anti-emperyalist savaþlara ve örgütlenmelere kaynaklýk yaptýðý unutulmamalýdýr.
Ýran önemli bir örnektir. Bugün Ortadoðu’da anti-emperyalist savaþýn önderliðini bu örgütler yapmaktadýr.”*
Evet, bu bir deðerlendirmedir. Herkesin kendisine göre bir
belirlemesi, deðerlendirmesi elbette olacaktýr. Ancak kendisine “Marksist-Leninist” diyen bir partinin emir ve komutasýnda faaliyet gösterdiði ileri sürülen bir “cephe”nin deðerlendirmesi de Hizbullahçýlardan
farklý olmasýný beklemek de herkesin hakkýdýr.
Sanýrýz tüm bu belirlemelerden sonra broþürün son deðerlendirmesi okunmaya deðecektir:
“Halkýmýzýn büyük kesimi emperyalizm tarafýndan ezilmeye tepki olarak dini ve milli duygularýna sýðýnmýþtýr. Bunlara uygun politikalarla yaklaþýlmadýðý için faþist ve gerici
örgütlerin bu durumdan yararlanmasý ve büyük bir güç
olmasý engellenememiþtir... DHKC’de halklarýmýzýn birliðini
saðlamak için her türlü olanaða sahibiz. Bunun için gerektiðinde cami önlerine gitmekten çekinmemeliyiz.”**
Tüm bunlardan sonra, bize, bu broþürü hazýrlayan ve yayýnlayanlarýn kendi görüþlerini bir kez daha gözden geçirmelerini söylemekten baþka birþey kalmýyor.
Ama yine de, Kurtuluþ Cephesi’nin Temmuz-Aðustos 1994
tarihli 20. sayýsýnda oligarþinin Alevilik üzerindeki hesaplarýný ortaya
koyan yazýnýn son bölümünü anýmsatalým:
“Alevilik üzerinde oligarþinin politik hesabý tümüyle devrimci mücadeleye karþý olmakla ilintilidir. Aleviliðin içerdiði kimi dinsel tutumlarýn toplumsal içeriði, özellikle de
tarihsel olarak sürekli bir muhalefet hareketi olmasýnýn getirdiði unsurlar, her dönemde egemen sýnýflara yönelik politik mücadelelere katýlmalarýný getirmiþtir. 1980 öncesinde
devrimci mücadelenin en yoðun kitlesel destek bulduðu
bazý bölgelerde Alevilerin yoðunlaþmýþ bulunmasý bu gerçeði göstermektedir.
Ýþte oligarþinin Alevilik üzerindeki politikasý, bu devrimci potansiyeli yok etmek üzerine kurulmuþtur. Oysa bu
devrimci potansiyel, bu bölgelerde Aleviliðin olmasýndan
* DHKC adýna yayýnlanan adý geçen broþür.
** DHKC adýna yayýnlanan adý geçen broþür.
64
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
deðil, bu bölgelerin sýnýfsal ayrýþmayý yaþayan ve sýnýf çeliþkilerinin keskinleþtiði yerler olmasýndan kaynaklanmakadýr. Ama bunlar oligarþi için önemli deðildir. Onun bütün
amacý, Alevi kesimleri kendi dini sorunlarýyla uðraþýr kýlmak ve buna paralel olarak kendilerini bir ‘ümmet’ ya da
‘cemaat’ haline getirmektir. Bu yöndeki giriþiminde ‘Alevicilik’ baþlý baþýna bir araç olmak durumundadýr. 1980’lere
kadar devrimci mücadelenin ekisiyle önemli ölçüde güç
kaybeden kimi çevreleri (özellikle dedelik kurumunu) yeniden güçlendirmek oligarþinin ilk hedeflerinden birisidir.
Bu faaliyette gerekli ‘giderler’ dolaylý biçimde devlet tarafýndan karþýlandýðýndan, eski Alevi egemenlerinin faaliyetlerinde büyük artýþ olmuþtur. Ancak hedef olarak konulan
‘Alevi cemaati’ oluþturmada ana parasal kaynak Diyanet
Ýþleri bütçesi gösterilmektedir. Alevicilik yolunda ilerleyen
kesimlerin ifade ettiði gibi, 8 trilyon 400 milyar liralýk Diyanet bütçesinin ‘en az dörtte biri’ böyle bir geliþmenin ödülü
olarak sunulabilmektedir. Özellikle yoksul emekçi kesimlerden oluþan bir kesim için bunun nasýl bir etki yapacaðý
üzerinde politikalar yürütülmektedir.
Oligarþinin Aleviciliði destekleyerek sürdürdüðü politikasýndan kýsa vadede beklediði, Alevi kesimlerinin her türlü toplumsal mücadeleden uzak tutulmasýdýr. Sivas Katliamý’ndan sonra görüldüðü gibi, katledilen devrimci, demokrat ve yurtsever insanlar, el çabukluðuyla ‘can’ olmuþlardýr. Oysa þeriatçý ve faþist kesimlerin katliama giriþirkenki
temel gerekçeleri ‘dinsizler’ ve Pir Sultan Abdal’ýn ülkemiz
devrimci mücadelesinde þekillenen simgesi olmuþtur. Sivas Katliamý, týpký Maraþ, Çorum katliamlarý gibi, devrimci
mücadeleye yönelik bir gözdaðý ve imha hareketidir. Sivas
Katliamý sonrasýnda yapýlan yoðun propagandayla (ki baþýný
Aleviciliðe soyunanlar çekmektedir) Alevi kesimler kendi
içlerine döndürülmek istenmektedir. Bir yandan katliam
tehdidi sürekli kýlýnarak kendilerini savunmaya yöneltilirken, diðer yandan açýlan kanallarla ‘savunmanýn’ silahlý
devrimci mücadelede deðil, devletle ‘uzlaþmada’ yattýðý
gösterilmeye çalýþýlmaktadýr.
Bugün sorun, Alevilerin, kitle olarak oligarþinin mi, yoksa devrimcilerin mi yanýnda yer alacaklarý sorunu deðildir.
Sorunu böyle ele almak, oligarþinin belirlediði koþullara
boyun eðmek ve destek vermek demektir.
Bugün sorun, devrimci mücadelenin kendi sýnýfsal temelleriyle ve sýnýf güçleriyle yürütülmesi sorunudur. Dinsel ya da ulusal farklýlýklarý esas alarak ve bunu bir kitlesel
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
65
KURTULUÞ CEPHESÝ
nitelik olarak belirleyerek devrimci mücadeleinin sürdürülmesi olanaksýzdýr.
Sorun, Alevi kitlesinin, ‘Aleviler’ olarak nasýl bir politik
tutum takýnacaklarý deðildir.
Sorun, Alevi kesimlerinin ‘Alevi kitlesi’ ya da ‘Alevi cemaati’ haline getirilmesine boyun eðmek deðil, bu kitlenin
sýnýfsal boyutlarýný esas almak ve buna göre devrimci mücadeleyi, propagandayý ve örgütlenmeyi sürdürmektir.”
“Sosyalist proletaryanýn partisi açýsýndan,
din kiþisel bir konu deðildir. Partimiz, iþçi
sýnýfýnýn kurtuluþu adýna bir araya gelmiþ sýnýf bilinçli, ileri savaþçýlarýn toplandýklarý bir
yerdir. Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sýnýf bilinci yoksunluðuna, bilgisizliðe ve geri kafalýlýða kayýtýz kalamaz ve kalmamalýdýr. Din diye tanýmlanan
ve halkýn üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazýlarýmýzý kullanarak tamamen ideolojik silahlarla savaþabilmek için kilisenin
kaldýrýlmasýný istiyoruz. RSDÝP'ni, iþçilerin her
türlü dinsel uyutmacadan kurtulmasý adýna
mücadele etmek için kurduk. Bizim için ideolojik mücadele kiþisel bir sorun deðil, bütün
Partinin, bütün proletaryanýn sorunudur."
(Lenin, Novaya Zihn, Sayý: 28, 3 Aralýk 1905)
66
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sömürücü Sýnýflar Ýçindeki
Bölünmeler ve
Siyasal Yansýlarý
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 27, Eylül-Ekim 1995
20 Eylül günü CHP’nin koalisyon hükümetinden çekilmesiyle
birlikte meydana gelen olaylar, hükümet oluþturulmasýna iliþkin
görüþmelerdeki tartýþmalar, kavgalar son günlerin en çok izlenen
televizyon dizilerine dönüþmüþtür. TÜSÝAD’ýn, bizzat Vehbi Koç’un
aðzýndan ifade ettiði ANAP-DYP koalisyonunu tercihinin, T. Çiller ile
Mesut Yýlmaz arasýndaki görüþmelerin nasýl gerçekleþtirilemez hale
getirdiði, kamuoyunun gözünün önünde yapýlmýþtýr. Bu geliþmeler,
her zaman olduðu gibi, karþýlýklý kiþisel suçlamalarla birlikte devam
etmiþtir. Ortaya çýkan bu bölünmeler, TBMM’de 12’ye varan parti
daðýlýmý, giderek Tansu Çiller’in “azýnlýk hükümeti” kurup kuramayacaðý tartýþmalarý na dönüþmüþtür.
Ancak tüm bu geliþmeler içersinde gözden kaçýrýlan en önemli
nokta, her siyasal tavrýn, þu ya da bu kiþinin kiþisel isteklerine göre
biçimlenemeyeceðidir. Bir baþka deyiþle, geliþen tüm siyasal olaylar,
ayný zamanda, toplumsal ve ekonomik iliþkilerin bir yansýsý ve devamý durumundadýr. Toplumun sýnýflardan oluþtuðu gerçeðini dýþlayan
her yaklaþýmýn, geliþen olaylarý açýklayamayacaðý da ortadadýr. Bugün hükümet krizi olarak ortaya çýkan geliþmeler, doðrudan doðruya
oligarþinin mevcut düzeni yönetememe krizi durumundadýr ve sömürücü sýnýf ve tabakalar arasýndaki çatýþmanýn dýþavurumlarýdýr.
Türkiye ekonomisinin yýllardýr süren bunalýmlarý, 1994 Ocak
ayýnda ortaya çýkan parasal krizle birlikte, bir kez daha tüm ekono-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
67
KURTULUÞ CEPHESÝ
mik, toplumsal ve siyasal iliþki ve dengeleri altüst etmiþtir. Açýktýr ki
emperyalizmin (baþta ABD emperyalizminin) hegemonyasý altýnda
bulunan ülkemizdeki çarpýk kapitalizmin ürettiði bunalýmlarýn
derinleþmesi, her zaman –bir bütün olarak– sömürücü sýnýflar arasýndaki çýkar çatýþmasýný keskinleþtirir. Derinleþen ekonomik buhranýn
yükünü (ya da bedelini) halk kitlelerine yüklemekte hemfikir olan
(consensus) bu sýnýflar ve fraksiyonlarý, gene de bunalýmýn etkisinden kendilerini kurtaramazlar. Bu durumda, bu etkinin hangi kesimlere ve ne kadar yansýtýlacaðý sorunu, büyük bir iç mücadeleye yol
açar. Bugünkü hükümet krizinde ortaya çýkan olaylar, partilerin ortaya koyduklarý koþullar vb. bu çatýþmanýn ve mücadelenin ürünüdür.
1995 Türkiyesinde oligarþinin karþý karþýya bulunduðu sorunlar, hemen her dönemde karþýsýnda olan sorunlarla bir ve aynýdýr.
Ancak 12 Eylül koþullarýnda sömürücü sýnýflar arasýnda gerçekleþtirdiði
ve temel olarak kendisinin hegemonyasýna dayanan “uzlaþma”, 1994
yýlýndaki geliþmelerle, hemen hemen daðýlmýþtýr. Ve siyasal planda
karþý karþýya olduðu somut sorun da bu olmaktadýr. Ama geçmiþ
dönemden farklý olarak, sömürücü sýnýf ve tabakalar, kendi içlerinde
parçalanmýþ durumdadýr ve oligarþinin (özellikle de tekelci sanayi
burjuvazisinin) etrafýnda yeni bir “uzlaþma”ya yönelmeleri çok daha
zordur.
Türkiye’nin yakýn tarihinde bu tür hükümet bunalýmlarý sýk sýk
ortaya çýkmýþtýr. Bu açýdan, oligarþinin bu tür bunalýmlara karþý oldukça geniþ bir deneyimi olduðu da ortadadýr. Yukarda ifade ettiðimiz gibi, bugün, sömürücü sýnýflar, kendi içlerinde alabildiðince küçük
gruplara bölünmüþlerdir ve bunlarýn birleþtirilmesi, herþeyden önce
oligarþinin bir dizi tavizi vermesini gerektirmektedir. Bu durum karþýsýnda, iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin ilk giriþimi, kendi içinde daha
birleþik olduðunu varsaydýðý ANAP ile DYP çatýsý altýnda bulunan kesimlerle bir uzlaþma aramak olmuþtur. Herkesin de gördüðü gibi, bu
uzlaþma, varsayýlanýn ötesinde bir bölünmüþlüðe denk düþtüðü için
gerçekleþememiþtir.
Sözün özü, bugün oligarþinin karþý karþýya olduðu sorun, sömürücü sýnýflar arasýndaki “12 Eylül uzlaþmasý”nýn sona ermiþ olmasýdýr. Ancak yeni bir “uzlaþma”, ayný zamanda, bu sýnýflarýn kendi içlerindeki parçalanma ve bölünmelerin boyutlarý nedeniyle kolayca kurulabilir nitelikte deðildir. Bu bölünmenin en yoðun bulunduðu kesim
ise, oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflardýr ve özellikle tekelleþememiþ
sanayi burjuvazisi içindeki parçalanma ve içsel ittifak giriþimleridir.
Ýþte bu parçalanma ve giriþimler, günümüzdeki tüm düzen sýnýrlarý
içindeki siyasal iliþkilerin temelini oluþturmaktadýr. Bu parçalanma
ve içsel ittifak giriþimleri tam olarak tahlil edilmeden, olaylarýn kavranýlabilinmesi olanaksýzdýr.
Tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi, bilindiði gibi, baþlangýcý
68
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
1980 yýlýnda Demirel’in azýnlýk hükümeti kurmasý ve 24 Ocak Kararlarý’nýn alýnmasý ile baþlayan bir süreç içersinde iþbirlikçi-tekelci
burjuvazi ile “uzlaþma”ya varmýþtýr. Bu “uzlaþma”, 12 Eylül’le birlikte,
sömürcü sýnýflarýn bir bütün olarak “uzlaþma”ya girmelerini getirmiþtir.
Bu “uzlaþma”, sömürücü sýnýflarýn kendi içlerindeki çýkar çatýþmasýnýn
ikincil kalmasý ile ortaya çýkan bir zorunlu “uzlaþma” niteliðinde olmasý, kaçýnýlmaz olarak uzun dönemli “çatýþma” dinamiklerini içinde barýndýrýyordu. Bir baþka deyiþle, bu dönemde özellikle tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi ile oligarþinin “uzlaþma”sýnda, ekonomik
buhran karþýsýnda yükü kimin üstleneceðinde bir anlaþmaya deðil,
devrimci mücadelenin yükselmesi ve düzeni temelinden tehdit
eder duruma gelmesi yatmaktadýr. Bunun sonucu olarak, tüm
sömürücü sýnýflar, kendi düzenlerinin varoluþu konusunda bir “uzlaþma”ya gitmiþlerdir. Bu “uzlaþma”, ayný zamanda, 12 Eylül faþist yönetiminin üzerinde yükseldiði sýnýfsal temeli oluþturmuþtur. Günümüzdeki hükümet kriziyle birlikte, ülkenin karþý karþýya bulunduðu
“büyük iç ve dýþ sorunlar”ýn sürekli dile getirilmesi, ayný zamanda
oligarþinin, diðer sömürücü sýnýflarý, benzer türden bir “uzlaþma”ya
yöneltmek istemesinin ifadeleridir. Ancak görüldüðü gibi, bu da fazlaca etkili olmamaktadýr.
Oligarþinin, sömürücü sýnýflar içindeki parçalanma ve içsel
ittifaklara göre ve bunlarýn her biri ile yapýlacak “anlaþmalar”la yeni
bir sürece girmek istemediði de ortadadýr. Bunun nedeni, diðer kesimlerdeki geçmiþle kýyaslanamayacak ölçüde ortaya çýkmýþ olan
bölünme ve parçalanmalardýr. Ýþte ülkenin son yýllarda karþý karþýya
kaldýðý pekçok çeliþik ekonomik, toplumsal ve siyasal tutumlarýn
temelinde de bu yatmaktadýr. Bunun tarihsel kökleri ise, 1950’lere
dayanmaktadýr.
1950’lerden itibaren uygulanan yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ortaya çýkardýðý kapitalist geliþme bir dizi yeni yatýrým alanlarý
ortaya çýkarmýþtýr. Ancak geliþen kapitalizmin kendi iç dinamiði ile
deðil de, dýþ dinamikle, yani emperyalizme baðýmlý olarak geliþtiðinden, ortaya çýkan yeni yatýrým alanlarý da, sürekli olarak emperyalizme baðýmlý olmuþtur. Emperyalizm, özellikle Amerikan emperyalizmi,
ilk dönemde, bir yandan kendisi ile baþkan bütünleþmiþ iþbirlikçitekelci burjuvaziyi geliþtirip güçlendirirken, diðer sömürücü sýnýf ve
tabakalarla olan ittifakýný sürdüregelmiþtir. 1960 sonrasýnda emperyalizmin, o güne kadar ittifak içinde olduðu çeþitli sömürücü sýnýf ve
tabakalarla iliþkisi, 1965 Genel Seçimlerine yansýmýþ ve Demirel’in
yönetimindeki AP tek baþýna iktidar olabilecek bir çoðunluk saðlamasýna neden olmuþtur. Bugün tartýþmalarda sýk sýk yer aldýðý gibi, o
dönemde nispi temsil sistemine göre ve milli bakiye uygulamasýna
dayanan bir seçim sistemi olmasýna raðmen AP tek baþýna iktidara
gelecek çoðunluðu saðlamýþtýr. Ýþte bu seçim sonucunun temelinde,
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
69
KURTULUÞ CEPHESÝ
emperyalizmin tüm sömürücü sýnýf ve tabakalarla kurduðu ittifak
yatmaktadýr.
Ancak 1965 Genel Seçimlerinden sonra, iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin geliþmesi sürmüþ ve emperyalizmin temel müttefiki konumuna gelmiþtir. Bunun sonucu ise, emperyalizmin, o güne kadar
ittifak içinde olduðu Anadolu tüccar kesimi ile feodal kalýntýlarla ittifakýný bozmasý olmuþtur. Bunun siyasal sonucu ise, Erbakan’ýn
baþkanlýðýnda MNP’nin kurulmasýdýr. Bu dönemde, yeni yeni geliþmeye baþlayan küçük ve orta sermaye kesimleri, tüccar sermayesinin yatýrýmlarý ile ortaya çýkmýþtýr. Bu nedenle, emperyalizmin bu kesimlerle ittifaký bozmasý, kaçýnýlmaz olarak, bu sermaye kesimlerinin
önemli zarara uðramasýna neden olmuþtur.
Yine ayný süreçte, emperyalizmin toprak aðalarýnýn bir kýsmýný
oligarþinin dýþýna çýkarmasý, AP’den Bozbeyli baþkanlýðýnda bir grubun ayrýlýp DP’yi kurmalarý sonucunu doðurmuþtur.
Emperyalizmin, iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin oligarþiyi tek
baþýna oluþturmasý yönündeki giriþimleri, ayný zamanda, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle ortaya çýkmýþ olan dýþa baðýmlý sanayilerin ortaya
çýkardýðý yan sanayileri kullanarak, kendisine baðýmlý bir kesimin ortaya çýkmasýna yönelmiþtir. Küçük ve orta sermaye yatýrýmlarý olarak
ortaya çýkan bu yan sanayiler, ayný zamanda 1960 sonlarýnda palazlanmaya baþlayan yeni bir kesimin ortaya çýkmasýný getirmiþtir. Bu
kesim, giderek kendini diðer küçük ve orta sermaye kesimlerinden
ayýrmýþ ve baþlý baþýna tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi haline
gelmiþtir. Ýþte 12 Mart koþullarýnda, henüz geliþim halinde olan bu tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi siyasal alanda hiçbir giriþimde bulunmamýþ, oligarþinin kendi politikalarýnýn uslu bir izleyicisi olmuþtur.
1980 yýlýna gelindiðinde, AP, iþbirlikçi-tekelci burjuvazi ile büyük
toprak sahiplerinin siyasal temsilcisi olarak belirginleþirken, MSP, orta
ve küçük sermaye kesimleri ile Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi
ve tüccar-tefeci sermayesinin siyasal temsilcisi olarak ortaya çýkmýþtýr.
Bu durum, ayný zamanda, MC hükümetlerinin kuruluþundaki
anlaþma ve uzlaþmalarýn, hangi kesimler arasýnda ve nasýl yapýldýðýný
da ortaya çýkarmaktadýr. (Burada MHP, örgütlediði faþist milis gücüyle
oligarþinin siyasal temsilciliðine soyunmuþ bir parti olarak, her zaman oligarþinin gösterdiði yönde hareket etmiþtir. Günümüzde de
bu özelliðini sürdürmektedir.)
1980 sonrasýnda uygulanan ekonomi-politikalar ve ülkenin
emperyalist metalarýn açýk pazarý haline getirilmesi, kaçýnýlmaz olarak, oligarþi dýþýnda yeni çýkar gruplarýnýn ve sömürücü kesimlerin
ortaya çýkmasýna neden olmuþtur. Özellikle Özal döneminde uygulanan politikalar, kendi içinde tekelleþememiþ burjuvaziyi deðiþik
bölümlere ayýrmýþtýr. Yine 1980 dünya ekonomik buhranýnýn bir ürünü olarak deðiþik emperyalist ülkelerin ülkedeki yatýrýmlarýnýn art-
70
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
masý, bu kesimlerin iliþkilerini daha da çeþitlendirmiþtir.
Tüm bu geliþmeler, artýk oligarþinin denetleyemediði bir daðýlým olarak 1990’lara doðru hýzlanarak devam etmiþtir. Böylece oligarþi
için, eskisi gibi belli birkaç kesimle sýnýrlý olmayan deðiþik sömürücü
kesimler ortaya çýkmýþtýr.
1990 yýlýndan itibaren, emperyalist metalarýn yoðun olarak ülke
içi pazara girmesi ve deðiþik emperyalist ülkelerin ülke içinde yatýrýma yönelmeleri daha da belirginleþmiþtir. Bu da, meydana gelen
geliþmeyi hýzlandýrýcý sonuçlar doðurmuþtur.
Bugün bir kýsmý kendilerini siyasal partiler düzeyinde ifade
etmemekle birlikte, oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar kendi içlerinde önemli çatýþma içinde bulunan onlarca fraksiyona bölünmüþtür.
(Biz burada, aðýrlýklý olarak kendilerini siyasal partiler düzeyinde ifade eden kesimleri ele alacaðýz.)
Meydana gelen bölünmüþlüðün somut ifadesi bugün TBMM’de
kendilerine yer bulan irili ufaklý siyasal partilerde bulmaktadýr.
Tekelleþememiþ burjuvazi içindeki bölünmüþlük, geliþen yeni
orta sermaye kesimlerinin ortaya çýkmasýna kýyasla daha önemli sonuçlara sahiptir.
MNP’den MSP’ye ve günümüzde RP’ye dönüþerek varlýðýný
sürdüren en önemli tekelleþememiþ burjuva kesim, 12 Eylül sonrasýnda saðladýðý devlet desteði ve Suudi sermayesi ile kendisini güçlendirmiþtir. Özellikle 12 Eylül sonrasýnda “ihracatý teþvik primleri”nin
artýrýlmasý sonucu “Ýslam ülkeleri”ne yönelik ihracatla geliþen sermaye kesimleri, kendi içlerindeki çýkar çatýþmasýný uzun süre ikincil
kýlabilmiþlerdir. Ancak Islahatçý Demokrasi Partisi (IDP) –ki günümüzde Millet Partisi olarak Meclis’te iki milletvekiline sahiptir– ile ilk
önemli bölünmeyi yaþamýþtýr. Bunun yanýnda deðiþik tarikatlar düzeyinde artan bir bölünme yaþanmýþ ve yaþanmaya devam etmektedir. Fethullahçýlar ile Ýhlas Holding bünyesinde toplanan kesimler,
bugün için siyasal partiler düzeyinde ayrý bir örgütlenmeye yönelmemiþlerse de, diðer kesimlerle önemli bir çatýþma içine girmiþlerdir.
Fethullahçýlar, siyasal olarak DYP ile iliþkilerini geliþtirirken,
ayný zamanda oligarþinin “Türki Cumhuriyetler”e yönelik faaliyetlerinde önemli iþlev görmektedirler.
Ýhlas Holding çevresi ise, geleneksel olarak RP ile olan siyasal
iliþkilerini kesmemiþ olmakla birlikte, tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi içinde ve kendi önderliðinde bir blok oluþturmaya yönelmiþtir.
Ýhlas Holding’in hemen her alanda “yatýrýmlarý”ný artýrdýðý görünümü
altýnda yatan bu blok oluþturma giriþimi bulunmaktadýr.
Þüphesiz tekelleþememiþ burjuvazi içindeki en önemli bölünme, siyasal planda ANAP-DYP farklýlaþmasý olarak ortaya çýkmýþtýr.
12 Eylül koþullarýnda oligarþinin oluþturduðu “uzlaþma”nýn ürünü olan
ANAP, giderek kendi bünyesinde tekelleþememiþ burjuvazinin güç-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
71
KURTULUÞ CEPHESÝ
lendiði bir parti haline gelmiþtir. ANAP üzerinde oligarþinin etkisi varlýðýný sürdürmekle birlikte, tekelleþememiþ burjuvazinin bir kesiminin etkinliðini artýrmasý, ayný zamanda bunlarýn çýkarlarýnýn sözcüsü
haline gelmesini getirmiþtir. ANAP, giderek 12 Eylül’ün ürünü olan
holdinglerin temsilcilerinin aðýr bastýðý bir parti görünümü kazanmýþtýr.
Ancak, týpký 12 Mart holdingleri gibi, bu holdinglerin oligarþi ile olan
çýkar ortaklýðý, ilk planda önemli bir çatýþma ortamý yokmuþ görünümü vermektedir. Örneðin, bir zamanlarýn ünlü ENKA’sý, TEKFEN’i,
DOÐUÞ Holding’ i, hemen hemen her düzeyde emperyalizme baðýmlý
bir sermaye alanýnda faaliyet göstermektedirler. DOÐUÞ grubunun
almýþ olduðu zýrhlý araçlar ihalesi, ayný zamanda Amerikan FMC grubu ile bir ortaklýk durumunda olmasý, ister istemez oligarþi ile açýk
bir çatýþmaya girmesini engellemektedir. Ama siyasal alanda dayandýklarý Özal ve onun ANAP’ýný yitirmeleri, kaçýnýlmaz olarak pekçok
zarara uðramalarýna neden olmaktadýr. Bu da, hükümet krizinde ortaya çýkan ANAP-DYP uzlaþmazlýðýnýn arka planýný oluþturmaktadýr. (Hemen ekleyelim, 1994’de oligarþinin “yolsuzluk” olaylarýnýn üzerine
gidilmesi konusunda yaktýðý yeþil ýþýk, asýl olarak bu kesimleri etkisizleþtirmeyi hedeflemiþtir.)
Ancak kendilerini halen ANAP içinde siyasal olarak ifade eden
tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi de kendi içinde, emperyalizmle
olan iliþkilerinin boyutlarýna göre deðiþen ölçülerde bölünmüþ durumdadýr. Bu da, kendisini çeþitli sayýlarda milletvekili olarak ortaya
koymaktadýr.
Ayný þekilde tekelleþememiþ burjuvazinin kendi içinde
bölünmüþlüðünün ortaya çýktýðý bir diðer parti de DYP olmaktadýr.
ANAP içinde olduðu gibi, DYP içinde de deðiþik kesimlerin doðrudan kendilerine baðlý milletvekilleri bulunmaktadýr. Bu da, DYP içindeki bölünmüþlüðün temelini oluþturmaktadýr. Ancak DYP’nin
hükümet olmasýnýn getirdiði avantajlar, bu kesimlerin açýk bir çatýþma
ortamýna girmelerini engellemektedir. Cavit Çaðlar’ýn Çiller’e yönelik
olarak deðiþik zamanlarda sergilediði farklý tutumlarýn temelinde hükümet olmanýn getirdiði avantajlar yattýðýný bilmeyen yok gibidir.
Diðer bir kesim ise, Özal döneminde ortaya çýkmýþ ve giderek
kendilerini güçlendirmiþ olan yeni orta sermaye kesimleridir. Özal
döneminin “iþbitirici” kesimleri olarak belli bir sermayeye sahip olmuþ
bu kesimler, “liberal ekonomi”nin ayný zamanda ideolojik savunucularý olarak ortaya çýkmýþlardýr. “Çað atlama”nýn temsilcileri olan bu
kesimler, emperyalist metalarýn ülkenin iç pazarýna yoðun bir biçimde sokulmasýnýn ve kitlelerin artan bir tüketime yöneltilmelerinin
ürünüdürler. Önemli bir kesimi turizm alanýnda faaliyet gösterirken,
bir diðer kesimi emperyalist metalarýn ithalatçýsý durumundadýrlar.
Ancak ortak özellikleri, doðrudan doðruya tüketime iliþkin alanlarda
faaliyet göstermeleridir. Bu yanlarýyla kendi içlerinde hazýr giyim ala-
72
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nýnda (konfeksiyon) faaliyet gösteren kesimleri de kapsamaktadýr.
Bir dönem hýzlý birer Özalcý olan bu kesim, Özal’ýn siyasal etkinliðini
yitirmesi ve ardýndan da ölmesiyle kendilerine yeni kimlik bulmaya
yönelmiþlerdir. Bugün için YDH bünyesinde ve Cem Boyner’in çevresinde toplanma eðilimi içindedirler.
Bunlarýn yanýnda, önemli bir sermayeye dayanmayan, ancak
kimi özel çýkar iliþkileri ile birbirine baðlanmýþ kesimler de bulunmaktadýr. Kendisini en açýk biçimde Ahmet Özal’da biçimlendiren
bu kesimler, Özal döneminin ekonominin gözenekleri arasýnda varedilmiþ talancý bir sermaye sahipleridir. Bugün için önemli ölçüde etkisizleþtirilmiþ bu kesimler, Yusuf Özal’ýn YP’sinde kümelenmiþ birkaç
milletvekili ile kendilerini yaþatmaya çalýþmaktadýrlar.
Oligarþi için önemli bir sorun olmamakla birlikte, hükümet
krizi gibi durumlarda bugün için bir araç durumunda olan diðer bir
bölünme de MHP bünyesinde ortaya çýkmýþtýr. Bu bölünme, temel
bir ekonomik iliþkiye dayanmaktan çok, oligarþinin MHP’ye biçtiði
yeni misyon ve görünümle birlikte ortaya çýkmýþtýr. MHP’ye biçilen
yeni görünüm ve misyon, öncelikle kendisini 1980 öncesinin “eli
kanlý faþisti” olmaktan çýkarmasýný gerektirmektedir. Bu da, 12 Eylül
öncesinde MHP’nin silahlý kadrolarýný oluþturan ve pekçok çinayetin
planlayýcý ve uygulayýcýsý olan kesimlerin ön plandan çekilmesini
gerektirmiþtir. Ancak bunu kendilerine karþý bir tasfiye hareketi olarak kabul eden bir grup faþist, BBP olarak örgütlenmiþlerdir. Daha
çok çek-senet iþleri ile uðraþan faþist kesimlerden aldýðý parasal destekle ayakta duran BBP, bugün için basit bir araç olmaktan öte bir
iþleve sahip deðildir. (Ancak BBP’nin oligarþi açýsýndan böyle olmasý,
somutta böyle olduðu ya da olacaðý anlamýna gelmemektedir. Bu
kesimler, siyasal alanda etkinliklerini sürdürebilmek için MHP’yle rekabet içinde olmak zorundadýrlar. Bu da, oligarþinin MHP’ye biçtiði
görevleri öncelikli olarak yerine getirme eðilimi yaratabilecektir. Bunun sonucu olarak BBP’li faþistler, ilerici ve devrimci kitlelere yönelik saldýrýlarý mevzi durumlarda yönetmeye talip olmak durumundadýrlar. Kimi durumda münferit hareketler içine girerek faþist propagandadan etkilenmiþ kesimler üzerinde etkilerini yaymak isteyeceklerdir. Bu da, oligarþi için bir baþka çatýþma durumu yaratacaðýndan,
ister istemez hesaba katýlmasýný gerektirmektedir.)
Ve diðer bir bölünme de CHP bünyesinde ortaya çýkan ve
kendisini CHP-DSP ayrýþmasý olarak ifade eden bölünmedir. Bu bölünmenin temelinde, kendisine “liberal burjuvazi” de diyebileceðimiz
orta sermaye kesimleri ile 12 Eylül sonrasýnda farklýlaþan küçük-burjuvazi içindeki ayrým yatmaktadýr. Özal döneminde en geniþ ölçekte
üretilen yeni bir þehir küçük-burjuva tipi, ilk dönemde göze çarpmamakla birlikte, M. Karayalçýn ve çevresinin siyasal iliþkilere girmesiyle belirginleþen bir geliþimi ortaya çýkmýþtýr. Genellikle belli bir
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
73
KURTULUÞ CEPHESÝ
sermaye sahibi olmayan bu yeni tip küçük-burjuva unsurlar, bir yandan SHP-CHP ayrýþmasýný ortaya çýkarmýþlar, diðer yandan da DSP’nin
tümüyle ayrý kalmasýný saðlamýþlardýr. Ancak bu ayrýþmada asýl belirleyici olan eski dönemin CHP’sinde kendisini ifade eden “liberal
burjuvazi”nin kendi içindeki bölünmüþlüðüdür. Bu bölünmüþlük, kendi içinde deðiþik sermaye kesimlerini içermekle birlikte, günlük dilde “mütahitler” denilen kesimin SHP bünyesinde toplanmasýyla belirginleþmiþtir. Genellikle eski dönemin CHP’sinin belediyelerinin ihaleleriyle varolan bu kesimler hýzlý birer Özalcý olmakla birlikte, ekonomik varoluþlarýnýn parti olduðunu bildiklerinden kendilerini ayýrmýþlardýr. Ecevit’in emperyalist-kapitalist iliþkileri geliþtirme yanlýsý politikalarý bu kesimleri her dönem rahatsýz etmiþtir. Yine ayný þekilde, CHP
bünyesinde yer alan kimi toprak sahiplerinin Özal döneminde uygulanan ekonomi-politikalarýn ürünü olarak zenginleþme-leri, bölünmeyi
artýrmýþtýr. Daha çok küçük gruplarýn farklýlaþmasý olarak ortaya çýkan bu bölünme, þehir küçük-burjuvazisindeki geliþme ve farklýlaþmalarla beslendiði için varlýðýný sürdürme eðilimindedir. Ecevit’in, giderek
milliyetçi söylemi öne çýkarmasý, kendisinin dayanmak istediði küçükburjuva kesimlerin kýrsal niteliðinden kaynaklanmaktadýr. Ancak her
ikisi de, oligarþi açýsýndan kitlelerin pasifize edilmesi için gerekli birer politik parti durumunda bulunmaktadýr. Bu nedenle, her zaman
olduðu gibi, iktidar oluþlarý da, iktidarda kalýþ-larý da oligarþinin elindedir.
Tüm bu bölünmüþlüðün dýþýnda, irili ufaklý pek çok “parti giriþimi” ile kendilerini ifade etmeye çalýþan deðiþik kesimler bulunmaktadýr. Ancak bunlar, dönem dönem kamuoyuna yansýmakla birlikte, küçük çýkar gruplarý olarak siyasal alan dýþý durumundadýrlar.
Örneðin, bir dönemlerin bazý CHP’li unsurlarýnýn, zaman içinde girdikleri ticari iliþkiler (TIR taþýmacýlýðý ya da tarýmsal ürün ihracatçýlýðý
gibi) sonucu olarak siyasal iktidarla olan iliþkileri için yaptýklarý siyasal giriþimler bunlar arasýnda sayýlabilir.
Bunun dýþýnda, henüz çýkarlarý, diðer kesimlerden baðýmsýzlaþmamýþ sermaye kesimleri bulunmaktadýr. Bu kesimler, zaman içersinde ortaya çýkmýþ olan parçalanmalarý büyüteceklerdir. Örnek olarak
bugün turizm alanýnda faaliyet gösteren pekçok sermaye kesimleri
verilebilir. Ayrýca, düne kadar Özal himayesinde bulunan, bugün bir
kýsmý Yusuf Özal’ýn YP’sinde toplanmýþsa da, önemli bir kýsmý tümüyle siyasal partiler alanýnýn dýþýnda bulunan “Özal tipi sermaye”
kesimleri bulunmaktadýr. En tipik örneði Uzanlar olan bu kesimler,
partiler düzeyinde bir birlik oluþturmak durumunda deðillerdir. Neredeyse, her biri kendi çýkarlarýnýn sözcüsü ve takipçisi olan “iþbitiriciler” durumundadýr. Bir kýsmý Mehmet Barlas’ýn düzenlediði ev
toplantýlarýnda buluþmaktadýrlar.
Tüm bunlarýn yanýnda, Kürt ulusal hareketinin geliþimi ile dev-
74
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
let terörünün yoðunlaþmasý sonucu ekonomik iliþkiler içersinden bir
süre için çýkartýlmýþ sermaye kesimleri bulunmaktadýr. Bu kesimler,
uzun bir süredir kendilerini HEP, DEP, HADEP içersinde ifade etmeye çalýþmýþlardýr. Ancak devletin yoðun baskýsý karþýsýnda, kendi
içlerinde parçalanmýþlar ve deðiþik siyasal oluþumlara doðru savrulmuþlardýr. Bu kesimlerin, ayný zamanda toprak aðalýðý ile olan doðal
iliþkileri, genel seçimler açýsýndan önemli bir güç oluþturmalarýný saðlamaktadýr. Oligarþinin bu kesimleri yedeklemek ve kendi siyasal
sistemine dahil etmek için yaptýðý ve yapacaðý pekçok giriþim bulunmaktadýr. Son TOB Raporu ve ÝSO’nun yanlarýna Sabancý’yý da alarak Diyarbakýr’a gitmeleri, bu giriþimlerin seçimlere doðru hýzlanarak
süreceðini göstermektedir.
Ýþte bu iliþki ve çeliþkiler içersinde bulunan oligarþi dýþýndaki
sömürücü sýnýflar, ayný zamanda günümüzde düzenin her türlü siyasal bunalým ve çözümünün belirleyicisi durumundadýr. 1980 yýlýndan
itibaren sürdürülen ekonomi-politikanýn denetim dýþýna çýkmasýnýn
ürünü olan bu bölünmeler, ayný zamanda ekonominin bir düzene ve
denetime alýnmasýnýn gerekliliðini ifade etmektedir. Oligarþinin bugün en temel sorunlarýndan birisi, eski dönemlerle kýyaslanmayacak
ölçüde “sömürünün disipline edilmesi” sorunudur. Bu sorunun siyasal planda çözümlenebilmesi için belirli bir siyasal gücün ortaya çýkarýlmasý gerekmektedir. Oligarþinin istediði türden bir “disiplin”i saðlayacak bir siyasal oluþum bugün için mevcut deðildir. Ama öte yandan ekonomik geliþmeler, bu denetimin en kýsa sürede alýnmasýný
gerektirmektedir. Normal koþullarda oligarþi için çözücü eylem yönetimin askerileþtirilmesi olmak durumundadýr. Fakat mevcut
koþullar oligarþinin bu yöndeki eylemini frenlemektedir. Oligarþinin
yeniden yükselttiði “güçlü iktidar” söyleminde ifadesini bulan, kendi
içinde deðiþik fraksiyonlara bölünmüþ tekelleþememiþ burjuvaziyi
disipline edecek ve buna paralel olarak “rayýndan çýkmýþ ekonomiyi
düzeltecek” bir dönemdir. “Seçilme kaygýsý olmaksýzýn” bu iþleri yapacak bir siyasal kadro oligarþi için yönetimi askerileþtirmeden
baþvuracaðý araçlardan birisi durumundadýr. Ancak 12 Eylül döneminde saðladýðýný sandýðý bu durum, Mesut Yýlmaz, Tansu Çiller gibi kadrolarýnýn kendi partilerinde baþkanlýða getirilmiþ olmasýna raðmen
iþlememesi ile boþa çýkmýþtýr. Yine de oligarþinin bu kadrolarýný kendi istediði doðrultuda hareket ettirmeye zorlayacak olanaklara sahip
olduðu da açýktýr. Özellikle TÜSÝAD’ýn hazýrlayýp sunduðu yeni seçim
yasasý önerisi, ayný zamanda bu zorlamanýn “demokratik” biçimi
olmaktadýr. Seçimlere kadar geçecek süreç, oligarþinin tüm bu koþullarda yönetimi askerileþtirmeden yeni bir “uzlaþma” dönemini saðlama giriþimleri ile geçecektir. Bu da, seçimlerden önce yapýlamasa
bile, seçim sonrasýnda kaçýnýlmaz olarak yapýlmak zorunda kalýnacak
bir dizi ekonomik uygulama ile ortaya çýkacaktýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
75
KURTULUÞ CEPHESÝ
RP-DYP Hükümeti
Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 32, Temmuz-Aðustos 1996
ANAP ile DYP’nin kurduðu koalisyon hükümetinin çeþitli ayak
oyunlarýyla bozulmasýyla birlikte RP-DYP koalisyon hükümeti Erbakan’ýn baþkanlýðýnda kurulmasý, bir dizi görüþün ortaya atýlmasýný getirdi. Kimileri, RP’nin “sistem içi” bir parti olduðunu ilan ederek, kurulan hükümetin “meþru” olduðunu söylerken; kimileri RP’nin þeriatçýlýðýný gündeme getirerek “laiklik”in zarar göreceðini söyleyerek karþý
çýkmýþtýr. Ancak hükümetin kuruluþunda DYP’nin yer almasý pek
çok çevre için bir “süpriz” olmuþtur. Yazýlý ve görüntülü basýn, Çiller’e
iliþkin “yolsuzluk dosyalarý”nýn bu koalisyonun kurulmasýnda belirleyici olduðunu sürekli iþleyerek, RP-DYP koalisyonunun oluþturulmasýnýn sýnýfsal temellerini gizlemekte özel bir çaba göster-miþtir. Benzer
deðerlendirmeler çeþitli sol örgütler tarafýndan da yapýlmýþtýr. Öyle
ki, RP’nin “diðer burjuva partilerinden hiç bir farký olmadýðý”ndan tutun da, RP’nin ne kadar “dindar” olduðuna yahut RP’nin ne denli düzen savunucusu olduðuna kadar bir dizi deðerlendirme yayýnlanmýþtýr.
Oysa ülkemizdeki sýnýflarýn konumunu ve siyasal yönelimlerini aç çok bilen herkes için, RP-DYP koalisyon hükümetinin kurulmasýnýn hiç de þaþýrtýcý deðildir.
MSP olarak Erbakan, 1980 öncesinde devrimci mücadelenin
geliþmesine paralel olarak kurulan I. ve II. MC hükümetlerinde
76
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
baþbakan yardýmcýsý olarak yer almýþtýr. O günün MSP’sinin sýnýfsal
niteliði ile bugünkü RP’nin sýnýfsal niteliði hiç deðiþmediði gibi, kadrolarý da hiç deðiþmemiþtir. Salt bu olgu bile, RP-DYP koalisyon hükümetinin “yeni” bir þey olmadýðýný ortaya koymaktadýr.
Bugünkü adýyla Refah Partisi’nin sýnýfsal niteliðini (o dönemdeki adýyla MSP’nin) I. MC döneminde þöyle ortaya koymuþtuk:
“MSP (Milli Selamet Partisi): Sýnýfsal olarak, CHP’nin
dayandýðý sýnýfsal tabana, yani orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanýr. Anadolu esnaf zanaatkar sermayesi ile
tüccar-tefeci sermayenin desteðini almýþtýr. Emperyalistkapitalist üretim iliþkilerinin 12 Mart sonrasý hükümetler
dönemindeki hýzlý ve hakimiyet saðlayýcý geliþmesine
bir tepki olarak (daha önce ayný gerekçelerle ortaya çýkan ve 12 Mart döneminde kapatýlan MNP’nin yerine) ortaya çýkmýþ ve AP’nin politik geri çekiliþi ile birlikte, bir güç
olmuþtur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu aslýnda, tekellere
ve faize karþý oluþundan deðil, temsil ettiði orta sermaye
kesimlerinin ekonomik olarak geliþmesini ve tekelleþmesini saðlamak için kendi politikasýný sürdürmek istemesindendir. MSP aslýnda, ülkemizin iç dinamiði gereði ortaya
çýkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist üretim iliþkileri
ile filizlenen kapitalist unsurlarýn tepkilerini bünyesinde
toplamýþ bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarþiye karþý
olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanýlan ‘din’
ile birlikte, köylülüðün de sýnýfsal desteðini almýþtýr.
MSP’nin demokratikliði, gerek oligarþiye karþý muhalefet eden orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük saðlamak, gerekse ‘din’i politik bir alet olarak kullanmak istemesindendir. Programýna dikkat edilecek olursa,
üretici güçleri hýzlý bir þekilde geliþtirmek istediði görülür.
Ne var ki, mevcut üretim iliþkilerine olan tabiyeti gereði,
program, kaðýt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ve giderek
AP içinde erimek zorundadýr. Oligarþiye olan tepkileri, engelleyici bir noktaya ulaþtýðý zaman, laikliðe karþý olmaktan dolayý, her an politika dýþý býrakýlabilir. 12 Ekim seçimlerinde gerileyiþi, misyonunu AP’ye kaptýrmýþ olmasýndandýr. MSP, oligarþiye tepki olarak doðmasýna karþýlýk, bunu
politika olarak sürdürememesi sonucu, AP’nin liberalizmi
içinde erimiþ, MSP’yi destekleyen sýnýflar, ‘çatýþma’ yerine
‘uyum’u yeðlediklerinden, AP’ye kanalize olmuþlardýr. MSP,
politik etkinliðini kaybetme durumuna gelmiþtir, ancak, orta
ve küçük sermaye kesimlerinin oligarþiye olan tepkileri
ortadan kalkmýþ deðildir. MSP, bu durumu kullanarak tekrar politik etkinlik saðlamak için, AP ile ‘uzlaþmazlýk’ ko-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
77
KURTULUÞ CEPHESÝ
nularýný öne çýkarmak zorundadýr. MSP, oligarþiye karþý
olan tepkilerde ve ‘demokratik’ ortam üzerinde CHP ile
ortaklýða girerek, koalisyona katýlmýþ, ancak, CHP ile gerek misyon üzerinde, gerekse AET üzerinde kesin uzlaþmazlýklar içine sapmýþtýr. Emekçi yýðýnlarýn tepkilerine ve
sýnýfsal hareketlerine karþýdýr. Ve oligarþik yönetimden yanadýr.”*
Görüldügü gibi, RP, sýnýfsal olarak, orta ve küçük sermaye
kesimlerine dayanan bir partidir ve Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayesinin desteðine sahiptir. Bugünkü RPDYP koalisyon hükümetinin açýk bir biçimde kendisinin bu sýnýf ve
kesimlerin hükümeti olduðunu ilan etmesi, sadece gerçeðin kendileri tarafýndan açýklanmasýndan baþka birþey deðildir. Hükümet içinde eski TOBB Baþkaný Yalým Erez’in yer almasý ve Tansu Çiller’ in
“baþ danýþmaný” olarak hareket etmesi, RP ile DYP’nin hükümet
kurmasýnýn hangi sýnýflar arasýnda yapýlan bir uzlaþmaya dayandýðýný
da açýk biçimde ortaya koymaktadýr.
RP-DYP hükümetinin kurulmasýyla birlikte ortaya çýkan en
önemli geliþme, RP’nin “sistem içine çekilmesi” manevralarý deðil,
DYP’nin iþbirlikçi-tekelci burjuvaziyle olan iliþkilerinin farklýlaþmasýdýr.
ANAP-DYP hükümeti döneminde kamuoyuna yansýyan farklýlaþma,
Koç Holding ile DYP’nin birbirlerini karþýlýklý olarak suçlamalarýyla
belirginleþmiþtir. Gümrük Birliði’ ni iliþkin anlaþmanýn “istenildiði gibi”
yapýlmamasýyla baþlayan bu farklýlaþma ve çatýþma, giderek artmýþ
ve eski AP’li kadrolarýn DYP’den tasfiye edilmesiyle yeni bir boyut
kazanmýþtýr.
Ýþbirlikçi-tekelci burjuvazi, T. Özal’ýn “dört eðilimi birleþtiren”
ANAP’ýnýn iþlevsiz kalmasýyla birlikte siyasal temsil alanýnda yeni
sorunlarla karþý karþýya kalmýþtýr. Geleneksel olarak iþbirlikçi-tekelci
burjuvazi ile Anadolu sermayesinin çýkarlarýnýn temsilcisi olan DYP’nin
(eski adýyla AP’nin), 1991 Genel Seçimlerinde baþarýlý olmasýna karþýn,
tam olarak eski iþlevine sahip olmadýðý görülmüþtür. Gerek iþbirlikçitekelci burjuvazi içinde Batý-Avrupa’nýn emperyalist ülkeleriyle olan
iliþkilerde ortaya çýkan çýkar çatýþmasý, gerekse siyasal kadrolarýnýn
ANAP ile DYP arasýnda daðýlmasý, yeniden hükümet bunalýmlarýnýn
baþlangýcý olmuþtur.
Diðer yandan, 1980 dünya ekonomik buhraný koþullarýnda, 12
Eylül askeri cuntasýnýn varlýðýyla oluþturulmuþ olan sömürücü sýnýflar
arasýndaki “consensus” 1990’larda bozulmuþtur. Sanayi teþviklerinin
daðýlýmý, ihracata uygulanan vergi iadesinin kullanýmý, ilkin orta sermaye kesimleri arasýnda farklýlaþma yaratmýþ ve giderek bir kýsým
orta sermaye kesimleri iþbirlikçi-tekelci burjuvaziden uzaklaþmaya
* Ýlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiðimiz.
78
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
baþlamýþtýr. Emperyalist tekellerin çýkarlarýna uygun olarak gümrük
tarifelerinde yapýlan indirimler sonucu emperyalist metalarýn ülkeye
yoðun giriþi ve bunlarýn ticaretiyle uðraþan yeni bir kesimin ortaya
çýkartýlmasý, Anadolu tüccarýný zor duruma sokmuþtur. Bu da, Anadolu tüccar kesiminin emperyalist tekellere ve dolayýsýyla iþbirlikçitekelci burjuvaziye tavýr olmasýný getirmiþtir. Emperyalist metalarýn
ülkeye yoðun bir biçimde giriþi ve bunun ticaretinin ayrý bir kesimin
elinde olmasýyla zor duruma düþen Anadolu esnaflarý, ister istemez
geleneksel metalarýn satýcýsý olmakla sýnýrlý kalmýþlardýr. Bu da, Anadolu esnafý ile geleneksel meta üreticisi küçük ve orta sermaye kesimlerini daha fazla birlikte hareket etmeye yöneltmiþtir. Bu yönelimin
siyasal yansýsý ise, geleneksel olarak DYP’de toplanan kesimlerin
RP’ye yönelmeleri olmuþtur. RP’nin seçimlerde elde ettiði baþarýlarýn
temelinde bu siyasal dönüþüm yatmaktadýr.
Ancak 1980-90 arasýnda uygulanan ekonomi-politikalar, tüm
toplumsal iliþkiler de olduðu gibi, sömürücü sýnýflar arasýnda da bir
dizi ayrýþma ve parçalanma ortaya çýkarmýþtýr. T. Özal’ýn “keyfi yönetimi” olarak yorumlanan ekonomik uygulamalar, kimi zaman yeni
bir zengin kesimi ortaya çýkarýrken, kimi zaman eski sömürücü kesimlerin kendi içlerinde farklýlaþmasýný saðlamýþtýr. Tümüyle küçük
ve orta sermayenin emperyalist üretim iliþkilerine tabi kýlýnmasý,
kýlýnamayanlarýn tasfiyesi ve yerlerine yenilerinin konulmasý olarak
tanýmlanabilecek ekonomik uygulamalar sonucunda, küçük ve orta
sermaye kesimleri bölünmüþtür. Bu bölünmüþlük, siyasal planda,
birbirinden farklý partilerin ortaya çýkmasý ve milletvekili transferleriyle kendisini ortaya koymuþtur. Bu ortamda Refah Partisi, küçük ve
orta sermaye kesimleri içindeki bölünmüþlüðü, belli bir ortak çýkar
etrafýnda birleþtirme iþlevini üstlenmiþtir. Bunu yerine getirebildiði
oranda siyasal olarak geliþeceðini varsayan RP, hükümet kuruluþunda
görüldüðü gibi, hükümet olabilmek için her türlü tavizi vermiþtir. Refah Partisi’nin bugünkü oy gücünü koruyabilmesinin tek yolu, çýkarlarýný ortaklaþtýrmaya çalýþtýðý küçük ve orta sermaye kesimlerine
yeni olanaklar saðlamaktan geçmektedir. Bu da, ancak hükümet
olmakla olanaklýdýr. Devlet olanaklarýnýn artan oranda küçük ve orta
sermayeye yöneltmek isteyen RP, mevcut koþullarýn kendilerine getirdiði engelleri düþünmeksizin hükümet kurmuþlardýr. Bu da, “hayalci Erbakan”ýn ne denli baþarýlý olabileceðini belirlemektedir.
Memur maaþlarýna yapýlan zamlarla birlikte ortaya çýkan “kaynak” tartýþmasý, RP’nin umduðundan çok daha farklý bir durumla
yüz yüze olduðunu göstermiþtir. Erbakan ve þurekasý, kendilerini 1970’
lerin Türkiyesinde bulacaklarýný sanmýþlardýr. Gümrük Birliði’ne girilmesiyle birlikte Türkiye’ye verilecek olan fonlarý kendi sýnýflarý için
kullanabileceðini varsayan Erbakan, bu fonlarýn serbest býrakýlmasýnýn o denli kolay olmayacaðýný görmesi fazla uzun sürmemiþtir. Ýmza-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
79
KURTULUÞ CEPHESÝ
lanmýþ Gümrük Birliði anlaþmasýna göre 1.5 milyar dolar civarýnda
tutan fonlarýn, kendi hükümetlerinin “sýký pazarlýðý” ile 30 milyar dolara çýkartabileceðini varsayan RP, pazarlýk etmek þöyle dursun, verileceði söylenen 1.5 milyar dolarýn bile serbest býrakýlmasýnýn çok kolay olmadýðýný birkaç hafta içinde öðrenmiþlerdir.
I. MC döneminde Erbakan’ýn “hayali temel atmalarý”, bugünkü durumla büyük benzerlik taþýmaktadýr. Mevcut olmayan kaynaklarýn “varlýðýna” baðlý olarak, küçük ve orta sermayeye yeni yatýrým
olanaklarý saðlayacaðýnýn propagandasýný yapmýþ olmasý, seçimlerde
Erbakan’a pahalýya mal olmuþtur.
Ancak Erbakan’ýn karþý karþýya olduðu sorunlar, sadece küçük
ve orta sermayeye iliþkin deðildir. 1980 sonrasýnda bir devlet politikasý olarak gündeme getirilen kýrsal nüfusun azaltýlmasýna yönelik
uygulamalarýn ortaya çýkardýðý sorunlar, Refah Partisi’nin tabaný açýsýndan büyük öneme sahiptir. Uygulanan tarým politikalarý ile kýrsal
alanlarda sýnýfsal farklýlaþma giderek artmýþ ve mülksüzleþmeye paralel olarak kentlere göç hýzlanmýþtýr. Kürtlerin yaþadýðý bölgelerde,
Kürt ulusal hareketine yönelik sürdürülen pasifikasyon ve tenkil politikalarý da bu yöndeki hareketi artýrmýþtýr. Genel olarak köylülük
arasýnda sýnýfsal farklýlaþmanýn artmasý ve mülksüzleþme süreci, kýrsal alanlardaki nüfusun sürekli oransal olarak azalmasýný getirmektedir. Kentlere göç eden kýrsal nüfusun, ayný zamanda kentlerde iþ
olanaklarýna sahip olamamasý, kaçýnýlmaz olarak iþsizler ordusunu
sürekli artýrmýþtýr. Böylece, iki yönlü bir sorun ortaya çýkmýþtýr.
Emperyalist üretim iliþkilerinin yaygýnlaþmasýnýn sonucu olan
bu geliþme, ayný zamanda, emperyalist üretim iliþkilerinin gerektirdiði ekonomik uygulamalarýn sürdürülmesini zorunlu kýlmaktadýr.
Emperyalist üretim iliþkilerinin hýzlý bir geliþimi, kaçýnýlmaz olarak,
sorunlarý büyütmektedir. Kýrsal nüfusun azaltýlmasýna yönelik uygulamalar, kapalý üretim birimlerinin pazar ekonomisine açýlmasýnýn
geldiði son aþamayý oluþturmaktadýr. Kýrsal nüfusun, pazar için üretim yapmasý, emperyalist üretim iliþkilerinin yeni gereksinmelerine
(talep gereksinmelerine) yetmemektedir. Artýk, pazarda sadece üretici olarak deðil, ayný zamanda tüketici olarak da yer alan bir nüfusa
ihtiyacý vardýr. Özellikle 1980 dünya ekonomik buhraný koþullarýnda,
geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde üretilen her ürünün (sanayi ve tarým ürünleri olarak), emperyalist ülkelere ihraç edilmesi 1990’lara gelindiðinde neredeyse sona ermiþ durumdadýr. 1990’lara girilmesiyle
birlikte, emperyalist ülkelerde ortaya çýkan ekonomik durgunluk, artan oranda yeni pazarlara gereksinme göstermektedir. Emperyalist
ülkelerde üretilen metalarýn doðrudan satýþýný saðlayacak pazarlar,
bugün için emperyalist ekonomilerin en önemli sorunu durumundadýr. Yeni-sömürgecilik yöntemlerinin uygulanmasýnda ortaya çýkan
týkanmayla birlikte geliþen 1980 ekonomik buhranýnýn emperyalist
80
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ülkelerde yeni teknolojinin üretime uygulanmasýyla kýsmen geçiþtirilmiþtir. Ýþte bu yeni teknolojiye dayalý üretim birimlerinin pazar gereksinmesi, günümüzde büyük bir önem taþýmaktadýr. 1990 baþlarýnda Ingiltere ve Fransa’da baþlayan durgunluk, tüketim mallarý sektöründeki aþýrý üretim ile belirlenmiþtir. Giderek Almanya’yý içine almaya
baþlayan bu süreç, kaçýnýlmaz olarak geri-býraktýrýlmýþ ülkelere emperyalist metalarýn ihracýný artýrmayý gerektirmektedir.
Gümrük Birliði anlaþmasýnda açýk biçimde görüldüðü gibi,
emperyalist ülkelerin içinde bulunduklarý ekonomik durgunluk ve
aþýrý-üretim, geri-býraktýrýlmýþ ülkelerdeki iç pazarý önemli hale getirmektedir. Bu ise, geri-býraktýrýlmýþ ülkelerin iç pazarýna yönelik üretim yapan yerli küçük ve orta sermayenin büyük bir zarara uðramasý
anlamýna gelmektedir. Küçük ve orta sermayenin mülksüzleþtirilmesi olarak da geliþecek olan bu süreç, ister istemez, bu ülkelerde
üretimi artýrmaya yönelik her türlü ekonomi-politikanýn terk edilmesi anlamýna gelmektedir. IMF’ nin açýklamalarýnda görüleceði gibi,
geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde tüketimi artýrýcý önlemler desteklenmekte, ancak üretime yönelik teþviklere karþý çýkýlmaktadýr.
Ýþte Refah Partisi’nin bugün karþý karþýya olduðu ikilem burada ortaya çýkmaktadýr. Bir yandan, küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni kredi olaraklarý saðlayarak, yatýrýmlarý hýzlandýrmak istenilirken; diðer yandan, bulunabilecek özel kredi olanaklarýnýn bu alanda kullanýlmasýyla meydana gelecek üretim artýþýnýn pazarlanmasý
sorunu ortaya çýkmaktadýr.
Bu durumda Refah Partisi, yerli küçük ve orta sermayeye “ihracat” yolunu göstermekden baþka bir çözüme sahip deðildir. Bütün
umudu, bu ihracat için Ýran, Irak gibi “müslüman ülkeler”in belli bir
kolaylýk göstermesine baðlanmýþtýr.
Ancak böyle bir geliþme, yerli küçük ve orta sermaye ürünlerininin satýþyla varlýklarýný sürdürmek durumunda olan Anadolu esnafýný daha da zor duruma sokacaktýr. Ýç pazarýn, tümüyle emperyalist
metalara terk edilerek, küçük ve orta iþletmelerin ürünlerinin “müslüman” ülkelere yöneltilmesinin ortaya çýkaracaðý bu geliþme, kaçýnýlmaz olarak Refah Partisi’nin önemli bir oy kaybýna neden olacaktýr.
(Burada hemen belirtelim ki, bu yönüyle RP ile MHP ayný tabana
sahiptir. Sadece MHP, “Türki Cumhuriyetler”i esas alýrken, RP “müslüman ülkeleri” esas almaktadýr. MHP’nin yönelimi, DYP-CHP hükümetleri döneminde denenmiþ, ancak önemli bir sonuç getirmemiþtir.
Bu da, MHP’nin geliþen milliyetçilik dalgasýna raðmen, beklediði oranda oy alamamasýnýn nedeni olmuþtur.)
Diyebiliriz ki, RP-DYP koalisyon hükümeti, aðýrlýklý olarak,
küçük ve orta sermaye kesimlerinin çýkarlarýný realize etmek amacýyla kurulmuþtur. Emperyalist üretim iliþkilerinin geliþmesi sonucu,
sürekli daralan küçük ve orta sermaye, RP-DYP koalisyon hükümeti-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
81
KURTULUÞ CEPHESÝ
yle bu sorunlarýnýn çözümleneceðini beklemektedir. Ancak emperyalist üretim iliþkilerinin ülke içindeki derinliði ve yaygýnlýðý böyle bir
çözümü olanaksýz kýlmaktadýr. Emperyalist sistemin dýþýna çýkýlamadýðý sürece, hiç bir çözüm, bu kesimler için olanaklý deðildir. Bugün
oligarþinin RP-DYP koalisyon hükümeti karþýsýnda fazla bir tepki göstermemesinin nedeni de, bu olanaksýzlýk koþullarýnda, küçük ve
orta sermaye kesimlerinin tepkilerinin yumuþatýlmasýna (bir süre için
de olsa) hizmet edeceði içindir.
Bu koþullarda, Refah Partisi’nin hükümette fazla birþey yapabilmesi olanaksýzdýr. Tüm yapabileceði, birkaç demagojik uygulama
ile sýnýrlý kalacaktýr. Bu yöneyle, Refah Partisi’nin hükümeti kurmuþ
olmasý, kendi tabanýnda belli bir “beklenti” yaratarak, oligarþi için bir
“soluk alma” olanaðý vermekten öte bir deðere sahip deðildir. Refah
Partisi’nin devrimci mücadele karþýsýndaki konumunu ayrýca ortaya
koymaya gerek yoktur. Onlar için, en büyük “düþman” “dinsizler”dir,
dolayýsýyla tüm söylemi anti-komünist demagojiyle doludur ve devrimci mücadelenin ezilmesi için her türlü zor aracýnýn kullanýlmasýna
taraftardýr. Bu açýdan, devlet zorunun sürdürülüþünde hiçbir kesinti
ortaya çýkmayacaktýr.
82
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Refah Partisi ve
Kullanýlmýþ Oto Ýthali
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 33, Eyül-Ekim 1996
Refah Partisi-DYP koalisyon hükümetinin, ekonomik alandaki
ilk icraatý, memurlara % 50 oranýnda zam yapmak olmuþtur. Doðrudan doðruya küçük ve orta sermaye kesimi ile Anadolu tüccar sermayesinin temsilcisi olarak Refah Partisi, böyle bir zam ile halkýn
eline geçen para miktarýný artýrarak, temsilcisi olduðu sýnýflar için yeni bir talep yaratmýþtýr. Ancak yaratýlan talep, mali açýdan gerçek bir
karþýlýða, yani kaynaða dayanmadýðý için, bir süre sonra enflasyonu
artýrýcý etkide bulunacaðýndan, kaçýnýlmaz olarak daha büyük zararlar yaratacaktýr. Ýþte bu durumda, Refah Partisi, yeni kaynak yaratma
ve bulma için “büyük bir seferberlik” içine girmiþtir.
Erbakan’ýn sözleriyle, I. ve II. kaynak paketi birbiri ardýna açýlmýþtýr. Açýlan “paketler” somut ve hemen kullanýlabilir kaynaklar içermemektedir. Böylece “hayalci Erbakan” söylemi, kendi paketleriyle
onaylanmýþ olmaktadýr!
Oysa ki, Erbakan ve ekibi için, önemli olan temsil ettikleri sýnýflar için yeni olanaklar ve kaynaklar yaratmaktýr. Doðal olarak, bu
kaynaklar, küçük ve orta sermaye kesimleri için yeni kredi olanaklarý
ve yeni yatýrýmlar olarak ortaya çýkmaktadýr. Bu kesimlerin aðýrlýklý
olarak isdedikleri, yeni yatýrýmlarý için daha elveriþli ve uzun vadeli
kredi saðlanmasýdýr. Bir baþka deyiþle, uzun vadeli ve düþük faizli
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
83
KURTULUÞ CEPHESÝ
kredi saðlanmasý, Erbakan’ýn “anti-faizci” söyleminin maddi temeli
olmaktadýr. Ancak Erbakan’nýn kaynak paketlerinin bu yönü hemen
hemen dikkatlerden kaçýrýlmýþtýr. Özellikle “kullanýlmýþ oto ithalatý”
konusu ve bunun “yerli üretimi baltalayacaðý” yönü her þeyin önüne
konulmuþtur.
Öncelikle “kullanýlmýþ oto ithalat serbestisi”nin Refah Partisinin temsil ettiði sömürücü sýnýflar ile parti kitlesinin istemlerine göre
biçimlendirildiði bilinmelidir. 50.000 Mark tutarýnda bir paranýn belirlenmiþ devlet bankalarýna bir yýl vadeli olarak yatýrýlmasý koþuluyla 5
yaþýna kadar kullanýlmýþ oto ithal serbestliði saðlanmasý, doðrudan
oligarþinin içinde belirleyici yere sahip olan iþbirlikçi sanayi burjuvazisinin “pazarýndan” pay alamayan Anadolu tüccar ve esnafýna yönelik bir uygulama olmak durumundadýr.
Þöyle ki, iþbirlikçi sanayi burjuvazisi, Renault, Ford, Fiat, Mercedes üretimiyle, otomotiv sektöründe tekel durumundadýr. Bunun
sonucu olarak ikincil sanayiler denilen, bu otomotiv sektörü için parça üreten kesimler, tümüyle bu tekellerin istemlerine ve üretim süreçlerine göre hareket etmektedirler. Tekelci sanayi burjuvazisi,
1970’lerden itibaren, kendi otomobillerini kendi daðýtým þebekesi
aracýlýðýyla pazarlamakta ve 1980 sonrasýnda kendine ait servis istasyonlarý ile bakýmlarýný yapmaktadýr. Bunun doðal sonucu olarak,
küçük sanayi bölgelerinde bulunan otomobil bakým servisleri atýl
kalmýþ ve giderek iþ bulamaz hale gelmiþtir. Yine tekelci sanayi burjuvazisinin kendi otomobillerini kendi þirketleri aracýlýðýyla pazarlamalarý Anadolu tüccarý için önemli bir kayýp ortaya çýkarmýþtýr. Oligarþi
ile çatýþma durumuna gelen bu kesimler, Refah Partisi aracýlýðýyla
siyasal planda etkin olmaya çalýþmýþlardýr. Ýþte Refah Partisi’nin “kullanýlmýþ oto ithalat serbestliði” konusundaki kararý, öncelikle bu kesimlerin çýkarýna gelmektedir. Bu yolla, gerek küçük sanayi bölgelerindeki iþletmeler, gerekse Anadolu tüccarlarý yeni kazanç olanaðý
saðlayacaktýr. Birinciler, kullanýlmýþ otolarýn (ki çoðunluðunun ülkede servisi bulunmamaktadýr) bakým ve onarýmýný yaparak kendilerine yeni iþ olanaklarý saðlarken; ikincileri, bu kullanýlmýþ otolarýn
ticaretiyle yeni kâr olanaklarýna sahip olacaklardýr.
Konunun diðer yönü ise, emperyalist ülkelere iliþkindir.
Kullanýlmýþ oto ithalatýnýn baþ destekcisi Alman emperyalizmidir. Alman otomotiv tekelleri, son yýlda içine girdikleri durgunluktan kurtulabilmek için yeni pazarlara gereksinme duymaktadýrlar.
Bu nedenle, Türkiye uygun bir pazar olarak ortaya çýkmýþtýr. Gümrük
Birliði’ne girilimesinin baþ destekcisi olan Alman emperyalizmi, anlaþma gereðince otomotiv sektörünün 5 yýllýk bir geçiþ dönemiyle gümrük indirimine sahip olmasý nedeniyle, kendisi için gerekli sonuçlarý
kýsa vadede alamamýþtýr. Ayrýca yeni-sömürgecilik yöntemleriyle ülkeye yýllar önce girmiþ diðer emperyalist ülke tekellerinin pazar üstün-
84
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
lükleriyle rekabet edebilecek olanaklara da sahip deðildir. Bu koþullar
altýnda, kendi iç pazarýndaki kullanýlmýþ arabalarý trafikten çekerek
yeni otomobillerin satýþýna olanak tanýmak çok daha akýlcý olmaktadýr. Bu amaçla, Almanya, kendi ülke içindeki kullanýlmýþ otomobillerin yerine yenilerinin satýn alýnmasý için yeni teþvikler gündeme
getirmiþtir. (Elbette, bunlar sadece teþvik olarak deðil, ayný zamanda
yaþlý arabalarýn sigorta primlerini yükseltmek yönünde caydýrýcý önlemler de içermektedir.)
Ýþte Almanya’nýn bu yöndeki uygulamalarý ile Refah Partisi’nin
hükümet olmasý zamandaþ bir durum yaratmýþtýr. Alman emperyalizmi, Refah Partisi ile yýllardýr sürdürdüðü gizli iliþkilerini kullanarak, kullanýlmýþ otomobil ithalatý konusunda kararlar alýnmasýný
saðlamaya çalýþmýþtýr. Böylece Almanya iç piyasasýndan alýnacak
kullanýlmýþ otolar ülkeye sokularak, hem Alman oto sektörü için yeni
bir talep yaratýlmýþ olunacaktýr; hem de bu kullanýlmýþ otomobiller
aracýlýðýyla Türkiye’nin iç pazarýna girilecektir. (Ýlken, küçük sanayi
bölgelerindeki tamirhaneler aracýlýðýyla kendi markalarýnýn servis
olanaklarý yaratýlacaktýr.)
Görüldüðü gibi, Alman emperyalizminin çýkarlarý ile ülkedeki
küçük ve orta sermaye ile tüccar kesiminin çýkarlarý birleþmektedir.
Ve doðal olarak, bu durum diðer emperyalist ülkeler ile (özellikle
Fransa ve ABD) oligarþinin sanayi kesiminin çýkarlarý ile çeliþmektedir. “Kullanýlmýþ oto ithalatý” tartýþmalarýnýn tümünde egemen olan
bu çýkar çeliþmesidir.
Burada oligarþi içinde deðiþik tutumlarýn olduðu da unutulmamalýdýr. Oligarþinin bir kanadý, kullanýlmýþ oto ithalatý ile devletin
orta vadeli ve düþük faizli bir kredi olanaðý saðlayabileceðini düþünerek, ortaya çýkabilecek kayýplarýn “makul” ölçülere indirilmesiyle
sorunun çözümlenebileceðini düþünmektedir. Ancak sorun emperyalistler arasý çeliþkiyle belirlendiði için, bu yöndeki düþünceler etkili
olamamaktadýr.
Kullanýlmýþ otomobil ithalatýnýn serbest býrakýlmasýndan en
büyük yararý Alman emperyalizminin saðlayacaðý görülmektedir. Almanya, bu yolla, kendi iç pazarýndan 100 bine yakýn bir kullanýlmýþ
arabanýn satýlacaðýný varsaymaktadýr. Böylece Alman otomobil tekelleri kendi iç pazarýnda 100 bin arabalýk yeni bir talep saðlamýþ olacaklardýr. Bu da, 3 milyar marklýk bir satýþ anlamýna gelmektedir.
Diðer taraftan, 100 bin kullanýlmýþ otomobilin Türkiye ithal edilmek
üzere satýn alýnmasý, yaklaþýk 1 ila 2 milyar mark düzeyinde bir oto
alým-satým cirosu ortaya çýkaracaktýr. Bunun mali piyasadaki yansýsý
ise, Türkiyelilerin vadeli olarak yatýrmak durumunda kalacaklarý 50.000
markýn kredi olarak Alman bankalarýndan çekilmesiyle ortaya çýkmaktadýr. Ýþte bu nedenlerle Alman emperyalizmi Refah Partisi’ni
desteklemektedir. Üstelik, bunun yanýnda küçük sanayi bölgesi inþasý
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
85
KURTULUÞ CEPHESÝ
için 300 milyon mark kredi saðlamýþtýr. Böylece bu sanayi bölgelerinde kendi otomobil firmalarý için gerekli servis olanaklarýný da saðlamýþ
olacaktýr.
Alman emperyalizminin ülke iç pazarýna meta ihracý kanalýyla
girme giriþimi ve istemi, kaçýnýlmaz olarak yeni-sömürgecilik yöntemleri sonucu kurulmuþ olan “yerli oto sanayi” nin pazarlarýnýn daralmasý anlamýna gelecektir. Böylece emperyalistler arasýndaki
çeliþkinin ülke içine yansýmasýnýn getirdiði çatýþmalar görülür olmaktadýr.
Kullanýlmýþ oto ithalatýndan, Erbakan’ýn “hayali” kaynak paketlerine kadar herþeyin iþbirlikçi tekelci burjuvazi ile tekelleþememiþ
sanayi burjuvazisi ve diðer sermaye kesimleri arasýndaki çeliþkinin
dýþa vurumlarý olarak ortaya çýkmaktadýr. Ancak hepsinin içinde, faize ve “Batý emperyalizmine” karþý olduðunu sürekli olarak yineleyen
Refah Partisi’nin Alman emperyalizmi ile nasýl bir iþbirliði içinde olduðu önemlidir. Bu, dinin nasýl istismar edildiðinin ve sömürü ve
çýkar için nasýl kullanýldýðýnýn açýk göstergesi durumundadýr. Tabi,
tüm bunlarýn arasýnda kullanýlmýþ arabalarý ülkeye getirmek için yýllarca çalýþarak birikitiren ve çalýþarak ödemeyi sürdürecek olan
Almanya’daki iþçilerin kullanýlmasý ve kendileni kullandýrmalarý en
olumsuz yan olarak ortaya çýkmaktadýr.
86
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Mevcut Durum
ve Refahyol Hükümeti
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 37, Mayýs-Haziran 1997
Ülkemizde geliþen son olaylar, özellikle 28 Þubat günü yapýlan MGK toplantýsýyla birlikte görülmeye baþlayan geliþmeler, Refahyol hükümetinin “bugün ya da yarýn” düþürülmesine yönelik propaganda ve giriþimlerle sürüp gitmektedir. Son olarak Genelkurmay
Baþkanlýðý’ nýn, önce savcýlar ve yargýçlara, daha sonra gazetecilere
yönelik olarak düzenlediði “þeriatçýlýk brifingi”, Refahyol hükümetinin düþürülmesine yönelik faaliyetlere yeni bir boyut getirmiþtir.
Çok açýk bir biçimde Genelkurmay Baþkanlýðý’nýn “þeriatçýlýk
brifingi”nde ortaya konulduðu gibi, “gerekirse silah kullanma” kamuoyunun gündemine sokulmuþtur. Bugüne kadar 12 Mart ve 12 Eylül
dönemlerinde “cumhuriyeti ve anayasal düzeni koruma harekâtý”
düzenliyorum diye oligarþi adýna askeri darbe yapan ordu, bu kez
yeni bir “harekât” hazýrlýðýna yöneldiðini ilan etmektedir.
28 Þubat tarihinde yapýlan MGK toplantýsýnda alýnan kararlar
ve bu kararlara karþý Refah Partisi’nin karþý duruþu, neredeyse “darbe” sözcüðünü günlük bir ifade haline getirmiþti. 10-11 Haziran günü
Genelkurmay Baþkanlýðý’ nýn düzenlediði “þeriatçýlýk brifingi”, ordunun
“hükümete el koymasý” yönündeki beklentileri daha da hýzlandýrmýþtýr. Hemen hemen tüm gazetelerin manþetlerine yansýyan, ordunun, “durumdan vazife çýkardýðý” þeklindedir. Bunun anlamý, Ge-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
87
KURTULUÞ CEPHESÝ
nelkurmay’ýn her an Refah Partisi’ne yönelik olarak bir askeri harekâta giriþebileceðidir. Ancak bunun doðrudan yönetime ordunun “el
koymasý” ile deðil, “sivil bir hükümet”le birlikte gerçekleþtirilmesi
“gereði”, bugün için ön planda tutulmaktadýr. Bu nedenle de, Refahyol hükümetinin TBMM’de “düþürülmesi” gündemdeki “birinci”
sýrasýný korumaktadýr.
Geliþen olaylar içinde diðer bir önemli olgu ise, oligarþinin
resmi zor güçlerinin (ordu) PKK’ye yönelik olarak Kuzey Irak’da baþlattýðý askeri harekât olmuþtur. Neredeyse birkaç yýlda bir tekrarlanan,
yani “rutin” bir iþ haline gelen Kuzey Irak harekâtlarýnýn bu sonuncusu, ülkede geliþen olaylarla birlikte ele alýndýðýnda çok daha farklý
sonuçlara doðru geliþtiði gözlemlenebilmektedir.
Olaylarý yakýndan izleyenlerin bildikleri gibi, bu geliþmeler birdenbire ortaya çýkmamýþtýr. Öyle ki, ne Refah Partisi’nin þeriatçýlýðý
yeni bir geliþmedir, ne de Refahyol hükümeti yeni kurulmuþtur. Refahyol hükümetinin kuruluþunun üzerinden 11 ay geçtiði düþünülecek
olursa, bu geliþmelerin tesadüf olmadýðý ya da salt Genelkurmay’ýn
“þeriatçýlýk” konusunda “duyarlýlýðý”ndan kaynaklanmadýðý görülecektir.
28 Þubat’dan itibaren Genelkurmay ile Refah Partisi arasýnda
baþlayan “gerginlik”, Sincan’da “tanklarýn gezintisi” ile týrmandýrýlmýþ
ve Mayýs sonunda yapýlan olaðanüstü YAÞ (Yüksek Askeri Þura) toplantýsýnda “þeriatçý subaylar”ýn ordudan çýkartýlmasý ile yeni bir evreye girmiþtir. 28 Þubat’tan itibaren geliþen olaylara baktýðýmýzda,
Genelkurmay’ýn kamuoyuna yönelik propagandasýndaki artýþa paralel olarak, “laiklik” konusunun giderek birinci plana çýktýðý ve buna
baðlý olarak “laiklerin” kitlesel eylemlerinin baþladýðý görülmektedir.
Özellikle CHP’yle sürdürülen “laik muhalefet” hareketi, neredeyse
Genelkurmay ile eþgüdümlü olarak hareket etmektedir. ÖD Partisi’nde toplaþan kimi eski “solcu” küçük-burjuva aydýnlar, CHP temelinde geliþtirilen “laik muhalefet”in yeni bir unsuru olarak devreye
girmeleri de ayný günlere rastlamýþtýr. Özellikle Çiller’in “Sultanahmet mitingi”nden sonra ayný meydanda ÖD Partisi’nin miting düzenlemesi ve “Ne Refahyol, Ne Hazýrol” söylemini güncelleþtirmesi, ayný
zamanda ÖD Partisi’nin iþlevini de ortaya koymaktadýr.
Bugün kendisini ilerici, demokrat, yurtsever diyen hemen herkes, bu geliþmelerin nasýl evrileceðini büyük bir merak ve beklentiyle izlemektedirler. Ancak hiç kimse, bu geliþmelerin evrimi ve sonuçlarý hakkýnda açýk ve kabul edilebilir birþeyler ortaya koyabilecek
durumda bulunmadýklarý için, herþey bir “beklenti”nin pasifizmi içinde izlenmektedir. Zaman zaman yapýlan CHP ya da ÖD Partisi mitingleri, yahut Z. Livaneli konseri kitlelerin hareketlenmesi olarak sunulmuþsa da, bunlarýn oluþumu gözönüne alýndýðýnda, herþeyin açýk bir
“pasiflik” içinde beklendiði olgusu belirginleþmektedir.
88
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Ayný türden pasif bir beklenti ve olaylarý izleme anlayýþý ülkemiz solundaki hemen tüm örgütlerde egemen unsur durumundadýr.
Ancak bu bekleyiþ ve izleme tutumu, örgütten örgüte deðiþen niteliklere sahipse de, genel olarak oligarþiye karþý bir güç olarak görülen “þeriatçý” kesimlere karþý izlenen “müttefik” kavrayýþýna paralel
geliþmektedir. Özellikle “müslüman halkýmýz”a yönelik açýklamalar,
bildiriler yayýnlayan ve “inananlar”ýn “dini inançlarý hor görülüyor, karalanýyor veya istismar ediliyor” diyerek propaganda yapan kimi sol
örgütlenmeler, bu geliþmeler karþýsýnda sessiz kalmayý ya da gerçeklikle ilgisi olmayan yanlarý öne çýkartmakla yetinmeyi bir politika
haline getirmiþlerdir. Kendi içinde “politika” yaptýðýný ya da mevcut
durumu deðerlendirdiðini ileri süren kimi örgütlenmeler de, yaptýklarý tahlillerde, geliþen olaylar içindeki tekil olgularý ele almakla yetinmektedirler. Genellikle ajitasyona yönelik olarak yapýlan bu ele
alýþ tarzý, ÖD Partisi’nde somutlaþtýðý gibi, “hem Refahyol’a, hem de
devlete” karþý olmak þeklinde kendisini dýþa vurmaktadýr. Oysa ki,
böyle bir tutum, olaylarýn nereye doðru evrileceðini bilmeyen kitleler
açýsýndan, sadece mevcut statünün devam etmesi gerektiði þeklinde
bir anlayýþ ortaya çýkarmaktadýr.
Solda görülen diðer bir tutum ise, geliþen olaylarýn, özellikle
Genelkurmay’ýn þeriatçýlýða yönelik hareketiyle ortaya çýkan olaylarýn, ülkemizdeki “devrim durumunu” geliþtirdiði þeklinde olmaktadýr. Bir baþka deyiþle, egemen sýnýflarýn kendi içlerinde çatýþmaya
girmeleri, yani egemen sýnýflar arasýndaki çeliþkinin keskinleþmesi,
“yeni politikalar” için uygun bir zemin hazýrladýðý düþünülmektedir.
Çünkü geliþen bu “çatýþma” durumu, devlet otoritesini zaafa uðratacaktýr. Ýlk bakýþta çok mantýklý gelen bu yaklaþým, ülkemizdeki mevcut durumun diðer yanlarýný, özellikle de kitlelerin depolitizasyonu
ve pasifikasyonunu görmezlikten geldiði için, sadece ajitatif bir söylemden öteye geçememektedir.
Tüm bu geliþmeler içersinde belirleyici olan, mevcut durumun doðru bir tahlilini yapmak ve bu durum tahlili çerçevesinde
sýnýf iliþkilerini ve çeliþkilerini doðru olarak belirlemektir. Bu yapýlabilindiði oranda, geliþen olaylar karþýsýnda tavýrsýz kalmamak, beklenmedik geliþmeler karþýsýnda tereddüte düþmemek ve daha da
önemlisi kitleleri bilinçlendirmek olanaklý olacaktýr.
Bu açýdan, mevcut durumdaki geliþmelerin ülkemizdeki ekonomik, sosyal ve siyasal iliþki ve çeliþkilerle olan baðlarý ortaya konulmalýdýr.
Olaylara yakýndan bakýldýðýnda görülecektir ki, sorun, ne þeriatçýlýk sorunudur, ne de laiklik sorunudur. Tüm olaylarýn açýk biçimde
ortaya koyduðu gerçek, sömürücü sýnýflarýn kendi içlerindeki çýkar
çatýþmasýnýn düzenin mevcut iþleyiþ biçimiyle çözülemediðidir. Düzenin mevcut iþleyiþ biçimi, 12 Eylül döneminde oluþturulmuþ ve
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
89
KURTULUÞ CEPHESÝ
hukuki yapýsý 82 Anayasasý ile þekillendirilmiþtir. Düzenin mevcut
iþleyiþ biçimi askeri yönetim koþullarýnda oluþturulmuþ olduðundan,
yeniden düzenlenmesi, kaçýnýlmaz olarak askeri yönetim koþullarýný
gerektirebilmektedir. Genelkurmay’ýn 28 Þubat’tan itibaren yoðun olarak devreye giriþi, ayný zamanda, ordunun yeni düzenlemede bir
taraf olarak ortaya çýkmasý zorunluluðunun bir ifadesidir.
Oligarþik yönetimin mevcut iþleyiþ biçiminin sömürücü sýnýflar arasýndaki çeliþkileri çözemeyiþini Refahyol hükümetinin kuruluþuna iliþkin olarak yaptýðýmýz deðerlendirmede þöyle ortaya koymuþtuk:
“1980 dünya ekonomik buhraný koþullarýnda, 12 Eylül
askeri cuntasýnýn varlýðýyla oluþturulmuþ olan sömürücü
sýnýflar arasýndaki ‘consensus’ 1990’larda bozulmuþtur. Sanayi teþviklerinin daðýlýmý, ihracata uygulanan vergi iadesinin kullanýmý, ilkin orta sermaye kesimleri arasýnda farklýlaþma yaratmýþ ve giderek bir kýsým orta sermaye kesimleri iþbirlikçi-tekelci burjuvaziden uzaklaþmaya baþlamýþtýr. Emperyalist tekellerin çýkarlarýna uygun olarak gümrük tarifelerinde yapýlan indirimler sonucu emperyalist
metalarýn ülkeye yoðun giriþi ve bunlarýn ticaretiyle uðraþan
yeni bir kesimin ortaya çýkartýlmasý, Anadolu tüccarýný
zor duruma sokmuþtur. Bu da, Anadolu tüccar kesiminin
emperyalist tekellere ve dolayýsýyla iþbirlikçi-tekelci burjuvaziye tavýr almasýný getirmiþtir. Emperyalist metalarýn ülkeye yoðun bir biçimde giriþi ve bunun ticaretinin ayrý bir
kesimin elinde olmasýyla zor duruma düþen Anadolu esnaflarý, ister istemez geleneksel metalarýn satýcýsý olmakla sýnýrlý kalmýþlardýr. Bu da, Anadolu esnafý ile geleneksel meta üreticisi küçük ve orta sermaye kesimlerini
daha fazla birlikte hareket etmeye yöneltmiþtir. Bu yönelimin siyasal yansýsý ise, geleneksel olarak DYP’de toplanan kesimlerin RP’ye yönelmeleri olmuþtur. RP’nin seçimlerde elde ettiði baþarýlarýn temelinde bu siyasal dönüþüm yatmaktadýr.
Ancak 1980-90 arasýnda uygulanan ekonomi-politikalar, tüm toplumsal iliþkilerde olduðu gibi, sömürücü sýnýflar arasýnda da bir dizi ayrýþma ve parçalanma ortaya
çýkarmýþtýr. T. Özal’ýn ‘keyfi yönetimi’ olarak yorumlanan
ekonomik uygulamalar, kimi zaman yeni bir zengin kesimi ortaya çýkarýrken, kimi zaman eski sömürücü kesimlerin kendi içlerinde farklýlaþmasýný saðlamýþtýr. Tümüyle
küçük ve orta sermayenin emperyalist üretim iliþkilerine tabi kýlýnmasý, kýlýnamayanlarýn tasfiyesi ve yerlerine yenilerinin konulmasý olarak tanýmlanabilecek eko-
90
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nomik uygulamalar sonucunda, küçük ve orta sermaye
kesimleri bölünmüþtür. Bu bölünmüþlük, siyasal planda,
birbirinden farklý partilerin ortaya çýkmasý ve milletvekili
transferleriyle kendisini ortaya koymuþtur. Bu ortamda
Refah Partisi, küçük ve orta sermaye kesimleri içindeki bölünmüþlüðü, belli bir ortak çýkar etrafýnda birleþtirme iþlevini üstlenmiþtir. Bunu yerine getirebildiði oranda
siyasal olarak geliþeceðini varsayan RP, hükümet kuruluþunda görüldüðü gibi, hükümet olabilmek için her türlü
tavizi vermiþtir. Refah Partisi’nin bugünkü oy gücünü
koruyabilmesinin tek yolu, çýkarlarýný ortaklaþtýrmaya
çalýþtýðý küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni olanaklar saðlamaktan geçmektedir. Bu da, ancak hükümet olmakla olanaklýdýr. Devlet olanaklarýný artan oranda küçük ve orta sermayeye yöneltmek isteyen RP, mevcut
koþullarýn kendilerine getirdiði engelleri düþünmeksizin
hükümet kurmuþlardýr.”*
Aralýk ayýndan itibaren geliþen olaylar, bu deðerlendirmede
ifade edilen sýnýf iliþkilerinin somut bir sonucu olarak ortaya çýkmýþtýr.
DYP tarafýndan temsil edilen TOBB ile RP tarafýnan temsil edilen
MÜSÝAD, neredeyse Refahyol hükümetinin iki kurucusu olmuþlardýr.
Ýþbirlikçi-tekelci burjuvazinin bir kesimi olarak Sabancý’ lar tarafýndan desteklenen bu iliþki, oligarþinin diðer kesimlerini bir süre sessiz
kalmaya yöneltmiþse de, “bedelsiz otomobil ithalatý” kararýnýn alýnmasýyla birlikte, bu sessizlik bozulmuþ ve Sabancýlar dýþýndaki iþbirlikçi-tekelci burjuvazi Refahyol hükümetine karþý açýk bir tutum içine
girmiþtir. Koçlarýn baþýný çektiði bu tutum, Aralýk ayýndan itibaren
giderek sertleþmeye ve hükümeti yýkmaya yönelik giriþimlere dönüþmüþtür.
Ocak ayýnda TÜSÝAD tarafýndan açýklanan “demokratikleþme
paketi”, oligarþinin Sabancýlar dýþýndaki tüm kesimlerinin Refahyol
hükümetinin uygulamalarýyla kârlarýnýn önemli bir kesimini küçük
ve orta sermaye kesimleriyle paylaþmak zorunda kalacaklarýný görmelerinin bir ürünü olmuþtur.
Ancak oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýf ve tabakalar (ki kimisi
DYP içinde, kimisi MHP ve BBP içinde, kimisi Refah Partisi’nde temsil edilmektedir) yeni hükümetin aldýðý kararlardan ve faaliyetlerden
yeni beklentiler içine girdikleri için, oligarþi içindeki bu geliþmeler
karþýsýnda umursamaz bir tutum takýnmýþlardýr. Özellikle TOBB ile
MÜSÝAD bünyesinde toplanan (ve de ayrýþmýþ olan) küçük ve orta
sermaye kesimleri, Refahyol hükümetinin saðlayacaðý yeni olanakla* Kurtuluþ Cephesi, RP-DYP Hükümeti Üzerine, Sayý: 32, s. 7, Temmuz-Aðustos
1996.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
91
KURTULUÞ CEPHESÝ
rýn ve tatlý kârlarýn rüyasý içinde günlerini geçirmeye baþlamýþlardýr.
Refahyol hükümetinin bu kesimlere yönelik olarak aldýðý kararlar içersinde “bedelsiz otomobil ithalatý” ile “müslüman ülkeler”in
pazarlarýna girmek için yapýlan diplomatik giriþimler özel bir yere sahip olmuþtur.
Refahyol hükümetinin bu yöndeki faaliyetlerinin nedenlerini
ve sonuçlarýný Kurtuluþ Cephesi’nde þöyle ortaya koyduk:
“Gümrük Birliði anlaþmasýnda açýk biçimde görüldüðü
gibi, emperyalist ülkelerin içinde bulunduklarý ekonomik
durgunluk ve aþýrý-üretim, geri-býraktýrýlmýþ ülkelerdeki iç
pazarý önemli hale getirmektedir. Bu ise, geri-býraktýrýlmýþ
ülkelerin iç pazarýna yönelik üretim yapan yerli küçük ve
orta sermayenin büyük bir zarara uðramasý anlamýna gelmektedir. Küçük ve orta sermayenin mülksüzleþtirilmesi
olarak da geliþecek olan bu süreç, ister istemez, bu ülkelerde üretimi artýrmaya yönelik her türlü ekonomi-politikanýn terk edilmesi anlamýna gelmektedir. IMF’nin açýklamalarýnda görüleceði gibi, geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde tüketimi artýrýcý önlemler desteklenmekte, ancak üretime yönelik teþviklere karþý çýkýlmaktadýr.
Ýþte Refah Partisi’nin bugün karþý karþýya olduðu ikilem
burada ortaya çýkmaktadýr. Bir yandan, küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni kredi olanaklarý saðlayarak, yatýrýmlarý hýzlandýrmak istenilirken; diðer yandan, bulunabilecek özel kredi olanaklarýnýn bu alanda kullanýlmasýyla meydana gelecek üretim artýþýnýn pazarlanmasý sorunu ortaya
çýkmaktadýr.
Bu durumda Refah Partisi, yerli küçük ve orta sermayeye ‘ihracat’ yolunu göstermekden baþka bir çözüme sahip
deðildir. Bütün umudu, bu ihracat için Ýran, Irak gibi ‘müslüman ülkeler’in belli bir kolaylýk göstermesine baðlanmýþtýr.
Ancak böyle bir geliþme, yerli küçük ve orta sermaye
ürünlerininin satýþýyla varlýklarýný sürdürmek durumunda
olan Anadolu esnafýný daha da zor duruma sokacaktýr. Ýç
pazarýn, tümüyle emperyalist metalara terk edilerek, küçük
ve orta iþletmelerin ürünlerinin ‘müslüman’ ülkelere yöneltilmesinin ortaya çýkaracaðý bu geliþme, kaçýnýlmaz olarak Refah Partisi’nin önemli bir oy kaybýna neden olacaktýr.
(Burada hemen belirtelim ki, bu yönüyle RP ile MHP ayný
tabana sahiptir. Sadece MHP, ‘Türki Cumhuriyetler’i esas
alýrken, RP ‘müslüman ülkeleri’ esas almaktadýr. MHP’nin
yönelimi, DYP-CHP hükümetleri döneminde denenmiþ, ancak önemli bir sonuç getirmemiþtir. Bu da, MHP’nin geliþen
92
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
milliyetçilik dalgasýna raðmen, beklediði oranda oy alamamasýnýn nedeni olmuþtur.)”*
Ýþte Refahyol hükümeti tüm bu iliþkiler içerisinde çýkarlarýný
savunduðu kesimlere yeni olanaklar saðlamak için uygulamalarýný
sürdürürken, hem oligarþi içinden gelen karþý hareketle, hem de
küçük ve orta sermaye kesimlerinin beklentilerini tam olarak karþýlayamamasýyla ortaya çýkan geliþmelerle yüzyüze kalmýþtýr. Birincisi,
TÜSÝAD’ýn “demokratikleþme paketi” ile belli bir ivme kazanýrken;
ikincisi, eski TOBB baþkaný Yalým Erez’in, Refahyol hükümetinin en
baþka gelen destekcisi ve oluþturucusu olmasýna raðmen hükümetten ayrýlmasýný getirmiþtir. Mayýs ayýna girildiðinde TOBB’un temsil
ettiði küçük ve orta sermaye kesimleri oligarþi ile uzlaþmaya varýrken, Refahyol hükümetini destekleyen küçük ve orta sermaye kesimleri sadece MÜSÝAD düzeyinde kalmýþtýr.
Refah Partisi’nin karþý karþýya kaldýðý bu durum, daha önceki
dönemlerde katýldýðý hükümetlerde de ortaya çýkmýþtýr. Gerek
1974’de kurulan CHP-MSP koalisyon hükümeti sýrasýnda, gerekse
MC hükümetlerinde Refah Partisi kesimi, her zaman temsil ettikleri
küçük ve orta sermaye kesimleri lehine kararlar alýnmasýný saðlamaya çalýþmýþ, ancak “ülkenin ekonomik koþullarý” nedeniyle bunlarý
gerçekleþtirememiþtir. Ve sonuç, küçük ve orta sermaye kesimlerinin oligarþi ile uzlaþmalarý, yani “uyum”u tercih etmeleri olmuþtur.
Bu da, MSP’nin seçimlerde etkili olamamasýný getirmiþtir.
Þüphesiz ülkemizdeki küçük ve orta sermaye kesimlerinin,
geliþen emperyalist üretim iliþkilerine paralel olarak giderek güçsüzleþmeleri ve mülksüzleþmeleri, onlarýn mevcut düzene yönelik tepkilerini sürekli kýlmaktadýr. Dolayýsýyla, bu tepkileri bünyesinde barýndýran
Refah Partisi, her dönemde kendisini TBMM’ de temsil edebilecek
kadar bir oy oranýna sahip olmaktadýr. Bugünkü geliþmeler, Refah
Partisi’nin çýkarlarýný savunduðu küçük ve orta sermaye kesimlerinin
beklentilerini yeterince karþýlayamamasýnýn ve oligarþinin bu kesimlerle iliþkilerini en alt düzeye indirmesinin bir sonucudur.
Bu geliþmelerin sýnýfsal niteliði, sömürücü sýnýflar içindeki parçalanmalarla belirlendiðinden, pekçok geliþmenin somutluðu kitlelerce açýk biçimde anlaþýlamamaktadýr. Sömürücü sýnýflar içindeki
parçalanmalarýnýn boyutu, çok deðiþik partiler ve milletvekilleri düzeyine kadar ulaþtýðýndan, tek tek olaylar içinde yer alan kiþilerin ve
partilerin deðiþen tutumlarýný izlemek zor olmaktadýr. Ancak açýk
olan tek þey, tüm partiler ve milletvekillerinin, belli sýnýflarýn ve kesimlerin politik sözcüsü olarak hareket ettikleri ve sömürücü sýnýflar arasýndaki çatýþma-uyum iliþkilerine göre politik tutum takýndýklarýdýr.
* Kurtuluþ Cephesi, RP-DYP Hükümeti Üzerine, Sayý: 32, s. 8-9, Temmuz-Aðustos
1996
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
93
KURTULUÞ CEPHESÝ
Tüm bu geliþmeler içersinde en çok sözü edilen olaylardan
birisi de, imam-hatip liselerinin durumu olmaktadýr. Özellikle Genelkurmay Baþkanlýðý tarafýndan birincil bir konu haline getirilen imamhatip liseleri konusu tümüyle sömürücü sýnýflar arasýndaki çýkar çatýþmasýnýn bir yansýsýdýr.
“... tüm bu görüntüler, RP’nin temsil ettiði sýnýflarýn niteliði ile baðlantýlýdýr. Özellikle orta sermaye kesimlerinin
1980 sonrasý ekonomik iliþkiler aðý içinde yeni tip personele gereksinmesi vardý. Bu yeni personelin, uluslararasý
ticari iliþkileri yürütebilecek ve günümüzdeki teknolojiyi
kullanabilecek bir niteliðe sahip olmasý gerekiyordu. Faks,
bilgisayar vb. araçlarýn yaygýn kullanýmý, devletin mali iþlemlerde bilgisayar uygulamalarýna geçmesi, orta ve küçük
sermaye kesimleri için bu personeli bulmayý kaçýnýlmaz
hale getirmiþti. Oligarþinin kendisi için de gerekli bu insan
gücünü, kendi denetimindeki üniversitelerden saðladýðý
koþullarda, orta ve küçük sermaye kesimlerinin fazla bir
seçeneði de bulunmuyordu. Üstelik buralarda eðitilmiþ bu
personele ödenen yüksek ücretler, bu kesimler için daha
yüksek bir maliyet anlamýna geliyordu. Ýþte böyle bir ortamda bulduklarý çözüm, kendi siyasal kadrolarý aracýlýðýyla kendisine uygun personel yetiþtirmek ve bunlarý olabilen
en düþük ücretle istihdam etmek olmuþtur. Bunun için
denetimlerinde tuttuklarý Ýmam-hatip okullarýnýn liseye
dönüþtürülmesi ve daha sonra da imam-hatip lisesi mezunlarýnýn normal lise mezunlarý ile eþitlenmesi saðlanarak kendisi için gerekli personeli üniversitelere sokma
olanaðý bulmuþlardýr. Daha ilkokul yýllarýndan itibaren Vakýf yurtlarý aracýlýðýyla kendi denetimlerine aldýklarý yoksul
köylü çocuklarýný, bu yurtlardaki dini kurallarla koþullandýrmakta ve yönlendirmektedirler. 12 Eylül askeri yönetimi
aracýlýðýyla oligarþinin bu kesimlere tanýdýðý bu geliþme koþullarýnda, gittikçe palazlanan orta sermaye kesimlerinin
Suudi kaynaklarýndan saðlanan kredilerle beslenmesi,
oligarþinin politik amaçlarýyla da çakýþmaktaydý.”*
Ýþte bugün Genelkurmay’ýn brifing üzerine brifing düzenlediði
imam-hatipliler konusunun özü budur. Oligarþi, 12 Eylül koþullarýnda,
gerek Arap ülkelerine yönelik ihracat için, gerekse devrimci mücadeleye karþý bir güç olarak þeriatçýlýðý kullanmýþtýr. Bu amaçla kendi
eliyle desteklediði ve yaygýnlaþtýrdýðý imam-hatip okullarý, her yýl artan oranda mezun vermiþ ve giderek bunlarýn üniversitelere girmele* Kurtuluþ Cephesi, Refah Partisi Dolgusu, Sayý: 32, s. 13-14, Temmuz-Aðustos
1996
94
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ri saðlanmýþtýr. Ancak zaman içersinde bu kiþiler oligarþinin istemleri
doðrultusunda kurduklarý ticari iliþkileri kendi lehlerine çevirmiþlerdir.
Özellikle orta sermayenin (tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi baþta
olmak üzere) kendisi için gerekli nitelikli iþgücünü imam-hatipler
aracýlýðýyla çok ucuza saðlamasý, kaçýnýlmaz olarak tekelci sermaye
ile yeni rekabet olanaðý kazandýrmýþtýr. Salt Ýhlas Holding’in yapýsýna
ve faaliyet alanýna bakýldýðýnda görülecektir ki, tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi, iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin tüm yatýrým alanlarýnda
faaliyet göstermekte ve giderek bunlarýn sayýsýný artýrmaktadýr. Burada orta sermaye kesimleri için maliyet düþürücü bir unsur olarak ortaya çýkan imam-hatip okullarýndan gelme iþgücüyle oligarþinin pazar
olanaklarýný sýnýrlamasý, kaçýnýlmaz olarak bir çatýþma yaratmýþtýr.
Oligarþi, bu çatýþmada, imam-hatip okullarýndan gelme ucuz iþgücünü
durdurmak için Genelkurmayý devreye sokmakta tereddüt etmemiþtir.
Görüldüðü gibi, Refahyol hükümetine yönelik tüm giriþimler
ve geliþmeler, kamuoyuna sunuluþunun tersine, bir “demokratik ilke
sorunu” olmayýp, oligarþi ile diðer sömürücü sýnýflar arasýndaki çeliþkinin ürünleri durumundadýr. Bu öylesine açýktýr ki, ister basýn-yayýn
organlarýyla sürdürülen kampanyalar olsun, ister ANAP ve CHP çevrelerinin sürdürdüðü faaliyetler olsun, isterse Genelkurmay’ýn “þeriatçýlýk karþýtý” açýklamalarý olsun, her durumda bu çeliþkinin dýþa vurumlarýdýr. Dolayýsýyla da, bu çeliþkinin niteliðine uygun olarak, yani
sömürücü sýnýflar arasýndaki çýkar çatýþmasý olma niteliðine uygun
olarak, taraflar çatýþmanýn biçimini belirlemektedirler. Þubat ayýndan
itibaren Refah Partisi ve hükümete yönelik olarak sürdürülen kampanyalar, açýk bir biçimde, hükümetin istifa ettirilmesine ve Refah
Partisi’nin “içindeki” radikalleri tasfiye etmesine yönelik bir baský
niteliði taþýmaktadýr. Bunun sýnýfsal anlamý, küçük ve orta sermaye
kesimlerinin Refah Partisi’nde temsil edilenlerinin “uyum”a zorlanmasýdýr. Genelkurmay’ýn “gerekirse silah kullanýrýz” türünden açýklama yapmaya kadar uzanan bu “baský”, oligarþinin (en azýndan büyük
bir kesiminin) tekelleþememiþ sanayi burjuvazisine karþý kesin bir
sonuca ulaþmaya karar verdiðini göstermektedir. Tüm “darbe” söyleminin arkasýnda yatan, oligarþinin bu kesin “kararlýlýk” gösterisidir.
Ancak sanýlmamalýdýr ki, oligarþi, tekelleþememiþ sanayi burjuvazisini tümüyle yok etmeyi hedeflemektedir. Tersine, burada söz konusu
olan, 1980’lerde askeri darbe koþullarýnda oluþturulmuþ olan “consensus”u, uzlaþmayý yeniden saðlamaktýr. Oligarþi, her yolu deneyerek, tekelleþememiþ sanayi burjuvazisini “uyum”a zorlamaktadýr ve
bu konuda, bugün için, kararlý görünmektedir. Olaylarýn geliþimi, bu
“uyum”un nasýl ve hangi temelde kurulacaðýna baðlýdýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
95
KURTULUÞ CEPHESÝ
Legalleþmenin Yeni Adý:
Anayasacýlýk
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 37, Mayýs-Haziran 1997
Son aylarda kendisini DHKP-C olarak örgütlediðini iki yýl önce
ilan eden DS’nin hemen hemen tüm faaliyetinde “anayasa taslaðý”
özel bir yere sahip olmuþtur. Kurtuluþ Cephesi’nin geçen sayýsýnda
yer alan “Þimdi Nereye?” baþlýklý yazýmýzda, kendilerinin büyük iddialarla hazýrlýðýna giriþtiklerini ilan ettikleri “anayasa taslaðý” kavrayýþlarýný deðerlendirmiþtik. Bu deðerlendirmemizde, DS’nin “anayasa
taslaðý” için ileri sürdüðü gerekçeyi ele almýþ ve “halkýn yakýcý, somut
sorunlarýný propagandamýzýn ve güncel siyasal faaliyetimizin odaðýna koymalýyýz. Ve halkýn karþýsýna somut taleplerle çýkmalýyýz. Bunun biçimlerinden biri, anayasa olabilir” þeklinde ifade edilen gerekçeyi þöyle deðerlendirmiþtik:
“Bugün halkýn ‘yakýcý, somut sorunlarý’, tümüyle mevcut düzenden kaynaklandýðýný bilmeyen yok gibidir. Sadece bu düzenin devrimle yýkýlarak, yerine yeni bir düzenin
almasý, yani demokratik halk iktidarýnýn gerçekleþtirilmesiyle bu sorunlarýn çözülebileceðini söyleyen ve bu yönde
mücadele eden devrimciler ile bu düzenin demokratikleþtirilerek, yani reformlar yoluyla bu sorunlarýn çözülebileceðini iddia eden reformistler, revizyonistler, oportünistler arasýnda kesin bir çizgi vardýr. Bu kesin çizgi, devrimcilerin
96
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
demokratik bir halk iktidarýnýn ekonomik, sosyal, siyasi ve
hukuki çerçevesini ifade eden devrim programý ile reformistlerin mevcut düzenin anti-demokratik anayasasýný deðiþikliðe uðratmak amacýyla hazýrladýklarý anayasa taslaklarý
arasýnda da çizilmiþ bir çizgidir. Ýþte DHKP-C’nin karþý karþýya olduðu bu iki çizgi arasýnda kendi yerini belirlemek
olmaktadýr.”
Aradan geçen süre içinde DS, bir örgütün devrim programý ile
devrimci bir iktidarýn hukuki düzeni arasýndaki farký hiç gözetmeksizin, kendi kendine büyük önem atfettiði “anayasa taslaðý”ný basýlý bir
metin olarak yayýnlamýþtýr.
“Taslak”larý, neredeyse ülkedeki tüm sorunlarýn çözümüymüþcesine sunulmaktadýr. Ve bununla birlikte, “anayasa taslaðý” hazýrlamanýn ne denli “önemli” ve “yararlý” olduðu üzerine de bir dizi deðerlendirme yapmaktadýrlar.
Oysa bilinen gerçek, ülkenin sorunlarýnýn, yani ülkemizdeki
ekonomik, sosyal ve siyasal iliþki ve çeliþkilerin doðru bir tahlili ve
bunun üzerinde yükselen devrim programý, gerçek devrimci örgütlenmelerin kitleler karþýsýndaki konumunu belirler. Anayasa ise, ekonomik, sosyal ve siyasal iliþki ve çeliþkilerin nasýl bir hukuki yapý içinde ele alýnacaðý sorununa iliþkindir. Bu yönüyle, devrim programý,
devrimci halk iktidarýnýn mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal iliþki ve
çeliþkileri nasýl çözümleyeceðini ortaya koyarken; demokratik halk
iktidarýnýn anayasasý, bu çözümdeki hukuki iliþkilerin temel kurallarýný ortaya koyar. Ýþte DS’ nin sýkýþtýðý ve içinden çýkamadýðý durum da
buradan kaynaklanmaktadýr.
Bununla birlikte DS’nin “anayasa taslaðý” hazýrlama kavrayýþýnýn
doðrudan PKK’den kaynaklandýðýný ve PKK’nin bu kavrayýþýnýn da
oligarþi ve emperyalizmle uzlaþma arayýþýnýn bir ürünü olduðunu bilmek gerekmektedir. PKK’nin Kürt ulusal sorununa çözüm yaklaþýmý,
yani kendi deyiþleriyle “siyasal çözüm” anlayýþý, doðrudan emperyalist sistem içinde sorunun çözümlenmesine iliþkindir. Kaçýnýlmaz olarak, böyle bir emperyalist sistem içi çözüm, emperyalizm ve oligarþi
ile ekonomik, sosyal ve siyasal her alanda anlaþma ve uzlaþma anlamýna gelmektedir. Amerikan emperyalizminin ünlü Wilson prensiplerine göre, böyle bir uzlaþma, sadece masa baþýnda anlaþarak gerçekleþemez. Yapýlan anlaþmanýn sürekli ve kalýcý olabilmesi için, belli
bir hukuki statüye, kurala ve iliþkiye baðlanmasý gerekmektedir. Ýþte
PKK’nin “anayasa” ile iliþkisi, böyle bir hukuki statünün belirlenmesine yönelik hazýrlýk olarak ortaya çýkmaktadýr.
DS, PKK ile yaptýðý ve yapar yapmaz iþlemez olan “cephesi”nin
protokolunda açýk bir biçimde yazýldýðý gibi, “baðýmsýzlýk ve demokrasiyi hedefleyen bir anayasa taslaðý hazýrlayýp bunu halka maletme” “görevi” ile HÖP (Halklar ve Özgürlükler Platformu) adýna “ana-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
97
KURTULUÞ CEPHESÝ
yasa taslaðý” hazýrlamaya giriþmiþtir. Propaganda alanýnda karþý
karþýya kaldýklarý sýkýþýklýðý böyle bir “taslak” ile aþabileceðini uman
DS, “taslak”ý kullanarak kitlelere söyleyecek yeni sözler bulabileceklerini düþünmüþtür. Elbette bunu düþünürken, PKK’nin bu konudaki yaklaþýmýnýn nedenlerini bir yana býrakmýþlardýr.
Ancak DS’nin tüm sorunu, kendilerini DHKP-C olarak örgütlediklerini ilan ettiklerinde “DHKP Programý” olarak sunduklarý programlarýnýn yüzeyselliði ve programýn ne anlama geldiðini kavrayamamalarýyla baþlamýþtýr. Gerçek bir demokratik halk devrimi programý bile olmaktan uzak ve yüzeysel bir metni kendilerinin “parti”
programý gibi sunmalarý bir yana, böyle bir programýn devrimci ajitasyon ve propagandada ne anlama geldiðini ve ne iþe yarayacaðýný
bilememeleri, program gibi tasarlanmýþ ve program olarak ilan ettikleri “programlarý”ndan monte edilmiþ “anayasa taslaðý”ný kendileri için “büyük” bir faaliyetmiþ gibi düþünmelerini getirmiþtir.
Kendilerinin legalleþmelerinin bir “kurumu” gibi görünen HÖP
adýna yayýnlanan “anayasa taslaðý” bu çerçevede ele alýndýðýnda görülecektir ki, programatik konular ile hukuki iliþkiler birbirine karýþtýrýlmýþtýr. Kendilerinin “DHKP Programý”nda ortaya çýkan eksiklikler,
hatalar, neredeyse ayný biçimde “anayasa taslaðý”na da yansýmýþtýr.
Tek farkla ki, “anayasa taslaðý”, DS’nin legalleþmeye yönelik hareketine uygun olarak kendi “DHKP Programý”ndaki kimi “sivri” yanlarýn
törpülenmesiyle birlikte yapýlmýþtýr bu.
Þöyle bir bakalým:
DHKP Programý
Mart 1995
HÖP Anayasa Taslaðý
Nisan 1997
“Madde 3- Emperyalizmle her türlü
“Emperyalizmle her türlü siyasi,
ekonomik, askeri, kültürel baðýmlýlýk iliþ- siyasi, ekonomik, kültürel baðýmlýlýk iliþkisine son verilecek, ülkenin baðýmsýz- kisine son verilecek, ülkenin baðýmsýzlýðý herþeyin üstünde tutulacak, ulus- lýðý herþeyin üzerinde tutulacaktýr.”
lararasý planda baðýmsýz bir politika
izlenecektir.”
“Madde 4- Demokratik Halk Cumhuriyeti, uluslararasý iliþkiler ve dýþ poli“Devrimci halk iktidarý, sosyalist ve tikada, halktan ve emekten yana, antianti-emperyalist yönetimlere sahip ül- emperyalist yönetimlere sahip ülkelerkelerle, ulusal kurtuluþ hareketleriyle ve le, ulusal kurtuluþ hareketleriyle ve kakapitalist ülkelerin ilerici proleter hare- pitalist ülkelerin ilerici halk hareketleriyle
ketiyle geniþ bir dayanýþma içersinde geniþ bir dayanýþma içersinde hareket
hareket edecek, halklarýn kardeþliði ilke- eder, halklarýn kardeþliði ilkesinin tavizsiz savunucusu olur.”
sinin tavizsiz savunucusu olacaktýr.”
Madde 8- Uluslararasý iliþkilerde
“Devrimci Halk iktidarý, baþta komþularý ile olmak üzere, tüm ülkelerle kar- saldýrgan, halklarý birbirine düþman
þýlýklý olarak halklarýn çýkarlarýna say- eden, iç ve dýþ barýþý tehdit eden politigý ve dostluðu esas alarak, eþitlik te- kalar terkedilerek halklarýn kardeþliði,
98
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
melinde iliþki kuracaktýr.”
dostluðu ve dayanýþmasýný geliþtiren bir
politika esas alýnacak;
“Devrimci Halk Ýktidarý, emperyaBaþta komþu ülkeler olmak üzere
lizmin dünya halklarýna yönelik saldýrý- tüm ülkelerle karþýlýklý olarak ulusal çýlarýna karþý çýkacak, uluslararasý planda karlarý, saygý ve dostluðu esas alan,
emperyalizmi ve dünya gericiliðini teþhir eþit temelde iliþkiler geliþtirilecektir.
politikasý uygulayacaktýr. Nihai barýþýn
emperyalizmin yeryüzünden bir sistem
Madde 11- Demokratik Halk Cumolarak silinmesiyle gerçekleþeceðinin huriyeti, dünya halklarýnýn barýþýný tehbilincinde olarak, emperyalizme karþý dit eden saldýrgan amaçlý politikalara
ezilen halklarýn baðýmsýzlýk mücadele- tavýr alarak, ülke halkýnýn iradesini yok
sayan saldýrganlýklar karþýsýnda saldýsini aktif bir þekilde destekleyecektir.”
rýya uðrayan ülke halkýyla dayanýþma
içinde olur.
Görüldüðü gibi, “DHKP Programý”, birkaç kelime dýþýnda olduðu gibi “taslaða” aktarýlmýþtýr. Ama çýkartýlan ya da deðiþtirilen
“birkaç kelime”, ideolojik bir tutumu ve yönelimi ifade etmektedir.
Artýk DHKP, “sosyalist ülkelerle” ve kapitalist ülkelerin “ilerici proleter hareketleriyle” dayanýþmadan vazgeçmiþtir. Bunlarýn yerine “halktan ve emekten yana” olanlar ile “kapitalist ülkelerin ilerici halk
hareketleriyle” dayanýþma gündeme getirilmektedir. Ýki ifade arasýndaki fark, açýk bir biçimde DHKP’nin legalleþme isteðinde ne denli
ciddi olduðunu gösterecek niteliktedir.
HÖP’ün “anayasa taslaðý”ný okumayý sürdürelim:
DHKP Programý
Mart 1995
HÖP Anayasa Taslaðý
Nisan 1997
“Ýnanç Özgürlüðü
1- Devrimci Halk Ýktidarý herkesin
inanç özgürlüðünü güvence altýna alarak ibadet yerlerini koruyacaktýr. Devrimci Halk Ýktidarý'nda dini inanç kiþiyi
ilgilendiren özel bir sorun olacaktýr.
2- Halkýn dini duygularýný istismar
edip, teokratik gerici bir devlet için
araç olarak kullanýlan tüm kurumlar kapatýlacak ve yeniden kurulmasýna izin
verilmeyecektir.
Dini inançlarý gereði ibadet yapmak
isteyenlere yardýmcý olmak için gerekli
sayýda din görevlisinin sosyal güvencesi
saðlanacaktýr.”
“Madde 29- Ýnanç Özgürlüðü
a-) Dini inanç, kiþileri ilgilendiren özel
bir konudur. Herkes istediði dini inanca
sahip olabildiði gibi, inanmama özgürlüðüne de sahiptir.
b-) Ýnanç özgürlüðünün güvencesi
olarak ibadet yerleri korunur. Dini inançlarý gereði ibadet yapmak isteyenlere
yardýmcý olmak için gerekli sayýda din
görevlisinin sosyal güvencesi saðlanýr.
c-) Hiç kimse dini inançlarý ya da
inançsýzlýðý nedeniyle baský altýna
alýnamaz, kýnanamaz.
d-) Dini esaslara dayalý, gerici,
sömürüyü esas alan bir devlet kurmak için halkýn dini duygularýnýn istismar edilip araç olarak kullanýlmasýna izin verilmez.”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
99
KURTULUÞ CEPHESÝ
DS’nin “inanç özgürlüðü” konusundaki “programý”ný MayýsHaziran 1995 tarihli Kurtuluþ Cephesi’nin 25. sayýsýnda þöyle deðerlendirmiþtik:
“Ýþte, herþeyden önce laik olmasý gereken demokratik
halk iktidarýnýn ‘Marksist-Leninist dünya görüþünü benimsemiþ’ bir ‘parti’nin programýnda bunlar yazmaktadýr. Bakýn Marksizmin kurucusu Marks, dünyanýn ilk proleter iktidarý olan Paris Komün’ü deðerlendirmesinde ne yazmaktadýr:
‘Eski hükümetin maddi iktidar aletleri olan sürekli ordu ve polis bir kez kaldýrýldýktan sonra, Komün
manevi baský aletini, ‘rahiplerin iktidarý’ný kýrma iþine
giriþti; varlýklý kurumlar olduklarý ölçüde, tüm kiliselerin daðýtýlmasý ve kamulaþtýrýlmasý buyrultusunu
çýkardý. Rahipler, öncelleri olan havariler gibi, müminlerin sadakalarý ile yaþamak üzere, özel yaþamýn
dünya iþlerinden dingin el çekmiþliðine gönderildi.’
Ýþte Marksist-Leninistlerden beklenilen budur. Bir baþka
ifade ile, proletarya, her durumda laik olmak durumundadýr ve bunun anlamý da, dini inançlarýn kiþiyi ilgilendiren
özel bir sorun olarak ele alýnmasýdýr. DS, bir yandan bu
ifadeyi alýrken, diðer yandan ‘din görevlilerine’, yani ‘imamlara’, ‘rahiplere’, demokratik halk iktidarýnýn bütçesinden
‘sosyal güvence’ verebilmektedir. Bu, açýk biçimde, mevcut Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý’na dokunulmayacaðý demektir. Sanýrýz, DS’nin, bugün ülkemizde þeriatçýlýðýn geliþtiði
bir dönemde, bunlara açýklýk getirmesi gerekmektedir. Bir
baþka deyiþle, DS, kendilerinin ‘parti program’ larýnda ifade ettikleri devrimci halk iktidarýnýn laik bir iktidar olup
olmadýðý konusunda bir karar vermeleri gerekmektedir.”
Sanýrýz DS, kendisini bu kez HÖP olarak legalde örgütlerken
bu konuda kararýný vermiþ görünmektedir. Artýk “teokratik, gerici bir
devlet” kurmak için faaliyet gösteren “tüm kurumlar”ýn kapatýlmasýna karþý deðillerdir.
DS için gençlik ve eðitim konusunda da “yeni” geliþmeler
sözkonusu olmuþtur:
“Devrimci Halk Ýktidarý, gençliðin gelecek demek olduðunun bilinciyle geleceðin toplumunun mimarý olacak gençler için tüm olanaklarýný seferber ederek,
onlarýn saðlýklý, üretken, devrimci insanlar olarak yetiþtirilmesini hedefleyecektir.”
(DHKP Programý, Mart 1995)
100
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
“Gençliðin gelecek demek olduðunun bilinciyle, geleceðin toplumunun mimarý olacak gençler için tüm imkanlar
seferber edilerek, onlarýn saðlýklý, üretken, yurtsever insanlar olarak yetiþtirilmeleri için her türlü koþul saðlanýr.”
(HÖP Anayasa Taslaðý, Nisan
1997)
KURTULUÞ CEPHESÝ
Kendisini HÖP olarak legalde örgütleyen DS’nin “anayasa
taslaðý”nýn ekonomik ve sosyal alanlara iliþkin belirlemeleri ile DHKP
Programý arasýndaki iliþki çok daha belirgin farklýlýklar taþýmaktadýr.
“Anayasa taslaðý”nda saðlýk hizmetlerine iliþkin belirleme
þöyledir:
“Madde 36
a-) Herkes doðuþtan baþlayarak saðlýklý ve güvenlikli bir yaþam
hakkýna sahiptir. Devlet bu amaçla insan saðlýðýný her þeyin üzerinde tutarak her türden saðlýk hizmetlerini ücretsiz karþýlar.
b-) Tüm hastane ve saðlýk kurumlarý merkezi olarak organize
edilip yerel yönetimlerin denetiminde toplanacak; hastaneler personel ve cihaz bakýmýndan ülkenin her yerinde asgari standartlara
sahip olacaklardýr.
c-) Tüm saðlýk hizmetleri ticaret aracý olmaktan çýkartýlýr. Koruyucu saðlýk hizmetlerinin yaygýnlaþtýrýlmasý, ilaç sanayinin emperyalist tekellerin denetiminden kurtarýlmasý, týp eðitiminin halkýmýzýn
ve ülkemizin koþullarýna göre yeniden biçimlendirilmesi, iþyeri hekimliðinin kurumlaþtýrýlmasý, tüm emekçi semtlerine saðlýk kurumlarý
götürülmesi saðlýk politikasýnýn öncelikli hedefleridir.”
(HÖP Anayasa Taslaðý, Nisan 1997)
DHKP Programý’nda ise, saðlýk hizmetlerinin “ücretsiz” olacaðý ifade edildikten sonra þöyle denilmektedir:
“Tüm ilaç sanayii kamulaþtýrýlarak, hastalarýn ilaç ihtiyaçý ücretsiz karþýlanacaktýr.”
(DHKP Programý, Mart 1995)
Ýþte emperyalist sömürünün en insani alaný olarak kabul edilen saðlýk alanýndaki “yeni”lik, ilaç sanayinin “kamulaþtýrýlmasý”ndan
ve ilaçlarýn “ücretsiz” karþýlanmasýndan vazgeçilmesi olmaktadýr. Sanýrýz, DS, yavaþ yavaþ muhalefet anlayýþýndan uzaklaþarak “iktidar
sorumluluðu”na uygun bir anlayýþa yönelmektedir.
Ýþte bu yönelime uygun bir baþka belirleme:
“Ulaþým, halkýn ihtiyaçlarýný giderecek bir biçimde, halk yararýna
düzenlenir.
Ulaþýmýn organizasyonu ve geliþtirilmesinde temel ve öncelikli
olan toplu taþýmacýlýktýr . Þehir içi ve þehirlerarasý ulaþýmda toplu taþýmacýlýk, öncelikle de demiryolu taþýmacýlýðý geliþtirilecek; ulaþýma
yönelik yatýrýmlarýn ana gövdesi bu alana kaydýrýlacaktýr. Çeþitli otoban, köprü benzeri yerlerde paralý geçiþ uygulamasýna, bu alandaki
özel þirketlerin varlýðýna son verilecek; bu alanlardaki bakým, onarým
ve hizmet devlet tarafýndan üstlenilecektir.”
(HÖP Anayasa Taslaðý, Nisan 1997)
Oysa kendi programlarýnda þöyle denilmekteydi:
“Kitle iletiþim araçlarý ve toplu taþýma þirketleri (kara, deniz, hava)
kamulaþtýrýlacak, ulaþým halkýn yararýna yeniden organize edilecektir.”
(DHKP Programý, Mart 1995)
“Ýktidar” olma havasýna kendini iyice kaptýran HÖP’ün “ana-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
101
KURTULUÞ CEPHESÝ
yasa taslaðý” mevcut düzenin kimi iliþkilerine dokunmaktan özel olarak kaçýnmaktadýr. Mart 1995’den buyana geçen iki yýl zarfýnda ortaya çýkan geliþmelerden birisi de spora iliþkindir.
DHKP Programý
Mart 1995
“1- Saðlýklý dinamik insanlar yetiþtirmek için kitle sporu yaygýnlaþtýrýlacaktýr.
Spor meta olmaktan çýkarýlacak, beden
ve ruh saðlýðýna, insanlarýn kardeþlik
ve kollektif dayanýþma ruhuyla yetiþtirilmesine hizmet etmesi saðlanacaktýr.
2- Spor halka indirilecek, yaygýn
spor üniteleri kurulacak, profesyonel
ligler ve takýmlar kaldýrýlacak, amatör spor desteklenecektir.
3- Her üretim ünitesinde herkese
spor yapma olanaklarý saðlanacaktýr.
4- Sporun, kitleleri uyutmanýn bir
aracý olmamasý için yeni bir bilinç yaratýlarak gerekli önlemler alýnacaktýr.”
HÖP Anayasa Taslaðý
Nisan 1997
“Madde 39- Spor
Demokratik Halk Cumhuriyeti, spor
ve dinlenmenin doðal hak olduðu anlayýþýyla, halkýn spor, dinlenme, tatil ihtiyaçlarýný karþýlayacak tesisler kurar;
bunun için gerekli yasal, idari düzenlemeleri yapar.
Sporun, meta olmaktan çýkarýlarak
beden ve ruh saðlýðýna, insanlarýn kardeþlik ve kollektif dayanýþma ruhuyla
yetiþtirilmesine hizmet etmesi saðlanýr.
Bu amaçla spor halkýn doðrudan katýlabileceði bir toplumsal faaliyet haline
getirilerek, yaygýn spor üniteleri kurulur,
kitlesel ve amatör spor desteklenir. Küçük bir azýnlýðýn deðil, geniþ halk kitlelerinin spor yapmasýnýn koþullarý oluþturulur.”
Eh, artýk iktidar olunacaðý için ve bunun için de legal faaliyet
yürütüleceðinden, Fenerbahçe, Galatasaray, Beþiktaþ, Trabzonspor
gibi profesyonel takýmlara dokunulmamalýdýr. Aksi halde bu futbol
fanatiklerinden oy almak (destek almak) olanaksýz olacaktýr. O nedenle, çok iddialý “DHKP Programý”nýn bu konudaki belirlemelerini
bir yana býrakmakta sakýnca yoktur.
Tabi “taslak” ile “program” arasýndaki farklýlýklar sürekli “törpülenme” þeklinde ortaya çýkmamaktadýr. Bu konuda en iddialý olduklarý yer ise seçme ve seçilme hakkýdýr.
Mart 1995’de yayýnlanan “DHKP Programý” na göre seçme ve
seçilme hakký þöyledir:
“18 yaþýna gelen her genç seçme, 21 yaþýna gelen her genç seçilme hakkýna sahiptir.”
Ve HÖP’ün “taslaðý” daha ilericidir:
“Madde 65- Yurttaþlýk haklarýna sahip olan herkes seçme ve seçilme hakkýna sahiptir. Seçme yaþý 16, seçilme yaþý 21’dir.”
Þüphesiz yaþam sürekli olarak geliþmekte ve ilerlemektedir.
Bu açýdan iki yýl içinde DS’nin seçme hakkýný 18’den 16’ya indirmeyi
düþünmesinde þaþýlacak bir yan yoktur. Her ne kadar bunu kendilerinin devrimci mücadeleye girdikleri günden buyana geçen yýllar içinde düþünmemiþ olmalarý bir “eksiklik” ise de, “taslak” bu eksikliði
102
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
gidermiþtir. Ve gerekçesi de þöyledir:
“Seçmen Yaþý 16 olarak öngörülmüþtür; çünkü, bu yaþta
gençlerimizin vatanlarý ve halklarý için ölümü göze alarak
savaþtýklarý, Gazi gibi ayaklanmalarýn, ve örneðin dünya
gerçeðinde Ýntifadalar gibi halk ayaklanmalarýnýn tarihinin
adeta bu yaþtaki gençlerimizle yazýldýðý; ve öte yandan
çaðýn teknolojik geliþimi içinde çocuklarýmýzýn, gençlerimizin pek çok gerçeðe erken yaþta vakýf olduðu görmezden gelinemeyecek bir geliþmedir. Halk iktidarý, seçmen
ve seçilme yaþýný, gençliði burjuvazinin eðitim sisteminden koparýp, halkýna karþý sorumluluk duyan, bilgili bir gençlik haline dönüþtürdüðü ölçüde bu yaþ ölçülerini gözden
geçirecektir.”
24 Mayýs 1997 tarihli legal dergilerinde yorumun yorumunda
ise þöyle denilmektedir:
”Seçme ve seçilme yaþýnýn 20-21 olarak tesbiti; bir,
belki 50-60, belki daha fazla yýl öncesinin koþullarýna göre
yapýlmýþtýr. Ýki, bu yaþlarýn, örneðin seçmen yaþý açýsýndan
18’e bile indirilmemesi, burjuvazinin, oligarþinin gençlikten duyduðu korkunun sonucudur. Biz bu ölçülere, þartlandýrmalara göre hareket etmek durumunda deðiliz. Taslak’
taki gerekçede de belirtildiði gibi, 16 yaþýndaki gençlerin
halk için kendilerini feda ettikleri, savaþtýklarý bir ülkede
ölçüler de buna göre olmalýdýr.” (Halk Ýçin Kurtuluþ, Sayý:
31, s. 26, 24 Mayýs 1997)
Kendilerini DHKP-C olarak örgütlediklerini ilan ettikleri “Kuruluþ
Kongresi”nde yer alanlar burada durup düþünmelidirler. Ýki yýl gibi
bir zaman diliminden deðil, “belki 50-60, belki de daha da fazla yýl
öncesinin koþullarýna göre” seçme ve seçilme yaþýný belirledikleri
söylenmektedir onlara. Ve daha da ileri giderek, “biz bu ölçülere,
þartlandýrmalara göre hareket etmek durumunda deðiliz” diyerek,
bir de “isyan” bayraðý çekmektedirler!
Oysa bir "parti"de, en yetkili ve en üst yönetim ve karar organý
"parti kongresi" olarak bilinir. DS, kendisini DHKP-C olarak örgütlerken bunu açýk bir biçimde ilan etmiþtir. Ama ne yazýk ki, kendi
"kongre" kararlarý, legal bir örgüt birimi tarafýndan kolayca bir yana
itilebilmektedir. (Þüphesiz biz böyle yazýyoruz, ama, belki bu aylarda
DHKP "2." kongresini yaparak programýný deðiþtirmiþtir. Bu konuda
elimizde herhangi bir bilgi bulunmadýðýndan, "kuruluþ kongresi"nin
kararlarýnýn geçerli olduðunu düþünüyoruz.)
HÖP'ün "anayasa taslaðý"nýn mevcut düzenle bir uzlaþma arayýþý
içerdiðini, bir baþka deyiþle düzene alternatif bir parti olmaktan çok,
alternatif düzen partisi olmaya yönelik olduðunu en açýk biçimde
ekonomi üzerine düzenlenmiþ maddelerde görmek olanaklýdýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
103
KURTULUÞ CEPHESÝ
DHKP Programý
Mart 1995
“Yeni-sömürgeciliðin ekonomik kurumlarý olan IMF, Dünya Bankasý,
OECD vb. emperyalist kuruluþlarla tüm
iliþkiler kesilecektir.
Baþta NATO olmak üzere, emperyalist saldýrgan paktlardan çýkýlacak,
emperyalistlerle yapýlan saldýrgan amaçlý ikili anlaþmalar deþifre ve iptal edilecek, ABD ve NATO üslerine halk adýna
el konulacak, baðýmlýlýk iliþkilerini güçlendiren askeri techizat ve kredi alýmýna son verilecektir...
IMF, Dünya Bankasý, OECD gibi
emperyalist sömürü örgütleriyle tüm
iliþkiler kesilecek, Avrupa Topluluðu
ile olan tüm baðlar kopartýlacak, emperyalist devletlere, þirketlere ve bankalara olan tüm borçlar tek taraflý
olarak iptal edilecektir...
Emperyalizmin ve oligarþinin fabrikalarýna, þirketlerine, bankalarýna, topraklarýna, santral, baraj vb. taþýnýr ve taþýnmaz tüm mallarýna, banka hesaplarýna el konulacak ve ulusallaþtýrýlacaktýr.
Devrimci Halk Ýktidarýnýn el koyduðu
tüm üretim ünitelerinde, üretim faaliyetinin denetimi proletaryanýn eline verilecektir. Üretim sosyalist bir bilinç ve
heyecanla tüm halk için yapýlacaktýr...
Bütün özel ve eski devlet bankalarý
tek bir ulusal banka haline getirilecektir...
Üretim, Devrimci Halk Ýktidarýnýn
hazýrlayacaðý planlara göre yapýlacak,
aðýr sanayi üretimine, bu alanda yeni
fabrikalar açýlmasýna öncelik verilecek,
ancak tüketim sanayii, halkýn ihtiyaçlarý
gözönüne alýnarak ihmal edilmeyecektir. Yýllarca kapitalist kâr yasasýna göre
yapýlan yatýrýmlara son verilerek, sosyal
dönüþümü saðlayacak planlý bir ekonomiye göre yeniden düzenlenecektir...
HÖP Anayasa Taslaðý
Nisan 1997
“Madde 6- IMF, Dünya Bankasý,
OECD gibi emperyalist kuruluþlara üye
ve baðýmlý olmaktan çýkýlacak; ülkemizi
emperyalizme baðýmlý hale getirecek
türde dýþ borçlanmalara son verilecektir.
Madde 7- Baþta NATO olmak üzere saldýrgan amaçlý paktlardan çýkýlacak, saldýrgan amaçlý her türlü anlaþma
iptal edilecek, ülke topraklarý üzerindeki emperyalist üsler kaldýrýlacaktýr.
Madde 43- Emperyalizmin Ve Tekellerin Ekonomik Egemenliðine Ýzin Verilmez.
Demokratik Halk Cumhuriyeti, üretici güçlerin geliþmesinin ve ülke kalkýnmasýnýn önünde engel olan emperyalizmin ve tekellerin ekonomik ve siyasi
tahakkümünü kaldýracak politikalarý yürürlüðe koyar.
Madde 44 - Ekonomi politikalarýnýn
temeli, halkýn ihtiyaçlarý ve çýkarlarýdýr.
Ekonomiyi bu temelde düzenleyebilmek
için, oligarþik güçlere ait tekeller, onlarýn denetimindeki tüm üretim üniteleri
kamulaþtýrýlacaktýr.
Madde 46- Bankalar, deniz ve hava
limanlarý, enerji santralleri, barajlar, ulaþým ve haberleþme, dýþ ticaret alanýndaki iþletmelerin mülkiyet ve denetimi devlete aittir.
Madde 47- Üretim, ekonomik ve
sosyal dönüþümü saðlayacak, ulusal
geliri büyütüp, halkýn refahýný geliþtirecek tarzda planlý bir ekonomiye göre
düzenlenir. Tekelleþmeye, kartelleþmeye izin verilmez.
Ülke ekonomisini kendi kendisine
yetecek bir iç bütünlüðe kavuþturmak
için ekonomi aðýr sanayi temelinde geliþtirilir, tarým modernleþtirilerek sanayiye
girdi olacak þekilde örgütlenir.
Ekonominin planlanmasýnýn ve halBüyük toprak sahiplerinin mülkiyeti kýn geçim düzeyinin enflasyon, zam gibi
altýnda bulunan tüm topraklar ve di- geliþmelerle bozulmamasý için gereken
ðer üretim araçlarýna el konulacak önlemler alýnýr. Kapitalizmin plansýz eko-
104
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nomiye dayanan özelliði enflasyonun
esas kaynaðýdýr. Üretim ve tüketim
arasýndaki dengesizlik ortadan kaldýrýlýp, ülke kaynaklarý rasyonel olarak kulTopraksýz ve az topraklý köylülere lanýldýðýnda, bölüþüm adaletli olarak yaihtiyaçlarýna göre toprak mülkiyetinin pýldýðýnda enflasyonun koþullarý ve zam
ulusal niteliði kaldýrýlmadan toprak daðý- yapma gereði de ortadan kalkacaktýr.
týlacak, geniþ bir toprak ve tarým reforMadde 50- Oligarþi içindeki toprak
aðalarýnýn elindeki topraklar kamulaþtýrýmu uygulanacaktýr.
larak, geniþ bir toprak ve tarým reformu
Kapitalist tarým iþletme ve çift- uygulanacak, topraksýz ve az topraklý
liklerine el konulacak, bunlar denetim köylülere ihtiyaçlarýna göre ve toprak
altýnda tutulacak büyük tarýmsal ünite- mülkiyetinin ulusal niteliðini bozmadan
ler olarak düzenlecektir. Kýr proletarya- toprak daðýtýlacaktýr. Daðýtýlan bu topsýnýn denetimi altýnda bulunan bu büyük raklar alýnýp satýlamaz, baþkalarýna devtarýmsal üniteler giderek sosyalist üre- redilemez.
time yöneleceklerdir.
Madde 51- Büyük tarýmsal üniteler
olarak düzenlenen tarýmsal iþletme ve
Planlý ekonomiye ve halkýn ihtiyaçla- çiftlikler, tarým iþçilerinin denetimi altýnrýna göre üretim yapan, iþçilerin azami da planlý ekonominin bir parçasý olarak
çýkarlarýný gözeten ve karþý-devrimcile- üretime katýlýr.
Demokratik Halk Cumhuriyeti'nde
re yardým etmeyen küçük ve orta iþletplanlý ekonomiye ve halkýn ihtiyaçlarýna
melere dokunulmayacaktýr...
Hayvancýlýk alanýnda yetiþtiricilik ve göre üretim yapan küçük ve orta iþletüretim yapan küçük üreticiler yem, ot- melere yasal olarak izin verilir.
lak ve damýzlýk konusunda destekleneMadde 52- Hayvancýlýk alanýnda
cek, kollektif üniteler içinde örgütlenme- yetiþtiricilik ve üretim yapan küçük üreticilerin eski düzenden kalan tüm borçleri teþvik edilecektir.”
larý iptal edilerek bu kesimler desteklenir, kollektif üniteler içerisinde örgütlenmeleri teþvik edilir.”
(toprak büyüklüðü o günkü somut duruma göre belirlenecektir), feodal kalýntýlar tümden tasfiye edilecektir.
Görüldüðü gibi, DS’nin kendisini DHKP-C olarak örgütlerken
yayýnladýðý “programý” ile HÖP olarak legal olarak örgütlerken yayýnladýðý “anayasa taslaðý”, birbirinden gittikçe uzaklaþmaktadýr. “Devrimci Halk Ýktidarý”, “taslak”da “Demokratik Halk Cumhuriyeti”ne
dönüþürken, ayný zamanda, içerdiði “kesintisiz devrim perspektifi”ni
tümüyle bir yana býrakmýþtýr.
Bilindiði gibi, demokratik devrimin tamamlanmadýðý ülkelerde proletaryanýn devrim mücadelesi kesintisiz devrim perspektifiyle
sürdürülür. Kesintisiz devrim, demokratik devrimin proletaryanýn
öncülüðünde gerçekleþtirilerek, sosyalist devrime geçilmesi demektir. Bu nedenle, proletaryanýn öncülüðünde gerçekleþtirilen demokratik devrimi, burjuvazinin önderliðinde gerçekleþtirilen demokratik
devrimden ayýrmak için “demokratik halk devrimi” denilir. Bizim
gibi ülkelerde, anti-emperyalist ve anti-oligarþik devrimle kurulacak
olan halk iktidarý, proletaryanýn, köylüðün ve þehir küçük-burjuvazisi-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
105
KURTULUÞ CEPHESÝ
nin devrimci-demokratik iktidarýdýr. Bu iktidar koþullarýnda gerçekleþtirilen tüm uygulamalar, bir yandan demokratik devrimin tamamlanmasýna yönelikken, diðer yandan sosyalist devrimin gerçekleþmesine
yönelik olmak durumundadýr. Bu nedenle, proletaryanýn öncülüðünde gerçekleþtirilen demokratik halk devrimi ile kurulacak olan halk
iktidarýnýn ekonomik-politikasý, kaçýnýlmaz olarak bu dönüþüme uygun olmak zorundadýr ve programatik olarak bu durum açýk ve net
olarak ortaya konulmak durumundadýr.
Bu durum, kendisini DHKP-C olarak örgütlerken DS tarafýndan þöyle ifade edilmiþtir:
“Devrimci Halk Ýktidarý... sömürüyü yok edecek, nihai kurtuluþu
gerçekleþtirecek sosyalist ekonominin temellerini atar, koþullarýn uygun olduðu alanlarda sosyalist giriþimleri baþlatýr.
Devrimci Halk Ýktidarý, proletaryanýn hegemonyasýnda olmasýna
karþýn, tek baþýna proletaryanýn iktidarý olmadýðýndan, aldýðý ekonomik tedbirler bunun damgasýný taþýyacaktýr.
Demokratik Halk Ýktidarý, genelde kapitalizmden sosyalizme geçiþin iktidarýdýr.” (DHKP Programý, Mart 1995)
Bu ifadelerdeki kimi eksik ve yanlýþlýklarý bir yana býrakýrsak,
açýk biçimde demokratik halk iktidarýnýn “sosyalizme geçiþin” iktidarý olduðu belirtilmektedir. Oysa HÖP olarak ortaya koyduklarý “anayasa taslaðý”, hiçbir biçimde “sosyalizm”den söz etmediði gibi, böyle
bir geçiþe iliþkin uygulamalarý da içermemektedir. Bu da, açýk biçimde
DS’nin, HÖP olarak yeni bir sürece evrildiðini göstermektedir. Bu
yeni sürecin adý, “anayasa taslaðý” hazýrlayarak, emperyalizme ve oligarþiye ne denli az tehlike oluþturduklarýný gösterme çabasý olmaktadýr. Bir baþka deyiþle, DS’nin legalleþme çabalarýnýn yeni adý “anayasa
taslaðý”dýr.
Tüm pratik faaliyetleriyle (örneðin cezaevlerinde Þubat-Mart
aylarýnda sergilenen “medyatik” görüntülerle verilmeye çalýþýlan “uslu” devrimci tutsak görüntüleri; 1 Mayýs’ta “çatýþmadan” uzak duran
örgüt görüntüsü; Susurluk için “silahlý eylem yapmama kararý”) ve
“anayasa taslaðý”yla DS, düzen içinde, düzene deðil, düzen partilerine alternatif (özellikle de legal sol partilere alternatif) bir örgüt olmaya yönelmiþtir. Bu yönelimiyle birlikte ortaya koyduðu pratik ve “teori”,
12 Eylül sonrasýnda yetiþen yeni devrimci kuþaðýn ideolojisizleþtirildiði
koþullar üzerine inþa edilmiþtir. Devrim perspektifi ve buna iliþkin
devrim programý gibi konular, bir çýrpýda “anayasa” konusu haline
getirilerek, yeni devrimci kuþaðýn az da olsa varolan bilinci bulanýklaþtýrýlmaya çalýþýlmaktadýr. Açýk bir oportünist tutum içine girilerek,
bir yandan devrimci teori tahrif edilerek ya da unutturularak bilinç
çarpýklýklarý yaratýlýrken; diðer yandan “farklý bir legal mücadele” verileceði söylemiyle legalizmin propagandasý yapýlmaktadýr. Elbette DS,
böyle bir yönelim içinde “en keskin” görünmeyi de bir yana býrakmamýþtýr ve býrakmayacaktýr. 1978’ de DY’den ayrýlýrken ortaya koy-
106
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
maya çalýþtýklarý “aktif DY” görüntüsü, günümüzde “aktif ÖDP” görüntüsüne dönüþtürülmektedir. Bu baðlamda, DS’nin kendisinin “aktivitesi”ni gösterebilmek amacýyla kimi “legal olmayan” eylemler gerçe
leþtirmesine þaþmamak gerekecektir. Ama unutulmamasý gereken,
DS’nin bu yeni yönelimi, mevcut iliþkilerinin tüm devrimci bilincini
çarpýtacaktýr. Böylesine çarpýtýlmýþ bir bilince sahip bir kitlenin, Marksist-Leninist bir partinin öncülüðünde yürütülen silahlý devrimci mücadeleye kanalize edilmesi de olanaksýz olacaktýr. Ýþte bu sonuç, bugüne kadar DS’ye yönelik deðerlendirme ve eleþtirilerimizin nedenini oluþturmaktadýr. Böyle bir sonucun ortaya çýkmamasýný saðlamanýn tek yolu, bu gerçeklerin yeni devrimci kuþaða net biçimde açýklamaktan ve kavratmaktan geçmektedir. Kendisine devrimciyim diyen hiç kimse, böyle bir sonucun etkilerinden kendisini kurtaramayacaktýr. 1980 öncesinde DY oportünizminin kitleleri nereye götürdüðü
ve bugün ÖD Partisi olarak nereye vardýklarý unutulmamalýdýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
107
KURTULUÞ CEPHESÝ
Süleyman Çelebi’nin
Vesilet-ün Necât’ý (Kurtuluþ Yolu):
Mevlit
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 38, Temmuz-Aðustos 1997
Ülkemizdeki siyasal olaylarý izleyen hemen herkesin üzerinde
birleþtikleri nokta, ülkede her alaný kapsayan bir kaosun, keþmekeþin,
belirsizliðin ve tutarsýzlýðýn egemen olduðudur. Düzen çerçevesinde
ortaya çýkan olgular ve olaylardan, düzene karþý olduðunu ilan eden
kesimlerde görülen kavrayýþlar ve eylemlere kadar, her alanda egemen olan belirsizlikler, tutarsýzlýklar vb. kaçýnýlmaz bir biçimde kitlelerin olaylarýn birer izleyicisi konumunda kalmalarýna neden olmaktadýr. Ýster düzen içi politik partiler olsun, ister kendisine “sol”
diyen legal ya da legaliþmeye yönelen örgütler ve çevreler olsun, kitlelerin bu pasifliðini kendi tutarsýzlýklarýný, belirsizliklerini vb. gizlemek için uygun bir zemin olarak kabul etmektedirler. Oligarþik yönetimin siyasal partilerinin iþlevi mevcut düzeni korumak olduðundan,
kitlelerin eylemsizliði, memnuniyetsizliklerini dýþa vurmayýþlarý bu iþlevlerini yerine getirmeyi kolaylaþtýran bir unsur olmaktadýr. Zaten
oligarþik yönetimin tüm faaliyetleri, mevcut düzenini koruyabilmek
için, kitlelerin düzene karþý tepkilerini pasifize etmeye yönelik olduðundan, böyle bir durum, ister istemez kendi amaçlarýyla çakýþmaktadýr.
Ancak kendilerini “sol” olarak tanýmlayan ya da “devrimci”
olduðunu söyleyen örgütlerin ya da oluþumlarýn, kitlelerin mevcut
108
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
geliþmeleri kavrayamayýþlarýný, olaylarýn nasýl geliþtiðini ve neden oluþtuðunu anlayamamalarýný ve de bunun sonucu olarak olaylarýn izleyicisi olmakla yetinmelerini kendileri için uygun bir ortam olarak
görmelerinin hiçbir mantýklý açýklamasý yoktur.
Þöyle ülkemiz soluna baktýðýmýzda görülen, gerek kadrosal
düzeyde, gerekse kitlesel düzeyde, birbiriyle çeliþen faaliyetlerin, birbirini dýþlayan ve yalanlayan belirlemelerin egemen olduðudur. Özellikle “pratik” olarak ifade edilen faaliyetlerin günlük geliþmelere ya
da eðilimlere göre düzenlenmesi, soldaki tutarsýzlýðýn, belirsizliðin
nedeni olarak ortaya çýkmaktadýr. Sol örgütlerin ya da oluþumlarýn
birinin yaptýðý bir þeyin (ki bu kendi yayýnlarýnda kullandýðý bir sayfa
biçimi bile olabilmektedir) kýsa bir sürede diðerleri tarafýndan hemen benimsenip yapýlmasý, bir yandan kimin ne olduðu konusundaki belirsizliði artýrýrken, diðer yandan yarýn ne olacaðýnýn ve nasýl olacaðýnýn bilinemediði bir ortam yaratmaktadýr. Pek çok sol örgütlenmenin ortaya koyduðu politik belirlemeler ya da ideolojik deðerlendirmelerin, kendi pratik faaliyetleri için bir ölçü olarak kullanýlamamakta oluþu, bu ortamý daha da içinden çýkýlmaz bir keþmekeþe
dönüþtürmektedir.
Soldaki bu durum, bir yandan da, örgütlenmelerin ya da oluþumlarýn birbirlerini, birbirlerinden birþeyleri “çalmakla”, “taklit etmekle” suçlamalarýna neden olmaktadýr. 1 Mayýs’ da “maske” kullanýlmasý olayýnda olduðu gibi, bu türden suçlamalarýn söylemi bile
bozulmuþtur.
Kimin neyi, neden yaptýðýnýn bilinemediði; kendi açýklamalarýndan “öðrenilen”in, bir sonraki açýklama tarafýndan “yalanlandýðý”;
ideolojik-teorik belirlemelerin yerine günlük konuþma diline dayalý
sohbetlerin geçirildiði; ideolojik-politik tartýþmalarýn birer meydan okumaya dönüþtürüldüðü ülkemiz solunda artýk “kavram keþmekeþi”
deðerlendirmesini bile anlamsýzlaþtýracak bir bozulma giderek üst
boyutlara týrmanmýþtýr.
Bu konuda, kendisini DHKP-C olarak örgütlediðini ilan eden
DS’nin HÖP olarak legalizme yönelmesiyle birlikte sergilemeye baþladýðý düzen içi politik faaliyet biçimlerinden birisi olan (ki bu sol-popülizm olarak bile tanýmlanamaz) “devrim þehitleri için mevlit okutma” “eylemi”ni örnek olarak gösterebiliriz.
Soldaki geliþmeleri az çok izleyenlerin bildiði gibi, DS’nin HÖP
oluþumu, Nisan ayýnda “mevlit” okutmuþ ve bununla ilgili haberler
basýnda yayýnlanmýþtý.
Kendisini “devrimci” olarak tanýmlayan, sýk sýk yayýnlarýnda
“Marksist-Leninist” olduklarýný ilan eden bir sol örgütlenmenin böylesine bir dini “vecibeyi” yerine getirmeye yönelik faaliyette bulunmasý ve bunu gazete ilanlarý ile “örgütleme”si, kaçýnýlmaz olarak
eleþtiri konusu olmuþtur. (Elbette burada sözünü etmiþ olduðumuz,
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
109
KURTULUÞ CEPHESÝ
adýna eleþtiri denilebilecek olanlardýr. Yoksa, DS’
nin “mevlit”ine
karþý gösterilen
diðer tepkiler, yapýlan eleþtiriden
çok daha fazla
ve yaygýndýr.)
Partizan
Sesi dergisi, 1-16
Mayýs 1997 tarihli 59. sayýsýnda
DS’ nin “devrim
þehitleri için
mevlüt” “eylemi”ni “Halk ve
Deðer Yargýlarý”
baþlýðýný taþýyan
bir yazýyla eleþtirmiþtir.
“Dogmatizme ve þablonculuða düþmemek adý altýnda Marksist klâsiklerin
fazlaca dikkate alýnmadýðý bir ortamda, onlara baþvurmanýn pek yararý
olacaðý kanýsýnda deðiliz.”* diyerek DS’nin “Mevlit organizasyonu”nu
“Gýlgamýþ Destaný”ndan alýntý yaparak eleþtirmeye baþlayan Partizan Sesi, Þeyh Bedrettin’den “Saygýdeðer amaçlara, saygýdeðer
araçlarla ulaþýlýr” alýntýsýný yaparak þöyle sürdürmektedir:
“... ‘Halkýn deðer yargýlarýna karþý tutum ne olmalýdýr’.
Marksistler açýsýndan gayet net olan bu konunun böylesine gündeme girmesine sebep olan þey, taktik adýna cemevlerinden baþlatýlan bir serüvenin camilere kadar uzanmýþ olmasýdýr...
Dine karþý tutum ne olmalýdýr: Þunu tekrar etmekte yarar görüyoruz; ‘Din halkýn afyonudur’. Bu, bütün çýplaklýðýyla kendisini kabul ettirmiþ bir tezdir. Dolayýsýyla, dinin
her fýrsatta, nasýl afyon olarak kullanýldýðýný kitlelere kavratmaya çalýþýrýz. Ama bunu yaparken yöntemlerimizi iyi
seçeriz. Örneðin semah ve mevlid organizasyonlarý yaparak dinin afyon olduðunu ‘kavratmaya’ çalýþmayýz. Çünkü
bu, bir komedi olur. Ayrýca biz ateist olduðumuzu yani
tarnýya inanmadýðýmýzý söyleriz. Fakat halkýn dini inanç öz* Partizan Sesi, Sayý: 59, s. 13, 1-16 Mayýs 1997.
110
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
gürlüðüne de saygý duyarýz... Ama hiçbir zaman inanç özgürlüðüne saygý duymaktan dinsel organizasyonlarý bizzat
kendi ellerimizle gerçekleþtirmeyi algýlamayýz. Aksi takdirde bu, devlete baðlý Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý bulunan bir
ucube laiklik olur.
Kitlelerin geri yönleriyle uzlaþmak anlamýna gelen ve
kitle çizgisi olarak uygulanan bu taktiklerin (!) tek bir adý
vardýr: Kitle kuyrukçuluðu. Pragmatist yaklaþýmýn vardýrdýðý sonuçlardan birisidir. Amaçlarý ile uygunluðu kulak arkasý yaparak her yönteme pragmatist bir tarzda baþvurursak
bu doðru olmaz. Ve her þeyi ‘taktik yapýyoruz’ ile geçiþtiremeyiz. Devrimci hareket, ‘taktik hevalým’ söylemleriyle katliamlara dahi vardýrýlan yöntemleri unutmamýþtýr...
Bir yandan Gazi Mahallesi gibi ilerici bölgelerde devrimci partilerin pankartlarýnýn açýlmasýna karþý çýkan ve diðer yandan Mahirlerin ruhunu camilerde ‘Þadeden’ bir kitle
çizgisi devrimcilerin ve komünistlerin benimsemesi gereken kitle çizgisi deðildir.”*
Ýþte DS’nin HÖP olarak düzenlediði (organize ettiði) “mevlit”
olayýnýn Partizan Sesi’ndeki eleþtirisi böyledir.
Þimdi bu eleþtiri karþýsýnda DS’nin Kurtuluþ’ unun 5 Temmuz
1997 tarihli 37. sayýsýnda yayýnlanan “Halk Gerçeðimiz: Geleneklerden Neyi Alacaðýz? Neyi Eleyeceðiz?” baþlýklý “karþý eleþtirisi”ni okuyalým:
“Sol kitabi olduðu için halkýn gelenekleri karþýsýnda sekter, tarihi karþýsýnda yoksayan bir durumdadýr. Ne var ki,
sahiplenmede olmadýðý gibi, sekterliðinde bile tutarlý deðildir. Bir mevlüt olayý solun bu konudaki çarpýklýðýný olanca
çýplaklýðýyla ortaya çýkarmýþtýr. Oportünisti, reformisti koro
halinde ‘mevlüt okutmayý’ eleþtirmeye soyunmuþtur. Ama
teorideki tüm tersi iddialarýna, pratikteki keskinliklerine raðmen esasýnda bu geleneklerin bir biçimiyle de içindedirler. Mesela, þehitlerine mezar yapýyor herkes. Peki nereden
gelmiþ bu gelenek? Þu dini gelenektir, bu islamcýlara prim
vermek olur diyenler niye ölülerini yakmayý düþünmüyorlar mesela? Ya da mesela cenazelerini camiye, cemevine uðratmadan kaldýrsalar! Hatta bayram mý oldu, ‘ne
bayramý, bunlar yutturmacadýr’ diye ilan verseler! Bu konuda yazýlýp çizilenlere bakýlýnca aslýnda o mantýðýn doðal
sonucu böyle davranmalarý gerekiyor. Ama böyle de davranamýyorlar.
Þehitler verildiðinde çeþitli kurumlar düzeyinde baþ- sað* Partizan Sesi, Sayý: 59, s. 13, 1-16 Mayýs 1997.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
111
KURTULUÞ CEPHESÝ
lýðýna gidilmiyor mu? ‘Baþsaðlýðý dileme’ nereden gelmiþ?
Dahasý herkesin þöyle ya da böyle dilindeki ‘þehitlik’ mertebesinin kökeni nedir acaba? Nereden çýkmýþtýr? Bunlarýn olduðu yerde mevlüdün tartýþýlmasý bir çarpýklýk deðil
de nedir? Ve yine bir baþka çarpýklýk. Bu ülkede sol, yýllardýr þu ya da bu biçimde cemevlerine gitmiþtir. Cemevine
gidince birþey yok. Camiye gidince sorun oluyor. Tutarlýlýk
bunun neresinde? Marksist-Leninist teori bunun neresinde?
Aslýnda bunlara böyle çok keskin karþý çýkanlara bakýldýðýnda çoðunun ne þehitlerle alakasý vardýr, ne halkla.
Tüm keskinliðine raðmen bedel ödeyen bir mücadele hattýndan uzaktýr. Esasýnda ölmeye, öldürmeye karþýdýr. Þehitliðe karþýdýr. Mesela Ölüm Orucuna karþýdýr. Alevi geleneði
diye kýzýl banta karþýdýr. O yüzden de söyledikleri halk gerçeðinden, mücadele gerçeðinden uzaktýr, daha çok kitabidir.”* (abç)
Ýþte kendisini HÖP olarak örgütlemeye baþlayan DS’nin “mevlit” “organizasyonu” konusunda kendilerine yöneltilen eleþtirilere karþý
yazdýklarý yazý böyle diyor.
Görüleceði gibi, yazý, daha ilk cümlesinden itibaren olayý deðil, karþý tarafý sýkýþtýrmayý hedefleyen bir üslüpla baþlamaktadýr. Özellikle çeþitli sol örgütlenmelerin Gazi olaylarýndan sonra “cenaze”lerini
cemevinden kaldýrmalarý, DS için “iyi bir vuruþ” konusu olmaktadýr.
Ýþte ülkemiz solundaki tutarsýzlýðýn ulaþtýðý boyut, bir baþka
tutarsýzlýðýn eleþtirisinde böylesine ortaya konulabilmektedir.
Diðer yandan, “mevlit” okutmaya yönelik eleþtirilere karþý açýk
bir demagojiye baþvurulabilmesi de, yani belli bir bilince sahip olmayan kiþilerin doðal yaþam koþullarýndan edindikleri “deðer” ya da
“deðer yargýlarý”ný kýþkýrtmaya yönelik bir söylem kullanýlmasý, ayný
zamanda soldaki geliþmelerin nereye doðru evrilebileceðine iliþkin
ipuçlarý vermektedir.
Öte yandan, çalakalem yazýlar yazma geleneðinin iyice yerleþtiði ülkemizde, hemen herkesin kendisini hiçbirþeye baðlý hissetmeksizin ve hiçbir bilimsel gerçekle düþündüklerini ve yazdýklarýný
ölçmeksizin ölçüsüz sözler söylemesi, ayný zamanda ülkemiz solundaki tarih bilincinin ne denli eksik olduðunu açýkca göstermektedir.
Öncelikle herkes bilmek zorundadýr ki, devrimcilerin cenazeleri “dini vecibeler” yerine getirilerek kaldýrýlýr diye birþey yoktur ve
böyle bir “gelenek” de yoktur. DS’nin kendisi de çoðu durumda kendi cenazelerini “camiler”de deðil, mezarlýklarda kaldýrmýþlardýr. Bugün kendileri hangi þehitlerini hangi camilerde “dini vecibeleri” yeri* Halk Ýçin Kurtuluþ, Sayý: 37, 5 Temmuz 1997.
112
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ne getirerek kaldýrdýðýný açýklayabilecek durumda deðildir. Devrim
mücadelesinde þehit düþen devrimcilerin cenaze törenleri bu ülkede binlerce kez yapýlmýþtýr. Bu törenlerin hemen her zaman hastanelerden cenazenin alýnmasýyla baþladýðýný bilmeyen yok gibidir. Hatta
çoðu durumda polisin cenazeyi “kaçýrmasý” ve sadece ailesine haber vererek gömdürmesi söz konusudur.
Durum böyleyken, Gazi olaylarýndan sonra, polisin “cenaze
kaçýrmasý”na karþýlýk devrim þehitlerine tören düzenleyebilmek için
“dini vecibeler yerine getirilecek” denilerek bir “gerekçe” bulunmuþ
olmasý, hiçbir biçimde “gelenek” vs. ile açýklanamaz.
Ýkinci olarak, herkes bilmek zorundadýr ki, “mevlit”, “doðum
zamaný ve yeri” anlamýna gelen Arapça bir sözcük olup, Ýslamiyette
“Hz. Muhammed”in doðumunu ve hayatýný anlatan bir mesnevidir. Türkiye’de okunan mevlit, 15. yüzyýlda Süleyman Çelebi tarafýndan yazýlmýþ olan Vesilet-ün Necât (Kurtuluþ Yolu) adýný taþýyan mesnevidir. Dolayýsýyla “mevlit” tümüyle Ýslamiyete iliþkin olup, onun
“peygamberi”ne iliþkindir ve “peygamber”inin övgüsünü yapar. Böyle bir þeyin, adý üstünde insanlara Ýslamiyeti “kurtuluþ” olarak gösteren bir þiirin, devrim mücadelesinde yaþamlarýný yitirmiþ devrimciler
için “okutturulmasý”, tümüyle onlarýn uðruna mücadele ettikleri düþünceleriyle, ideolojileriyle çeliþir. Bu gerçeði gizleyerek, devrimciler
için “halkýmýzýn geleneðidir” diyerek “mevlit” okutturmayý savunmak,
sözcüklerin en hafifiyle, onlara saygýsýzlýktan baþka bir þey deðildir.
Tüm bunlar bir yana býrakýlarak, devrim mücadelesinde þehit
düþmüþ devrimciler için “mevlit” organize etmeyi, “‘Baþsaðlýðý dileme’ nereden gelmiþ? Dahasý herkesin þöyle ya da böyle dilindeki ‘þehitlik’ mertebesinin kökeni nedir? Nereden çýkmýþtýr?” sözleriyle savunmak, belki günümüz koþullarýnda birilerine hoþ ve ikna edici ve “karþý
eleþtiriler”e “aðzýnýn payýný” verici gelse de, tümüyle gerçeklerin çarpýtýlmasýndan baþka bir sonucu olmayacaktýr. Legal alanlarda devrimci çevrelerin birbirlerine “baþsaðlýðý” dilemeye gitmelerini böyle
bir konuda malzeme yapmak, sadece bu tür davranýþlarýn nasýl çarpýk hale geldiðini göstermekten baþka bir anlama gelmemektedir.
Çünkü devrim mücadelesinde þehit düþmüþ bir devrimcinin ardýndan, onun mücadelesine duyulan saygýyý ifade etmek ve onun þehit
düþtüðü mücadelesinin paylaþýldýðýný ifade etmek amacýyla yapýlan
en küçük bir davranýþ ya da beyan, DS’nin mantýðýna göre “dinsel”
bir kökene dayanmak zorundadýr. Oysa ki, legal alanlarda yapýlan bu
tür davranýþlar, kökensel olarak sol içi dayanýþma ve saygý ifadesi
olarak ortaya çýkmýþtýr. Ama görülmektedir ki, böyle bir davranýþ,
günlük dilde “baþsaðlýðý” dilemeye dönüþtürülmüþ ve böyle algýlanýr
olmuþtur. Buradan çýkartýlmasý gereken sonuç, devrimcilerin her türlü davranýþlarý ve sözlerinin “dinsel” bir kökene dayandýrýlma eðiliminin solda yaygýnlaþmaya baþladýðýdýr. Böylece ülkemiz solunun kendi
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
113
KURTULUÞ CEPHESÝ
dili ve terminolojisini yitirdiði bir kez daha gözler önüne serilmektedir.
DS’nin “mevlit” olayýný savunurken ileri sürdüðü “hasmý köþeye
sýkýþtýrma” konularýndan birisi de devrim mücadelesinde yaþamlarýný
yitiren devrimcilerin “devrim þehitleri” olarak anýlmalarýdýr. Ve
“sýkýþtýrmaktadýrlar”: Þehitlik mertebesinin kökeni nedir acaba?
Evet, gerçekten “þehitlik mertebesinin” kökeni nedir?
Devrimci mücadeleyle az çok tanýþýklýðý olan herkesin bildiði
gibi, devrimciler hiçbir zaman devrim mücadelesinde yaþamlarýný
yitirenler için “þehitlik mertebesine” ulaþtýklarýný söylememiþlerdir
ve söylemezler. Devrim mücadelesinde “þehit düþülür”, ancak “þehitlik mertebesine” yükselinmez. Ýþte Ýslami söylemden gelen etki, DS’
nin “savunma”sýnda böylesine açýk durumdadýr. Týpký PKK’nin kendi “þehitleri” için “þehadet” sözcüðünü kullanmasý gibi.
Elbette “þehitlik mertebesi”, Ýslamiyette, Ýslami amaçlar için
çalýþan ya da savaþan kiþilerin öldüklerinde “ulaþtýklarý” yerdir. Bu
yer, Ýslamiyette, “Allahýn yaný”dýr, bu baðlamda “Allahýn tanýklýðý mertebesine” ulaþýlýr. Ancak herkesin açýkca bildiði ve kullandýðý gibi,
devrim mücadelesinde yaþamlarýný yitirenler “þehit” deðil, “devrim
þehiti”dir. Bu nedenle, hiç kimse, devrim þehitleri ile dinsel anlamdaki
“þehit”liði birbirine karýþtýrmamýþtýr ve karýþtýrmamaktadýr. Sözcüðün
Arapça kökenli olmasý, hiç kimseye “dini kökenli” olduðu iddiasýný
ileri sürmesine zemin hazýrlamaz. Çünkü Arapça, Ýslamiyetten çok
daha eski bir tarihe sahiptir, dolayýsýyla Ýslamiyet Arapça “þehit” sözcüðünü alarak kendi ölüleri için bir kategorinin tanýmlanmasý için
kullanmýþtýr. Ve hiç kimse, devrimcileri, kendi ulusal dillerinin eksikliði ya da yetersizliðinden dolayý yahutta kendi ulusal dillerinde farklý
durumlarý tanýmlayan farklý sözcükler olmamasý nedeniyle kýnayamaz, eleþtiremez ve kendisine “haklýlýk” payesi çýkartamaz.
Gelelim cemevlerine.
Deniliyor ki, “Bu ülkede sol, yýllardýr þu ya da bu biçimde cemevlerine gitmiþtir. Cemevine gidince birþey yok. Camiye gidince sorun
oluyor”.
Bunun tarihsel olarak kesinkes yanlýþ olduðunu göstermek
bile gereksizdir. Devrimciler ya da “sol” “yýllardýr” cemevlerine gitmemiþlerdir ve hatta cemevlerinin “nerede olduðunu bile bilmezler.
Bu öylesine açýk bir gerçektir ki, Alevilik üzerindeki yüzyýllardýr süren
baský koþullarýnda cemevlerinin öyle herkese açýk yerler olmadýðý
açýktýr. Öte yandan devrimciler, hiçbir zaman kiþilerin dinsel inançlarý doðrultusunda yaptýklarý ayinlere, devrimci olarak katýlmamýþlardýr.
Cemevine “gitme” olayýnýn 1995 Gazi olaylarýndan sonra ortaya çýktýðýný bilmeyen de yoktur. Bir devrimcinin, Marksist-Leninistin, inanmadýðý bir dinsel törene gitmesini “hayal” etmek, hem o dini inançlara
sahip olanlara saygýsýzlýktýr, hem de devrimcileri “ikiyüzlülük”le
114
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
suçlamaktýr.
DS’nin karþý yazýsýna bakýlacak olursa, kendilerinin “mevlit”
eylemlerini eleþtirenlerin kendi cenazelerini “yakmalarý” gerekmektedir! Eðer bunu yapmýyorsanýz çok büyük “tutarsýzlýk” içinde olursunuz ya da kendilerine yönelttiðiniz eleþtiriler “tutarsýz” olur!
Burada DS’nin kullandýðý “alaycý” üslübun altý çizilmelidir. Onlara göre “ölülerin yakýlmasý” alay edilebilecek birþeydir. Öncelikle
kendi “anayasa taslak”larýnda “inanç özgürlüðünden” söz edenlerin,
bunu sadece “müslümanlar için” olmadýðýný anýmsamalarý gerekir.
Bugün hýristiyan dininde pekçok kiþi “ölülerini yakmakta”dýr. Onlarýn “ölülerini yakýyor” diye “alay konusu” yapýlmasýnýn, “inançlara
saygý”yla çeliþeceði açýktýr.
Ama bundan da önemlisi, kendisine “Marksist-Leninist” diyenler Marks’ýn mezarýnýn olmasýna karþýn Engels’in mezarýnýn neden olmadýðýný da bilmek zorundadýrlar. Ve Engels, cenazesinin yakýlmasýný istemiþtir ve külleri Atlas okyanusuna dökülmüþtür. Dahasý,
bu ülkede devrim mücadelesinde idam edilmiþ ilk üç devrimci olan
Deniz Gezmiþ, Yusuf Aslan ve Hüseyin Ýnan, idamdan önce “dini telkin”i kabul etmemiþler ve hiçbir “dini vecibe” yerine getirilmeden
gömülmüþlerdir. Ve bu bir sýr deðildir ve sýr olmadýðý gibi, daha sonraki tüm devrimciler için bir gelenek oluþturmuþtur: Ýdam edilecek
devrimcinin, idam öncesinde “dini telkin”i reddetmesi.
Bunlar öylesine gerçeklerdir ki, ülkemiz tarihinde devrimciler
ile dinciler-þeriatçýlar arasýnda amansýz ve uzlaþmaz bir mücadele
onlarca yýldýr süregitmektedir. Kimi zaman devrim þehitlerinin ailelerinin cenazelere dini tören yapýlmasý istemleri, imamlar tarafýndan
reddedilmiþ, kimi zaman devrimcilerin cenazelerine saldýrmýþlardýr.
Bunlar bir yana býrakýlarak, günlük politika yapma uðruna, “hasmý
köþeye sýkýþtýrma” adýna, devrimci deðerleri ve gelenekleri, halkýn
dini gelenekleri ile aynýlaþtýrmak, belirsizliðin, tutarsýzlýðýn, ilkesizliðin
egemen olduðu bir ülkede, devrim mücadelesine ne denli zarar vereceði bilinmek zorundadýr.
Þimdi DS’nin kendini HÖP olarak örgütlemesiyle birlikte ortaya çýkan “mevlit” olayýna iliþkin eleþtirilere verdiði yanýtý okumayý
sürdürelim:
“Þunu herkes görmek zorundadýr: Marksizmi kendi
kültürünle, geleneklerinle yoðuramazsan, kendi halkýnla Marksizmi buluþturamazsýn.
Evet biz, mevlüt de yaparýz, kurban da keseriz. Biz halkýz. Eleþtirenler o kadar meraklýysa onlar da ‘din afyondur’ toplantýlarý yapabilirler. Biz baþka türlü komünistleriz. Onlarýn komünistlikleri halkýn dýþýnda, bu ülkenin
iþçi sýnýfýnýn da dýþýnda soyut bir komünistliktir. O kafayla
halka gittiklerinde ya dýþtalanýrlar ya da dýþtalanmamak
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
115
KURTULUÞ CEPHESÝ
için halkýn gelenekleri karþýsýnda ‘doðru’ bulduðunu da,
yanlýþ bulduðunu da söyleyemeyen bir oportünizme sýðýnýrlar. Ýki yüzlü davranýrlar.
Aile, evlilik. Evet feodal kurumlardýr. Pekala böyle
diye devrimciler bunlarý bir kalemde silip atabilirler mi?
Bakirelik, evet bu da feodal bir gelenek, doðru. Ama
bunun karþýsýna burjuvazinin ‘birlikte yaþama’ adý altýnda
meþrulaþtýrdýðý yoz, çarpýk iliþkileri mi koyacaðýz? Bu deðerlerde, geleneklerde ahlâký, namusu, çýkarsýz paylaþýmý,
kolektivizmi içeren yanlar, bizim de deðerlerimizdir. Savunmak, sahiplenmek, bu kurum ve geleneklerin gerici
yanlarýný böyle bir yaklaþým içinde deðiþtirmek durumundayýz.”* (abç)
Evet, DS, eleþtiriler karþýsýnda “mevlit” organizasyonlarýný savunmak uðruna bunlarý söylemektedir.
Marksizm-Leninizmin din konusundaki tutumu ve proletarya
partilerinin bu konudaki niteliklerini Lenin, “Sosyalizm ve Din” yazýsýnda hiçbir tartýþmaya yer býrakmayacak kadar açýk bir biçimde
ortaya koymaktadýr. Elbette, Lenin’in bu belirlemelerini birilerinin benimsemesi ya da kabul etmesi zorunlu deðildir. Bu belirlemeler,
kendisine Marksist-Leninist diyenler için özel bir yere ve öneme sahiptir. Yoksa kendisini Marksist-Leninist kabul etmeyenler için, ya da
Marksizm-Leninizmi kendi oportünist amaçlarý için tahrif edenler için,
yahutta revizyonistler için, Lenin’in bu belirlemeleri, ya “tartýþma”
konusudur, ya da düpedüz görmezlikten gelinecek bir þeydir. Biz,
burada, Marksizm-Leninizmin din konusundaki tutumunu tartýþýyoruz
ve Marksist-Leninistlerin din karþýsýndaki tutumunun ne olmasý üzerine konuþuyoruz. Dolayýsýyla, bunun dýþýndaki din tartýþmalarý, burada ele alýnmamaktadýr. Ancak DS’nin eleþtiriler karþýsýndaki tutumu,
neredeyse, düzen sýnýrlarý içindeki herhangi bir kiþinin devrimcilerin
din karþýsýndaki tutumuna yönelik bilisiz karþý çýkýþýyla benzerlikler
göstermektedir. Böyle bir durumda, þüphesiz, din konusu, dinin gerçek niteliðinin, düzen içindeki iþlevinin sergilenmesine yönelik bir
deðerlendirmeyi gerektirir. Ama öte yandan, DS, sürekli olarak kendisinin “Marksist-Leninist” olduðunu ileri sürmektedir. Böyle olunca
da, istemeselerde Marksizm-Leninizmin din konusundaki belirlemelerini ve tutumunu bilmek, deðerlendirmek ve bunlarý kabul edip
etmediklerini açýkca söylemek zorundadýrlar. Yoksa “eleþtirenler o
kadar meraklýysa onlar da ‘din afyondur’ toplantýlarý yapabilir” diyerek ve “alay” ederek, Marksizm-Leninizmin din karþýsýndaki tavrýný
silikleþtiremezler ve kendilerini bundan “vareste” tutamazlar.
Marksizm-Leninizmin evrensel belirlemeleri kendisini Marks* Halk Ýçin Kurtuluþ, Sayý: 37, 5 Temmuz 1997.
116
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ist-Leninist ilan eden herkes için baðlayýcý niteliktedir. Sadece Marksizm-Leninizmi “konjonktürel olarak” ya da “taktik” adýna “kullanmak” isteyenler, her yolu deneyerek bu baðlardan kurtulmak isterler. Ülkemizde bunun en tipik temsilcisi PKK olmuþtur. Parti ismindeki Ýþçi ifadesine ve kuruluþ bildirgelerinde ilan ettikleri “MarksistLeninist”liklerine raðmen, bugün PKK’nin gelmiþ olduðu yer hemen
herkes için açýktýr. Marksist- Leninist partilerin en temel simgesi olan
çekiç-oraðý “uzlaþma” uðruna kolayca bir yana býrakan PKK, hemen
her söyleminde “biz baþkayýz”ý öne çýkartmýþtýr.
A. Öcalan, 28 Eylül 1993 tarihinde yaptýðý bir basýn toplantýsýnda kendisine sorulan “Ýdeolojiniz komünizm mi?” sorusuna verdiði yanýt, PKK’nin evrimini açýklayacak niteliktedir:
“Yani o bildikleri komünistlerden deðilim. Toplumsallýktan yanayým. Doðanýn ve toplumun tahrip edilmesine
karþýyým. Bana göre mevcut rejimler doðayý da toplumu
da tahrip etmiþlerdir. Buna hangi ideoloji derseniz deyin,
ben o ideolojidenim.”
Ýþte DS, dört yýl sonra ayný vurguyla “Biz baþka türlü komünistleriz” diyerek, kendi evrimini ilan etmektedir.
Üstelik bunu yaparken, aile, evlilik vb. konularda da Marksizm-Leninizmle hiçbir alakasý olmayan sözleri birbiri peþi sýra sýralamakta ve çok tehlikeli bir demagojiye baþvurmaktadýr.
Evet, din konusunda DS’nin pragmatik eylemi “mevlit” olayý,
DS’nin yazýsýyla aile, evlilik, bakirelik gibi baþka alanlara doðru açýlan
ve sonal olarak toplumsal iliþkiler alanýný içeren yeni bir boyut ortaya
çýkarmýþtýr.
DS, bir yandan aile ve evliliði “feodal kurumlar” olarak ve bakireliði “feodal gelenek” olarak ilan ederken, diðer yandan bu belirlemelerin mantýki sonuçlarý olarak sunulmuþ olan herþeyi “ahlâksýzlýk”
vs. ile suçlamaktadýr.
Marksizm-Leninizmle deðil, insani iliþkilerle ve toplumsal yapýyla az çok tanýþýklýðý olan herkesin kolayca bilebileceði gibi, aile,
evlilik vb. kurumlar feodalizmle uzaktan yakýndan iliþkisi olmayan
kurumlardýr. Elbette bu kurumlarýn feodalizmle bir “iliþkisi”, feodal
toplumda bir yeri ve biçimleniþi vardýr. Ama ne yazýk ki, bunun ne
olduðunu ortaya koymak yerine (ya da ne olduðunu öðrenmek yerine) çalakalem belirlemeler yapýlmaktadýr.
Marksist-Leninist belirlemelerde, aile ve evlilik kurumlarýna
iliþkin olarak bir “feodal” sýfatýnýn geçtiði yerler vardýr. Üstelik Marksizm-Leninizmin ilk temel belgesi olan Komünist Manifesto’da.
Kýsaca okuyalým:
“Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadý.
Burjuvazi, üstünlüðü ele geçirdiði her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik iliþkilere son verdi. Ýnsaný ‘doðal
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
117
KURTULUÞ CEPHESÝ
efendiler’ine baðlayan çok çeþitli feodal baðlarý acýmasýzca kopardý, ve insan ile insan arasýnda, çýplak özçýkardan,
katý ‘nakit ödeme’den baþka hiçbir bað býrakmadý. Dinsel
tutkularýn, þövalyece coþkunun, darkafalý duygusallýðýn en
ilahi vecde gelmelerini, bencil hesaplarýn buzlu sularýnda
boðdu. Kiþisel deðeri, deðiþim-deðerine indirgedi, ve sayýsýz yokedilemez ayrýcalýklý özgürlüklerin yerine, o tek insafsýz özgürlüðü, ticaret özgürlüðünü koydu. Tek sözcükle,
dinsel ve siyasal yanýlsamalarla perdelenmiþ sömürünün
yerine, açýk, utanmaz, dolaysýz, kaba sömürüyü koydu.
Burjuvazi, þimdiye dek saygý duyulan ve saygýlý bir korkuyla bakýlan bütün mesleklerin halelerini söküp attý. Doktoru, avukatý, rahibi, þairi, bilim adamýný kendi ücretli emekçisi durumuna getirdi.
Burjuvazi, aile iliþkisindeki duygusal peçeyi yýrtýp attý ve
bunu salt bir para iliþkisine indirgedi.”
Açýkca görüleceði gibi, kapitalizmle birlikte ortaya çýkan, ailenin feodal örgütlenmesinin (biçiminin) daðýlarak burjuva biçimine
yerini býraktýðýdýr. Herkesin (ki bunun için Marksist-Leninist olmak
bile gerekmez) bilebileceði gibi, aile, insan toplumunun tarihsel evriminin ilk zamanlarýndan beri varlýðýný sürdüren bir toplumsal iliþkidir.
Toplumsal evrim sürecinin, ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist
ve sosyalist aþamalarýna göre biçimlenen bir toplumsal iliþki olarak
aile (ve de evlilik), sanýldýðý ya da sunulduðu gibi “feodal bir kurum”
ya da “feodal gelenek” deðildir. DS, salt kulaktan dolma bilgilerle,
ama bilinçsiz kitilelerin varlýðýný esas alarak yazdýðý yazýyla, sadece
“mevlit”i savunmak adýna din konusunda pekçok þeyin çarpýlmasýna neden olduðu gibi, aile, evlilik vb. konularda da ayný sonucu doðuran beyanlarda bulunmakta tereddüt etmemiþtir.
Benzer türden bir baþka çarpýklýk da “Marksizmi kendi kültürünle, geleneklerinle yoðuramazsan, kendi halkýnla Marksizmi buluþturamazsýn” sözlerinde ortaya çýkmaktadýr.
Marksizm-Leninizmin “halkla” deðil, proletarya ile olan sýnýfsal iliþkisinin açýk bir biçimde unutturulduðu bu sözlerin, belki de en
tehlikeli yaný, Marksizm-Leninizm gibi, bilimsel bir ideolojinin, bilimin evrenselliðine dayalý niteliðini, yerel, ulusal kültür ve geleneklerle “yoðrulmasý” gerektiðinin beyan edilmesidir. Marksist-Leninistlerin
sýk sýk kullandýklarý “Marksizm-Leninizmin, her ülkenin somut tarihsel koþullarýna yaratýcý bir biçimde uygulanmasý” sözlerinin kulakta
býraktýðý izin günlük dille söyleniþi gibi duran “kendi kültürünle, geleneklerinle yoðurma” birbiriyle iliþkisiz iki farklý belirlemedir.Ve herkes bilmek durumundadýr ki, Marksizm-Leninizm, proletaryanýn bilimsel dünya görüþü olarak evrensel özelliktedir ve dolayýsýyla “ulusal”
ya da “yerel” sýfatlar takýlarak yapýlacak her tanýmlama su katýlmamýþ
118
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
oportünizm olur.
Görüldüðü gibi, kendisini þimdi de HÖP olarak örgütleyen
DS’nin “halk”ý örgütleme adýna izlediði çizgi sonucunda kendisine
“Marksist-Leninist” ve de “ateist” diyerek Eyüp Sultan Camii’sinde
“30 Mart-17 Nisan þehitleri anma günü” adýyla Süleyman Çelebi’nin
Kurtuluþ Yolu’nu okutarak, bugüne kadar ülkenin gördüðü tüm “siyasetçilere” rahmet okutmuþtur. Bunun ne denli devrimci ahlâkla
baðdaþýp baðdaþmayacaðý bir yana býrakýlýrsa bile, amaca varmak
için her yolun mübah sayýlmasýndan baþka bir anlama gelmediði
gün kadar açýktýr. Bunun felsefedeki adý, Makyavelizmdir. Makyavelizmin ne denli yanlýþ bir felsefik ve politik anlayýþ olduðunu göstermek için, Partizan Sesi’nin yaptýðý gibi, Þeyh Bedrettin’den alýntý yapmak da gereksizdir.
Bugün ülkemiz solundaki geliþmeler, Kürt ulusal hareketinin
yaratmýþ olduðu havayla biçimlenmiþ ve Kürt ulusal hareketindeki
egemen pragmatist anlayýþdan yararlanarak, emperyalizmin neo-liberalizm söylemiyle birlikte propagandasý yapýlan pragmatizmden
beslenerek geliþmektedir. Böyle bir ortamda, Marksist-Leninist ideolojinin açýk ve net biçimde ortaya konulmasý her dönemdekinden
çok daha gerekli olmaktadýr. Elbette bu yapýlýrken, ülkemizde emperyalizm tarafýndan her alanda yapýlan propagandayla uzun yýllardýr
yerleþtirilmiþ olan pragmatik kavrayýþlar ve popülizm önemli bir sorun
olarak ortaya çýkacaktýr. 12 Eylül’den bugüne geçen 17 yýl boyunca,
hayatýn her alanýnda ortaya çýkan yozlaþmalar, çürümeler, bozulmalar, belirsizlikler, ilkesizlikler ve günlük olarak düþünüp, günlük olarak yaþama alýþkanlýklarý, insanlarýn bilime ve bilimsel bilgiye karþý
bir tutum içine girmelerini de getirmiþtir. Marksist-Leninist ideolojinin 1986’lardan itibaren SBKP revizyonistlerinin eliyle deðerden düþürülmesi (Gorbaçov döneminin perestroyka ve glastnos politikalarý
ile) ardýndan SSCB’nin daðýtýlmasý kaçýnýlmaz bir biçimde tüm ilerici, demokrat ve devrimci çevreleri etkilemiþtir. Emperyalizmin “ideolojiler öldü” söylemiyle sürdürdüðü karþý propagandalarla yetiþen yeni
kuþak, kendilerine sunulan burjuva ideolojilerini, sunuluþ biçimiyle
içselleþtirmiþlerdir. Bunun en tipik sonucu ise, bilimsel bilgiye dayanmayan düþüncelerin önem kazanmasý ve bunlarýn sýradan sözcüklerle sunulmasý olmuþtur.
SSCB’nin daðýtýlmýþlýðý koþullarýnda SBKP’nin baþýný çektiði modern revizyonizmin her türden örgütlenmesinin ortadan kalkmasý,
ayný zamanda, revizyonizmin “unutulmasý”ný getirmiþtir. Bunun sonucu ise, modern revizyonizmin her türden tezlerinin, oportünizm tarafýndan iþine geldiði yerde kolayca piyasaya sürülebilmesi olmuþtur.
Ülkemizde modern revizyonizmin temsilcileri olan TKP, TÝP, TSÝP
gibi örgütlerin etkinliklerini yitirmeleri ve kendilerini feshetmeleri,
doðal olarak revizyonizme iliþkin her türlü karþý çýkýþý “unutturmuþ”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
119
KURTULUÞ CEPHESÝ
tur. Bugün ülkemiz solunda devrimcilik adýna, Marksizm-Leninizm
adýna ortaya konulan pekçok þeyin, geçmiþte revizyonistler tarafýndan savunulduðunu bilmeyen yeni devrimci kuþak, bunlarýn oportünistlerce piyasaya sürülmesi karþýsýnda hiçbir þey yapamamaktadýrlar.
Ayný þekilde, 12 Eylül sonrasýnda kendi fiziki varlýðýný önemli
ölçüde tasfiye eden 1980 öncesinin oportünistlerinin “aþkýn ve devrimin” partisi diyerek kendilerini “farklýlaþtýrmýþ” olmalarý, devrimci
örgütlerin geçmiþ yýllarda oportünizme karþý sürdürdükleri amansýz
ideolojik mücadelenin yeni yetiþen devrimci kuþak tarafýndan kavranýlmasýný zorlaþtýrmýþtýr. Kendisini “yeniden”leþtiren oportünistlere
bakarak, onlarýn geçmiþten bugüne gelen oportünist kimliklerini ve
buna yönelik eleþtirileri kolayca “günümüzde geçersizdir” ilan edilebilmiþtir.
Bu iki durum, ülkemiz solunda yeni oportünist politikalar için
yeni bir “umut” yaratmýþtýr. Bu yeni tür oportünizm, eklektik bir anlayýþla, geçmiþte, gerek revizyonistlerin, gerekse oportünistlerin kullandýðý her yöntemi ve söylemi kullanarak “kitleselleþme” peþinde
koþmaktadýr. Kendi kadrolarýný ve sempatizanlarýný, oportünizm ve
revizyonizm konusunda bilinçlendirmek yerine, “iyi neredeyse oradan alýrýz” mantýðýný yerleþtirerek, kendi oportünizmlerini bir kavrayýþ
haline dönüþtürmüþlerdir.
Bu yeni oportünizmin en karakteristik özelliklerinden birisi,
yeni devrimci kuþaðýn ülkemiz devrim tarihine iliþkin bilgilerinin yetersizliði ve 12 Eylül sonrasýndaki “eski solcular” ca çarptýrýlmýþ haliyle bilmelerine dayanarak, devrim mücadelesinin tarihini “yeniden”
kurgulamalarýdýr.
Ýkinci karakteristiði ise, bu tarihin yeniden kurgulanmasýna
baðlý olarak, 12 Eylül sonrasýnda “eski solcular” eliyle yapýlan ideolojik propagandayla içleri boþaltýlmýþ ve anlamsýzlaþtýrýlmýþ tüm Marksist-Leninist kavramlarý kullanmaktýr.
Bu iki yönüyle, ülkemiz solunda egemen olan yeni oportünist
kavrayýþýn, ancak Marksist-Leninist kavramlarýn doðru bir biçimde
kavranýlmasý ve kullanýlmasýyla ve devrim mücadelelerinin tarihinin
doðru ve nesnel bilgisiyle teþhir ve tecrit olabileceðini herkes bilmek
durumundadýr.
Mahir Çayan yoldaþýn Ocak 1970 yýlýnda kaleme aldýðý “SaðSapma, Devrimci Pratik ve Teori” adlý yazýsýnda aktardýðý L. Althusser’in þu sözlerini bir kez daha okuyalým:
“Felsefe pratiðin ana görevi tek sözle özetlenebilir:
Doðru kavramlarla düzmece kavramlarý bir çizgiyle ayýrmak... Felsefe, kavgasýný neden kavramlarla yapar? Bilimsel ve felsefesel akýlyürütmelerde kavramlar, bilgi ileten
araçlardýr. Ama, siyasal, ideolojik ve felsefik savaþta kavramlar hem silah, hem de uyuþturucu bir maddedir. Kimi
120
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
zaman tüm sýnýf çatýþmalarý bir kavramýn bir baþka kavramla savaþý olarak dilegetirilebilir. Belli kavramlar birbirleriyle gerçek düþmanlar gibi savaþýrlar. Daha baþka kavramlar da yarýnýn bilinmeyen savaþlarýný hazýrlamaktadýrlar. Felsefe, çok soyut konularda bile savaþýný kavramlarla
sürdürür. Bu savaþ, belki de küçük anlayýþ ayrýlýklarý üstündedir. Ama her zaman, yalan söyleyen kavramlara karþý
doðruyu bildiren kavramlar için yapýlýr. Lenin, Ne Yapmalý? adlý yapýtýnda, küçük görüþ ayrýlýklarý üstündeki tartýþmalarý kýnayanlarý uzak görüþlülükten yoksun bulunmakla
suçlar, sosyal-demokrasinin alýnyazýsýnýn þimdi küçük görünen bu düþünce ayrýlýklarýnýn yýllarca sonra güçlenmelerine baðlý olabileceðine dikkati çeker. Kavramlarla yapýlan
felsefik savaþ, siyasal savaþýn bir parçasýdýr.”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
121
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Ara Rejim”, “Muhtýra” Tartýþmalarý,
Sömürücü Sýnýflarýn
Çýkar Çatýþmasýdýr
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 42, Mart-Nisan 1998
Ülkemizde “þeriatçýlýk” ve “laiklik” konusu etrafýnda son geliþen olaylar, 10 Mart günü D. Baykal’ýn “ara rejim” arayýþlarýna iliþkin
olarak yaptýðý açýklamayla birlikte baþlamýþ ve 20 Mart günü Genelkurmay’ýn “muhtýra”sý ile ülkemizdeki politik gündemi belirlemiþtir.
Hemen herkes, Genelkurmay ile ANASOL-D adý verilen M. Yýlmaz
baþbakanlýðýndaki koalisyon hükümeti arasýndaki “gerilim”le belirlenmiþ bir iliþkiler zincirinin izleyicisi olmuþtur. Mevcut düzenin partileri, basýný ve “sivil toplum örgütleri”, bu iliþkilerin tozu dumaný içinde
birbiri ardýna açýklamalar ve toplantýlar yaparak “ara rejim”i nasýl engelleriz tartýþmalarýna boðulmuþlardýr. “Þeriatçý tehlikeye karþý ordunun hassasiyeti” ile baþlayan sözler, giderek “ordunun yönetime el
koymasý”nýn biçimlerinin tartýþýlmasýna yönelmiþtir. Hemen her açýklama, toplantý, temel olarak “þeriatçý tehlike karþýsýnda ordunun hassasiyeti” çevresinde odaklanmýþtýr. Böyle bir ortamda, kaçýnýlmaz
olarak “þeriatçýlýk” ile “laiklik” karþýt iki kutup olarak ortaya çýkmýþtýr.
“Laiklik”ten yana olanlar ile olmayanlar, “inananlar” ile “inançsýzlar”,
“demokrasiden yana olanlar” ile “þeriatçýlýktan yana olanlar” ya da
“müslümanlarýn demokratik haklarý”ný savunanlar ile savunmayanlar þeklinde kutupsal karþýtlýk içinde herkes bir þeyler söylemek durumunda kalmýþtýr.
122
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bu yapay kutupsal karþýtlýk, somutta RP’nin aðýrlýklý bir yere
sahip olduðu “þeriatçýlar” ile Genelkurmay’ýn baþýný çektiði “laikler”
arasýnda bir karþýtlýk olarak kitlelere yansýmaktadýr. Doðal olarak her
kutupsal karþýtlýkta olduðu gibi, birinden yana olan ötekine karþýt
konuma düþmektedir ya da birine karþý olmayan ondan yana olmak
durumunda kalmaktadýr. Bu ortamda, özellikle kendisini laik olarak
tanýmlayan ya da “sýkma baþa”, “çember sakallýya” karþý olduðunu
düþünen ilerici, demokrat ve sol kitle (ki aðýrlýklý olarak düzen içi
“sol” partilerin seçmeni durumundadýrlar) tüm çatýþmalarýn odaðýnda yer almaktadýr. Daha tam deyiþle, kent küçük-burjuvazisinin sol
ve orta kesimleri, bu süreçte oligarþi tarafýndan yedeklenmek istenmektedir. Dün olduðu gibi bugünde, tümüyle sola ve sol kitleye yönelik pasifikasyon ve baský uygulamalarýnýn temel gücü durumunda
bulunan Genelkurmay, bu kesimlerin karþýsýna bir “kurtarýcý güç”
olarak çýkartýlmaktadýr. Gerek 12 Mart döneminde, gerekse 12 Eylül
döneminde askeri zorun tarihte görülebilecek en þiddetli ve en aðýrýna maruz kalmýþ olan bu kitlenin böylesi bir karþýtlýk içinde baþka bir
çýkýþ bulamamasý, mevcut durumun en temel sorunlarýndan birisini
oluþturmaktadýr.
Böyle bir ortamda, bu kutupsal karþýtlýðýn yapaylýðýný ortaya
koyabilecek ve geliþmeler karþýsýnda kitlelerin doðru bir bakýþ açýsýna sahip olmalarýný saðlayabilecek tek güç durumundaki sol örgütlerin pekçoðu ise, gerek mevcut durumun tahlilinde, gerekse buna
baðlý izlenilmesi gereken politikalar konusunda tam bir tutarsýzlýk
sergilemektedir. “Biz baþka türlü komünistleriz” diyerek “müslüman halkýmýza” baþlýklý bildiriler yayýnlayan, devrim þehitleri için “mevlit” okutan ve böyle bir ortamda þeriatçýlarla “ittifak” kurmaktan söz
eden, onlarla “ortak eylem” düzenleyen ve bu baðlamda “türban
eylemleri”ne “katýlan” sol örgütler kadar, “ara rejimin” ABD’nin isteði olduðunu ve amacýnýn temel olarak Kürt sorununu “çözmek” olacaðýný söyleyenler de çýkmýþtýr. Bunun yanýnda ülkemiz sol örgütlerinin
önemli bir kesimi “þeriatçýlýða” karþý kesin bir tutum içinde olmak- la
birlikte, geliþen siyasal olaylarýn ortaya çýkarmýþ olduðu kutupsal
karþýtlýk karþýsýnda açýk bir tutum belirlemekten uzak kalmýþlardýr.
Böyle bir durumda en bilinen söylem, her ikisine karþý olunduðunu
ilan etmek þeklinde olmaktadýr. Bu da, “þeriatçýlýk” ile “laiklik” karþýtlýðýnýn kesin bir ikilem oluþturduðu düþünülen bir ortamda kitleler için
somut birþey ifade etmemektedir.
Benzer bir kutupsal karþýtlýk durumu Kürt ulusal hareketinin
1984 sonrasýndaki geliþimi içinde sýk sýk ortaya çýkmýþ ve sol örgütler
bu durumlarda çoðu kez kesin bir tutum takýnmaktan uzak kalmýþlardýr.
Anýmsanabileceði gibi, 1984 sonrasýnda PKK’nin bazý silahlý
eylemleri doðrudan kitleye yönelmiþ ve pekçok kiþi, içlerinde ço-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
123
KURTULUÞ CEPHESÝ
cuklar ve öðretmenler olmak üzere PKK tarafýndan öldürülmüþtür.
Sol örgütler, bu eylemler karþýsýnda mevcut düzenin bu eylemleri
öne çýkartarak yürüttüðü propaganda nedeniyle açýk bir tavýr belirlemekten kaçýnmýþlardýr. Bu ortamda solun karþý karþýya kaldýðý ikilem, PKK-ordu (günümüzde yaygýnlaþan ifadelerle “genelkurmay”)
ikilemi olmuþtur. PKK’nin bu türden silahlý eylemleri karþýsýnda alýnacak tutum, ya Genelkurmay’ýn söylemi ile çakýþacaktý ya da PKK’nin
bu yanlýþ eylemlerini onaylamak anlamýna gelecekti. Böylece PKK
tarafýndan “kemalist” olmakla suçlanmak ile kamuoyunda “sivil halka yönelik katliamý desteklemek”le suçlanma arasýna sýkýþtýrýlan sol,
böyle bir durum yokmuþ gibi davranarak, açýk bir tutum sergilemekten uzak kaldý. Ayný biçimde, PKK’nin dini ideolojiler karþýsýndaki
tutumunda ve emperyalist ülkelerle kurmaya çalýþtýðý “diplomatik”
iliþkiler konusunda da solun karþý karþýya kaldýðý ikilemler, hemen
her zaman açýk bir tavýr belirlenmeyen durumlar ortaya çýkartmýþtýr.
Þüphesiz zaman geçmiþ ve pek çok olay kendi içinde önemini yitirmiþtir. Ancak 1980 sonrasýnda ülkemiz solundaki evrim, bu
ikilemler içinde pragmatizmin ve oportünizmin geliþmesi yönünde
olmuþtur. Bunun sonucu ise, yeni yetiþen devrimci kuþaðýn tüm bilincinin böyle bir ortamda þekillenmiþ olmasýdýr. Bu dönemde devrimci mücadeleye katýlanlarýn bir kýsmýnýn, zaman içinde sol örgütlerde yönetici konumuna gelmiþ olduklarý düþünüldüðünde, ortamýn
oluþturduðu bilinç, ister istemez günümüzde kendisini somut bir olgu
olarak ortaya koymak durumundadýr. Devrim ve karþý-devrim gibi
gerçek bir kutupsal karþýtlýk durumundan “bitaraf olan bertaraf olacaktýr” sözlerini açýkça ifade edebilen bir devrimci kesimin, yapay
kutupsal karþýtlýklar karþýsýnda tavýrsýz kalýþý, kimi kesimlerde pragmatist bir anlayýþla bir taraf belirlenmesi gerektiði düþüncesini oluþturmuþtur. Bugün solda ortaya çýkan çeþitli tutumlarýn ardýnda bunlar
yatmaktadýr.
Gerçek ise, ülkemizde geliþen tüm siyasal olaylarýn sýnýfsal temelleri olduðu ve buna baðlý olarak geliþtiðidir. Doðal olarak, sýnýfsal
bir bakýþ açýsýyla olaylarý tahlil etmek ve tutum belirlemek gerekmektedir. Sýnýf bakýþ açýsýndan ve sýnýfsal tahlillerden uzaklaþtýrýlmýþ
bir sol kitlenin böyle bir ortamda ikilemlerin içine sýkýþmasý ve bu
baðlamda pek çok yanlýþlýk yapmasý kaçýnýlmaz olmaktadýr.
Ülkemizde son geliþen olaylara sýnýfsal bakýþ açýsýyla bakýlacak olursa, tüm süreçte belirleyici olanýn sömürücü sýnýflarýn kendi
aralarýndaki çeliþkilerinin keskinleþmesi olduðu görülecektir. Bir baþka
deyiþle, 28 Þubat 1997 tarihli MGK kararlarýyla baþlayan, RP-DYP koalisyon hükümeti yerine M. Yýlmaz hükümetinin kurulmasýyla geliþen
ve bu Mart ayýnda Genelkurmay’ýn 20 Mart muhtýrasý ile en üst boyutuna çýkan “þeriatçýlýk-laiklik” kutuplaþmasýnýn yaratmýþ olduðu ikilem, doðrudan doðruya ülkemizdeki sömürücü sýnýflar arasýndaki
124
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
çeliþkinin keskinleþmesinden baþka birþey deðildir. Böyle bir çýkar
çatýþmasý ortamýnda, çatýþan kesimler, olabildiðince deðiþik kesimleri kendilerine yedeklemeye çalýþmaktadýrlar. Dinsel ideolojiyi kullanan kesimler, bu amaçla “allahlý komünistlerle” birlikte olabileceklerini ilan edebilmekte, diðer kesim ise (iþbirlikçi tekelci burjuvazi)
“allahsýz komünistlerle” birlikte hareket edebileceklerini göstermektedirler. 1997 baþlarýnda gerçekleþtirilen “1 Dakika karanlýk” eyleminde olduðu gibi, TÜSÝAD’dan TOBB’a kadar pekçok kesim eylemi
“desteklemiþ” ve “subay lojmanlarý” eyleme “aktif” olarak katýlmýþtýr.
Ayný eylemler karþýsýnda RP “mum söndü oynuyorlar” diyerek tavýr
alýrken, T. Çiller, “eylemin arkasýnda DS var” diyerek Genelkurmay’ýn
“teröristlerle birlikte hareket ettiði” mesajýný vermiþtir.
Adýna “politika” denilen tüm faaliyetler, böylesi bir geliþime
sahne olurken, olaylarýn ardýndaki sýnýfsal gerçekler, her zaman olduðu gibi, kitlelerden özenle gizlenmeye çalýþýlmýþtýr. Oysa ki, çatýþan
kesimler, kendi açýklamalarýnda bu gerçekleri açýk olarak ifade etmiþlerdir.
Anýmsanabileceði gibi, Genelkurmay’da oluþturulduðu söylenen ve görevi “þeriatçýlarý” izlemek olarak açýklanan “Batý Çalýþma
Grubu”, deðiþik “brifingler”de, “þeriatçý” kesimlerin ekonomik kaynaklarýnýn kurutulmasýna özel bir aðýrlýk vermiþtir. Kompassan ve Ýhlas
Holding gibi deðiþik holdingler ve þirketler “þeriatçý” kesimin finans
kaynaðý olarak bu brifinglerde ortaya konulmuþtur. Ve yine anýmsanabileceði gibi, Genelkurmay’ýn bu faaliyetleri, 1997 Ocak ayýnda TÜSÝAD’ýn “demokratikleþme paketi”yle birlikte hýzlanmýþ ve açýk hale
gelmiþtir. Bu durum, 1994 baþlarýnda ortaya çýkan mali bunalýmla
baþlamýþtýr. T. Çiller’in ilan ettiði 4 Nisan Kararlarý çerçevesinde baþlayan çatýþma günümüze kadar gelmiþtir. Ve hemen hemen tüm taraflar bu süreçte belirgin biçimde ortaya çýkmýþtýr. Bu, ülkemizin emperyalizme baðýmlý niteliðinin yaratmýþ olduðu bunalýmlarýn somutta
þekilleniþinden baþka birþey deðildir. Bugünkü tüm siyasal iliþkiler ve
çatýþmalar, emperyalizmin III. bunalým döneminin iliþki ve çeliþkileri
içinde þekillenmekte ve geliþmektedir. (Ülkemiz solunda ortaya çýkan belirsizliklerin nedeni de, 1980 sonrasýnda neo-liberalizm propagandasýyla sýnýfsal tahlillerin ve 1990 sonrasýndaki “globalizm” söylemiyle emperyalizm tahlillerinin bir yana býrakýlmasý olmuþtur.)
Ülkemizin yakýn tarihinde deðiþik dönemlerde ortaya çýkan
siyasal bunalýmlar incelendiðinde görülebilecek en temel olgu, kapitalizmin yukardan aþaðýya, dýþ dinamikle, yani emperyalizmin istem
ve çýkarlarýna uygun olarak geliþtirilmesi ve bunun yaratmýþ olduðu
bunalýmlardýr. Emperyalizmin geri-býraktýrýlmýþ ülkelere giriþinden itibaren geliþen süreç, tümüyle bu ülkelerin karþý karþýya kaldýklarý sorunlarýn nedenini oluþturmaktadýr.
Bilindiði gibi emperyalizm, I. ve II. bunalým döneminde feodal
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
125
KURTULUÞ CEPHESÝ
ve yarý-feodal ülkeleri kendi hegemonyasý altýna alarak sömürmekteydi. Eski-sömürgecilik yöntemlerinin aðýrlýkta olduðu bu dönemde
emperyalizmin ülke içindeki temel dayanaðý (müttefiki) feodal egemen sýnýflardý. Emperyalizmin dýþsal bir olgu olduðu bu dönemde
emperyalizm kendisine baðýmlý bir komprador burjuvaziyi oluþturmuþ
ve bunlar aracýlýðýyla ülke içindeki siyasal iliþkileri yönlendirmeye
çalýþmýþtýr. Emperyalizmin II. yeniden paylaþým savaþýndan sonra uygulamaya baþladýðý yeni-sömürgecilik yöntemleriyle birlikte geribýraktýrýlmýþ ülkelerde, emperyalizme baðýmlý ve emperyalist tekellerin
yan kuruluþlarý olarak orta ve hafif sanayi geliþtirilmiþtir. Orta ve hafif
sanayinin geliþtirilmesine paralel olarak emperyalizmle baþtan
bütünleþmiþ iþbirlikçi burjuvazi, emperyalizmin temel müttefiki olarak kendi sömürüsünü yürüten ve gözeten bir konumda olmuþtur.
Ancak ilk yýllarda iþbirlikçi tekelci burjuvazi henüz palazlanma, geliþme
döneminde bulunduðu için, emperyalizm diðer yerli sömürücü sýnýflarla, özellikle de feodal sýnýflarla kurmuþ olduðu eski ittifakýný sürdürmüþtür. Yeni-sömürgecilikle birlikte ülke içinde kapalý üretim
birimleri yavaþ yavaþ yýkýlarak pazara tabi kýlýnmaya baþlanmýþtýr. Bu
süreçte, iþbirlikçi tekelci burjuvazi, deðiþik kesimlerle kurduðu ittifak
iliþkileri ile, bir yandan kendi etki alanýný geniþletirken, diðer yandan
siyasal yönetim üzerinde etkili olmaya baþlamýþtýr. Ýþbirlikçi tekelci
burjuvazi, bu dönemde oligarþiyi tek baþýna oluþturacak güçte olmadýðýndan, iktidarý diðer sömürücü kesimlerle paylaþmak durumunda
kalmýþ ve bunun sonucu olarak emperyalist sömürüden aldýðý payýný
paylaþmak zorunda kalmýþtýr. Yukardan aþaðýya geliþtirilen kapitalizm, kaçýnýlmaz olarak feodal üretim iliþkilerini tasfiye etmeye baþlamasýyla, iþbirlikçi tekelci burjuvazi ile feodal sömürücü sýnýflar (toprak
aðalarý ve tefeci-tüccarlar) arasýndaki çeliþkiyi keskinleþtirmiþtir. Emperyalizm iþbirlikçi tekelci burjuvazi aracýlýðýyla feodal sýnýflarýn bir
kesimini kendi metalarýnýn daðýtýcýsý haline getirerek kendisine baðlarken, diðer kesimlerini doðrudan tasfiye etmeye yönelmiþtir. Ýþte
bu iliþkiler, bu dönemdeki tüm siyasal iliþkileri belirlemiþtir. Oluþturulan siyasal ittifaklar ya da siyasal partiler, bu iliþkilere göre biçimlenmiþtir. Bunun en açýk görüngüsü, iþbirlikçi tekelci burjuvazi ile bazý
feodal kesimlerin ayný siyasal parti çatýsý altýnda toplanmasý olmuþtur.
Ülkemizde 1950’de iktidara gelen DP, bu birleþimin partisi olmuþtur.
Baþlangýçta iþbirlikçi tekelci burjuvazinin daðýtým þebekesini
oluþturan eski bazý feodal kesimler, bu sayede yeni zenginlik kaynaðýna sahip olmanýn vermiþ olduðu rehavet içinde, bu iliþkilerin sürekli
ayný kalacaðýný düþünmüþlerdir. Ülkemiz somutunda ortaya çýktýðý
gibi, geliþen kapitalizm, giderek iþbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesini saðlamýþ ve güçlenen iþbirlikçi tekelci burjuvazi kendi daðýtým þebekesini oluþturmaya yönelmiþtir. Özellikle Anadolu ticaret
burjuvazisi ve buna baðlý olarak küçük esnaf, bu geliþmeden doðru-
126
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
dan etkilenmiþtir. Toprak aðalarýnýn tasfiyesinde çok büyük bir
direniþle karþýlaþmayan emperyalizm ve iþbirlikçi tekelci burjuvazi,
en büyük direniþi, bu ticaret burjuvazisinden görmüþtür. Bu çatýþma
ortamýnda Anadolu ticaret burjuvazisi, ilk planda iþbirlikçi tekelci burjuvazinin ticaret kesimiyle çatýþmaya girmiþ ve bu çatýþma içinde
geleneksel tefeci sermaye kesimleriyle olan ittifakýna dayanmýþtýr.
Bu ittifak, bir yandan bu ticaret burjuvazisine ticaret alanýnda yeni
mali olanaklar saðlarken, diðer yandan küçük ve orta ölçekli sanayi kurma yönündeki faaliyetini geliþtirmiþtir. Tefeci sermaye aracýlýðýyla
kurulan bu küçük ve orta ölçekli sanayi kuruluþlarý, ilk anda doðrudan ticaret burjuvazisi için üretim yapmayý hedeflemiþse de, emperyalist üretim iliþkilerinin geliþmesi karþýsýnda iþbirlikçi tekelci burjuvazinin sanayi kuruluþlarý için üretim yapmaya yönelmiþtir. Bu ayný
zamanda emperyalizm ve yerli iþbirlikçi burjuvazinin bu kesimlerle
yeni bir uz- laþmaya girmesinin ifadesi olmuþtur. Bu uzlaþmanýn siyasal yansýsý ise, tüm sömürücü sýnýflarýn ve tabakalarýn AP çatýsý altýnda toplanmalarý ve 1965 seçimleriyle AP’nin tek baþýna iktidara gelmesi olmuþ-tur.
1970’lere gelinirken, iþbirlikçi tekelci burjuvazi, o güne kadar
oligarþi içinde ittifak içinde olduðu toprak burjuvazisi ve feodal kalýntýlarýn en irileriyle kesin bir hesaplaþmaya yönelmiþtir. Ýþbirlikçi tekelci burjuvazinin oligarþiyi tek baþýna oluþturma yönündeki bu hareketi,
ayný zamanda Anadolu ticaret burjuvazisini de kapsadýðý için, küçükburjuvazinin aydýn kesiminin siyasal olarak yedeklenmesi en temel
sorun haline gelmiþtir. Çünkü küçük-burjuvazinin sað kanadýný
oluþturan kesimler (esnaf ve zanaatkarlar), ticari iliþkileriyle Anadolu
ticaret burjuvazisine baðlýdýrlar. Bunlarýn etkisizleþtirilmesi ve karþýlarýna diðer bir küçük-burjuva kesiminin çýkartýlmasý için küçük-burjuva aydýnlarýnýn yedeklenmesi temel sorun olmaktadýr.
Mahir Çayan yoldaþ, “Kesintisiz Devrim II-III”de bu dönemi ve
geliþmeleri þöyle ortaya koymuþtur:
“Amerikan emperyalizminin krizinin had safhaya ulaþmasý, ülkemizdeki tekellerin aç gözlü sömürüsünün artmasý emperyalist üretim iliþkilerinin iyice kökleþmesini
oluþturdu. Bu ise, ülkemizdeki sosyal, iktisadi ve siyasi krizi iyice derinleþtirdi. Paramýz devalüe edildi. Fiyatlar görülmedik bir seviyeye yükseldi. Emekçi halkýn yoksulluðu,
sefaleti had safhaya ulaþtý.
Amerika, Türkiye’deki Süleyman Demirel hükümetine
iki tavsiyede bulundu. Ülkede kendi sömürüsünü artýracak bir dizi ‘rasyonalizasyon’ tedbirleri (dolayýsýyla iþbirlikçitekelci burjuvazi lehine) almasýný (Bkz.OECD Raporlarý) ve
orduyu yönetime katarak hýzla geliþen demokratik mücadeleyi bastýrmasýný tavsiye etti.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
127
KURTULUÞ CEPHESÝ
Süleyman Demirel yönetiminin bir ayaðý tekelleþememiþ vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalýntýlara
dayandýðýndan bu tedbirleri gereði gibi yerine getiremedi.
Tekeller için “huzuru” saðlayamadý.
Bunun üzerine alaþaðý edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu. Böylece bir yandan aç gözlü tekellerin istismarýný
daha da artýracak, öteki egemen sýnýf ve zümrelerin aleyhine sömürüyü disipline edecek bir dizi ‘reformlar’ yapýlmýþ
olurken, öte yandan ordu ve bürokrasi içindeki devrimcimilliyetçiler geniþ ölçüde temizlenmiþ ve halkýmýzýn korkunç seviyede artan sefaletinin oluþturduðu tepkiler terörle engellenmiþ, tekellerin açgözlü sömürüleri için ‘huzur’
saðlanmýþ olacaktý.”
Bu geliþme içinde emperyalizm ve yerli iþbirlikçi kesimlerin
en temel politikasý küçük-burjuvaziyi kendi politikasýna tabi kýlmak
ve böylece onu kendine yedeklemek yönünde olmuþtur. 12 Mart
Muhtýrasý ile kurulan I. Erim hükümeti, “ilerici”, “reformist”, “Atatürkçü” sloganlarla iþbaþýna gelirken, küçük-burjuvazinin hemen hemen
tamamýnýn desteðini almayý baþarmýþtýr.
Ülkemizde nüfus olarak çoðunluðu oluþturan küçük-burjuvazinin emperyalizm ve yerli iþbirlikçi burjuvaziye yedeklenmesi, tümüyle ticaret ve toprak burjuvazisi ile feodal kalýntýlarýn kitlesel gücüne
karþý bir güç oluþturmaya dayandýðýndan, temel olarak bu sömürücü
sýnýflarýn politik tutumlarýna karþý bir politika ortaya koymayý zorunlu
kýlmaktadýr. Özellikle 12 Mart öncesi dönemde faþist milislerle birlikte þeriatçý kesimlerin, ilerici, demokrat ve devrimci kitleye yönelik
saldýrýlarýnýn yoðunlaþmasý, küçük-burjuvaziyi yedekleyebilmek için
gerekli politikalarýn ve sloganlarýn oluþturulmasýný kolaylaþtýrmýþtýr.
Kurucularý arasýnda Fettullah Gülen’in de bulunduðu Komünizmle
Mücadele Dernekleri þeriatçý kesimin kitlesel örgütlenmesi olurken,
Erbakan’ýn kurduðu Milli Nizam Partisi siyasal örgütlenme olarak ortaya çýkmýþtýr. Pek çok kentte mini etek giyen kadýnlara yönelik saldýrýlar kent küçük-burjuvazisini büyük ölçüde tedirgin etmiþ ve Kanlý
Pazar olayý ile bu tedirginlik yerini paniðe býrakmýþtýr. Böyle bir ortamda Atatürkçülük, laiklik temelinde bir çýkýþ olarak kent küçükburjuvazisi tarafýndan kolayca benimsenmiþtir. Ordu içindeki devrimci-milliyetçilerin ayný temeldeki tepkilerinin ortaya çýkmasý, 12 Mart’la
birlikte I. Erim hükümetinin görünümünü belirlemiþtir.
Ancak gerek THKO’nin gerçekleþtirdiði silahlý eylemler, gerekse de THKP-C’nin yürüttüðü silahlý propaganda I. Erim hükümetinin gerçek niteliðini, yani emperyalizm ve iþbirlikçi tekelci burjuvazinin
hükümeti olduðu gerçeðini ortaya çýkarmýþtýr. Böylece emperyalizmin kademeli planý bozulmuþ ve kent küçük-burjuvazisinin, özelliklede aydýn kesimin desteðini kaybetmiþtir. Mahir Çayan yoldaþýn
128
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
da belirttiði gibi, “küçük-burjuvazinin aydýn kamuoyunun desteðini
kaybeden emperyalizm-iþbirlikçi (tekelci) burjuvazi ikilisi, bu sefer
zorunlu olarak, sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonalleþtirme tedbirlerinden (sarý reformlardan) tavizler vererek, tekrar bu
tedbirlerden zarar görecek olan öteki gerici sýnýf ve zümrelerle ortak
müþterekler etrafýnda anlaþmýþlardýr”. II. Erim hükümeti bu uzlaþmanýn hükümeti olarak kurulmuþtur.
Ancak gerek emperyalizmin içinde bulunduðu ekonomik buhranlar, gerekse iþbirlikçi tekelci burjuvazinin kârýný diðer sömürücü
kesimlerle paylaþmak zorunda kalýþýna dayanan bu uzlaþma uzun
sürmemiþ ve 1973 Ekiminde seçimlere gidilmiþtir.
Bugün ülkemizde “ara rejim” olarak adlandýrýlan bu dönem,
1973 genel seçimleriyle birlikte sona ermiþtir. (Bugün “ara rejim” tartýþmalarý içinde sýk sýk “seçimlere gidilmesi” yönünde görüþler beyan edilmesinin temelinde de bu sona eriþ biçimi yatmaktadýr.)
Görüldüðü gibi, 12 Mart dönemi, küçük-burjuva kamuoyuna
sunulduðu gibi, þeriatçý güçlerin geliþmesi ve saldýrganlaþmasýyla ilgili deðildir. Tüm dönemi belirleyen, emperyalizm ve yerli iþbirlikçi
tekelci burjuvazinin tek baþýna oligarþiyi oluþturmak istemesi ve buna
baðlý olarak o güne kadar ittifak kurduðu kesimleri tasfiyeye yönelmesidir. Bu ortamda her iki taraf da mümkün olabildiðince geniþ bir
kitleyi kendisine yedeklemeye çalýþmýþtýr. Emperyalizm ve yerli iþbirlikçi tekelci burjuvazi küçük-burjuvaziyi yedeklemede “irtica” tehlikesini öne çýkararak “laiklik” temelinde “Atatürkçü-milliyetçi” bir
görünümü kullanýrken, diðer kesim (Anadolu ticaret burjuvazisi, toprak aðalarý ve tefeci-sermaye) “din elden gidiyor” diyerek “müslümanlýk” temelinde “milliyetçi-muhafazakar” bir görünümü kullanmýþtýr.
1973 seçimlerinden 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar geçen
süre içinde, devrimci mücadelenin geliþmesi, tüm bu iliþkileri etkilemiþ ve emperyalizm-iþbirlikçi tekelci burjuvazi ikilisinin diðer sömürücü sýnýflarla ittifakýný belirlemiþtir. Bunun ürünleri ise baþýný AP’nýn
çektiði I. ve II. Milliyetçi Cephe hükümetleri olmuþtur. Demirel’in
baþbakanlýðýnda oluþturulan MC’ler, Erbakan’ýn MSP’si, Türkeþ’in MHP’
si ve Feyzioðlu’nun CGP’sinin oluþturduðu koalisyon hükümeti olarak sömürücü sýnýflar arasýndaki uzlaþmanýn bir sonucu olmuþtur.
MC hükümetleri devrimci mücadeleyi engellemekte baþarýlý olamamýþ ve bunun üzerine 1978 baþýnda CHP azýnlýk hükümeti oluþturulmuþtur. Ecevit’in baþbakanlýðýnda kurulan CHP azýnlýk hükümeti,
geliþen devrimci mücadele karþýsýnda iþbirlikçi tekelci burjuvazinin tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisiyle oluþturduðu
yeni bir ittifakýn ürünü olmuþtur. Bu ittifakýn dýþýnda býrakýlan diðer
sömürücü kesimler, devrimci mücadelenin geliþimi karþýsýnda içine
düþtükleri panik içinde bu ittifakýn karþýsýna doðrudan çýkamamýþlardýr. Bu durumda, bazý küçük ve orta sanayi sermaye kesimleri
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
129
KURTULUÞ CEPHESÝ
tarafýndan finanse edilmeye baþlayan MHP, bu ittifaka karþý tutumlarýn sözcülüðünü yapmaya baþlamýþtýr. Politik planda Gün Sazak (Yüksel Ýnþaat) ve Murat Sancak (Sancak Tül) tarafýndan açýkca dile getirilen bu karþý tutum, somutta faþist milislerin kitle katliamlarýna yönelmeleriyle tamamlanmýþtýr. Bu kesimler, faþist milis saldýrýlarla kendilerinin bir güç olduðunu ve ülkede “huzur” isteniyorsa kendilerinin
hesaba katýlmasý gerektiðini göstermeyi amaçlamýþlardýr. Diðer bir
deyiþle, iþbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalizm ikilisini uzlaþmaya
zorlamak istemiþlerdir. Emperyalizm ve iþbirlikçi tekelci burjuvazi
devrimci mücadelenin pasifize edilebilinmesi için düzen içi son alternatif olarak gördüðü CHP hükümetini zorlayan bu faþist saldýrýlara
kayýtsýz kalmýþ ve Ecevit’in tüm çaðrýlarýna raðmen faþist milislerin
eylemlerini durdurmaya yönelik giriþimlerde bulunmamýþlardýr. Çünkü onlar için, faþist milisler, belli kesimlerce kullanýlan siyasal bir
araç olmaktan öte, kendilerinin yönlendirebildiði kitle pasifikasyonunun birer aracý durumundadýrlar. Bu nedenle, gerek Ecevit’in çaðrýlarýný, gerekse faþist milisleri kendileriyle uzlaþma için kullanmak
isteyen kesimleri görmezlikten gelmiþlerdir.
Ecevit’in azýnlýk hükümeti iþbirlikçi tekelci burjuvazi ile tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin gerek ekonomik alanda,
gerekse devrimci mücadelenin pasifize edilmesi yönündeki beklentilerini karþýlayamamýþtýr. Meclisin sayýsal yapýsý Ecevit koalisyon hükümetini düþürmeye elveriþli olmadýðýndan, bu ittifak, hükümete karþý
doðrudan harekete geçmiþtir. TÜSÝAD’ýn gazetelere verdiði ilanlarla
baþlayan bu karþý hareket, tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin üretimi ve daðýtýmý durdurmasýyla birleþtirilerek sürdürülmüþtür. 1979 ara seçimlerinde büyük oy kaybýna uðrayan Ecevit, baskýlara
karþý duramamýþ ve istifa ederek yerini Demirel’in baþbakanlýðýnda
kurulan AP azýnlýk hükümetine býrakmýþtýr.
Siyasal planda bu geliþmeler olurken, ülke içindeki ekonomik
buhran derinleþmiþ ve emperyalist dünya ekonomisi genel bir buhrana girmiþtir.
Emperyalizmin (baþta ABD emperyalizminin) hegemonyasý altýnda bulunan ülkemizdeki çarpýk kapitalizmin ürettiði bunalýmlarýn
derinleþmesi, her zaman -bir bütün olaraksömürücü sýnýflar arasýnda çýkar çatýþmasýný keskinleþtirir. Derinleþen ekonomik buhranýn
yükünü (ya da bedelini) halk kitlelerine yüklemekte hemfikir olan
(consensus) bu sýnýflar ve zümreler, yine de bunalýmýn etkisinden
kendilerini kurtaramazlar. Bu durumda, bu etkinin hangi kesimlere
ve ne kadar yansýtýlacaðý sorunu, büyük bir iç mücadeleye yol açar.
Ancak 80 Türkiye’sinde derinleþen, ne salt ekonomik bunalýmdý, ne
de ekonomik bunalým birincil sorundu. Temel ve ilk sorun halk kitlelerinin yükselen mücadelelerinin, mevcut düzeni temellerinden yýkacak boyuta ulaþmasýdýr. Yani, 80 Türkiye’sinde sömürücü sýnýflar
130
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
için en önemli sorun, olgunlaþan milli kriz ve bozulmaya yönelmiþ
suni dengedir.
80 Türkiye’sinde ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalým bir
bütün olarak derinleþmiþtir. (Milli krizin olgunlaþmasý.) Emperyalizmin 1975 yýlýndan sonra karþýlaþtýðý stagflasyon olgusu, 1979 sonlarýnda aðýr bir ekonomik buhran halini almýþtýr. Bu da ülkedeki ekonomik ve toplumsal bunalýmýn þiddetini azaltmayý (istikrar önlemlerini)
engellediði gibi, þiddetinin artmasýna da yol açmýþtýr. Siyasal bunalým ise, yükselen devrimci mücadele temelinde oligarþik devlet otoritesinin büyük ölçüde sarsýlmasýyla birlikte geliþmiþtir. Nesnel olarak mevcut düzeni yýkacak güçte olan halk hareketi, revizyonizmin
ve pasifizmin kuyrukçu çalýþma tarzý yüzünden gerçek bir örgütlü
güç deðildi. Ama yine de, sömürücü sýnýflar için bir varoluþ sorunu
gündemdeydi. Bu sýnýflarýn, devrim tehlikesi karþýsýnda biraraya gelmeleri ve birleþik bir hareket oluþturmalarý, bu nedenle, öznel istemlerden öte, nesnel bir zorunluluktandý. Ýþte 80 Türkiye’sinde bu zorunluluk, egemen sýnýflarýn yeni bir birleþimine yol açtý.
Karþý-devrimci güçlerin birleþmesi, her yerde olduðu gibi, egemen sýnýflarýn çýkarlarýnýn bir bütün olarak korunmasýna dayanmaktadýr. Ancak her biri kendi özdeneyimleriyle böyle bir birliðin yönetiminin uzun dönemde nasýl özel avantajlar saðlayacaðýný çok iyi
bilirler. Bu nedenle, “kimin yönetiminde birlik” sorunu, içinde bulunduklarý bunalýmdan nasýl çýkýlacaðý sorunu etrafýnda yoðun tartýþmalara yol açtý. Birden çok yolun ortaya konulduðu ve tartýþýldýðý bir
zamanda, gerekli birlik saðlanmamýþ olduðundan yönetimin askerileþtirilmesi büyük sorunlar doðurabilirdi. (Ýþbirlikçi-tekelci burjuvazinin, bir askeri yönetim oluþturmaya gücü olmasýna raðmen, bunu
80 sonlarýna kadar ertelemesinin nedeni budur.) Bu dönemde tartýþmalar, tümüyle egemen sýnýflarýn ve fraksiyonlarýnýn kendi ideologlarý ve siyasetçileri aracýlýðýyla sürdürülmüþtür.
Demirel yönetimindeki AP’nin ortaya attýðý “anayasa deðiþikliði
taslaðý”, 12 Eylül öncesinde en etkin çözüm yolu olarak görünüyordu. Büyük ölçüde oligarþi dýþýnda kalan sömürücü sýnýflarca desteklenen bu yol, yönetimin askerileþtirilmesinde “yeni” bir biçim getirdiðinden, bir süre için iþbirlikçi-tekelci burjuvazi içinde de taraftar
bulmuþtu. Bu “yeni” biçimin özü, “sivil yönetim” ile “askeri güç”
arasýnda bir koalisyon oluþturmaktý. Yani, geniþletilmiþ sýkýyönetim
yetkileriyle silahlý kuvvetler devrimci mücadeleye karþý hareket serbestliðine sahip olurken, ekonomik ve siyasal yönetim AP’ye (“sivil
hükümete”) ait olacaktý. Bu bir bakýma 12 Mart dönemindekine benzer bir yönetimdi. Ancak bu kez “hükümetin baþýnda” “partisiz” Erim
deðil, partili ve de partisiyle birlikte Demirel bulunacaktý. Bu yönetim
döneminde parlamento kapatýlmayacak, hatta genel seçimler bile
ertelenmeyecekti. Nasýl ki 12 Mart döneminde Erim hükümeti, or-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
131
KURTULUÞ CEPHESÝ
dunun gücü ile anayasa deðiþikliklerini parlamentodan geçirebilmiþse,
bu kez de ayný güç, Demirel tarafýndan kullanýlarak, hazýrlanan “anayasa taslaðý”na uygun deðiþiklikler kabul ettirilecekti. “Üsttekiler”in
artýk eskisi gibi yönetemediklerinin en açýk ifadesi olan bu çözüm
yolu, 1976 yýlýndan beri MHP tarafýndan seslendirilen “sivil sýkýyönetim” formülüyle benzeþlik taþýyordu. Ancak 1980’e gelindiðinde Demirel hükümeti için, bir gecede gerçekleþtirilecek askeri harekât riski
ortadan kalkmýþtý. Bu nedenle Demirel’in 1976’larda duraksadýðý ve
sonuçta reddettiði çözüm uygulanabilirdi.
Temel olarak küçük ve orta-sanayi burjuvazisi (tekelleþememiþ
sanayi burjuvazisi) ile Anadolu tüccar ve büyük esnafýna dayanan ve
onlarýn siyasal sözcülüðünü de üstlenen Demirel yönetimindeki AP’nin
çözüm yolunun ikinci bölümü ekonomik istikrar tedbirlerini içeriyordu. “24 Ocak Kararlarý” olarak bilinen bu tedbirler, ekonomik
buhranýn tüm sömürücü sýnýflar için sýnýrlandýrýlmasý amacýna yönelikti. 1978-79 yýllarýnda CHP hükümetinden beklenen ekonomik
buhranýn derinleþmesinin engellenmesi talebinden daha geniþ kapsamlý “istikrar” tedbirleriydi bunlar. “24 Ocak Kararlarý”, ilk haliyle
AP’nin dayandýðý sömürücü sýnýflarýn çýkarlarýna uygun düþüyordu.
Ama tekelci-burjuvazi için, özellikle de tekelci sanayi burjuvazisi için
“24 Ocak Kararlarý” ilk haliyle sýnýrlýydý ve buhranýn yükünün bir bölümünü kendilerine yýkýyordu. Devrimci mücadelenin gelmiþ olduðu
düzeyle birlikte bu durum tekelci-burjuvazinin çözüm yolu konu-sundaki tercihini de deðiþtirecek boyutta olmuþtur.
Tekelci burjuvazi dýþýnda, bir kýsým orta-burjuva da, Demirel’in
baþýný çektiði çözüme, gerçekleþtirilen siyasal ittifaklar nedeniyle karþý
çýkmýþtýr. MC’li ya da MHP ve MSP’nin dýþ desteðinde bir AP azýnlýk
hükümetiyle yürütülecek ekonomik istikrar tedbirleri ve kitle pasifikasyonunun getireceði yeni tavizler nedeniyle, tekelci sanayi burjuvazisinin bir kesimi AP-CHP koalisyonunu gündeme getirdi. Bu yolla
oligarþi dýþýna çýkartýlmýþ sömürücü sýnýflarýn “disipline edilmesinin”
mümkün olabileceði hesaplanýyordu. Özellikle CHP’nin tarým programý bu konuda özel bir yere sahipti ve bu program ülke solundan
destek alabilirdi. Bu durumda oligarþi, Ecevit’ten parti içindeki “aþýrý
uçlarýn” temizlenmesini ve CHP’nin taþra teþkilatýnýn devrimci çevrelerle olan iliþkilerinin kesilmesini istedi. Bu isteklerinin yerine getirilmesini saðlamak amacýyla da “askeri cunta” tehdidini kullanmaktan da geri kalmadý.
1980 ortalarýna gelindiðinde Ecevit, bir AP-CHP koalisyonuna
hazýr olduðunu ilan ettiðinde, bu, Demirel tarafýndan kabul edilmedi.
Çünkü tekelci sanayi burjuvazisinin bu koalisyonla neyi amaçladýðý
diðer kesimlerce biliniyordu. Özellikle tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi böyle bir koalisyonu kabul edemezdi. Aksi halde MHP ve MSP’
ye daðýlmýþ gücü iyice etkisizleþecek ve pazarlýk gücünü (ya da “di-
132
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
renme” gücünü) yitirecekti. Bu durum, Demirel’in CHP ile koalisyon
kurulmasýna sonuna kadar karþý duruþunun nedeniydi. Böylece bu
çözüm yolu da uygulanamaz hale gelmiþti.
Geriye yönetimin askerileþtirilmesi formülünden baþka bir yol
kalmýyordu. Bu da, kaçýnýlmaz olarak, tüm politikacýlarýn devre dýþý
býrakýlarak, gerekli koþullarýn gizlice ve içte yürütülmesini gerektiriyordu. Yani egemen sýnýflarýn asgari müþterekleri (consensus), doðrudan bu sýnýf üyeleri tarafýndan (araçsýz olarak) saðlanacaktý. Böylece
TÜSÝAD ortalýkta boy göstermeye –ama kamuoyundan gizli– baþladý.
TÜSÝAD, çözüm ya da çýkýþ yolu için, öncelikle kendi bünyesinde ortak bir program hazýrlamaya yöneldi. 1996 ve 1997 yýllarýnda TOBB, Sabancý ve TÜSÝAD’ýn birbiri ardýna kamuoyuna açýkladýklarý
“demokratikleþme paketi” benzeri bir tarzda (ama kamuoyundan
gizli olarak) yapýlan bu hazýrlýk, tam anlamýyla tekelci burjuvazi içindeki çeliþkilerin, bir süre için çatýþmadan uzak tutulmasýný saðlayacak bir protokol oluþturmaya yönelikti. Bu protokol, karþýlýklý olarak
tekelci burjuvalarýn birbirlerinin “nüfuz alanlarýna saygý” temelinde,
kendi dýþlarýndaki sýnýf ve tabakalara karþý bir ekonomik, toplumsal
ve siyasal plana dayalý olacaktý. Bu planýn temel hedefi, hükümet
deðiþiklikleriyle deðiþmeyecek tek bir politikanýn devlete egemen kýlýnmasýydý. Bu öz olarak, oligarþinin tekelci burjuvazi tarafýndan oluþturulmasý ve tüm devlet aygýtýna oligarþinin mutlak biçimde
egemen olmasý demekti. Böylece I. Erim Hükümeti ile 1971’de yapýlmak istenen, ama THKP-C’nin silahlý eylemleri sonucu baþarýlamayan amaçlar yeniden gündeme getiriliyordu. (12 Mart’ta baþlayan
sürecin 12 Eylül ile birlikte tamamlanmasý esprisi.)
Ýþbirlikçi tekelci burjuvazinin “hükümet deðiþiklikleriyle deðiþmeyecek tek bir politikanýn devlete egemen kýlýnmasý” yönündeki
giriþimi 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte pratiðe geçirildi. 1980’den
günümüze kadar geliþen tüm siyasal olaylarý belirleyen de bu politika ve uygulamalarý olmuþtur.
Emperyalizm ve iþbirlikçi tekelci burjuvazinin bu politikasý üç
ana bölümden oluþmuþtur.
Birinci olarak, geliþen ve geliþmesi olasý olan halkýn devrimci
mücadelesini engelleyecek genel ve kalýcý bir pasifikasyon ve depolitizasyon uygulamasýnýn devletin temel politikasý olmasý,
Ýkinci olarak, tekelci burjuvaziyi ve sanayiyi temel alan bir
ekonomi-politikanýn devlet politikasý haline getirilmesi,
Üçüncü olarak da, bu politikalarý uygulayacak ve deðiþtirilemeyecek bir devlet yapýsý kurulmasý, yani geleneksel bürokratlarýn yerine teknokratlara dayalý bir devlet görevlileri sisteminin oluþturulmasý.
Bu üç temel üzerinde yükselen bu politikanýn, tüm sömürücü
sýnýflarýn desteðini saðlamasý gerektiðinden, ilk planda devrimci mücadelenin engellenmesi öne çýkartýlarak gündeme getirildi. O güne
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
133
KURTULUÞ CEPHESÝ
kadar “komünizmle mücadele” ya da “anarþistlerle mücadele” olarak sunulan karþý-devrimci zor uygulamalarý “terörizmle mücadele”
çerçevesine oturtuldu. Bu yolla, küçük-burjuvazinin belli bir kesiminin desteðinin de alýnmasý hesaplandý ve etkili de oldu.
Ýkinci planda, iþbirlikçi tekelci burjuvazinin etkinliðini ve gücünü açýkca belirleyecek olan uygulama baþlatýldý. Yine “hükümet deðiþiklikleri ile deðiþmeyecek” bir ekonomi-politikanýn devlete egemen
kýlýnmasý, yani iþbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve sanayiyi temel alan bir
ekonomi-politikanýn uygulanmasý, devrim mücadelesi karþýsýnda zorunlu olarak bir araya gelmiþ olan sömürücü sýnýflarýn “consensus”unu
daðýtacak özelliklere sahipti. Ýþbirlikçi tekelci burjuvazinin (ve her
zaman olduðu gibi emperyalizmin) bu ekonomi-politikayý diðer sömürücü sýnýflara kabul ettirmede, bir yandan küçük-burjuva aydýnlarý
aracýlýðýyla (ki çoðunluðu “solcu” olarak bilinen kiþilerdi) yoðun bir
ideolojik propaganda sürdürürken, diðer yandan ekonomi-politikanýn sömürüyü disipline etme yönünden çok sömürü koþullarýný düzeltme yönünü öne çýkartmýþtýr. Bu baðlamda, “ithal ikameci sanayileþme” yerine “ithalata yönelik sanayileþme” sloganý gündeme getirildi. Oysa sözkonusu olan yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ekonomik dilde ifadesinden baþka bir þey olmayan “ithal ikameci sanayileþme”nin deðiþtirilmesi deðildi. “Ýhracata yönelik sanayileþme” sloganý, doðrudan iþbirlikçi tekelci burjuvazinin yeni ekonomi-politikaya
karþý diðer sömürücü sýnýflarýn tepkisini engellemeye ve zaman içinde bu sýnýflarýn güçsüzleþtirilmesine yönelik uygulamalarý gizlemeye
hizmet ediyordu.
O güne kadar iþbirlikçi tekelci sanayi burjuvazisinin elinde bulunan sanayi kuruluþlarýna parça üretimi yapan yan sanayi kuruluþlarý,
yani küçük ve orta sermaye kesimleri, ekonomik buhran karþýsýnda
kârdan daha fazla pay almak istiyorlardý. Tekelci burjuvazinin sanayi
kuruluþlarý tümüyle bu yan sanayiye baðýmlý olduðundan bu kesimlerin karþý hareketini kýsa dönemde göze almasý olanaksýzdý. Ayný þekilde dünya ekonomik buhraný koþullarýnda bu kesimlere (kýsa vadeli
de olsa) taviz vermesi de kendi yýkýmýna yol açabilirdi. T. Özal aracýlýðýyla baþlatýlan “serbest pazar ekonomisi”, liberalizasyon uygulamalarýyla, bir yandan ithalatý serbest býrakarak iþbirlikçi tekelci burjuvazinin ihtiyacý olan yan ürünlerin daha ucuza ve tavizsiz alýnmasýný
saðlarken, diðer yandan küçük ve orta sermaye kesimlerini ihracata
yönlendirerek ortaya çýkacak olumsuzluklarý aþmayý hedefliyordu.
(Bu, ayný zamanda emperyalist metropollerde küçük ve orta ölçekli
sanayinin yeni pazar gereksinmesine denk düþmektedir.)
1990’lara kadar önemli bir sorunla karþýlaþmadan uygulanan
bu ekonomi-politika, iþbirlikçi tekelci burjuvazinin, gerek yan sanayileri
elinde tutan küçük ve orta sermayeye karþý, gerekse geçmiþ yýllara
göre daha sýnýrlý da olsa kendi ürünlerinin daðýtýmýný yapan Anadolu
134
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ticaret burjuvazisine karþý daha da güçlenmesini saðladý.
1990’lara gelindiðinde uygulanan ekonomi-politikanýn diðer bir
sonucu ise, emperyalist metalarýn ithalatýnýn serbest býrakýlmasýyla
kitlelerin geleneksel metalara olan talebinin azalmasý ve ithal metalarýn ticaretiyle uðraþan yeni bir ticaret burjuvazisinin geliþmesi oldu.
1990’lara kadar “ihracata yönelik sanayileþme” popülizmi içinde tam bir rehavete düþen küçük ve orta sanayi burjuvazisi ile Anadolu ticaret burjuvazisi (ki bunlar, aðýrlýklý olarak “ihracat þirketleri”
kurarak, küçük ve orta sanayi mallarýný pazarlamaya yönelmiþlerdi),
ihracatta baþlayan gerilemeyle birlikte, yeniden içeriye yöneldiðinde
ise, elindeki pek çok pazarý yitirdiðini gördü. Ve bunun üzerine politik iliþkileri kullanarak kendi konumunu düzeltmeye yöneldi. Bunun
ilk sonucu, 12 Eylül askeri yönetiminin koyduðu “siyaset yasaklarý”nýn
kaldýrýlmasý yönündeki referandum oldu. Buna paralel olarak 12
Eylül’le birlikte kapatýlan partilerin yeniden açýlmasýyla, ANAP içinden ayrýlan bu kesim, kendi çýkarlarýný temsil edeceðini düþündükleri
“eski” partilere yöneldiler. Birbiri ardýna patlak veren “hayali ihracat”
dosyalarý bu ortamda basýna yansýtýldý.
Tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin öncülüðünde
oligarþi dýþýndaki sanayi ve ticaret burjuvazisinin büyük bir bölümünün oluþturduðu blok, referandumlarda kazandýðý baþarýnýn güveniyle 1991 genel seçimlerine yönelmiþtir. 1980 öncesinde kendisinin çýkarlarýný temsil ettiðini bildiði S. Demirel’in yeni partisi DYP’nin kendilerinin çýkarlarýný daha iyi koruyacaðýný düþünerek, tüm güçlerini
DYP’ye kanalize etmiþlerdir. 1980 sonrasýnda aðýrlýklý olarak “ihracata” yöneltilmiþ olan bu kesimler, 1980 öncesinde RP ve MHP’ye daðýl-mýþ kesimlerini de birleþtirdikleri DYP’ nin genel seçimlerden birinci
parti olarak çýkmasýyla, pekçok þeyin düzeleceðini düþünüyorlardý.
Seçim sonrasýnda kurulan DYP-SHP koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakanlýðýna T. Çiller’in getirilmesi, bu kesimlerin umutlarýný daha da artýrmýþtý.
T. Çiller, 1980 sonlarýnda kýsa bir süre TÜSÝAD’da uzman ekonomist olarak çalýþmýþsa da, hazýrladýðý raporlarda sürekli olarak
küçük ve orta sermayenin “korunmasý” ve “geliþtirilmesi” yönünde
tutum takýnmýþ ve bunun üzerine TÜSÝAD’la iliþkileri kesilmiþti. Bundan öte, T. Çiller’in kocasý Özer Uçuran, 12 Eylül askeri darbesiyle
birlikte orduyla yakýn iliþkiler içinde bulunan bazý orta sermaye kesimlerinin büyümesinde özel bir yere sahip olmuþtur. Bu kesimlerin
ekonomik buhranla zor duruma düþmüþ pekçok þirketi satýn almasýnda Özer Çiller’in baþýnda bulunduðu Ýstanbul Bankasý önemli bir finansman kaynaðý olmuþtur. Ancak dünya ekonomik buhraný koþullarýnda bu kesimlerin büyümeleri fazla uzun sürmemiþ ve 1982 bankerlik
olaylarýndan sonra önemli bir kayýpla karþý karþýya gelmiþlerdir. 1983
yýlýnda T. Özal’ýn ekonomiden sorumlu devlet bakanlýðýndan uzaklaþ-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
135
KURTULUÞ CEPHESÝ
týrýlarak yerine Kafaoðlu’nun getirilmesi de bu kesimlerin durumunu
düzeltememiþtir. Her ekonomik buhran döneminde olduðu gibi yeni
sermaye ile eski sermaye (iþbirlikçi tekelci burjuvazi) arasýndaki çatýþma, yeni sermayenin deðersizleþtirilmesiyle son bulmuþtur.
Bu dönemde Tansu ve Özer Çiller’lerin yoðun iliþki içinde bulunduðu kesimlerin baþýnda Ýstanbul Bankasý’nýn sahibi bulunan Haslar gelmektedir. Yine Kozanoðlu-Çavuþoðlu grubu, Bezmenler, Okumuþ Holding, Sapmazlar grubu bu kesimi oluþturan önde gelen kesimlerdi. Tamamý 1982 bankerlik olayýndan sonra tüm sermayelerini
ve güçlerini kaybetmiþlerdir. Ýþbirlikçi tekelci burjuvaziye karþý bir
güç olarak çýkan bu gruplarýn ekonomik ve mali alanlardaki kadrolarýndan olan Çiller’ler, bu geçmiþleriyle her zaman tekelleþememiþ
burjuvazinin gözde temsilcileri olarak görünmüþlerdir.
Ýþte bu iliþkileri içinde Demirel’in baþbakanlýðýnda oluþturulan
DYP-SHP koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu devlet bakaný olan T. Çiller, Demirel’in kiþiliðinde simgelenen oligarþi ile oligarþi
dýþýndaki sömürücü sýnýflarýn uzlaþmasýnýn yeni bir ifadesi olmuþtur.
1991’de Sovyetler Birliðinin daðýtýlmýþlýðýnýn resmileþmesiyle
birlikte ortaya çýkan “Türki cumhuriyetler” pazarý, tekelleþememiþ
sanayi ve ticaret burjuvazisi için yeni bir olanak olarak görülmüþtür.
Demirel hükümeti devlet olanaklarýný kullanarak bu kesimlerin “Türki cumhuriyetler”e girmelerini kolaylaþtýrmýþtýr. Ýþbirlikçi tekelci burjuvazi ve emperyalizm tarafýndan açýktan desteklenen bu yönlendirme, kaçýnýlmaz olarak sömürücü sýnýflar arasýndaki çatýþmayý yumuþatmýþ ve “uyum”un öne geçmesini saðlamýþtýr. Bu çerçevede
devlet olanaklarý seferber edilmiþtir.
Bu iliþkiler içinde küçük ve orta sermaye kesimleri yeni pazarlardan daha fazla pay alabilmek amacýyla birbirleriyle kýyasýya bir
rekabete giriþmiþlerdir. Her dönemde olduðu gibi, bu rekabet ortamýnda, siyasal iktidar üzerinde gücü olanlar diðerlerine göre daha
avantajlý olmuþlardýr. Ve bu durum, birbirleriyle kýyasýya rekabete girmiþ olan küçük ve orta sermaye kesimleri arasýnda siyasal iliþkiler
alanýnda yeni giriþimler yaratmýþtýr. Tek tek milletvekili “satýn alma”
dan, siyasal partiler içinde gruplar oluþturmaya ve giderek ayrý siyasal partiler kurmaya yönelen bu giriþimler, düzen partileri içindeki
sürekli çatýþma ve bölünmenin ana nedeni olmuþtur. ANAP ile DYP
olarak iki ana bölüme ayrýlmýþ olan sömürücü sýnýflarýn siyasal kadrolarý, bu yeni bölünmeler ve çatýþma ortamýnda yeniden daðýlýma
uðramýþtýr. 82 Anayasasý’nýn milletvekillerinin parti deðiþtirmelerine
iliþkin getirdiði yasaklar çerçevesinde bu çatýþma ve bölünmeler siyasal partiler içinde sürdürülmüþ ve yasaklarýn kaldýrýlmasýyla birlikte
kamuoyuna yansýmýþtýr.
1995 Aralýk seçimlerine kadar tüm siyasal iliþkiler alaný sömürücü sýnýflar arasýndaki bölünme ve çatýþmalarýn siyasal partiler
136
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
içindeki ayrýþmalarý olarak geliþmiþtir. Birbiri ardýna kurulan deðiþik
siyasal partiler, bu dönemde bölünmenin en açýk ifadeleri olmuþtur.
Islahatçý Demokrasi Partisi, Yeni Parti, Yeni Demokrasi Hareketi, Büyük Birlik Partisi bu iliþkilerin sonucu olarak ortaya çýkmýþtýr. Ancak
genel seçimlerin yaklaþmasýyla birlikte bu siyasal iliþkiler, seçim yasasý çerçevesinde birer pazarlýk konusu haline dönüþmüþtür. Sonuçta
ise, bunlar içinden sadece BBP, ANAP’la kurduðu seçim ittifaký ile
meclise girebilmiþtir.
1995 Aralýk seçimlerinden en zararlý çýkan kesim, T. Özal döneminde ithalatýn serbest býrakýlmasýyla birlikte ortaya çýkan yeni
ticaret burjuvazisi olmuþtur. Aðýrlýklý olarak C. Boyner’in YDH’sýyla
siyasal gücünü artýrmak isteyen bu kesim, seçimlerde YDH’nýn hiçbir
varlýk gösterememesi üzerine geri çekilmek zorunda kalmýþtýr. Ancak bu siyasal giriþiminin baþarýsýzlýðýnýn faturasýný da aðýr bir biçimde ödemek durumunda olmuþlardýr. Genel seçimlerden sonra baþlatýlan “yolsuzluk” soruþturmalarý, aðýrlýklý olarak bu kesimlere yönelik olmuþtur. Ancak bu kesimler, geçmiþ dönemdeki tüm kredi vb.
yolsuzluklarý içinde iliþki kurduklarý kesimleri iþin içine sokarak, soruþturmalarýn geniþlemesini saðlamýþlardýr. Bu çerçevede Çillerlere
yönelik yolsuzluklar kamuoyuna yansýmýþtýr.
Diðer yandan sömürücü sýnýflar arasýndaki bölünme ve çatýþma
içinde RP’si yeni bir merkez olarak ortaya çýkmýþtýr. 1980 sonrasýnda
uygulanan ekonomi-politikalar sonucunda en büyük zararý gören ve
özellikle 1990 sonrasýnda ihracat olanaklarýný büyük ölçüde yitiren
tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisi, kendi içinde deðiþik
kliklere ayrýlmýþ olmakla birlikte, 1995 seçimlerine girilirken aðýrlýklý
olarak RP çevresinde toplanmýþlardýr. Ancak DYP ve ANAP’la olan
baðlarýný tam olarak kopartmayan bu kesim, seçim sonrasýndaki RP’li
koalisyon giriþimlerinin baþýný çekmiþtir.
1995 Aralýk seçimleri öncesine göre sömürücü sýnýflar arasýndaki bölünmenin siyasal yansýlarýnýn etkisi ve þiddeti azalmýþtýr. Hemen hemen mevcut büyük siyasal partiler çerçevesinde belirgin
ittifaklar oluþmaya baþlamýþtýr. Ýþte tam bu dönemde oligarþi, kendi
içindeki çeliþkileri tam olarak gidermemiþ olsa da, etkin bir biçimde
sürece müdahele etmeye baþlamýþtýr. RP’li bir koalisyon hükümeti
kurulmasýndan yana tutum takýnan Sabancýlarýn, DS’nin Ocak 1996’da
gerçekleþtirdiði Özdemir Sabancý eylemiyle bir süre için etkisizleþmesinin bir sonucu olarak DYP-ANAP koalisyon hükümeti kurulmuþsa
da, ANAP’ýn oligarþiyi temel alan politikalarý ile DYP’nin tekelleþememiþ burjuvaziye tavizler veren politikalarý arasýndaki çatýþma ortamýnda fazla uzun sürmemiþtir. Ve RP-DYP koalisyon hükümeti böyle
bir ortamda kurulmuþtur.
RP-DYP koalisyon hükümeti iþbaþýnda kaldýðý bir yýllýk süre
içindeki tüm faaliyetleriyle oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflarýn çý-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
137
KURTULUÞ CEPHESÝ
karlarýna uygun bir politika izlemek yönünde olmuþsa da, oligarþinin
deðiþik müdaheleleriyle (ki bunlar içinde basýn birinci sýrada yer
almaktadýr) fazlaca baþarýlý olamamýþtýr.
Bu dönemdeki geliþmeleri Kurtuluþ Cephesi’nin Eylül-Ekim
1997 tarihli 39. sayýsýnda þöyle ortaya koymuþtuk:
“Tümüyle küçük ve orta sermayenin emperyalist üretim iliþkilerine tabi kýlýnmasý, kýlýnamayanlarýn tasfiyesi ve yerlerine yenilerinin konulmasý olarak tanýmlanabilecek ekonomik uygulamalar sonucunda, küçük ve orta
sermaye kesimleri bölünmüþtür. Bu bölünmüþlük, siyasal planda, birbirinden farklý partilerin ortaya çýkmasý ve
milletvekili transferleriyle kendisini ortaya koymuþtur. Bu
ortamda Refah Partisi, küçük ve orta sermaye kesimleri içindeki bölünmüþlüðü, belli bir ortak çýkar etrafýnda birleþtirme iþlevini üstlenmiþtir. Bunu yerine getirebildiði
oranda siyasal olarak geliþeceðini varsayan RP, hükümet
kuruluþunda görüldüðü gibi, hükümet olabilmek için her
türlü tavizi vermiþtir. Refah Partisi’nin bugünkü oy gücünü koruyabilmesinin tek yolu, çýkarlarýný ortaklaþtýrmaya çalýþtýðý küçük ve orta sermaye kesimlerine yeni
olanaklar saðlamaktan geçmektedir. Bu da, ancak hükümet olmakla olanaklýdýr. Devlet olanaklarýný artan oranda küçük ve orta sermayeye yöneltmek isteyen RP, mevcut
koþullarýn kendilerine getirdiði engelleri düþünmeksizin hükümet kurmuþlardýr.
Refahyol hükümetinin kuruluþu, oligarþi içindeki çýkar
çeliþkilerinin keskinleþmesine baðlý olarak, oligarþinin
bütünsel bir tavrý ile karþýlaþmadan gerçekleþtirilmiþtir. Ancak daha sonra Refahyol’un uygulamaya baþladýðý ekonomi-politikalar ve devlet kurumlarýndaki ‘kadrolaþma’ giriþimleri, oligarþinin tavýr koymasýna yol açmaya baþladý. Sabancýlarýn karþý çýkýþlarýna raðmen, oligarþi içindeki diðer
kesimler 1997 baþýndaki TÜSÝAD’ýn “demokratikleþme paketi” ile bu tavýrlarýný açýk biçimde ortaya koymaya baþladýlar. Görünüþte ‘demokrasi’ savunusu altýnda ortaya konulan tavýr, temelde oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflarýn,
özellikle de tekelleþememiþ sanayi burjuvazisinin Refahyol hükümeti aracýlýðýyla kendisine yeni olanaklar saðlamasý ve gücünü artýrmaya yönelmesine yönelik olmuþtur.
Sabancýlarýn tam olarak benimsemediði bu tavýr, ‘demokratikleþme paketi’ ile ülkemizdeki küçük-burjuvazinin oligarþiye yedeklenmesi saðlanabilindiði oranda, oligarþinin
gücünü göstermesine baðlý olarak geliþtirilecekti. Özellikle
küçük-burjuva aydýnlarýn, bir yandan ‘demokrasi’ söylemiy-
138
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
le, diðer yandan ‘þeriatçýlýk’ tehlikesiyle oligarþiye yedeklenmesi yönündeki faaliyetler, 1997 yýlýnýn ilk altý ayýndaki
geliþmelerin temelini oluþturmuþtur.
Ancak oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýf ve tabakalar
(ki kimisi DYP içinde, kimisi MHP ve BBP içinde, kimisi
Refah Partisi’nde temsil edilmektedir) yeni hükümetin aldýðý kararlardan ve faaliyetlerden yeni beklentiler içine girdikleri için, oligarþi içindeki bu geliþmeler karþýsýnda umursamaz bir tutum takýnmýþlardýr. Özellikle TOBB ile MÜSÝAD bünyesinde toplanan (ve de ayrýþmýþ olan) küçük ve
orta sermaye kesimleri, Refahyol hükümetinin saðlayacaðý
yeni olanaklarýn ve tatlý kârlarýn rüyasý içinde günlerini geçirmeye baþlamýþlardýr.
Oligarþi, bir yandan küçük-burjuvaziyi ‘demokrasi’ ve
‘laiklik’ söylemiyle kendisine yedeklerken, diðer yandan
oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflarýn Refah Partisi çevresinde oluþan ‘birlik’ini daðýtmak için giriþimleri hýzlandýrmýþtýr. Bunun ilk sonucu Y. Erez’in hükümetten ayrýlmasý
ve böylece DYP aracýlýðýyla Refah Partisi etrafýnda oluþturulmuþ olan oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflarýn ‘birlik’inden
TOBB’un koparýlmasý olmuþtur.
Bu durumda oligarþi, gerek küçük-burjuvazinin ve
küçük-burjuva aydýnlarýnýn desteðini almýþ olmasý, gerekse oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýnda bölünmeyi
saðlamasý karþýsýnda DÝSK, Türk-Ýþ, TÝSK ve TOBB arasýnda ortak bir ‘eylem platformu’ oluþturmuþtur. Genelkurmay brifingleriyle desteklenen bu ‘platform’, gerçekleþtireceði ‘eylem’ den çok, gerçekleþeni ifade ettiði baðlamda,
tekelleþememiþ sanayi burjuvazisi içinde kopmalara yol
açmýþtýr. Bu kopan kesimler, oligarþinin olasý yeni bir askeri darbesi koþullarýnda tüm olanaklarýný kaybetme korkusuna kapýlmýþlardýr. Bunun siyasal yansýmasý ise, DYP’nin
parçalanmasý olmuþtur.
Sonuçta, basit bir hükümet deðiþikliði fýrsat bilinerek,
Refahyol hükümeti ‘müstefi’ durumuna düþürülmüþtür.
Yeni kurulan ANAP, DSP ve DTP, oligarþinin yeni taviz
politikalarýnýn ve buna baðlý uygulamalarýnýn hükümeti durumundadýr. Oligarþi, bu hükümet aracýlýðýyla, 1980 sonrasýnda saðladýðý egemenliðini yeniden kurmak istemektedir. Ancak mevcut siyasal iliþkiler ve oligarþi dýþýndaki
sömürücü sýnýflar arasýndaki olaðanüstü parçalanmalar, bunu tam olarak gerçekleþtirmesini olanaksýz kýlmaktadýr.
Bugün için, hükümet içinde ANAP aracýlýðýyla devlet bürokrasisi içinde yeni düzenlemelere giderek, geçmiþ dö-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
139
KURTULUÞ CEPHESÝ
nemdeki gibi olmasa da, ‘teknokratlar’a dayalý devlet iþleyiþini kurmak istemektedir. Ama yaþanýlan süreçte ortaya
çýkan geliþmeler gözönüne alýnarak biçimde bazý deðiþikliklere gidilmek istenmektedir. Küçük-burjuvazinin yedeklendiði gözönüne alýnarak yapýlan yeni düzenleme, daha
esnek bir oluþumu ifade etmektedir.
Bugün oligarþi içinde de tam bir bütünlük mevcut deðildir. Bugüne kadar gerçekleþtirilenler, küçük-burjuvazinin kitlesel desteði alýnarak, oligarþi dýþýndaki sömürücü
sýnýflarýn belirli bir süre etkisizleþtirilmesinden ibarettir. Dolayýsýyla önümüzdeki süreç, oligarþinin gerek kendi içinde,
gerekse oligarþi ile oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki (özellikle de tekelleþememiþ sanayi burjuvazisiyle)
çatýþma tarafýndan belirlenecektir.
Bu süreçte, hiç þüphesiz oligarþi için küçük-burjuvazinin kitlesel gücü birinci dereceden önemlidir. Bu güç,
oligarþi tarafýndan deðiþik biçimlerde kullanýlmak durumundadýr. Son günlerde ‘1 dakika karanlýk’ eyleminin yeniden gündeme getirilmesi, oligarþinin bu gücü kolaylýkla
kullanabileceðini göstermektedir. Bunda, kendisini ‘farklý
sol’ olarak sunan ve temelinde küçük-burjuvazinin mevcut düzene karþý memnuniyetsizlik ve tepkilerini oligarþiye
yedeklemenin aracý olan küçük-burjuva örgütlenmelerin
(özellikle ÖD Partisi) önemli bir iþlev sahibi olduðu kesindir. Bu yönleriyle ele alýndýðýnda, yaþanýlan sürecin kaba
hatlarýyla ‘12 Mart muhtýrasý’ dönemiyle benzerlikleri ortaya çýkmaktadýr. Bu benzerlikler, özellikle oligarþinin uygulamalarýyla ve uygulamada kullandýðý güçler gözönüne
alýnarak, yeni hükümet, yeni bir ‘Erim hükümeti’ olarak
tanýmlanabilmektedir. Ne varki, tarih bir tekerrür, basit tekrarlardan ibaret deðildir. Tarih, aþaðýdan yukarýya doðru
yükselen, kökleri maddi üretime uzanan sýnýf mücadelelerinin politik olaylar dizisidir. Tüm bu süreçte ortaya çýkan
benzerlikler, sadece ülkemizdeki yönetimin oligarþik niteliðinin ayný olmasýndan kaynaklanmaktadýr.
Bugün, ülkemizdeki siyasal geliþmelerin en temel özelliði, oligarþinin kendi dýþýndaki sömürücü sýnýflarla olan çýkar çatýþmasýnda küçük-burjuvaziyi ‘demokrasi’ ve ‘laiklik’
görünümü altýnda yedekleyerek bir güç olarak kullanmasýdýr. Oligarþi, kendilerini ‘sol’ olarak gösteren, özünde küçükburjuvazinin devrimci mücadele karþýsýnda duyduðu
korkuyu ifade eden örgütlenmeleri kendi amaçlarý doðrultusunda kullanmak durumundadýr. Bu da, ülkemizde geliþen kitle hareketinin oligarþinin amaçlarý doðrultusunda
140
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
kanalize edilmesinden baþka bir þey deðildir. 12 Eylül’ün
üzerinden geçen 17 yýl boyunca þu ya da bu oranda biriken kitlesel tepkiler, bu süreçte pasifize edilmek durumundadýr. Oligarþi, bu tepkileri, bir yandan kendi dýþýndaki
diðer sömürücü sýnýflarý disipline etmek amacýyla kullanýrken, diðer yandan bunlarýn devrimci mücadeleye kanalize
olmasýný engellemek istemektedir. Kürt ulusal hareketinin
giderek ‘uzlaþma’ya yönelmesiyle birlikte, bu durum, ülkemizdeki tüm siyasal geliþmelerin odak noktasýný oluþturmaktadýr.”
1998 yýlýna girildiðinde M. Yýlmaz baþbakanlýðýndaki ANAPDSP-DTP koalisyon hükümeti oligarþinin isteklerine uygun bazý giriþimlerde bulunmuþsa da, bu konuda fazla adým atamamýþtýr. Gerek
ANAP-DTP içinde tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin bir
kesiminin varlýðý, gerekse de bu partilerin il ve ilçe teþkilatlarýnda küçük tüccar ve esnafýn etkinliði oligarþinin istemlerini tam olarak yerine getirmelerini engelleyen en önemli neden durumundadýr. Gerek
1970 öncesinde, gerekse 1974-80 döneminde oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki bölünmeler ve çatýþmalar bu boyutta olmamasýna raðmen, o dönemde de AP, pek çok konuda tekelleþememiþ
sanayi ve ticaret burjuvazisi öncülüðünde oluþturulmuþ oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflarýn çýkarlarýný temsil etmek durumunda olduðundan, oligarþi ile çatýþma durumuna girmiþtir. Benzer durum, bugün
M. Yýlmaz hükümetinin karþýsýna çýkmýþtýr. Mart ayý içinde ortaya çýkan geliþmeler, yani M. Yýlmaz ile Genelkurmay arasýndaki “gerilim”,
temel olarak oligarþinin istemlerini karþýlayan politikalarýn uygulanmamasýndan kaynaklanmaktadýr. Bu “gerilim” içinde aðýrlýklý yeri
“islamcý sermaye”nin iþgal etmesi, çatýþmanýn niteliðini açýk biçimde sergilemektedir. Son günlerin popüler deyiþiyle, M. Yýlmaz hükümetine Genelkurmay aracýlýðýyla oligarþi “haddini bildirmiþtir”. Ve
bunun ilk sonucu “faizsiz bankacýlýða” yasaklama getiren yasanýn
hazýrlanarak TBMM’ye sunulmasý olmuþtur.
Bilindiði gibi, “faizsiz bankacýlýk” olarak ifade edilen özel finans kuruluþlarý, 16 Aralýk 1993 tarihinde T. Özal tarafýndan çýkartýlan
kararnameyle oluþturulmuþtur. Bu alanda faaliyet gösteren altý büyük
þirket Al Baraka Türk, Faisal Finans, Kuveyt-Türk, Ýhlas Holding, Asya
Finans ve Anadolu Finans’týr. Bunlar sözcüðün tam anlamýyla bankacýlýk yapmakla birlikte, “özel finans kuruluþlarý” kararnamesi çerçevesinde oluþturulduklarýndan, bankalarýn tabi olduðu hükümlere tabi
deðillerdir. Özellikle bankalarýn mevduat karþýlýðýnda Merkez Bankasýna yatýrmak zorunda olduklarý disponibilite oranlarý ile “özel finans
kuruluþlarý”nýn yatýrmak zorunda olduklarý oranlar arasýnda önemli
farklýlýklar bulunmaktadýr. Bu yönüyle, bu “özel finans kuruluþlarý”,
“kâr-zarar ortaklýðý” hesabýyla topladýklarý mevduatý, daha geniþ ölçü-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
141
KURTULUÞ CEPHESÝ
de kredi olarak kullanabilmekte ve daha düþük faiz isteyebilmektedir. Bu durum, orta ve küçük sermaye kesimlerinin 1980 öncesinde
tekelci burjuvazinin denetimindeki bankalara olan baðýmlýlýðýný sýnýrlandýrdýðýndan, oligarþinin bunlar üzerindeki etkisi azalmýþtýr. Özellikle tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisi (orta sermaye kesimleri) buralardan aldýklarý düþük faizli kredilerle kâr oranlarýný yükseltebilmekte ve kimi durumlarda tekelci burjuvazinin pazarlarýna yönelik üretimde bulunabilmektedir. Buna iliþkin en somut geliþme,
RP-DYP hükümeti döneminde çýkartýlan “kullanýlmýþ oto ithalatý yasasý” ile Ýhlas Holding’in Güney Kore malý KIA otomobilini ve Ülker’in
yine Güney Kore malý Daewoo otomobilini iç pazara sürmesi
olmuþtur. “Faizsiz bankacýlýk” sistemi ile kendisine baðladýðý belli bir
alým gücüne sahip tüketici kitlesine sahip olan bu kesimler, bu yolla
oligarþinin otomotiv sektöründeki pazarlarýna el atmýþ- lardýr. Ve belki de yaptýklarý en büyük “hata” da bu olmuþtur.
Herkesin bildiði gibi, ülkemizdeki otomotiv sektörü, emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ilk uygulamalarý olarak oluþturulmuþ ve iþbirlikçi tekelci burjuvazinin en temel gücü olmuþtur.
Koç Holding’in TOFAÞ-FÝAT otomobilleri ile OYAK’ýn RENAULT
otomobilleri, 1990’lara kadar ülke içi pazarýn rakipsiz otomobilleri olmuþtur. Doðal olarak “islamcý sermaye”nin otomotiv sektörüne el
atmasý ve ülkede alým gücüne sahip belli bir tüketici kitlesini baþtan
kendisine baðlamýþ olmasýndan en fazla etkilenen kesimler de bu iki
otomotiv þirketi olmuþtur. OYAK’ýn iþin içinde olmasý, yani Ordu
Yardýmlaþma Kurumu’nun bundan birinci dereceden etkileniyor olmasý, kaçýnýlmaz olarak “ordu”nun devreye girmesini getirmek durumundadýr. Ancak OYAK’ýn tek faaliyet alaný otomotiv sektörü de
deðildir. OYAK’ýn sahip olduðu þirketler arasýnda Tam Gýda, Entaþ
Tavukçuluk, Tukaþ konservecilik, Pýnar Et ortaklýðý, Kutlutaþ Holding
(inþaat) bulunmaktadýr. (Tam Gýda, OYAK’ýn Ýslam Kalkýnma Bankasý ile ortak kurduðu bir þirkettir. Bu ortaklýk bile, son geliþmelerin
gerçekte bir “laiklik” sorunu olmadýðýný açýk biçimde göstermektedir.)
”Ýslamcý sermaye” denilen kesimin temel faaliyet alanlarýna
bakýldýðýnda OYAK ile olan çatýþmasýnýn ne boyutlarda olduðunu görmek olanaklýdýr. Ancak bu çatýþma uzun süreden beri devam etmekle birlikte, çatýþmayý þiddetlendiren olaylardan birisi otomotiv
alanýnda ortaya çýkmýþ, diðeri de gýda ürünleri alanýnda olmuþtur.
RP-DYP koalisyon hükümeti döneminde Et-Balýk Kurumu’nun HakÝþ’e satýlmasý, bu alandaki geliþmeleri hýzlandýrmýþtýr.
Görüldüðü gibi, son geliþen olaylar içinde ordunun doðrudan
yer almasýna yol açan olaylar dizisi, generallerin en önemli gelir kaynaklarýndan olan OYAK’ýn “islamcý sermayenin” geliþmesinden birinci dereceden etkilenmesiyle baðlantýlýdýr. “Generallerin holdingi”
142
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
OYAK temelinde generaller devreye girmiþtir.
Daha önce de belirttiðimiz gibi, tüm bu geliþmeler içinde oligarþinin tam bir birlik içinde olmadýðý da kesindir. Sabancý Holding
bu geliþmeler karþýsýnda “tarafsýz” bir konumda kalmaya özen göstermektedir. “Kullanýlmýþ otomobil ithali” yasasý döneminde olduðu
gibi Sabancý Holdingin bu “tarafsýz” konumu, gerek tekelleþememiþ
sanayi ve ticaret burjuvazisiyle olan iliþkileri, gerekse ayný alanlarda
yeni yatýrýmlara giriþmesinden kaynaklanmaktadýr. (Toyota-Sabancý
ortaklýðý gibi) Sabancýlarýn RP hükümetine daha “sýcak” bakmasýnýn
arkasýnda yatan neden de aynýdýr.
Görüldüðü gibi, ülkemizdeki siyasal iliþkiler alanýnda görülen
tüm geliþmeler, sömürücü sýnýflarýn kendi aralarýndaki çýkar çatýþmasýnýn ürünleri durumundadýr ve bu çatýþmanýn boyutlarýna göre biçimlenmiþtir. Bir baþka deyiþle, ülkemiz yakýn tarihinde görülen deðiþik
olaylar, 1965 AP’si ,1960 sonlarýnda N. Erbakan’ýn baþýný çektiði “takunyalýlar”ýn AP’den ayrýlarak MNP’yi kurmalarý, F. Bozbeyli’nin baþýný
çektiði DP’lilerin AP’den kopmalarý, I. ve II. Erim hükümetleri, I. ve II.
MC hükümetleri, 1980 yýlýnda AP-CHP koalisyon hükümeti kurulmasý
giriþimleri, 1984 ANAP’ý ve günümüze kadar oluþturulan ve bozulan
koalisyon hükümetleri yeni-sömürgecilik yöntemlerinin ülkemizdeki
evriminin ürünleri olmuþlardýr. Ve her dönem, egemen sýnýflarýn kendi
aralarýndaki çeliþkilerinin keskinleþmesi, mevcut düzenin siyasal
iliþkiler alanýnda bunalýmlar yaratmýþ ve her bunalým döneminde her
kesim kendisine deðiþik sýnýflarý yedekleyebilmek için faaliyet yürütmüþtür.
1980 sonrasýnýn popüler söylemiyle söylersek, sömürücü sýnýflarýn kendi içlerinde oluþturduklarý “consensus” 1965’de AP’yi ve
1984’ de ANAP’ý ortaya çýkarmýþtýr. Ancak bu “uzlaþmalar”, ülkenin
çarpýk ekonomik yapýsýnda uzun soluklu olamamýþ ve yerini “çatýþma”ya býrakmýþtýr. Zaman zaman oluþturulan deðiþik koalisyon hükümetleri, bu “çatýþma” ortamýnda gerçekleþtirilmiþ geçici uzlaþmalar
olarak ortaya çýkmýþtýr.
Sýnýfsal olarak oligarþi ile oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar
arasýndaki çeliþkinin “çatýþma-uyum” diyalektiði içindeki sürecine
göre þekillenen bu iliþkiler tüm açýklýðýna karþýn, solda egemen olan
oportünist ve revizyonist kavrayýþlarla “toplumsal muhalefet” ya da
“mevcut düzene karþý” bir süreç olarak deðerlendirilebilinmiþtir. Deðiþik zamanlarda kendisine “devrimci” diyen deðiþik sol örgütlerin
yayýnladýklarý “müslüman halkýmýza” baþlýklý bildiriler, açýklamalar,
tümüyle sýnýfsal perspektifin bir yana býrakýlmasýnýn ürünleri olmaktadýr.
Mart ayýnda geliþen siyasal olaylar (üniversitelerde türban eylemleri ve Genelkurmay’ýn 20 Mart muhtýrasý vb.), dün olduðu gibi,
bugün de devrimcilerin þeriatçýlýk ve laiklik konusunda da açýk ve
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
143
KURTULUÞ CEPHESÝ
net bir belirlemeye sahip olmalarýný ve buna uygun bir pratik yürütmeleri gereðini açýk biçimde ortaya koymuþtur. Bu, ayný zamanda,
yeni-sömürgecilik koþullarýnda bizim gibi ülkelerde ortaya çýkan tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisi karþýsýnda proletaryanýn
sýnýfsal tutumunun belirlenmesi demektir.
Bu konularda açýk ve net bir belirlemenin ortaya konulabilmesi için, þüphesiz ülkemizin doðru bir sýnýfsal tahlilinin yapýlmasý
zorunludur. Sýnýfsal perspektifi bir yana býrakan her türden deðerlendirme ve tahliller, lafta ne söylerse söylesin, pratikte sýnýf mücadelesinin reddi demektir. Geliþen siyasal olaylar karþýsýnda þaþkýnlýða düþenler, her zaman sýnýf perspektifine sahip olmayanlar olmuþtur. Mevcut durumdaki geliþmelerin ülkemiz solu açýsýndan ortaya koyduðu
en temel gerçek de budur.
144
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
... Ve “Genelkurmay Devreye Girer”
(II. Perde)
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 44, Temmuz-Aðustos 1998
Mayýs-Haziran 1997 tarihli Kurtuluþ Cephesi’nin 37. sayýsýnda,
DHKP-C ile PKK arasýnda imzalandýðý ilan edilen “protokol” sonrasýnda, A. Öcalan’ýn “Sol eðer ittifak yapmayý bilmezse biz sorunlarýmýzý
Genelkurmay’la çözümleriz” beyaný üzerine yaptýðýmýz deðerlendirmenin baþlýðý “... Ve Genelkurmay Devreye Girer” idi. Harp Akademileri Komutanlýðý’ nýn “Özelleþtirme ve Türk Silahlý Kuvvetleri” baþlýklý
raporu, 29 Temmuz 1998 günü gazetelerde yayýnlandý. Bu raporla
birlikte, 28 Þubat 1997 tarihinden günümüze kadar geliþen olaylar
içinde Genelkurmay’ýn nasýl “devreye” girdiði açýk biçimde gözler
önüne serilmektedir. Ancak bu, A. Öcalan’ýn düþündüðünden farklý
olarak, 28 Þubat 1997’de “þeriatçýlýk” konusunda “devreye giren”
Genelkurmay’ýn giriþiminin ikinci perdesini oluþturmaktadýr.
Bilindiði gibi, oligarþi, herzaman karþý karþýya bulunduðu sorunlarý kendi “siyasal kadrolarý” aracýlýðýyla çözemediði her koþulda kendi
silahlý güçlerini, yani orduyu devreye sokmuþtur. Bugüne kadar gerçekleþtirilen tüm askeri darbeler, oligarþinin kendi yönetimini ve sömürüsünü sürdürebilmek için, siyasal zoru alabildiðine kullandýðýnýn
açýk olgularýdýr. Geçen yýldan bugüne kadar geliþen süreçte, oligarþi,
kendi dýþýndaki sömürücü sýnýflarla olan çatýþmasýna karþý, sürekli
olarak Genelkurmay’ý devreye sokmuþtur. “Sömürüyü disipline etme”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
145
KURTULUÞ CEPHESÝ
amacýyla askeri zor aygýtýnýn devreye bu sokuluþu gazetelerde yayýnlanan son “rapor”la birlikte daha da belirginleþmiþ bulunmaktadýr.
Ancak bu kez, Genelkurmay, “anti-emperyalist” ve “anti-tekelci” bir
söylemle kamuoyunun karþýsýna çýkmaktadýr ve bu baðlamda “ideolojik dayatmalar”dan sözetmektedir. (12 Mart 1971 muhtýrasý da “ilerici”, “laik”, “Atatürkçü” söylemle kaleme alýnmýþtýr.)
“Özelleþtirme” konusunda, Harp Akademileri Komutaný Orgeneral Necati Özgen imzasýyla kamuoyuna sunulan “rapor” þunlarý
söylemektedir:
- Özelleþtirme Batýlý ülkeler veya bunlarýn etkin olduklarý
uluslararasý sermaye tarafýndan geliþmekte olan ülkelere
telkin edilmekte, hatta dayatýlmaktadýr.
- Bu dayatmanýn nedeni, uluslararasý sermayenin bu
ülkelere girmesi ve özellikle üretim ünitelerine girmelerinin koþullarýný yaratmaktadýr.
- Özelleþtirme günümüzde özel kesime kaynak aktarma politikalarýna dönüþmüþtür.
- Özelleþtirme ile kamu tekelinden çok daha vahim
sonuçlar doðuracak olan özel tekeller yaratýlýr. Arjantin,
Meksika ve Þili örneðinde görüldüðü gibi, ülke ekonomisi
az sayýda holdinge teslim edilmiþ olur.
- Özelleþtirme ve yabancýlaþtýrma ideolojik bir dayatmadýr.
- Devletin küçültülmesi teziyle, sosyal devlet olgusu budanacak, bu da gelir daðýlýmýnýn daha da bozulmasýna ve
çok ciddi sosyal patlamalara neden olacaktýr.
146
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Görüldüðü gibi, oligarþinin ordusu, “uluslararasý sermaye”den
sözetmekte ve bu sermayenin geri-býraktýrýlmýþ ülkelere yaptýðý
“dayatmalar”dan yakýnmaktadýr. Biraz sol yayýnlarý izleyen herhangi
bir yurttaþýn bile kolayca görebileceði gibi, “rapor” tümüyle “sol” bir
“anti-emperyalist” söylem içermektedir. Oligarþinin iþbirlikçi tekelci
burjuvazinin aðýrlýkta olduðu bir avuç sömürücü azýnlýktan oluþtuðu
ve bunlarýnda emperyalizmin ülke içindeki uzantýlarýndan baþka birþey
olmadýðý gerçeði düþünüldüðünde, “rapor”daki “anti-emperyalist” söylemin ardýnda bir baþka þeylerin yattýðýný herkese düþündürtecektir.
Kurtuluþ Cephesi’nin çeþitli yazýlarýnda ortaya koyduðumuz
gibi, son yýllarda sömürücü sýnýflar arasýndaki çýkar çatýþmasý giderek
keskinleþmiþtir. Bu keskinleþen çatýþma, bir yandan oligarþinin siyasal kadrolarý arasýnda ayrýþmaya neden olurken, diðer yandan oligarþi
içinde çeþitli çatýþmalar ve uyumsuzluklar ortaya çýkarmýþtýr. Özellikle baþýný Koç Holding’ in çektiði bir kesim, AB konusundan özelleþtirmeye kadar pekçok konuda izlenen “popülist politikalar”a karþý çýkmaktadýrlar. Sabancýlarýn muhalefetine raðmen, Genelkurmay, yönetimin askerileþtirilemediði koþullarda farklý bir biçimde devreye
sokulmuþtur. “Asya Krizi”nin patlak verdiði koþullarda oligarþinin askeri kadrolarý aracýlýðýyla bir kez daha devreye giriþi kaçýnýlmaz olmuþtur. Bilinebileceði gibi, “Asya Krizi”yle birlikte aþýrý-sermaye birikimi, Uzakdoðu Asya ülkelerinden baþka alanlarda kendisine yeni
kaynaklar bulmak durumundadýr. Bu konuda, Latin-Amerika ve Türkiye “önde gelen” ülkeler konumundadýr. Özelleþtirme konusunda
Latin-Amerika ülkelerine nazaran daha geriden gelen Türkiye, “Asya
Krizi” ile açýða çýkan para-sermaye için kýsa ve orta vadeli önemli bir
alan olarak ortaya çýkmaktadýr. Özelllikle bazý Japon tekelleri ile bankalarý ellerindeki para-sermayeyi bu yönde deðerlendirmek istemektedirler. Son haftalarda kamuoyuna yansýdýðý gibi, TOYOTA, parasermayesini Türkiye üzerinden Batý-Avrupa’ya yönlendirme kararý almýþ bulunmaktadýr. Bunun gibi, doðrudan kamuoyuna yansýmayan
geliþmeler, Türkiye’ye kýsa vadede önemli bir para-sermaye akýmýnýn
ortaya çýkmasýna neden olabilecektir. Bunun gerçekliði ise, sanýlanýn
tersine, borsa deðil, doðrudan doðruya ülkedeki sanayi kuruluþlarýdýr.
Bu baðlamda, “özelleþtirme”, bu para-sermayenin ülkeye giriþinin
önkoþulu durumundadýr. Son Petrol Ofisi “özelleþtirmesi”nde de
görüldüðü gibi, adý saný duyulmamýþ “Türkiye vatandaþý”, milyarlarca dolarlýk “özelleþtirme” ihalelerine girebilmektedir. Ýþte bu geliþmeler, Genelkurmay’ýn “devreye” giriþinin ikinci perdesi açýlmýþ oldu.
Dünyadaki ve ülkemizdeki bu geliþmelere gözlerini kapayanlar (Y. Küçük vb.), bu durumlarý “ordunun Kemalist geleneði” olarak
elbette yorumlayabileceklerdir. Þüphesiz yaþýyor olsaydý Doðan Avcýoðlu’na “yeni kemalist devrim” planlarý yaptýrtacak bu tür yorumlar,
solun içinde bulunduðu ideolojisizlik ortamýnda etkili de olabilecek-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
147
KURTULUÞ CEPHESÝ
tir. Özellikle küçük-burjuva aydýnlarý, bu geliþmeler karþýsýnda “ordu
kýlýcýný ne zaman atacak” beklentisiyle oligarþinin ve Amerikan emperyalizminin çýkarlarýnýn açýk sözcüsü durumuna gelmeleri de uzun
sürmeyecektir. Ama, bu iliþki ve çeliþkiler içinde ilk iki perdesi oynanan oyunun üçüncü perdesinin nezaman oynanacaðýný fazla beklemek gerekmeyecektir.
148
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Mevcut Durum
ve Gerçekler
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 46, Kasým-Aralýk 1998
Kasým ayýna girildiðinde, ülkemizin politik gündemi birbiri ardýna gelen olaylar dizisi ile þekillenmeye baþlamýþtýr.
Bir yanda “kaset savaþlarý” olanca hýzýyla sürerken; diðer yanda “türban eylemleri”, YÖK’ün kuruluþundan bugüne kadar devrimci ve ilerici öðrencilerin protestolarýna sahne olan 6 Kasým’ý “þeriat”
gösterisine dönüþtürmüþtür. Tüm bunlarýn yanýnda A. Öcalan’ýn Ýtalya’ya gidiþi, “Türk milliyetçileri”nin “zafer ve savaþ” nidalarýyla yeni
bir gündem oluþturmuþtur.
Her yeni geliþmenin, tekil ve belirli bir zaman süresini kapsayan bir olay olmaktan çýktýðý ve kendi içinde belirli bir zamanýn ötesine geçen süreçler ortaya çýkardýðý bir dönemde, bu olaylar dizisi, geniþ halk kitlelerine yönelik demagojik propagandalarýn yoðunlaþmasýný
getirmiþtir. Böylece, geliþen olaylar dizisinin bizatihi kendisinden çok,
bu olaylar dizisinin kitlelere sunuluþu ve bunun etkileri, geliþmeleri
belirleyen özellikler kazanmasýný getirmektedir.
“Kaset savaþlarý”, ne düzeyden ele alýnýrsa alýnsýn, oligarþi ile
oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki çeliþkinin ve çatýþmanýn
“nihai hesaplaþma” noktasýna geldiðini göstermektedir. Ayný þekilde,
28 Þubat 1997 tarihinden bu yana geliþen “laiklik karþýtý hareketler”
olarak tanýmlanan olaylar dizisi, “türban eylemleri” ile ayný hesaplaþ-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
149
KURTULUÞ CEPHESÝ
manýn bir devamý niteliðindedir.
Gerek “kaset savaþlarý”, gerekse “türban eylemleri”, belirgin
ekonomik nitelikleriyle, siyasal yönetim ile ekonomik iliþkiler alaný
arasýndaki gözle görülmeyen binlerce baðý ortaya sermektedir. Dünya ekonomik buhranýnýn geliþtiði bir evrede, oligarþinin (özellikle Koç
Holding merkezli kesimi) tekelleþememiþ burjuvaziye yönelik
“çatýþma”yý öne çýkarmasý, ayný zamanda, dünya ekonomik buhraný
koþullarýnda nasýl bir geliþimin ortaya çýkacaðýný da göstermektedir.
“Kaset savaþlarý”nýn açýk biçimde gösterdiði gibi, 12 Eylül döneminde ortaya çýkan ve palazlanan bir kýsým orta sermaye kesimlerinin, devlet olanaklarýný nasýl kullandýðý ve bu sayede nasýl geliþtiði
daha açýk hale gelmiþtir. Öyle ki, 12 Eylül faþist askeri yönetimiyle
kurulan iliþkiler sonucu, pekçok küçük ve orta sermaye kesimi “devlet kredileri” yoluyla kendilerine yeni yatýrým olanaklarý saðlamýþlardýr.
Bunun temelinde, oligarþi ile bu kesimler arasýnda 1980 yýlýnda yükselen devrimci mücadeleye karþý varýlmýþ olan “consensus” yatmaktadýr.
“Öyle ki 1980 yýlýnda olduðu gibi TÜSÝAD devreye girmiþ
ve doðrudan görüþmelerle yeni bir sömürücü sýnýflar birliði oluþturmaya yönelmiþti. Tekelci-burjuvazinin bu yeni
giriþimi, temel olarak, kendi dýþýndaki sömürücü sýnýflarý
fraksiyonlar ve bireyler düzeyinde birleþtirmeye dayanýyordu. Daha ucuza mal olacak bir taviz politikasý uygulanarak, karþý gücü bölmek en önemli hedefti. Son tahlilde
tekelci burjuvazinin kendi ekonomik gücünü kullanarak
(‘rüþvet’ yoluyla, daha tam deyiþle adam satýn alarak)
bazý fraksiyonlarý ya da bireyleri kendi etrafýnda toplamasý
demekti. Tarihsel olarak, burjuvazinin aristokrasiye karþý
uyguladýðý bir politika olarak Ýngiltere’de oldukça baþarýlý
olmuþtu. Olasý bir baþarýnýn olanaklarýndan yararlandýrma
(devlet kredileri, teþvikler, ihaleler vb. olanaklar) ile tekelci-burjuvazinin sahip olduðu bankalardan kredi saðlama önceliði ve þirketlerin ihalelerinin verilmesi olarak
sunulan bu rüþvet oldukça etkili oldu. Artan enflasyon ve
yüksek kredi faizleriyle iflas eþiðine gelmiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin büyük bir kýsmý, bu yolla T. Özal’a baðlandý. Ve yine ihracat teþvikleri ve devlet ihalelerinden yararlanma önceliði vaadiyle büyük toprak sahipleri, büyük
sürü sahipleri ve Anadolu tüccarlarý ittifaka sokuldu. (Zaten BTP’ nin kapatýlmasýyla bu kesimler politik planda etkili olamayacaklarýný görmüþlerdi.) Geriye kalan küçük sanayiciler ve büyük esnaf çevreleri, büyük ölçüde tekelciburjuvaziye baðlý olduklarýndan, yeni iþ olanaklarý vaadiyle
kazanýldý.”*
150
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bugün “kaset savaþlarý”, oligarþinin 12 Eylül döneminde oluþturmuþ olduðu sömürücü sýnýflar ittifakýnýn bozulmasýnýn ve bunun
sonucu olarak her kesimin eski dönemdeki iliþkilerini kullanarak
kendisine yeni olanaklar saðlamasýnýn bir sonucudur. T. Özal döneminde, bizzat T. Özal’la kurulan iliþkilerle sürdürülen devlet olanaklarýndan yararlanma, T. Özal’ýn ölümünden sonra önemli bir kesintiye
uðramýþtýr. 1991 Ekim seçimlerinden Demirel’in baþkanlýðýndaki
DYP’nin birinci parti olarak çýkmasý ve E. Ýnönü’lü SHP ile koalisyon
hükümeti kurmasý, bu kesintinin baþlangýcýný oluþturmakla birlikte,
T. Özal, Cumhurbaþkaný yetkilerini kullanarak, devlet üzerinde etkili
olabildiði için, kesin sonuçlarý T. Özal’ýn 1993 yýlýnda ölümüyle birlikte ortaya çýkmýþtýr. Bugüne kadar, T. Özal ve ANAP iliþkileri ile palazlanan küçük ve orta sermaye kesimleri ve de yeni “zenginler” (ki
bunlarýn bir kýsmý 12 Eylül holdingleridir), 1993 sonrasýnda, gerek oligarþinin yeni uygulamalarýyla, gerekse Demirel’li DYP çevresinde toplanan diðer küçük ve orta sermaye kesimlerinin etkili olmasýyla birlikte, “eskisi gibi” rahatça iþlerini yürütmeleri olanaksýz hale gelmiþtir.
Bu durum, ilk planda, bu kesimler arasýnda bir iç hesaplaþma
baþlatmýþtýr. Bunun en tipik örneði, Engin Civan’ýn Selim Edes’in
“rüþveti geri almak” için Alaattin Çakýcý tarafýndan vurdurulmasý olmuþtur. Tüm kamuoyunun çok iyi bildiði gibi, bu olayda Alaattin Çakýcý ile olan iliþkiler Ahmet Özal-Semra Özal tarafýndan kurulmuþtur.
Emlak Bankasý’ na iliþkin yolsuzluklar ve rüþvetler, bu olayla açýk
hale gelmiþtir. Ancak gerek oligarþi içindeki çeliþkiler, gerekse devlet bürokrasisinin teknokratlaþtýrýlmasý uygulamalarý sonucu, bu olaylar kendi içinde sýnýrlandýrýlmýþ ve üstü kapatýlmýþtýr.
Ama olaylarý yakýndan izleyen herkesin açýk biçimde gördüðü
gibi, bu dönemden itibaren, 12 Eylül döneminin holdingleri ve “yeni
zenginler”, rüþvet, tehdit ve þantaj yolu ile kendi iþlerini sürdürmeye
devam etmiþlerdir. O güne kadar adý saný duyulmamýþ pekçok “iþadamý”nýn, “kaset savaþlarý”yla birlikte sözü edilebilir bir “zenginliðe”
sahip olduklarý kamuoyuna yansýmýþtýr. Trilyonlarca paranýn elden
ele geçtiði, milyonlarca dolar rüþvetin daðýtýldýðý bir dönemde, en
etkin silahýn “rüþvet, tehdit, þantaj ve cinayet” olduðu açýða çýkmýþtýr.
Kendi sözcükleriyle söylersek, “iþadamlarý” ile devlet ve politikacýlarýn iliþkisi, 12 Eylül askeri yönetimiyle birlikte, tümüyle “yasal
görünüm altýnda” yasadýþý bir iliþki aðý oluþturmuþtur. Bu, herþeyin
herkese karþý kullanýlmasý demektir. T. Özal’la birlikte baþlayan ve
felsefik karþýlýðýný pragmatizmde bulan anlayýþ, böyle bir iliþkiler aðý
içinde egemen bir dünya görüþü olarak ortaya çýkmýþtýr. Devletin,
“egemen sýnýfýn baský aygýtý” olma özelliði ve parlamentoda bulunan
“sað” partilerin “egemen sýnýfýn siyasal temsilcileri” olmasý gerçeði,
* THKP-C/HDÖ, Politikleþmiþ Askeri Savaþ Stratejisi ve Devrimci Taktiðimiz
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
151
KURTULUÞ CEPHESÝ
bu iliþkiler aðýnýn devrimci ve ilerici kesimler tarafýndan fazlaca yadýrganmamasýný getirmiþtir. Pragmatizm, günlük dille söylersek “köþe
dönmecilik”, “iþ bitiricilik” toplumsal ölçekte üretilmiþ olduðundan,
ayný yadýrganmama durumu geniþ kitleler açýsýndan da ortaya çýkmýþtýr. Son Korkmaz Yiðit-Mesut Yýlmaz iliþkisinde görüldüðü gibi,
konu, “beceriksizlik” baðlamýnda deðerlendirilmiþ ve sonucu merakla beklenen bir “macera filmi” izleyen bir televizyon seyirciliðine
dönüþmüþtür. Televizyonlarýn “canlý yayýnlarý”, sunucularýn “heyecanlý ve hararetli” haber aktarýþlarý, tümüyle bu merakýn birer yansýsý olarak ortaya çýkmýþtýr. Öyle ki, “canlý yayýnlar”, “siyasal gerçeklerin teþhir” edildiði ve “tüm pisliklerin” ortaya döküldüðü, dolayýsýyla izleyeni sürekli bir “gerilim ve beklenti” içinde tutan bir diziye dönüþmüþtür.
Böyle bir ortamda, sol örgütler ve kesimler, iniþli çýkýþlý borsa
haberleri izleyicileri gibi, olaylarýn “gerilim dolu” geliþimini izleyen ve
“biz demiþtik”le sýnýrlandýrýlmýþ bir ajitasyonla yetinen bir görünüm
içinde olmuþlardýr. Kitlelerin bilinçlendirilmesinin en temel unsuru
durumunda olan siyasal gerçeklerin açýklanmasý eylemi, “canlý
yayýnlar”la gerçekleþtirildiði varsayýldýðýndan, tümüyle bir yana býrakýlmýþtýr. Oligarþinin bu iliþkiler içinde “devletin yeniden yapýlandýrýlmasý” yönündeki planlarý ve bu yöndeki genelkurmay uygulamalarý,
solda deðiþik tartýþmalarýn ve yaklaþýmlarýn da ortaya çýkmasýna yol
açmýþtýr. PKK’nin son ateþ-kes ilaný sýrasýnda yaptýðý açýklamada da
görüldüðü gibi, “devletin yeniden yapýlandýrýlmasý”, ülkedeki pekçok
sorunun çözüm platformu gibi algýlanmýþ ve benimsenmiþtir.
Teorik olarak, tüm bunlarýn temel nedeninin, ülkemizdeki
oligarþik yönetim ve bu baðlamda emperyalizme baðýmlýlýk, dolayýsýyla demokratik devrimin tamamlanmamýþ olduðu hemen herkes tarafýndan açýkça bilinmektedir. Ve ayný þekilde, sorunun
çözümünün demokratik devrimde olduðu sonucu da kolayca çýkarýlabilmektedir. Ama bu açýk bilinmelere ve kavramalara karþýn, somutta hemen hemen hiçbir ilerleme olmamakta ve sorun “demokrasi
sorunu” olduðu noktasýnda muðlaklaþtýrýlmaktadýr. Ýþte geliþen tüm
olaylar içinde, olaylarýn bizzatihi kendisi dýþýnda, en temel sorun burada odaklanmaktadýr.
1970’lerden itibaren küçük-burjuva radikallerinin, yani devrimci-milliyetçilerin, bürokrasi ve ordu içinden tasfiyesi ile birlikte baþlayan
süreç, böyle bir ortamda küçük-burjuva radikal hareketlerinin ortadan kalkmasý sonucunu getirmiþtir. Dolayýsýyla, 1980 öncesinde pekçok geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde olduðu gibi, ülkemizde de görülen
küçük-burjuva devrimci-milliyetçi hareketler ve örgütlenmeler, günümüzde mevcut deðildir. Böyle olunca, nüfusun çoðunluðunu oluþturan
küçük-burjuva kitlelerin politize olmasý ve radikalleþmesi, geçmiþ dönemlerdekiyle kýsaylanmayacak boyutta azalmýþ ve önemini yitirmiþtir. Ancak, her siyasal hareketin ve tavrýn ekonomik bir temeli olduðu
152
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
gerçeði gözönüne alýndýðýnda, ortaya çýkan bu durumun, salt üstyapýsal, yani küçük-burjuva kitlelerin örgütlenme ve eylemlilikleriyle
ilgili olduðu bir gerçektir. Dolayýsýyla, küçük-burjuvaziyi politize eden
ve radikalleþtiren ekonomik temel, varlýðýný sürdürmekte, ancak bunun siyasal yansýlarý ortaya çýkamamaktadýr. Bu durumun gerçekliði
ise, suni denge belirlemesi içinde ortaya çýkmaktadýr.
Geliþen olaylar dizisi içinde, tüm halk kitlelerinin ve bunun bir
parçasý olarak küçük-burjuvazinin mevcut düzene ve bu düzenin
iþleyiþine karþý tepkileri her dönemdekinden çok daha fazladýr. Ancak, bu tepkiler açýk hale gelememekte ve saptýrýlmaktadýr. Bu tepkileri açýða çýkartacak ve örgütleyecek, ne maddi bir devrimci alternatif güç, ne de küçük-burjuva radikal örgütlenmesi bulunmamaktadýr. Mevcut düzene karþý alternatif devrimci bir gücün maddi
bir güç haline getirilmesi, devrimci öncünün poltik-askeri eylemiyle
olanaklýdýr. Ama ülkemizdeki iliþki ve çeliþkiler aðý, devrimci öncünün politik-askeri eylemini baþlatmasý ve sürdürmesini ne denli bir
zorunluluk haline getiriyorsa, o denli önemli engeller ortaya çýkarmaktadýr.
Devrimci öncünün maddi bir güç haline gelmesinin en temel
engeli, kitlelerin tepkilerinin oligarþinin siyasal zoruyla pasifize edilmiþ
olmasý deðildir. Çünkü, kitlelerin tepkilerinin oligarþinin siyasal zoru
ile pasifize edilmiþ olmasý, bizzat devrimci öncünün politik-askeri
eyleminin zorunluluðunun maddi temelini oluþturur. Yani, kitlelerin
tepkilerinin oligarþinin siyasal zoru ile pasifize edilmiþ olmasý, devrimci öncünün politik-askeri eyleminin nedeni ve hedefi durumundadýr. Devrimci öncü, politik-askeri eylemi ile, halk kitlelerinin tepkileri
ile oligarþi arasýnda kurulmuþ olan bu dengeyi, suni dengeyi bozmak durumundadýr.
Öte yandan, devrimci öncünün politik-askeri eylemi, gerek
hazýrlýk aþamasýnda, gerekse baþlangýç evrelerinde önemli sorunlarla yüzyüze kalmaktadýr. Bu sorunlar, geçmiþ dönemlerdeki hazýrlýk
ve baþlangýç evresi sorunlarýndan çok daha derinleþmiþ sorunlar durumundadýr. Gerek Latin-Amerika genelinde, gerekse ülkemiz
somutunda, 1980 öncesinde küçük-burjuvazinin politizasyonuyla birlikte devrimci mücadele, bu kesimlerin radikalleþmesine paralel bir
geliþim göstermiþtir. Ýþçi sýnýfý ve köylülüðün, devrimci mücadelenin
geliþimine paralel olarak, mücadelenin içinde yer almalarý, küçükburjuvazinin radikalleþmesini daha da ileriye götürmüþtür. Özellikle
silahlý mücadelenin temel mücadele biçimi olarak tartýþmasýz bir
üstünlüðe sahip olmasý, devrimci mücadelenin bu geliþimiyle birlikte ortaya çýkmýþtýr. Devrimci öncü, bu süreç içinde, doðru politikaskeri bir çizginin oluþturulmasý ve buna uygun bir örgütlenmenin
gerçekleþtirilmesi yönündeki eylemi ile, politize olmuþ kitleler içinden artan oranda kadrolar çýkartarak, hazýrlýk aþamasý sorunlarýný
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
153
KURTULUÞ CEPHESÝ
çözebilmiþ ve politik-askeri eylemlerine baþlamýþtýr. Özellikle, geribýraktýrýlmýþ ülkelerde uygulanmaya baþlanan yeni-sömürgecilik yöntemleri, kitlelerin, özellikle de küçük-burjuvazinin anti-emperyalist
tepkilerini artýrdýðýndan, devrimci öncünün politik-askeri eylemleri,
anti-emperyalist temelde büyük bir geliþim göstermiþtir.
Ancak, her zaman ve her yerde olduðu gibi, küçük-burjuvazinin sýnýfsal niteliði, uzun soluklu bir devrimci mücadelenin sürdürülmesi için uygun deðildir. Dolayýsýyla, devrimci mücadelenin geliþimi
ve silahlý mücadelenin sertleþmesi karþýsýnda, küçük-burjuvazinin
önemli bir kesimi küçük ekonomik, sosyal ve siyasal tavizler karþýlýðýnda devrim saflarýný terketmiþler ve kalanlarý da oligarþi-emperyalizm ikilisinin siyasal zorunu askeri biçimde maddeleþtirmesiyle sindirilmiþlerdir. (Hemen her dönemde oligarþinin siyasal zorunun kitlesel ölçekte ilk hedefi bu küçük-burjuva kesimi olmuþtur. Özellikle
faþist milis örgütlenmeler, bu kesimlere yönelik pasifikasyon için kullanýlmýþtýr.)
1980 dünya ekonomik buhraný ortamýnda, geri-býraktýrýlmýþ
ülkelerde kitlelerin (dolayýsýyla küçük-burjuvazinin) politize olmasý
ve tepkilerini açýða vurabilmesi için koþullar olgun olmakla birlikte,
yönetimin askerileþtirilmesiyle birlikte siyasal zorun geniþ ölçekte kullanýlmasý sözkonusu olmuþtur. Ülkemiz somutunda da açýk biçimde
görüldüðü gibi, bu uygulamalar 1980’lerin sonuna gelindiðinde etkisini önemli ölçüde yitirmiþtir. Ancak, buna paralel olarak uygulamaya sokulan “demokratik açýlým” programlarýyla, yani Amerikan emperyalizminin “demokrasi projesi”yle birlikte, küçük-burjuva aydýnlarý ve radikalleri “satýn alýnmýþtýr”. Kurtuluþ Cephesi’nin deðiþik sayýlarýnda ortaya koymaya çalýþtýðýmýz gibi, bu “satýn alma”nýn boyutlarý,
hiçbir dönemle kýyaslanmayacak kadar büyük ve geniþ olmuþtur.
Özellikle küçük-burjuva aydýnlarý, geçmiþ dönemde proletaryanýn
ideolojik hegemonyasý altýnda kendilerini “sol” olarak tanýmladýklarý
için, bu “satýn alma” olayý “sol”da önemli sonuçlar doðurmuþtur.
Yeni yetiþen devrimci kuþak, bu “solcu” küçük-burjuva aydýnlarýnýn
“yeni dünya” görüþünün etkisi altýnda kalmýþtýr. Bunun sonucu ise,
silahlý propagandayý temel alan devrimci öncünün kadrolaþtýrmada
önemli sorunlarla karþý karþýya kalmasý olmuþtur.
Ayný sürecin diðer sonucu ise, küçük-burjuva kitlesinin kolay
politize olmasýyla birlikte geliþen kitlesel eylemlilikler üzerinde olmuþtur. Özellikle legal alanda örgütlenen revizyonistler ve oportünistler ile ekonomik-demokratik kitle mücadelesi bu durumdan büyük ölçüde etkilenmiþlerdir.
Revizyonistler ve oportünistlerin geçmiþ dönemlerde küçükburjuvazinin politizasyonuna dayanan “kitleselleþme” özellikleri, küçük-burjuva aydýnlarýnýn “satýn alýnmýþlýðý” koþullarýnda, bu kesimlerin
görüþlerinin benimsenmesini getirmiþtir. Bu revizyonist ve oportü-
154
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nistler, eski dönemdeki gibi “kitleselleþebilmek” için küçük-burjuvaziyi etkileyen ve yönlendiren bu aydýnlarýn dünya görüþlerini benimsemekte fazlaca tereddüt etmemiþlerdir. Çünkü onlar, geçmiþ dönemdeki “kitleselleþmeleri” olgusunun temelinde küçük-burjuvazinin politize olmasýnýn yattýðýný ve buna dayanarak ve bunlara yönelik
politikalar izleyerek “kitleselleþtiklerini” çok iyi bilmektedirler. Ve bir
kez daha, ayný politikalarla “kitleselleþebilme”yi ummuþlardýr.
Oysa ki, koþullar deðiþmiþ ve çeliþkiler farklýlaþmýþtýr. Dünün
hýzla politize olan küçük-burjuvazisi, ayný hýzla radikalleþebilmekteyken, günümüzde “adam satýn alma” uygulamalarýyla ne politize olabilmekte, ne de radikalleþebilmektedir. Doðal olarak, geçmiþ dönemlerdeki gibi “kitleselleþme” peþinde koþan revizyonistler ve oportünistler, üzerinde rahatça politika yapabilecekleri bir kitlesel temele
sahip deðildirler. Eski “solcu”, yeni “demokrat” küçük-burjuva aydýnlarý, emperyalizm ve oligarþinin politikalarýyla tam bir uyum içinde
faaliyet yürütmektedir. Bu faaliyetin en temel unsuru, küçük-burjuva
kitlelerin politize edilmemesidir. Ne zaman bir gerilim ortaya çýksa,
kitlelerin politize olmalarý gündeme gelse, bu küçük-burjuva aydýnlarý, tüm basýn-yayýn olanaklarýný kullanarak kitleleri “sakinleþtirmeye”
çalýþmaktadýrlar. Bu ortamda, revizyonistlerin ve oportünistlerin, geçmiþ dönemlerde olduðu gibi “kitleselleþmeleri” sözkonusu olmadýðý
gibi, “kitle eylemlilikleri” içinde kendilerini bir siyasal güç olarak ortaya
koyabilmeleri de sözkonusu olamamaktadýr. Yapabildikleri tek þey,
küçük-burjuva aydýnlarýnýn emperyalizmin ve oligarþinin politikalarýna uygun faaliyetlerinin kuyruðuna takýlmaktýr. Örneðin, A. Öcalan’ýn
Ýtalya’da bulunuþuyla birlikte baþlayan ve baþýný MHP’li faþistlerin çektiði þovenist gösteriler karþýsýnda oportünistlerin elinde bulunan KESK,
daha önceden planladýðý tüm eylemleri iptal etmiþtir. Popüler dilden söylersek, KESK, bu yolla “yükselen toplumsal gerilimi daha da
týrmandýrmamak” iþlevini üstlenmiþtir. Bunun politik dildeki karþýlýðý
ise, KESK’li oportünistlerin, geçmiþ dönemde kendilerini vareden
“radikal”liði bir yana býrakmalarýdýr. Çünkü onlar kitlelerin politize
olmasýndan korkmaktadýrlar. Böylece kendi varoluþ temellerini, kendi
altlarýndan kendileri çekip almaktadýrlar.
Elbette verdiðimiz bu örnek, geçmiþ dönemin DY’si, günümüzün ÖD Partisi çevresinde toplaþmýþ olan “kitleselleþmiþ” oportünistlere iliþkindir. Bunun yanýnda, bu geliþmeleri, iliþkileri ve dönüþümleri
gözönüne almayarak, geçmiþ dönemin DY’sini kendilerine kýlavuz
edinen çevreler de vardýr. Bunlar, 1980 öncesinin DY’li oportünistlerinin “kitleselliðine” duyduklarý özlemle “radikal” kitle eylemleri yanlýsý tutumlar sergilemektedirler. Bu baðlamda, “her türlü þovenizme,
emperyalizme, faþizme” karþý olarak “radikal” küçük grup eylemleri
gündeme getirmektedirler. Her seferinde nicelik olarak azalan katýlýmlarla sürdürülmeye çalýþýlan bu eylemlilik, yukarda ortaya koy-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
155
KURTULUÞ CEPHESÝ
duðumuz tarihsel geliþimi gözönünde bulundurmadýðý için “kitleselleþme” açýsýndan kýsýr bir döngü içinde kalmaktadýr.
Tarihsel geliþimin diðer bir sonucu ise, ekonomik-demokratik
kitle mücadelesi alanýnda ortaya çýkmýþtýr.
Geçmiþ dönemde politize olmuþ küçük-burjuva kitlelerinin
istem ve özlemlerine göre biçimlendirilmiþ ve buna paralel yürütülen ekonomik-demokratik mücadele (ki bu durumun en etkin unsuru oportünistler olmuþtur), günümüzde ayný biçim ve içerikte sürdürülemez durumdadýr. Tümüyle oportünist bir anlayýþla yürütülmüþ
olan ekonomik-demokratik mücadele, günümüz koþullarýnda, emperyalizm ve oligarþinin “demokratikleþme” planlarý çerçevesine sýkýþmýþtýr. Bunun somut ifadesi ise, ekonomik-demokratik kitle örgütlerinin “sivil toplum örgütleri” olarak sunulmasýdýr. Böylece, ekonomik-demokratik mücadele ve kitle örgütlenmesi adý altýnda, tümüyle
kitlelerin politize olmasýný engelleyen bir faaliyet ve örgütlülük gündeme getirilmiþtir.
Tüm bunlarýn sonucu ise, gerek politik kitle mücadelesinin,
gerekse ekonomik-demokratik kitle mücadelesinin, kitlesel ölçekte
geniþleyememesi, pekçok kesimin çok sevdikleri sözcüklerle söylersek, “kitleselleþememesi” dir.
Ýþte ülkemizde son geliþen olaylar (“kaset savaþlarý”, “türban
eylemleri” ve Ýtalya sorunu), mevcut düzenin ne denli çürümüþ, yozlaþmýþ olduðunu göstermenin ötesinde, bu gerçeklerin açýða çýkmasýný da saðlamýþtýr. Özellikle devrimcilerin bu ortaya çýkan gerçekleri
doðru deðerlendirmeleri ve buna paralel olarak doðru bir politik çizgi izlemeleri açýsýndan, olaylar fazlasýyla öðreticidir.
Sorun, küçük-burjuva aydýnlarýnýn satýn alýnmýþlýðý ve bu satýn
alýnmýþ küçük-burjuva aydýnlarýnýn kitleler üzerindeki hegemonyasýdýr. (Bu hegemonyanýn en temel unsuru, ülkemiz solunda egemen
olan revizyonizm ve oportünizmdir. Bu hegemonya, bu egemenlik
aracýlýðýyla saðlanmýþtýr.)
Bu konuda son olaylar içinde ortaya çýkan birkaç gerçeði bir
kez daha anýmsatalým:
1980 sonrasýndaki ortaya çýkan en temel olgulardan birisi de,
küçük ve orta sermaye kesimlerinin kendi içindeki parçalanmýþlýklarýdýr.
Bu kesimlerin bir kýsmý, “islamcý sermaye” olarak kendilerine
yeni çýkarlar bulmaya çalýþýrken, bir diðer kýsmý, “rüþvet, tehdit, þantaj
ve cinayet” yöntemleriyle kendi çýkarlarýný gerçekleþtirmeye
yönelmiþlerdir. Üçüncü bir kesim ise, küçük-burjuva aydýnlarýnýn satýn alýnmasýyla ortaya çýkan yeni çýkar iliþkileri içinde yer almýþlardýr.
Böylece, “þeriatçýlar”, “iþbitiriciler-mafyacýlar” ve “demokratlar” olarak üç ana çizgi son olaylarla belirginleþmiþtir. Her kesim kendi içinde alt bölümlere ayrýlmaktadýr. Örneðin “demokratlar”, kendi içlerinde
156
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
“laik-kemalistler” ve “II. cumhuriyetçiler” olarak bölünürken, “iþbitiriciler-mafyacýlar”, DYP ve ANAP olarak ayrýþmýþlar ve buna baðlý olarak faþistlerle farklý baðlantýlar içindedirler. “Þeriatçýlar” ise, “radikaller”
ve “uzlaþmacýlar” olarak bölünmektedirler. “Radikal þeriatçýlar”, RP
içindeki “yenilikçiler” (T. Erdoðan grubu), tarikatlar þeklinde alt bölümlere sahipken; “uzlaþmacýlar”, RP üst yönetimi, Kombassan holding,
Ýhlas holding gibi bölümlere sahiptir.
Tüm bu bölünmeler, küçük-burjuvazi ile orta-burjuvazinin siyasal yönelimini etkileyen ve belirleyen bölünmeler durumundadýr.
Kitlelerin politize olmasý yönünden ele alýndýðýnda, bu bölümler içinde iki kesim ön plana geçmektedir: “Demokratlar” ve “þeriatçýlar”.
Tarihsel süreç açýsýndan bu iki kesimden birincisi, yani “demokratlar”, küçük-burjuvazinin demokrat kesimlerini belirlediði için, devrimci
mücadele açýsýndan kitlelerin politize olmasý yönünden temel öneme sahiptir. Yukarda ortaya koyduðumuz olgular ve geliþmeler, özellikle bu kesimin egemenliðine baðlý olarak ortaya çýkmaktadýr. Murat
Belge’ler, Ahmet Altan’lar, Cem Boyner’ler, Cengiz Çandar’lar gibi “II.
Cumhuriyetçiler”in, tümüyle emperyalizmin “yeni dünya düzeni” içinde iþlevler yerine getirdikleri her açýdan nettir. Doðal olarak, bu kesimlerin kitlelerin depolitizasyonundaki iþlevleri ve bunu yerine getiriþ
tarzlarý kadar, bu sürece nasýl angaje olduklarý, hemen her açýdan
belirginleþmiþtir.* Daha geniþ kesimleri etkileyen, ancak “II. cumhuriyetçiler” kadar ön planda görünmeyen “laik-kemalistler”, aðýrlýklý
olarak CHP içinde toplanmýþlardýr. Bu kesimlerin önde gelenleri, hemen hemen benzer bir tarzda satýn alýnmýþlardýr. Ýþte son “kaset
savaþlarý”nýn ortaya çýkardýðý en önemli gerçeklerden birisi de budur.
Kamuoyuna yansýdýðý gibi, kendilerini “laik”, “demokrat”, “kemalist” olarak sunan “sosyal-demokratlar”, emperyalizmin ve oligarþinin “adam satýn alma” politikasýnýn uygulama alaný durumundadýr.
Pekçok eski “solcu” küçük-burjuva aydýnýyla birlikte, bu kesimlerin
önde gelen politikacýlarý satýn alýnmýþlardýr. Doðal olarak, küçük ve
orta sermaye kesimleri, bu iliþkileri kullanarak kendilerine yeni çýkarlar saðlamak durumunda olmuþlardýr. “Kaset savaþlarý”nýn iki kesimi, yani ANAP ile CHP, iki 12 Eylül holdinginin taraflarý durumundadýrlar. Bir yanda Korkmaz Yiðit, diðer tarafta ise Kamuran Çörtük
bulunmaktadýr. Korkmaz Yiðit, henüz holdingleþmemiþ; Kamuran
Çörtük ise Bayýndýr Holding olarak faaliyet yürütmektedir. Korkmaz
Yiðit’in ANAP ve Alaattin Çakýcý ile olan iliþkileri; Alaattin Çakýcý’nýn
M. Yýlmaz’la iliþkileri kamuoyuna ayrýntýlý olarak yansýmakla birlikte,
Bayýndýr Holding ile CHP iliþkileri çok daha arka planda kalmýþtýr.
* Bkz. Kurtuluþ Cephesi, “1980’den Günümüze Kitle Pasifikasyonu ve Sonuçlarý”,
Mart-Nisan 1997, Sayý: 36.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
157
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bugün kamuoyuna yansýdýðý gibi, 12 Eylül döneminde Erol
Çevikçe, Bayýndýr Holding’in kurucularýndan birisidir. Ayný þekilde bir
dönemlerin Barolar Birliði Baþkanlýðýný yapan CHP yöneticilerinden
Önder Sav, Bayýndýr Holding’in hukuk müþavirliðini yapmýþtýr. Deniz
Baykal ve Turan Güneþ, Shell petrol tekelinin Ataþ ortaklýðý döneminde avukatlýðýný üstlenmiþlerdir.
Görüldüðü gibi, “sosyal-demokratlar”, týpký eski “solcular” gibi,
12 Eylül dönemi içinde satýn alýnmýþlardýr. Öte yandan dün DSP’li,
bugün CHP’li olan ve Demirel’in “gözbebeði” Bülent Tanla, 12 Eylül
döneminde palazlanan “anket” þirketlerinin en önde gelenlerinden
birisine sahiptir. Yanýnda yüzlerce ilerici, demokrat çalýþtýrmaktadýr.
Ve herkesin bildiði gibi, bu “anket” þirketleri, kamuoyunun yönlendirilmesinde birinci dereceden rol oynadýklarý gibi, politik iliþkilerin
yönlendirilmesinde de etkin durumdadýrlar. Özellikle siyasal parti
baþkanlarýnýn “yapýlan anket sonuçlarýna göre”, “imaj”larýndan,
“söylem”lerine kadar herþeyi deðiþtirdikleri bir dönemde, bu yönlendirmenin boyutlarý çok daha geniþ olmaktadýr. Son CHP kurultayýnda görüldüðü gibi, kitlelerin politize olmamasý için herþey yapýlmaktadýr. Bu amaçla, bir parti kurultayý “konser”e dönüþtürülebilmektedir.
Ýþte tüm bu gerçeklerin gösterdiði en temel unsur, kitlelerin
politize olmamasý için, bir yandan oligarþinin siyasal zoru her alanda
sürdürülürken, diðer yandan kitlelerin pasifize edilebilmesi için her
türlü ideolojik, siyasal, ekonomik ve sosyal saptýrma araçlarý kullanýlmaktadýr. Bu ikili uygulamanýn birincisine yönelik olarak devrimci
öncünün net bir politik-stratejik çizgisi olmakla birlikte; ikincisine yönelik mücadelenin araçlarý yetersizdir. Bu ikinci yön, emperyalizmden oligarþiye, sosyal-demokratlardan revizyonist ve oportünistlere
kadar geniþ bir kesimin etkin olduklarý bir alaný kapsadýðýndan, devrimci öncünün sýnýrlý politik-askeri gücü yetersiz kalabilmektedir. Aðýrlýklý olarak ideolojik alaný oluþturan bu yön, solda egemen olan legalizm ve oportünizmin katkýlarýyla, geçmiþ dönemle kýyaslanamayacak ölçüde büyük bir sorun durumundadýr. Bu sorunlarýn aðýrlýðý, çoðu durumda, sol örgütlerin ideolojik-politik çizgilerini terketmelerine neden olmaktadýr. Kimi durumda “taktik gereði” gibi sunulan bu
terkediþ, özsel olarak stratejik düzeyde ideolojik-politik çizginin deðiþimini getirmektedir. Ancak “yeni” çizgi tanýmlanamadýðý için, söylemde “eski” ideolojik-politik çizgi sürdürülürken, somutta tam
bir belirsizlik ve politikasýzlýk egemen olmaktadýr. (Bu yer de
pragmatizm ve eklektizmle doldurulmaya çalýþýlmaktadýr.)
Devrimci mücadelenin sürdürülüþü açýsýndan son dönemdeki geliþmelerin en açýk biçimde ortaya koyduðu gerçek, kitlelerin
depolitizasyonu ve politize olmalarýnýn ekonomik, sosyal, siyasal ve
ideolojik tüm saptýrma araçlarýnýn kullanýlmasýyla engellenilmesidir.
158
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
1960’lý ve 1970’li yýllarda kitlelerin politizasyonunda önemli bir yere
sahip olan ve devrimci-milliyetçi bir çizgide bulunan küçük-burjuva
aydýnlarý (ki bu durum, bu kesimlerin anti-emperyalist bir tutum takýnmalarý ve yeni-sömürgecilik uygulamalarýna karþý çýkmalarý
þeklinde kendisini somutlar), 12 Eylül askeri darbesiyle birlikte oligarþinin siyasal zoru ile sindirilmiþler ve “adam satýn alma” politikalarýyla, “demokrasi projesi”yle emperyalizmin ve oligarþinin “yeni dünya düzeni” söylemine kanalize edilmiþlerdir. Bu nedenden dolayý,
bu kesimler, kitlelerin politizasyonu üzerinde olumsuz yönde bir etken durumuna gelmiþlerdir. Ayný durum, kendisini CHP ve DSP’de
ifade eden küçük-burjuva aydýnlarý için de geçerlidir. Bugün parlamentoda açýk biçimde görüldüðü gibi, tüm partiler, kitlelerin depolitizasyonunun devam etmesi yönünde ortak bir tutum sergilemektedirler. Ve buna karþýt olarak da, politikayla iliþkisi olmayan (apolitik)
her türden “marjinal” konular, ayný kesimler tarafýndan özellikle desteklenilmekte ve kamuoyunun gündemine sokulmaktadýr.
Böylece, 1960’larýn ve 1970’lerin politize olmuþ kitleleri karþýsýnda devrimcilerin ve devrimci örgütlerin mücadeleleri belli bir somut alternatif oluþturmak durumundayken, günümüzde bu durum
soyut olarak varlýðýný sürdürmektedir. Böylece, Che Guevara’nýn deyiþiyle, 1960’larýn ve 1970’lerin dünyasýnda þu ya da bu nedenle ve þu
ya da bu kesim tarafýndan politize olmuþ kitlelerin katalizatörü olan
gerilla, günümüzde bizzatihi bu koþullarýn oluþturulmasýnýn temel
aracý olmak durumundadýr. Geçmiþ dönemlerde, politize olmuþ kitlelerin en ileri unsurlarýný örgütleyen devrimci öncü, günümüzde
kitlelerin politize edilmesini, bunlar içinden ileri unsurlarýn çýkmasýný
saðlamayý ve giderek de bu ileri unsurlarýn en ileri kesimlerini örgütlemeyi bir bütün olarak yerine getirmek göreviyle karþý karþýyadýr.
Bu durum, MRTA’nýn geçen yýl gerçekleþtirdiði Japonya büyükelçiliði
eyleminin temel sloganýnda kendisini açýk bir biçimde ortaya
koymuþtur: Sessizliði bozun!
Bugün, tüm geri-býraktýrýlmýþ ülkelerdeki devrimci mücadelenin karþý karþýya olduðu sorun burada odaklanmaktadýr. Geçmiþ dönemlerdeki silahlý mücadelenin baþlatýlýþý ve sürdürülüþünün koþullarý
deðiþmiþtir. Dolayýsýyla yeni koþullara uygun taktikler belirlenmesi
gerekmektedir. Özellikle Öncü Savaþýnýn hazýrlýk ve baþlangýç aþamasýna iliþkin sorunlar, günümüzdeki durum tarafýndan belirlendiðinden, bu duruma uygun yeni yollar ve yöntemler bulunmasý gündeme
gelmiþtir. Ýþte, tüm silahlý mücadeleyi benimsemiþ ve yürütmüþ olan
örgütlerin karþý karþýya kaldýklarý bu durum, Latin-Amerika’da açýk
biçimde ortaya çýktýðý gibi, “günümüzde gerilla savaþýnýn sürdürülmesinin koþullarý elveriþli deðildir” vargýsýyla silahlý mücadelenin “geleceðe ertelenmesi”ni gündeme getirmiþtir. (Bu konuda Uruguay’da
Tupamaros’un durumu en tipik örnektir.)
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
159
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Diktatörlük sýrasýnda sadece otoritaryalizm, halk hareketinin ve devrimci örgütlerin parçalanmasý egemen deðildi, yeni bir kapitalist model de doðdu. Bu model, insan
iþgücünün tam bir sömürüsüne, reel ücretlerdeki korkunç
bir düþüþe, egemen sýnýfýn daha fazla varlýk biriktirmesine
dayanýyor ve bu model þu ana kadar tam bir krize düþmedi.
Halk hareketi bir yenilgi aldý ve henüz daha þu aþamada
uygun cevaplar verebilmek için deðiþen koþullara adapte
olamadý. Þu anda sýnýflar mücadelesi oldukça düþük bir
seviyede yürütülüyor, sadece referandum mücadelesi insanlarý sokaklara döktü. Ýnsanlar sendikalar ve siyaset alanýnda kendilerine inandýrýcý gelen ve uðruna mücadele
etmeyi deðerli bulduklarý hiç bir þey bulamýyorlar. Toplumsal, siyasal, sendikal, öðrenim alanlarý, evet hepsi bir kriz
içersinde. Ve MLN’de kulaklarýna kadar bu krize gömülü
vaziyette. Yeni üyelerimiz olsa da ve toplantýlarýmýza bir
çok insan gelse de veya yayýnlarýmýz oldukça baþarýlý olsa
da, bütün bu insanlarý örgütleyecek konumda deðiliz. Bugüne kadar net yanýtlar veremedik. Ayrýca insanlara belli
bir taban grubunda çalýþmalarýný, en azýndan haftada
bir bu iþe üç-dört saat ayýrmalarýný ve bu þekilde belli
görevler üstlenmelerini de anlatamýyorsun. Her gün
aktif olmalarýný ise hiç mi hiç öneremiyorsun. Ýnsanlar
bunu, yük taþýmayý istemiyorlar ki. Bir hafta boyunca
veya bir günlüðüne bir þey yapmaya hazýrlar, ama MLN
gibi bir örgütün bir üyesinin yapmak zorunda olduðu
gibi sürekli bu þekilde yaþamak istemiyorlar.”* (abç)
“Diktatörlüðü daha yeni gerisinde býrakmýþ bir ülkede
yeni bir eylemci kuþaklarýnýn eðitimi bizim eski eðitimimize göre daha da alçak gönüllü olmak zorunda.
Pratik olarak sýfýrdan baþlamak zorundasýn, yavaþ yavaþ, sakince, insanlarý baský altýna almadan. Korkunç
bir miras devraldýk. Ve üyelerimizden büyük þeyler bekledik, içinde bulunduðumuz duruma kýyasla büyük þeyler.
Herþey kendi vaktinde. Üyelerine nihai savaþa katýlmalarý
için çaðrý yapmakla daha yeni yenilgiden çýkmýþ olmak,
bütün bir halkýn daha yeni diktatörlükten kurtulmuþ olmasý çok farklý þeyler. Buna ek olarak zor ekonomik koþullarý da saymak gerekli, insanlar tencerelerinde birþeyler
olsun diye bütün gün çalýþmak zorundalar. Böyle bir þeyi
dikkate almak zorundasýn. Örgüt hiç bir zaman Che Guevaralardan oluþmayacak. Onlar o kadar az ki. Sonra ki* Akt. G. Weber, Gerilla Bilanço Çýkarýyor, s. 193.
160
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
þisel sorunlar da var. Bir insanýn MLN’ye girmesi geçmiþimizden dolayý büyük bir adým, bunu yapan yaþamýyla oynuyor, bu þaka ya da boþ laf deðil. Birçok insan Tupamaro
taraftarý, yapabilecekleri her yerde bizi destekliyorlar, ama
hiçbir zaman üye olarak bize gelmezler.”* (abç)
Ýþte Tupamaros’un 1980 sonrasýndaki Uruguay toplumsal yapýsýný deðerlendirmesi ve bundan çýkardýklarý sonuçlar. Görüldüðü
gibi ve Tupamaros’un yaptýðý gibi, bugün tümüyle legal alanda faaliyet yürütmek durumundadýrlar ve silahlý mücadele “bir baþka koþullara” ertelenmiþ bir mücadele biçimi olarak bir yana býrakýlmaktadýr.
Hemen hemen benzer kavrayýþlar ülkemiz somutunda da ortaya çýkmýþ ve sonuçlarý alýnmýþtýr. 1980 sonrasýnda uzun yýllar hiçbir
þey yapmayan, ancak 1980 öncesinde “gerilla savaþýný”, “öncü savaþý”
ný, “suni denge”yi aðýzlarýndan ve yazýlarýndan hiç düþürmeyen DY
oportünizmi, günümüzde ÖD Partisi olarak faaliyet gösterirken, kendisine Brezilya ÝP’sini örnek olarak almaktadýr. Ayný þekilde, 1990
baþlarýnda M-18 gerilla þubesi kuran MLKP, her yönden tümüyle “legal” bir faaliyet içine girmiþ ve açýk biçimde yýllarca “revizyonizm,
oportünizm, karþý-devrimci” olarak nitelediði “þehir merkezli strateji”yi
benimseyerek “þehir ayaklanmalarý”yla iktidarýn ele geçirilmesini savunur hale gelmiþtir. TÝKKO kesimi, kendi içindeki tüm özel sorunlara karþýn, özsel olarak ayný farklýlaþmanýn bir ürünü olarak iki ayrý
kesime ayrýlmýþtýr. Ve kendisini DHKP-C olarak örgütleyen DS ise,
son dönemlerde artan bir “legalizasyon” içinde yeni bir yön arayýþý
içine girmiþtir. Ve herkesin çok iyi bildiði gibi, “bir örgütün bir üyesinin yapmak zorunda olduðu gibi sürekli bu þekilde yaþamak”,
yani profesyonel ya da profesyonel olmaya hazýr bir kadro olarak
faaliyet yürütmek, yeni yetiþen kuþak tarafýndan sistemli bir biçimde
“reddedilmekte”dir.
Son dönemde ülkemizde ortaya çýkan geliþmeler, yani “kaset
savaþlarý”, “türban eylemleri” ve “Ýtalya krizi”, bu gerçekleri bir kez
daha açýða çýkartýrken, ayný zamanda bu yeni “açýlým” içindeki legal
solun her yönden nasýl etkisiz kaldýðýný da ortaya çýkarmýþtýr. Özellikle “Ýtalya krizi”yle birlikte ülkenin her yanýnda baþlatýlan ve baþýný
faþist milislerin çektiði þovenist eylemler ve bu eylemler sýrasýnda
Kürtlere ve HADEP’e yönelik saldýrýlar karþýsýnda tümüyle “sessizliðe” bürünülmesi ve neredeyse “ortalýkta görünmeme taktiði” yürütülmesi, özellikle 1980 öncesinin silahlý mücadele savunucusu olup
da, günümüzde bunun geçersizliðini ilan edenlerin traji-komik durumlarýný sergilemiþtir. Faþistlerin örgütlediði ve oligarþik devlet aygýtýnýn tümüyle desteklediði þovenist eylemler ve saldýrýlar, nerereyse
* Akt. G. Weber, Gerilla Bilanço Çýkarýyor, s. 141.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
161
KURTULUÞ CEPHESÝ
sadece “futbol fanatikliði” ve “Galatasaray sevgisi”yle durdurulabilinecek noktaya ulaþmýþtýr. Ýran’daki tarihsel olaylar bilinirken ve baþta
Halkýn Fedaileri olmak üzere, tüm sol örgütler ve kitleler þeriatçýlar
tarafýndan acýmasýzca katledilmiþken, ülkemiz solunda hala
“Ýslamcýlar”la “ittifak” peþinde koþanlar ve onlarla ortak eylemler düzenleyenler varlýðýný sürdürmektedir. “Komünist” olduklarýný açýkça
söyleyebilen, dolayýsýyla “ateist” olmalarý kaçýnýlmaz olan kiþilerin,
camilere gitmeleri, dualar okumalarý, mevlit dinlemeleri ayný benzer
traji-komik görünümlerden olmuþtur. Susurluk olayýnda “bir dakika
karanlýk eylemi” yaparak “kitlelere ulaþtýðý”ný ilan edenler, ne “kaset
savaþlarý”nda, ne faþist milislerin yönetimindeki þovenist eylem ve
saldýrýlarda ortalýkta görünmemelerinin, “dünya deðiþti, biz de deðiþmeliyiz” söyleminin kitleleri depolitize etmenin ve her türden savunma olanaklarýnýn ellerinden alýnmasýndan baþka bir anlama gelmediði
de son olaylarla görülmüþtür.
Sözün özü, mevcut durumdaki geliþmeler, 1980 sonrasýnda
ortaya çýkan geliþmeleri salt olgusal düzeyde saptayarak, bundan
silahlý mücadelenin geçersizliði sonucunu çýkaranlarýn içine düþtükleri
açmazý ortaya çýkarmýþtýr.
Nesnel koþullardaki farklýlýk, silahlý mücadelenin geçersizliðini
deðil, silahlý mücadelenin hazýrlýk ve baþlangýç evrelerine iliþkin çalýþma tarzýnýn geliþtirilmesini gerektiren bir farklýlýktýr. Bir baþka deyiþle,
Öncü Savaþýný sürdürebilmek için gerekli asgari örgütlenme, politize
olmuþ kitlelerin içinden kadrolar çýkartýlmasýyla deðil, bizzatihi depolitize edilmiþ kitle içinde çalýþarak kadro çýkarmaya dayanmak durumundadýr. Dolayýsýyla, en ileri unsurlarýn örgütlenmesi çalýþmasý, bu
unsurlarýn örgütsel çalýþmayla yaratýlmasýndan baþlamak zorundadýr. “Önce kitleleri ekonomik ve demokratik hak ve istemler etrafýnda örgütleyelim ve bu mücadele içinde onlarý politize edelim, ondan
sonra silahlý mücadele için örgütleniriz” demek deðildir. Böyle bir
kavrayýþ, dünya devrimci pratiðinin defalarca tanýtladýðý gibi, “barýþçýl
mücadele metodlarý temel alýnarak yapýlan örgütlenme asla savaþma aþamasýna geçemez”. Ve 1980 öncesinin DY pratiði bunu
ülkemiz somutunda bir kez daha tanýtlamýþtýr.
Bu nedenle, devrimci öncünün örgütlenme çalýþmasý, 1980
sonrasýndaki geliþmeleri ve deðiþmeleri gözönünde bulundurarak,
Öncü Savaþý için gerekli kadrolarý yaratmak ve eðitmeyi hedeflemek
zorundadýr. Böyle bir faaliyet, kaçýnýlmaz olarak, samimi unsurlarýn,
dünya çapýnda egemen bir anlayýþ ve kavrayýþ haline dönüþtürülmüþ
olan emperyalizmin ideolojik saptýrmalarýnýn niteliklerini kavramalarýna ve bu ideolojik saptýrmalarýn üzerlerindeki etkilerini ortadan kaldýrmaya ilk anda aðýrlýk vermek durumunda kalacaktýr. Dolayýsýyla,
bu faaliyette ideolojik eðitim ve propaganda, siyasal ajitasyondan
önde gelmek durumundadýr. Bu da, mevcut durumun ve iliþkilerin
162
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
(ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb.) amansýz bir eleþtirisini gerektirdiði gibi, mevcut duruma karþý kesin ve uzlaþmaz bir tavýr alýnmasýný gerektirmektedir. Bu temellerde gerçekleþtirilecek kadrolarýn
ideolojik-politik eðitimiyle, Öncü Savaþýnýn sürdürülmesi için gerekli
asgari örgütlenmenin sürekliliði saðlanabilecektir. Doðal olarak böyle
bir faaliyet, kadrolaþtýrma sürecinde etkin eðiticilerin varlýðýný öngerektirir. Bu nedenle, profesyonel kadrolarýn, tarihsel koþullarýn tam
ve bütünsel bir kavrayýþýna sahip olarak çalýþmalarýný sürdürmeleri
en belirleyici yön olmaktadýr. Kadrolarýn, politik-askeri niteliklerinin
yanýnda ideolojik-politik nitelikleri de belirleyici bir önem kazanmýþtýr.
Son dönemdeki olaylar, ister bütünsel olarak, ister tekil olarak ele
alýnsýn, ortaya çýkardýðý olgular ve sonuçlarla, bunun önemini göstermektedir. Olaylarýn geliþimini izleyemeyen, olaylar arasýndaki iliþkiyi
ve baðlantýyý kuramayan, olaylarýn bütünsel niteliðini göremeyen, ve
sonuç olarak olaylarý birbirinden yalýtýk ve basýn-yayýn araçlarýnýn kendilerine sunduðu gibi algýlayan yeni bir kuþaðýn varlýðý, bugün belirleyici durumdadýr. Bunlarýn ideolojik içeriðini kavrayamadýklarý
pragmatist bir anlayýþa sahip olmalarý, konunun ideolojik boyutunu
açýk hale getirmektedir. Bundan öte, solda görülen ve tek tek bireylerde de ortaya çýkan ilkesizlik, tutarsýzlýk, kararsýzlýk, bezginlik, tüm
bu çerçevenin somut görüngüleri durumundadýr. Örneðin, PKK’nin
dört yýl önce amblemindeki çekiç-oraðý kaldýrarak yerine “meþale”yi
koyma kararý bilgisi ile Ýtalya’da yapýlan eylemlerde “çekiç-oraklý”
PKK amblemlerinin kullanýlmasý görüntüsünü tümleyemeyen bir
kuþak, kaçýnýlmaz olarak “ilke”, “tutarlýlýk”, “kararlýlýk” gibi kavramlarý anlayamayacak ve içselleþtiremeyecektir. Böyle bir durumda, devrimci öncü, bunlarýn kolayca kavranýlabilindiði ve anlaþýldýðý
koþullardaki örgütlenme çalýþmasýnda kullandýðý programý, bu unsurlarýn bulunduðu bir ortamda bire bir yürütemeyecektir.
Sonuç olarak, günümüzde geliþen olaylar devrimci öncünün
örgütlenme konusunda karþý karþýya olduðu sorunlarý daha açýk ve
net olarak kavrayabilmesi için yeterli örnekler ortaya koymuþtur. Ve
bu sorunlarýn baþýnda, kitlelerin depolitizasyonu ve bunun devamý
için oligarþi ve emperyalizmin yürüttüðü faaliyetler gelmektedir. Bu,
suni dengenin sürdürülüþünde siyasal zor araçlarýnýn dýþýndaki
araçlarýn daha etkin kullanýmýný ifade etmektedir. Devrimci öncü,
silahlý propagandayý temel mücadele biçimi olarak ele alarak, bir
yandan siyasi gerçeklerin açýklanmasý faaliyetini yürütürken, diðer
yandan suni dengenin korunmasýný ve sürdürülmesini saðlayan araçlarýn etkisizleþtirilmesi yönünde eylemde bulunur. Suni dengenin
sürdürülüþünde siyasal zor araçlarýnýn dýþýndaki araçlar (nispi refah,
pasifikasyon araç ve yöntemleri vb.), bu faaliyetin dolaylý bir sonucu
olarak etkisizleþir. Bu nedenle, Öncü Savaþýnýn sürdürülüþü, suni dengenin bozulmasýnda belirleyici niteliktedir. Günümüzde ortaya çýkan
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
163
KURTULUÞ CEPHESÝ
sorun, Öncü Savaþýnýn südürülüþüne iliþkin olmayýp, sürdürülmesiyle ilgili öznel koþullarýn yaratýlmasý ve sürekliliðinin saðlanmasýyla
ilintilidir. Dolayýsýyla, mevcut durumdaki geliþmeler, Öncü Savaþýnýn
temel belirleyiciliðini hiçbir biçimde ortadan kaldýrmamaktadýr. Sorun,
öznel koþullara iliþkin faaliyetin, kitlelerin depolitizasyonu koþullarýnda
yürütülmesidir. Bu açýdan, günümüzdeki geliþmeler, Öncü Savaþýnýn
her zamankinden daha çok gerekli olduðunu göstermektedir ve bu
süreçte mevcut olmayan öncünün eylemidir. Doðal olarak, devrimci
öncünün bu dönemde eylemsiz oluþu, geliþen olaylarýn oligarþinin
ve emperyalizmin istediði yönde evrilmesini gündeme getirmektedir. Sürecin deðiþtirilmesinin tek yolu devrimci öncünün eyleminden
ve bu eylemi için gerekli öznel koþullarýn yaratýlmasýndan geçmektedir. Ýþte, ülkemizdeki mevcut durumun ortaya koyduðu temel gerçek budur.
164
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
... Ve “Genelkurmay Devreye Girer”
(Üçüncü Perde)
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 48, Mart-Nisan 1999
“Mayýs-Haziran
1997 tarihli Kurtuluþ
Cephesi’nin 37. sayýsýnda, DHKP-C ile PKK
arasýnda imzalandýðý
ilan edilen ‘protokol’
sonrasýnda, A. Öcalan’ýn ‘Sol eðer ittifak
yapmayý bilmezse biz
sorunlarýmýzý Genelkurmay’la çözümleriz’
beyaný üzerine yaptýðýmýz deðerlendirmenin
baþlýðý ‘... Ve Genelkurmay Devreye Girer’ idi.
Harp Akademileri Komutanlýðý’nýn ‘Özelleþtirme ve Türk Silahlý
Kuvvetleri’ baþlýklý ra-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
165
KURTULUÞ CEPHESÝ
poru, 29 Temmuz 1998 günü gazetelerde yayýnlandý. Bu
raporla birlikte, 28 Þubat 1997 tarihinden günümüze kadar
geliþen olaylar içinde Genelkurmay’ýn nasýl ‘devreye’ girdiði açýk biçimde gözler önüne serilmektedir. Ancak bu,
A. Öcalan’ýn düþündüðünden farklý olarak, 28 Þubat 1997’de
‘þeriatçýlýk’ konusunda ‘devreye giren’ Genelkurmay’ýn
giriþiminin ikinci perdesini oluþturmaktadýr.
... Dünyadaki ve ülkemizdeki bu geliþmelere gözlerini
kapayanlar (Y. Küçük vb.), bu durumlarý ‘ordunun Kemalist geleneði’ olarak elbette yorumlayabileceklerdir. Þüphesiz yaþýyor olsaydý Doðan Avcýoðlu’na ‘yeni kemalist devrim’ planlarý yaptýrtacak bu tür yorumlar, solun içinde bulunduðu ideolojisizlik ortamýnda etkili de olabilecektir. Özellikle küçük-burjuva aydýnlarý, bu geliþmeler karþýsýnda ‘ordu
kýlýcýný ne zaman atacak’ beklentisiyle oligarþinin ve Amerikan emperyalizminin çýkarlarýnýn açýk sözcüsü durumuna gelmeleri de uzun sürmeyecektir. Ama, bu iliþki ve çeliþkiler içinde ilk iki perdesi oynanan oyunun üçüncü perdesinin ne zaman oynanacaðýný fazla beklemek gerekmeyecektir.”*
Ve “Genelkurmay”ýn devreye giriþinin üçüncü perdesi, arada
geçen birkaç sahneden sonra, 18 Nisan seçimlerinin ertelenmesi yönündeki giriþimler üzerine açýldý. Böylece, gerek oligarþinin TBMM
içindeki partileri (baþta DSP olmak üzere), gerekse ülkemiz solunun
legalistleri (baþta ÖD Partisi olmak üzere) derin bir soluk aldýlar.
Düzen partilerinin TBMM’de temsil edilen kesimlerinin seçimlerin
ertelenmesi yönündeki giriþimler karþýsýnda içine düþtükleri çaresizlik ve bu çerçevede Fazilet Partisi’nin tehdit ve þantajlarý, kaçýnýlmaz
olarak “bir baþka gücün” devreye girmesi için uygun bir zemin hazýrlamýþtýr. 12 Mart 1971’de Genelkurmay’ýn vermiþ olduðu “muhtýra”yý,
kendisine yönelik bir dayatma olarak deðerlendiren ve “baskýyý, baský yapanlar deðil, baskýya boyun eðenler getirir” diyerek CHP
Genel Sekreterliði’nden istifa eden B. Ecevit, bu kez, Genelkurmay’ýn
“muhtýra”sýný “demokratik bir davranýþ” olarak deðerlendirebilmiþtir.
Bu da, yýllar içinde “köprülerin altýndan” çok sularýn aktýðýný gösteren
bir olgu durumundadýr.
Ancak tüm bu geliþmeler karþýsýnda, ülkemiz solundaki “sessizlik”, ya da “en büyük taktik, ortalýkta görünmeme taktiðidir” anlayýþýyla “görmedim, duymadým” oyunu, ayný zamanda legalizmin ve
oportünizmin içinde bulunduðu durumu gözler önüne sermektedir.
“(Bu partiler) biraz öðrenci ve iþçi sýnýfýnýn pek azý tarafýndan takip edilen þehirli entellektüellerden ibarettir, pro* Kurtuluþ Cephesi, 44. Sayý, Temmuz-Aðustos 1998.
166
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
fesyonel politikacýlar tarafýndan yönetilirler ki, onlar hizmetleri para karþýlýðýnda deðil, kapalý toplantýlar yapabilme,
haber bülteni veya sanat gazetesi çýkarmak ve sendikalarda birkaç köþeyi tutma izni gibi küçük politik lütuflar
karþýlýðýnda kiraya verirler. Bunlar para için her þeyi yapan
insanlar deðildir. Onlarýn çürümüþlüðü daha gizlidir. Onlar
para ile deðil, fakat sadece onlarýn ve takipçilerinin, proletaryanýn insanlýðýn kurtuluþu için verdiði mücadelede önder olabildiði hayalini yaþatacak asgari þartlar temin edilerek satýn alýnabilinirler.”*
Ýþte bu çürümüþlük içindeki legalistler ve oportünistler, seçimlerin “zamanýnda yapýlmasý” konusundaki Genelkurmay muhtýrasý
karþýsýnda “sessiz” kalmayý yeðlemiþlerdir. Oysa ki, Genelkurmay’ýn,
TCK’nýn 312. maddesinin deðiþtirilmemesi konusundaki kesin tutumunun, ayný zamanda kendileri için bir tehdit anlamýna geldiðini
bile görmezlikten gelmiþlerdir.
Bilindiði gibi, TCK’nýn 312. maddesi, “Kanunun cürüm saydýðý
bir fiili açýkça öven veya iyi gördüðünü söyleyen veya halký itaatsizliðe tahrik eden”ler ile “halký; sýnýf, ýrk, din, mezhep veya bölge farklýlýðý
gözeterek kin ve düþmanlýða açýkça tahrik eden”leri cezalandýrmaktadýr.
Daha düne kadar, “Eþber Yaðmurdereli tasarýsý”yla 312. maddenin deðiþtirilmesini destekleyenler, bugün, bunlarý unutmuþ görünmektedirler. Onlar “inadýna seçim” diyecek yere gelmiþlerdir.
Yine de ülkemiz solundaki seçim “taktikleri” ya da kavrayýþlarý
legalistlerle sýnýrlý deðildir. Kendilerinin silahlý mücadeleyi savunduðunu her ortamda söyleyenler ve silahlý eylemler gerçekleþtirenler bile,
legalistlerin kavrayýþýndan çok fazla uzakta deðillerdir. Genellikle silahlý
mücadeleyi savunan örgütler, hemen her durumda, seçimlerin boykot edilmesi yönünde tutum takýnmakla birlikte, bunun nedenleri
konusunda öylesine gerekçeler sýralayabilmektedirler ki, sonal olarak legalistlerle ayný çizgiye düþmektedirler. Örneðin, Özgür Gelecek, seçimleri boykot gerekçelerini sýralarken, bu “taktiði”, “kendi
gerçek durumu, savaþýn henüz dar olmasý, kitleler üzerinde ideolojik-politik ve kurumlaþmýþ bir otorite haline gelmiþ olmamasý”na baðlayabilmektedir.**
Böyle bir gerekçe, doðal olarak, savaþýn, yani Halk Savaþý’nýn
geliþtiði, “kitleler üzerinde ideolojik-politik ve kurumlaþmýþ bir otorite” haline gelindiði bir evrede, seçimlerin boykot edilmeyeceði
anlamýna gelmektedir. Bu kavrayýþýn, Latin-Amerika’da 1980 sonrasýnda sýkça görülen ve en açýk biçimde El Salvador’da revizyonist Ko* R. Gott, Guerilla Movements in Latin-America, s. 21.
** Özgür Gelecek, Çetelerin parlamento seçimlerine hayýr, Halk Savaþýna Evet!,
Sayý: 138, 19 Þubat-4 Mart 1999.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
167
KURTULUÞ CEPHESÝ
münist Partisi’nin savunduðu kavrayýþtan hiçbir farký bulunmamaktadýr. Herkesin kolaylýkla düþünebileceði gibi, Halk Savaþýnýn geliþtiði
bir evrede, devrim güçleri, emperyalizm ve oligarþinin seçimleri gündeme getirerek kendilerinin askeri yenilgilerini engelleme manevralarýný kolayca engelleyebilecek bir güç durumunda olacaktýr. Böyle
bir gücün, seçimlere katýlmaktan çok, seçimlerin yapýlmasýný engellemek yönündeki hareketi esastýr ve bunu gerçekleþtirebilecek durumdadýr. Halk Savaþýnýn geliþtiði bir evrede “seçimlere katýlabileceðini” ileri sürerek, bugün “zayýf ve güçsüz” olunmasý nedeniyle “boykot taktiði”ni haklý göstermeye çalýþmak kendini aldatmaktan baþka
bir þey deðildir. Bu gerçeklik, Özgür Gelecek’in “Boykot Tavrý Nasýl
Ele Alýnmalý ve Nasýl Uygulanmalý” konusundaki açýklamalarýnda da
görülmektedir. Þöyle demektedirler:
“Seçimleri boykot etmek demek; seçimler sürecine,
oluþan ortama müdahele etmeyeceðimiz, ortaya çýkan
elveriþli durumdan yararlanmayacaðýmýz anlamýna gelmez... Bu anlamda seçimlere katýlmak deðil ama ‘seçimlere karýþmalýyýz’...
Seçimlere karýþmak; kitleleri kazanma ve onlarý boykota katma ve örgütleme projesidir...
- ÝMF, Dünya Bankasý, TÜSÝAD ve MGK’nýn kitleleri aldatmak için ürettiði sahte politikalarý, yalanlarý boþa çýkarmak, uygulanmasýný engellemektir boykot,
- Sistemi, devleti, parlamentoyu, partileri, liderleri, milletvekili adaylarýný teþhir ve tecrit etmektir boykot,
- Faþist ve gerici partilerin propagandalarýný engellemek
ve bunun yerine kitlelere gerçekleri anlatmaktýr boykot,
- Faþist ve gerici partilerin adaylarýnýn meydanlarda, bölgelerde kitleleri kandýrmasýný uygun devrimci yöntemler
kullanarak engellemektir boykot, (...)
- Seçim bürolarý kurdurmamak, seçim araç-gereçlerini
etkisizleþtirmek ve engellemektir boykot,
- Radyo televizyon, video, kaset yoluyla propagandalarýn halka ulaþmasýný engellemektir boykot,
- Sandýk yapýmýndan tutalým, sandýk kurdurmaya,
taþýmaya, oy vermeye, oradan merkezlere oy pusulalarýný
taþýmaya kadar tüm süreçleri engellemektir boykot...”* (Ýtalikler bize ait)
Görüldüðü gibi, Özgür Gelecek, bir boykot “projesi”** geliþtirmiþtir. Yani, bir boykot “tasarýsý” sunmaktadýr. Dolayýsýyla, tasarý niteliðinde olduðu için, ifade edilenlerin kesinliði bulunmamaktadýr. Ama
* Özgür Gelecek, agy.
** Proje, Türkçe anlamýyla, tasarlanmýþ þey, tasarý anlamýna gelmektedir.
168
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
yine de, tasarý (proje) olarak ortaya konulsa da, bunlarýn bütünsel
olarak seçimlerin yapýlmasýný engellemek amacý güttüðü açýktýr.
Böyle bir amacýn ise, kaçýnýlmaz olarak, devrim güçlerinin, belirli bir
güç olmasýný, kendi ifadeleriyle söylersek, “kitleler üzerinde ideolojik-politik ve kurumlaþmýþ bir otorite haline gelmiþ olmasý” gerektirdiði de ortadadýr. Tek baþýna “Radyo televizyon, video, kaset yoluyla
propagandalarýn halka ulaþmasýný engelleme” amacý ele alýnsa bile,
bunun önemli bir güç gerektirdiði açýktýr. Böylece “bazen objektif
durum çok elveriþli olduðu halde Partinin durumu (subjektif) buna
elveriþli olmadýðý için”* “boykot taktiði”ne “devam etmek” durumunda kalýndýðý anlaþýlmaktadýr. Doðal olarak, bir baþkalarý da (legalistler
örneðin), kendi subjektif durumlarýnýn buna elveriþli olduðunu ileri
sürerek, seçimlere katýlmayý savunabileceklerdir. Subjektif koþullarý
seçimlere katýlmaya elveriþli olmayanlarýn, yukarda ortaya koyduklarý “projeyi” nasýl hayata geçirebilecekleri ise, tümüyle anlaþýlamaz
bir þeydir.
Ýþte, düzen partileriyle, solun legalistleri ve oportünistleriyle
Genelkurmay’ýn “gözetimi ve denetimi” altýndaki bir seçim ortamýnda genel görünüm budur. Bu görünüm, Genelkurmay’la sorunlarýný
çözmek isteyenler için ne denli öðretici ise, ayný oranda mevcut düzene karþý olan herkes için de öðreticidir.
* Özgür Gelecek, agy.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
169
KURTULUÞ CEPHESÝ
Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk
ve Laiklik, Laikçilik,
Burjuva Demokratik Devrim
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 51, Eylül-Ekim 1999
Yargýtay Birinci Baþkaný Doç. Dr. Sami Selçuk’un yeni adli yýl
açýþ konuþmasý ülkemizde geliþen olaylar içinde belli oranda ilgi görmüþtür. Gereðinden çok edebi sözler ve uyaklý dizelerle laiklik, demokrasi, devlet, hukuk vb. konularda görüþler ortaya koyan Sami
Selçuk, ilk anda “tüm dinleyenler”in katýldýklarýný beyan ettiði bir genel doðrular konuþmasý yapmýþtýr. Özellikle Fazilet Partisi’nin Sami
Selçuk’un konuþmasýnýn altýna “imzamýzý atarýz” beyanýnda bulunmasý, ister istemez konuþmaya olan ilgiyi daha da artýrmýþtýr.
Yargýtay baþkanýnýn bir adli yýl açýþ konuþmasýnda hukuk konusunda birþeyler söylemesi çok alýþýlan bir tutum olmakla birlikte,
Sami Selçuk’un ülkemizdeki devlet, demokrasi, cumhuriyet ve laiklik konusunu kapsayan deðerlendirme ve eleþtirileri “beklenilen”
bir tutum, “temayüle uygun” bir tutum olmadýðý için, içeriðinden
daha çok ilgi konusu olmuþtur. Kimileri “devletin en üst yöneticilerinden” birisinin mevcut düzene karþý böylesine açýk eleþtiriler yöneltmesini, devletin “yeniden-yapýlandýrýlmasý”nýn bir parçasý olarak
deðerlendirirken, kimileri Sami Selçuk’un popülist olduðunu,
“Fettullahçý”lara gözkýrptýðýný ileri sürmüþlerdir.
Yargýtay baþkaný Sami Selçuk, konuþmasýnýn en ilgi toplayan
bölümünde þöyle demektedir:
170
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Laiklikte din ve devlet karþýlýklý olarak baðýmsýzdýrlar.
Baðýmsýzlýk esasýndan yola çýkan laiklikte din kurallarý devleti, devlet de din kurallarýný belirleyemez ve yönlendiremez. Devlet bütün inançlara, dinlere karþý ilgisiz ve eþit
uzaklýktadýr...
Laik devlette, devlet dinlere eþit uzaklýkta olduðundan
hiçbir dini, inancý dýþlayamaz ya da kayýramaz; akçalý v.b.
biçimlerde destekleyemez. Din okullarý açamaz. Ancak,
topluluklarýn din okullarý açmasýný da önleyemez. Din derslerine engel olamaz; bunlarýn önünü açar. Ne var ki, bu
dersler, beyin yýkayýcý olmayacak, çoðulcu, agnostik, kuþkucu esaslara göre olacak, birey dinler arasýnda seçimini
özgürce yapacaktýr. Din dersleri zorunlu olmayacak, ancak her an ilgilinin buyruðuna hazýr bulunacaktýr. Devlet;
bu okullarý; kamu düzeni, kamu güvenliði, kamu ahlaký,
kamu saðlýðý açýsýndan denetleyecek, uyuþmazlýk çýkarsa
sorunu baðýmsýz yargý çözecektir...
Türkiye Cumhuriyetinde, iktidar halkýn seçimine dayanmaktadýr. Bu bakýmdan Türkiye Cumhuriyeti laiktir. Bu
bir.
Türkiye Cumhuriyetinde Halifelik kaldýrýlmýþtýr. Þer’iye
ve Evkaf Vekâleti ise görünüþte kaldýrýlmýþ, aslýnda Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý adýyla bir bakana baðlanarak devlet
örgütü içine alýnmýþtýr. Örgütün dini Ýslam, mezhebi Sünnidir. Devlet, bu din ve mezhebin (resmi) okullarýný açmýþtýr.
Örgüt ve okullarýn finansmaný devlete aittir. Resmi okullarda din dersi okutulmasý zorunludur.
Bu koþullarda konuyu deðerlendirelim.
Ontolojik olarak yaklaþtýðýmýzda, bir din ve mezhebin
örgütünü devlet birimi içine alarak anayasal düzeyde güvenceye baðlayan (md. 136) ve laikliðin gerçekleþtirilmesini
güçleþtiren (2820 sayýlý S. Partiler Yasasý, md. 89), din ve
mezhebin okullarýný açan, finansmanýný saðlayan bir devletin dini ve mezhebi vardýr; bir dini ve mezhebi kayýrmýþ,
örtülü olarak benimsemiþtir. Böyle bir devlet teokratiktir.
Bu iki.
Konuya teleolojik (amaçsal) olarak baktýðýmýzda ise
durum çok farklýdýr. Devlet, böylelikle dinlerini bildirmeyenlere ya da uluslararasý hukukta benimsenen dinlerden birine inanan her insana nüfus cüzdaný vermemekte, devlet
birimleri içine aldýðý Diyanet Ýþleri Baþkanlýðý ve açtýðý din
okullarý aracýlýðýyla dini denetlemekte ve yönlendirmektedir. Bunun adý ise laikçiliktir...
Taný (teþhis) açýktýr: Türkiye Cumhuriyeti, egemenliðin
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
171
KURTULUÞ CEPHESÝ
kaynaðý açýsýndan laik; devlet örgütlenmesi açýsýndan teokratik; dini yönlendirme açýsýndan laikçi bir devlettir...”
Yargýtay baþkanýnýn bu belirlemeleri, kullanýlan sözcüklerin
kimi durumlarda dar ya da geniþ anlamda alýnmasýyla deðiþebilir
sonuçlar ortaya çýkarmakla birlikte, dar anlamda proletaryanýn din
konusundaki þu belirlemeleriyle belli bir yaklaþýklýk içersinde bulunmaktadýr:
“Din, kiþinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir.
Sosyalistler, din konusundaki tavýrlarýný genellikle bu
sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlýþ anlamaya
yol açmamak için bu sözlerin anlamý kesinlikle açýklanmalýdýr. Devlet açýsýndan ele alýndýðý sürece, dinin
kiþisel bir sorun olarak kalmasýný isteriz. Ancak, Partimiz açýsýndan dini kiþisel bir sorun olarak göremeyiz.
Dinin devletle iliþkisi olmamasý, dinsel kurumlarýn hükümete deðin yetkileri bulunmamasý gerekir.
Herkes istediði dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalýdýr. Vatandaþlar arasýnda dinsel
inançlarý nedeniyle ayrým yapýlmasýna kesinlikle göz
yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaþýn dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve
dinsel kurumlara hiçbir devlet yardýmý yapýlmamalý,
hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen baðýmsýz, ayný düþüncedeki kiþilerin oluþturduðu
kurumlar niteliðinde olmalýdýr. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus
vatandaþlarýn ise kiliseye feodal baðýmlýlýklarýnýn sürdüðü, (bugüne kadar ceza yasalarýmýzda ve hukuk kitaplarýmýzda yer alan) engizisyon yasalarýnýn var olduðu ve uygulandýðý, insanlarý inançlarý ya da inançsýzlýklarý nedeniyle cezalandýrdýðý, insanlarýn vicdan özgürlüðünü baltaladýðý ve kilisenin þu ya da bu afyonlamasýyla hükümetten gelir ya da mevki saðladýðý utanç
verici geçmiþe son verilebilir. Sosyalist proletaryanýn
modern devlet ve modern kiliseden istediði, kilise ile
devletin birbirlerinden kesinlikle ayrýlmasýdýr.”*
Marksist-Leninistlerin din-devlet iliþkisinde benimsedikleri laikliðin bu belirlenimi Yargýtay baþkaný Sami Selçuk’un görüþleriyle
önemli benzerlikler içermekle birlikte (dini inançlara göre ayrým yapýlmamasý, resmi belgelerde vatandaþýn dinine yer verilmemesi, dinsel kurumlara hiçbir devlet yardýmýnýn yapýlmamasý –Sami Selçuk’un
* Lenin, Sosyalizm ve Din.
172
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
sözleriyle “akçalý olarak desteklenmemesi”– gibi), Yargýtay baþkanýnýn Türkiye’de egemen olan anlayýþýn “laiklik” deðil, “laikçilik” olduðunu söylerken yaptýðý gerekçelendirme tümüyle yanlýþ bir temele
oturtulmuþtur:
“Fransa’yý örnek alan Türkiye, din-devlet iliþkisi açýsýndan, Fransa’nýn yaþadýðý hastalýklardan bir türlü kurtulamamanýn sýkýntýsýný çekmekte, laiklik Türkiye Cumhuriyeti
devletinin yumuþak karný olmayý sürdürmektedir.
Devletin dinler karþýsýnda alacaðý tutumlar bellidir.
Birincisinde, dinsel ve siyasal otoriteler, sýnýrlarý belirsiz
biçimde iç içedirler. Eski ve ortaçað devletlerinde durum
böyledir.
Ýkincisinde, bütün özel ve kamusal yaþamý din belirler.
Devlet, din merkezlidir (théocentrique), deðiþmez ve iliþilemez dogmalarla yönetilir. Devletin tek dini vardýr, öbürleri
dýþlanmýþtýr. Bu rejimin adý teokrasidir ve her yerde eþitsizliklerin, ayrýcalýklarýn, çatýþmalarýn nedeni olmuþtur.
Üçüncüsünde, devlet ve din ayýrýmý ilkesinden yola çýkýlýr. Ancak ayýrýmýn kapsam ve derecesini devlet belirlediðinden, devlet, dini çoðu kez toplumdan dýþlar ya da
onu güdümler. Dini devletleþtiren bu sistemin adý, laiklik
(laïcité) deðil, laikçiliktir (laïcisme, laisizm). Þovinizm nasýl
ulusçuluðun yozlaþmýþ, hastalýklý biçimiyse, laikçilik de bir
bakýma laikliðin yozlaþmýþ, hastalýklý biçimidir. Dinleri aþýndýrmaya yönelik laikçiliðin anayurdu Devrim Fransa’sýdýr.
Gerçekten Jakobenlerin Fransa’ sýnda laiklik; ruhban
sýnýfýna karþý, ruhban sýnýfýnýn yaþamdaki izlerini kazýmak
için yapýlan kinci, tepkici bir devrimin ürünüdür. Din merkezci bir anlayýþ gitmiþ, salt akýlmerkezci militan bir anlayýþ
gelmiþtir. Bu ise laiklik (laïcité) deðil, laikçiliktir (laïcisme).
Katý bir ideolojidir. Descartes’ýn akýlcýlýðýyla A. Comte’un
bilimsel bir kilisenin temellerini atan pozitivizmi birleþmiþ,
laikçilik ideolojisine ulaþýlmýþtýr. Laikçilik Fransýz okullarýnda konuþlanarak, ‘tanrýlý din’ yerine ‘tanrýsýz beþeriyet dini’
kurmayý amaçlamýþ, dini toplum dýþýna itmiþtir. Dine saygýsýzdýr, saldýrgandýr. Toplum mühendisliðine özenen misyoner Fransýz laikçileri, 1790 Anayasasýnda dini sivil otoriteye teslim etmiþ, akýlcý insan yetiþtirmek kaygýsýyla Katolik Fransa’da 1794’e deðin dinsel etkinlikleri yasaklamýþlardýr. Bu ve Napoléon döneminde çýkarýlan bütün yasalarda Kilise hukukuna tepkinin izleri vardýr, bunlarýn bir bölümü bugün de sürmektedir. Jules Ferry Yasasýyla din ve
devlet ayýrýmýna gelinmiþ, Ferry’nin deyiþiyle ‘tanrýsýz ve
kralsýz’ bir dünya kurulmak istenmiþtir. Bugün Fransa’da
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
173
KURTULUÞ CEPHESÝ
gittikçe yumuþayan bir laikçilik; yani din ve devlet iliþkisinde
katý ve düþmanca bir ayýrým (séparation hostile) deðil, ýlýmlý
ve dostça bir ayýrým (séparation bienveillante) söz konusudur...” (abç)
Görüldüðü gibi, Sami Selçuk, laiklik konusunda bazý genel
doðrularý ortaya koyarken, ayný zamanda bunun “farklý” uygulamalarý olduðunu söyleyerek, bu “farklýlýðýn” en olumsuzunun “Jakoben
Fransa”sýnda olduðunu ileri sürmektedir. Sami Selçuk, Türkiye’ de
“Anglo-Sakson demokrasilerine göre deðil, ufuk daraltarak Fransýz
Cumhuriyetine göre”deðerlendirmeler yapýldýðýný söyleyerek, alýnacak modelin “Anglo-Sakson” model olmasýný istemektedir.
1980 sonrasýnda küçük-burjuva aydýn kesimin baþýný çektiði
neo-liberal söylemin ayrýlmaz bir parçasý olan “anti-Jakobenizm”, böylece Yargýtay baþkanýnýn laiklik konuþmasýyla birkez daha gündeme
getirilmiþ ve burjuvazinin Jakobenlere karþý duyduðu kin ve korku
bir kez daha dile getirilmiþ bulunmaktadýr.
Marks, “Anglo-sakson demokrasileri”nin kuruluþunu ifade
eden 1648 Ýngiliz Devrimi ile Fransýz cumhuriyetinin kuruluþunu
ifade eden 1789 Fransýz Devrimi’ni deðerlendirirken þöyle söylemektedir:
“1648’de, burjuvazi, monarþiye karþý, feodal soyluluða
karþý, ve resmi kiliseye karþý modern soylulukla baðdaþýklýk kurmuþtu.
1789’da, burjuvazi, monarþiye, soyluluða ve resmi kiliseye karþý halk ile baðdaþýklýk kurmuþtu.
1789 Devrimi, model olarak (hiç deðilse Avrupa’da),
yalnýzca 1648 Devrimine ve 1648 Devrimi de yalnýzca Felemenklerin Ýspanya’ya karþý ayaklanmasýna sahipti. Her iki
devrim de, yalnýzca zaman olarak deðil, içerik olarak da,
modellerinin yüz yýl ötesindeydiler.
Her iki devrimde de, hareketin gerçek öncüsünü oluþturan sýnýf burjuvaziydi. Proletarya ve kentlilerin burjuvaziye
dahil olan katmanlarý ya henüz burjuvazininkinden ayrý
çýkarlara sahip deðillerdi, ya da henüz baðýmsýz olarak geliþmiþ sýnýflar ya da sýnýflarýn alt-bölümlerini oluþturmuyorlardý.
Bundan ötürü, örneðin Fransa’da, 1793’ten 1794’e kadar
olduðu gibi, burjuvaziyle karþý karþýya geldiklerinde, burjuvaziye özgü bir biçimde olmasa bile, yalnýzca burjuvazinin
çýkarlarýnýn gerçekleþmesi için savaþým verdiler. Tüm Fransýz terörizmi, burjuvazinin düþmanlarýyla, mutlakiyet ile,
feodalizm ile ve darkafalýlýk ile avamca hesaplaþmaktan
baþka birþey deðildi.”* (abç)
* Marks, Burjuvazi ve Karþý-Devrim, Seçme Yapýtlar, Cilt: I, s. 170-171.
174
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Ýþte Yargýtay baþkanýnýn “Jakoben Fransa” olarak tanýmladýðý
1789 Fransýz Devrimi ile “Anglo-Sakson” 1648 Devrimi arasýndaki
fark, burjuva demokratik devrimin farklý ittifaklar ve yöntemlerle
gerçekleþtirilmesidir.
1789 Fransýz Devrimi’nde Jakobenler, oluþturulan cumhuriyet
meclisinin sol kanadý olarak, burjuva devriminin sonuna kadar götürülmesini savunurlarken; jirodenler, mecliste tutucu burjuvazinin temsilcileri olarak yer almýþlar ve devrimin biran önce sona erdirilmesi
için çalýþmýþlardýr. 1789 Fransýz Devrimi’nin ünlü terör dönemi, Robespierre yönetiminde feodal sýnýflarýn giyotinle idam edildikleri bir
dönem olarak, feodalizmin kesin yýkýmýný getirmiþtir. Fransýz halkýnýn burjuvazinin feodalizmle mücadelesinde gittiði bu nokta, günümüze kadar burjuvazinin halk kitleleri karþýsýndaki korkusunun kaynaðý durumundadýr. Gazi mahallesi olaylarýndan sonra bazý iþbirlikçi
burjuvalar tarafýndan söylenen “birgün gelecekler yataklarýmýzda boðazlarýmýzý kesecekler” sözünün tarihsel temeli de burada yatmaktadýr.
Yargýtay baþkaný Sami Selçuk, Fransýz Devrimi ve Jakobenler
karþýsýndaki konumuyla, laiklik konusunda ortaya koyduðu pekçok
doðrulara karþýn, sýnýfsal olarak yerini burjuvazinin yaný olarak belirlemektedir. Sami Selçuk da, tüm burjuva ve küçük-burjuvalar gibi,
devrimden ve devrimin teröründen açýkça korkmaktadýr. Bu korku,
ayný zamanda, laiklik konusunda uyaklý sözler söylerken, içine
düþtüðü çeliþkilerin de nedeni olmaktadýr.
“Benim için zaten iki Fransa var. Biri giyotinli, anayasasýný insan derisiyle kaplamýþ, Baudelaire’i cezalandýrmýþ,
yargý öncesi insanlarý giyotine gönderen Savcý Foulquié’yi
çýkarmýþ Jakoben Fransa. Ben bu Fransa’ya karþýyým.”
Ýþte Sami Selçuk, böylesine açýk bir biçimde, feodalizme karþý
burjuva demokratik devrimini “avamca” sonuna kadar götüren Jakobenlere karþýdýr ve bu karþýtlýðýyla feodalizme karþý mücadelede
“ýlýmlý” ve “uzlaþýcý” bir kimliðe bürünmektedir.
Bu öylesine açýktýr ki, Sami Selçuk, laiklik konusunda “Jakoben Fransa”sýna iliþkin deðerlendirmelerinin arasýna yerleþtirdiði Jules Ferry yasalarýna atýf yapabilmiþtir. Oysa ki, Jules Ferry, 1871 Paris
Komünü öncesinde 4 Eylül 1870’de ilan edilen yeni Fransýz cumhuriyetinin Thiers ve general Trochu ile birlikte mevki peþinde koþan
bir entrikacý avukatlar topluluðunun içinde yer alan bir kiþidir. Bu
kiþi, Marks’ýn, “4 Eylülden önce meteliksiz bir avukat olan Jules Ferry, kuþatma sýrasýnda Paris belediye baþkaný olarak dolandýrýcýlýk
yolu ile kýtlýktan bir servet çýkarmayý baþardý. Kötü yönetiminin hesabýný vereceði gün, ayný zamanda mahkum edildiði gün de olacaktýr”* dediði kiþidir.
Öte yandan, 4 Eylül 1870’de kurulan yeni cumhuriyet, Louis
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
175
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bonaparte’nin bir darbeyle iktidara geldiði ve kendisini imparator
ilan ettiði bir dönemin sonu olup, ayný zamanda Paris Komünü’nün
kuruluþunun arifesidir. Louis Bonaparte döneminde 15 Mart 1850
yýlýnda çýkartýlan ve “Falloux Yasasý” olarak bilinen yasayla, tüm eðitim ve öðretimdeki laik okullar kapatýlmýþ ve eðitim iþleri tümüyle
din adamlarýna verilmiþtir. Sami Selçuk’un “aþýrý” bulduðu “Ferry yasasý” iþte bu “Falloux yasasý”nýn kaldýrýlmasýna iliþkin bir yasa durumundadýr. Tüm eðitim ve öðretim iþlerini din adamlarýna ve kiliseye
veren bir yasanýn varlýðýndan söz etmeksizin, bu yasanýn kaldýrýlmasýna
iliþkin yasanýn “aþýrý”lýðýndan söz etmek, Sami Selçuk’un tüm akademik ünvanýyla baðdaþmamaktadýr. Ancak bunun nedeni, yukarda
ortaya koyduðumuz gibi, kendisinin burjuva demokratik devrimden
bile korkmasýdýr. Bu korkusu, onu zorunlu olarak feodalizmin ana
unsurlarýndan olan dinsel kurumlar ve din adamlarý (ruhban sýnýfý)
karþýsýn-da “ýlýmlý” ve “uzlaþýcý” bir konuma itmektedir.
Sami Selçuk, “Ben bu Fransa’ya karþýyým” dediði Jakoben
Fransa’sýndaki laikliði tanýmlarken, “ruhban sýnýfýna karþý, ruhban sýnýfýnýn yaþamdaki izlerini kazýmak için yapýlan kinci, tepkici bir devrimin ürünü” diyerek söz etmesi, ayný “ruhban sýnýfýn”, yüzyýllar boyunca
feodalizmin ortaçað karanlýðý içinde iktidarda bulunduðunu ve devleti yönettiðini bir yana býrakmýþtýr. Fransýz Devrimi öncesinde baþlayan
ve Fransýz Devrimi ile geliþen “aydýnlanma dönemi”nin, bu ruhban
sýnýfýnýn ortaçaðdaki egemenliðine karþý olduðunu bir yana býrakan
Sami Selçuk, ayný zamanda, “Decartes’ýn, Montesquieu’nün,
Voltaire’in, Balzac’ýn, Sartre’ýn, Camus’nün, Foucault’nun, Lyotard’ýn,
Lacan’ýn, Morin’in, Baudrillard’ýn Fransa’sý. Benim sevdiðim bu ikinci
Fransa’ dýr, 1968 olaylarýný yaþadýðým, kültüründen yararlandýðým Fransa’dýr” diyebilmiþtir. Oysa ki, bu iki Fransa, yani ruhban sýnýflarýn yüzyýllarca egemen olduðu ve tüm toplumu ortaçaðýn karanlýðýna gömen feodal Fransa ile aydýnlanma çaðýnýn ve Devrimin Fransa’sý
birbirine karþýttýr. Sami Selçuk’un iddia ettiði gibi, karþý karþýya olan
“iki Fransa”, “aydýnlanma dönemi”nin Fransa’sý ile bu dönemin bir
sonucu olan Fransýz Devrimi’nin ve “Jakoben Fransa”sý deðildir.
Yargýtay baþkaný sýfatýyla Sami Selçuk, adli yýl açýþ konuþmasýnda ortaya koyduðu genel doðrularla birlikte, sergilediði bu sýnýfsal
tercih ve feodalizme ve feodal ideolojilere karþý “uzlaþýcý” yaklaþýmýyla,
ülkemiz somutunda demokratik devrimin tamamlanmamýþlýðý gözönüne alýndýðýnda, karþý-devrimci bir temele oturmaktadýr. Tarihsel
gerçekler, Sami Selçuk’un kolayca genel doðrular için eklektizme
yönelmesini getirmiþtir.
Sami Selçuk’un konuþmasýnda bir yana býraktýðý tarihsel süreç ise þöyle bir geliþme izlemiþtir:
* Marks, Fransa’da Ýç Savaþ, Seçme Yapýtlar, Cilt: II, s. 245
176
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Feodal dönemde kilisenin kendi ekonomik kaynaklarý ve kendi
eðitim kurumlarýyla devlet içinde devlet olma özelliði ve de dinin
kendi içinde “dünyevi iliþkilerin düzenlenmesine” yönelen ana özelliði, burjuvaziyi iki yönlü bir eyleme itmiþtir. Bir yandan kilisenin elindeki ekonomik deðerleri (toprak) alarak onun gücünü sýnýrlandýrmak,
öte yandan dinsel dogmalarý kendi iktidarýna uygun hale getirmek.
Bunlardan ilki, burjuvazinin “topraðýn millileþtirilmesi” istemi
ile çakýþýrken; ikincisi “dini reform” hareketiyle çakýþýr. Ancak dinin
reforme edilmediði durumlarda, kilisenin devlet iktidarý üzerindeki
etkisinin doðrudan kýrýlmasý gerekmiþtir. Her iki durumda da, kilisenin devlet iktidarýna müdahalesinin önlenmesi esas olmaktadýr. Ýþte
kilisenin siyasal iktidardan uzaklaþtýrýlmasý ve iktidarýn bir parçasý olmaktan çýkartýlmasýnýn ideolojik ifadesi laiklik olmuþtur.
Feodal bir iktidar gücü haline gelmiþ olan dini kurumlarýn,
burjuvazinin iktidarýnýn önünde engel teþkil etmesiyle ortaya çýkan
laiklik fikri, burjuvaziyle birlikte oraya çýkmýþ ve demokratik cumhuriyetin ayrýlmaz bir unsuru olmuþtur. Ancak, týpký “güçler ayrýmý doktrini” (yasama, yürütme ve yargýnýn birbirinden ayrýlmasý) gibi, laiklik
de burjuvazinin feodalizme karþý mücadelesinin bir ifadesidir ve sonal olarak “laikçilik” olarak bir uzlaþmayý içerir.
Fransa’da tüm yönleriyle uzlaþmaz bir biçimde ortaya çýkmýþ
olan laiklik mücadelesi sonucu, kilisenin elindeki mülklerin bir bölümü devlet mülkü haline getirilmiþ, ancak kiliseye kendisi için gerekli
egemenlik alanlarý býrakýlmýþtýr. Bunun sonucu olarak, kiliseler kendilerine ait mülklerle kendi faaliyetlerini sürdürmek durumunda
olmuþlardýr. Bu faaliyetin en önemli iki unsuru ise, eðitim ve yardým
faaliyetleridir. Birincisi kilise eðitimi olarak ortaya çýkarken, ikincisi
Kýzýlhaç faaliyetleri olarak ortaya çýkmýþtýr.
Bu geliþme sonucunda laiklik sorunu, hemen her zaman eðitim sorunu olarak varlýðýný sürdüregelmiþtir. Fransa örneðinde olduðu gibi “laik eðitim” ile “dini eðitim” birbiriyle sürekli çatýþma durumunda olmuþtur. Ancak politik iktidar tartýþmasýz bir biçimde burjuvazinin eline geçtiði için, kilise daha önceki yüzyýllarda kanlý savaþlarla geriletildiði için, kilisenin yeniden politik iktidara yönelmesi hemen hemen olanaksýz hale getirilmiþtir. Bu nedenle burjuvazinin kendi devrimini tamamladýðý ülkelerde, laik eðitim üzerine
ortaya çýkan kimi çatýþmalar dýþýnda, burjuvazinin iktidarý için laiklik
özel bir sorun deðildir. Bu andan itibaren burjuvazi, her konuda olduðu gibi bu konuda da, kitleleri aldatmýþtýr. 19. yüzyýla kadar kesin
bir kilise karþýtý tutum içinde bulunan burjuvazi, iktidarýný pekiþtirir
pekiþtirmez, dini, kitlelerin uyutulmasý için bir araç olarak kullanmaya baþlamýþtýr. Avrupa’da görülen “Hýristiyan Demokrat” partiler burjuvazinin bu iki yüzlü tutumunun görüngüleridir. Ancak burjuvazinin
iktidarýnýn kurulduðu bu ülkelerde en temel olgu, kilisenin siyasal
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
177
KURTULUÞ CEPHESÝ
iktidar mücadelesi yapmaktan uzaklaþtýrýlmýþ olmasýdýr. Bu ülkelerdeki toplumsal denge bu temelde kurulmuþ ve sürdürülmüþtür.
Bu açýdan herhangi bir “Hýristiyan Demokrat” partisinin iktidara gelmesi, kilisenin iktidarý olmak durumunda deðildir. Bu partilerin temel özelliði burjuvazinin sýnýf partisi olmasýdýr. Onlarýn dini kurumlarla
ve dinle iliþkileri kitlelerin uyutulmasý baðlamýndadýr. Engels’in belirttiði gibi, din, “egemen sýnýflarýn alttaki sýnýflarýn dizginlerini elde tutmak için kullandýðý basit bir yönetim aracýdýr” ve “deðiþik (egemen)
sýnýf-larýn her biri kendine uygun gelen dini kullanýr”.
Görüldüðü gibi, feodalizme karþý devrimci burjuvazi dinle mücadele etmeyi kendi iktidarý için yürüttüðü mücadelenin bir parçasý
haline getirmiþ ve burjuva demokrasisinin bir parçasý yapmýþtýr. Bu
baðlamda, bu mücadelenin ifadesi olan laiklik, burjuva demokrasisinin temel unsurlarýndan birisidir. Bu durum, burjuvazinin kendi iktidarýný kurar kurmaz dini kendi iktidarýnýn sürdürülmesinin bir aracý
haline getirmesiyle birlikte olmuþtur. Reformdan geçmiþ bir Hýristiyanlýk, bu nedenle burjuvazinin yeni aracý durumundadýr.
“Din konusundaki konuþmayý tartýþýrken Duma’daki grubumuz tarafýndan açýklýða kavuþturulmamýþ olan bir baþka durum da, oportünist saptýrmalara ek olarak, Avrupa
Sosyal Demokratlarýnýn din konusundaki bugünkü aþýrý
kayýtsýzlýklarýna yol açan özel tarihsel koþullarýn da varlýðýdýr. Bu koþullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaþmak görevi, tarihsel açýdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batý’da burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çað düzenine karþý giriþtiði kendi devrimleri döneminde bu görevi
büyük ölçüde yerine getirmiþ (ya da engellemiþtir). Gerek
Fransa’ da, gerek Almanya’da burjuvazinin dinle savaþma
geleneði vardýr ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden
ve Feuerbach’tan) çok önce baþlamýþtýr. Rusya’da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koþullarý nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle iþçi sýnýfýnýn
omuzlarýna yüklenmiþtir.”*
Burjuvazinin devrimci niteliðini yitirdiði emperyalist aþamada,
demokratik devrimin tamamlanmadýðý ülkelerde dinle mücadele görevinin proletaryanýn omuzlarýna kalmasý, ayný zamanda proletaryanýn bu ülkelerde demokratik devrimi tamamlama göreviyle çakýþýr.
Ama proletaryanýn, dinle olan mücadelesi salt bununla baðlantýlý deðildir. O, ayný zamanda, demokratik cumhuriyet kurulmasý yönündeki
tarihsel eylemi ile dinin “kiþisel bir sorun” olarak kalmasý gereði açýsýndan da bu mücadeleyi yürütmek zorundadýr.
* Lenin, Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu, Kurtuluþ Cephesi, Sayý:
18, s. 24.
178
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Laikliðin Avrupa’daki burjuva devrimleri döneminde ortaya
çýkmýþ olmasý ve buradaki dine, yani Hýristiyanlýðýn feodal dogmalarýna karþý bir mücadelenin ürünü olmasý, Lenin’in de belirttiði gibi
mücadelenin bittiði anlamýna gelmemektedir. Özellikle Ýslamiyet gibi
kendisini tarihsel geliþmeye uydurmamýþ, burjuvazi tarafýndan reformize edilmemiþ bir din karþýsýnda proletarya ve partisinin görevleri
çok daha fazla özelliklere sahip olacaktýr.
Bugün Avrupa’daki pek çok ilerici ve demokrat kesimlerde
“fundamentalizm” olarak “radikal islamcýlýk” þeklinde ele alýnan sorun, bizatihi Ýslamiyetin bir bütün olarak kapitalist toplumsal geliþme
evresine ulaþmamýþlýðýný dýþlar. Ýslamiyet, bir yandan kendisinde bulunan ortaçað dogmalarýndan arýnmamýþtýr. Diðer yandan, Hýristiyanlýk gibi, toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenleme özellikleri
ile bunlara dayalý siyasal iktidara yönelik eylemleri kesin bir yenilgiye uðratýlmamýþtýr. Ýslamiyetin egemen olduðu ülkelerin emperyalist sömürgeler haline getirilmesi, bu ülkelerin kendi iktisadi evrimlerini yaþamalarýný engellemiþtir. Dolayýsýyla tüm bunlar bu ülkelerdeki demokratik devrim sorununun parçasý haline gelmiþtir. Bu ülkelerde, proletarya ve partisinin görevi, ne Avrupa’daki gibidir, ne de
Çarlýk Rusyasýndaki gibidir. Burjuvazinin din karþýsýndaki en basit
karþý duruþu bile proletaryanýn omuzlarýna kalmýþtýr.
Bu görev, ayný zamanda, burjuvazinin dini kendi çýkarlarý için,
devrimci mücadeleye karþý kullanma yönündeki faaliyetleriyle de
yüz yüzedir. Bundan öte, kitlelerin dikkatini devrim mücadelesinden
uzaklaþtýrmak amacýyla yapacaðý ve yaptýðý dine karþý kasýtlý “savaþ
ilanlarý”yla da yüz yüzedir.
Ýþte böylesine zorlu koþullar altýnda Türkiye’de yürütülen demokratik halk devrimi mücadelesi din karþýsýnda çok duyarlý olmak
durumundadýr. Ama her koþulda, bu mücadele, halk demokrasisi ve
sosyalizm mücadelesinin gerekleri olarak ele alýnmak durumundadýr ve her durumda halk iktidarýnýn ve sosyalist devletin laik bir cumhuriyet olacaðý açýkça ilan edilmek durumundadýr.
Ancak bizim gibi demokratik devrimin tamamlanmadýðý ve
üstelik dini reformdan geçmemiþ bir Ýslamiyetin egemen olduðu bir
ülkede laiklik ve din bu belirlemelerle sýnýrlandýrýlamaz. Konu çok
açýk biçimlerde ortaya konulmalýdýr. Hele ki, þeriatçýlýðýn artan güçlenmesi ve oligarþinin dini anti-komünist propagandanýn odaðýna
yerleþtirmesi, konunun önemini daha da artýrmaktadýr. Bundan öte,
oligarþinin dini bir araç olarak kullanmasý karþýsýnda, ayný aracý oligarþiye karþý kullanma tutumlarý, Alevilik üzerinde oynanan oyunlar
düþünülecek olursa, konunun ne denli geniþ kapsamlý olduðu daha
iyi anlaþýlacaktýr.
Tüm Marksist-Leninistler için, “Din, devlet karþýsýnda özel
bir sorundan baþka bir þey deðildir; ancak kendileri açýsýndan,
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
179
KURTULUÞ CEPHESÝ
Marksizm açýsýndan ve proletarya partisi açýsýndan sorun, kiþisel
bir sorun, özel bir sorun deðildir.”
Bu öylesine bir ilkedir ki, Paris Komünü’ nün ilk aldýðý kararlardan birisi, “kilise ile devletin ayrýlmasý ve din iþleri bütçesinin kaldýrýlmasý, bütün kilise mallarýnýn ulusal mülkiyete dönüþtürülmesi”
þeklinde olmuþtur. Ancak Komün bununla da yetinmemiþ, 8 Nisan
1871 günü aldýðý kararla “bütün dinsel simge, imge, dua ve dogmalarýn, kýsacasý ‘herkesin bireysel vicdaný ile ilgili herþeyin’ okullardan
uzaklaþtýrýlmasý”ný saðlamaya yönelmiþtir.
Görüldüðü gibi, proletarya ve partisi, din ile devlet iþlerinin birbirinden ayrýlmasýný ve dinin kiþisel bir sorun olarak kalmasýný isterler. Ama ayný zamanda, dinsel dogmalara ve dine karþý mücadele
ederler. Bu mücadele, dinle nasýl savaþýlacaðýný bilmekle olanaklýdýr.
Bu da, dinsel inançlarýn ve dinin kökenlerinin materyalist bir biçimde kitlelere anlatýlmasý demektir. Marksist-Leninistler bunu yaparken, din sorununun birincil bir sorun haline getirilmesine izin vermemek durumundadýrlar. Bu tutum, ayný zamanda, din sorununu
birincil hale getirmek, kitleleri dinsel inançlarýna göre bölmek isteyenlere karþý mücadele demektir.
Ýþte bu tarihsel belirlemeler ýþýðýnda, Yargýtay baþkaný Sami
Selçuk’un laiklik ve laikçilik üzerine görüþleri deðerlendirilmelidir.
Onun “Jakoben Fransa”sý karþýsýnda duyduðu tepki ve korku, ülkemizdeki toplumsal ve siyasal sorunlarýn yaratmýþ olduðu çatýþma ortamý içinde þekillenmiþtir. Ortaya koyduðu genel doðrular yanýnda,
yöneldiði popülizm, eklektizm ve uzlaþmacýlýk, sorunun feodalizme
karþý mücadele sorunu olduðu gerçeðinin üstünü örtmektedir. Demokratik devrimin tamamlanmadýðý bizim gibi ülkelerde, toplumsal
ve siyasal sorunlarýn kesin bir çatýþma ve hesaplaþmaya yönelmesi,
þüphesiz küçük-burjuvaziyi her zaman korku ve kaygýya düþürmektedir. Ancak “korkunun ecele faydasý yoktur”. Yukarda da ortaya koyduðumuz gibi, islam dininin varolduðu ülkelerin hiçbirisinde burjuva
anlamda demokratik devrim tamamlanmamýþ ve dolayýsýyla feodal
bir ideoloji durumundaki dinle kesin ve nihai hesaplaþma gerçekleþmemiþtir. Hýristiyanlýðýn, katolik kilisesine karþý yürütülen protestan
hareketiyle kendisini kapitalizme uyumlandýrmasý süreci, müslüman
ülkelerde gerçekleþmediði gibi, bu uyumlandýrma süreci, demokratik devrimsiz gerçekleþemeyecektir.
Bunlar bir yana býrakýlarak, birkaç “islamcý aydýn”ýn (Hatemi
kardeþler gibi) “ileri görüþlü” olmalarýna dayanarak, feodalizmle kesin bir hesaplaþmadan çok, feodalizmin geliþen çarpýk kapitalizm
içinde evrimleþen kesimleriyle ittifak kurarak laiklik sorununu çözmeyi düþünmek, “saf” demokrasi kavrayýþý gibi, yalýn bir safdillik durumundadýr.
Ülkemizde emperyalizme baðýmlý olarak geliþtirilen kapitaliz-
180
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
min, üstyapýsal olarak feodal ideolojileri koruyucu niteliði, ayný zamanda laikliðin “laikçilik” olarak sürdürülmesinin de maddi temelidir. Emperyalist aþamada ve geri-býraktýrýlmýþ ülkelerde burjuvazinin
gerek milli, gerekse devrimci niteliðini yitirmesi, feodalizmin tasfiye
sürecini uzatmaktadýr. Ortaya çýkan her türden gerici ve dinsel örgütlenmeler, ülkemizdeki toplumsal yapýnýn çarpýk niteliðinin ürünleri
durumundadýr. Bu yüzden, feodalizmin tümüyle tasfiye edilmesinin
tek yolu demokratik devrimin tamamlanmasýdýr. Demokratik devrim
ise, proletaryanýn öncülüðünde gerçekleþtirilmek zorundadýr. Dolayýsýyla, burjuva nitelikteki demokratik devrim, öncünün niteliðine baðlý
olarak daha geniþ bir kapsama sahip olacaktýr. Bu da, demokratik
halk devrimi demektir.
Sami Selçuk’un ülkemizdeki çeliþkilerin keskinliðini gözeterek
ortaya koyduðu görüþler, olasý bir toplumsal çatýþma ortamýnda, olaylarýn hýzla bir devrim durumuna dönüþeceði korkusunu da taþýmaktadýr. Sami Selçuk’un bu korkusu, “radikal islamcýlar”dan daha çok
“jakoben küçük-burjuva radikalleri”ne yöneliktir. Ve tarihsel olarak
gerçek olan ise, ülkemizde küçük-burjuva radikalleri (devrimci-milliyetçiler) uzun yýllar önce devlet aygýtýndan tasfiye edilmiþ ve tekil
bireyler olarak örgütsüzleþtirilmiþtir. Baþkentteki küçük bir asker-sivil
aydýn kesim arasýnda ortaya çýkan “radikal” konuþmalar, bu gerçeði
deðiþtirmemektedir. Bu yönüyle de, Sami Selçuk’un konuþmasý, küçük-burjuva radikalleri ile “islamcý aydýnlar” ve “II. cumhuriyetçiler”
arasýndaki sözlü çatýþma zeminine oturmaktadýr. Ancak hangi temelden ele alýnýrsa alýnsýn, Yargýtay baþkanýnýn konuþmasýnda ortaya çýkan tek gerçek, onun radikal deðiþikliklere karþý olduðudur. Bu
karþýtlýk, kimi durumda demokratik devrime, kimi durumda küçükburjuva radikalizmine karþýtlýk olarak belirginleþmektedir. Bu açýdan
Sami Selçuk, küçük-burjuvazinin “kontrol kulesi”nde oturan orta kesiminin sözcüsü olmuþtur.
Yargýtay baþkanýnýn konuþmasýnýn bu yönlerini dikkate almayarak, laiklik ve bunun ülkemizdeki çarpýk uygulanmasý konusunda
söylediði genel doðrulara bakarak yapýlacak deðerlendirmeler yanlýþ
olacaktýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
181
KURTULUÞ CEPHESÝ
Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk'un
Alýþýlan “Konuþmasý”
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 57, Eylül-Ekim 2000
Geçen yýl “adli yýl açýlýþ konuþmasý” ile, Marmara depremiyle
þaþkýna düþen Türkiye’nin karþýsýna çýkan Yargýtay Baþkaný Sami
Selçuk, edebi sözler ve uyaklý dizelerle laiklik, laisizm, demokrasi,
cumhuriyet, devlet, hukuk vb. konularda görüþlerini ortaya koyduktan sonra bir süre ülke gündeminde “baþ sýralara” çýkmýþtý. Kimilerince “demokrasi savaþçýsý” ilan edilen Sami Selçuk, bir baþka kesim
tarafýndan “fettullahçý” olmakla suçlanýrken, solda da birçok farklý
deðerlendirmeye konu olmuþtur.
Solda kimi siyasal oluþumlar için “anti-Kemalist” ilan edilen
Sami Selçuk, baþka siyasal oluþumlar tarafýndan “II. Cumhuriyetçi”,
“sol reformizmin temsilcisi” ya da “þeriatçýlarla reformist sol arasýnda ittifak kurarak devrimci mücadeleyi tasfiye etmeyi” amaçlayan
“devletin yeniden yapýlanmasý” yanlýsý olarak deðerlendirilmiþtir.
Tüm bu “deðerlendirme” bolluðu içinde Sami Selçuk’un ortaya koyduðu görüþlerin sýnýfsal temeli sürekli bir yana býrakýlmýþtýr.
Sami Selçuk’un geçen yýl yaptýðý adli yýl açýþ konuþmasýnda ortaya
koyduklarýnýn sýnýfsal içeriðini Kurtuluþ Cephesi’nin Eylül-Ekim 1999
tarihli 51. sayýsýnda ifade etmiþtik. (Bkz. “Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk
ve Laiklik, Laikçilik, Burjuva Demokratik Devrim” yazýsý.)
Bir yýl önce, “baskýcýlýða direnen” bir kiþi olarak sunulan ve
182
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
geçen yýlki konuþmasý “demokrasi manifestosu” (Y. Doðan) olarak
deðerlendirilen Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk’un bu yýlki adli yýl açýþ
konuþmasýnýn tam bir “suskunluk fesatý” ile yüzyüze gelmesinin nedeni de, kendisinin küçük-burjuvazinin “kontrol kulesinde oturan”
orta kesimin sözcüsü olmasýndan kaynaklanmaktadýr. Bu yýlýn Haziran ayýndan itibaren küçük-burjuva aydýnlarý arasýnda baþgösteren
“ayrýþma”da ifadesini bulan bu durum, küçük-burjuvazinin orta kanadýnýn sað kanatla ayný çizgide yýllar boyu sürdürdükleri “dostluk”
iliþkisinin sonuna gelindiðini göstermektedir. “Televoleci iktisatçýlar”
dan “büyük” gazetelerin genel yayýn yönetmenlerine kadar tümüyle
küçük-burjuvazinin sað kanadýný temsil eden kesimlerin Sami Selçuk’un bu yýlki konuþmasý karþýsýnda “sessiz” kalýþlarý, sýnýf mücadelesiyle ve sýnýfsal perspektiflerle her türlü iliþkisini yýllar boyu kesmiþ
olan küçük-burjuvazinin sol kanadýndaki küçük kýpýrdanmalara karþý
bir tavýr olduðu kadar, orta kesimin sol kanatla yakýnlaþmasýna neden olabilecek sözlerden ve yorumlardan kaçýnma istediðinden de
kaynaklanmýþtýr.
Geçen yýldan bugüne gelindiðinde, ülkemiz somutunda, bir
yandan Marmara depreminin küçük-burjuvazi üzerinde yaratmýþ olduðu “þok” önemli ölçüde ortadan kalkmýþ, diðer yandan “þeriatçýlýk
tehlikesi” yapýlan “hizbullah operasyonlarý” ile “yakýn ve somut bir
tehdit” olmaktan çýkartýlmýþtýr. Bu siyasal ve toplumsal “geliþme”,
kaçýnýlmaz olarak, küçük-burjuva radikalleri ile “islamcý aydýnlar” ve
“II. Cumhuriyetçiler” arasýndaki sözlü çatýþma ortamýnýn daðýlmasýna neden olmuþtur. Bu çatýþmalarýn maddi temelleri ortadan kalkmamýþ olmasýna karþýn aktüel olarak önemini yitirmesi, Sami Selçuk’un bu yýlki konuþmasýnýn sýradan bir adli açýlýþ konuþmasý olarak
bakýlmasýna neden olmuþtur. Zaten Yargýtay Baþkanýndan daha üstte bulunan Anayasa Mahkemesi Baþkaný’nýn cumhurbaþkaný seçildiði bir dönemde, hak ve hukuk konusunda Sami Selçuk’un soyut
sözlerinin kamuoyunda daha az ilgiyle karþýlanmasý da kaçýnýlmazdýr.
Ancak Sami Selçuk’un bu yýlki “alýþýlan konuþmasý”nda yer
alan bazý belirlemeler, ayný zamanda kendisinin sözcülüðünü yaptýðý
küçük-burjuva kesimlerinin içinde bulunduklarý durumu ve çýkmazý
ortaya koymuþtur. Bu belirlemeler gazetelere þöyle yansýmýþtýr:
“Bütünleþme yolunda en tartýþmalý konunun ‘Ulus-devlet’ sorunu olduðunu, AB’de ulusal egemenlik ve eþitlik
kavramlarýnýn gittikçe aþýndýðýný, uluslarüstülük kavramýnýn bütünleþmeyi saðlayacak bir boyuta ulaþtýðýný kaydeden Sami Selçuk, AB’nin kriterlerinin, Atatürkçülüðün ve
Türk halkýnýn yürüdüðü yolun ayný olduðunu söyledi. ‘Üniter bir devlet ve bölünmez bir ülkede yaþamak isteyen
Türk ulusunun önünde AB’ye girmek için kanýmca hiçbir
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
183
KURTULUÞ CEPHESÝ
engel yoktur’ diyen Selçuk, ‘Yeter ki, birliðin tam haklara
sahip, özgür ve onurlu bir üyesi olalým’ dedi. Avrupa Ýnsan
Haklarý Sözleþmesi’nin artýk bugün Avrupa’nýn Anayasasý
olduðunu, Kopenhag Kriterleri’nin o kadar vahim þartlar
ileri sürmediðini belirten Sami Selçuk, Türkiye’nin, Avrupa’ nýn kenar mahallesinde yer almamasý gerektiðini, Atatürk devrimlerinin uzantýsýnýn da bunu gerektirdiðini anlattý.
Katý egemenlik anlayýþýnýn küreselleþme doðrultusunda yumuþatýlmasýnda sakýnca görmediðini, bunun teslim olma deðil, kimliðini koruyarak özgür iradeyle ekonomide, politikada, hukukta buluþma, ortaklýk olduðunu vurgulayan Selçuk, Avrupa Birliði’nin düþ olmadýðýný, saydamlýk,
halkýn katýldýðý iyi yönetim, devletle sivil toplum arasýnda
eþgüdüm isteklerine Türk insanýnýn ne karþý ne de yabancý olduðunu kaydetti.”
Görüldüðü gibi, Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk, aradan geçen
bir yýl içinde açýk bir “globalizm” yandaþý olmuþtur. Bir yýl önce “Jakoben Fransa”sýna karþý çýkan ve günümüz Fransa’sýnýn hâlâ bu geleneði sürdürdüðünü söyleyen Sami Selçuk, bir yýl sonra ayný Fransa’nýn belirleyici konumda bulunduðu Avrupa Birliði konusunda “katý
egemenlik anlayýþýnýn küreselleþme doðrultusunda yumuþatýlmasýnda sakýnca görmez” hale gelmiþtir. Ve böylece tüm “globalizm
yandaþlarý” gibi, Sami Selçuk da, “ulus-devlet”e karþý çýkarak “globalizm”in “uluslarüstü” kavramýnýn savunucusu olmuþtur. Onun için
artýk “ulusal egemenlik ve eþitlik kavramlarý” “gittikçe aþýnmýþ”
kavramlardýr.
Ýþte küçük-burjuvazinin sað kanadý ile bütünleþmiþ ve ayný
çizgide buluþmuþ olan orta kanadýnýn tüm perspektifi böylesine yalýn
haldedir. Sami Selçuk da, bu kesimin sözcüsü olarak iþlevlerini yerine getirmiþtir. Artýk onun yeri tarihin çöplüðü olmaktadýr. Onlarý buraya
yönelten tek gerçek, devrim karþýsýnda duyduklarý korkudur.
184
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Durum Tahlilleri,
Komplolar ve Senaryo Yazmak
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 54, Mart-Nisan 2000
Marksizm-Leninizmde devrimci mücadelenin taktik ve stratejisinin belirlenmesinde somut durumlarýn tahlili belirleyici bir yere
sahiptir. Lenin’in deyiþiyle, “somut tarihsel durumun tahlili”, devrimci mücadelenin stratejisinin temelini oluþtururken; mevcut durumun
tahlili taktiklerin temelini oluþturur.
Durum tahlillerine iliþkin bu temel bilgiler ülkemiz solunda
“bilinir” olmakla birlikte, hemen her durumda, dönemin egemen
bakýþ açýlarýndan yola çýkmak ve bu bakýþ açýsýna göre somut durumu “açýklamak” genel bir yaklaþým durumundadýr.
Dünya çapýnda Amerikan emperyalizminin ideolojik propagandasýyla birlikte yerleþtirilen “pragmatizm” kavrayýþý, uzun dönemdir “egemen bakýþ açýsý” durumuna getirilmiþ ve dolayýsýyla ülkemiz
solunda da mevcut geliþmelerin deðerlendirilmesinde temel yöntem halini almýþtýr.
Pragmatizm, her durumda, “yararlýlýk” temelinde olaylarý ve
olgularý deðerlendirdiðinden, olaylar ve olgular karþýsýndaki tutumu
da bununla paralellik gösterir. Bu yanýyla pragmatizm, olaylarýn ve
olgularýn tahlilinden çok, bunlarýn ortaya çýkarabileceði olasýlýklarýn
hesaplanmasýný esas alýr. Böylece, ortaya çýkabilecek her türlü olasýlýða karþý bir “plan” yapýlmasýný öngörür. Sýkça duyulan “A planý”, “B
planý” türünden sözler, Amerikan pragmatizminin bu niteliðinin dýþavurumlarýdýr. Bu baðlamda, pragmatistler için, ortaya çýkabilecek olasýlýklarý içiren “senaryolar” hazýrlamak ve geliþmeleri bu “senaryolar”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
185
KURTULUÞ CEPHESÝ
çerçevesinde deðerlendirmek belirleyici bir yere sahiptir.
Pragmatizm, nesnel gerçekliði ve nesnel zorunluluðu dýþladýðý
için, olaylarýn ve olgularýn geliþiminin önceden saptanamayacaðýný
iddia eder. Böyle olunca, “mantýki”, yani insan zihninde tasarlanabilir her durum ve olasýlýk gözönünde tutulmalý ve bunlara uygun planlar yapýlmalý, politikalar hazýrlanmalýdýr. Bu nedenle, “mantýki” her
olasýlýk gözönünde tutularak, her bir olasý geliþimde kullanýlacak
plan yapmak gerekmektedir. Amerikan propagandasýnda sýkça dile
getirilen “senaryolar”, “mantýki” her bir olasýlýðýn kendi içinde geliþiminin ve sonuçlarýnýn saptanmasýndan baþka birþey deðildir. “Senaryo”nun gerçekliði ise, ortaya konulanlara uygun plan ve projelerin
yapýlabilip yapýlamayacaðýna baðlýdýr. Bu boyutuyla, olasýlýklara göre
çizilen her bir “senaryo”, uygun plan ve projelerin üretilmesine yararlý olabildiði sürece “gerçek”tir.
Felsefi kavramlarla ele alýnýp deðerlendirildiðinde, günlük olarak üretilip kullanýlan pragmatizmin kavranýlmasý ise oldukça zor
olmaktadýr. Örneðin, pragmatizmin ekonomik, sosyal ve siyasal olaylarda somutlaþtýðý “senaryo” çiziminin uygun plan ve projelerin üretilmesine olanak saðladýðý oranda “gerçek” olmasý felsefik bir tanýmlamadýr. Günlük dilde bunun karþýlýðý “senaryo”nun “geçerliliði” olarak ifade edilmektedir. Felsefi olarak tanýmlandýðýnda, “senaryo üretimi”nin temelinde olay ve olgularýn olasý her türlü geliþiminden yola
çýkýldýðý için, sonuçta üretilen “senaryo” nun “gerçekliði” gündeme
gelmektedir. Günlük kullanýmda, “senaryo”nun “geçerliliði”nden yola
çýkýldýðý için, “mantýki” olarak olay ve olgularýn böyle bir olasýlýðý
içerip içermediðine bakýlýr. Sonuçta, bir “senaryo”nun geçerliliði, þu
ya da bu olay/olguda aranýrken; “gerçekliði” þu ya da bu olay/olgunun gerçekliðinde tanýmlanýr. Böylece yalýn bir totoloji (yineleme)
pragmatist yöntemin demagojik yönünü oluþturur. Bu yön, ortaya
konulan her bir “senaryo” karþýsýnda yapýlacak eleþtirileri önsel olarak dýþlamayý olanaklý kýlar.
Basit bir örnek olarak, henüz doðmamýþ bir çocuðun geleceðine iliþkin çizilebilecek “senaryolar” alýnabilir. Henüz cinsiyeti bile
bilinemeyen bir çocuðun, gelecekte (örneðin 18 yaþýnda) nasýl biri
olacaðý sorusunun pragmatist yanýtý, deðiþik olasýlýklara göre deðiþik
“senaryolar” çizmek þeklindedir. “Þayet erkek olursa”lý baþlayan, “eðer
okursa”lý devam eden, “yoksa”lýya uygun yeni “senaryo” ortaya koyan pragmatist yanýt, akla gelebilecek her soruya “mantýki” yanýtlar
getirdiði gibi, ne yapýlacaðýna iliþkin de sayýsýz senaryolar ortaya koyarak, bireylere “seçme” özgürlüðü tanýr. “Uygun zamanda, uygun
yerde” olmayan ya da “seçme özgürlüðünü” yanlýþ kullanan yahut
“senaryo”nun gerçekleþebilmesi için gerekli araçlara sahip olamayan anne-babalar, “kendi gerçekliklerinde” yaþamak zorundadýrlar.
Bu da “onlarýn gerçeði” olarak kalacaktýr.
186
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Maddi olarak ticaret burjuvazisinin nesnel gerçekliðine uygun
olan bu pragmatist yöntem, kredi sisteminin ve para ticaretinin geliþimine paralel olarak mali sermayenin pratik faaliyetini yönlendiren
bir yöntem olmuþtur. Kapitalist pazarýn nesnel yasalarýna, arz-talep
iliþkilerine baðýmlý olan ticaret burjuvazisi ve mali sermaye, tüm faaliyetlerini olasýlýklara göre hesaplamak ve düzenlemek zorundadýr.
Burjuvaziyi, bu olasýlýklarýn nesnel nedenleri, yani kapitalizmin nesnel yasalarý hiçbir zaman ilgilendirmez. Onlar, kendileri için yanýlsama üretecek zamana sahip deðillerdir. Ayný þekilde, onlar, bir þeyin
neden olduðuyla deðil, bugün ne olduðuyla ilgilenmek durumundadýrlar. Dolayýsýyla, pragmatizm, bunlar için en ideal dünya görüþü
olarak ortaya çýkmaktadýr. Pragmatizme yönelik her türlü felsefi eleþtirinin etkisiz kalýþýnýn nedeni de burada yatmaktadýr. Diðer yandan
pragmatizmin diyalektik yöntemi pekçok alanda kullanmasý da, eleþtirilerin boþlukta kalmasýnýn bir diðer nedeni olmaktadýr.
Diyebiliriz ki, nesnel gerçekliðin bilgisi yerine, sadece mevcut
olay ve olgulara dayanarak olasýlýk hesaplarýyla iþ gören pragmatizm,
bilimsel bilgiyi öngerektirmeyen bir kavrayýþtýr. Doðal olarak, pragmatist deðerlendirmeler, “senaryolar”, en sýradan biri tarafýndan bile
kolayca anlaþýlabilir olmaktadýr. Bu anlaþýlabilir niteliði ile “senaryolar”, kolayca geniþ kitleler arasýnda kabul görmekte ve yayýlmaktadýr.
Bu “senaryolar”ýn bilimsel olarak yanlýþlýðýnýn üstü ise, kitlesel
“onay”la örtülmektedir.
Bugün ülkemiz somutunda faiz, repo, hazine bonosu vb. gelirlerin azalmasýyla birlikte “küçük yatýrýmcýlar”ýn borsaya yönelmeleri,
nesnel olarak bu kesimlerin mülksüzleþtirilmesiyle sonuçlanacaktýr.
Ancak borsaya yönelen bu yeni para kitlesi, ayný zamanda, borsaya
yatýrýlan paranýn bir kýsmýnýn deðerlenmesini saðlamaktadýr. Borsaya
giren her yeni para, daha önce yatýrýlmýþ paranýn “prim” yapmasýna
neden olmaktadýr. Böylece borsaya para yatýranlar “kazanýrken”, yatýrmayanlar “kaybetmekte”dir. Ta ki, borsa bir bütün olarak çökene
kadar ya da büyük bir mali kriz patlak verene kadar.
Bu koþullar altýnda, elinde belli bir miktar para bulunan “küçük
yatýrýmcý”ya ne önerilebilir?
Günlük yazýlý ve görüntülü basýnda sýkça sorulan bu soruya
verilen “yanýtlar” ise çok nettir: Mümkün olduðu kadar tüm paranýzý
bir sepete koymayýnýz. “En iyisi”, parayý üçe bölerek, deðiþik sepetler
oluþturmaktýr. Birinci sepet “portföy yatýrýmý”ndan oluþmalýdýr; ikinci
sepet “deðiþik dövizlerden” oluþmalýdýr ve üçüncü sepet ise “devlet
tahvili ve faiz”lerden oluþmalýdýr...
Görüldüðü gibi, “borsa uzmanlarý”nýn ya da “ekonomistler”in,
“akýllý küçük yatýrýmcý”ya verdikleri “akýl”, olasý geliþmelere göre eldeki paranýn tümünün kaybedilmemesiyle sýnýrlýdýr. Onlara göre, olasý
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
187
KURTULUÞ CEPHESÝ
geliþim “üç ayrý senaryo”yu öngerektirmektedir ve “akýllý küçük yatýrýmcý” herþeyini yitirmemek için, yani mülksüzleþmemek için, bu
senaryolara uygun yatýrýmlar yapmalýdýr.
Buraya kadar anlattýklarýmýza iliþkin sayýsýz örnek vermek
mümkündür. Verilecek örneklerle pragmatizmin ne denli “oportünist” bir anlayýþ olduðunu sergilemek olanaklýdýr. Ancak pragmatizmin en önemli sonucu, çizilen “senaryolar”ýn bireyler ve kitleler tarafýndan benimsenmesi ve buna uygun olarak geliþmelerin deðerlendirilmesidir. Bu öylesine yaygýn bir durum yaratmýþtýr ki, hemen her
ekonomik, sosyal ve siyasal geliþme birer “senaryo” konusu olmuþtur.
Örneðin, A. Öcalan’ýn Kenya’dan getirilmesi olayý, çizilen
“senaryo”ya uygun olarak deðerlendirilmekte ve geliþmeler de bu
“senaryo”ya uygun olarak izlenmektedir. PKK’nin söyleminde
“Baþkan Apo’ya yönelik uluslararasý komplo” olarak tanýmlanan
“senaryo”ya göre, “Baþkan Apo”, Türkiye, ABD, Ýsrail, Yunanistan, Almanya, Ýtalya, Rusya ilanihayet... gibi ülkelerin hazýrladýklarý bir komploya kurban gitmiþtir.
Çizilen “senaryo”ya göre, ABD, Suriye ile gizli görüþmeler yaparak ve Türkiye’nin saldýracaðý tehdidinde bulunarak Hafýz Esad’ý
“kandýrmýþ” ve bunun sonucunda “Baþkan Apo” Suriye’den çýkmak
zorunda kalmýþtýr. Ancak “senaryo”nun yazdýðýna göre, “Baþkan Apo”
Suriye’den çýkmadan Yunanistan’dan “güvence” almýþtýr. Yunanistan
ABD’nin talimatýyla “Baþkan Apo”ya bu “güvenceyi” vermiþtir. Ancak
bu sözde “güvence”nin tek amacý, “Baþkaný” Suriye’den çýkartmak
olduðundan, Yunanistan verdiði sözü “tutmamýþtýr”. Bunun üzerine
“Baþkan Apo”, Avrupa’nýn “üstünde” uluslararasý komplocu güçlerle
tek baþýna kalmýþtýr. Ve Kenya’da “senaryo” sonuçlanmýþtýr.
Görüldüðü gibi, herþey santranç tahtasýndaki taþlar gibi, belli
kurallar içinde hareket etmiþ, hamleler zaman içinde yapýlmýþ ve
sonuç alýnmýþtýr. Ancak belli bir güce sahip PKK örgütlenmesinin ne
olduðu ise, bu “senaryo” içinde yer almamaktadýr. Kendi sözcükleriyle söylersek, “Baþkan Apo Kürdistan’a gitmeyi düþünüyor” iken,
nasýl olup da Avrupa’nýn üstünde tek baþýna kaldýðý bilinmemektedir. (Burada bir neden olarak, deðiþik bireylerin bu “komplo”da yer
aldýklarý ve bunlarýn “Baþkan Apo”yu “dolaylý yönlendirdikleri” söylenmektedir. Bugüne kadar herkesi “yönlendirdiði” söylenen “Baþkan”ýn, nasýl “yönlendirilen” konumuna geçtiði ise yine karanlýkta
kalmaktadýr.)
Oysa ki, tarihin materyalist kavranýþý, bu geliþmelerin, dünya
çapýndaki geliþmelerin bir parçasý olduðunu, yerel ve uluslararasý
sýnýf iliþkilerindeki deðiþmelerin bir yansýsý olduðunu açýkça ortaya
koymaktadýr. Ama yine de, “senaryolar” ve “komplo planlarý” raðbet
görmeye devam etmektedir.
Ülkemiz somutunda benzer bir durum, genelkurmayýn “dev-
188
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
letin yeniden yapýlandýrýlmasý” söylemiyle birlikte ortaya çýkmýþtýr.
Genelkurmay baþkanlýðý tarafýndan çeþitli gazetecilere verilen
“brifing”lerde ortaya konulan “senaryo”ya göre, “devletin yeniden
yapýlandýrýlmasý” bir zorunluluktur. Genelkurmayýn “yeniden yapýlandýrma” planý, mevcut demokrasinin geniþletilmesini ve “demokrasi
karþýtlarý”nýn tasfiye edilerek demokratik katýlýmýn yaygýnlaþtýrýlmasýný
öngörmektedir.
Çizilen “senaryo”ya göre, devlet, “yeniden yapýlandýrma” çerçevesinde tehdit önceliðini deðiþtirmektedir. Düne kadar iç ve dýþ
tehdit sýralamasýnda birinci sýrada yer alan “bölücü ve yýkýcý terörizm”
in yerini “demokrasi karþýtlarý” ve “þeriatçýlýk” almýþtýr. Böylece “yapay” olarak “þeriatçýlýk” bir “tehdit” olarak öne çýkarýlarak, “anti-þeriatçý cephe” yaratýlmasý planlanmýþtýr. Bu “senaryo” gereðince, þeriatçýlýða karþý olan, ancak mevcut düzenden de hoþnut olmayan kesimler, yapay bir biçimde bu “cephe” içinde yer almaya zorlanacak
ve böylece mevcut düzene karþý muhalefet etkisizleþtirilecektir. Doðal olarak, sol örgütlenmeler de, bu çerçeve içinde yerlerini almýþ
olacaklardýr. Sonal amaç, devrimci mücadelenin tasfiye edilmesidir.
Yapay bir þeriatçýlýk “tehlikesi” karþýsýnda solun, mevcut “laik” düzenin savunucusu haline getirilmesi amaçlanmaktadýr. vs. vs...
Buna karþý, Amerikan emperyalizminin “yeni dünya düzeni”nin
bir parçasý olarak tanýmlanan ikinci bir “senaryo” ortalýða atýlmýþtýr.
Bu ikinci “senaryo”ya göre, Amerikan emperyalizmi, “yeni dünya
düzeni” çerçevesinde ulusal devletleri ortadan kaldýrmak istemektedir. Bu amaçla, ülkemizde “II. cumhuriyetçiler”i piyasaya sürmüþtür.
“Globalizmin” savunucusu küçük-burjuva aydýnlarýnýn baþýný çektiði
bu “II. cumhuriyetçiler”, ulus-devlete karþý “ümmet-devlet”i savunan
þeriatçýlarla ittifak kurarak, “kemalist devleti” ortadan kaldýrmak istemektedirler. Bu amaçlarýna ulaþabilmek için, “kemalizm” karþýtý her
kesimle ittifak peþinde koþmaktadýrlar. Bu baðlamda Kürt ulusal hareketi ve solla ittifak kurmaya çalýþmaktadýrlar. Böylece, sol örgütler
“anti-kemalist” bir temelde reformist ve þeriatçýlarla “cephe” oluþturarak, Amerikan emperyalizmine yedeklenecektir. Sonal amaç, devrimci mücadelenin tasfiyesidir. vs. vs...
Böylece, dört taraflý bir “senaryolar” zinciri, mevcut geliþmelerin
tahlili için veri haline gelmektedir. Taraflardan birincisi, “yeni dünya
düzeni” ve “globalizm”in sahibi Amerikan emperyalizmidir. Ýkincisi,
genelkurmay baþkanlýðý ve “kemalist” devlettir. Üçüncüsü, “þeriatçýlar”. Ve dördüncüsü, sol örgütler ve devrimci mücadeledir.
Artýk bireyler için (hatta sol örgütler için) bu “senaryo”lardan
birisini (olmazsa bir üçüncüsünü yazabilirler) kabul etmek ve geliþmeleri bu çerçevede deðerlendirmekten baþka yapacak bir þey kalmamaktadýr.
Örneðin Yargýtay Baþkaný Sami Selçuk’un konuþmasý, hangi
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
189
KURTULUÞ CEPHESÝ
“senaryo”nun seçildiðine ve hangi kesimde olunduðuna baðlý olarak
deðerlendirilebilecektir. Sami Selçuk’un ne dediðinin deðil, niçin
dediðinin önem kazanmasýnýn nedeni de budur. Sami Selçuk’un
Jakobenizme karþý olduðunu söylemesinin amacý, devrimci mücadeleyi tasfiye etmektir; hedefi, “demokrasi” söylemi çerçevesinde
sol örgütleri küçük-burjuva reformistleri ile þeriatçýlarýn kurduklarý
“demokrasi cephesi”ne katmak ve bu yolla tasfiye etmektir. Böylece
Sami Selçuk’un “aslî görevi”, Yargýtay Baþkaný olmaktan çýkmakta,
bu “cephe”nin oluþturulmasý haline gelmektedir.
Karþýt “senaryo” sahiplerine göre ise, Sami Selçuk, Amerikan
emperyalizmi tarafýndan satýn alýnmýþtýr. Amacý, Amerikan emperyalizminin yeni “gözdesi” Fettullah Gülen’in “ýlýmlý islam”ý çerçevesinde ulusal devleti tasfiye etmektir. Onun “aslî görevi”, “anti-emperyalist,
laik ve demokratik cephe”yi daðýtmaktýr.
Böylesine yalýnlaþtýrýlmýþ ve yalanlaþtýrýlmýþ “senaryo” ve
“komplo”lar ortamýnda, mevcut durumun bilimsel tahlili, kaçýnýlmaz
olarak “fazla felsefi” kalmaktadýr. PKK’nin içinde bulunduðu tasfiye
süreci, ÖD Partisi’nin, DÝSK’in ve diðer legal sol örgütlenmelerin reformist bir çizgiye oturmasý ve DS’nin legalizme kayýþý gözönüne
alýndýðýnda, sýnýfsal tahlillerden çok “politik tahliller”in yapýlmasý gerektiði düþünülmektedir. Böylece sýnýfsal tahliller ile “politik tahliller”
birbirine karþýt olarak kavranabilmektedir. Sürecin nedenleri deðil,
nereye evrileceðine iliþkin her “tahlil”, yani “senaryo” revaç görmektedir.
Ýþte 12 Eylül’den günümüze kadar kitlesel ölçekte sürdürülen
depolitizasyon ve buna paralel olarak ülkemiz solunda ortaya çýkan
ideolojisizlik, her türlü bilimsel tahlil ve saptamanýn bir yana býrakýlmasýný, tarihsel süreçlerin sýnýfsal iliþkilerle deðil, birey ya da siyasal gruplarýn iliþki ve çeliþkileri ile açýklanmasý mantýðýný getirmiþtir.
Bu öylesine bir mantýk oluþturmaktadýr ki, günümüz koþullarýnda geliþen dünya ekonomik buhranýnýn bir sonucu olan büyük
tekeller arasýndaki birleþmeleri bile, deðiþik “komplo”larýn bir parçasý olarak deðerlendirebilmektedir. “Büyük uluslararasý komplo” teorisyenleri için, Alman otomotiv tekeli Daimler-Benz ile Amerikan otomotiv tekeli Chrysler’in birleþmesi haberi, Japon emperyalizmine karþý
bir “komplo”nun bir parçasýdýr. Küçük otomobil üretiminde önemli
bir yere sahip olan Fiat ile Amerikan General Motors firmasýnýn birleþmesi de, ayný þekilde Japon emperyalizmine yönelik “kuþatma”nýn
yeni bir adýmý olacaktýr.
Þüphesiz bu “senaryo” yazarlarý, yeni gelen haberlerle, örneðin,
Daimler-Benz ile Chrysler’in birleþmesiyle ortaya çýkan yeni þirket
DaimlerCrysler’in Japon otomobil þirketi Mitsubishi’yi satýn almalarý
haberiyle “þaþkýnlýða” uðratýlabilir. Ama onlarýn “þaþkýnlýðý” fazla sürmeyecektir ve diyeceklerdir ki, bu yeni geliþme Japon emperyaliz-
190
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
minin Alman ve Amerikan emperyalizmi tarafýndan köþeye sýkýþtýrýlmasý planýnýn bir parçasýdýr ve Mitsubishi’nin satýn alýnmasýyla Japon
emperyalizmi içten çökertilmeye çalýþýlmaktadýr vs. vs...
Ve yine sorulacaktýr, iki büyük Alman mali sermaye tekelini
oluþturan Deutsche Bank ile Dresdner Bank neden deðil, hangi
amaçla birleþmiþtir? Yanýt, hangi “senaryo”ya sahip olunduðuna göre
deðiþik biçimlerde gelecektir. Peki denilecektir AOL ile Time-Warner (CNN) birleþmesinin amacý nedir? Ve yanýt ayný þekilde “senaryo”ya bakýlarak verilecektir.
Oysa ekonomi-politikle az çok tanýþýklýðý olan ve kapitalist ekonominin buhranlarýna iliþkin biraz birþeyler bilen herkesin bildiði gibi,
ekonomik buhran dönemlerinde sermayelerin deðersizleþmesi, yani
deðer kaybetmesi gündemdedir. Büyüyen meta stoklarý, daralan taleple birleþerek pekçok kapitalistin iflasýna yol açarak, sermayenin
deðer yitirme sürecini geliþtirir. Böyle bir ortamda, þirketlerin öz sermayelerini artýrmalarý bir zorunluluktur. Tekeller arasýnda ortaya çýkan birleþmeler, bu zorunluluðun sonuçlarýdýr. Ekonomik buhranýn
geliþme seyri ve süresi, bu birleþmelerin ortaya çýkardýðý öz sermaye
artýrýmlarýnýn ne denli yeterli olup olmayacaðýný belirleyecektir. Bütün
bunlarýn ekonomi-politikteki karþýlýðý ise, her ekonomik buhran sonrasýnda sermayenin merkezileþip yoðunlaþmasýnýn artmasý, yani
tekelleþmenin hýzlanmasýdýr.
Bu bilimsel gerçekler, süreçlerin þu ya da bu kesimin yazdýðý
ya da yazdýrttýðý “senaryo” ya göre geliþtiðini düþünen bir mantýk için
pek bir þey ifade etmeyecektir. Bu mantýk çerçevesinde olaylara bakanlar, geliþmelerdeki nesnel koþullarý deðil, öznel istemleri belirleyici kabul edecektir. Ve diyeceklerdir ki, eðer bugün büyük tekeller
kendi aralarýnda birleþiyorlarsa, bu onlarýn daha büyük bir tekel meydana getirme isteminin bir sonucudur. Bu mantýða göre, bu tekellerin “akýllý yöneticileri”, dünyada meydana gelen geliþmelerin olasý
sonuçlarýný saptayarak, bugünden istemsel önlemler almak durumunda olduklarýndan, bu birleþmeler ortaya çýkmýþtýr. Ancak bu “akýllý
yöneticiler”in, bugün deðil de, neden üç-beþ yýl önce ya da üç-beþ yýl
sonra bu birleþmeyi istemedikleri ise açýklanmasý gerekmeyen sorular durumundadýr!
Yeniden ülkemiz somutuna dönecek olursak, geliþen siyasal
olaylarýn, ayný mantýk çerçevesinde öznel nedenlerle açýklandýðýný
görüyoruz:
Örneðimizde olduðu gibi, Genelkurmay’ýn istemsel olarak yaptýðý söylenen “dýþ ve iç tehdit” sýralamasýnýn deðiþtirilmesine paralel
olarak baþlatýlan “28 Þubat süreci”yle DYP-Refah Partisi hükümeti
düþürülmüþ, Refah Partisi kapatýlmýþ, Erbakan’a siyasal yasak getirilmiþtir. Ancak Erbakan’ýn siyasal yasaðýndan en fazla yararlanacak
olan kiþinin Tayyip Erdoðan olduðu görülünce, bu kez de T. Erdoðan’a
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
191
KURTULUÞ CEPHESÝ
“sudan nedenlerle” dava açýlarak siyaset yasaðý getirilmiþtir. Böylece
þeriatçý kesim içinde “yenilikçiler”in önü açýlmýþtýr. “Ajan provakatör”
takipçisi mantýkla yazýlmýþ bir baþka “senaryo”ya göre ise, bu geliþme,
“kemalist devletin” Refah Partisi içindeki “ajanlarý”nýn önünü açmak
amacýyla gerçekleþtirilmiþtir.
Hiçbir bilimsel ve tarihsel bilgiyi gerektirmeyen, dolayýsýyla sýradan bir mantýk tarafýndan kolayca kavranabilir ve anlaþýlabilir olan
bu saptamalar (tesbitler), kaçýnýlmaz olarak daha fazla raðbet görmektedir.
Oysa ki, sürecin bilimsel tahlili açýkça göstermektedir ki, geliþen siyasal olaylar, geliþen dünya ekonomik buhraný koþullarýnda
sömürücü sýnýflar arasýndaki çeliþkilerin keskinleþmesinin bir sonucudur. Çeliþkilerin giderek keskinleþmesi, kaçýnýlmaz olarak sömürücü sýnýflar arasýndaki deðiþik ayrýþmalarý ve ittifaklarý ortaya
çýkarmaktadýr. “28 Þubat süreci”, tümüyle iþbirlikçi-tekelci sanayi burjuvazisi ile tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisi arasýndaki
çeliþkinin ortaya çýkardýðý “çatýþma”nýn bir sonucudur. Bunun en somut görüngüsü ise Refah-Yol hükümetinin “bedelsiz otomobil ithalatý” uygulamasý olmuþtur. Bu uygulama, bir yandan Almanya’dan kullanýlmýþ otomobil ithalini gümrüksüz hale getirirken, diðer yandan
Erbakan’ýn uzakdoðu Asya gezisiyle Endenozya ve Malezya’dan otomobil ithalatý gündeme getirilmiþtir. Bu durumun “yerli otomobil üreticilerinin” (Renault ve Fiat’ýn) iç pazardaki gücünü azaltacaðý ve satýþlarýný düþüreceði açýktýr. Renault otomobillerinin üreticisi durumunda olan Ordu Yardýmlaþma Kurumu (OYAK) ve Fiat otomobillerinin
üreticisi durumundaki Koç Holding, doðrudan Genelkurmay’ýn devreye girmesiyle, bu “rakip”lerinin devre dýþý býrakýlmasýný saðlamýþtýr.
Her iki kesimin de, ellerindeki tüm siyasal güçleri kullanarak
sürdürdükleri bu savaþýn ikinci aþamasýnda, iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin, tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin kredi olanaklarýný kýsmasý gündeme gelmiþtir. Ýlk anda “islamcý sermaye” denilen
kesimin buna karþý yanýtý, “kâr payý” esasýna dayalý yüksek faizli mevduat toplamayý geniþletmesi olmuþtur. Bunun üzerine, ülke dýþýndan
yapýlan tüm para transferleri ve bu þirketlerin tüm parasal iþlemleri
denetim altýna alýnmýþtýr. Ve tam bu evrede “Asya krizi” patlak vermiþ
ve baþta Endenozya olmak üzere bir dizi Asya “kaplaný” büyük bir
ekonomik çöküþle yüzyüze gelmiþtir. Bu geliþmeye paralel olarak
“islamcý sermaye”ye yönelik önlemler etkili olmaya baþlamýþ ve bu
kesim içinde bölünmeler baþ göstermiþtir.
Oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki bölünme ve
ayrýþmanýn ilk somut sonucu, 18 Nisan seçimlerinde MHP’nin oylarýndaki artýþla belirginleþmiþtir. Ardýndan aralarýnda MÜSÝAD baþkanýnýn bizzat kendi þirketi de dahil olmak üzere, pekçok “islamcý
sermaye”ye dayanan þirketlerin iflas etmesi ya da ödeme güçlüðü
192
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
içine girmesi, bu kesimdeki bölünme ve ayrýþmayý hýzlandýrmýþtýr.
Bunun sonucu ise, Refah Partisi içinde “yenilikçiler”in giderek seslerini yükseltmeleri ve parti yönetimine aday olmalarý olmuþtur.
Refah Partisi içindeki “yenilikçiler”in en temel özelliði, tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisi ile oligarþi arasýndaki iliþkilerde
“çatýþma” yerine “uyum”u esas almalarýdýr. Bu, onlarýn basit bir “tercihi”, yani istemi deðil, iþbirlikçi-tekelci burjuvaziye karþý uzun yýllardýr sürdürülen mücadelenin baþarýsýzlýða uðramasýnýn bir sonucudur.
Refah Partisi baþkanlýðýna “yenilikçiler”in adayý olarak ortaya çýkan
Abdullah Gül’ün tüm söylemi, oligarþi ile yeni bir “uyum” sürecinin
baþlatýlmasýna dayanmaktadýr.
Þüphesiz geliþen siyasal olaylarýn bu tahlili karþýsýnda bir baþka
“senaryo” yazýlmasý ve olaylarýn buna uygun olarak geliþtiðinin söylenmesi olanaklýdýr. Böyle bir mantýk için, 1976 baþlarýnda Ýlker Akman yoldaþ tarafýndan yazýlmýþ olan “Mevcut Durum ve Devrimci
Taktiðimiz” yazýsýndan o dönemde Erbakan’ýn genel baþkaný olduðu
MSP ile ilgili deðerlendirmesini aktaralým:
“Sýnýfsal olarak, CHP’nin dayandýðý sýnýfsal tabana, yani
orta ve küçük sermaye kesimlerine dayanýr. Anadolu esnaf zanaatkar sermayesi ile tüccar-tefeci sermayenin desteðini almýþtýr. Emperyalist-kapitalist üretim iliþkilerinin 12
Mart sonrasý hükümetler dönemindeki hýzlý ve hakimiyet
saðlayýcý geliþmesine bir tepki olarak (daha önce ayný gerekçelerle ortaya çýkan ve 12 Mart döneminde kapatýlan
MNP’nin yerine) ortaya çýkmýþ ve AP’nin politik geri çekiliþi
ile birlikte, bir güç olmuþtur. Anti-tekelci, anti-faizci tutumu
aslýnda, tekellere ve faize karþý oluþundan deðil, temsil ettiði orta sermaye kesimlerinin ekonomik olarak geliþmesini
ve tekelleþmesini saðlamak için kendi politikasýný sürdürmek istemesindendir. MSP aslýnda, ülkemizin iç dinamiði
gereði ortaya çýkan ve ülkemizdeki emperyalist-kapitalist
üretim iliþkileri ile filizlenen kapitalist unsurlarýn tepkilerini
bünyesinde toplamýþ bir partidir. Bu tepkiler, özünde oligarþiye karþý olan tepkilerdir. Ve politik bir silah olarak kullanýlan ‘din’ ile birlikte, köylülüðün de sýnýfsal desteðini almýþtýr.
MSP’nin demokratikliði, gerek oligarþiye karþý muhalefet eden orta ve küçük sermaye kesimlerine politik sözcülük saðlamak, gerekse ‘din’i politik bir alet olarak kullanmak
istemesindendir. Programýna dikkat edilecek olursa, üretici güçleri hýzlý bir þekilde geliþtirmek istediði görülür. Ne
var ki, mevcut üretim iliþkilerine olan tabiyeti gereði, program, kaðýt üzerinde kalmaya mahkumdur. Ve giderek AP
içinde erimek zorundadýr. Oligarþiye olan tepkileri, engel-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
193
KURTULUÞ CEPHESÝ
leyici bir noktaya ulaþtýðý zaman, laikliðe karþý olmaktan
dolayý, her an politika dýþý býrakýlabilir. 12 Ekim seçimlerinde gerileyiþi, misyonunu AP’ye kaptýrmýþ olmasýndandýr.
MSP, oligarþiye tepki olarak doðmasýna karþýlýk, bunu politika olarak sürdürememesi sonucu, AP’nin liberalizmi içinde erimiþ, MSP’yi destekleyen sýnýflar, ‘çatýþma’ yerine
‘uyum’u yeðlediklerinden, AP’ye kanalize olmuþlardýr. MSP,
politik etkinliðini kaybetme durumuna gelmiþtir, ancak, orta
ve küçük sermaye kesimlerinin oligarþiye olan tepkileri ortadan kalkmýþ deðildir. MSP, bu durumu kullanarak tekrar
politik etkinlik saðlamak için, AP ile ‘uzlaþmazlýk’ konularýný öne çýkarmak zorundadýr.”
Bu saptamalarýn yapýldýðý tarihte oligarþinin en büyük siyasal
temsilcisi S. Demirel’in AP’sidir. Dolayýsýyla “çatýþma” yerine “uyum”a
yönelen kesimlerin AP liberalizmi içine kayýþlarý gündemdedir. Bugün ise, 1960-80 döneminin AP’si gibi bir siyasal oluþum bulunmamaktadýr. AP’yi oluþturan kesimler DYP, ANAP ve MHP’ye daðýlmýþ
durumdadýrlar. Bunun sonucu olarak “uyum” yanlýsý “yenilikçiler”in
liberalizmi bugün için herhangi bir kesime kanalize olmak durumunda deðillerdir. Refah Partisi içindeki mücadelenin sonucuna göre
“yenilikçiler”in liberalizmi kendisine yeni bir yön çizecektir.
Görüldüðü gibi, oraya çýkan siyasal geliþmelerin kökleri çok
daha derinlerde yatmaktadýr ve uzun bir tarihsel dönemi kapsamaktadýr. Bu da, günümüzdeki “senaryo” yazarlýðýnýn ne denli yüzeysel
olduðunu açýkça göstermektedir.
Ancak “senaryo” kavrayýþýnýn yaygýnlýðý, solda ve küçük-burjuva aydýn kesimde baþka sonuçlar da ortaya çýkarmýþtýr. Olaylarýn ve
olgularýn nedenlerini ortaya çýkarmaya yönelik bilimsel tahlillerin terkedilmesi ve geliþmelerin güncelliðine baðlý olarak deðiþen “senaryolar”a itibar edilmesi, zaman içinde her türlü tahlil yapma kavrayýþýný
da köreltmiþtir. Bu körelmenin sonucu ise, geliþen olaylarýn nedenlerinin ortaya konulmasý gerektiðinde açýkça görülür olmuþtur. Örneðin Avusturya’ da yapýlan seçimlerde “aþýrý saðcý” Heidler’in ÖVP’sinin oylarýný artýrarak ikinci büyük parti haline gelmesi ve daha sonra
hükümet ortaðý olmasý karþýsýnda küçük-burjuva aydýnlarýnýn yaptýðý
tahlillerin yüzeyselliðinin nedeni, bu tahlil yapma kavrayýþýnýn körelmesinin sonucudur.
Avusturya’da “aþýrý saðcý” olarak tanýmlanan ýrkçý-milliyetçi bir
partinin bu kadar yüksek oyu neden aldýðý tahlil edilmeye çalýþýldýðýnda, öncelikle Heidler’in partisinin “faþist” bir parti olup olmadýðý
konusunda bir saptama yapýlamamaktadýr. Çünkü, bu tahlil yapma
yeteneðini yitirmiþ kesimlere göre, “faþist” bir partinin Avrupa ülkelerinde etkili olabilmesi için, Hitler ve Mussolini örneðinde olduðu gibi,
büyük bir ekonomik buhranýn sonucu olarak yüksek enflasyon, iþsizlik
194
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ve yoksulluðun varolmasý gerekmektedir. Böylece faþist parti, böyle
bir ortamda faþist demagojiyi kullanarak iþsiz kitleleri kendi etrafýnda
toplar ve bunlarý “vurucu güç” olarak kullanarak iktidara gelir. Oysa,
günümüz Avusturya’sýnda böyle bir yoksulluk ve iþsizlik durumu olmadýðý gibi, enflasyon %2’ler civarýnda seyretmektedir. Öyleyse, demektedir küçük-burjuva aydýnlarý, Heidler’in yükseliþinin nedenlerini
baþka yerde aramak gerekir, örneðin Batý-Avrupa topluluklarýnýn monolotik kültürel yapýsýnda.
Oysa ki, Avusturya’daki geliþmeler, hemen hemen tüm ülkelerde ortaya çýkan benzer geliþmelerden farklý deðildir.
Sovyetler Birliði’nin daðýtýlmýþlýðýyla birlikte ortaya çýkacaðý varsayýlan yeni pazarlar, dünya çapýnda burjuvazinin her kesiminde büyük
bir bayram havasý estirmiþtir. Geniþleyen kapitalist dünya pazarýndan
kendisine de pay düþeceðini düþünen her türlü sermaye kesimi,
tüm yatýrýmlarýný ve üretimlerini bu geniþleyen pazara göre yönlendirmiþlerdir. Ancak geliþmeler, beklenen pazar geniþlemesinin somutta talep artýþý yaratmadýðýný göstermiþ ve bu alana yönelik yapýlmýþ
yatýrýmlar durma noktasýna gelmiþtir. Bu ortamda baþ gösteren dünya ekonomik buhraný, çokuluslu tekeller ile ulusal pazara yönelik
üretim yapan tekeller arasýndaki çeliþkiyi keskinleþtirmiþtir. Çokuluslu tekeller “globalizm” sloganý ile ekonomik buhranla baþlayan talep
darlýðýný emperyalist ülkelerin iç pazarlarýna yönelerek telafi etmeye
çalýþmýþlardýr. Bu durum, kapitalizmin iç dinamikle geliþtiði ülkelerdeki iç dengeleri sarsmýþ ve ulusal iç pazar için üretim yapan sermaye kesimleri ile GATT vb. anlaþmalarla bu pazarlara yönelen çokuluslu tekelci sermaye arasýndaki çeliþkiyi keskinleþtirmiþtir. Bu
çeliþkinin politik sonucu ise, ulusal iç pazar için üretim yapan sermaye kesimlerinin artan oranda “globalizm”e karþý “milliyetçilik” bayraðýna sarýlmalarý olmuþtur. Emperyalist ülkelerin iç pazarlarýnýn artan
oranda çokuluslu tekellerin denetimi altýna girmesi karþýsýnda “himayecilik” söyleminin yeniden gündeme gelmesini saðlayan da bu
siyasal geliþme olmuþtur. Bugün Avusturya’da hükümet ortaðý durumuna gelen “milliyetçi parti”nin güçlenmesinin nedeni de, Almanya’
da geliþen “yabancý düþmanlýðý”na dayanan “milliyetçiliðin” geliþme
nedeni de bir ve aynýdýr.
Dünyada ve ülkemizde geliþen ekonomik, toplumsal ve siyasal olaylar karþýsýnda pragmatizmin “senaryo” anlayýþýyla çizilen tüm
tablolar, somutlukta teker teker etkinliðini yitirirken yeni “senaryo”larýn
ortalýða sürülmesi “rutin” bir durum yaratmaktadýr. Bu durumun
soldaki yansýsý, A. Öcalan’ýn Kenya’da tutsak edilmesi olayýnda olduðu gibi, Susurluk vb. olaylarda da ortaya çýkmýþtýr. Örneðin, M. Aðar’ýn
“açýklayamayacaðý”ný belirterek ifade ettiði “1000 operasyon gerçekleþtirdik” sözü, yeni bir “senaryo”nun yazýlmasýný getirmiþtir. Artýk
pek çok sol dergide, oligarþinin ve emperyalizmin “1000 operasyo-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
195
KURTULUÞ CEPHESÝ
nu”na iliþkin “yeni” olgular ve olaylar ortaya konulmaya ve “Amerikan emperyalizminin operasyonlarý sürüyor” türünden diziler yayýnlanmaya baþlamýþtýr. Böylece tekil olaylar, “büyük bir planýn” parçasý
olarak sunulmaya baþlanýlmýþtýr. Oysa, gerçeklikte 1.000 deðil, binlerce operasyon sözkonusudur ve tümü de tek bir sürecin parçalarýdýr: Devrimci mücadelenin engellenmesi. Bundan öte, “þaþýrtýcý”,
“bilinmeyen”, “büyük” bir “plan” sözkonusu olmadýðý gibi, bu operasyonlarýn bu tarzda ifade ediliþi oligarþik devlet aygýtýnýn özünün
gözlerden kaybolmasýna ve giderek belirli bir kesimin “gizli operasyon aygýtý” olarak algýlanmasýna neden olmaktadýr.
Haber baþýna ücret alan gazetecilerin, süreçleri (haberleri de
diyebiliriz) tekil parçalara ayýrarak ve her bir tekil parçayý ayrý bir
haber konusu yaparak oluþturduklarý “haberler”, bu ortamda sol yayýnlarýn en temel malzemesi olduðundan, bu tekil haberleri birleþtirecek
bir “senaryo” kolayca etkili olabilmiþtir. Böylece popülizm sol yayýnlarýn ayrýlmaz bir parçasý haline gelmiþtir.
Bu etkileþimin bazý kesimler üzerindeki sonuçlarý çok daha
çarpýcý olmuþtur. Örneðin, bugün “Yaþadýðýmýz Vatan” adýyla “vatanseverlerin” yayýný olduðunu ilan eden kesim, daha düne kadar
“halk sýnýfý”na yerleþtirdiði bir kaç kiþi ile “eðitim çalýþmasý” yapan
“Selim abi” popülizminden uzaklaþarak, “ihtiyar” ile “delikanlý”nýn
sohbetleriyle “bilgi ýþýðý” saçmaya baþlamýþlardýr. Dün “Selim abi”,
geliþen olaylarý sýð bir teorik çerçeve içinde “senaryo”laþtýrýrken, bugün “ihtiyar” tüm teorik zorunluluðundan sýyrýlarak “delikanlý”ya yeni
“senaryolar” sunmaktadýr.
Soldaki legalizme kayýþlarý, popülizmi, tekil olaylarý “senaryo”
çevresinde bütünleþtirme eðilimlerini ve de her türlü teorik temelden uzaklaþýlmasýný büyük bir “keyifle” izleyen küçük-burjuva reformist aydýnlarý ise, “eski solcu” olmanýn avantajlarýyla oluþturduklarý
yeni “mekanlar”ýnda yeni “açýlýmlar”ýn “senaryo”larýný yazmaya
baþlamýþlardýr.
Her türlü bilimsel bilginin, teorik belirlemenin kolayca bir yana
konulmasýyla etkinliðini artýran “senaryo”culuk, ortaya koyduklarýný
“kanýtlamak zorunda” olmadýðý için ve sonal olarak bunlar “onun
düþüncesi” olarak kabul edileceði için hemen her kesimde kendisine uygun insanlar bulmuþtur. Ýdeolojisizliðin, teorik bilgiden kaçýþýn
övüldüðü, tersini savunanlarýn demagojik söylemlerle susturulmaya
çalýþýldýðý bir dönemde, bu insanlar belirli bir süre iþlevlerini yerine
getirmekte ve bir sonraki zaman içinde yerlerini bir baþka “senaryo”
yazarýna terk etmektedirler. MÝT ajanlarýnýn, söylenenlerin kanýtý bir
“kaynak” olarak gösterildiði bir dönem sonrasýnda solda ortaya çýkan manzara, sadece bir dergi ya da gazetenin sayfalarýnýn doldurulmasý olmuþtur. Birikim çevrelerinin çok sevdikleri deyimle ifade
edersek, artýk “söz bitmiþtir”.
196
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sonuç olarak, ülkemiz solunda egemen olan pragmatizm,
popülizm, legalizm vb., her türden sýradanlýðýn kendisine yer bulabildiði ve kiþilerin mevcut düzenden geldikleri gibi kaldýklarý, deðiþmelerinin ve deðiþtirilmelerinin düþünülmediði bir oluþum haline
dönüþmüþtür. Söylediklerini, iddia ettiklerini herhangi bir ölçüyle ölçemeyen, dolayýsýyla Marksizm-Leninizmin evrensel belirlemelerinin bir
ölçü olarak kabul edilmediði bu oluþumlar, yaþanýlan anýn egemen
eðilimleriyle birlikte varolmaktadýrlar. Böylece egemen sýnýfýn ideolojisi, kültürü sol oluþumlarýn ideolojisi ve kültürü haline getirilmiþtir.
Ve bu ortamda, bu oluþumlarýn içinden birileri, dün söyledikleri ile
bugünkü arasýndaki farklýlýðý sorabilecek durumda olmadýklarý gibi,
dün yeni bir “senaryo” ile yeniden yazýlabilir, düzeltilebilir olmuþtur.
“Vatanseverler”in “ihtiyar” ile “delikanlý”sýnýn diyaloglarýnda olduðu
gibi, artýk yeni yetiþen devrimci kuþaða bilgi aktaracak fazla da kimse kalmamýþtýr. Çünkü bilgi öðrenilmez, sadece “aktarýlýr”! Böylece
Marksizm-Leninizmin tüm teorik birikimi, bilgi hazinesi olduðu gibi
dururken, yeni yetiþen kuþaða bilgi “aktarmak” için “ihtiyar” bulmaktan baþka yol da kalmamýþtýr. “Selim abi”nin birkaç yýl içinde böylesine “ihtiyar”lamasý, solun nasýl eridiðinin traji-komik bir görüngüsüdür.
Durum tahlillerinin yerini “komplolar” ve “senaryolar”ýn aldýðý
bir dönemde sol oluþumlarda görülen popülist-arabesk kültür eðilimleri çok daha etkili olmuþtur. Aþaðýda aktaracaðýmýz yazý, geçen
ay birinci sayý ile yayýnlanmaya baþlayan “Devrimci Demokrasi” adlý
dergiden alýnmýþtýr. Her türden sýradan ifadeler, deyimler, sözcüklerin yer aldýðý bu yazý, ayný zamanda gelinen noktanýn nasýl bir çürümeyi ifade ettiðini de göstermektedir:
“Ýbocu’nun derdinden ancak Ýbocu anlar. Ýbocu ‘nev-i
þahsýna münhasýrdýr’. Çünkü Kaypakkaya geleneði siyasi
sahnede bambaþka bir ekolü temsil eder. Kaypakkaya
ekolünden gelenler, baþka siyasetlerde kendilerini ifade
edemezler. Özkaynaktan kopsada, dili ve deðer yargýlarý
Ýbocu’yu belli eder. Meramýný anlatamaz. Çatlasa da patlasa da oraya bir türlü ayak uyduramaz...
Enver Gökçe affetsin, Meþhur þiirinin dizelerini þimdi,
deðiþtirip terennüm etmekte fayda var: Dost dost! Ýlle de
Birlik!
Fiyakalý olduðu için deðil, geleneðin tarihini yaz-boz tahtasýna çevirmek için deðil, þunun için Birlik...”*
Burada, daha fazla söylenecek þey yoktur, “söz bitirilmiþtir”!
* Devrimci Demokrasi, Sayý: 1, 1-16 Þubat 2000.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
197
KURTULUÞ CEPHESÝ
... Ve Genelkurmay Devreye Girer:
“Postmodern Darbe”
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 59, Ocak-Þubat 2001
2001 yýlýna girildiðinde Jandarma Genel Komutanlýðý’na baðlý
Kaçakçýlýk ve Organize Suçlar Dairesi’nin TEDAÞ operasyonuyla birlikte baþlayan “düðmeye kim bastý” tartýþmalarýnýn M. Yýlmaz ile Genelkurmay arasýnda yeni tartýþmalar baþlattýðý bir ortamda, 1997 yýlýnda
Genelkurmay Genel Sekreterliði görevinde bulunan emekli Tümgeneral Erol Özkasnak’ýn “28 Þubat, günün koþullarýna uygun bir yöntemde gerçekleþtirildi. O günün dünya ve ülke koþullarýnda 12 Mart
ve 12 Eylül gibi klâsik bir müdahale yapýlamazdý” diyerek “28 Þubat
postmodern bir darbedir” beyanýyla ordunun “ülke yönetimindeki
yeri” yeniden gündeme gelmiþtir. Tüm “medya”, 1997 yýlýnýn “28 Þubat”ýnda “üstü örtülü” bir askeri darbe olup olmadýðý üzerine yapýlan
tartýþmalarla uðraþýrken, “askerler”in “ülke sorunlarý üzerine” birbiri
ardýna yaptýklarý açýklamalarla ilgilenen olmadý.
Oysa ki, 11 Ocak 2001’de Harp Akademileri Komutanlýðý tarafýndan düzenlenen “Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliði, AB ve
NATO Ýliþkilerinin Geleceði ve Türkiye’ye Etkileri” konulu sempozyumda, Harp Akademileri Komutaný Orgeneral Nahit Þenoðul ile Harp
Akademileri Komutanlýðý Silahlý Kuvvetler Akademisi Komutaný Tuðg.
Halil Þimþek’in konuþmalarý, 28 Þubat 1997 sonrasýnda Genelkurmay’ýn ülkenin siyasal yönetimi üzerindeki denetimini bir kez daha
198
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
açýk biçimde ortaya koymuþtur.
Harp Akademileri Komutanlýðý’nýn düzenlediði sempozyum,
tümüyle devletin orta ve uzun vadeli hedefleri konusunda Genelkurmay’ýn bakýþ açýsýnýn ortaya konulduðu bir “brifing” olmuþtur.
Orgeneral Nahit Þenoðul’un sempozyum açýþ konuþmasýnýn
ana konusunu Avrupa Birliði oluþtururken, ortaya koyduklarý, Avrupa Birliði konusunda izlenecek politikalarý içermektedir. Hiyerarþik
sýraya göre Orgeneral N. Þenoðul’dan sonra konuþan Tuðgeneral
Halil Þimþek, gerek AB konusunda, gerekse ekonomik ve siyasal geliþmeler konusunda bütünsel bir program ortaya koyarak, Genelkurmay’ýn tüm bakýþ açýsýný sergilemiþtir. Özellikle AB ile imzalanacak
olan “Katýlým Ortaklýðý Belgesi”nin Türkiye’yi “böleceði”nin altýnýn çizildiði konuþma tam bir AB karþýtlýðý oluþtururken, DSP-MHP-ANAP
koalisyon hükümetinin AB’ye katýlým konusundaki giriþimleri “ad verilmeden” açýk biçimde “uygulanamaz” olarak ilan edilmiþtir.
Ancak Tuðgeneral H. Þimþek’in konuþmasýnda en dikkat çeken yan, “global seviyede tehdit nedenleri” baþlýðý altýnda ortaya konulanlardýr:
“Süper güçlerin içersinde yeraldýðý, büyük ordularýn kullanýlarak toprak iþgali ve sýnýrlarý deðiþtirecek istilacý tehditler þimdilik ortadan kalkmýþtýr. Ancak geliþmiþ ülkelerin
modern eðitimli ve iyi donatýlmýþ ordularý varlýðýný sürdürmektedir. Bu ordular öncelikle enerji kaynaklarý, hammadde ve tüketim pazarlarý ile ulaþým hatlarýnýn emniyetini saðlamak üzere kullanýlacaktýr. Bu nedenle, gelecekteki tehditlerin temel sorunlarýndan birisi, enerji ve hammadde
kaynaklarýdýr.”
Görüldüðü gibi, Genelkurmay’ýn üzerinde durduðu temel konularýn baþýnda enerji, hammadde, ulaþým ve tüketim pazarlarý gelmektedir. Böylece Jandarma Genel Komutanlýðý tarafýndan yürütülen
TEDAÞ operasyonunun nedenleri, IMF’nin TELEKOM’un, TEDAޒýn
ve bor yataklarýnýn özelleþtirilmesine karþý çýkýþlar belli bir temele
oturtulmuþ olmaktadýr.
Diðer yandan, konuþmalarda, AB konusunda ortaya konulanlar, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliði (AGSK) konusunda Ecevit
hükümetinin tüm çabasýna karþýn Genelkurmay’ýn “veto”su gözönüne alýndýðýnda, oligarþik yönetimin askeri kanadýnýn Balkan ve Kafkas ülkeleri pazarlarý ile ülke içi pazar konusunda Fransýz ve Alman
emperyalizmi ile açýk bir karþýtlýk içinde olduðu ifade edilmiþtir. Böylece geliþen dünya ekonomik buhraný koþullarýnda enerji ve hammadde kaynaklarý ile pazarlarýn emperyalist ülkeler tarafýndan yeniden
paylaþýmý konusundaki çatýþmanýn oligarþi içindeki çeliþkileri keskinleþtirdiði ve bunda Genelkurmay’ýn taraf olduðu bir kez daha ortaya
konulmuþ olmaktadýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
199
KURTULUÞ CEPHESÝ
Türk Silahlý Kuvvetleri’nin, gerek eðitim açýsýndan, gerek donaným açýsýndan tümüyle Amerikan emperyalizmine baðýmlý olduðu
ve son askeri ihalelerin Amerikan silah tekellerine verilmesi gözönüne alýndýðýnda, mevcut çatýþmanýn temelinde ABD ile AB arasýndaki
çeliþkinin yattýðý hemen görülmektedir. Bu, ayný zamanda, SSCB’nin
daðýtýlmýþlýðý koþullarýnda “yeni pazarlarýn istikrara kavuþturulmasý”
konusunda ABD ile AB arasýndaki uzlaþmanýn sona erdiðinin de bir
göstergesidir. ABD’nin yeni baþkaný W. Bush’un dýþ politikasýnýn da
bu yönde olduðu ve içte askeri mallar üretimine aðýrlýk vereceði gözönüne alýndýðýnda, Genelkurmay kaynaklý tüm açýklamalarýn amacý
daha belirgin hale gelmektedir. Gazetelere yansýdýðý gibi, AB’nin güvenlik ve dýþ politika iþlerinden sorumlu yetkilisi Javier Solana’nýn W.
Bush yönetimiyle yaptýðý son görüþmelerde “anlaþma saðlanamamýþ”
ve Solan, Powell ile yaptýðý görüþme sonrasýnda “AGSK konusunda
ABD’yle ciddi görüþ ayrýlýklarý bulunduðunu ve bu konuda ABD’yi
eðitmek” gerektiðini açýklamýþtýr. Bu da, ABD ile AB arasýndaki çeliþkilerin keskinleþtiðini ve eski “uzlaþma” günlerinin sona erdiðini bir
kez daha göstermiþtir. “Ermeni soykýrýmý yasasý” sonrasýnda Fransa’
nýn Türkiye’ nin “stratejik konularda” “partneri” olamayacaðý konusundaki açýklamalar da geliþimin boyutunu gösteren diðer bir olgu
olmaktadýr.
Ülkemizde devam eden depolitizasyon ve ideolojisizleþtirme
süreci, ister istemez tüm bu gerçeklerin bir yana býrakýlmasýný ya da
çarpýtýlmasýný gündeme getirmiþtir. Olaylarýn ve olgularýn kendi bütünselliðinden koparýlarak ele alýnmasý ve deðerlendirilmesinin baþlý baþýna bir “yöntem” haline geldiði bir ortamda, Amerikan emperyalizmi
ile Genelkurmay’ýn bakýþ açýlarý arasýndaki özdeþlik kolayca bir yana
itilebilmektedir. Þöyle ki:
Yukarda ifade ettiðimiz gibi, oligarþik yönetimin askeri kanadý, açýk biçimde IMF’nin olmaz-sa-olmaz koþul olarak ortaya koyduðu Telekom, TEDAÞ ve bor yataklarýnýn özelleþtirilmesi konusunda
açýk bir karþýtlýk içindedir. Dolayýsýyla, Amerikan emperyalizminin
“kesin denetimi” altýnda olduðu varsayýlan IMF ile Genelkurmay
arasýndaki çeliþki, kolayca Amerikan emperyalizmi ile olan çeliþki
olarak sunulabilmektedir.
Gerçeklikte ise, IMF ile Genelkurmay arasýndaki çeliþki, IMF
yönetiminde yer alan emperyalist ülkeler arasýndaki çeliþki ile çokuluslu þirketlerin kendi aralarýndaki çeliþkinin bir yansýsý durumundadýr. IMF’nin tüm uygulamalarýnýn kesinkes Amerikan emperyalizminin
çýkarlarýna denk düþtüðünden sözedilemeyeceði gibi, çokuluslu ABD
tekelleri arasýnda çeliþki olmadýðýndan da sözedilemez. Ancak buradaki sorun IMF-Genelkurmay karþýtlýðý deðil, enerji ve hammadde
kaynaklarý ile pazarlar konusunda emperyalist ülkeler arasýndaki çeliþkinin IMF düzeyinde ortaya çýkmasýdýr.
200
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Örneðin, Kafkas bölgesinin paylaþýmýna iliþkin olarak emperyalist ülkeler arasýndaki rekabet ve mücadelenin en somut olgusu
Ermenistan olmaktadýr. “Ermeni soykýrýmý” konusunda emperyalist
ülke parlamentolarýnda alýnan kararlar, doðrudan Kafkas bölgesinin
paylaþýmýna iliþkin çeliþkinin dýþavurumlarýdýr. Keza, Bakü-Ceyhan
boru hattý ile Mavi Akým projeleri konusundaki çeliþkiler, ABD petrol
tekelleri ile petrol dýþý yeni enerji kaynaklarý ihtiyacý içindeki AB tekelleri arasýndaki çeliþkinin yansýmalarýdýr.
Ayný þekilde, Genelkurmay’ýn “bazý çekincelerle” özelleþtirilmesine karþý çýktýðý TELEKOM’un satýþýnda “alýcý”nýn Alman Telekom’u
olmasý, “çekince”nin niteliðini ortaya koymaktadýr. Bor yataklarýnýn
özelleþtirilmesi konusu da bundan farklý deðildir. Doðrudan devlet
tarafýndan ABD’ye ihraç edilen bor madenlerinin özelleþtirilmesinin
AB’nin bu alana girebilmesine olanak saðlayacaðý açýktýr.
Tüm bunlar, emperyalist ülkeler arasýndaki çeliþkinin ülke içine yansýmasýndan baþka birþey deðildir. Dolayýsýyla, emperyalist ülkeler arasýndaki çeliþkinin durumu, ülke içindeki siyasal geliþmeleri
ve siyasal yönetimi belirlemektedir. Bu da, ülkemizdeki kapitalizmin iç dinamikle deðil de, emperyalizmin taleplerine uygun olarak
yukardan aþaðýya (dýþ dinamikle) geliþtirilmesini, dolayýsýyla düzenin
tüm dengelerinin içte deðil, dýþta dengesini bulduðunu göstermektedir.
Kurtuluþ Cephesi’nin deðiþik sayýlarýnda ifade ettiðimiz gibi,
geliþen ve süreklilik arzeden dünya ekonomik buhraný koþullarýnda,
buhranýn þiddetle yansýdýðý bizim gibi ülkelerde yönetimin
askerileþtirilmesinden baþka bir seçenek yoktur. Sadece IMF ile Aralýk 1999’da imzalanan stand-by anlaþmasýnýn “tam olarak uygulanmasý” için bile “otoriter” bir yönetim gerektiði ortadadýr. Ýþte E. Özkasnak’ýn “postmodern darbe” tanýmlamasý, “globalizm” ve “demokrasi” söyleminin alabildiðine yaygýnlaþtýrýldýðý SSCB’nin daðýtýlmýþlýðý
koþullarýnda yönetimin askerileþtirilmesinin bir biçimi durumundadýr. Ülkemiz somutunda bu biçim deðiþikliði 1997 Þubat’ýnda baþlamýþtýr.
Tüm orta ve uzun vadeli politikalarda Genelkurmay’ýn doðrudan ya da MGK aracýlýðýyla belirleyici konumda bulunduðu bu yeni
“yönetim biçimi”, her zaman olduðu gibi, ilerici, Atatürkçü, halkçý ve
laik bir söylem üzerine oturtulmuþtur.
Anýmsanacaðý gibi, Genelkurmay’ýn 28 Þubat 1997 sonrasýnda
“özelleþtirme” konusunda yaptýðý stratejik belirlemeler, “iç ve dýþ
tehdit” belirlemeleriyle birlikte kamuoyuna sunulmuþtur. Bu geliþmeyi
Kurtuluþ Cephesi’nin Temmuz-Aðustos 1998 tarihli 44. sayýsýnda þöyle
ifade etmiþtik:
“Harp Akademileri Komutanlýðý’ nýn ‘Özelleþtirme ve
Türk Silahlý Kuvvetleri’ baþlýklý raporu, 29 Temmuz 1998
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
201
KURTULUÞ CEPHESÝ
günü gazetelerde yayýnlandý. Bu raporla birlikte, 28 Þubat
1997 tarihinden günümüze kadar geliþen olaylar içinde
Genelkurmay’ýn nasýl ‘devreye’ girdiði açýk biçimde gözler
önüne serilmektedir. Ancak bu, A. Öcalan’ýn düþündüðünden farklý olarak, 28 Þubat 1997’de ‘þeriatçýlýk’ konusunda
‘devreye giren’ Genelkurmay’ýn giriþiminin ikinci perdesini
oluþturmaktadýr.
Bilindiði gibi, oligarþi, herzaman karþý karþýya bulunduðu sorunlarý kendi ‘siyasal kadrolarý’ aracýlýðýyla çözemediði her koþulda kendi silahlý güçlerini, yani orduyu
devreye sokmuþtur. Bugüne kadar gerçekleþtirilen tüm askeri darbeler, oligarþinin kendi yönetimini ve sömürüsünü
sürdürebilmek için, siyasal zoru alabildiðine kullandýðýnýn
açýk olgularýdýr. Geçen yýldan bugüne kadar geliþen süreçte, oligarþi, kendi dýþýndaki sömürücü sýnýflarla olan
çatýþma-sýna karþý, sürekli olarak Genelkurmay’ý devreye
sokmuþtur. ‘Sömürüyü disipline etme’ amacýyla askeri zor
aygýtýnýn devreye bu sokuluþu gazetelerde yayýnlanan son
‘rapor’la birlikte daha da belirginleþmiþ bulunmaktadýr. Ancak bu kez, Genelkurmay, ‘anti-emperyalist’ ve ‘anti-tekelci’ bir söylemle kamuoyunun karþýsýna çýkmaktadýr ve bu
baðlamda ‘ideolojik dayatmalar’dan sözetmektedir. (12
Mart 1971 muhtýrasý da ‘ilerici’, ‘laik’, ‘Atatürkçü’ söylemle
kaleme alýnmýþtýr.)
‘Özelleþtirme’ konusunda, Harp Akademileri Komutaný
Orgeneral Necati Özgen imzasýyla kamuoyuna sunulan ‘rapor’ þunlarý söylemektedir:
- Özelleþtirme Batýlý ülkeler veya bunlarýn etkin olduklarý
uluslararasý sermaye tarafýndan geliþmekte olan ülkelere
telkin edilmekte, hatta dayatýlmaktadýr.
- Bu dayatmanýn nedeni, uluslararasý sermayenin bu
ülkelere girmesi ve özellikle üretim ünitelerine girmelerinin koþullarýný yaratmaktadýr.
- Özelleþtirme günümüzde özel kesime kaynak aktarma politikalarýna dönüþmüþtür.
- Özelleþtirme ile kamu tekelinden çok daha vahim
sonuçlar doðuracak olan özel tekeller yaratýlýr. Arjantin,
Meksika ve Þili örneðinde görüldüðü gibi, ülke ekonomisi
az sayýda holdinge teslim edilmiþ olur.
- Özelleþtirme ve yabancýlaþtýrma ideolojik bir dayatmadýr.
- Devletin küçültülmesi teziyle, sosyal devlet olgusu budanacak, bu da gelir daðýlýmýnýn daha da bozulmasýna ve
çok ciddi sosyal patlamalara neden olacaktýr.
202
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Görüldüðü gibi, oligarþinin ordusu, ‘uluslararasý sermaye’den sözetmekte ve bu sermayenin geri-býraktýrýlmýþ ülkelere yaptýðý ‘dayatmalar’dan yakýnmaktadýr. Biraz sol
yayýnlarý izleyen herhangi bir yurttaþýn bile kolayca görebileceði gibi, ‘rapor’ tümüyle ‘sol’ bir ‘anti-emperyalist’ söylem içermektedir. Oligarþinin iþbirlikçi tekelci burjuvazinin
aðýrlýkta olduðu bir avuç sömürücü azýnlýktan oluþtuðu ve
bunlarýnda emperyalizmin ülke içindeki uzantýlarýndan
baþka birþey olmadýðý gerçeði düþünüldüðünde, ‘rapor’daki
‘anti-emperyalist’ söylemin ardýnda bir baþka þeylerin yattýðýný herkese düþündürtecektir.
Kurtuluþ Cephesi’nin çeþitli yazýlarýnda ortaya koyduðumuz gibi, son yýllarda sömürücü sýnýflar arasýndaki çýkar
çatýþmasý giderek keskinleþmiþtir. Bu keskinleþen çatýþma,
bir yandan oligarþinin siyasal kadrolarý arasýnda ayrýþmaya
neden olurken, diðer yandan oligarþi içinde çeþitli çatýþmalar ve uyumsuzluklar ortaya çýkarmýþtýr. Özellikle baþýný Koç
Holding’ in çektiði bir kesim, AB konusundan özelleþtirmeye kadar pekçok konuda izlenen ‘popülist politikalar’a karþý
çýkmaktadýrlar. Sabancýlarýn muhalefetine raðmen, Genelkurmay, yönetimin askerileþtirilemediði koþullarda farklý
bir biçimde devreye sokulmuþtur. ‘Asya Krizi’nin patlak
verdiði koþullarda oligarþinin askeri kadrolarý aracýlýðýyla
bir kez daha devreye giriþi kaçýnýlmaz olmuþtur. Bilinebileceði gibi, ‘Asya Krizi’yle birlikte aþýrý-sermaye birikimi, Uzakdoðu Asya ülkelerinden baþka alanlarda kendisine yeni
kaynaklar bulmak durumundadýr. Bu konuda, Latin-Amerika ve Türkiye ‘önde gelen’ ülkeler konumundadýr. Özelleþtirme konusunda Latin-Amerika ülkelerine nazaran daha
geriden gelen Türkiye, ‘Asya Krizi’ ile açýða çýkan para-sermaye için kýsa ve orta vadeli önemli bir alan olarak ortaya
çýkmaktadýr. Özelllikle bazý Japon tekelleri ile bankalarý ellerindeki para-sermayeyi bu yönde deðerlendirmek istemektedirler. Son haftalarda kamuoyuna yansýdýðý gibi,
TOYOTA, para-sermayesini Türkiye üzerinden Batý-Avrupa’ya yönlendirme kararý almýþ bulunmaktadýr. Bunun gibi,
doðrudan kamuoyuna yansýmayan geliþmeler, Türkiye’ye
kýsa vadede önemli bir para-sermaye akýmýnýn ortaya çýkmasýna neden olabilecektir. Bunun gerçekliði ise, sanýlanýn tersine, borsa deðil, doðrudan doðruya ülkedeki sanayi
kuruluþlarýdýr. Bu baðlamda, ‘özelleþtirme’, bu para-sermayenin ülkeye giriþinin önkoþulu durumundadýr. Son Petrol
Ofisi ‘özelleþtirmesi’nde de görüldüðü gibi, adý saný duyulmamýþ ‘Türkiye vatandaþý’, milyarlarca dolarlýk ‘özelleþtir-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
203
KURTULUÞ CEPHESÝ
me’ ihalelerine girebilmektedir. Ýþte bu geliþmelerle, Genelkurmay’ýn ‘devreye’ giriþinin ikinci perdesi açýlmýþ
oldu.”*
2000 yýlýnýn Kasým sonunda patlak veren “finans krizi” sonrasýnda IMF’nin “acil yardým paketi”yle ekonomi yönetiminin doðrudan IMF’ye býrakýlmasý ile birlikte Genelkurmay’ýn “devreye giriþi”
daha açýk ve görünür hale gelmiþtir. Özellikle W. Bush’un ABD’nin
yeni baþkaný olduðunun kesinleþmesine paralel olarak Genelkurmay’ýn bu görünür ve açýk konumu daha da belirginleþmiþtir. Sessiz
sedasýz TBMM’den geçirilen Jandarma Genel Komutanlýðý yasasýnda
yapýlan deðiþiklikle birlikte tüm polisiye iþlerin doðrudan askerler
tarafýndan yerine getirilmesinin “yasallaþtýrýlmasý” sonrasýnda yapýlan
cezaevleri ve TEDAÞ operasyonlarý, Genelkurmay’ýn baþlý baþýna bir
icra (hükümet) gücü haline geldiðini kanýtlamýþtýr.
Bu “hükümet gücü”nün cezaevleri operasyonu sýrasýnda açýk
hale geldiði gibi “medya” üzerindeki kesin ve tartýþmasýz denetimi,
ayný zamanda, tüm propaganda ve desinformasyon faaliyetlerinin
Genelkurmay tarafýndan planlanmasýný ve yürütülmesini de olanaklý
kýlmýþtýr. Özellikle Genelkurmay bünyesinde oluþturulan Ekonomik
ve Mali Ýzleme Merkezi (EMÝM) “medya patronlarý”nýn tüm “kirli
çamaþýrlarýnýn” dosyalanmasýný saðladýðýndan, “medya” denetiminin salt “zor” ve “tehdit”le deðil, ayný zamanda “þantaj”la sürdürüldüðünü de göstermektedir.
Tüm bu geliþmeler ve olgular karþýsýnda ülkemizdeki siyasal
yönetimin bu dönüþümünü gözönüne almaksýzýn doðru bir siyasal
tahlilin yapýlmasý olanaksýzdýr. “Postmodern darbe”, söyleminden çok
bu içeriði ile ülkemizdeki mevcut durumun tüm geliþim dinamiklerini ortaya koymaktadýr.
* Kurtuluþ Cephesi, ”... Ve Genelkurmay Devreye Girer” (Ýkinci Perde), Sayý: 44,
Temmuz-Aðustos 1998
204
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Postmodern Darbe”nin
Programý
[Harp Akademileri Komutanlýðý
Silahlý Kuvvetler Akademisi Komutaný
Tuðgeneral Halil Þimþek’in 11 Ocak 2001 tarihli konuþmasý]
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 59, Ocak-Þubat 2001
Sayýn Komutaným, Baþkaným, Saygýdeðer konuklar
Konuya birbirinin karþýtý olan iki terimin anlamýný açýklamak suretiyle baþlayacaðým.
Güvenlik; insanlarýn yaþama hakký, ülkelerinde benimsediði kurallarýn ve deðerlerin korunmasýdýr. Bunu tehlikeye düþüren tehdittir.
Tehdit ise; korkutmak, tehlike meydana getirmektir. Tehdit için iki unsurun ortaya çýkmasý lazýmdýr. Bunlardan birisi kabiliyet, diðerisi de niyettir. Niyet ve kabiliyet birleþince tehdidin kriz safhasý baþlar.
Halen, dünyanýn pek çok yerinde, barýþla savaþ arasýnda deðiþen
þiddette tehdit, kriz ve çatýþmalar yaþanmaktadýr. Bu geliþmelere adil bir
çözüm üretilememektedir.
Global Seviyede Tehdit Nedenleri
Süper güçlerin içerisinde yeraldýðý, büyük ordularýn kullanýlarak
toprak iþgali ve sýnýrlarý deðiþtirecek istilacý tehditler þimdilik ortadan
kalkmýþtýr. Ancak geliþmiþ ülkelerin modern eðitimli ve iyi donatýmlý ordularý varlýðýný sürdürmektedir. Bu ordular öncelikle enerji kaynaklarý,
hammadde ve tüketim pazarlarý ile ulaþým hatlarýnýn emniyetini saðlamak üzere kullanýlacaktýr. Bu nedenle gelecekteki tehditlerin temel sorunlarýndan birisi
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
205
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sorun 1 - Enerji ve Hammadde Kaynaklarý
Dünya nüfusu içindeki nüfus payý (%) : ABD: 4,5, AB: 6, Rusya:
2,5 Japonya: 2,1 Toplam: 15,1 Çin: 21
Dünya Petrol tüketimindeki payý (%): ABD: 25,5, AB: 19,7 Rusya: 5,2 Japonya: 8,5 Toplam: 58,9 Çin: 4,5
Dünya doðalgaz tüketimindeki payý (%): ABD: 24,3, AB: 14,5,
Rusya: 18,75 Japonya: 3 Toplam: 73, 4 Çin: 8,1
Dünya petrol rezervleri içindeki payý (%): ABD: 4, AB: 1,6, Rusya: 4,8 Japonya: 0,05 Toplam: 10,85 Çin: 2,4
Dünya doðalgaz rezervleri içindeki payý (%): ABD: 3,4 AB: 3,9,
Rusya: 34,4 Japonya: 0,05 Toplam: 10,85 Çin: 1,00
Dünya enerji üretim ve tüketimine ait deðerlere göre, dünya nüfusunun yaklaþýk %15’ine sahip. Geliþmiþ ülkeler, dünya petrollerinin
%59, doðal gazýn da %74’ünü tüketmektedirler. Nüfusun %15’ine sahip
bu geliþmiþ ve güçlü ülkeler, tüketimde %70 oranýnda ortalama paya
sahipken, rezervleri ise %11 civarýndadýr. Enerji açýklarý gittikçe artmaktadýr. Bu ülkelerin hayati çýkarlarý enerji kaynaklarýnda odaklanmaktadýr.
Bu nedenle öncelikle dünya nüfusunun %75, dünya GSHM’sinin
%60, dünya enerji kaynaklarýnýn %75’ine sahip Avrasya coðrafyasýndaki bir kýsým ülkeler ve bölgeler için klasik anlamdaki askeri tehdit devam
edecektir demektir.
Sorun 2 - Milliyetçilik Akýmlarý ve Devletlerin Bölünmesi
Ticaretin liberalizasyonu, BM’lerin self-determinasyon ilkeleri stratejik kaynaklarýn bulunduðu bölgelerdeki topluluklarý bölgesel azýnlýklar
olarak ön plana çýkarmýþtýr. Geliþmiþ ülkeler, karþýlarýnda zayýf ülkeler
görmek istedikleri için bu azýnlýklarý tahrik etmektedirler.
Ýç dinamikleri kuvvetli olan Avrupa “bölgesel azýnlýk dilleri Avrupa
þartý” ve “Kopenhag kiterleri” ile alt kimliklerin ortaya çýkmasýný teþvik
etmektedir.
Bu geliþmeler endiþe yaratmaktadýr. Çünkü BM’in tarihine de
bakacak olursak BM’in nüvesi olan cemiyet-i akvam kurulduðunda; üye
sayýsý 22 ülke iken, BM’e dönüþtüðünde 52, 1997 yýlýnda 185, 2000 yýlýnda 189 ülke, BM’e üyedir. 2005 yýlýnda BM’e üye ülkelerin sayýsýnýn
195, 2025 yýlýnda da 245 ülkenin üye olmasý bekleniyor. Bu bir kehanet
deðil, tespittir.
Bu artýþýn bir çok sebebi vardýr, ancak temel sebep kuzeyin zengin ve geliþmiþ ülkeleri ile güneyin yoksul ve az geliþmiþ ülkeleri arasýndaki uçurum gittikçe büyümektedir. Küreselleþmenin bir sonucu olarak
zayýflayan çok uluslu devletler bölünmelere mecbur kalmaktadýr. Bunun
örneði,
Sorun 3 - Sovyetler Birliði’nin Daðýlmasýnda görülmüþtür
Coðrafya itibariyle dünyanýn en büyük ve askeri yönden güçlü
devleti olan Sovyetler Birliði, 1991 yýlýnda daðýlarak 15 ayrý cumhuriyete
bölünmüþtür. Kontrolü altýnda tuttuðu topraklarda %30, nüfusta %59,
ekonomide %50 küçülmüþtür.
206
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Diðer taraftan Almanya’nýn askeri ve ekonomik gücünün etki alanýndaki Yugoslavya 5, Çekoslovakya da ikiye ayrýlmýþtýr.
Çünkü ülkeler arasýnda giderek artan siyasi ve ekonomik iþbirliði
mal, hizmet, sermaye, insan ve bilginin serbest dolaþýmý küçük devletlerin de yaþamasýný kolaylaþtýrmýþtýr. Küçük devlet, uluslararasý sistemde
güvenlik açýsýndan korunduðu gibi ekonomik açýdan da yaþamasý için
gerekli himaye ve desteði bulabilmiþtir.
Ekonomik gücü üstün olan devletlerin desteklediði bu yeni
küreselleþme stratejisinde kuralsýz, kurumsuz ve yozlaþmýþ yönetimlerin
egemen olduðu ülkelerde bölünme, bilim ve teknoloji ile desteklenen kurallý ve kurumlaþan ülkelerde de bütünleþmenin olacaðý anlaþýlýyor. Bu
geliþmeler gelecekte çatýþma ve bölgesel savaþlara da neden olacaktýr.
Sorun 4 - Kültür Çatýþmasýnýn Yarattýðý Tehlike ve Tehditler
1929 yýlýnda Dünya ekonomik buhraný yaþarken, devlet kavramýna pek uygun düþmeyen ve bir manga askeri gücü olan Avrupa Hýristiyan kültürünün merkezi Vatikan, 7 Haziran 1929’da baðýmsýzlýðýný ilan
etmiþtir. 1944 yýlýnda, 450 tümeni olan Stalin’in “Vatikan’ýn kaç tümeni
var” diye alaya aldýðý bu küçük devlet bugün varlýðýný sürdürmektedir.
Halbuki Stalin’in güce dayalý sistemi çökmüþtür. Bu bize tek baþýna askeri gücün, güvenliðin saðlanmasý için yeterli olmadýðýný, ekonomik güç
ile iç yapýyý kuvvetlendiren “kültürün” önemini kanýtlamýþtýr.
“Avrupa Hýristiyan Kültürü” dediðimiz zaman Hýristiyan inanç deðerlerinden beslenmiþ “Vatikan’ýn gözetimindeki insanlarýn þekillendirdiði
yaþam tarzý ve deðerler sistemidir.”
Bu kültürde, Türkiye’ye yer yoktur yaklaþýmý aslýnda tarihin derinliklerinden gelen “hýristiyan”, “müslüman” çatýþmasýndaki ön yargýlarla
beslenen bakýþ açýsýndan kaynaklanmaktadýr. Bu çatýþmayý en güzel
ifade eden sözcükleri 1854 yýlýnda, Kardinal Newmann “Türk Tarihi”
üzerine Liverpol’da verdiði bir seri konferanslarda þöyle dile getirmiþtir:
“Vizigotlardan sarasenlere deðin, Hýristiyanlýk dini ile temasa geçen
bütün ýrklar, kavimler er geç hýristiyanlýðý kabul etmiþlerdir. Bu genel
kuralýn tek istisnasý Türklerdir. Türkler, hýristiyanlýðý kabul etmek þöyle
dursun, hýristiyanlýðý ortadan kaldýrmaya çalýþmýþlardýr; tarih sahnesine
çýktýklarý 1048 yýlýndan beri, hýristiyan düþmanlýðýnýn öncüsü, sözcüsü,
simgesi olmuþlardýr. Bu yüzden Türkler, Katolik kilisesinin (Vatikan devleti) XI. Yüzyýldan itibaren en önemli sorunu, düþmaný olarak görülmüþtür.
Hatta, papalýk devletinin son bin yýlý Türklerle savaþarak geçmiþtir de
denebilir.”
“Türklerin savaþ gücünü inkar etmiyorum ama iþte bu güç, onlarý, imanýn ve uygarlýðýn amansýz düþmaný yapýyor. Onun için Türklerle
savaþmak, onlarý yok etmek zorundayýz.” (Kardinal Newman 1854)
Avrupalýlar için dinimizi deðiþtirmek mümkün olmadýðýna göre,
geliþmiþ ülkelere göç eden insanlarýmýz çok kültürlülüðü savunan Avrupa’da benimsenecek mi? Yoksa her kültüre siyasal bir taným veren, ulusal azýnlýklar yerine “halk gruplarý” diyerek daha alt kimlikleri de ön plana çýkaran, temiz toplum, temiz ýrk yaklaþýmýyla kimlik çatýþmalarý teþvik
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
207
KURTULUÞ CEPHESÝ
edilmeye devam mý edilecek? “Bölgesel azýnlýk dilleri Avrupa þartýný”
kabul ederek bölünmeler teþvik edilirken, kültür farklýlýðýnýn neden olduðu çatýþmalar gelecekte de tehdit olarak devam edecektir.
Sorun 5 - Büyük güçlerin üstünlük mücadelesinin yaratacaðý tehditler
Günümüzde dünyayý ne tehdit ediyor?
A- Rusya mý?
B- Çin mi?
C- ABD’lerinin askeri ve ekonomik üstünlüðü mü?
D- Japonya’nýn ticari istilasý mý? Yoksa
E- Batý Avrupa’nýn kendi bünyesindeki tarihsel kökenli iç huzursuzluklarý mý?
Þüphesiz hiçbirisi deðil.
Asýl olan büyük güçlerin yanlarýna bölgesel güçleri de alarak
özellikle Avrasya coðrafyasýnda üstünlük yarýþýna çýktýklarýnda yeni ittifaklar doðacaktýr. Bu da yeni tehditler yaratacaktýr. Bu maksatla petrol,
ticari ve askeri ambargolar, finansal hareketler, baský ve provokasyonlar
yeni tehdit unsurlarý olarak kullanýlacaktýr.
Rusya Federasyonu’nda Tehdit Algýlamasý
Daðýlmadan sonra RF’da; 6 farklý statüde toplam 89 birimden
meydana gelmektedir. 17.1 milyon kilometrekare yüzölçümü ve 180 milyon nüfusu vardýr. Nüfusunun %81.5 Rus ve 15 ayrý etnik gruptan meydana gelir. Ülke dýþýnda 25 milyon Rus vardýr.
ABD’leri RF’nun uluslararasý sisteme girmesini demokratik reformlarý yapmasýný, piyasa ekonomisine geçmesini, nükleer silahlarý
sýnýrlandýrmasýný istemektedir. Bütün bunlar RF’nun “Bir koloni vesayeti
altýna” alýnmasý anlamýna geldiðinden, halkýna izahta güçlük çekmektedir.
Baltýk denizinden Büyük Okyanusa kadar uzanan geniþ coðrafyasýný kontrol edebilmek ve etnik farklýlýklarý sistemde tutabilmek için
RF’nun nüfusu, ekonomik gücü ve teknolojisi yetersizdir. Bu nedenle
RF’nun bir toparlanma ve restorasyon sürecine ihtiyacý vardýr. 2015
yýlýna kadar bunu saðlayabileceði kabul edilmektedir.
Þimdilik bütünlüðünü muhafaza öncelikli sorunudur. Bunu saðlamak için nükleer yetenekleri ve askeri gücünü caydýrýcý unsur olarak kullanmaya devam edecektir. Ayrýca 70 yýllýk beraberliðin neden olduðu
etkilerden yararlanarak, eski müttefikleri üzerinde kontrolünü hissettirecek bir baðýmsýz devletler topluluðu kurmuþtur. Bunun geliþtirilmesi ve
otorite tesisi için askeri gücünü tehdit unsuru olarak kullanmasý mümkündür. Bu nedenle eski Sovyet sisteminde olup ta baðýmsýzlýðýný kazanan ülkelere RF’nun klasik askeri tehdidi devam edecektir.
ABD’nin Tehdit Algýlamasý
Dünyanýn en büyük ekonomik, askeri ve teknolojik gücü olan ve
dünya ticaretinin %30’unu elinde bulunduran ABD, ciddi bir askeri dýþ
208
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
tehdit düþünmemektedir. Bu nedenle savunma harcamalarýnda kýsýntýya gitmekte, NATO’nun Avrupalý üyelerinin katkýlarýný arttýrmasýný talep
etmekte ve AGSK’ni desteklemektedir.
Aslýnda ABD’leri kurduðu “yeni dünya düzenini” devam ettirebilmek için insan haklarý, çevre ile ilgili konular, hastalýklarýn yayýlmasýnýn
durdurulmasý, þiþmanlýðýn önlenmesi, uyuþturucu ile mücadele, terörizm,
kitle imha silahlarýnýn denetlenmesi, teknoloji terörü gibi konularý tehdit
olarak düþünmektedir. Ayrýca güç aktarýmlarý, enerji güvenliði gibi geleneksel stratejik ilgi alanlarýna karþý hassasiyeti devam etmektedir.
ABD, kendisine yönelik tehditler meydana gelmeden kaynaðýnda
çözüm esasýna dayanan “esnek güvenlik ve ittifak stratejisinin” baþarýya
ulaþmasý için ekonomik yaptýrýmlarý, ambargolarý, askeri ve politik gücü
araç olarak kullanmaya devam edecektir.
Avrupa’da Güvenlik Anlayýþýndaki Dönüþüm
Bu konuda benden önceki sayýn konuþmacý tarafýndan gerekli
bilgilendirme yapýlmýþtýr. Ben sadece gelecekte 300 milyonluk bir Avrupa’nýn baðýmsýz bir askeri güce sahip olduðunda öncelikle Balkanlar,
Kafkaslar ve Ortadoðu’da kolayca çatýþma yaratabilecektir. Bu nedenle
Türkiye için AGSK içinde yeralmasýnýn hayati bir konu olduðunu belirtmekle yetineceðim.
Balkanlarda Güvenlik Sorunu
Balkanlarda tehdit, Sýrbistan Karadað-Kosova-Sancak, Bosna
Hersek ve Arnavutluk ekseninde devam etmektedir. Almanya-RF ile
arasýnda Doðu Avrupa’da bir emniyet kuþaðý yaratýrken, Güneydoðu
Avrupa ve Akdeniz’e doðru da bir yeþil kuþak yaratýlmaya çalýþýlmaktadýr.
ABD bu oluþumu NATO geniþlemesi ile kontrolü altýnda tutmayý düþünürken, AB ise, bunu AGSK yapýsý içerisinde merkezi ve Batý Avrupa’yý
güvenlik açýsýndan bir kaleye dönüþtürmek üzere istemektedir. Bu kale
salt savunma amaçlý olmayýp, muhtemelen saldýrý amaçlarý da olacaktýr.
Ortadoðu’da Güvenlik sorunu
Ortadoðu’da ihtilafa neden olan pek çok sorun olmakla beraber
en öncelikleri Ýsrail-Filistin, Irak-ABD ihtilafý, terör faaliyetleri yaptýrýmlar
komitesinin faaliyetleri ile, Ýran’ýn aþýrý silahlanmasý ve rejim ihracý ile
Ýsrail’in bölge ülkeleriyle iliþkileridir.
28 Eylül 2000’de baþlayan Filistin-Ýsrail çatýþmasý da göstermiþtir
ki bu coðrafyanýn güvenlik ihtiyaçlarýnda bir deðiþiklik yoktur. Bunu çözümleyecek yöntemlerde de bir deðiþiklik olmayacaðý anlaþýlýyor: politik mücadele, ekonomik baskýlar, petrolün baský aracý olarak kullanýlmasý dahil,
askeri güçlerin kullanýlmasýna devam edilecektir. Eskisinden farklý olan
husus bölgede Ýsrail’in nükleer silaha sahip olmasý. Çok sýkýþýrsa kullanabileceðidir. Buna karþýlýk kimyasal ve biyolojik baþlýklý uzun menzilli
füze tehditleri bölgenin güvenliðini bozmaya devam edecektir.
Irak’ýn 3’e bölünmüþlük ve Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurma
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
209
KURTULUÞ CEPHESÝ
tasarýlarý bölgedeki güvenlik dengelerini deðiþtirecek niteliktedir. Bu durum bölge ülkelerinin askeri güçlerini kullanmak suretiyle önlenebilecek
bir tehdit niteliðindedir.
Türkiye’ye Yönelik Tehdit Nedir?
Türkiye’ye yönelik tehditleri, çevre ülkelerinden ve global güçlerden kaynaklanan dýþ tehditler ile cumhuriyete ve rejime yönelik iç tehditlerle ve kaynaðý belli olmayan ve sosyal hayatý etkileyen örtülü hareketler
olarak tasnif edilir.
Türkiye 2. Dünya Savaþýndan sonra ve soðuk savaþ döneminde
SSCB’den gelen dýþ tehdidi, NATO’ya girerek dengelemiþtir. Þimdi soðuk
savaþ sonrasý dýþ tehdit olarak eski Sovyetler Birliði sisteminin mirasçýsý
Rusya Federasyonunun sahip olduðu nükleer silah tehdidi devam etmektedir.
Yunanistan ve Ermenistan ile aramýzdaki sorunlardan kaynaklanan dýþ tehditler, Ýran, Irak ve Suriye gibi komþularýn teröre saðladýklarý destek ve uzun menzilli füzelerden kaynaklanan dýþ tehditler vardýr.
Ayrýca su kaynaklarýnýn kullanýlmasýnda ve sýnýr aþan sular konusunda bizim dýþýmýzda politikalar üretilerek hazýrlanan yeni oluþumlarýn
neden olacaðý tehditler vardýr.
Dýþ tehditlerdeki deðiþimin analizini yaparsak;
Birinci Dünya Savaþý esnasýnda açýklanan Wilson prensiplerine
göre Doðu Anadolu’da 6 vilayetin (vilayeti sitte) ikisi Ermenilere, dördü
de Kürtlere verilerek kurulacak olan ve Sevr anlaþmasýyla açýða çýkan
Ermeni ve Kürt devletlerinin arasýndaki hudut, ABD Baþkaný Wilson
tarafýndan çizilmesi ve bu iki devletin ABD himayesinde oluþmasý arzu
edilen bir çözümdü. Özellikle Ýngiltere’nin desteklediði bu proje Mustafa
Kemal ve arkadaþlarý tarafýndan boþa çýkarýlmýþtý. Lozan Antlaþmasýyla
akamete uðratýlan bu teþebbüsten sonra, 1924 yýlýnda Hakkari’de Nasturi, 1925 yýlýnda Bingöl’de, Ýngilizlerin desteklediði Þeyh Sait ayaklanmasý olmuþtur. Bu ayaklanmalar bastýrýldý ancak 6 Haziran 1926’da
Misak-ý Milli sýnýrlarýnýn içinde olan Musul bölgesini kaybettik. Bu
geliþmelere baðlý olarak 18 Ocak 1927’de Lozan Barýþ Antlaþmasýný
ABD senatoda görüþmeye baþladý ve yapýlan oylamada Lozan Barýþ
Anlaþmasý reddedildi. Bu durumun günümüze yansýmalarý þöyle geliþti:
1974 yýlýnda Kýbrýs Barýþ Harekatýnýn hemen sonrasýnda Rum,
Yunan ve Ermeni iþbirliði sonucunda Ermeni terörü baþladý ve 1984
yýlýna kadar pek çok masum insanýmýzý kaybettik. 1984 yýlýnda Ermeni
terörü geri çekildi. PKK terörü baþlatýldý. Bu terör hareketi ile de 30 bin
insanýmýzý kaybettik.
Devam eden Hizbullah ve PKK ile Marksist terör faaliyetlerine
ilave olarak Ermeni terörü yeniden çaða uyarlanmýþ hukuki ve siyasi bir
zeminde kullanýlmak üzere Avrupa Parlamentosunun himayesinde
karþýmýza çýkarýlmaktadýr. Hatýrlanacaðý üzere 15 Kasým 2000 tarihinde
Avrupa Parlamentosunda 234 oyla kabul edilen karara göre;
“Avrupa Parlamentosu Türk hükümetini ve TBMM’ni Türk toplumunun önemli bir kesimini oluþturan Ermeni azýnlýða desteði artýrmayý
210
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ve bu çerçevede modern Türk devletinin kurulmasýndan önce Ermeni
azýnlýðýn maruz kaldýðý soykýrýmý resmen tanýmaya davet eder” demektedir.
Ayrýca AB Katýlým Ortaklýðý Belgesinde de, bireysel hak ve özgürlükler kapsamýnda, bu devletin kurucusu ve asli unsuru olan Kürt orijinli vatandaþlarýmýz için kültürel haklar, anadilde yayým ve eðitim haklarý
adý altýnda ülkemiz bölünmek istenmektedir. Ýçeriden ve dýþarýdan desteklenen bu geliþmeler milli birliðimizi ve toprak bütünlüðümüzü bozacak büyük bir tehdit niteliðini almýþtýr. Çünkü bu oluþumlarýn arkasýnda
olan Avrupa, Ermeni kozu ile Kafkaslara, Ege sorunuyla Balkanlara,
Kýbrýs ve Güneydoðu sorunlarýyla Ortadoðu’daki politikalara müdahil olmanýn hukuki altyapýsýný hazýrlamaktadýr.
Sayýn Baþkaným,
1950 yýlýndan itibaren her 10 senede bir Atatürk devrimlerinden
birisine yönelik olarak baþlatýlan ve halen devam eden rejime yönelik iç
ve dýþ destekli tehdidin seyri ise þöyle geliþmiþtir:
Yýl
Doðru Ýlke
Yanlýþ Yorumlama
1950:
Devletçilik
Sosyalizm
1960:
Halkçýlýk
Sýnýfçýlýk, halklar
1960:
Ýnkýlapçýlýk
Ýhtilalcilik
1970:
Milliyetçilik
Faþizm
1980:
Cumhuriyetçilik 1., 2. Cumhuriyet
1990:
Laiklik
Dinsizlik, anti-laik, Sünni-Alevi
bölünmesi
2000:
Demokrasi
Bölücülük deðildir.
Atatürk devrimleri bu toplumda bir kavga sebebi yapýlmamalýdýr.
Çünkü her ilkenin ve her inkýlabýn bütünü oluþturmada ayný düzeyde
önemi ve deðeri vardýr. Atatürk’ün en büyük eserimdir dediði; Türkiye
Cumhuriyeti halkçýlýk esasýna dayanan demokrasinin, milliyetçilik ilkesi
ile birleþmesinden ve laiklik harcý ile örülmesinden meydana gelmiþtir.
Günümüzde demokratik haklarýn kullanýlmasý; çaðdaþ devlet ve
çaðdaþ toplumun yaratýlmasý için çok önemlidir. Ancak, birey hak ve özgürlüklerini kullanýrken, devlete ve topluma karþý ödevlerini de unutmamak gerekir. Bireysel haklarýn kullanýlmasý, bireysel kültür, bireysel otonomi adý altýnda devletin varlýðýný ülkenin bütünlüðünü, bireyin özgürleþtirilmesi uðruna feda edemeyiz. Bu haklarýn kullanýlmasý Atatürk ilkeleri
ve devrimlerini reddetme hakkýný da doðurmaz. Bu yanlýþlýklar AB’ne
girme uðruna bir araç olarak da kullanýlamaz.
Her zaman baþýmýza gelebilecek deprem, sel, kuraklýk, orman
yangýný, çevrenin aþýrý kirlenmesi ile, toplumun deðer yargýlarýný bozan
rüþvet, iltimas, nüfuz ticareti, görev suistimali, yolsuzluk, uyuþturucu ve
örgütlü suçlar ile ekonomik krizlere karþý tedbirlerin alýnmasý önem arz
etmektedir. Öncelikle 13 milyon insanýmýzýn yoksulluk sýnýrýnýn altýnda
olduðu bu ülkede, sosyal adaletin saðlanarak, sosyal devletin gereklerinin yerine getirilmesi bir zarurettir.
Bütün bunlar toplum geleceðini etkileyen çaðýmýzýn iç tehdidi
niteliðini almýþtýr. Devlet sistemimizin iþleyiþindeki olumsuzluklar bu sorun-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
211
KURTULUÞ CEPHESÝ
larý aðýrlaþtýrmaktadýr.
Peki bunlarýn çözümü nedir, dediðimiz zaman, Atatürk’ün 10
Mart 1930’da Antalya’da arkadaþý Hasan Rýza Soyak’a söyledikleri kanýmca en doðru çözüm olacaktýr:
“...Bütün bu dertlerin, bütün bu ihtiyaçlarýn giderilmesi herþeyden
evvel, pek baþka þartlar altýnda yetiþmiþ bilgili, geniþ düþünceli, azim,
feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir. Sonra da zaman ve imkan
meselesidir. Bu itibarla evvela kafalarý ve vicdanlarý köhne, geri, uyuþturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin; iþlerinin ehli, idealist ve enerjili
insanlardan mürekkep muntazam, her parçasý yerli yerinde modern bir
devlet makinasý kuracaksýn; sonra bu makina halkýn baþýnda ve halkla
beraber durmadan çalýþacak, maddi ve manevi her türlü istidat ve kaynaklarýmýzý faaliyete geçirecek, iþletecek; böylece memleket ileriye, refaha
doðru yol alacak... Baþka çaremiz yoktur. Ýleri milletler seviyesine eriþmek
iþini; bir yýlda, beþ yýlda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkansýzdýr.
Biz þimdi bu yol üzerindeyiz, kafileyi hedefe doðru yürütmek için,
beþer takatinin üstünde gayret sarf ediyoruz. Baþka ne yapabiliriz ki?”
(M.Kemal Atatürk, 1930, Antalya)
Sonuç olarak;
16 yýldýr süren terörle mücadele oldukça geniþ bir göç hareketine
de yolaçmýþ olmasýna raðmen toplum içinde bir husumetin ortaya çýkmamasý ve toplumsal barýþýn bozulmamasý ülkenin hangi kökenden gelirse gelsin, insanlar arasýnda saðlam bir beraber yaþama iradesinin ve
dayanýþmasýnýn mevcut olduðunu kanýtlamýþtýr. Bütün çabalar bunun
muhafazasý istikametinde olmalýdýr.
Sayýn Konuklar, beyanlarým, harp akademileri komutanlýðý ve
dolayýsýyla TSK’lerinin resmi görüþü deðildir, kiþisel tespitlerimdir.
Beni sabýrla dinlediðiniz için þükranlarýmý sunarým.
Saygýlarýmla.
212
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Bu ülkede,
‘sosyal patlama’ da olmaz,
devrim de olmaz!”
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 65, Ocak-Þubat 2002
Biraz birþeyler bildiðini varsaydýðýnýz, toplumsal sorunlara “duyarlý”, kendi ölçeðinde “ilerici” olarak tanýmlanabilecek ya da eski
“devrimci”lerden birisinin yanýna gidip, “ne olacak bu memleketin
hali” diye sorma cesareti gösterirseniz, alacaðýnýz yanýt hep ayný olacaktýr: “Ne yapacaksýn memleketin halini, sen kendi iþine bak!”
Eðer biraz ýsrarlý olur da, ülkenin içinde bulunduðu durumu
söyler ve bu koþullarda tek çýkýþ yolunun devrimde olduðunu söyleyebilirseniz, ayný kiþilerden þöyle bir yanýt almanýz þaþýrtýcý olmayacaktýr: “Evet, ülkenin durumu hiç de iyi deðil, devrimden baþka hiçbir
þey de bu ülkeyi kurtarmaz, ama bu ülkede devrim mevrim olmaz”!*
Eðer yine ýsrarlý tutumunuzu sürdürür de, nedenlerini soracak
olursanýz, solun “geçmiþte” yaptýklarý, bugün içinde bulunduðu durum ve “globalleþen dünya”da emperyalizmden baðýmsýz yaþamanýn
olanaksýzlýðý üzerine uzun bir söylev dinlemeye hazýr olmalýsýnýz.
Tüm bu soru-yanýtlar içinde “.. ama emperyalizm”, “... ama
sömürü”, “... ama devrimci mücadele” vb. gibi sözler söylemeye çalýþýrsanýz, söylenebilecek en ters sözleri duyacaksýnýzdýr. Bir an karþý* Elbette bu soruyu “globalleþen dünyanýn nimetlerinden yararlandýðý”ný düþünen,
kendi çapýnda “postmodernist”, “tabu yýkýcý”, “çevreci” bir eski “solcu”ya sorarsanýz,
alacaðýnýz yanýt, bir dizi ukalalýk ve küfür olacaktýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
213
KURTULUÞ CEPHESÝ
nýzdaki kiþinin “ilerici”, “solcu” ya da eski “devrimci” olduðundan
þüpheye düþecek, bu kiþinin nasýl olup da “geçmiþte” devrimci mücadele içinde yer aldýðýný düþüneceksinizdir.
Buradan uzaklaþýp gazetelerden birini açtýðýnýzda, “aþkýn ve
biranýn partisi”nden (ÖD Partisi) “aþkçýlar” ile “biracýlar”ýn ayrýþtýðýna
iliþkin haberleri göreceksinizdir.
“Biracýlar”ýn, “aþkçýlar”ý, “sosyalizmden sol liberalizme doðru
kayarak, Kürt hareketiyle arayý sürekli açarak, sosyalist hareketle iliþkileri kritik her dönemeçte biraz daha bozarak, muhalefeti iþlerine
gelen yerde kah ‘muhafazakarlýk’, kah ‘Truva atý’, kah ‘parti dýþý solun uzantýsý’ olarak suçlayarak, ‘Biz bunlar gibi deðiliz’ diye, devlet-iktidar güçlerine göz kýrparak ‘kitleselleþme’ ve ‘güçlenme’ politikasý”
izlemekle “eleþtirdiklerini”, artýk “ayný parti çatýsý altýnda daha fazla”
kalamayacaklarýný basýn toplantýsýyla duyurduklarýný okuyacaksýnýzdýr.
Elbette, bu haberleri okuduðunuzda, 1965-71’in ünlü “gerillasý” Yusuf Küpeli’yi anýmsayýp, ÖD Partisi kurulduðundan bu yana geçen yýllarý hesaplayýp, “bu haltlarý birlikte yememiþmiydiniz” diye düþünebilirsiniz. Ve nasýl olup da, bugün “sol liberalizme” kayýldýðýný
keþfederek ayrýlýk deklarasyonlarý yayýnlamaya baþladýklarýný da
düþünebilirsiniz. Basit bir akýlyürütme ile, bunca yýl neo-liberalizmin
açtýðý musluklardan beslenen ÖD Partisi’nin son ekonomik krizle
birlikte “kaynaklarý”nda önemli bir azalma olduðu, dolayýsýyla azalan
“kaynaklar”ýn paylaþým savaþýnýn sertleþtiði ve sonuçta bir tarafýn bu
savaþý kaybettiði vargýsýna da ulaþabilirsiniz.
Elinizdeki gazeteyi býrakýp bir baþkasýný açtýðýnýzda karþýnýza
sürmanþetten verilmiþ þu baþlýk çýkacaktýr:
“Sol geçmiþiyle hesaplaþýyor...
Devrimci Yol liderlerinden Taner Akçam anlatýyor”.
Televizyon belgesellerinin “unutulmaz yönetmeni” Can Dündar imzalý bu haberi merak edip okumayý sürdürdüðünüzde, “Devrimci Yol liderlerinden” olan kiþinin “sýkýlý yumruk”lu fotoðrafýyla birlikte, “68’liler cinsel özgürlükçü, biz yasakçýydýk” dediðini okuyacaksýnýzdýr. Nasýl “bir rüya görüp” hapisten kaçtýðý, “Apo’nun ölüm listesine” nasýl alýndýðý vs. türünden “maceralar”ý geçip “sadede” geldiðinizde, “üçüncü dünyacýlýkla bir yere gidilemeyeceði”ni, “solun yüzünü batýya çevirmesi gerektiðini”, “Türkiye’yi globalleþme dönemine, dünya ailesi içinde hak ettiði yere” ulaþtýrmak için “solun þiddeti
artýk gömmesi” gerektiðini öðreneceksinizdir.
8 Ocak 2002 günü Milliyet gazetesinde yayýnlanmaya baþlayan
“yazý dizisi”nin son bölümü yayýnlandýðýnda Can Dündar “imzalý” köþe
yazýsýnda bir baþka haber göreceksinizdir. Can Dündar’ýn 12 Ocak
tarihli yazýsýnda, “Koruma Altýnda Bir Katil” baþlýðý altýnda 1986 yýlýnda DY’li Kürþat Timuroðlu’ nun PKK’li Ferit Aycan tarafýndan öldürülüþ
214
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
öyküsünü ve Ferit Aycan’ýn daha sonraki “maceralarý” uzun uzun
anlatýlýrken, “Nisan 1993’te Alman polisine gönderilen bir ihbar mektubu ile kimliði ortaya çýkmýþ. Ýhbarcý, Aycan’ýn sadece karýþtýðý eylemleri deðil, Ýstanbul adresini, telefon numaralarýný da vermiþ Alman
polisine...” diye yazýldýðýný okuyacaksýnýzdýr.
Ve Ferit Aycan’ýn 2 Ocak 2002 günü Almanya’da müebbet hapis cezasýna çarptýrýldýðýný biliyorsanýz, yazý dizisinin neden bu zamanda yayýnlandýðýný düþünmeden edemeyeceksinizdir.
Tabi tüm bu yazý dizisi içinde, Can Dündar’ýn “bir zamanlar”
“solcu” olduðunu, DY davasýný izleyen “gazeteciler” içinde yer aldýðýný, 1980 öncesindeki “þiddet”ten nasýl etkilendiðini, “Türkiye’nin
temel probleminin þiddet zihniyeti ile hesaplaþmak olduðuna
inandýðý”ný göreceksinizdir.
Diðer yandan, ayný Can Dündar’ýn cezaevlerindeki ölüm oruçlarý üzerine “insansever” yazýlarýnýn “sol yayýnlar”ca “onurlu” bir küçükburjuva aydýnýnýn tutumu olarak tanýmlandýðýný anýmsamasanýz da,
onun tüm “solcu” görünümüne raðmen devlet televizyonuna nasýl
hala diziler hazýrlayabildiðini, devletin gizli arþivlerine nasýl kolayca
girebildiðini düþünmeden edemeyeceksinizdir. Ekonomik krizle birlikte “eski solcu”, yeni “globalizm yandaþý” pek çok gazetecinin iþine
son verilmiþken, Can Dündar’ýn entelektüel, hümanist, solcu köþesini
nasýl koruduðunu da merak edeceksinizdir. “Türkiye’nin temel probleminin þiddet zihniyeti ile hesaplaþmak olduðuna inanan” Can
Dündar’ýn tüm entelektüel, hümanist, solcu görüntüsünün ardýnda
yatanýn yeni kuþaðýn silahlý devrimci mücadeleye yönelimini engellemek olduðu gerçeði ile karþýlaþacaksýnýzdýr.
Tüm bunlardan sonra “burjuva medyasý” ný býrakýp “sol medya”yý okumaya karar verirseniz, gözünüze hemen Nazým Hikmet yazýlarý, þiirleri ve eczacýlarýn (daha tam deyiþle, eczane sahiplerinin)
eylemleri çarpacaktýr.
Hemen tümünde Nazým Hikmet’in ne denli devrimci ve komünist olduðuna iliþkin bir dizi yazýyý okumaya baþladýðýnýzda, bu
kadar yaygýn Nazým Hikmet yazýlarýnýn temelinde 2002 yýlýnýn UNESCO
tarafýndan Nazým Hikmet Yýlý ilan edilmesinin yattýðýný göreceksinizdir.
Genco Erkallý, Zülfü Livanelili, Can Dündarlý “Nazým Hikmet
Geceleri”yle, Nazým Hikmet’in devrimci özü, mücadele çaðrýlarý yüklü
þiirleri bir yana býrakýlarak, onu “aþk” ve “dil ustasý” bir þair gibi gösterme gayretleri karþýsýnda sol yayýnlarda gösterilen tepkiler ne denli
bildik ve sýradan gelirse gelsin, yine de bir tavýr, bir tutum, bir tepki
ifade ettiði için yerinde olduðunu düþüneceksiniz.
Ancak küçük-burjuva aydýnlarýnýn “globalizm” yandaþý haline
geldiði, tümüyle saða kaydýklarý bir dönemde, onlarýn nasýl mücadeleci olduklarýný okuduðunuzda þaþýrmadan da edemeyeceksinizdir.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
215
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Eczacýlar, örgütlüydüler, birlik içinde hareket ettiler,
direndiler, sonuç almak için eylem yaptýlar, tehditler karþýsýnda kararlý davrandýlar, kazandýlar!
Uzun zamandýr, ilk kez, IMF’nin, iktidarýn politikalarýna
karþý bir direniþ, maddi bir kazanýmla sonuçlanmýþtýr. Bu
nedenle, eczacýlarýn direniþi, tüm halk güçlerine hem moral verecek, hem dersler çýkarmasýný saðlayacak bir direniþ
olmuþtur.”*
Evet, örgütlüydüler, çünkü 25.01.1956 tarihli 6643 sayýlý yasa
ile “tüzel kiþiliðe sahip kamu kurumu niteliðinde Türk Eczacýlarý Birliði” ve buna baðlý odalara sahiptirler. Yasa ile oluþturulmuþ ve üye
olunmasý zorunlu olan bir “örgütlülük” olarak eczacýlar odalarý, yasa
gereðince “protokol kurallarýna göre resmi törenlere katýlýr”. Yani
eczacýlar, devletin resmen örgütlediði ve tanýdýðý bir örgütlülüðe
sahiptirler.
Eczacýlar, odalarýnýn “önderliði”nde ilaç fiyatlarýndan aldýklarý
kâr oranlarýný %10’a düþüren MHP’li Saðlýk Bakanýna karþý, MHP Genel Baþkaný Devlet Bahçeli’nin etkin desteði ile “birlikte” hareket etmiþler ve “direnmiþler”dir. “Tehditler” karþýsýnda “yýlmamýþlar”, “kararlý” davranmýþlar ve “kazanmýþlar” dýr!
Ancak eczacýlarýn bu “örgütlü, birleþik, kararlý” direniþi ilk deðildir. Ekim ayýnda, ayný eczacýlar, Ýþbankasý Genel Müdürlüðü’ne karþý
“ortak tepki” örgütlemiþlerdir. “Ortak tepki” konusu Ýþbankasý’nýn
“eczanelerde yapýlacak sözleþmelerde bugüne kadar geçerli olan
%5 iskonto yerine, %10 iskonto talep etmesi”dir. Bir baþka ifadeyle,
Ýþbankasý kendi personeli için sözleþme yapacaðý eczanelerden %5
yerine %10 indirim talep etmiþtir. Böylece kârlarýnýn düþeceðini gören eczane sahipleri “Biz eczacýlar ekonomik krizle birlikte iyice daralan kârlýlýðýmýz zaten olaðanüstü boyutlarda azaldýðý bu ortamda,
bankanýzýn bu talebini kabul etmiyoruz. Bankanýzla hiçbir þekilde
%5 iskonto dýþýnda bir sözleþme yapmayacaðýmýz gibi, bizleri son
derece kýran bu talebin devamý halinde, bankanýzla Kredi Kartý,
Pos Makinasý, Vadeli-Vadesiz Mevduat Hesabý dahil tüm baðlarýmýzý, kendimiz ve ailemiz adýna keseceðimizi bildirir, bu haksýz talebin geri alýnmasýný saygýlarýmýzla arz ederiz” diyerek “ortak tepki”
örgütlemiþlerdir.
Böylesine bir “direniþ”in, “uzun zamandýr ilk kez, IMF’nin, iktidarýn politikalarýna karþý bir direniþ” olmadýðýný öðrendiðinizde, “eczacýlarýn direniþi”nin, “tüm halk güçlerine hem moral verecek, hem
dersler çýkarmasýný saðlayacak bir direniþ” olmadýðýný da göreceksinizdir.
Yine de sol “medya”yý okumaya devam ederseniz, göreceðiniz
* Özgür Vatan, 21 Ocak 2002.
216
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
bir haber de, SÝP adlý partinin adýný TKP olarak deðiþtirdiði olacaktýr.
Mevcut yasalarýn böyle bir adla parti kurulmasýna izin vermediðini,
Anayasa Mahkemesi’nin bu konuda yapýlmýþ baþvurularý reddettiðini
anýmsadýðýnýzda, SÝP’in nasýl olup da TKP adýný almaya kalkýþtýðýný
anlamayabileceksiniz. Eski TKP’lilerin kendilerini TBKP yaparak fesh
ettiklerini, dolayýsýyla TKP adýnýn “ortada” kaldýðýný düþündüðünüzde,
SÝP’in “orta malý”ný üzerine almaktan baþka birþey yapmadýðýný anlayacaksýnýzdýr. Yine de SÝP’in adýný TKP olarak deðiþtirmesi üzerine
yapýlan sol deðerlendirmelere baktýðýnýzda, hemen herkesin bunun
bir “hýrsýzlýk” olduðunu, “sol etiðe uymadýðýný” söylediklerini göreceksinizdir.
Ayný konuda “vatanseverlerin” dergisini de okuyabilirsiniz:
“Kongreye çaðýrýyor (M. Belli kastediliyor), gündemi söylemiyor, resmen aldatýyor, kullanmaya kalkýyor... Hadi aldatarak da olsa çaðýrdýn, söz hakký ver, vermiyor. Hadi söz
hakký vermedin, bari mesajýný doðru dürüst aktar, onu da
sansürlüyor... Düþünün, Mihri Belli gibi birine bunlarý yapan kafa, sol içi iliþkilerde, halkla (eðer varsa) iliþkilerinde,
aydýnlarla iliþkilerinde neler yapmaz, ne katakulliler atmaz!”* (abç)
Böylesine “deðer” verilen M. Belli kimdir diye düþüneceksinizdir. Onun “eski tüfekler”den olduðunu, ülkemiz sol tarihinde oportünizmin, tahrifatçýlýðýn, icazetli sosyalizmin temsilcisi olduðunu, yazýyý
yazanlarýn bile, her fýrsatta “devrim kaçkýnlýðý yapan, düzenle uzlaþmayý seçen” vb. biçimde deðerlendirdiðini öðrendiðinizde bu “övgü”nün nedenlerini bir kez daha düþünmek zorunda kalacaksýnýzdýr.
Kendilerini “maoist” olarak tanýmlayanlarýn, yýllar boyu ve bugün bile “sýnýf tahlilleri”nde Che Guevara’yý “küçük-burjuva devrimcisi” olarak tanýmladýklarý halde, her bulduklarý fýrsatta Che Guevara’ya
övgüler yaðdýrdýklarýna alýþkýnsanýz, SÝP’in yaptýðýna da, Mihri Belli’ye
“sol”dan bile fazla deðer verilmesine de þaþýrmayacaksýnýzdýr.
Yine de “Özgür Vatan”ýn bu sevgisinin, Mihri Belli’nin 1960
sonlarýnda yaptýðý “sosyalistler koyu milliyetçilerdir” deðerlendirmesiyle bir iliþkisi olup olmadýðýný düþüneceksinizdir.**
* Özgür Vatan, 31 Aralýk 2001.
** Mahir Çayan yoldaþ bu konuda þöyle yazmaktadýr:
“Mihri Belli arkadaþa göre, ‘devrimci milliyetçilikle’ proleter enternasyonalizmi çeliþmez. Ve ‘dev-rimci milliyetçi’ olduðunu söyleyen Mihri Belli arkadaþa göre sosyalistler koyu milliyetçilerdir. Çünkü, ‘milliyetçiliðin azý enternasyonalizmden kiþiyi uzaklaþtýrýr’.
Mihri Belli, sosyalistlerin milliyetçi deðil, yurtsever olduklarýný, nasyonalizm
ile enternasyonalizmin birbirine tamamen zýt iki kavram olduðunu bilmiyor
mu? Biliyor elbette. Fakat Mihri Belli’nin küçük-burjuva radikalizmine bel baðlayan tutumu, proleter devrimcilikten tavize hatta, literatüre "proleter milliyetçiliði" katkýsýyla tahrife kadar uzanmaktadýr.” (ASD’ye Açýk Mektup)
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
217
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bu yazýlarla birlikte gözünüze Arjantin haberleri ve yorumlarý
iliþecektir.
Bir sol gazetede “21. yüzyýl ayaklanmalarýn yüzyýlý olacaktýr”
baþlýðýný göreceksinizdir. Okumayý sürdürdüðünüzde þunlarý okuyacaksýnýzdýr:
“Seattle’da baþlayan enternasyonal eylem rüzgarý, Cenova ve Brüksel’de yüz binlerle buluþtu. Ýkiz Kuleler, emperyalizmin baþýna yýkýldý. Filistin’in taþ generalleri intifadayý
sürdürdü. Pakistan halký, Afganistan iþgaline karþý ayaða
kalktý. Ve Arjantin halký, emperyalizme karþý büyüyen isyana ‘arka bahçe’den merhaba dedi.”*
Arjantin, Seattle, Cenova, Brüksel, “ikiz kuleler”, “Afganistan
iþgaline karþý ayaða kalkan Pakistan halký” arasýnda nasýl bir iliþki kurulduðunu yazý boyunca öðrenmeye çalýþmanýz pek bir iþe yaramasa
da, “2001 yýlý boyunca gerçekleþtirilen sayýsýz eylem, sayýsýz direniþ,
týpký Arjantin’de olduðu gibi ‘ayaklanmalar yüzyýlý’nýn Anadolu’dan
da selamlanacaðý günlerin uzaklarda olmadýðýný göster”diðini, “burjuvazi ne derse desin, biriken öfke er ya da geç bir volkan gibi patlayaca”ðýný** (“týpký Arjantin gibi”) öðreneceksinizdir.
Ancak bir baþka sol gazeteyi açtýðýnýzda þunlarýn yazýldýðýný da
göreceksinizdir:
“Devrim, kendiliðinden olamayacaðý gibi, birkaç devrimci müdahaleyle gerçekleþebilecek bir durum da deðildir.
Devrim sabýrsýzlýðý sevmez. Zýt-pýt çýktýlarý, yanar-söner dalgalanmalarý da sevmez.”***
Birincilerin iktidarýn “ayaklanma”yla ele geçirileceðini savunduðunu, ikincilerin ise “uzun halk savaþý” çizgisini izlediklerini düþündüðünüzde, iki Arjantin deðerlendirmesinin neden birbiriyle çeliþtiðini
anlayacaksýnýzdýr.
Diðer yandan okumayý sürdürdüðünüzde bir baþkalarýnýn Türkiye’de halkýn neden Arjantin halký gibi patlamadýðýna iliþkin deðerlendirmesini göreceksinizdir:
“Elbette halkýn patlamasýný engelleyen, geciktiren bir
çok ‘sübap’tan bahsedilebilir. Ülkemizdeki kara paranýn,
gayrý-meþru iþler ve iliþkilerin yaygýnlýðý, köy-kent arasýndaki iliþki, bunlardan bazýlarýdýr. Örneðin Arjantin þehirleþmenin çok yüksek olduðu bir ülkedir, bizde ise, þehirleþme
hem daha düþük, hem de þehirleþenlerin de kýrsal alanda
bütün baðlarý kopmamýþtýr.
Ama bunlarýn hiç biri nihai anlamda belirleyici deðildir.
* Atýlým, 29 Aralýk 2001.
** Atýlým, 29 Aralýk 2001.
*** Devrimci Demokrasi, 1-16 Ocak 2002.
218
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Eðer kitleler patlamýyorsa, yakýp yýkmýyorsa, bunun tek
nedeni devletin terörü ve bunun yarattýðý korkudur. Yine
bu terörün yarattýðý örgütsüzlüktür.”*
Denilmektedir ki, ülkemizde “sosyal patlama” olamamasýnýn
bir nedeni, “kara para” cenneti olmasý, gayrý-meþru iliþkilerin yaygýnlýðý ve dolayýsýyla bu “kara para” yoluyla insanlar satýn alýnmasýdýr.
Ýkinci olarak, þehirleþme, Arjantin’e kýyasla daha düþüktür, hem de
þehirleþenlerin de kýrsal alanla bütün baðlarý kopmamýþtýr. Üçüncü
olarak, nihai, ama tek neden, “devletin terörü ve bunun yarattýðý
korkudur”.
Öte yandan Arjantin’le ilgili yazýlanlarýnda, “kara para”nýn Arjantin’de hiç de az olmadýðýný, gerçekleþtirilen askeri darbeler sonrasýnda uygulanan “devlet terörü” sonucunda en az 30.000 kiþinin
hâlâ kayýp olduðunu anýmsayacaksýnýzdýr. Latifundistlerin (büyük toprak sahipleri) Arjantin’deki tarihsel konumlarýný, kýrsal nüfusun hiçbir
zaman kent nüfusundan büyük olmadýðýný da öðrendiðinizde, ülkemizde neden “patlama” olmadýðýný bir kez daha düþünmek zorunda
kalacaksýnýzdýr.
Ve yeniden sol dergiyi okumayý sürdüreceksinizdir:
“Bir Halk Neden Patlar?
Ýlk akla gelen mutlaka ekmekdir, sonra adalet. Bunlarýn olmadýðý yerde halk er geç ‘patlar’. Patlamanýn olduðu
nokta ise, korku eþiðinin aþýldýðý nokta olacaktýr. Kimsenin
kuþkusu olmasýn, Türkiye’de o an da gelecektir. Kitleler
halinde o eþik de aþýlacaktýr. Açlýk ve adaletsizlik, tüm eþikleri yýktýðý gibi, korkunun eþiklerini de yýktýracaktýr.”*
Böylece halkýn “korku eþiðini aþtýðý noktada” “er ya da geç”
patlayacaðýný öðreneceksinizdir. Artýk yapýlacak çok iþ vardýr: bir an
önce örgütlenmek, örgütlemek ve fýrsatlardan yararlanmak!
Her ne kadar Devrimci Demokrasi, devrimin “zýt-pýt çýktýlarý”
sevmediðini söylese de, “patlama”nýn er ya da geç olacaðýndan þüphe
duymayacaksýnýzdýr. O gün geldiðinde, “patlamanýn” “sonuç almasý”
için “halkýn örgütlülüðünün” yeteceðini de bileceksinizdir.
Ama bu yolun “kitlelerin kendiliðinden patlama ve isyanlarýný
örgütlemek” þeklinde bir çizgi oluþturduðunu, Marksist-Leninist yazýnda buna “klâsik kitle çalýþmasý” adý verildiðini, sonuç olarak “sovyetik ayaklanma” çizgisinin deðiþik bir versiyonu olduðunu da düþünebilirsiniz.
Þüphesiz bu çizgi, evrim ve devrim aþamalarýný birbirinden
kesin çizgilerle ayýran, evrim aþamasýný uzun, devrim aþamasýný ise
kýsa bir an olarak düþünen bir anlayýþýn ürünüdür. Bu anlayýþ sahiple* Özgür Vatan, 31 Aralýk 2001.
** Özgür Vatan, 31 Aralýk 2001.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
219
KURTULUÞ CEPHESÝ
ri, “patlama” anýna (devrim aþamasý) kadar (evrim aþamasý) “haftalýk olarak yayýnlanmasý ideal gibi gözüken bir siyasi gazete” yayýnlamak, bu gazete çevresinde kitleleri bilinçlendirip örgütlemek ve
“patlamanýn” “sosyal ve psikolojik þartlarýný hazýrlamak” þeklinde klasik kitle çalýþmasýný yürütmek durumundadýrlar.
Ancak milli krizin kesikli deðil, sürekli olduðu, dolayýsýyla evrim ve devrim aþamalarýnýn birbirinden kesin çizgilerle ayrýlamadýðý
ülkelerde (geri-býraktýrýlmýþ ülkeler) klasik kitle çalýþmasýný savunan
ve yürüten örgütlenmelerin revizyonist KP’ler olduðunu anýmsarsanýz, Arjantin olaylarý sonrasýnda yapýlan “patlama” edebiyatýnýn solu
nerelere savurduðunu da göreceksinizdir.
Bu kadar okumayý þimdilik yeterli görüp, baþlangýçtaki konuþmanýza geri döndüðünüzde, o eski “solcu”nun söylediklerine kýsmen hak verdiðinizi hissedeceksinizdir. Kendi kendinize soracaksýnýzdýr: Gerçekten bu ülkede “sosyal patlama” olur mu, bu solla devrim
yapmak olanaklý mýdýr?
Geçmiþte solda yapýldýðý söylenen “hatalarý”, bugün sol yayýnlarda okuduklarýnýzý, sol adýna yapýlanlarý, söylenenleri yeniden
düþünmeye baþlayacaksýnýzdýr.
Ýþte bu anda kendinizi iki seçenekle karþý karþýya bulacaksýnýzdýr:
Ya yazýlanlara, söylenenlere, yapýlanlara “lanet” okuyacak,
“büyük”lerin, “eski”lerin sözünü dinleyip kendi kabuðunuza çekilecek, kendi iþinize bakacaksýnýzdýr.
Ya da devrim yapmanýn doðru bir yolunun olduðunu, olmasý
gerektiðini düþünerek devrim için mücadele etmeye karar vereceksinizdir.
Eðer kararýnýz birinci seçenekten yana olursa, tüm “eski”ler
gibi, kendinize bir iþ bulmakla iþe baþlayacaksýnýz. Ekonomik kriz
ortamýnda bulunabilinirse bir iþ bulacaksýnýz, yaþýnýz genç ise askerliðinizi yapýp evleneceðiniz günü bekleyeceksiniz. Günleriniz, ev ile iþ
arasýnda gidip gelmekle, meyhanelerde “geyik muhabbetleri” yapmakla, televizyon karþýsýnda saatler geçirmekle ve arada bir eþ-dost
toplantýlarýna katýlarak “ne olacak bu memleketin hali” konuþmalarý
yaparak geçecektir. Tabi, her bulduðunuz fýrsatta borsa ve döviz haberlerini büyük bir merakla izleyecek, borsanýn her çýkýþý ile sevinecek, iniþi ile üzüleceksiniz. Kredi kartýnýzýn limitleriyle tüketecek, cep
telefonunuzun faturasýyla “bütçenizi” düzenleyecek ve karþýnýza çýkacak fýrsatlardan yararlanmayý bekleyeceksinizdir.
Eðer biraz entelektüel çevreye sahip iseniz, yaþamýnýz biraz
daha renkli geçebilecektir. Belki arada bir konsere, tiyatroya, sinema
günlerine gideceksinizdir. Sanat, edebiyat üzerine muhabbet edeceðiniz bir çevreniz olduðundan, dünya ekonomisindeki “resesyon
sinyallerinin” ülkedeki bankalarýn “sermaye rasyosu” üzerindeki et-
220
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
kileri konusunda yapýlan konuþmalara kulak misafiri bile olabileceksinizdir. Entelektüel çevrelere özgü kredi kartý sahibi olarak “seçkin”
bir yere sahip olduðunuzu hissedip, kredi kartý temerrüt faizlerini
nasýl ödeyeceðinizin hesaplarýný da yapabileceksinizdir.
Eðer ikinci yolu seçer de, devrimci mücadele girmeye karar
verirseniz, sizi bir dizi sorunun beklediðini bilmeniz gerekir. Devrimci
mücadelenin o bilinen, söylenen, anlatýlan ve gerçek olan zorluklarý
yanýnda, kendinizi yapayalnýz da bulabileceksinizdir.
Karar size kalmýþtýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
221
KURTULUÞ CEPHESÝ
AKP Hükümeti ya da
“Merak etmeyin
Ordu var...”*
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
3 Kasým seçimlerinde AKP’nin TBMM’ de büyük bir çoðunluða
sahip olmasýndan sonra tüm “medya” aðýr birliði içinde “merkez
sað” partilerin “çöktüðünü”, bu partilerin liderlerinin “tasfiye” edildiðini yazýp çizmeye baþlamýþtýr. Kimileri daha da hýzlý davranarak,
DYP, ANAP ve kýsmen MHP’den boþalan “merkez sað”ýn AKP tarafýndan doldurulmasý gerektiðini söylemektedirler.
Bugün AKP’nin “yükseliþinin” de, ANAP’ ýn daðýlýþýnýn da, DYP’nin
barajýn altýnda kalýþýnýn da, MHP’nin 1999 seçimlerinde gösterdiði
“baþarýyý” gösterememesinin de ardýnda yatan temel neden, oligarþi
dýþýndaki sömürücü sýnýflarýn içinde bulunduklarý durum ve siyasal
olarak bölünmüþlükleridir. Popüler dilde, yani “medya” dilinden ifade edersek, AKP’nýn 3 Kasým seçimlerinde, 1965 seçimlerinde AP’
nin, 1983 seçimlerinde ANAP’ýn “zaferine benzer” (hatta kimileri daha da öteye giderek 1950 seçimlerinde DP’nin aldýðý sonucu da buna
* Ertuðrul Özkök, 4 Kasým günü “Bir þakanýn ardýndaki duygular” baþlýklý yazýsýnda þöyle yazýyordu:
“Dün manþeti hazýrlarken, bir arkadaþým þöyle bir espiri yaptý: Önce ‘Yarýn
herkesin içinden geçen sözü manþet yapmamýzý ister misiniz?’ diye sordu.
Biz ‘evet’ deyince de esprili manþet önerisini patlattý:
‘Merak etmeyin Ordu var..’”
222
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
eklemektedirler) bir sonuç almasý, bu sömürücü sýnýflarýn son yirmi yýllýk durumuyla baðlantýlýdýr. Dolayýsýyla sömürücü sýnýflar arasýndaki iliþki ve çeliþkiler dikkate alýnmaksýzýn geliþen olaylarýn
kavranýlmasý da olanaksýzdýr.
Ýþbirlikçi tekelci burjuvazinin henüz yeterince güçlenmediði, palazlanma aþamasýnda olduðu bir dönemde, DP’nin yerine oluþturulan
AP’nin 1965 seçimlerinde %52,9 oyla 450 kiþilik mecliste 240 milletvekilliði kazanmasý, tüm sömürücü sýnýflarýn ittifakýnýn bir sonucu
olmuþtur.
Bu dönemde, bir yanda emperyalizmin yeni-sömürgecilik uygulamalarýyla geliþen ve güçlenen iþbirlikçi tekelci burjuvazinin, diðer
yanda ise yarý-feodal üretim iliþkilerinin geleneksel sýnýflarýnýn (toprak aðalarý, tefeciler ve bezirganlar*) yer aldýðý egemen sýnýflar ittifaký birbirine zýt çýkarlarýn ifadesi olmuþtur. Küçük ve kapalý üretim
birimlerine dayanan ve buralardan beslenen feodal egemen sýnýflarýn çýkarý ile bu kapalý üretim birimlerini yýkarak pazar için üretimi
geliþtirmek ve yaygýnlaþtýrmak durumunda olan iþbirlikçi tekelci burjuvazinin çýkarý uzlaþmaz bir çeliþki oluþturmaktadýr. Dolayýsýyla bu
ittifak, iþbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesine paralel olarak parçalanmýþtýr.
Baþýný Necmettin Erbakan’ýn çektiði ve DPT’de toplanan “takunyalýlar”ýn içsel muhalefeti, sömürücü sýnýflar arasýndaki ittifakýn parçalanmasýnýn baþlangýcýný oluþturmuþtur.
1965-1969 yýllarý arasýnda TOBB’da Sanayi Odasý Baþkanlýðý, Genel Sekreterlik ve Yönetim Kurulu Baþkanlýðý yapan Erbakan’ýn 25
Mayýs 1969’da TOBB baþkaný seçilmesi ve Demirel’in müdahalesi
ile 8 Aðustos 1969’da polis zoruyla TOBB’dan çýkartýlmasý sömürücü sýnýflar ittifakýnýn sonunu getirmiþtir.
Bu ayrýþma, 12 Ekim 1969 genel seçimlerinde Erbakan’ýn AP’den
aday olmasýnýn engellenmesi, ardýndan Konya’dan baðýmsýz milletvekili seçilmesi ve 26 Ocak 1970’de Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurmasýyla netleþmiþtir.**
18 Aralýk 1970’de Demirel hükümetinin bütçesine red oyu veren ve baþýný Ferruh Bozbeyli’nin çektiði “41’ler” hareketi, sömürücü sýnýflar ittifakýnýn yeni bir parçalanmasý olmuþtur.
Böylece 1971 yýlýna girildiðinde, “sað” kesim, MNP, DP ve AP olmak üzere üç parçaya ayrýþmýþtýr. Ve bu ortamda oligarþinin 12 Mart
* Feodal ya da yarý-feodal üretim iliþkileri içinde yer alan tüccar kesimi.
** Bugün AKP’de yer alan pek çok “ünlü”nün “milli görüþ” serüvenleri bu dönemde baþlamýþtýr. Örneðin Bülent Arýnç 2000 yýlýndaki FP kongresinde þöyle konuþmuþtur:
“’Ben 1967 yýlýnda hukuk fakültesi öðrencisi iken Necmettin Erbakan’ý TOBB
mücadelesinde destek- lemiþtim, 1969 yýlýnda Konya’dan aday olduðunda bütün ilçeleri gezen bendim. Benim Anadolu’da ayak basmadýðým yer yok. Beni siz tanýmazsýnýz; ama babalarýnýz, analarýnýz tanýr.”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
223
KURTULUÞ CEPHESÝ
darbesi gelmiþtir.
Erbakan’ýn MNP, sýnýfsal olarak küçük ve orta sermaye kesimlerinin politik sözcüsü durumundadýr. Bir diðer deyiþle, Anadolu esnaf-zanaatkâr sermayesi ile tüccar-tefeci sermayesinin temsilcisi
durumundadýr. Emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle
geliþen iþbirlikçi tekelci burjuvazinin gücü karþýsýnda sürekli gerileyen ve politik gücünü yitiren bu sermaye kesimlerinin temsilcisi olduðundan, ayný zamanda emperyalizmin yeni-sömürgeciliðine karþýdýr. Bu karþý oluþ, temsil ettiði orta sermaye kesiminin geliþememesi ve tekelleþememesinden kaynaklanmaktadýr. Bu durumun en
büyük sorumlusu olarak, ekonomik ve politik olarak iþbirlikçi tekelci burjuvaziyi ve onun destekçisi durumunda olduðunu düþündüðü
emperyalist tekelleri gördüðünden “milli” bir söylem geliþtirmiþtir
(“Milli Görüþ”).
Ancak MNP’nin siyasal sözcülüðünü yaptýðý kesimler açýsýndan,
yeni-sömürgecilik yöntemleriyle meydana gelen pazar geniþlemesi
çeliþik bir durum ortaya çýkarmýþtýr.
Geniþleyen pazar olanaklarý, özellikle orta sermaye kesimlerinin
lehine sonuçlar ortaya çýkarýrken, diðer yandan Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesinin diðer kesimleri için
tasfiye tehlikesi ortaya çýkarmýþtýr.
Orta sermaye kesimleri, kredi ve devlet olanaklarýnýn (KÝT’ler)
iþbirlikçi tekelci burjuvazi tarafýndan kullanýlmasýna karþýdýr. Bu nedenle “adil düzen” yanlýsýdýrlar. Onlarýn “adil düzen”den istedikleri,
kendilerinin geliþmesini ve tekelleþmesini engelleyen koþullarýn ortadan kaldýrýlmasýdýr. Bu nedenle, iþbirlikçi tekelci burjuvazinin varlýðýna karþý olmaktan daha çok, bu kesimin içine alýnmamýþ olmaktan
dolayý tepki duymaktadýrlar. Bunun sorumlusu olarak da, ulusal ve
uluslararasý yahudi sermayesini sorumlu görmektedirler. Bu yüzden,
yahudi sermayesinin daha az etkin olduðunu düþündükleri emperyalist ülkelerle (özellikle Almanya ile) iliþkilerin geliþtirilmesinden
yanadýrlar.
Anadolu esnaf-zanaatkar sermayesi ile tefeci-tüccar sermayesi
ise, bir yandan iç pazarýn geniþlemesiyle deðiþen tüketim alýþkanlýklarý, diðer yandan iþbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi daðýtým aðýný
kurmasý karþýsýnda içine girdikleri tasfiye sürecinin durdurulmasýný
talep etmektedir. Bu yönüyle “çarþý esnafý” olarak, her türden yeni
tüketim mallarýnýn ithalatýna ve üretimine karþýdýrlar. Özellikle konfeksiyon (hazýr giyim) ürünlerinin iç pazarda artan tüketimi karþýsýnda
çaresiz kalan Anadolu kumaþ üretici ve tüccarlarý ile terziler, MNP’nin
“dini” söyleminin en baðnaz destekçileri olmuþlardýr.
Diðer yandan, geleneksel tüketim mallarý satýcýsý durumunda olan
“çarþý esnafý”, yeni tüketim mallarýnýn “marketler”de satýþýyla ortaya çýkan yok olma tehlikesi altýna girmiþtir. Ýþbirlikçi tekelci burju-
224
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
vazinin ürettiði bu yeni tüketim mallarýnýn daðýtýmý ve ticaretinin
ortaya çýkardýðý yeni tüccar ve “marketçi” iliþkisi dýþýnda kalmýþlardýr.
Dolayýsýyla deterjandan televizyona kadar her türden yeni tüketim
malýnýn üretimi ve satýþýna karþýdýrlar. Bu yönüyle “modernizasyon”un karþýsýnda bir konumda yer almýþlardýr.
Ayný kesimlerin geliþen emperyalist üretim iliþkilerinin içinde yer
almak (“eklemlenmek”) isteyen bölümü ise Ferruh Bozbeyli’nin
DP’si etrafýndan toplanmýþtýr. Özellikle Anadolu ticaret burjuvazisi
(orta ve büyük toptancý tüccarlar) iþbirlikçi tekelci burjuvazinin kendi
daðýtým aðýný kurarak, kendileri dýþýnda yeni bir ticaret burjuvazisi
yaratmasýna karþýdýrlar. Ýþbirlikçi tekelci burjuvaziden talep ettikleri,
büyük kentler dýþýndaki ticaretin kendilerine býrakýlmasýdýr.
Böylece, 12 Mart’a gelindiðinde, iþbirlikçi tekelci burjuvazi ve ona
baðýmlý olan küçük ve orta sermaye kesimleri dýþýnda kalan tüm ticaret ve sanayi sermayesi, bir bütün olarak muhalefete geçmiþlerdir.
Oligarþinin 12 Mart darbesi, bir yandan ülkede geliþen devrimci
mücadeleyi durdurmayý, diðer yandan kapitalizm öncesi sýnýf ve
zümrelerin denetim ve disiplin altýna alýnmasýný, yani sömürüyü disipline etmeyi amaçlamýþtýr. I. Erim hükümeti ile gündeme getirilen “reformlar”, aðýrlýklý olarak bu sömürücü sýnýf ve zümrelere yönelik olmuþtur. Bu açýdan 12 Mart darbesi, “ilerici, Atatürkçü, reformist” görünüm altýnda küçük-burjuva aydýnlarýnýn desteðini alarak
bu sömürücü kesimleri denetim ve disiplin altýna almaya yönelmiþtir.
“Ancak, silahlý propaganda, I. Erim Hükümetinin gerçek yüzünü ve emellerini, oligarþinin en gerici, en azgýn ve
terörist yönetimi olduðunu açýða çýkarmýþtýr. Böylece, Amerikan emperyalizminin ve iþbirlikçi yerli burjuvazinin oyununu alt üst ederek, maskesini alaþaðý etmiþ, kademeli
planýný bozmuþtur. ‘Ýlerici, reformist, Atatürkçü’ görünümü
altýndaki açýk faþizmin erken doðum yapmasýný saðlayarak, küçük-burjuva aydýn çevreler de dahil olmak üzere
kamuoyunun gözlerini açtý...
Küçük-burjuva aydýn kamuoyunun desteðini kaybeden
emperyalizm-iþbirlikçi (tekelci) burjuvazi ikilisi, bu sefer
zorunlu olarak, sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi
rasyonelleþtirme tedbirlerinden (sarý reformlarýndan) tavizler vererek, tekrar bu tedbirlerinden zarar görecek olan
öteki gerici sýnýf ve zümrelerle ortak müþterekler etrafýnda
anlaþmýþlardýr.”*
Böylece oligarþi, 12 Mart darbesiyle yapmak istediklerini gerçekleþtirememiþtir.
12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 arasýndaki dönemde oligarþi ile
* Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
225
KURTULUÞ CEPHESÝ
dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki iliþki, “çatýþma-uyum” arasýnda sürekli dalgalanan bir süreç izlemiþtir. 1974 Petrol krizi ile baþlayan dünya ekonomisindeki daralma ve ekonomik bunalým dinamikleri, ülke içinde sýnýf mücadelesinin yükseliþiyle birleþerek, oligarþi ve dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýnda belli bir “uyum” ortaya çýkarmýþtýr. I. ve II. MC hükümetleri bu “uyum”un hükümeti olmuþtur. Ancak I. ve II. MC hükümetleri, geliþen devrimci mücadeleye karþý faþist milislerin etkin bir biçimde kullanýlmasý açýsýndan
oligarþi lehine sonuçlar ortaya çýkarmýþsa da, diðer sömürücü sýnýflarýn kendi çýkarlarý yönündeki siyasal müdahaleleri, 1977 sonunda
Ecevit’in azýnlýk hükümeti kurmasýna yol açmýþtýr.
Oligarþinin Ecevit hükümetinden istediði, “icazet” altýndaki bir
sol oluþumla geliþen devrimci mücadeleyi pasifize etmek ve bürokrasi içinde “gerici ve þeriatçý kadrolaþmayý” tasfiye etmek olmuþtur. Ama Ecevit’in azýnlýk hükümeti, sadece, özellikle sanayi ve teknoloji bakanlýðýnda ve KÝT’lerde etkili hale gelen MSP’li kadrolarýn
tasfiyesinde kýsmen baþarý saðlayabilmiþtir. Dolayýsýyla devrimci mücadelenin geliþimini durdurma görevini yerine getirememiþ ve tüm
sömürücü sýnýflarýn varoluþunu tehdit eden durumun sürmesini
engelleyememiþtir.*
Bu dönemde devrimci mücadelenin tüm sömürücü sýnýflarý tehdit eder boyutlara ulaþmasý, oligarþi ile diðer sömürücü sýnýflar arasýnda yeni bir ittifakýn kurulmasýný zorunlu hale getirmiþtir.
Bu ittifak çerçevesinde oligarþinin 12 Eylül darbesi büyük bir “sevinç” yarattý. Fakat geliþen dünya ekonomik bunalýmý ve uygulanan
24 Ocak Kararlarý, oligarþi dýþýndaki sýnýflarýn ekonomik tasfiyesini
gündeme getirdi. 1982 yýlýndaki bankerler olayýyla birlikte baþlayan
mülksüzleþtirme süreci, asýl olarak küçük ve orta sermaye kesimlerini kapsadýkça, oligarþiye karþý bu kesimlerin muhalefeti yükselmeye baþladý. 1982 Anayasasý’nýn kabul edilmesiyle birlikte, muhalefet siyasal partiler düzeyinde görünür hale geldi. Oligarþinin askeri yönetim aracýlýðýyla uygulamaya soktuðu siyasal yasaklar, eski
iliþkiler içinde kurulmuþ partilerin seçimlere katýlmasýný engelledi.
Böylece 1983 yýlýnda yapýlan genel seçimlerde tüm sömürücü sýnýflarýn desteðini alan T. Özal’ýn ANAP’ý tek baþýna iktidara geldi.
* Bu dönemde “milliyetçi-muhafazakar” Ilýcaklarýn Tercüman gazetesinde yazarlýk
yapan Güneri Civaoðlu bu durumu þöyle anlatmaktadýr:
“12 Eylül’den önceki gecelerden biri. Rauf Tamer’in evinde onun doðum günü...
Ama herkeste bir yýlgýnlýk, bir bezginlik, dehþet ürpertileri. Suskunluk... Örgütlü þiddet
eylemlerinin Türkiye’ye bir kan bataklýðý görüntüsü verdiði günler. Bir þarkýyý mýrýldanýyoruz salondaki birkaç kiþi: ‘havasýna suyuna, taþýna topraðýna. Bir baþkadýr benim
memleketim.’ Gözler dolmuþ. Kelimeler dudaklarýmýzdan duygu yüklü çýkýyor. Bir
çok tanýdýk ismin, tasý taraðý toplayýp, Türkiye’yi terkederek, Amerika’ya, Ýngiltere’ye
yerleþtiði günler... Niþantaþ’ýn, Levent’in apartman camlarý gazete kaðýtlarýyla kaplý.
Ýçerde yaþam yok ki!...” (Beyaz Türklerden Bugüne, Sabah, 10 Kasým 1988)
226
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
1983’den 1991 yýlýna kadar süren ANAP hükümetleri dönemi,
günümüzdeki tüm siyasal, sosyal ve ekonomik geliþmelerin biçimlendiði dönem olmuþtur.
Bu dönemin en temel özelliði, devrimci mücadelenin kitlesel boyutlarda yürütülen terörle durdurulmasý ve 1980 dünya ekonomik
buhranýyla þekillendirilen “transformasyon” olmuþtur.
Devrimci mücadeleye karþý sürdürülen terör ve pasifikasyon, sözcüðün tam anlamýyla, solda dejenerasyona yol açmýþtýr. “Askerlik,
iþ ve eþ” koþuluna boyun eðdirtilen sol kitle, giderek düzenin “sadýk” bir destekçisi konumuna getirilmeye çalýþýlmýþtýr. Özellikle T.
Özal’ýn “modernizasyon” söylemiyle baþlatýlan “liberalizasyon” uygulamalarýnýn destekçisi ve ithal mallarýnýn tüketicisi durumuna getirilen sol kitle, “toplu konut fonu”nun kurulmasýyla birlikte yeni iþ
olanaklarýna sahip olmuþtur. 1989 yerel seçimlerinde SHP’nin gösterdiði baþarý, belediyelerde ve bunlarla baðlantýlý ticari iþlerde “sol”
bir iþadamlarý zümresi yaratýlmasýný hýzlandýrmýþtýr.
1983-89 arasýnda “promosyon” alanýnda iþ alan “sol” kadrolar,
reklamcýlýk, yayýncýlýk alanýndan inþaat alanýna sýçramýþlardýr. Üniversite diplomasý almayý becermiþ “solcular”ýn baþýný çektiði yeni
“sol” iþadamlarý, T. Özal’ýn “vizyonu ve misyonu” çerçevesinde geliþen “liberalizasyon”un yarattýðý tüm yeni ve marjinal sektörlerde boy
göstermeye baþlamýþlardýr.
Reklamcýlýk, yayýncýlýk alanlarýnda baþlayan “iþ deneyimleri” giderek kurumlaþmýþ ve þirketleþmiþtir. Sanayi ve geleneksel ticaret
alanlarý dýþýndaki tüm alanlarda boy gösteren “sol” iþadamlarý “liberalizasyon”dan beslendikleri için, her durumda “aþýrý liberal” hale
gelmiþlerdir. “Ýhracata yönelik sanayileþme”den, Türk Parasýný Koruma Yasasý’nýn kaldýrýlmasýna, emperyalist ülkelerin tüketim mallarýnýn ithalatýndan özelleþtirmeye kadar her uygulamanýn baþ destekçisi ve propagandisti olurlarken, ayný zamanda bunlarýn kendilerine getirdiði yeni iþ olanaklarýnýn peþinden koþmuþlardýr. 12 Eylül
sonrasýnda ilk iþ “deneyimi”ni kazandýklarý alan reklamcýlýk ve yayýncýlýk olduðundan, “medya” alanýndaki her türlü “geliþmenin” hararetli savunucusu olmuþlardýr. Beyaz eþya kullanýmýnýn ve renkli televizyon izlenmesinin bir “modernlik”, ülkenin “kalkýnmasýnýn” bir
göstergesi olduðunu savunan bu “sol” kesim, giderek varlýðýný T.
Özal’a ve onun politikalarýnýn sürdürülmesine baðlamýþtýr. Dolayýsýyla, sosyal-demokrat adý altýnda olsun olmasýn, kurulan ve oluþturulan
tüm “sol” partiler bu politikanýn sürdürücüsü olmayý programlarýnýn
baþýna koymuþlardýr. Unuttuklarý tek þey ise, mevcut düzen içinde
politika yapabilmek için kadroya deðil, kitleye ihtiyaçlarý olduðudur.
Doðal olarak, T. Özal döneminde uygulanan ekonomi politikalardan
zarar gören ve sürekli yoksullaþan kesimlerle olan baðlarý kopmuþtur.
Bu dönemdeki en önemli geliþme ise, emperyalist metropoll-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
227
KURTULUÞ CEPHESÝ
erde küçük ve orta sanayide ortaya çýkan yeni teknoloji uygulamalarýyla olmuþtur.
1980 dünya ekonomik buhraný koþullarýnda, emperyalist ülkelerde (özellikle ABD ve Ýngiltere’de) küçük ve orta sanayide baþlayan
yeni teknolojilerin üretime uygulanmasýyla, eski teknolojiye dayanan
makineler geri-býraktýrýlmýþ ülkelere aktarýlmýþtýr. Böylece, bir yandan metropollerde yeni teknolojiyle maliyetler düþürülerek kâr oranlarý yükselirken, diðer yandan geri-býraktýrýlmýþ ülkelere aktarýlan eski
(ama mevcutlarýna göre yeni) makinelerin kullanýmýyla iç üretim
artmýþtýr.
Ülkemiz somutunda tekstil ve ambalaj sanayinde görülen “yenileþme” ve üretim artýþý, “ihracata yönelik” üretimi birincil hale getirirken, ithalatýn serbestleþtirilmesiyle emperyalist ülkelerin tüketim
mallarý iç pazarda egemen hale gelmiþtir. Ýhracat ve marka tüketimi bu döneme damgasýný vurmuþtur.
Tüm bu geliþme iç ve dýþ borçlarla finanse edilmiþtir. ANAP’ýn
“dört eðilimi birleþtirdik” demagojisi, uygulamada fazlaca sorunla
karþýlaþmadan 1990’lara ulaþmýþtýr.
Ancak 1993’de Almanya, Japonya ve Fransa’da etkili olan ekonomik durgunluk ihracatta büyük bir düþüþe yol açmýþtýr. Yaþanýlan
1994 Þubat kriziyle birlikte varolan tüm iç iliþkiler ve dengeler bozulmuþtur. 1991 “Körfez Savaþý” ve 1993 durgunluðunun etkisiyle
tüm ihracat alanlarýný kapsayan daralma, stoklarýn hýzla büyümesine yol açmýþtýr. Bunun pratikteki görünümü ise, ihraç mallarýnýn iç
piyasaya sürülmesi olmuþtur.
Bu geliþmeden en çok etkilenen kesim ise, emperyalist ülkelerden ithal edilen makinelerle üretim yapan küçük ve orta sanayi
burjuvazisi olmuþtur. O güne kadar ihracata yönelik olarak üretim
yapan, dolayýsýyla tüm ürünleri “modern ve moda”ya uygun olan
tekstil sektörü krize girmiþtir. Ýç pazarda emperyalist ülkelerden ithal
edilen “marka” ürünlerin egemenliði karþýsýndaki çaresizlik, sorunun, Türki cumhuriyetler ya da “islam ülkeleri” pazarý yoluyla aþýlacaðý beklentisi yaratmýþtýr.
Diðer yandan iç pazardaki emperyalist tüketim mallarýnýn egemenliði, süper ve hiper marketlerin ticari egemenliðini beraberinde
getirmiþtir. Ýhracat yýllarý içinde geleneksel iç pazarýn ellerinden gittiðini gören küçük ve orta sermaye kesimleri yeniden iç politikada
etkin olmanýn yollarýný aramaya baþlamýþlardýr. Ve her zaman olduðu gibi, geleneksel politik iliþkiler alanýnda büyük bir canlanma
ortaya çýkmýþtýr.
Bu geliþmenin ilk sonucu 1995 genel seçimlerinden Erbakan’ýn
RP’nin birinci parti olarak çýkmasý olmuþtur.
1996 yýlýnda Erbakan’ýn baþbakanlýðýnda kurulan RP-DYP koalisyon hükümeti, küçük ve orta sermaye kesimlerinin (T. Çiller’in çok
228
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
sevdiði deyimle KOBݒlerin) içinde bulunduklarý pazar ve finansman
sorunlarýna çözüm bulma iddiasýyla ortaya çýkmýþsa da, kendisini
hiçbir þey yapamaz durumda bulmuþtur. Erbakan’ýn “islam kardeþleri”ne olan güveni de iþe yaramamýþtýr. Bulabildikleri tek yeni pazar ise türban ve tesettür pazarý olmuþtur. Bir baþka deyiþle, aðýrlýklý olarak tekstil sektörünün pazar sorunu, içte türban ve tesettür
modasýnýn geliþtirilmesiyle görüntüsel bir yenileþme içine girmiþtir.
Neredeyse “lokomotif” iþlevi gören türban ve tesettür, beraberinde “þeriata uygun mayo”dan çaydanlýða, Kristal koladan mobilyaya kadar deðiþik tüketim alaný oluþturmuþtur. Baþta Ýhlas Holding’in
Türkiye gazetesiyle sattýðý mutfak araç ve gereçleriyle tamamlanan
bu tüketim alaný, tesettürlü ve türbanlý aile tüketimi oluþturmuþtur.
Yimpaþ, Çetinkaya maðazalarý ve “islamcý” gýda marketleri “gelir düzeyi düþük” halk kesimlerinin alýþ-veriþinde egemen hale gelmeye
baþlamýþtýr. Böylece geleneksel Anadolu esnaf ve tüccar kesimi “geleneðe uygun” mallarýn ticaretinde yeniden etkin hale gelmiþtir.
Bugün “islamcý” kesimin en büyük daðýtým aðý haline gelen Yimpaþ’ýn maðaza açtýðý yerlere bakýldýðýnda bu durum daha açýk görülecektir: Ýstanbul’da Maltepe, Ümraniye, Þirinevler, Eyüp, Güngören,
Üsküdar; Ankara’da Çankaya, Ergazi, Pursaklar, Sincan, Ulus; Yozgat, Adapazarý, Düzce, Edirne, Aksaray, Eskiþehir, Kayseri, Kýrýkkale,
Kütahya, Nevþehir, Amasya, Çorum, Sivas, Tokat, Elazýð, Gaziantep,
Maraþ, Adana, Malatya, Urfa.
Erbakan ve þürekasýnýn göremediði ise, bu tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin tekelleþme amacýný bu “yeni” türban
ve tesettür pazarýyla gerçekleþtiremeyeceði ve “þeriatçý sermaye”nin
kuþak deðiþtirmesidir.
Bir zamanlarýn faþist MHP’nin teorisyeni ve bugünün “liberal
faþisti” Taha Akyol bu durumu þöyle anlatmaktadýr:
“... sanayileþmenin ortaya çýkardýðý modernleþme faktörlerini gericilik sanabilirsiniz. Mesela türban bir modernleþme göstergesidir halbuki bizimkiler gericilik sanýyor. ‘Ýrticai sermaye’ de bir laikleþme göstergesidir. Dikkat edin
öbür dünya için deðil, bu dünyanýn nimetleri için çalýþýyorlar.
Kendinizi Ýslamcý bir þirketin fanatik genel müdürünün yerine koyun. Halk ayaklanmasý olsun, ithalat ihracat dursun
mu istersiniz? O vakit þirket batar! Tam tersine Ýslamcý denilen þirketler istikrar ve liberalleþme istiyor. Ýþte toplumsal laiklik (sekülerlik) budur; dünyevileþmedir, rasyonelleþmedir.”*
Taha Akyol’un sözüyle ifade edersek, “islamcý þirketin fanatik genel müdürü”, Erbakan’ýn MNP’si yýllarýnýn Anadolu “hacý” esnafý ve
* Milliyet Pazar, 24 Mart 1999.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
229
KURTULUÞ CEPHESÝ
tüccarý deðildir. Ýþte bu dönüþümü fark etmeyen Erbakan ve þürekasý
“hacý” esnaf ve tüccarlar için de birþey yapamamýþtýr. Ama türban
ve tesettürün yarattýðý pazarý geniþletmenin yolunun türban ve tesettürü yaygýnlaþtýrmaktan geçtiðini gördüklerinden, bu konuyu öne
çýkarmýþlardýr. Sonuç ise, oligarþinin 28 Þubat “post-modern” darbesi olmuþtur.
Ýþbirlikçi tekelci burjuvazinin oluþum ve palazlanma aþamasýnda
Anadolu’da traktör, gübre, lastik, beyaz eþya vb. acentalýðý yaparak
belli bir dönüþüme uðrayan geleneksel Anadolu esnaf ve tüccarýnýn,
iþbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesine paralel olarak kendi daðýtým aðýný kurmasý karþýsýnda, tasfiye olmaya baþlamasýyla ortaya
çýkan “þeriatçý” partileþme süreci böylece yeni bir evreye girmiþtir.
Diðer yandan, asýl olarak tarýmsal üretimle baðlantýlý olarak küçük
torna tezgahlarýyla üretim yapan küçük sermaye kesimleri, bir yandan sanayi bölgelerine geçiþ yaparken, diðer yandan bir kýsmý iþbirlikçi tekelci burjuvazinin sanayi kuruluþlarýnýn yan sanayisi olarak
dönüþüme uðramýþtýr. Renault ve Fiat’a parça yapan küçük sanayi
için “yerli otomobil” üretimi büyük ölçüde eski cazibesini kaybetmiþtir. Bu açýdan Erbakan’ ýn “aðýr sanayi hamlesi”, sýnýrlý bir desteðe sahip olmuþtur. Bunun yerini, otomotiv sektöründe tekel durumunda olan Renault ve Fiat’ýn dýþýnda yabancý otomotiv þirketlerinin
kuruluþu almýþtýr. Bu kesimlerin büyük bir kýsmý, Erbakan’ýn Malezya ile ortak kuracaðý “uçak ve otomobil fabrikasý”nýn iç ve dýþ pazarda yer bulamayacaðýný görmüþlerdir. Bu nedenle, örneðin bir KÝA
otomobilinin ithalatý ya da üretiminin kendilerine daha çok iþ saðlayacaðýný hesaplamaktadýrlar.
Yine de ithal edilen dayanýklý tüketim mallarýnýn bir kýsmýný taklit ederek üretme kapasitesine sahip olan küçük ve orta sermaye
kesimleri bulunmaktadýr. Bunlar, diðerlerinin tersine, ithalatýn belli
oranlarda sýnýrlandýrýlmasýndan yanadýrlar. Dolayýsýyla “liberalleþme”ye karþýdýrlar.
Bunlarýn yanýnda küçük ve orta ölçekli tarýmsal üretime baðlý
küçük sanayi kuruluþlarý varlýðýný sürdürmektedir. Çokluk yedek
parça ve tamir iþleriyle uðraþan bu kesimler, uygulanan tarým politikalarý sonucu önemli bir pazar kaybýna uðramýþlardýr. (Ayný durum,
köylülere yönelik geleneksel tüketim mallarý üreten –ayakkabý, kara
lastik vb.– kesimler için de geçerlidir.) Bunlar, en tutucu kesimi
oluþturmaktadýrlar.
Ýþte tüm bu geliþim ve dönüþüm içinde bulunan küçük ve orta
sermaye kesimlerinin içinde bulunduklarý durum, yukardan aþaðýya
emperyalizmin çýkarlarýna uygun olarak geliþtirilen kapitalizme eklemlenme ya da tasfiye olma sorununu varetmeye devam etmektedir. 1995 seçimlerinde Erbakan’la, 1999 seçimlerinde MHP’yle ve
2002 seçimlerinde AKP ile bu sorundan kurtulacaklarýný ummuþlar
230
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ve ummaktadýrlar.
Bugün AKP, tüm geliþim ve dönüþümü içinde bu küçük ve orta
sermaye kesimlerinin desteðini almýþtýr. Ancak içinde emperyalizme baðýmlý kapitalizmle eklemlenmenin tek çýkar yol olduðunu düþünen ve dolayýsýyla emperyalizmle “iyi geçinmek gerektiðini” savunan kesimlerden, er ya da geç emperyalist üretim iliþkileri varolduðu sürece kendilerinin kesin olarak tasfiye olacaklarýný düþünen
ve bu nedenle emperyalizme karþý olan kesimlere kadar pek çok
kesimi bünyesinde barýndýrmaktadýr. Eski tip “hacý” esnaf, zanatkaar ve tüccar kesimi her ne kadar Erbakan’a baðlýlýðýný sürdürüyorsa
da, AKP onlar için de yeni bir umut durumundadýr. Bu yönüyle, bu
kesimlerin bugüne kadar sürdürdükleri “çatýþma-uyum” iliþkisi, giderek “eklemlenme-yok olma” ikilemine dönüþmektedir. Eklemlenmeyi “boyuneðme” ve “yokolma” olarak görenlerin, þeriatçý söylemi
ve pratiði artan oranda öne çýkartacaklarý kesindir.
Tüm bu sorunlarýn temelinde yatan ise, ülkemizde kapitalizmin
kendi iç dinamiði ile geliþememesi, dönüþümün devrimci bir tarzda gerçekleþmemesidir. Feodal ve yarý-feodal üretim iliþkilerinden
arta kalan iliþkiler ve kesimler, gerek ekonomik, gerek sosyal ve siyasal olarak varlýklarýný sürdürmektedirler. Siyasal alanda laiklikþeriatçýlýk olarak ortaya çýkan bu varoluþ, siyasal iktidarlar aracýlýðýyla elde edilen çeþitli tavizlerle, uzlaþmalarla günümüze kadar gelmiþtir. Nicelik olarak nüfus içinde önemli bir yere sahip olduklarýndan, “demokratik ortam” onlarýn baþlýca güç kaynaðý durumundadýr. Oligarþinin askeri darbelerine karþý oluþlarýnýn nedeni de budur.
Diðer yandan, “demokratik ortamý” kullanarak siyasal iktidarý ele geçirmek ve bu yolla oligarþinin askeri gücünü kýrmak istemektedirler. Kendi varlýklarýný sürekli tehdit eden bu askeri güce karþý oluþlarý,
“Türk ordusuna” karþý oluþlarýndan deðil, oligarþi tarafýndan kullanýlýþýndandýr.
Oligarþi, her dönemde, küçük-burjuva aydýnlarýný yanýna çekerek
(“laik, Atatürkçü” söylemle) bu kesimlerin baský altýna alýnmasýný
saðladýðýndan, küçük-burjuva aydýnlarý “kendi hayat tarzlarýna” yönelik “þeriatçý” tehlike karþýsýnda “orduyu” tek kurtarýcý olarak görmeye alýþmýþtýr. Bu nedenle, AKP’nin “ezici çoðunlukla” seçimleri
kazanmasý karþýsýnda duyduklarý “tedirginlik” ve korku, “nasýl olsa
ordu var” mantýðýyla bir yana itilmeye çalýþýlmaktadýr. Bu da, onlarý,
sorunlarýn kaynaðýný görmemeye, gerçek ve kalýcý çözüme karþý ilgisiz kalmaya itmektedir. “Medya”daki sözcülerinin ifadesiyle, AKP’
nin “merkez sað parti” olmasý durumunda sorunun çözüleceðini
düþünmektedirler. 1999 seçimlerinden sonra faþist MHP’nin yükseliþi
karþýsýnda duyduklarý korku ve tedirginlikle bulduklarý bu “çözüm
yolu”, AKP’nin (ya da MHP’nin) oligarþinin siyasal temsilcisi olmasýndan baþka bir anlamý yoktur. Bir bakýma, onlar, AKP’yi, 1950’lerin
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
231
KURTULUÞ CEPHESÝ
DP’si ya da 1965’lerin AP’si gibi görmek istemektedirler. (AKP, içinde “sol” unsurlarý barýndýrmadýðý için, T. Özal’ýn ANAP’ýyla fazlaca
benzeþtirilmek istenmemektedir.) Bu küçük-burjuva “çözüm yolu”nun tek sorunu, bunu oligarþinin ne kadar benimseyeceðidir.
Yazýmýzýn baþýndan itibaren ortaya koymaya çalýþtýðýmýz gibi, DP
ve AP, iþbirlikçi tekelci burjuvazinin oluþum ve geliþim aþamasýnda
feodal ve yarý-feodal egemen sýnýflarla kurduðu ittifakýn siyasal ifadesidirler. Zaman içinde iþbirlikçi tekelci burjuvazi geliþmiþ ve
oligarþiyi tek baþýna oluþturur hale gelmiþtir. Dolayýsýyla zorla elde
ettiði bu egemenliðini gönüllü olarak paylaþmak durumunda deðildir.
Diðer yandan “þeriatçý” kesimler, bu ittifaklardan her zaman zararla çýkmýþlardýr. Dolayýsýyla benzer bir ittifaka kendi istekleriyle (ki
parlamentoda büyük bir çoðunluðu saðlamýþken) katýlmalarý beklenemez.
Ekonomik açýdan ise, dýþa (emperyalizme) baðýmlý kapitalizm,
egemen üretim iliþkisi haline gelmiþtir. Bu yönüyle, 1979 yýlýnda mollalarýn Ýran’da iktidara gelmelerini saðlayan geçiþ koþullarý mevcut
deðildir.
Ýþte bu öznel ve nesnel nedenlerden dolayý, AKP’nin tarihin gerisinde kalmýþ olan DP ve AP gibi bir siyasal parti olmasý olanaksýzdýr. Olabilir tek þey, 1970’lerin MC hükümetleri benzeri bir içsel koalisyon yönetimidir. Bu ise, bugün için parlamento dýþýnda kalmýþ olsalar da, temel güçlerini koruyan MHP ve DYP’nin varlýðý koþullarýnda
olanaksýzdýr.
AKP, kendisini tek baþýna iktidara taþýyan oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki ayrýþma ve bölünmenin son duraðýdýr. AKP,
her ne kadar Necip Fazýl Kýsakürek’in “murat ettiði” “örnek þahsiyet
kadrosuna”, “gerçek ve üstün münevverler aristokrasyasý”na sahip
olsa da, “Ýslâm inkýlâbýný” gerçekleþtiremezler. Bu “münevverler aristokrasyasý”nýn yapabileceði tek þey, demagojiye baþvurarak, oligarþi
dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki ayrýþma ve bölünmeyi bir süre
için “denge”de tutmaktýr. Ancak dünya ekonomik buhranýnýn varlýðý ve Amerikan emperyalizminin Orta-Doðu’da sürekli ve kalýcý hale
gelme yönündeki giriþimleri ve planlarý, “denge”nin içte deðil, dýþta,
Amerikan emperyalizmiyle aranmasýný beraberinde getirmektedir.
Bu da, AKP’nin “münevverler aristokrasyasý”nýn iþbirlikçi tekelci burjuvaziye karþý emperyalist ülkelerin siyasal iþbirlikçisi olarak etkili
olmaya çalýþacaðý demektir. Amerikan emperyalizminin Irak’a yönelik saldýrý hazýrlýklarýyla uygun bir zemin bulunduðu söylense de,
AKP’nin “münevverler aristokrasyasý”nýn emperyalizmin siyasal iþbirlikçisi olarak tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin ekonomik iþbirlikçiliðe terfi etmesi olanaksýzdýr. Yine de emperyalizmin
siyasal iþbirlikçisi olarak elde edecekleri þey, “islam ülkeleri” paza-
232
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
rýnýn yeniden paylaþýmýndan kendilerine pay düþeceði umudu olacaktýr. Bu umut, Necip Fazýl’ýn MNP’den MHP’ye geçiþi gibi, “münevverler aristokrasyasý”nýn “Türk-Ýslam Sentezi”ne sýçramasýndan
baþka sonuç vermeyecektir. Kaybedilen ise, “islam kardeþleri” olacaktýr.
Bu nedenlerden dolayý, AKP’yi bekleyen ayrýþma ve parçalanmadýr. Bu süreçte, “milli görüþçüler”in (“medyatik” dilde radikallerin) iktidar olanaklarýný ne oranda býrakmayý kabul edeceklerine baðlý
olarak “ordu” devreye girecektir. (Burada AKP’nin “münevverler aristokrasyasý”nýn bir bölümünün “ordu” ya karþý referandum ya da tehdidi de sözkonusudur.)
Her durumda varolan tek gerçek ise, ülkemizin emperyalizme
baðýmlý olduðu ve bu baðýmlýlýk sona erdirilemediði sürece, gerçek
ve kalýcý hiç bir þeyin yapýlamayacaðýdýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
233
KURTULUÞ CEPHESÝ
Ýslâm Ýnkýlâbýnýn
Gerçek ve Üstün
Münevverler Aristokrasyasý
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
Abdullah Gül’ün baþbakan olarak “atanmasý”ndan sonra basýnda yer alan övgüler içinde en sýkça görüleni, kendisinin “ateþli bir
Necip Fazýl hayraný” olduðudur. Abdullah Gül, Yeni Þafak gazetesinde þöyle tanýtýlmaktadýr:
“Ateþli bir dindar olan Ahmet Hamdi Gül’ün evine Necip Fazýl’ýn yazdýðý dergiler, gazeteler giriyor. Fikri ve siyasi
geliþmeleri takip eden baba Hamdi Bey, oðlu Abdullah’ýn
da dînî ve millî terbiyesine titizlik gösterdi. Oðluna Kur’an
okumayý o öðretti. Abdullah Gül daha ortaokulda iken Necip Fazýl’la tanýþýyor. Kayseri, Necip Fazýl’a en fazla sevgi
duyulan bir kent. Büyük Doðu Fikir Kulübü’nün davetlisi
olarak Necip Fazýl konferans vermek için Kayseri’ye geldiðinde onu hayranlýkla dinleyen delikanlýlar arasýnda Gül
de vardý. Yakýn arkadaþý Mehmet Tekelioðlu ile birlikte gittiði konferans, Gül’ün düþünce hayatýnda dönüm noktasý
oldu. Yýllar sonra Üstad’ýn en yakýnýndaki gençler arasýna
katýldý.
Kayseri Lisesi’ni bitirdiði yýl iki arkadaþýyla birlikte hayran olduðu Necip Fazýl Kýsakürek’e mektup yazýyor. Mehmet Tekelioðlu, Abdullah Gül, Ahmet Taþçý imzalý, 3.7.1969
234
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
tarihli, ‘Necip Fazýl Kýsakürek’e’ diye baþlayan satýrlar þöyle
devam eder: ‘Ýslam davasýnýn zerre tavizsiz müdafii Üstadýmýz’a Ýslam davasýnýn agora meydanlarýnda saðýrlarýn kulaðýný patlatacak gür seslilikte aksiyoneri Büyük Doðu Gençliði’nin ruh gýdasý mecmuanýzý tekrar çýkarýþýnýzdan dolayý
size minnettarlýklarýmýzý arzeder, hangi þartlar altýnda olursa olsun hal neyi icap ettirirse ettirsin yüzde yüz emrinizde
olduðumuzu bildirir hürmetlerimizi sunarýz. Yarýn elbet bizim elbet bizimdir. Gün doðmuþ gün batmýþ ebet bizimdir.’”*
Yine bir baþka Abdullah Gül biyografisinde “fikriyatýnýn oluþmasýnda iki lider kiþiliðin büyük payý var: Necip Fazýl Kýsakürek ve Prof.
Dr. Necmettin Erbakan” denilmektedir.
Böylece Abdullah Gül’ün politik yanýný Erbakan oluþtururken,
ideolojik formasyonunu Necip Fazýl Kýsakürek’in saðladýðý açýkça ilan
edilmiþtir.
Kendilerine göre, “büyük ilim ve irfan sahibi”, “þairlerin sultaný”
olarak tanýmlanan Necip Fazýl Kýsakürek tüm þeriatçý ve faþistlerin
sahip çýkmakta birbirleriyle yarýþtýðý bir kiþidir. Bunun arka planýnda
Necip Fazýl Kýsakürek’in 1963 yýlýnda tüm Anadolu þehirlerinde verdiði konferanslarýn yarattýðý etkiyi kendi yanlarýna çekme çabasý yatar.
1969 yýlýna kadar “mutlu” bir beraberlik sergileyen þeriatçýlar ve
faþistler sömürücü sýnýflar arasýndaki ayrýþma ve bölünmelerin bir
yansýsý olarak ayrýþmýþlardýr. Ayrýþmanýn ilk aylarýnda Erbakan’ýn
MNP’si yanýnda yer alan Necip Fazýl Kýsakürek, bir süre sonra “Tanrý daðý kadar Türk, Hira daðý kadar müslüman” sloganýný öne çýkartan MHP’ye destek vermeye baþlamýþtýr.
Ancak Necip Fazýl Kýsakürek, diðer yandan “Büyük Doðu” dergisi çevresinde kendi içsel faaliyetlerini yürütmeye devam etmiþtir.
Bu “fikri” faaliyetleri, hem faþist Ülkü Ocaklarý’nda, hem de þeriatçý
Akýncýlar Derneðinde (AK-DER) yer alan “genç nesle” yönelik olmuþtur. (AK Parti’nin kurucularýnýn çoðunluðu bu Akýncýlar Derneði’den
gelmedir. Ýsimdeki eþlik de bunun bir ifadesidir.)
1977 yýlýndan itibaren devrimci mücadelenin geliþmesine paralel olarak Necip Fazýl Kýsakürek’in “fikri” faaliyeti þeriatçýlarla faþistler
arasýnda bir anti-komünist cephe saðlamaya yönelmiþtir. Silahlý bir
örgütlenme olarak bu anti-komünist cephenin “fikriyatýný” oluþturan
Necip Fazýl Kýsakürek, þeriatçý (Akýncý) gençlerin faþist milislere katýlmasýný savunmuþtur. Bunun gerçekleþmediðini gördüðünde de,
kendi “fikriyatýný” benimsemiþ þeriatçýlarýn Akýncýlar Derneði’nden
ve MSP’den ayrýlmalarý çaðrýsý yapmýþtýr.
* Yeni Þafak, 68’li Baþbakan, 17 Kasým 2002
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
235
KURTULUÞ CEPHESÝ
3 Haziran 1980’de Erbakan’ýn III. MC’nin kurulmasý için ortaya
koyduðu “þartlara” Necip Fazýl Kýsakürek’in verdiði yanýt MSP ile olan
tüm iliþkilerinin kesilmesi ile sonuçlanmýþtýr.
Erbakan’ýn “Bir daha zam yapýlmasýn, IMF ile varýlan anlaþmalar
iptal edilsin, Ortak Pazar’a tam üye olma teþebbüsünden derhal vazgeçilsin, ilkokullar sekiz yýla çýkartýlsýn, Ýmam-Hatip Liselerinin orta
kýsmýnýn kapatýlmasý giriþiminden vazgeçilsin” gibi koþullarý içeren
“þartnamesi”ne karþý Necip Fazýl Kýsakürek þunlarý yazmýþtýr:
“Necmeddin Erbakan ilimsiz, seviyesiz ve prensipsiz
bir satýh adamý ve kelime yuvarlayýcýsýdýr; ve bu þartnâmesiyle birgün iktidara erecek olursa, memleketi nasýl idare
edeceðini belli etmektedir. Onun ‘doðru’larý bile yanlýþtýr.”
Necip Fazýl’ýn bu siyasal davranýþlarýna raðmen þeriatçý kesim
tarafýndan el üstünde tutulmasýnýn nedeni ise 1959 yýlýnda yayýnladýðý “Ýdeolocya Örgüsü” kitabýnda stratejisini, programýný ve taktiðini
ortaya koyduðu “islam inkýlâbý” teorisidir.
“Ýslâm inkýlâbý, liberalizma ve kapitalizma, faþizma ve
nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi, bugüne kadar
tatbik mevzuu olmuþ içtimaî ve iktisadi mezheplerin her
birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara þöyle mukabele eder: ‘Herbirinizin, bütünü kucaklayamadan, ayrý ayrý ve parça parça bazý haklarýnýz ve hakikatleriniz vardýr; ve herbirinizin ayrý ayrý ve parça parça
arayýp da bulamadýðýnýz hakikat, birer bütün halinde Ýslamiyettedir.’”
Böylesine eklektik tarzda tanýmladýðý “islam inkilâbý”nýn düþman
güçlerini ise þöyle tanýmlanýr:
“Ýslâma, iman dairesinin dýþýndan musallat, tam 100
senelik, dinsizler köksüzler, þahsiyetsiz mukallitler nesli ve
bütün yardýmcýlarý... Bunlarýn fâal yardýmcýlarý, manevî
sömürge ustasý Garplýlar, Yahudiler, Masonlar, dönmeler,
melezler ve kozmopolitler.”
Necip Fazýl Kýsakürek’in bu “islam inkýlâbý”nýn dayanaklarýný ise
þöyledir:
“Tarih boyunca her inkýlâp bir sýnýfa dayanmýþtýr. Fransýz Büyük Ýnkýlâbý burjuvazya sýnýfýna; komünizma inkýlâbý
iþçi sýnýfýna vesaire vesaire... Askerler, rahipler, derebeyleri
gibi sýnýflar, tarihte bellibaþlý rejimlerin, bellibaþlý zamanlar
ve mekânlar içinde, dayanaðý olmuþtur.
Ýnkýlâp tarihleri, içtimaî sýnýflardan birine istinat etmiyen inkýlâplarý, dolayýsiyle devlet ve idare þekillerini, üzerinde tecelli edeceði maddeden mahrum bir ruh gibi mücerret ve havada muallâk farzeder. Sýnýflar, tarih boyunca,
fikirlerin ve dâvalarýnýn manivelasý olmuþtur.
236
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Gerçekten, içtimaî sýnýflar, zamanýn tecelli aynasý olan
mekân gibi dâvalarýn müþahhas tezahür zeminleridir. Sýnýfsýz, ruh ve fikri kadrolaþtýrmanýn, zaptetmenin imkâný yoktur.
Ýslâm inkýlâbýnda ise sýnýf, insan topluluklarýnýn þu veya
bu menfaat, imtiyaz ve tasallut hýrsýna baðlý hizip teþekküllerine deðil, bütün insanlýðý kuþatan üstün insan vasýflarýnýn
merkezinde toplanacaðý kitlelere dayanýr. Öyleyse, Ýslâm
inkýlâbýnda sýnýf, bellibaþlý farikalarýn kendisini cemiyet içinde sýnýrladýðý zümreleri deðîl kitlelerin, bütün insanlýk çapýnda mayasýný tutturacak örnek þahsiyet kadrosunu murat
eder. Bu kadronun da bellibaþlý bir sýnýf ismi vardýr: Gerçek ve üstün münevverler aristokrasyasý...”
Görüldüðü gibi, Necip Fazýl Kýsakürek’in “islam inkýlâbý”nýn dayanaklarý, diðer bir deyiþle öncüleri, küçük-burjuva aydýnlarýdýr. Ancak
bu aydýnlarýn en elit kesimi Necip Fazýl Kýsakürek’in “islam inkýlâbý”ný
gerçekleþtirecektir (aristokrasya). Yani “islam inkýlâbý” aristokrat küçük-burjuva aydýnlarýnýn öncülüðünde gerçekleþtirilecektir.
“Ýslâm inkýlâbýnýn, tam mânasiyle toplu ve merkezî dýþ
politikasýna gelince, bu incelerin incesi ve naziklerin naziði
bir sanat iþidir. Bütün dâva, Garplýnýn ruhî butlanýndan hariç ve iyi taraflarýný lif lif ayýklayýp onu ‘hikmet ve hakikat
mü’minin kaybolmuþ malýdýr, nerede bulsa alýr!’ fermaniyle ve gerçek bir bünye aþýsiyle Doðuya zam ve bundan
yepyeni bir terkip çýkarmak... Bu terkibin yýllar boyunca
sýnýr içi, gizli ve acýk, tezgâhýný kurup iþletmek... Büyük Doðu mefkûresinden damlayan bu mayayý, þimþeklerini yedi
bucak ve dört iklime saçmaya baþlýyacaðý âna kadar bir
vatan sýrrý olarak muhafaza etmek ve devre devre bütün
mahremlerin hududuna riayet etmeyi bilmek... Yoksa Batý
dünyasý böyle bir oluþa imkân býrakmaz. Batýyý aldatýcý,
incelerin incesi bir siyaset.
Topyekûn Doðunun, maddî ve mânevi Garp emperyalizmasýna karsý kurtuluþ ve ihtilâlini, anbean beslemek ve
günü gününe geliþtirmek... Bunun için. dünyasýný bütün
tezattan ve buhranlarý içinde devam ettirici þartlara, muazzam bir casus ve sahte müttefik dehasiyle yardýmcý olmak... Nihayet ve kýsaca, rahimdeki çocuðu, doðuracaðý
andan pehlivan yetiþtireceði ve mazlûm mânasiyle makhur maddesinin intikamýný alacaðý güne kadar yamyamlarýn çadýrýnda idare, ikâme ve idâme edebilmek... Bu iþ!!!
Her ân deðiþik her ân zýt istikametlerde yol almaya mecbur, korkunç mikyasta girift ve derin keyfiyetle bu dâva,
sýrf politika dehâsý bakýmýndan, cihanýn en sanatlý cehdine
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
237
KURTULUÞ CEPHESÝ
ve en dakik plânýna muhtaçtýr. Belki 50 , belki 100, belki
300 senelik bu plânýn, ana ölçüsü de prensip bakýmýndan
bu kadar.”
Ýþte böylesine eklektik bir “islam inkýlâbý” teorisinin pragmatik
politikasý da böyle olmaktadýr. Bugün “takýyecilik” olarak tanýmlanan
bu politika, Necip Fazýl Kýsakürek’in tanýmladýðý gibi, “intikamýný alacaðý güne kadar yamyamlarýn çadýrýnda idare, ikâme ve idâme edebilmek”tir. Ve bu ana kadar yapýlacaklarý “bir vatan sýrrý olarak muhafaza etmek” “gerçek ve üstün münevverler aristokrasyasý”nýn örgütlenme ilkesi olmaktadýr.
“Ýslam inkýlâbý”nýn taktikleri ise þöyle anlatýlmaktadýr:
“Nasýl sosyalizma ve onun azmaný komünizma, gayet
müþahhas örneklere dayanarak ortaya hakký çalýnan bir
iþçi ýstýrabý çýkarmýþ ve bunu sistemleþtirmiþse, bizim dayandýðýmýz ve bütün insanlýk mikyasýnda hudutsuz ve þamil
gördüðümüz zümre hakký da, fikir çilesinden ve idrak ýstýrabýndan doðar. Demek ki, bizim bu türlü münevverler
sýnýfýndan anladýðýmýz bu asîl mefhumun orospulaþtýrýlmýþ
delâletiyte baþtan baþa mankafa ve hiçbir ise yaramaz zoraki ve ukalâ aydýnlar kalabalýðý deðil, kargabüken zehrini
almýþ gibi kývranýrcasýna fikir çilesi ve idrak ýstýrabý çekenler kadrosudur.”
Tayyip Erdoðan’ýn “maðduriyeti”yle, türban takan “genç kýzlarýn”
çilesiyle, inandýðý gibi yaþayamayan “müslümanlar”ýn ýstýrabý ile yürütülen bir faaliyettir söz konusu olan.
Abdullah Gül’ün “fikriyatýnýn oluþumunda” belirleyici olduðu söylenen Necip Fazýl Kýsakürek’in “islam inkýlâbý”nýn strateji ve taktikleri
öz olarak böyledir. Bunlara “takýyeciliðin fikriyatý” demek yanlýþ olmayacaktýr. “Batýyý aldatýcý, incelerin incesi bir siyaset”. Ýþte “islâm
inkýlâbýnýn gerçek ve üstün münevverler aristokrasyasý” bu siyasetin adamlarýdýr.
238
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Baþörtü Radikalleri
Türban Liberalleri
[Eþarp, Sýkmabaþ ve Türban]
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 76, Kasým-Aralýk 2003
“Fransa’yý örnek alan Türkiye, din-devlet iliþkisi açýsýndan, Fransa’nýn yaþadýðý hastalýklardan bir türlü kurtulamamanýn sýkýntýsýný çekmekte, laiklik Türkiye Cumhuriyeti devletinin yumuþak karný olmayý sürdürmektedir...
Dinleri aþýndýrmaya yönelik laikçiliðin anayurdu Devrim Fransa’sýdýr.
Gerçekten Jakobenlerin Fransa’sýnda laiklik; ruhban sýnýfýna kar- þý, ruhban sýnýfýnýn yaþamdaki izlerini kazýmak için yapýlan kinci, tepkici bir devrimin ürünüdür. Din merkezci bir anlayýþ gitmiþ, salt akýlmerkezci
militan bir anlayýþ gelmiþtir. Bu ise laiklik (laïcité) deðil,
laikçiliktir (laïcisme). Katý bir ideolojidir.” (Yargýtay eski
baþkaný Sami Selçuk’un adli yýl açýþ konuþmasý, 1999.)
T. Özal’ýn 1983 seçimlerini %45,1 oy oranýyla kazandýktan sonra, ANAP’ý oluþturduðunu iddia ettiði “dört eðilim”den “bir”i için,
yani “islamcý”, “dindar” ya da “þeriatçý” kesimlerin istemleri doðrultusunda üniversitelerde “baþörtü”nün serbest býrakýlmasý gündeme
gelmiþtir. Ancak Danýþtay kararý ve “derin devlet”in muhalefetiyle
birlikte “baþörtüsü serbetliði” yerini “türban”a býrakmýþtýr.
YÖK kurucusu, yaratýcýsý ve baþkaný olan Ýhsan Doðrumacý’nýn
keþfi ile “baþörtüsü sorunu” “türban sorunu”na dönüþtürülmüþ ve
“türban”ýn “modern giyim tarzý” olduðu Vakko’dan alýnan yazýyla
onaylanmýþtýr.
Ýhsan Doðramacý’nýn bu “türban” keþfi fazla uzun yaþayamamýþ, 1989 yýlýnda Anayasa Mahkemesi’nin kararý ile yasaklanmýþtýr.
Bu tarihten itibaren “türban sorunu”, þeriatçý kesimlerin her fýrsatta
gündeme getirdikleri, her türden eylemin konusu yaptýklarý bir dönem baþlatmýþtýr. Ancak süreç, þeriatçýlarýn “türban sorunu” karþýsýndaki tutumlarýndan daha çok, “medya”da köþeleri kapmýþ olan
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
239
KURTULUÞ CEPHESÝ
küçük-burjuvalarýn “türban sorunu” karþýsýndaki tutumlarýyla belirlenmiþtir. Bu nedenle, “türban sorunu”, týpký “AB sorunu” ya da “Kýbrýs sorunu” gibi, her koþulda bu küçük-burjuvalarýn “medya”nýn
manþetlerine çýkarttýklarý oranda insanlarýn “gündem maddesi”
olmuþtur.
“Medya”nýn köþe tutmuþ yazarlarýnýn “türban sorunu” karþýsýndaki tutumlarý da, kendilerine akredite veren kesimlerin tutumunun “medyatik” yansýlarý durumundadýr.
Artýk gerici Arap rejimlerinin kendisine pahalýya mal olduðunu düþünen ve bu nedenle deðiþikliðe ihtiyaç duyan Amerikan emperyalizminin bir propaganda ve manipülasyon aracý olarak kullandýðý
“Türkiye islam dünyasýnýn model ülkesidir” þablonunun “medya”daki
uzantýlarý için “türban sorunu” mevcut deðildir. Onlara göre sorun,
“þeriatçýlýk sorunu” deðil, “baþörtüsü sorunu”dur ve kendi anneleri,
büyükanneleri baþörtüsü taktýklarý için þeriatçý olamayacaklarýna göre,
“baþörtüsü”nün üniversitelerde serbest býrakýlmasýný isteyenler de
þeriatçý olamaz, dolayýsýyla “bu sorun” ortadan kaldýrýlmalýdýr! (Bu
“iman”la yazýlan yazýlarda büyük bir özenle “türban” yerine “baþörtüsü” sözcüðü kullanýlmaktadýr.)
Bu “medya” uzantýlarý, “türban sorunu” karþýsýnda en radikal
tutumu alan kesimdir. Onlar, sorunun özünün “kemalist cumhuriyet” olduðunu “tespit” etmiþler ve “kemalist cumhuriyet”in “yumuþak
karný”nýn da “baþörtüsü sorunu” olduðunu görmüþlerdir. Bu “yumuþak karýn”dan yapýlacak bir “huruç harekâtý” ile “kemalist cumhuriyet” ten sonsuza kadar kurtulmak olanaklý olacaktýr.
Amerikan emperyalizminden akreditasyon* almýþ bu köþe yazarlarý öylesine radikaldirler ki, hiçbir yazýlarýnda “türban” sözcüðüne
yer vermezler. Bunun yerine, þeriatçýlarýn kullandýðý “baþörtüsü” sözcüðünü kullanýrlar. Böylece kendilerine, “baþörtüsü” nün günlük ve
olaðan anlamý (tülbent, eþarp vb. ile baþý örtmek) ile þeriatçý anlamý
(tesettür) arasýnda kolayca demagoji yapabilecekleri bir alan oluþtururlar.
Bu radikal “baþörtücüler”in baþýnda M. Ali Birand, Cengiz Çandar, Ertuðrul Özkök gibi Amerikan emperyalizminin bildik “medyatikleri” yanýnda, Ýsmet Berkan gibi “yeminli anti-kemalist”ler de yer almaktadýr.
“Liberal türbancýlar” ise, “medyatik” ve politik her türden “islamcýlar” ya da þeriatçýlardýr. Bunlar takýyye alýþkanlýklarý nedeniyle
olduðu kadar, amaca “evrimci” tarzda ulaþma politikalarý nedeniyle
de “liberal” bir tutum sergilerler. Bunlar için “baþörtüsü sorunu” da,
“türban sorunu” da bir ve aynýdýr, dolayýsýyla hangisinin kullanýldý* Akreditasyon, yetkili, resmen tanýnmýþ, herkes tarafýndan kabul edilen anlamýna
gelmektedir. Türkçe’de bu sözcüðün normal karþýlýðý ruhsattýr.
240
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ðýnýn çok fazla önemi yoktur. Onlar için, üniversitelerde (ve Anayasa
Mahkemesi kararý ile “kamusal alanlarda”) ister “baþörtüsü” denilsin, ister “türban” denilsin, tesettürün serbest býrakýlmasý önemlidir.
Bunlarýn “liberalliðinin” sýnýrýný ise radikal “baþörtücüler” çizmektedir. Radikal “baþörtücüler” önde gözüktükleri sürece onlar “liberal”
görünmeye özen gösterirler. Aksi halde “liberalizm” yerini eylemli
radikalizme býrakmaktadýr.
Oysa sorun, þeriatçýlar için hiçbir biçimde “baþörtüsü” ya da
“türban” sorunu deðildir. Sorun, “islami yaþam tarzý” sorunudur ve
bunun bir parçasý olarak, adýna ister “baþörtüsü” denilsin, ister “türban” denilsin, her durumda tesettür (örtünme) sorunudur. Þeriatçý
kesimlerin kendi söylemleri ile ifade edersek sorun, herkesin “kendi inancýna göre yaþamasý” ve buna baðlý olarak herkesin “kendi
istediði hukuku seçmesi” sorunudur.
Burada göze çarpan olgu ise, tüm þeriat istemlerinin çýkýþ noktasýnda kadýnýn ve kadýnla ilgili konularýn yer almasýdýr. “Müslüman”
bir ülkede doðmuþ herkesin bildiði gerçek ise, islamiyetin tam uygulamasý iddiasýnda olan þeriat devletinde hiçbir hakka, hukuka sahip
olmayan da kadýndýr. Böylesine açýk zýtlýða raðmen, tüm þeriat istemlerinin ilk halkasý yine de kadýn olmaktadýr.
Þeriatçý kaynaklarýn da açýkça ifade ettiði gibi, “baþörtüsü”
konusu Kuran’daki iki ayetten kaynaklanýr.
Kuran’ýn 59. ayetinde (Ahzab suresi) þöyle denilmektedir:
“Ey Peygamber eþlerine, kýzlarýna ve müminlerin kadýnlarýna dýþ örtülerini üstlerine almalarýný söyle, onlarýn tanýnmasý ve incitilmemesi için en elveriþli olan budur. Allah
baðýþlayandýr esirgeyendir.”
Ýkincisi ise 31. ayet, yani Nur suresidir.
“Mümin kadýnlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) kaçýrsýnlar ýrzlarýný korusunlar. Görünen kýsýmlarý müstesna olmak üzere ziynetlerini teþhir etmesinler. Baþörtülerini yakalarýnýn üzerine koysunlar...”
Görüldüðü gibi, “örtünme” (tesettür) bir bütün olarak yüz, eller ve ayaklar dýþýnda bütün vücudun örtünmesidir. Þeriatçýlara göre,
yüz, eller ve ayaklar dýþýnda bütün vücudun uygun elbiselerle örtünmesi farzdýr. Farz ise, bir keyfiyet, bir tercih konusu deðil, bir zorunluluktur.
Bu zorunluluk (farz), insanlarýn gözleri ve elleri ile de zina
yapabilecekleri varsayýmýna dayandýrýlmýþtýr. Buna “göz ve el zinasý” adý verilmektedir. “Göz zinasý”, “cinsi arzu ile bakmak”; “el zinasý”, “cinsi arzu ile dokunmak”týr. Bu nedene baðlanarak, kadýnlarýn
“cinsi arzu” oluþturan bölgelerinin örtülmesi (tesettür) ve ayný arzuya
yol açabilecek her türlü temasýn kesilmesi zorunlu kabul edilmektedir. Bunu yapmayan kadýn, “islamî namus ve iffet”ten yoksun de-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
241
KURTULUÞ CEPHESÝ
mektir, dolayýsýyla namussuz ve iffetsizdir!
Bu açýk tanýmlamalarda görüleceði gibi, islamiyet, “müslüman erkek”in her türden zinaya açýk olduðunu önsel olarak kabul
etmektedir. Ancak Adem ile Havva’dan beri “erkek”i zinaya sevk
eden “kadýn” olarak kabul edildiði için, zinaya karþý “savaþ”, “kadýn”ýn
tesettüre girmesiyle yürütülmektedir. “Ýslamî namus ve iffet” kadýna
aittir ve bunu “erkekler”den korumak kadýna farz olunmuþtur.
Þüphesiz tüm bu þeriatçý “namus ve iffet”ten yola çýkarak, günümüzde, “iletiþim teknolojisinin gelmiþ olduðu seviye” ve “glo- balleþen dünya” söylemleriyle bile söylenecek çok söz bulunabilir. “Göz
zinasý”na iliþkin, ciddi ya da gayri-ciddi bir çok söz söylemek de olanaklýdýr. Hatta tesettür modasýnýn yaratmýþ olduðu yeni “islami kadýn”ýn makyajýnýn nasýl bir “namus ve iffet” oluþturduðu konusunda
da çok þey söylenebilir. Ancak tüm bunlarýn, þeriat düþüncesini zerre
kadar etkilemeyeceði de açýktýr.
Burada gözönünde bulundurulmasý gereken husus, “Türkiye
modeli” ile diðer “islam ülkeleri modeli” arasýndaki farktýr. “Diðer islam ülkeleri”ndeki uygulamalarýn ne olduðu ve sonuçta “kadýn”ýn ve
toplumsal yaþamýn nasýl biçimlendirildiði ülkemizdeki þeriatçý
düþüncenin etkilediði kesimler açýsýndan fazlaca öneme sahip deðildir. Onlar, asýl olarak “Türkiye modeli”nin modasal tessettürüne bakmaktadýrlar.
Ýþte Türkiye’deki þeriatçýlarýn “oportünist” ve “revizyonist” oluþlarý burada ortaya çýkmaktadýr. Doðal olarak “radikal islamcýlar” ile
bu “revizyonist-oportünist islamcýlar” arasýnda kýyasýya bir savaþ sürüp gitmektedir.
“Türkiye modeli”nin sürdürücüleri olarak görünen “Türkiye
tipi þeriatçýlar”, 1969 yýlýnda Erbakan’ýn Konya’dan baðýmsýz milletvekili olarak seçilmesiyle baþlayan bir sürecin ürünüdürler. Ýzledikleri
reformist ve evrimci çizgi nedeniyle, þeriat düzenine geçiþ süreci
uzun bir zaman dilimine yayýlmýþtýr. Özellikle Erbakan çizgisinin mevcut düzenin kendi yasallýðý içinde (demokratik yollar denilen) iktidara gelmek ve bu iktidar aracýlýðýyla adým adým þeriat düzenine geçmek
þeklinde özetlenebilecek stratejisi, giderek “demokrasi gereði”, þeriata
uygun olmasa da bir çok þeyin yapýlmasýný beraberinde getirmiþtir.
Bu konuda kendi içlerinde yürüttükleri “ideolojik tartýþma”, yapýlanlarýn “yasal yolun gereði olduðu iddiasý ile þeriata uygunsuzluðu arasýndaki bir tartýþma olagelmiþtir.
Bu tartýþmalar tarikatlar arasýnda yürütülmekle birlikte, “islami düþünceye büyük katkýlarý” olan “üstadlar” da bu tartýþmalarda
yer alýr. Bugün AKP’nin “iki büyüðü”, Tayyip Erdoðan ile Abdullah
Gül’ün “fikri dünyasýný” en çok etkileyen kiþi olarak sunulan ve aralarýnda “hoca-talebe” iliþkisi bulunan Necip Fazýl Kýsakürek bunlardan
birisidir.*
242
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Necip Fazýl Kýsakürek, “Büyük Doðu” adýný verdiði tüm müslüman ülkeleri kapsayan “islam devleti” teorisini ve bunu gerçekleþtirmeyi hedefleyen “islam inkýlâbý”ný þöyle açýklamaktadýr:
“Büyük Doðu, Ýslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de
yeni bir içtihat kapýsý... Sadece ‘Sünnet ve Cemaat Ehli’
tabirinin ifadelendirdiði mutlak ve pazarlýksýz çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle Ýslâmiyete yol açma geçidi;
ve çoktanberi kaybedilmiþ bulunan bu saffet ve asliyeti
Yirmibirinci Asrýn eþiðinde eþya ve hadiselere tatbik etme
iþi(dir).”**
Abdullah Gül ve Tayyip Erdoðan’ýn “düþünce hayatýný” etkileyen Necip Fazýl Kýsakürek’in bu þeriatçý “Büyük Doðu”sunda aile ve
kadýn þöyle anlatýlmaktadýr.
“Ýslâm Ýnkýlâbýnda aile, týpký bir makinenin iyi iþleyip
iþlemediðini muayene eden bir mühendis gibi, uzaktan ve
devlet gözüyle murakabe edilmesinden ibaret, ‘zat-ülhareke’liðine kadar her ferdi ve her unsuriyle sýmsýký bir
müdahale hedefidir...
Bu müdahalenin esaslarýnda, cemiyetin protoplazmasý
olan muazzez aile mefhumunu korumak; babayý, anneyi,
evlâdý, zevci, zevceyi ve bütün yakýnlýk kademelerini birbirine karþý her türlü ahlâkî emirler ve yasaklarla vazifelendirmek ve bu hususlarýn yerine gelmesi için gereken
aile ruhunu elifbesinden baþlýyarak fasýl fasýl tedvin etmek
iþi vardýr.
Ýslâm inkýlâbýnda, devlet tesisi olarak, müstakil bir aile
zabýtasý ve mecburî aile kurslarý, tohumun aðacý ve aðacýn yemiþi elde edilinceye kadar muvakkat teþkilâtýn esas
þubelerinden olacaktýr.
* Abdullah Gül’ün Necip Fazýl’la olan iliþkisi Yeni Þafak gazetesinde þöyle anlatýlmaktadýr:
“... daha ortaokulda iken Necip Fazýl’la tanýþýyor. Kayseri, Necip Fazýl’a en fazla
sevgi duyulan bir kent. Büyük Doðu Fikir Kulübü’nün davetlisi olarak Necip Fazýl
konferans vermek için Kayseri’ye geldiðinde onu hayranlýkla dinleyen delikanlýlar
arasýnda Gül de vardý. Yakýn arkadaþý Mehmet Tekelioðlu ile birlikte gittiði konferans,
Gül’ün düþünce hayatýnda dönüm noktasý oldu. Yýllar sonra Üstad’ýn en yakýnýndaki
gençler arasýna katýldý.” (Yeni Þafak, 68’li Baþbakan, 17 Kasým 2002)
Yeri gelmiþken belirtelim ki, Tayyip Erdoðan’ýn 1985 yýlýnda “önünde diz çöktüðü”
ve Taliban’ýn kafir dediði Afgan “mücahidi” Gülbeddin Hikmetyar, Necip Fazýl Kýsakürek gibi þeriat oportünistlerindendir. Dolayýsýyla Necip Fazýl “müridi” Tayyip Erdoðan
için “sayýn” Hikmetyar’ýn önünde diz çökmek, Necip Fazýl’ýn önünde diz çökmekle
ayný þeydir. Þeriatçý kesimlere göre, Hikmetyar’la Tayyip arasýnda “hoca-talebe” iliþkisi
mevcut deðildir. Bu da aradaki tek fark gibi görünmektedir.
** Necip Fazýl Kýsakürek, “Ýdeolocya Örgüsü”.
Necip Fazýl Kýsakürek’in “Büyük Doðu” teorisi, ayný zamanda ÝBDA-C’nin isminde
yer alan “Büyük Doðu”dur.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
243
KURTULUÞ CEPHESÝ
Ýzdivaç müessesesi, en genç yaþlarda adetâ mecburiyet belirtecek þekilde devlet tarafýndan himaye edilecektir...
Bu inkýlâbýn kadýnlarý, cihanýn en zarif ve en cazibeli kadýnlarý olacaktýr.
Bu inkýlâbýn kadýnlarý, kutsî ölçünün ‘örtmeðe mecbursun!’ dediði her noktalarýný örtecekler ve ‘örtmeye mecbur deðilsin!’ dediði hiçbir noktalarýný örtmeye zorlanmayacaklardýr.
Bu inkýlâbýn kadýnlarý, böylece ve anlayanlarca, kadýnlýk mefhumunun heykelleþtirdiði en derin ve esrarlý hicap ifadesi içinde cemiyet zeminini süsliyeceklerdir.
Bu inkýlâbýn kadýnlarýnda vekâr, hayâ, iffet, mâna,
þahsiyet, eda, öyle cömert bir ifade baðlýyacaktýr ki, dünyanýn en havaî erkeði bile yüzlerine bakarken ürperecek,
onlara karþý hürmetten baþka bir þey duymýyacaktýr.
Bu inkýlâbýn kadýnlarýndan, yüzde yüz Ýslâmî çerçeve
içinde ve bilhassa kendi, cinsi üzerinde yetiþtiricilik vazifesiyle, muallim çýkacak, doktor çýkacak, hastabakýcý çýkacak, muharrir çýkacak, sanatkâr çýkacak, âlim çýkacak; ve
bilhassa fahiþe çýkmýyacak, bar artisti çýkmýyacak, sarhoþ
þarkýcý çýkmýyacak, göbek atýcý çýkmýyacak ve nihayet
baþýboþ iþçi ve memur yaftasý altýnda cinsiyetini azmanlýða götürmüþ pislik ve yýrtýklýk nevilerinden hiçbirisi
çýkmýyacaktýr.
Ýslâm inkýlâbý, üreme ve türeme dâvasýnda, sistemli bir
çalýþmayla, 40 milyonluk bir kalabalýðý çeyrek asýr içinde
80 milyonun üstüne çýkarmayý taahhüt ve tefekkül edici
bir hamle ruhuna maliktir.”* (abç)
Ýþte Necip Fazýl “hoca”nýn “islam inkýlâbý”yla kurulacak olan
“Büyük Doðu Ýslam Cumhuriyeti”nde aile ve kadýn böyle anlatýlmaktadýr.
Görüleceði gibi, Necip Fazýl Kýsakürek, bir yandan “ahlaki emirler ve yasaklar”la aileyi biçimlendirirken, diðer yandan bu yasaklara
uyulup uyulmadýðýný denetlemek için “müstekil bir aile zabýtasý” da
oluþturmaktadýr. “En genç yaþta” “adeta mecburiyet”le evlilik oluþturulurken, kadýnlar “cihanýn en zarif ve en cazibeli kadýnlarý” olarak
nüfusu ikiye katlamakla memurdur.
Ýþte günümüzde AKP tarafýndan temsil edilen “liberal türbancýlar” Necip Fazýl Kýsakürek’in bu aile ve kadýn teorisinin pratiðini
yapmaktadýrlar. Modacý çizgiler taþýyan tesettürler içinde, “zarif ve
cazibeli kadýn” portresi çizen AKP yöneticilerinin “eþ”leri, kadýnýn
* Necip Fazýl Kýsakürek, “Ýdeolocya Örgüsü”.
244
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
“yükseliþi”, “toplumdaki gerçek yerini alýþý”nýn örnekleri olarak
sunulmaktadýr.
En genç yaþta evlendirilen, üreyen ve türeyen “islami kadýn”,
“zarif ve cazibeli” oluþuyla erkekleri “ürperterek” “hürmet” görecektir! Doðduðu andan itibaren sürekli horlanmýþ, iteklenmiþ, dövülmüþ,
hizmetçi gibi kullanýlmýþ yoksul kadýnlarýn, böylesi bir “hürmet”i (“cennet”) vaad edenlere yönelmelerine de þaþýrmamak gerekir. Onlardan istenen tek þey, tesettüre girip, olabilecek en moda tesettür giysileri alarak, her türlü makyaj malzemesini kullanarak “zarif ve cazibeli” olmaya çalýþmaktýr. Gerisi þeriatçý topluluklarýn içine girmekten
ibarettir. Bu topluluk içinde “yeni hayat” ve “hayat tarzý” (ve “cennet”) onlarý beklemektedir.
Ýþte ÖD Partisi’nin “insanlara yenisi gerekli” dediði “ütopya”
da böylece oluþmuþ bulunmaktadýr.
Bu Necip Fazýl Kýsakürek’in “Büyük Doðu” hikayesi, radikal
“baþörtücüler”in “baþörtüsü yasaðý da neymiþ” dedikleri “islam inkýlâbý”nýn bir parçasýdýr. Bütünü ise, aileden kadýna, bireyden topluma her kesimin ve her alanýn doðrudan “islami devlet” tarafýndan
“müdahale” edildiði, “islami devlet”in “toplum mühendisliðý”ni yaptýðý bir toplumsal düzendir. “Globalizm” yandaþý, ekonomide, toplumsa iliþkilerde ve politikada liberalizm taraftarý küçük-burjuva “medyatikler”inin radikal biçimde destekledikleri “baþörtüsü”nün gerçekliði
budur.
Onlar, Jakoben Fransa’sýndan gelen, “katý bir ideoloji” olarak
tanýmladýklarý laikliðe karþý çýkarken, “liberal türbancýlar”ý kendilerinin “doðal müttefiki” olarak düþünmektedirler. Bu “doðal müttefikler”, kaçýnýlmaz olarak “katý ideoloji”nin “kemalizm” olduðunda birleþmektedirler. Böylece “türban”, “baþörtüsü” ya da tesettür “sorunu”,
giderek “kemalizm” sorununa dönüþtürülmektedir. Bu dönüþtürmede
en büyük araç ise, “kemalizm”in bir ideoloji olduðu, “resmi ideoloji” olduðu, devletin ideolojisi olduðu saptýrmasýdýr. Bu “ideoloji”den
kurtulduklarýnda varýlacak yer ise muhteliftir:
“Büyük Doðu”nun kafasýnda, bir Mebuslar Meclisi deðil, bir ‘Yüceler Kurultayý’ yaþamakta; ve bu ‘Yüceler Kurultayý’nýn kürsüsünde ‘Hâkimiyet milletindir’ levhasý yerine ‘Hâkimiyet hakkýndýr’ düsturu ýþýldamaktadýr.”*
Böylece mevcut devletin ideolojisi olarak ilan edilen “kemalizm”in yerine “þeriatçýlýk” bir alternatifken, radikal “baþörtücüler”
için “globalizm” ve “kozmopolitizm” alternatif olarak sunulmaya çalýþýlmaktadýr.
Her iki kesim de kendisinin “akýllý” olduðuna inanýr. “Akýllý”
olduklarý için de, “diðer tarafý” kendi amaçlarý doðrultusunda kullan* Necip Fazýl Kýsakürek, “Ýdeolocya Örgüsü”.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
245
KURTULUÞ CEPHESÝ
dýklarýný düþünürler. Yaptýklarý ise, “düþmanýmýn düþmaný dostumdur” politikasýndan baþka birþey deðildir.
“Türban” ya da “globalist” küçük-burjuvanýn “baþörtüsü” dediði sorunun “kemalizm” sorunu haline dönüþtürülmesi basit bir demagoji ya da saptýrma deðildir. Onlar, “kemalizm”i ideoloji olarak
sunarken, gerçek hedefleri laikliktir, onlarýn deyiþiyle “Jakoben laiklik”tir.
Laiklik, dini kiþisel bir soruna indirgeyerek, devlet ve politika
alanýnýn dýþýna çýkartmaktýr. Yüzlerce yýl hukuktan eðitime, sanattan
edebiyata kadar toplumsal yaþamýn her alanýný etkilemiþ ve þekillendirmiþ olan dinin “kamusal alan”dan uzaklaþtýrýlmasý, ayný zamanda
bu alanlarýn yeniden biçimlenmesi demektir. Bu yönüyle laiklik, tüm
toplumsal ve siyasal yaþamý deðiþtirici özelliðe sahiptir. Karþý olunan
laiklik kendine özgü bir yaþam biçimi oluþturmaktadýr ve feodal,
ataerkil iliþkilerin tasfiyesi demektir.
Þeriatçýlarýn laikliðe karþý oluþlarý kolayca anlaþýlabilecek
birþeydir. Ülkemizde en çok kafalarý karýþtýran ise, “globalist”, “uygarlýk projesi” AB yandaþý olduklarýný ilan eden radikal “baþörtücü”
köþe yazarlarýnýn ve küçük-burjuva entelektüellerinin, laiklik karþýtý
oluþlarýdýr. Bu öylesine bir karþýtlýktýr ki, AKP’nin “belli alanlarda baþörtüsü yasaðýnýn kaldýrýlmasý” istemine karþý, “tümüyle serbest býrakýlmasý” istemini ortaya atabilecek büyüklüktedir.
Þeriatçýlar gibi “globalist” küçük-burjuva entelektüelleri de
amaçlarýna “evrimci” bir politika izleyerek ulaþmaya çalýþmaktadýrlar.
Bu nedenle, daha geniþ bir kitleyi etkileyebileceklerini ve harekete
geçirebileceklerini düþündükleri sorunlarý ve konularý öne çýkarýrlar.
Bu alanlarda saðlanacak “ilerlemeler”le amaçlarýna daha kolay ve
emin adýmlarla ilerleyeceklerini hesaplarlar.
Ayný kesimler 1980’lerde “kemalist devletçilik”in oluþturmuþ
olduðu bürokratik ve hukuki yapýyý deðiþtirebilmek için, devletçiliði
“ithal ikameci sanayileþme” olarak sunmuþlar ve yaþanan ekonomik
bunalýmýn tüm sorumluluðunu bu sanayileþme “modeli”ne yüklemiþlerdir. Buna alternatif olarak ise “ihracata yönelik sanayileþme” “modeli” sunulmuþtur. Bu yolla gümrük tarifeleri “liberalize” edilmiþ, “Türk
Parasýný Koruma Kanunu” iptal edilmiþ ve her türlü emperyalist ülke
mallarýnýn ithalatý için koþullar hazýrlanmýþtýr. Bugün de benzer bir
“sol gösterip sað vurma” yolu izlenmektedir.
Radikal “baþörtücü” “globalist” küçük-burjuvalarýn amacý, eski
ve gelenekselleþmiþ iþbirlikçi burjuvazi “kastý”ný daðýtmak ve yerine
“dinamik, iþbitirici, çaðdaþ, global” küçük-burjuvalarý yeni iþbirlikçi
olarak geçirmektir. Amerikan emperyalizminin yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geliþtirdiði iþbirlikçi burjuvazinin giderek “pahalýya” malolmasý karþýsýnda “daha ucuz iþbirlikçi” arayýþýnýn desteðini almaya
çalýþan bu yeni iþbirlikçi adaylarý, hizmetler sektöründeki etkinlikleri-
246
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ne eþdeðer siyasal güç peþine düþmüþlerdir. Cem Boyner’in YDH’sý
ile ilk çýkýþýný yapan bu küçük-burjuvalar, olaðan yollarla, yani seçim
yoluyla siyasal güce ulaþamayacaklarýný görmüþlerdir. Son bir çabayla, Kemal Derviþ cilasýyla oluþturmaya çalýþtýklarý Ýsmail Cem’li “rüya
timi” operasyonuna giriþmiþlerse de baþarýlý olamamýþlardýr. Böylece son ve tek çýkar yol olarak, devleti “yöneten” bürokrasiye (sivil ve
askeri) “kendi adamlarýný”, daha tam ifadeyle kendilerini yerleþtirmeye yönelmiþlerdir. Bu ise, mevcut hukuki ve hiyerarþik yapý içinde gerçekleþtirilemeyecek niteliktedir. Bu yüzden, sivil ve askeri
bürokratik hiyerarþiyi “delmek” için, onun üstünde yükseldiði hukuki yapýnýn deðiþtirilmesi gerekmektedir. Devlet bir kamu gücü olduðu için de, “kamusal alan” gündemin ilk sýrasýna yükselmektedir.
Bu iþbirlikçi adayý küçük-burjuvalar, her durumda “devletin
küçültülmesi” propagandasý yaparlar. Bilmektedirler ki, bu devletin
ve onun bürokrasisinin (sivil ve askeri) “yumuþak karný” “türban”dýr.
“Türban sorunu” karþýsýnda uzun süre dayanamayacaklarýný varsaydýklarýndan, hukuki yapýnýn deðiþtirilmesi için bu sorunu sürekli gündemde tutmaktadýrlar.
Onlara göre, hukuki yapý (“kemalist ideoloji”ye dayanan bir
yapýdýr) deðiþimine karþý sivil ve askeri bürokrasiden gelen direniþ,
tümüyle psikolojiktir. Eðer “türban” konusunda “serbestlik” saðlanýr
ve “dünya yýkýlmazsa”, istedikleri düzenlemeleri daha kolay kabul
ettireceklerine inanmýþlardýr. T. Özal mantýðýyla, “anayasayý birkez
delmekle birþey olmaz”ý gösterebildikleri oranda ilerleme saðlayacaklarýný düþünmektedirler.
Bu, onlarýn þeriatçýlýðý “tehlike” olarak görmedikleri anlamýna
gelmemektedir. Onlarýn düþüncesine göre, “türban” konusunda yapýlacak yeni bir düzenleme, bürokrasinin “kendini koruma içgüdüsü”
ile þeriatçýlýða karþý yeni önlemleri de beraberinde getirecektir. Ancak bunun fazlaca önemi yoktur. Ertuðrul Özkök’ün deyiþiyle, “ne de
olsa ordu var!”. Ýçinde yer alacaklarýný varsaydýklarý devlet, “o gün
geldiðinde gereðini yapacaktýr”!
Bunlar uzun vadeli hesaplardýr. O zamana kadar da, “baþörtüsü” konusunda radikal tutum sergileyerek, küçük-büyük bir takým
ticari avantajlar saðlamak peþindedirler. AKP dalkavukluðu bu kesimlerin kýsa vadeli ticari çýkar hesaplarýnýn ürünüdür.* %5’ci E. Özkök bu çýkar hesaplarýnýn en tipik temsilcisidir. Murat Yetkin’den
Cengiz Çandar’a, Ertuðrul Özkök’ten M. Ali Birand’a, Ýsmet Berkan’dan
Cüneyt Ülsever’e kadar uzanan bir zincir oluþturmuþlardýr. Aydýn
Doðan’ýn “medya holdingi”ni oluþturan Hürriyet, Milliyet ve Radikal gazeteleri, yeni iþbirlikçi adayý küçük-burjuvalar ile bunlara da* Bu radikal “baþörtücüler” AKP konusunda da kendine özgü bir söyleme sahiptirler. Tüm yazýlarýnda AKP yerine “AK Parti” yazarak, AKP’yi “ak”lamaya, “ak” göstermeye çalýþmaktadýrlar.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
247
KURTULUÞ CEPHESÝ
yanarak büyümeye çalýþan patronlarýnýn savaþ araçlarýdýr. Cengiz Çandar yazýlý basýnda Nazlý Ilýcak saflarýnda bu savaþa katýlýrken, Yaðmur
Atsýz gibi “titreyerek” soldan “aslýna rücu” edenler Türk-Ýslam sentezcisi gazetelerden savaþa katký yapmaktadýrlar.
Bu savaþýn ekonomik temeli ise, yeni-sömürgecilik yöntemleriyle geliþtirilen iþbirlikçi-tekelci ticaret ve sanayi burjuvazisi karþýsýnda
sürekli gerileyen ve yokolan “Anadolu” tüccar ve esnafý ile yeni
iþbirlikçi adaylarýnýn kurmuþ olduklarý iliþkidir.
“Anadolu kaplanlarý” vs. olarak adlandýrýlan küçük ve orta sermaye kesimleri, “ithal ikameci sanayileþme” döneminde büyük ölçüde ekonomik güçlerini yitirmiþlerdir. Emperyalizme baðýmlý sanayi
kollarýnýn kurulduðu ilk dönemde, bu sanayilerin yan sanayileri olarak faaliyet gösteren bazý küçük ve orta sermaye kesimleri ile bu
dýþa baðýmlý sanayilerin Anadolu daðýtýmcýsý olan tüccar ve esnaf
1970 sonrasýnda giderek bu iliþkilerden dýþlanmaya baþlamýþtýr. Özellikle otomotiv sanayindeki iþbirlikçi-tekelci burjuvazinin kendi daðýtým þebekesini kurmasýyla birlikte küçük ve orta sermaye kesimleri
muhalefete geçmiþlerdir. Benzer bir durum tüketim mallarý sektöründe de ortaya çýkmýþtýr. Ýþbirlikçi-tekelci burjuvazinin tüketim mallarý
üreten kesimleri giderek tüccar ve esnafýn kâr oranlarýný düþürürken,
diðer yandan hangi ürünü satacaklarýna da karar vermeye baþlamýþtýr.
1980 sonrasýnda ithalatýn serbest býrakýlmasýyla birlikte süper marketler ve hiper marketlerin açýlmasý, Anadolu tüccar ve esnafýný iflasa yöneltmiþtir.
1990 sonrasýnda, özellikle DYP-RP koalisyon hükümeti döneminde holdingleþmeye ve süpermarketleþmeye yönelen Anadolu
“kaplanlarý”, temel tüketim mallarý alanýnda güçlenmeye baþlamýþlardýr. Birbiri ardýna kurulan marketler ve maðazalar zinciri, “islami sermaye” kesimlerinin yeniden güçlenmesine yol açmýþtýr. “Beyaz
Türkler”in alýþ-veriþ yaptýðý Galeria türü “center”larýn karþýsýnda YimPaþ, Çetinkaya türü maðazalar ve marketler zinciri “öteki Türkiye”nin
tüketim mallarý daðýtým tekeli haline gelmiþlerdir. Ýhlas Holding’in
koladan “medya” alanýna kadar deðiþik alanlarda yaptýðý yatýrým
“hamlesi”, “islami sermaye”nin ticaret alaný yanýnda sanayi ve “medya” alanýnda geliþmesini getirmiþtir.
Öte yandan ithalatýn liberalizasyonu ile yeni iþ olanaklarýna
sahip olan “islami olmayan sermaye” küçük ve orta sermaye kesimleri, aðýrlýklý olarak ithal mallarý ticaret ve daðýtýmýnda güçlenmeye
baþlamýþlardýr. Bu kesimlerin ithal ettikleri mallarýn Anadolu’ daki
daðýtýmý ise “islami sermaye”nin de içinde yer aldýðý tüccar ve esnaf
tarafýndan yapýlmaya baþlanmýþtýr. Ýthal mallarýnýn paketlenmesi, ambalajlanmasý da, “islami” kesimler tarafýndan yapýlmýþtýr. Bu yeni iliþki
zinciri, “laik” sermaye ile “islami” sermayenin çýkarlarýnýn ortaklaþmasýný getirmiþtir. Bu iliþkiler, ayný zamanda “Türk-Ýslam sentezi”
248
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
çevresindeki toplaþmanýn da temeli olmuþtur.
1991 seçimlerinden itibaren Anadolu “kaplanlarý”nýn (sanayi
ve ticaret sermayesi) sürekli parti deðiþtirmeleri de, bu ithalatýn liberalizasyonuyla ortaya çýkan ticaret alanýndaki geniþlemeye paralellik
taþýmýþtýr. 1995 seçimlerinde Erbakan’ýn RP’sine yönelen bu kesimler, 1999 seçimlerinde aðýrlýklý olarak MHP’yi desteklemiþlerdir. 2003
seçimlerinde ise bu kesimlerin gözdesi AKP olmuþtur.(Anýmsanacaðý
gibi, 1995 seçimlerinde RP %21,3; MHP %8,1 oy almýþken (toplam
%29,4), 1999 seçimlerinde MHP’nin oylarý %17,9, FP’nin oylarý %15,4
olmuþtur (toplam % 33,3).)
Aydýn Doðan’ýn POAޒý almasýyla birlikte “medya” alanýnda
yeni bir süreç baþlamýþtýr. Anadolu’daki akaryakýt istasyonlarýnýn artýk Aydýn Doðan Holding’in “kapsama alaný”na girmesi, Hürriyet ve
diðer Doðan Holding yayýn organlarýný hýzlý birer “baþörtüsü” savunucusu ve AKP destekçisi haline getirmiþtir. Amaç, bir yandan POAޒýn
devlete olan borçlarýný erteletmek, diðer yandan akaryakýt istasyonlarýný büyük ölçüde POAޒa baðlamaktýr. Böylece paranýn dini-imaný
olmamasý gerçeði, “terör”ün dini-imaný olmamasý demagojisiyle
birleþtirilerek günümüze taþýnmýþtýr.
Bu iliþkiler içinde “bay %5” E. Özkök, yeni iþbirlikçi adayý küçük-burjuvalarýn “yükselen deðerler”inin savunucusu olarak orkestrayý
yönetirken, “tetikçiler” her olayý kullanarak “baþörtüsü yasaðý”na karþý
en radikal teorileri ve demagojileri “medya” köþelerinde yapmaya
baþlamýþlardýr.
Laiklik ise, bu çýkar iliþkilerinin içinde sadece bir sözcükten
ibarettir. Çýkarlar gerçekleþtirilebilindiði sürece, “kedinin” laik olup
olmamasý önemli deðildir. Hâlâ kendilerini “kemalist” zanneden, bu
yüzden laiklik konusunda “hassas” olan çevreler ise, geliþen ekonomik iliþkilerin gücü karþýsýnda çaresizlik içinde olaylarý izlemekten
baþka birþey yapamaz olmuþlardýr.
Ýdeoloji olarak sunulan “kemalizm”e dayandýrýlan laiklik, solun bile savunmaya cesaret edemeyeceði “saatli bomba”ya dönüþmüþtür. Radikal “baþörtücüler” ile liberal “türbancýlar”ýn “medya”daki
güçleri karþýsýnda sürekli aþýndýrýlan ve anlamsýzlaþtýrýlan laiklik, sanki ideoloji olarak sunulan “kemalizm”in bir ürünüymüþcesine kabul
edilmeye baþlanmýþtýr.
Bugüne kadar defalarca belirttiðimiz gibi, Ýslamiyet, Hýristiyanlýðýn tersine, içerdiði feodal ve ortaçað dogmalarýndan kendisini arýndýrmamýþ ve toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenlemeye
yönelik siyasal iktidar olma çabalarý ve koþullarý kesin olarak yenilgiye uðratýlmamýþtýr. Demokratik devrimin tamamlanmadýðý, feodalizmin ve feodal ideolojilerin devrimci tarzda tasfiye edilmediði
bizim gibi ülkelerde sorun, feodalizmden kapitalizme geçiþ sorunu
olarak varlýðýný sürdürmektedir.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
249
KURTULUÞ CEPHESÝ
III. Enternasyonal’in 1920 yýlýnda aldýðý kararlarda da ifade edildiði gibi, “Avrupa ve Amerika emperyalizmine karþý kurtuluþ hareketini, hanlarýn, toprak sahiplerinin, mollalarýn, vb. gücünü artýrma
çabasýyla birleþtirmeye çalýþan panislamcýlýkla savaþ”* günümüzde
de zorunlu bir savaþtýr. Bu savaþda, “baþörtüsü” ya da “türban” sorunu sadece olaylarý çarpýtmaya yarayan ve küçük ve orta sermaye
kesimlerinin çýkarlarýný gizleyen bir demagojiden baþka birþey deðildir.
* Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluþ Savaþlarý, s. 336.
250
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Bir Kez Daha
Laiklik Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
Burjuvazinin yükseliþ döneminde ortaya çýkan laiklik kavramý,
temelde burjuvazinin feodalizme karþý mücadelesinin ürünüdür. Ve
ayný zamanda burjuvazinin egemenliðinin saðlanmasýnýn bir ifadesidir.
En kýsa tanýmýyla laiklik, dini kurumlarýn, devlet iþleyiþinin dýþýna çýkartýlmasýdýr. Bir baþka deyiþle, dini kurumlar ile devlet kurumlarý arasýndaki iliþkinin yeniden düzenlenmesi ve dini kurumlarýn
devlet düzeninin dýþýnda faaliyet göstermesi laiklikliðin temelidir. Dini
kurumlar ile devletin birbirinden ayrýlmasý olarak laiklik, ayný
zamanda, bütün dinsel topluluklarýn, istisnasýz olarak devlet tarafýndan özel topluluklar olarak nitelendirilmesi demektir.
Bilindiði gibi, feodal dönemde feodal beyler ile din arasýnda
doðrudan bir iktidar ortaklýðý bulunmaktadýr. Bu iktidar ortaklýðý, kimi
durumda feodal beyin ayný zamanda dini önder olmasý þeklinde görüldüðü gibi (Osmanlý Ýmparatorluðunda padiþahýn ayný zamanda
halife olmasý; Ýngiltere’de Kral VIII. Henry’nin Angalikan Kilisesi’ni
kurarak kilisenin baþýna geçmesi gibi), kimi durumlarda feodal beyin yanýnda yönetimi paylaþan din adamlarý bulunmaktadýr. Ýspanya
feodal döneminde en tipik durumuyla görüldüðü gibi, bazý durumlarda feodal krallýk toplumsal ve siyasal yönetimi tümüyle dini ku-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
251
KURTULUÞ CEPHESÝ
rumlara (kilise) býrakmýþtýr. Bunun sonucu olarak, dini kurumlar (kilise) toplumun tüm faaliyetlerini belirleyen, yöneten ve yönlendiren
güç haline gelmiþtir.
“Feodal kilise hiyerarþisi, aristokratik sýnýfý oluþturuyordu: Piskoposlar ve baþpiskoposlar, manastýr baþpapazlarý,
manastýr baþkanlarý ve öbür yüksek aþamalý papazlar. Bu
yüksek kilise görevlileri, ya imparatorluk prensleri, ya da
baþka prenslerin metbuluðu altýnda, birçok serfler ve angaryalýlar ile birlikte, geniþ topraklarý egemenlikleri altýnda
tutan feodal beylerdiler.”*
Feodal beylerin zaman içinde güçlerini yitirmelerine baðlý olarak dini kurumlarýn gücü artmýþ ve feodal egemen sýnýflar adýna toplumun yöneticisi haline gelmiþtir. Böylece siyasal iktidar gücü haline
gelen dini kurumlar, devletin yapýsýný kendi iç hiyerarþilerine uygun
olarak düzenlemiþlerdir.
Hemen hemen en güçlü feodal bey kadar geniþ topraklar
üzerinde egemen olan dini kurumlar (kilise), bazý durumlarda çeþitli
feodal beyler arasýndaki çýkar çatýþmasýnda “uzlaþtýrýcý” bir güç olmuþlardýr. Feodalizmin son dönemlerine gelinirken yerel mahalli otorite
durumunda olan feodal beylere karþý krallýðýn mücadelesinde dini
kurumlar (kilise), yerel mahalli feodal beylerin yanýnda tavýr almýþtýr.
Bu dönemde merkezi devletin oluþumunu ifade eden krallýðýn yerel
feodal güçlere karþý bu hareketi, ayný zamanda kiliseye karþý bir hareket olmuþtur.
Böylece dini kurumlar feodallerin yanýnda yer alarak burjuvazinin karþýsýna çýkmýþlardýr. Bu nedenle burjuvazi kendi iktidarýný kurabilmek için, yani feodaliteyi tasfiye edebilmek için, dini kurumlarýn
etkisini ve gücünü kýrmak zorundaydý. Bu kýrma eylemi, dinin ideolojik niteliðine baðlý olarak, yeni bir ideolojik eylemi de zorunlu kýlýyordu. Ýþte tüm burjuva ideologlarýnýn üzerinde durduðu temel konulardan birisi de, din ve dini kurumlarýn durumuydu.
“Rahiplerin elleri arasýnda, siyasa ve hukuk bilimi, tüm
öbür bilimler gibi, yalýnç tanrýbilim kollarý olarak kaldýlar,
ve tanrýbilimde yürürlükte olan ilkelere göre incelendiler.
Kilise dogmalarý, ayný zamanda, siyasal belitler idiler, ve
Kutsal Kitap tümceleri de, tüm mahkemelerde yasa gücüne sahipti. Hatta baðýmsýz bir hukukçular sýnýfý oluþtuktan
sonra bile, hukuk bilimi daha uzun süre tanrýbilim egemenliði altýnda kaldý. Ve tüm entelektüel çalýþma alanýnda
tanrýbilimin bu egemenliði, ayný zamanda, feodal egemenliðin en genel bireþimi ve onaylamasý olan kilisenin durumunun da zorunlu sonucu idi.
* Engels, Köylülüler Savaþý, s. 36
252
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Buna göre, genellikle feodalizme karþý yöneltilen tüm
saldýrýlarýn, her þeyden önce kiliseye karþý saldýrýlar olacaklarý, toplumsal ve siyasal tüm devrimci öðretilerin, ayný
zamanda ve her þeyden önce, tanrýbilimsel sapkýnlýklar
olacaklarý açýktýr. Varolan toplumsal koþullara dokunabilmek için onlarýn kutsal niteliklerini kaldýrmak gerekiyordu.”*
Feodal dönemde kilisenin kendi ekonomik kaynaklarý ve kendi
eðitim kurumlarýyla devlet içinde devlet olma özelliði ve de dinin
özünde bulunan “dünyevi iliþkilerin düzenlenmesine” yönelen niteliði, burjuvaziyi iki yönlü bir eyleme itmiþtir. Bir yandan kilisenin elindeki ekonomik deðerleri (toprak) alarak onun gücünü sýnýrlandýrmak,
öte yandan dinsel dogmalarý kendi iktidarýna uygun hale getirmek.
Bunlardan birincisi, burjuvazinin “topraðýn millileþtirilmesi” istemi ile çakýþýrken; ikincisi “dini reform” hareketiyle çakýþýr. Ancak
dinin reforme edilmediði durumlarda, kilisenin devlet iktidarý üzerindeki etkisinin doðrudan kýrýlmasý gerekmiþtir. Her iki durumda da,
kilisenin devlet iktidarýna müdahalesinin önlenmesi esas olmuþtur.
Ýþte kilisenin siyasal iktidardan uzaklaþtýrýlmasý ve iktidarýn bir
parçasý olmaktan çýkartýlmasýnýn ideolojik ifadesi laikliktir.
Feodal bir iktidar gücü haline gelmiþ olan dini kurumlarýn,
burjuvazinin iktidarýnýn önünde engel teþkil etmesiyle ortaya çýkan
laiklik fikri, burjuvaziyle birlikte oraya çýkmýþ ve demokratik cumhuriyetin ayrýlmaz bir unsuru olmuþtur.
Fransa’da tüm yönleriyle uzlaþmaz bir biçimde ortaya çýkmýþ
olan laiklik mücadelesinde, kilisenin elindeki mülklerin büyük bölümü devlet mülkü haline getirilmiþtir. Yine de kiliseye kendisi için
gerekli egemenlik alanlarý býrakýlmýþtýr. Bunun sonucu olarak, kiliseler kendilerine ait mülklerle kendi faaliyetlerini sürdürmek durumunda olmuþlardýr. Bu faaliyetin en önemli iki unsuru ise, eðitim ve yardým faaliyetleridir. Birincisi kilise eðitimi olarak ortaya çýkarken, ikincisi Kýzýlhaç faaliyetleri olarak ortaya çýkmýþtýr.
Bu geliþme sonucunda laiklik sorunu, hemen her zaman eðitim sorunu olarak varlýðýný sürdüre gelmiþtir. Fransa örneðinde olduðu gibi “laik eðitim” ile “dini eðitim” birbiriyle sürekli çatýþma durumunda olmuþtur. Ancak politik iktidar tartýþmasýz bir biçimde burjuvazinin eline geçtiði ve kilise daha önce kanlý savaþlarla geriletildiði için, kilisenin yeniden politik iktidara yönelmesi hemen hemen
olanaksýz hale getirilmiþtir. Bu nedenle laik eðitim üzerine ortaya çýkan kimi çatýþmalar dýþýnda, burjuvazinin iktidarý için laiklik özel bir
sorun olmaktan çýkmýþtýr.
19. yüzyýla kadar kesin bir kilise karþýtý tutum içinde bulunan
* Engels, Köylülüler Savaþý, s. 46
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
253
KURTULUÞ CEPHESÝ
burjuvazi, iktidarýný pekiþtirir pekiþtirmez, dini, kitlelerin uyutulmasýnýn
bir aracý olarak kullanmaya baþlamýþtýr. Engels’in belirttiði gibi, din,
“egemen sýnýflarýn alttaki sýnýflarýn dizginlerini elde tutmak için kullandýðý basit bir yönetim aracýdýr” ve “deðiþik (egemen) sýnýflarýn her
biri kendine uygun gelen dini kullanýr”.
“Din konusundaki konuþmayý tartýþýrken Duma’daki grubumuz tarafýndan açýklýða kavuþturulmamýþ olan bir baþka durum da, oportünist saptýrmalara ek olarak, Avrupa
Sosyal Demokratlarýnýn din konusundaki bugünkü aþýrý
kayýtsýzlýklarýna yol açan özel tarihsel koþullarýn da varlýðýdýr. Bu koþullar iki yönlüdür. Birincisi, dinle savaþmak görevi, tarihsel açýdan devrimci burjuvazinin görevidir ve Batý’
da burjuva demokrasisi, feodalizme ve orta çað düze-nine
karþý giriþtiði kendi devrimleri döneminde bu görevi büyük
ölçüde yerine getirmiþ (ya da engellemiþtir). Gerek Fransa’da, gerek Almanya’da burjuvazinin dinle savaþma geleneði vardýr ve bu sosyalizmden (Ansiklopedistlerden ve
Feuerbach’tan) çok önce baþlamýþtýr. Rusya’da ise, burjuva demokratik devrimimizin kendine özgü koþullarý nedeniyle, bu görev de hemen hemen tümüyle iþçi sýnýfýnýn
omuzlarýna yüklenmiþtir.”*
Burjuvazinin devrimci niteliðini yitirdiði emperyalist aþamada,
demokratik devrimin tamamlanmadýðý ülkelerde, dinle mücadele
görevinin proletaryanýn omuzlarýna kalmasý, ayný zamanda proletaryanýn bu ülkelerde demokratik devrimi tamamlama göreviyle çakýþýr.
Ama proletaryanýn, dinle olan mücadelesi salt bununla baðlantýlý deðildir. O, ayný zamanda, demokratik cumhuriyet kurulmasý yönündeki
tarihsel eylemi ile dinin “kiþisel bir sorun” olarak kalmasý gereði
açýsýndan da bu mücadeleyi yürütmek zorundadýr. Ýslamiyet gibi kendisini tarihsel geliþmeye uydurmamýþ, burjuvazi tarafýndan reformize
edilmemiþ bir din karþýsýnda proletarya ve partisinin görevleri çok
daha fazla öneme sahip olmaktadýr.
Ýslamiyet, Hýristiyanlýðýn tersine, içerdiði feodal ve ortaçað
dogmalarýndan kendisini arýndýrmamýþ ve toplumsal, siyasal ve ekonomik düzeni düzenlemeye yönelik siyasal gücü ve siyasal iktidar
olma koþullarý kesin yenilgiye uðratýlmamýþtýr.
Diðer yandan, Ýslam ülkelerinin emperyalist sömürgeler haline getirilmesi ve emperyalizmin tüm feodal kesimlerle ittifak içinde
bulunmasý, dini ideolojilerin özel olarak korunmasýný da beraberinde
getirmiþtir. Dolayýsýyla bizim gibi demokratik devrimin tamamlanmadýðý ve reformdan geçmemiþ bir dinin egemen olduðu bir ülkede
laiklik ve din konusu çok daha büyük öneme sahiptir. Özellikle son
* Lenin, Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu
254
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
yýllarda dinin “kiþisel bir sorun” olduðu þeklinde yapýlan deðerlendirmeler ve propaganda gözönüne alýndýðýnda, laiklik konusunda
açýk ve net bir tutum takýnmak çok daha önemli olmaktadýr.
Bugün ülkemiz solunda ya da kendisini solda kabul eden pek
çok kiþi, dinin “kiþisel bir sorun” olduðu tekerlemesini benimsemiþtir.
1891 tarihli Alman Sosyal-Demokrat Partisi’nin Erfurt Programý’nda
yer alan “din kiþisel bir sorundur” maddesine dayanan bu belirlemeyi Lenin þöyle deðerlendirmektedir:
“Bu taktikler artýk gündelik bir olay durumuna gelmiþ,
Marksizmin ters yönde saptýrýlmasýna, oportünizm yönünde saptýrýlmasýna yol açmýþtýr. Erfurt Programýndaki bu
madde, biz Sosyal-Demokratlar için, parti olarak hepimiz
için din kiþisel bir sorundur biçiminde yorumlanmýþtýr.
1890’larda Engels bu oportünist görüþü doðrudan doðruya
karþýsýna almaksýzýn, buna polemikle deðil somut verilerle
karþý çýkýlmasý gerektiðini ileri sürmüþtür. Örneðin kendisi
bu karþý çýkýþý, özellikle vurguladýðý bir sözle, Sosyal-Demokratlarýn dini devlet iþleri açýsýndan kiþisel bir sorun olarak aldýklarýný, herhalde kendileri açýsýndan, Marksizm açýsýndan ve iþçi partisi açýsýndan soruna böyle bakmadýklarýný
söyleyerek belirlemiþtir...
Batý’da ‘din kiþisel bir sorundur’ savýnýn oportünist yorumuna yol açan koþullarý ele alalým. Kuþkusuz buna yol
açan koþullar bir bütün içinde, iþçi sýnýfý hareketinin çýkarlarýný geçici çýkarlar adýna feda etmek gibi oportünist davranýþlarýn tümüne yol açmýþ olan koþullardýr. Proletaryanýn
partisi devletin dini kiþisel bir sorun olarak belirlemesini
ister, ancak halkýn afyonu niteliðindeki dini, dinsel batýl
inançlara karþý savaþý ‘kiþisel sorun’ olarak görmez. Oysa
oportünistler sorunu saptýrarak, Sosyal Demokrat Partinin
dini kiþisel bir sorun gibi yorumladýðý izlenimini uyandýrmaya çalýþýrlar.”*
Din, devletle iliþkisi olmamasý, dinsel kurumlarýn siyasal iktidar yetkilerine sahip bulunmamasý temelinde “kiþisel bir sorun”dur.
Burada unutulmamasý gereken yan, dinlerin ekonomik, toplumsal
ve siyasal alanlarý içeren dogmalara sahip olduðudur. Dolayýsýyla dinsel ideolojilerin kitleler üzerinde saðlayacaðý her etki, ayný zamanda
bu dogmalarýn var edilmesi için bir çabayý da beraberinde getirecektir. Bu nedenle, dinsel ideolojilere ve dogmalara karþý mücadele
zorunludur.
Ülkemiz tarihinde de görüldüðü gibi, dinin “kiþisel bir sorun”
olarak ilan edilmesi ya da din ile devletin birbirinden ayrýlmasý tek
* Lenin, Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
255
KURTULUÞ CEPHESÝ
baþýna yeterli olmamaktadýr. Demokratik devrimin tamamlanmadýðý, feodalizmin ve feodal ideolojilerin devrimci tarzda tasfiye edilmediði bizim gibi ülkelerde, sorun, feodalizmden kapitalizme geçiþ sorunu olarak varlýðýný sürdürmektedir. Varolan kapitalizmin kendi iç dinamiði ile geliþmemiþ olmasý, baþtan emperyalizme baðýmlý olarak
yukardan aþaðýya geliþtirilmesi, feodal iliþkilerin ve özellikle de feodal ideolojilerin varlýðýný sürdürmesine neden olmuþtur. Feodal iliþkilerin içinde yer alan tüccar ve zanaatçýlarýn geliþtirilen çarpýk kapitalizme eklemlenmeleri ya da tasfiye olmalarý süreci tamamlanmamýþtýr. Bunlar, dýþa baðýmlý kapitalizm karþýsýnda sürekli gerilemiþler
ve yavaþ yavaþ tasfiye olmaya baþlamýþlardýr. Bu da, zamana yayýlan
bir “geçmiþe dönüþ” umudunu sürekli var etmiþtir.
Bu kesimler, kesinkes mülksüzleþtirilmediði ya da tasfiye edilmediði sürece, dinin “kiþisel bir sorun” olarak ele alýnmasý, yani dinsel topluluklarýn kendi iþlerini kendileri görmesine olanak saðlanmasý,
onlarýn güçlenmesinden baþka bir sonuç vermemektedir. Ülkenin
en küçük yerleþim yerlerinde bile kurulmuþ olan Kuran kurslarý,
Ýmam-Hatip okullarý ve yurtlarý bunun somut ifadesidir.
Diðer yandan, ülkemizde din “kiþisel bir sorun” olmaktan öte,
toplumsal bir sorun ve iliþki olarak vardýr. Özellikle tarikatlar düzeyinde yürütülen dinsel faaliyetler, gizli örgütlenmeler olarak vardýr. Tarikatlarýn kendi iç hiyerarþileri, tarikat üyeleri arasýnda bir birlik oluþturur.
Dolayýsýyla, tarikat düzeyinde, din, hiç bir biçimde “kiþisel bir sorun”
durumunda deðildir. Bugün AKP tarafýndan sýkça yinelenen din
“kiþisel bir sorun”dur tekerlemesi, tarikat iliþkilerinde hiç bir geçerliliðe sahip deðildir. Üniversitelerde yapýlan türban eylemlerinde görüldüðü gibi, “baþörtüsü sorunu” bir örgütlenme ve buna baðlý eylemlilik
durumundadýr. Bu örgütlenme ve eylemlilik, herkesin “kendi inancýna göre yaþamasý”ndan öte, “kendi istediði hukuku seçmesi” amacýna yöneliktir.
Örneðin imam nikahý, “kiþisel bir sorun” gibi gösterilmekle
birlikte, bir hukuk sorunudur, evlilik hukuku sorunudur. Ýmam nikahý
sýrasýnda akt edilen “mehir” bunun en tipik örneðidir.* Bu akit, evliliðin sona ermesi durumunda uygulanabilmesi için bir karar merciinin varlýðý ile bu kararýn uygulanmasýný denetleyen ve gerektiðinde
saðlayan bir zor gücünü gerekli kýlar. Bu da, herkesin bildiði gibi,
mahkemeler ve polis gücüdür.
* Bu akit, boþanma durumunda, mevcut medeni yasaya göre, kadýna büyük
avantajlar saðlamaktadýr. Son yapýlan yeni medeni kanunda yer alan “evlilik sözleþmesi”nin karþýlýðýdýr. Ancak “evlilik sözleþmesi”nden farklý olarak bürokratik iþlem
gerektirmemektedir. Dolayýsýyla çok daha fazla tercih konusu haline gelmiþtir. Tek
farkla ki, kadýnýn deðil, erkeðin boþanma durumunda uygulanýr. Zaten islamiyette
kadýnýn çok özel koþullar dýþýnda boþanma hakký yoktur. Öte yandan, “mehir”, kadýnýn baþýný örtmesini þart koþar. Baþýna bir þey örtmeden halk arasýnda yürüyen kadýný,
“müslüman” erkek, mehir ödemeden boþayabilir.
256
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Diðer yandan imam nikahý “mükerrer” evliliklerin olmamasý
için merkezi bir kayýt sistemini gerektirir. Bu da, imamlara baðlý bir
nüfus kayýt merkezinin kurulmasýný zorunlu kýlar.
Bugün ülkemizde bu ve benzeri “þeriat” kurumlarýný vakýflar
temsil etmektedir. Bu vakýflar, devletleþememiþ þeriatýn “sivil toplum
örgütleri”dir.
Görüldüðü gibi sorun, “kiþisel bir sorun” deðil, siyasal üst yapý
sorunudur ve siyasal üst yapýnýn dini esaslara göre biçimlendirilmesini gerektirir. Bunlar dikkate alýnmaksýzýn “din kiþisel bir sorundur”
tekerlemesinin ardýna takýlmak, þeriatçýlýðý güçlendirmekten ve meþrulaþtýrmaktan baþka bir anlama gelmemektedir.
“Proletarya bizim burjuva demokratik devrimimizin
öncüsüdür. Bu nedenle, orta çaðýn tüm kalýntýlarýna ve bu
arada eski resmi dine ve bunu canlandýrma, yeniden biçimlendirme yolundaki tüm giriþimlere karþý yürütülecek mücadeledeki ideolojik öncü de proletaryanýn partisi olmalýdýr.”*
* Lenin, Proletarya Partisinin Din Konusundaki Tutumu
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
257
KURTULUÞ CEPHESÝ
Spekülasyon ve Manipülasyon
Ekonomisinden
Þeriat Ekonomisine mi?
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 70, Kasým-Aralýk 2002
20 Kasým günü Hürriyet gazetesinin ekonomi sayfasýnda verilen bu haber þöyle devam etmektedir:
“3 Kasým seçimlerinden tek baþýna iktidar çýkacaðý beklentisi ile seçimden önce olumlu sinyal vermeye baþlayan
seçimden sonra da hýzla düzelen faiz, kur ve borsa verileri
gibi imalat sanayi üretimi de canlanma iþareti verdi. Ýmalat sanayi kapasite kullanýmý oraný Ekim ayýnda yüzde 80.6’
ya yükseldi. En son Ekim 2000’ de yüzde 81.3 olan kapasite kullanýmý 23 aydýr yüzde 80’in altýnda seyrediyordu. Böylece bir anlamda fabrika çarklarý, Kasým 2000 krizini de
geride býrakmýþ oldu.”
Benzer haberler tüm “medya”da manþetlere taþýnýrken, eko-
258
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nominin “düzlüðe” çýktýðý ya da en azýndan çýkmaya baþladýðý yönündeki yorumlar birbiri ardýna gelmeye baþladý.
DÝE’nin 19 Kasým günü açýkladýðý “kapasite kullaným oranlarý”
verilerinden yola çýkarak yapýlan haber-yorumlarda, bir yandan “krizin aþýldýðý” deðerlendirmeleri yapýlýrken, diðer yandan “tam kapasite çalýþmaya” yakýnda geçileceði beklentisi yayýlmaya çalýþýlýyordu.
Hürriyet gazetesinin yazdýðý gibi, “seçim öncesi olumlu sinyaller veren” ekonomi, seçimden sonra “hýzla düzelen faiz, kur ve borsa verileri” ile “canlanma iþaretleri” vermiþ olduðundan, “kapasite
kullaným oranlarý” verilerinin açýklamasý “iþaretlerin” “gerçekliði” olarak sunulmaktadýr.
Seçim öncesinde Bülent Ecevit’in “ekonominin olumlu sinyaller verdiði”, “büyümeye geçildiði” ve böylece IMF politikalarýnýn
olumlu sonuçlarýnýn alýnmaya baþlandýðý yönündeki açýklamalarý “medya” da fazlaca yer almazken, ayný sözler AKP hükümeti için “meKapasite Kullaným Oraný*
Ýmalat Sanayi - Üretim Deðeri Aðýrlýklý
(Yýllýk %)
(Üçüncü çeyrek.%)
Devlet Özel Toplam
Devlet Özel Toplam
1978
70.6
1979
67.7
1980
59.6
1981
60.6
1982
67.2
1983
67.5
1984
79.3
1985
73.8
1986
72.5
1987
80.7
1988** 77.5
1989
72.4
1990
74.1
1991
76.8
1992
77.8
1993
79.2
1994
78.3
1995
80.5
1996
82.1
1997
81.3
1998
81.0
1999
78.9
2000
79.8
2001
82.0
2002
2002 Ekim
60.2
56.0
54.3
55.7
58.0
59.3
73.3
69.3
69.1
76.8
73.5
72.8
75.7
72.6
75.7
79.8
70.8
77.9
76.5
78.7
74.5
69.8
74.4
66.9
61.6
56.9
55.2
56.7
59.4
60.3
74.3
70.3
70.0
78.2
74.8
72.8
75.2
74.0
76.4
79.6
72.9
78.6
78.0
79.4
76.5
72.3
75.9
71.1
82.2
76.4
69.8
72.2
79.0
81.0
80.4
80.8
81.4
80.4
81.9
84.5
75.9
77.3
80.3
85.6
87.5
76.7
72.2
73.2
75.6
72.4
75.6
81.1
69.9
79.2
77.1
80.5
74.4
69.8
76.3
67.4
73.5
76.1
78.7
73.6
72.0
74.5
74.8
77.5
80.9
73.0
79.8
78.1
80.9
77.3
71.6
76.6
71.1
77.5
80.6
* Kaynak: DÝE
** 1988’den sonra yeni seri kullanýlmýþtýr.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
259
KURTULUÞ CEPHESÝ
Tam kapasite ile çalýþamama nedenleri (%)
2002
Ýç pazarda talep yetersizliði
Dýþ pazarda talep yetersizliði
Mali imkansýzlýðý
Yerli mallarda hammadde yetersizliði
Ýþçilerle ilgili meseleler
Ýthal mallarda hammadde yetersizliði
Tem.
49.6
18.6
2.8
4.2
2.1
1.2
Aðus.
47.9
21.3
2.5
5.2
1.8
1.1
Eylül
59,0
10,0
2,1
3,1
2,5
1,0
Ekim
59,5
11,3
2,2
2,7
2,4
1,3
dya” tarafýndan söylenmeye baþlanmýþtýr.
Burada, “medya”nýn AKP’nin mecliste büyük bir çoðunluk elde
ederek tek baþýna iktidar olmasý karþýsýnda gösterdiði dalkavukluk
fazlaca etkili olmasa da, dalkavukluðun ekonomik “verilerle” desteklenmesi “birþeylerin düzeleceði” umutlarýný yaratmaya baþlamýþtýr.
Öyle ki, pek çok kiþi, bu yayýnlar karþýsýnda, AKP iktidarýnýn (en hafif
deyimle) “iþleri düzelteceði”ni düþünür olmuþtur.
Herkesin bildiði ve kent küçük-burjuvazinin “nefes nefese izlediði” gibi, seçim sonrasýnda AKP’nin “tek baþýna iktidar” olmasýyla
birlikte, borsa endeksi “þahlanmýþ” ve “coþmuþ”tur. 10.000’lerde seyreden ÝMKB-100 endeksi 15 Kasým itibariyle 13.597’lere yükselmiþtir.
(%14).
Öte yandan faiz oranlarý iniþe geçmiþ ve AKP iktidarý (Tayyip
Erdoðan) bir gecede 100 milyon dolar kazandýrmýþtýr!
Kur (dolar) da, benzer biçimde “iniþe” geçmiþ ve 15 Kasým
günü 1.612.000 TL. olmuþtur.
Ýþte kapasite kullaným oranlarýnýn açýklanmasý, tüm bu “olumlu sinyaller”e inanmayanlarý inandýrmaya yetmiþtir.
Tüm bunlarýn gösterdiði gerçek ise, ekonominin tümüyle spekülasyon ve manipülasyona dayandýrýlmýþ olduðudur. Her türden spekülasyon ve manipülasyon yapýlabilinmesi için “kamu kuruluþlarý”
ellerinden geleni yapmayý sürdürmüþlerdir. Bunun sonucu ise, kapasite kullaným oranlarýnda görüleceði gibi, ülke, dünya ve ekonomi
gerçekleri ile hiçbir iliþkisi olmayan “veriler” ortalýkta uçuþmaya
baþlamýþtýr.*
DÝE’nin verilerine göre, 1987 yýlýnýn üçüncü çeyreðinde kapa* Daha önceki bir yazýmýzda ülkemizdeki istatistik verilerin durumunu þöyle ortaya
koymuþtuk:
“IMF bile Türkiye’deki istatistik sistemini ‘zayýf’ bulduðunu açýklamýþtýr. IMF tarafýndan hazýrlanan ‘Türkiye’de Veri Toplama ve Yayýmlama Sistemlerinin Ýyileþtirilmesine Yönelik Rapor’da, özellikle milli gelir hesaplamasýnda 1987 yerine 1996 yýlýnýn
baz alýnmasýný isteyen IMF, enflasyon rakamlarý konusunda sadece ‘hane halký tüketimi’ne iliþkin verilerin daha ayrýntýlý olarak saptanmasýný istemiþtir. IMF, enflasyon
hesaplamasýndaki mevcut durumdan fazlaca rahatsýz görünmemektedir. Bunun nedeni
de, bu hesaplama yöntemiyle istenildiðinde istenilen seviyede bir enflasyon rakamýnýn
ellerinin altýnda bulunmasýdýr. Bu yolla, halký kandýrmanýn daha kolay olduðunu düþünmektedirler.” (Kurtuluþ Cephesi, Sayý: 67, Mayýs-Haziran 2002)
260
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
site kullaným oraný %78,7 iken, 1994 krizi döneminde %73 ve 2001
krizinde %71,1 olmuþtur. Ayný verilerde kamu kesimindeki kapasite
kullaným oranýnýn en düþük olduðu yýllar 1988-1990 ve 1999-2000 yýlý
gözükmektedir. 1987-2002 arasýnda özel sektörün kapasite kullaným
oranýnýn %70’ lerin altýna 1994 ve 2001 yýlýnda düþtüðü görülmektedir.
Ancak 1978-1988 yýllarý arasýndaki kapasite kullaným oranlarýna bakýldýðýnda 1984 ve 1987 dýþýnda %70’lerin üstüne çýkýlmamýþtýr.
1988 yýlýnda DÝE’nin “yeni seri”ye geçiþiyle birlikte kapasite kullanýmýnýn %70’lerin altýna düþmediði görünmektedir. Ýþte spekülasyon
ve manipülasyon ekonomisinin baþlangýç noktasý da burada ortaya
çýkmaktadýr.
18 Aðustos 1998 tarihli Hürriyet gazetesinde þu haber yer almýþtýr:
“Kapasite kullanýmý yükseliyor
Ýmalat sanayiinin, kapasite kullaným oraný yeniden yükselmeye baþladý. DÝE Temmuz ayý imalat sanayi eðilim
anketi sonuçlarýný açýkladý. Buna göre, Haziran ayýnda yüzde 78.4’e gerileyen kapasite kullaným oraný, Temmuz’da
yeniden yükselerek yüzde 80.9 düzeyine çýktý. Kapasite
kullanýmý geçen yýlýn Temmuz ayýnda da yüzde 80.8 düzeyinde gerçekleþmiþti.
Ýmalat sanayi iþyerlerinin tam kapasite ile çalýþamama
nedenleri içinde iç pazarda talep yetersizliðinin payý yükseldi. Geçen yýl yüzde 53.3 olan iç pazardaki talep yetersizliðinin tam kapasite ile çalýþamama nedenleri içindeki payý
bu yýl yüzde 55.7’ye çýktý. Dýþ pazardaki talep yetersizliðinin
payý ise yüzde 17.8’den yüzde 15.4’e düþtü.”
19 Kasým 2002 tarihli Milliyet gazetesinin haberi ise þöyledir:
“Kapasite kullanýmý 23 ay sonra yeniden yüzde 80’in
üstüne çýktý
En son Kasým 2000’de yüzde 81.6 ile yüzde 80’in üstünü gören kapasite kullaným oraný, 23 ay aradan sonra, ekimde yeniden yüzde 80’i geçerek yüzde 80.6’ya çýktý
Ýmalat sanayinde kapasite kullaným oraný 23 ay aradan
sonra ilk kez bu yýl ekim ayýnda yüzde 80’in üzerine çýkarak, yüzde 80.6 olarak gerçekleþti. Ekimde ortalama kapasite kullanýmý kamu sektöründe yüzde 87.5’e kadar
çýkarken, özelde yüzde 76.1’de kaldý.
Tam kapasite ile çalýþamama nedenlerinin baþýnda yüzde 59.5’le iç talepteki yetersizlik geldi.”
19 Kasým 2002 tarihli DÝE açýklamasýnda “tam kapasite çalýþamama nedenleri” ise þöyle sýralanmýþtýr: Ýç pazarda talep yetersizliði
%59,5; dýþ pazarda talep yetersizliði %11,3; mali imkansýzlýðý %2,2;
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
261
KURTULUÞ CEPHESÝ
yerli mallarda hammadde yetersizliði %2,7; iþçilerle ilgili meseleler
%2,4; ithal mallarda hammadde yetersizliði %1,3.
Görüleceði gibi, 1998 yýlýnýn Temmuz ayýnda “tam kapasite
çalýþamama nedeni” olarak gösterilen “iç pazarda talep yetersizliði”
%55,7 iken, Ekim 2002’de %59,5 olmuþtur. “Dýþ pazarda talep yetersizliði” ise, sýrasýyla %17,8 ve %11,3 olmaktadýr. Bunlarýn somut anlamý ise, gerek 1998 Temmuz ayýnda, gerekse Ekim 2002’de “iþverenler”in DÝE’nin düzenlediði “iktisadi yönelim anketi”ne verdikleri yanýtlarýn bir ve ayný olduðudur. Arada görülen küçük yüzde farklýlýklarý bu gerçeði deðiþtirmemektedir. Diðer yandan 1998 yýlýnda
“ekonomik kriz”le ilgili hiçbir uyarý ya da haberin yer almadýðý da
gözönüne alýnýrsa, ortaya çýkan sonuç, DÝE’nin “iktisadi yönelim
anketleri”ne göre yayýnlanan verilerin hiçbir deðere sahip olmadýðýdýr. Zaten DÝE’nin “iktisadi yönelim anketi” sýnýrlý sayýda “iþverenle”
yapýlmakta ve çoðu durumda iþyerindeki herhangi bir kiþi tarafýndan
yanýtlanmaktadýr. (DÝE’nin 19 Kasým tarihinde açýkladýðý Ekim 2002’ye
iliþkin veriler “835 iþyeri”nden derlenmiþken, 20 Kasým tarihinde açýkladýðý üç aylýk veriler “2199 iþyeri”ne iliþkindir.)
DÝE’nin açýkladýðý kapasite kullanýmýna iliþkin verilerdeki
çeliþkiler bunlarla sýnýrlý deðildir. Yukarda ifade ettiðimiz gibi, DÝE’nin
“iktisadi yönelim anketi”nde yer alan “tam kapasite ile çalýþamama
ne-denleri”ne verilen yanýtlarda da açýk bir farklýlýk bulunmaktadýr.
19 Kasým 2002 günü açýklanan Ekim ayý verilerinde “tam kapasite ile çalýþamama nedenleri”nin baþýnda gelen “iç pazarda talep
yetersizliði” %59,5 iken, bir gün sonra açýklanan üç aylýk kapasite
kullaným oranlarý verisinde bu oran %46,8 görünmektedir. Ayný þekilde “dýþ pazarda talep yetersizliði” Ekim ayý için %11,3 olarak açýklanýrken, üç aylýk verilerde %21,8 olarak açýklanmýþtýr.
Bunlarýn ekonomik anlamý ise, Temmuz-Aðustos aylarýnda “iç
pazarda” önemli bir talep ortaya çýktýðý, ancak Eylül ayýnda bu talebin büyük ölçüde düþtüðüdür. Diðer yandan, Temmuz-Aðustos döneminde ihracatta önemli bir “sýkýntý” görülürken, Eylül ayýnda bunlarýn ortadan kalktýðý, bir baþka deyiþle, dýþ pazarlarda önemli bir
geliþme olduðu görülmektedir.
Diðer yandan, üretimde ve ihracatta önemli artýþlar olduðuna
iliþkin istatistik veriler birbiri ardýna yayýnlanmaktadýr. Ve elbette bu
verilerden çýkartýlan sonuç ise, ekonominin “düzlüðe” çýkmaya baþladýðý þeklinde olmaktadýr.
Oysa ki, DÝE’nin yayýnlamýþ olduðu “iktisadi yönelim anketi”ne
dayanýlarak düzenlenen “yeni serim” kapasite kullaným verileri bile,
ekonominin hiç de “düzlüðe” çýkmadýðýný göstermektedir.
Eðer bir ülkede, “iþveren”lerin %59,5’lik bir kesimi iç talep yetersizliðinden, dolayýsýyla mallarýný satamamaktan söz ediyorsa, varolan gerçek, halkýn alým gücünün artmadýðýdýr. Bu durumda, üre-
262
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
timde meydana geldiði söylenen artýþlar, ya ihracata ya da “stoklara” yönelik olmak zorundadýr.
Ýlk sekiz aylýk verilere bakýldýðýnda bir önceki yýlýn ayný dönemine göre ihracattaki artýþ miktarý 1,364 milyar dolar (%6,7)
olmuþtur. 2001 yýlýna göre ihracatta meydana gelen bu artýþ da aðýrlýklý olarak Temmuz ayýnda gerçekleþmiþtir. Ayný dönemde ithalattaki
artýþ miktarý ise 2,710 milyar dolardýr (%9,8). Ve Mart ayýndan itibaren ithalat ise sürekli büyümüþtür. Nisan ayýnda %32,3 olan ithalat
artýþý, Aðustos ayýnda %19,4 olmuþtur.
Sayýlarla ne kadar oynanýrsa oynansýn, ortada olan gerçek, iç
talepteki daralmanýn devam ettiði ve dolarýn deðerinin düþmesine
baðlý olarak ithalatýn yeniden arttýðýdýr.
Bütün bunlar, ülke ekonomisinin bir önceki yýldan (2001) çok
farklý durumda olmadýðýný göstermektedir.
“Medya”nýn AKP’nin tek baþýna iktidara gelmesi karþýsýnda
gösterdiði dalkavukluk ve yaðcýlýk kullanýlabilir her türlü haberin öne
çýkartýlmasýyla birlikte görülmektedir. Ýþte DÝE’nin açýkladýðý “kapasite kullaným oranlarý”, böyle bir ortamda, bu amaçlarla öne çýkartýlmýþtýr. Yýllardýr benzer biçimde derlenen ve yayýnlanan verilerin
birbirine benzer sonuçlarýyla fazlaca ilgilenilmemiþken, birden ortaya çýkan bu yoðun ilginin arka planýnda bu “medyatik” tutum bulunmaktadýr.
Elbette “medya”nýn bu tutumu ne ilktir, ne de yenidir. Ancak
kitlelerin yönlendirilmesinde her zaman etkin bir araç olan “medya”nýn bu yöntemi yine de “alýcý” bulmaktadýr. Günümüz koþullarýnda “alýcý” kitle, ayný zamanda yeni AKP iktidarýna “baðlanma” eðilimi
içine sokulmuþtur. Ýþin en tehlikeli yaný da burada ortaya çýkmaktadýr. Dün IMF programlarýnýn “baþarýsý” için kullanýlan “veriler”, bugün
AKP için kullanýlmaktadýr. Birincisi ülkemizin daha fazla emperyalizme baðýmlý ve yoksullaþan bir ülke haline getirilmesine ne kadar
hizmet etmiþ ise, ikincisi de tüketimin þeriat esaslarýna göre denetim
altýna alýnmasýna ve þeriatçýlýðýn sosyal yaþamda etkin hale gelmesine o kadar hizmet edecektir.
Klasik burjuva ekonomi-politiðinin “talep enflasyonu”na karþý
iç talebin kýsýlmasý yöntemi ile tüketimin þeriat esaslarýna göre denetlenmesi bir ve ayný þeydir.
Ýç talebin kýsýlmasý karþýsýnda, ara mallarý ithalatýndaki artýþa
paralel olarak üretim “canlandýrýlacak” ve “ihracata yönelik” üretim
(her zamanki gibi) yeniden gündemin birinci maddesi haline gelecektir. Bu ise, bir dönem TL’nin aþýrý deðerlenmesine dayanarak ara
mallarý ithalatýnýn artmasý demektir. Ve her zaman olduðu gibi, ihracatýn artýrýlabilinmesi için TL’nin deðer yitirmesi peþinden gelecektir.
Buraya kadar, IMF programý ile AKP uygulamasý arasýnda bir çatýþký
ortaya çýkmayacaktýr. Çatýþký, tekelleþememiþ sanayi ve ticaret bur-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
263
KURTULUÞ CEPHESÝ
juvazisinin yeterli ihracat yapamadýðý ve ara mallarý ithalatý yanýnda
tüketim mallarý ithalatýnýn da artmasý karþýsýnda kendisi için gerekli
iç talebin artýrýlmasý için devlet harcamalarýnýn artýrýlmasý noktasýnda
ortaya çýkacaktýr.
“Medya”nýn kapasite kullaným oranlarý üzerinden yaptýðý çýðýrtkanlýðýn üstünü örtmeye çalýþtýðý gerçeklerdir bunlar.
Bugün için AKP’nin açýk ve belirgin bir ekonomi politikasý
ortalýkta bulunmamaktadýr. Bilinebilen ve görülebilen ise, sýnýfsal çýkarlarýnýn temsilcisi olduðu küçük ve orta sermaye kesimlerinin içinde bulunduklarý “kriz” koþullarýna göre hareket edecek olduklarýdýr.
Ekonomide henüz hiçbir iyileþme ve geliþme mevcut deðilken yapýlan çýðýrtkanlýklara bakýldýðýnda, AKP’nin ilk bir yýllýk “acil hedefler” uygulamasý sonucunda %100’ lük ve daha da üstünde kapasite
kullaným oranlarýyla karþýlaþmak fazlaca þaþýrtýcý olmayacaktýr.
Tayyip Erdoðan’ýn Avrupa “seferi”ne bakarak, AB ülkelerine
yeni ihracat olanaklarý saðlanacaðýný bekleyenlerin de umduklarýný
bulamayacaklarýný bugünden söylemek kahinlik olmayacaktýr. Dünya ekonomik bunalýmýnýn varlýðýný sürdürdüðü ve giderek deflasyon
ve durgunluðun birlikte görülür hale geldiði bir dönemde, AB ülkelerine yönelik ihracatýn artýrýlmasý olanaksýzdýr. Tersine bu ülkelerden yapýlan ithalatta büyük bir artýþ ortaya çýkmasý daha büyük olasýlýktýr. Ýþte Tayyip Erdoðan ve þürekasýnýn Erbakan’dan öðrendikleri
de burada ortaya çýkmaktadýr.
Erbakan, 28 Þubat post-modern darbesiyle sona eren kýsa
baþbakanlýðý döneminde ilk yurtdýþý gezilerini “islam ülkeleri”ne
yapmýþken, Tayyip Erdoðan “batýya” yapmýþtýr.
Ve anýmsanacaðý gibi, Erbakan’ýn Endonezya’dan Libya’ya kadar yaptýðý bu yurtdýþý gezisi büyük bir “talihsizlik” olmuþ ve “kanlý ya
da kansýz” þeriatçýlýðýn ilk adýmlarý olarak kamuoyuna yansýmýþtýr.
Oysa ki, Erbakan’ýn bu davranýþýnýn temelinde, küçük ve orta sermaye kesimleri için yeni pazar ve kaynak bulma amacý bulunuyordu.
Erbakan, bu pazar ve kaynaklarý AB ülkelerinden bulmanýn olanaksýz
olduðunu bildiðinden, doðrudan “bulacaðýný” sandýðý “islam kardeþleri”ne gitmiþti.
Tayyip Erdoðan ise, re-export bir ekonomi için, “batý ile doðu
arasýnda köprü” olma söylemiyle “batýya” yönelirken, hem Erbakan
gibi “þeriatçýlýðýn ilk adýmlarý” görünümünden kurtulmayý, hem de
üretim kapasitesi düþmüþ küçük ve orta sermaye için kaynak bulmayý amaçlamýþtýr. Bu yolla, özellikle “medya”da köþe baþlarýný tutmuþ olan küçük-burjuvalarý da (bir süre için) kendisine yedeklemiþ
olmaktadýr. “Üreten” bir ekonomi için (kapasite kullaným oranlarý bu
anlamda kullanýlarak) pazar bulmak amacýyla Tayyip Erdoðan’ýn ikinci
büyük yurtdýþý “seferi”nin “kardeþ islam ülkeleri”ne olacaðý ise kesindir. Bunun da Erbakan’ýn “islam ortak pazarý” söylemiyle gerçekleþ-
264
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
tirileceði ise her türlü kuþkudan uzaktýr. Bu kez, Erbakan’dan farklý
olarak Tayyip Erdoðan’ýn elinde “batýdan istedik vermediler” kozu
da bulunacaðýndan, “kardeþ islam ülkeleri” sefe-rinin daha büyük
bir “medyatik” destekle gerçekleþme olasýlýðý bulunmaktadýr.
Gerek dünya ekonomik buhraný, gerekse “islam ülkeleri”nin
emperyalizme baðýmlýlýðý, “milli görüþ”ün her türlü versiyonunun
gerçekleþmesini olanaksýz kýlmaktadýr. Dolayýsýyla Tayyip Erdoðan
ve þürekasý da, her zaman olduðu gibi, içe, iç pazara dönmek zorundadýr. Bir baþka deyiþle, küçük ve orta sermaye kesimleri için
gerekli kaynaklar ve talep, iç pazardan karþýlanmak zorundadýr. Bu,
“adil düzen”in ilk adýmý olarak, kredi kaynaklarýnýn küçük ve özellikle orta sermaye kesimlerine yönlendirilmesi demektir. Ama ortada
üretken yatýrýmlar için gerekli para-sermaye bulunmamaktadýr. Ülkedeki kullanýlabilir tüm para-sermaye kaynaðý ise, devlet iç borçlanma senetleri ve vergiler yoluyla elde edilecek devlet gelirleri olarak
vardýr.
Devlet iç borçlanma yoluyla küçük ve orta burjuvaziye ek bir
“kaynak”, yani reel faiz olanaðý saðlamak AKP’nin “acil” hedefleri
arasýnda olacaktýr. Bugüne kadar “piyasa yapýcý bankalar” aracýlýðýyla gerçekleþtirilen iç borçlanma, daha farklý araçlar kullanýlarak küçük
ve orta sermaye kesimlerinin yararlanacaðý bir biçimde deðiþikliðe
uðratýlacaktýr. Bu konuda bilinen yöntem ise, T. Özal’ýn Emlak Bankasý aracýlýðýyla gerçekleþtirdiði “karþýlýksýz kredi” verme yöntemidir.
Diðer bir deyiþle, kamu bankalarýnýn “görev zararlarý” bir kez daha
büyük miktarlara ulaþacaktýr.
Vergi yoluyla yeni kaynak ise, “laik” kesimlerin vergilendirilmesini öne çýkartacaktýr. Özellikle kent küçük-burjuvazisinin T. Özal
döneminde baþlayan ithal mallara dayanan yeni tüketim alýþkanlýklarý
AKP hükümetinin vergi uygulamalarýnýn odak noktasýný oluþturacaktýr. IMF ve Kemal Derviþ’in “üstün gayretleri” ile çýkartýlan ÖTV bu konuda yasal bir zemin oluþturmaktadýr.
Diyebiliriz ki, Tayyip Erdoðan’ýn AKP hükümeti, 1987-89 T. Özal
uygulamalarýnýn ikinci versiyonu olarak ortaya çýkmaktadýr. Fak-FukFon’un yeniden “canlandýrýlmasý” da bu versiyonun birincisinin birebir taklidi olacaðýný göstermektedir. Nitekim AKP’nin ilan ettiði “acil
eylem planý”nda yeralan “15.000 km’lik duble yol yapým çalýþmalarýna ilk altý ayda baþlanacak, Boðaz Demiryolu-Tüp Geçiþi ve Gebze-Halkalý banliyö hattý projeleri gibi yeni projeler devreye sokulacak,
6 ay içinde konut seferberliði baþlatýlacak” sözleri de bu durumu
yansýtmaktadýr. (Anýmsanacaðý gibi, T. Özal’ýn üç büyük “misyonu ve
vizyonu” olmuþtur: Boðaz Köprüsü’nün satýþý ve 3. köprünün yapýlmasý; TEM otoyol inþaatý ve “toplu konut”.)
Doðal olarak T. Özal’ýn bu ikinci versiyonu, birincisi için “medya”da hiç sözü edilmeyen “kaynak” sorunuyla karþý karþýyadýr. Elbet-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
265
KURTULUÞ CEPHESÝ
te ilk anda Özal “vizyonu” ile “yap-iþlet” yöntemi kullanýlacaðý ilan
edilecek ve bu iþler için gerekli finansmanýn ihaleyi alan þirketler
tarafýndan bulunacaðý ilan edilecektir. Ama “vermeden almak Allah’a
mahsus” olduðundan, ekonomide herþeyin bir karþýlýðý bulunmak
zorundadýr. Bu da, dýþ ve iç borçlanmanýn artýrýlmasýndan baþka bir
þey deðildir. Ancak T. Özal’ýn ikinci versiyonu olmak Tayyip Erdoðan
ve þürekasý için fazlaca önemli deðildir. Onlarýn düþüncesine göre,
Menderes, Demirel ve Özal’ýn yaptýklarýnýn kitleler tarafýndan nasýl
algýlandýðý önemlidir. Menderes iktidarýnýn “nispi refah”ý artýrýcý uygulamalarýnýn 1957 kriziyle, Demirel’in tek baþýna iktidarýnýn 1970
devalüasyonu ile ve T. Özal’ýn 200 milyar dolarý aþan iç ve dýþ borçla
sonuçlanmýþ olmasýndan çok, “seçmenler”in gözünde görünüþleri
önem taþýmaktadýr. Bu nedenle, bu uygulamalarla 10 yýllýk bir iktidar
dönemini garantiye alacaklarýný ummaktadýrlar.
Doðal olarak, böylesine garantilenecek on yýllýk bir AKP iktidarýnda, “þer’î” esaslara uygun yasal düzenlemeler yapmanýn, devlet
bürokrasisini “þeriata” uygun hale getirmenin ve “sivil toplumu” “þeriata” uygun bir yapýya dönüþtürmenin olanaklý olacaðý varsayýlmaktadýr. Bu nedenle, bu yönde atýlacak adýmlarýn “aceleye getirilmemesi”, “yumuþak” davranýþlar sergilenmesi ve tepkilerin “tebessümle”
geçiþtirilmesi gündeme gelmektedir.
Bu durumda þu sorular ortaya çýkmaktadýr: “Cumhuriyet Türki- ye’sinde” böylesine “yumuþak” geçiþli ya da Erbakan’ýn deyiþiyle,
“kansýz” bir biçimde þeriatçýlýða geçiþ olanaklý mýdýr? T. Özal’ýn ikinci
versiyonunu ekonomik olarak sergilemenin koþullarý var mýdýr? Ülke
ekonomisi buna dayanabilir mi? Bu uygulamalar karþýsýnda oligarþinin ve emperyalizmin tavrý ne olacaktýr?
Öncelikle unutulmamasý gereken, Kemal Derviþ’in iddiasýnýn
ak- sine, ekonomi ile politika birbirinden ayrýlmaz bir bütün oluþtururlar. Ekonomi-politika ya da politik ekonomi, devlete ve devlet çerçevesi içinde yaþayan tüm ulusa ait bir kavramdýr. Bu nedenle, AKP
olayýnýn politik (þeriatçý) yaný ile ekonomik yaný bir bütün oluþturmaktadýr. Küçük ve orta sermaye kesimlerinin temsilcisi olarak atacaðý her adým, küçük ve orta burjuvazinin AKP’ye verdiði desteðin
sürmesine hizmet edecektir. Parlamentoda bir baþka sað partinin
mevcut bulunmayýþý, ister istemez küçük ve orta burjuvazinin parçalan- mýþlýðýnýn ikinci plana itileceði bir siyasal durum yaratmýþtýr. Bir
dönem için, küçük ve orta sermaye kesimlerinin bölünmüþlüðünden
beslenen siyasal engeller AKP’nin karþýsýna çýkmayacaktýr. Ama en
büyük sorun da burada yatmaktadýr.
Küçük ve orta sermaye kesimleri (özellikle tekelleþememiþ
sa- nayi ve ticaret sermayesi) homojen bir bütün oluþturmadýklarý
için, deðiþik sektörlerde deðiþik iliþkiler içindedirler. Her kesimin üretim alaný, ayný zamanda ihtiyaç duyduklarý talebi belirlemektedir.
266
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Örneðin konfeksiyon sektöründe büyük bir alým gücüne sahip olan
kent küçük-burjuvazisine yönelik üretim yapan kesimlerin çýkarlarý
ile “gelir düzeyi düþük” kesimlere yönelik üretim yapan kesimlerin
çýkarlarý belli bir yerden sonra birbiriyle çatýþmak durumundadýr. Türbanla baþlayan tesettür ile biçimlenen “þeriatçý” konfeksiyon üretimi
ile “çaðdaþ, batý modasýna” uygun konfeksiyon üretimi uzun bir süre
bir arada varolamaz. Her sermaye gibi, bu kesimlerde faaliyet gösteren sermaye de sürekli büyümek eðilimindedir. Bu ise pazarýn geniþlemesi demektir. Birinin pazarýndaki geniþleme (þeriat esaslarýna uygun
tüketim mallarý üretimi), diðerinin pazarýnýn (batý tarzý) daralmasý
pahasýna gerçekleþtirilebilir. Böylece þeriatçý-laikçi ayrýþmasý, küçük
ve orta sermaye kesimlerinin ayrýþmasýný da beraberinde getirir.
Diðer yandan yapýmýna hýzla baþlayacaklarýný ilan ettikleri
15.000 kilometrelik “duble yol”, TEM’in dýþýnda kalan illere yönelik
olacak ve bu illeri daha fazla iç pazara açacaktýr. Kütahya’dan Erzurum’a, Samsun’dan Rize’ye uzanan “duble yol”, buradaki geleneksel
mallar üreten kesimlerin iç pazardan daha fazla pay almalarýna neden olurken, ayný pazarda faaliyet gösteren bir baþkasýnýn pazar yitirmesine neden olacaktýr. Öyle ki, bugün için belli oranda iç pazarda
yer bulan Konya ve Kayseri küçük ve orta sermayesi bu geliþmeden
en fazla zarar görecek kesimi oluþturmaktadýr. “Laik” kent küçükburjuvazisine yönelik üretim yapan kesimlerin devreden çýkartýlmasýyla ortaya çýkacaðý düþünülebilecek pazarýn her kesime de yeterli olacaðý varsayýlsa bile, “laik” kent küçük-burjuvazisinin bu kesimlerin
ürünlerine talepte bulunup bulunmayacaðý belirsizdir. Dolayýsýyla belirsiz ve muðlak bir pazar için yatýrým yapacak bir sermaye bulmak
da, o derece hayalidir. Doðal olarak, her sermaye gibi, bu sermaye
kesimleri de fiilen varolan pazar için ve bu pazardaki talebe uygun
olarak yatýrým ve üretim yapmak durumundadýr. Bu nedenle, bir
yandan pazarda aþýrý-üretim ortaya çýkacak, diðer yandan ise kendi
aralarýnda rekabet savaþý baþ gösterecektir. Bugüne kadar, oligarþinin
ve emperyalist ülkelerin tüketim mallarýnýn rekabeti ile yüzyüze olan
bu kesimler, geliþmeye baðlý olarak kendi içlerinde çatýþmaya girmek durumunda kalacaklardýr. Kitlelerin tüketimi asgariye indirilemediði ve belli bir düzeyde sürekli ve sabit hale getirilemediði sürece,
bu rekabet AKP’nin parçalanmasýyla eþ sonuçlar üretecektir.
Tekelleþememiþ ya da son kriz nedeniyle iflas etmiþ yahut
iflas eþiðine gelmiþ sanayi ve ticaret sermayesi ise, geleneksel mallar
üreten küçük ve orta sermaye kesimlerinden farklý olarak, iþbirlikçi
tekelci burjuvazinin üretim alanlarýna el atmaksýzýn varolamayacaktýr. Otomotivden beyaz eþyaya kadar, aðýrlýklý olarak kent küçük-burjuvazisinin tükettiði mallar üretimindeki tekelleþme çabalarý, bir yandan siyasal iktidarýn desteðini gerekli kýlarken, diðer yandan kent küçük-burjuvazisinin tüketim gücünün varlýðýný ve sürekliliðini gerekli
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
267
KURTULUÞ CEPHESÝ
kýlar. Dolayýsýyla kent küçük-burjuvazisinin tüketimini “þeriat” esaslarýna uygun hale getirecek her uygulama, bu tekelleþememiþ burjuvazinin çýkarlarýna ters düþecektir. Bugün tekelci burjuvazinin içinde
yer alan, ancak son ekonomik krizle iflas etme noktasýna gelmiþ
olan Karamehmet’in (Çukurova Holding) AKP’ye verdiði “medyatik”
destek ile Turkcell’in tüketicisi kitle arasýnda açýk bir çeliþki bulunmaktadýr. Bunun anlamý ise, Karamehmet’in AKP iktidarýnýn “acil
eylem planý” çerçevesinde yapacaklarýyla elde etmeyi umduklarý,
onlarýn “medyatik” desteðinin sýnýrýný belirlemektedir. (Bu da, bilineceði gibi, Pamukbank’a el konulmasýyla ilgilidir.)
“Þeriatçý” ya da “islamcý” olarak adlandýrýlan tekelleþememiþ
sermaye kesimlerinin bir simgesi durumunda bulunan Ülker grubunun AKP’ye verdikleri açýk destek gözönüne alýnýrsa, bu dönemde
Ülker’in tekelleþme hayallerinin gerçekleþeceðinden söz etmek olanaklýdýr. Þüphesiz Ülker’in tekelleþmesi, ayný sektörde faaliyet gösteren
tekellerin güç kaybetmesi ve hatta piyasadan çekilmesi anlamýna
gelecektir. Bu açýdan, Ülker’in tekelleþmesi, somutta Nestle’den Milka’ya kadar çokuluslu tekellerin pazar yitirmesi demektir. Nestle’nin
Ýsviçre, Milka’ nýn Alman tekeli olduklarý gözönüne alýndýðýnda,
çatýþmanýn ulusal ölçekte deðil, uluslararasý ölçekte sonuçlar ortaya
çýkartacaðý hemen görülecektir.* Diðer yandan ise, Ülker’in bu sektörde tekel haline gelebilmesinin yolu, Nestle’nin ürettiði tüm ürünlerde pazarý ele geçirmesine baðlýdýr. Bu da, Nestcafe’nin “Ülkercafe”
lehine piyasadan çekilmesini öngerektirir.
Bu iliþki ve çeliþkiler içinde oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýflar arasýndaki ayrýþma ve bölünmelerin 3 Kasým seçimlerinde AKP
etra- fýnda birleþme yönündeki geliþiminin sürdürülebilinirliði de oldukça zordur. Özellikle tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin “þeriatçýlýk” temelinde sürdürdükleri siyasal iliþkileri, hem ekonomik, hem ideolojik açýdan hýzlý bir ayrýþma dinamiðine sahiptir. Al
Baraka Türk, Faisal Finans ve Asya Finans gibi “faizsiz bankacýlýk”
adý altýnda baþlatýlan bankacýlýk iliþkilerinin baþlangýçta yarattýðý “birlik”, 2001 kriziyle birlikte “ayrýþmaya” yerini býrakmýþtýr.
Yasal olarak “özel finans kurumu” olarak tanýmlanan, “faizsiz
bankacýlýk” yaptýklarýný söyleyen þeriatçý kesimlerin finans kuruluþlarý,
Albaraka Türk Özel Finans Kurumu A.Þ. (1985), Faisal Finans Kurumu A.Þ. (1985), Kuveyt Türk Evkaf Finans Kurumu A.Þ. (1989), Anadolu Finans Kurumu A.Þ. (1991), Ýhlas Finans Kurumu A.Þ. (1995) ve
Asya Finans Kurumu A.Þ.’dir (1996).
Kamuoyu tarafýndan çok fazla bilinmeyen bu “ayrýþma”, Faisal Finans’ýn 1998 yýlýnda Kombassan Holding’e “dolaylý” olarak satýþý
* Bu konuda Nestle ile Ülker arasýnda baþlayan “benim çikolatamda daha fazla
süt var” üzerinde yükselen reklam savaþý ilk haberci durumundadýr.
268
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
ile baþlamýþtýr.
Kombassan Holding’in “yasal nedenlerle” bankacýlýk yapamayacaðý açýða çýktýktan sonra Faisal Finans hisseleri Sabri Ülker’e ait
Ýsviçre’deki Olfo SA aracýlýðýyla satýn alýnmýþ ve adý Family Finans
olarak deðiþtirilmiþtir. Bu iþlemler BDDK’ya yanlýþ bilgi verilerek AKP
’nin Maliye Bakaný Kemal Unakýtan tarafýndan gerçekleþtirilmiþtir.*
“Özel finans kuruluþlarý”ndan bir diðeri olan Asya Finans 1996
yýlýnda kurulmuþtur. Yönetim kurulu baþkaný Ýhsan Kalkavan olmakla birlikte, asýl sahipleri Fettullah Gülen ve Selçuk ve Faruk Berksan’dýr.
Berksan kardeþler Asým Ülker’in çocuklarýdýr. Asým Ülker,
kardeþi Sabri Ülker’le birlikte Ülker þirketinin kurucusudur. Soyadýný
1953 yýlýnda Berksan olarak deðiþtirmiþtir. Ülker kardeþlerin yollarý
1987 yýlýnda ayrýlmýþ ve Asým Ülker Berksan Kar Þirketler Grubu’nu
kur-muþtur.**
Asya Finans’ýn diðer kurucularý ise, M. Emin Hasýrcýlar (ÝGS’nin
kurucusu, Hasýrcýlar Tekstil), Mustafa Kavurmacý (Aydýnlý Giyim), O.
Gürbüz Özkara (Ýzmir, Türki cumhuriyetlere ihracat yapar), Tahsin
Tekoðlu (tekstilci, Türkmenistan’da fabrikasý var), A. Rýza Tanrýseven
(sinemacý), Beyhan Nakipoðlu (Beca Holding), Turgut Aydýn (Aydýn
Örme), Hüseyin Döðme (Londra Camping ve TIR þirketi sahibi), Sadýk Piþen (plastik sanayi), Naci Altýnbüken’dir (sarraf).
“Yerli malý” þeriatçý finans kuruluþlarýnýn en çok bilineni ise
Ýhlas Holdign’e aittir (Ýhlas Finans).
Bu üç “yerli malý” þeriatçý finans kuruluþunun da içinde yer
aldýðý “özel finans kuruluþlarý”nýn ellerinde tuttuklarý mevduat miktarý 550.000 hesapta 2 milyar dolar civarýndadýr. Asli iþlevleri “islamcý
sermaye” olarak “medya”da tanýmlanan kesimlere düþük faizli kredi temin etmektir. Üç “yerli malý” finans kuruluþunun kendilerine ait
“medya”larý bulunmaktadýr. Ülker grubunun denetimindeki Faisal
Finans (Family Finans) Kanal 7 ve Yeni Þafak, Ýhlas TGRT ve Türkiye
gazetesi, Asya Finans Samanyolu Tv ve Zaman gazetesi yoluyla ken* Tüm “çaðdaþ” (kravatlý, takým elbiseli) görünümlerine raðmen, yaptýklarý iþin
niteliðini çok iyi bilmektedirler. 14 Nisan 2002 günlü Yeni Þafak gazetesinde Family
Finans Genel Müdürü Can Akýn Çaðlar, “meslek dýþýnda yapmak isteyip de yapamadýðýnýz þeyler var mý?” þeklindeki soruyu þöyle yanýtlamaktadýr:
“Ýstediðim iki þey vardý. Birincisi Boðaz’da içkisiz bir balýk lokantasý. Ben yapamadým ama þu anda bir sürü var.
Ýkincisi muhafazakar eðilimli insanlarýn bütün gününü orada geçirebileceði, içerisinde spor tesisi, yüzme havuzlarý, eðlence merkezleri falan olan, üyelikleri olan ve
sadece üyelerin girebileceði bir kompleks, büyük bir klüp kurmak.
Enka gibi böyle tesisler var ama muhafazakar kesime hitap eden bir yer yok.”
** Asým Ülker Berksan’ýn Kar Þirketler Grubu bünyesinde þu þirketler bulunmaktadýr: Kar Yatýrým, Arcon, Kar Gýda, Kafeda, Bolpat, Kar Et, Kar Gene, Fatih, Kar
Tarým, Kar Yapý, Umde, Çamlýca Ýnþaat, Novaplast, Sing Mavi Boru, Altair, Topair, Top
Service, Hezarfen, Kar Metal, Karberk, Kar Paket, Kar Poligon, Force, Atlas Air, Mavi
Ay, Karlink, Mavi Boru, SBF, Bisco, Karimpex, Kar Sing, Çamlýca Vakfý.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
269
KURTULUÞ CEPHESÝ
di “medya”larýna sahiptirler. Bu yönüyle, bu üç finans kuruluþu (“islamcý banka”) tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin kendi
içlerindeki alt birlikleri ifade etmektedirler. Ancak gerek finansman
için kullandýklarý yöntem (“faizsiz bankacýlýk”), gerek finanse ettikleri þirketlerin faaliyet alanlarý ortak ve ayný olduðundan, oligarþi ile
olan çeliþkileri yanýnda kendi iç çeliþkileri de aðýr basmaktadýr. Kendi iç çeliþkileri, bir yandan tarikat ayrýlýklarý olarak “ideolojik” niteliklere sahip iken, diðer yandan benzer üretim alanlarýnda faaliyet
yürütmelerinden doðan “ekonomik” niteliklere sahiptir. Örneðin, bugün için birlikte hareket eden Ülker ile Saray grubu gýda sektöründe,
aðýrlýklý olarak da bisküvi vb. alanlarýnda faaliyet yürütmektedirler.
Öte yandan birisi Nakþibent tarikatýndan iken, diðeri Nurcu’dur.
Tekelleþememiþ ve tekelleþmenin yolunu MNP’den AKP’ye
kadar uzanan “þeriatçý” siyasal güç ile saðlayacaklarýný düþünen sanayi ve ticaret burjuvazisinin iç çeliþkileri MÜSÝAD içindeki çatýþmalarda da görünür hale gelmiþtir. MÜSÝAD içinde yaþanan çatýþmalar
yanýnda TOBB içinde zaman zaman ortaya çýkan farklýlýklar, uzun
yýllar iþbirlikçi tekelci burjuvazinin bu kesimlerle yaþadýklarýndan farklý deðildir. Aradaki fark, geçmiþte feodal ve yarý-feodal kesimlerle
ittifak kuran iþbirlikçi tekelci burjuvazinin yerini tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin almýþ olmasýdýr. Ama iþbirlikçi tekelci
burjuvazi, baþtan emperyalizmle bütünleþmiþ olarak doðduðundan,
bu ittifakta kendi içinde belli bir homojenlik oluþturabilmiþken, ayný
durum diðerleri için mevcut deðildir. Dolayýsýyla birarada tutulmasý
ve yönetilmesi neredeyse olanaksýz olan bir iliþki ve çeliþki sözkonusudur.
Tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisinin oligarþi dýþýndaki sömürücü sýnýf ve tabakalarýn “öncülüðünü” yapabilmesi ve kendi önderliði altýnda bir “milli burjuva bloku” oluþturabilmesi, iç dinamiðin ürünü olarak açýklanabilse bile, bu kesim “milli burjuva” özelliklerine sahip deðildir. “Ülkedeki mevcut kapitalist iliþkiler ve burjuvazi, emperyalist-kapitalist iliþkilerle karþýlaþtýktan ve ona tarihi bir
süreç içinde tabi olduktan sonra, ilerici niteliðini yitirmiþ ve üretici
güçleri engeller bir niteliðe bürünerek, iç dinamiðin hareketine karþý
olmaya baþlamýþtýr”.* Dolayýsýyla, ülkemizde iç dinamiðin taþýyýcýsý
ve sürdürücüsü sýnýf proletaryadýr. Bu yüzden, tekelleþememiþ burjuvazinin her giriþimi, kendisini tekelleþtirmek ve bu amaç için emperyalizmin iþbirlikçisi olmak yönündeki hareketinden baþka bir anlama gelmemektedir.
Bugün tekelleþememiþ sanayi ve ticaret burjuvazisi için fazlaca seçenek bulunmamaktadýr. Ya mevcut iþbirlikçi tekelci burjuva
kesimleri bir yana iterek onlarýn yerine geçecektir, ya da onlarýn
* Ýlker Akman, Mevcut Durum ve Devrimci Taktiðimiz.
270
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
yönetimi altýnda “dýþ pazarlara” açýlacaktýr.
Birinci seçenek, mevcut iþbirlikçi tekelci burjuvazinin önemli
bir bölümünün tasfiyesine neden olacak büyük bir ekonomik kriz
ortaya çýkmadýðý sürece olanaksýzdýr. Ki böyle bir ekonomik kriz
koþulla- rýnda tekelleþememiþ burjuvazinin ayakta kalabilmesi ise
hiç mümkün deðildir.
Ýkinci seçenek ise, 1995’de RP’ye ve 1999’da MHP’ye baðlanan “umutlarýn” aynýsýdýr. RP’nin “islam ülkeleri”ne yönelik ihracatý
artýracaðý beklentisi ile 1999 seçimlerinde MHP’nin Türki cumhuriyetlerin iç pazarlarýný ele geçirmeyi saðlayacaðý beklentisi “dýþ pazarlara açýlma”dan baþka bir yolun kalmadýðýný göstermiþtir. Ancak
emper-yalist ülkelerde ortaya çýkan aþýrý-üretim buhraný ve buna baðlý olarak dünya ticaretindeki büyük düþüþ, “dýþ pazarlar”da yer bulmanýn sanýldýðý kadar kolay olmadýðýný göstermektedir. Diðer yandan,
emperyalist ülkelerin eski teknoloji ürünleriyle yapýlan üretim maliyetleri, iþgücünün görece ucuzluðuna raðmen, yeterli “rekabet” olanaðý yaratmamaktadýr. Bu yüzden, “þeriat ekonomisi”, kaçýnýlmaz
olarak bir re-export ekonomi olmaz durumundadýr. 1990 sonrasýnda Anadolu’da baþ gösteren “serbest bölge” olma giriþimleri ve istekleri, “Anadolu kaplanlarý”nýn Güney Kore modeli bir yol izlenmesi
talebini ifade etmektedir. Küçük ve organize sanayi bölgelerinde faaliyet yürüttükleri için “serbest bölge” ilan edilmesiyle herþeyin düzeleceðini beklemektedirler. Vergisiz ve sendikasýz “serbest bölgeler”
den yapýlacak ihracat, ayný zamanda iç pazardaki tekelci burjuvazinin egemenliðine zarar vermeyeceði için daha “uyumlu” bir çözüm
olarak ortaya çýkmaktadýr. Tayyip Erdoðan’ýn “Avrupa seferi” böylesi
bir re-export ekonomi için bir arayýþ olarak da görünmektedir. Türkiye’nin “stratejik ve coðrafi konumu”, “Avrupa ile Asya arasýnda
köprü” oluþu konusunda bitmez tükenmez demeçlerin gerçekliði de
burada bulunmaktadýr.
Bu kesimlerin göremedikleri ve anlamak istemedikleri ise,
dünya pazarlarýnýn emperyalist ülkeler tarafýndan paylaþýlmýþ olduðudur. Aþýrý-üretim buhraný koþullarýnda bu pazarlarda yer bulmak ise
tümüyle olanaksýzdýr. Bu nedenle, re-export ekonomi arayýþý, emperyalist ülkelerin yenilenmesi zorunlu hale gelmiþ olan makinelerinin alýcýsý (ithalatçýsý) olmaktan öteye geçmeyecektir. Bu kesimler
için AKP hükümetinin yapacaðý tek þey, “faaliyet dýþý kârlar”ýný artýrýcý yollar bulmaktan ibarettir.
“Genel olarak, devlet kredisinin oynaklýðý, devlet sýrlarýný bilmek, bankacýlara olduðu gibi onlarýn meclislerdeki ve tahttaki yandaþlarýna da, devlet tahvillerinin geçerli fiyatýnda görülmemiþ ve ani
dalgalanmalar yaratma olanaðýný”* verir. AKP’nin kullanabileceði
* Marks, Fransa’da Sýnýf Savaþýmlarý (1848-50), Seçme Yapýtlar, Cilt: I, s. 251.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
271
KURTULUÞ CEPHESÝ
tek “kaynak” da budur. Ve her zaman olduðu gibi, bu “dalgalanmalarýn deðiþmez, sürekli sonucu, ancak bir küçük sermayedarlar yýðýnýnýn yýkýmý ve büyük spekülatörlerin akýl almaz bir hýzla zenginleþmesi”dir.
272
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Stratejik
Ortaklýk
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 73, Kasým-Aralýk 2002
“Gazetelerde de okuduðunuz gibi ABD Irak için bizden asker istiyor. Bu bir tek þeyi gösteriyor: Türkiye’de
yönetim gayet iyi durumdadýr. Türkiye, Amerika ile stratejik ortaklýðýný gayet ileri götürmektedir. Öfkeyle kalkýp
zararla oturulmamýþtýr.” (Tayyip Erdoðan, Baþbakan)
“ABD-Türkiye stratejik ortaklýðý” konusu, Amerikan emperyalizminin Irak saldýrýsý öncesinde baþlayan, 1 Mart günü “tezkere”nin
TBMM’de kabul edilmemesiyle ön plana geçen ve yeniden Irak’a
“Türk askeri” gönderilmesi tartýþmalarýyla bir kez daha gündeme
getirilmiþtir. Özellikle dýþiþleri bakaný Abdullah Gül’ün son ABD “ziyareti” öncesinde baþlatýlan “ABD Irak’ta zor durumda, bizden asker
istiyor” propagandasýyla birlikte “stratejik ortaklýk sürüyor” ve “gayet
ileri götürülmektedir” söylemleri “medya”da sürekli iþlenir olmuþtur.
ABD Savunma Bakaný Donald Rumsfeld’in Tayyip Erdoðan’a
gönderdiði mektubun açýklanan metninde “Kore Savaþý’nýn zor günlerinden bu yana, yarým asýrdýr, bizimle omuz omuza duran Türk Ordusu’nun cesaret ve onuru”ndan sözettikten sonra, “Türkiye ile ABD
arasýndaki stratejik ortaklýk, bu olayla ortadan kalkmayacak kadar
saðlýklý ve çok önemlidir. Aramýzdaki baðlarýn güçlendirilmesini istiyorum. Biliyorum ki, ittifak ve büyük uluslarýmýz daha uzun yýllar
bunun meyvelerini toplayacak.” diye yazýlý olmasý, Amerikan emperyalizmiyle “stratejik ortak” olunmasýnýn ve bu “stratejik ortaklýðýn gereklerinin yapýlmasý”nýn savunucularýný sevindirmiþtir.
Sözcüðün tam anlamýyla “stratejik ortaklýk”, Amerikan emperyalizminin iþbirlikçiliðinin yeni bir söylemi ve iþbirlikçiliði gizleme-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
273
KURTULUÞ CEPHESÝ
nin yeni adýdýr.
Tarihsel olarak bilinen, deðiþik olaylarda kullanýlmýþ ve olaylarý anlamayý saðlayan kavramlarýn içeriklerinin boþaltýlmasý ve yerlerine içeriði olmayan, boþ sözcüklerin geçirilmesi yoluyla, insanlarýn
geliþen olaylarýn gerçek niteliðini kavramalarýný engellemeyi amaçlayan propaganda yöntemi burada bir kez daha karþýmýza çýkmaktadýr.
Daha düne kadar hiç duyulmamýþ, kullanýlmamýþ ve süreç
içinde ne anlama geldiði bilinmeyen “stratejik ortaklýk” gibi bir kavramýn ortalýða atýlmasýyla saðlanmak istenen, insanlarýn ne olduðunu
bilemedikleri, tarihsel süreçte sonuçlarýný görmedikleri bir “geliþme”
ya da “olay” karþýsýnda olduklarý kanýsýný oluþturmaktýr. Doðal olarak
böyle bir kaný sahibi olan insanlarýn önemli bir bölümünün “olay”ýn
yeni olduðunu, dolayýsýyla “sonuçlarýnýn bilinemeyeceði” düþüncesine ulaþacaklarý hesaplanmýþtýr.
Emperyalizmin iþbirlikçisi olmanýn ne anlama geldiðini yaþayarak öðrenmiþ kitlelerin, yeni ve içeriksiz “stratejik ortaklýk” söylemi
karþýsýnda þaþkýnlýða düþmeleri çok doðaldýr.
Ancak burada “stratejik ortaklýk” söyleminden en çok etkilenen ve perspektif yitimine uðrayan kesim ise, küçük-burjuva aydýnlarýnýn eski “sol” kanadýdýr. Özellikle Marksist-Leninist yazýndan öðrendikleri birkaç bilgi kýrýntýsýyla “strateji” ve “taktik” konusunda belli bir
bilgiye ve bakýþ açýsýna sahip olduðunu sanan bu kesim þaþkýn durumdadýr.
Türkiye’nin “stratejik önemi”nden “stratejik bombardýman
uçaðý”na (B-52) kadar her konuda bilgi ve bakýþ açýsý sahibi olduðunu sanan bu “sol” kanat küçük-burjuva aydýnlarý, “stratejik ortaklýk”ýn
Amerikan emperyalizminin askeri saldýrganlýðýnýn bir parçasý olmak
anlamýna geldiðini hissetmektedirler. Ve hatta bazýlarý bunu açýkça
da ifade etmektedirler. Ancak T. Özal’la birlikte edindikleri “ticaret
ve pazarlama þirketi” bakýþ açýsýyla, ülkenin “stratejik önemi”nin nasýl kullanýlacaðý konusunda bir fikre sahip deðillerdir. Bu nedenle,
“stratejik ortaklýk” söylemine karþý yaptýklarý en temel itiraz, ABDTürkiye iliþkilerinin böylesi bir “ortaklýk”ýn gerektirdiði “eþit ve adil” bir
iliþkiye dayanmadýðýdýr.
Bu düþünce, Erbakan’ýn “çoluk-çocuk” dediði AKP kurucu ve
yönetici kesimi tarafýndan da paylaþýlmaktadýr.
1 Mart “tezkere krizi” sonrasýnda ABD ile Türkiye arasýndaki
“bozulan iliþkilerin yeniden düzeltilmesi gerekliliði” söyleminin yaygýnlaþmasýnýn ardýnda yatan da bu düþüncedir. Ancak “küçük bir pürüz” varlýðýný sürdürmektedir: Bir taraf “stratejik ortaklýk”tan söz ederken, diðer taraf bu sözcükleri aðzýna bile almamaktadýr. Öyle ki,
“medya”nýn sevdiði tanýmlamayla, Stratejik ve Uluslararasý Etütler
Merkezi (CSIS) Türkiye projesi direktörü Bülent Aliriza, Amerikan
274
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
yönetiminin üst düzey bir yetkilisinin kendisine, ’’Þu anda Türkiye ile
ABD arasýnda stratejik ortaklýk yoktur’’ dediði söyleyerek, bu durumu “teyid” etmiþtir.
Bu haberlere karþýn, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoðan, bulduklarý her fýrsatta, Türkiye’nin ABD’nin “stratejik ortaðý” olduðunu
söyleyerek, kamuoyunda oluþan “karamsar havayý” daðýtmaya çalýþýrlarken, amaçlarýný Türkiye’nin “stratejik önemi”ne uygun bir “stratejik ortaklýk” elde etmek olarak sunmaktadýrlar.
Ýþte bu dönemde Amerikan emperyalizminin “yeni asker talebi”, eski Amerikan büyükelçisi Robert Pearson’un ifadesiyle, Irak’
taki “istikrarsýz bölge”de iþgal gücü olarak görev yapacak asker talebiyle birlikte “Amerika ile iliþkilerin geliþtiði”nin kanýtý olarak da bu
“stratejik ortaklýk”ýn ABD “yetkilileri” tarafýndan “telâffuz” edilmesi
gösterilmeye baþlanmýþtýr.
Bir gazete haberinde þöyle söylenmektedir:
“Stratejik ortaklýk sadece bir jest
Dýþiþleri Müsteþarý Uður Ziyal’in Washington ziyaretinde kendisine gösterilen ilgi ve Türkiye için uzun süredir ilk
kez ‘stratejik müttefik’ ve ‘stratejik ortak’ ifadelerinin kullanýlmasý, Bush hükümetinin Türkiye’ye kýzgýnlýðýnýn ve güvensizliðinin geçtiðini mi gösteriyor? Çoðu gözlemcinin bu
soruya verdiði cevap, ‘hayýr’. Yönetime yakýn kaynaklara
göre, ‘stratejik ittifak ve ortaklýk’ laflarý Türkiye’ de hayli
yüksek beklentiler bulunan bir geziden Ziyal’i eli boþ göndermemek için yapýlmýþ bir diplomatik jest.”
Ve Abdullah Gül’ün kendisini davet ettirdiði son ABD “ziyareti”nde ayný diplomatik jestler devam etmiþtir.
Görüldüðü gibi, ortalýkta dolaþtýrýlan “stratejik ortaklýk” sözünden, herkes bir baþka þey anlamaktadýr. Ancak bilinen tek þey, Amerikan emperyalizminin “stratejik ortaklýk” kavramýna “sýcak” bakmadýðýdýr.
Kurtuluþ Cephesi’nin geçen sayýsýnda* belirtildiði gibi, Amerikan emperyalizmi “stratejik ittifak konsepti”ni çok uzun zaman
önce terk etmiþtir. NATO’nun “geniþlemesi” görünümü altýnda eski
yapýsýnýn ortadan kaldýrýlmasý, Amerikan emperyalizminin “ittifak”
iliþkilerini bir yana býrakmasýnýn en açýk örneðidir.
Bugün Amerikan emperyalizminin benimsediði “konsept”i
ABD Army War College’in eski komutanlarýndan Robert H. Scales
þöyle ifade etmektedir:
“Ýttifaklar, çoðu zaman uluslar arasýndaki kültürel bað
ve karþýlýklý çýkarlar üzerine kurulu resmi mutabakatlardýr
* Kurtuluþ Cephesi, “Amerikan Emperyalizminin Sopalarý ve Sopacýlarý”, Sayý: 73,
s. 25, Mayýs-Haziran 2003.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
275
KURTULUÞ CEPHESÝ
ve uzun vadeli bir tehdide karþý ve kapsamlý bir savunma
mekanizmasý saðlamak için yaratýlmýþlardýr. Buna karþýn,
koalisyonlar geçicidir, belirli tehditlere karþý ortaya çýkarlar
ve koalisyonun maksadý tahakkuk edince daðýlýrlar. Koalisyonlar karakter itibariyle politik olarak zayýftýrlar ve ihtiyaç dýþýnda geliþirler, düzenli iliþkilerin yaþandýðý tarihi
iliþkiler olmaksýzýn da milletleri birleþtirirler.
Yeni ve geliþmiþ teknoloji teknikleri her ne kadar koalisyon ortaklarý ve 21. yy komutanlarý arasýndaki iletiþimi
tam anlamýyla saðlasa da, koalisyon çabalarý, teknik yetersizlikler, yabancý dil zorluklarý, kültürel asimetriler, tarihi ve
jeopolitik konularýn önemsenmemesi yüzünden baþarýsýzlýða uðrayabilmektedir. Baþarýlý koalisyonun ilacý teknoloji
deðil, koalisyon ortaklarý arasýnda kurulan iletiþim ve saðlanan ‘güven’dir...
Gelecek koalisyonlar, Amerikan liderlerinin baþarýya
ulaþmada, süregelen stratejik sonuçlara ulaþma gibi deðerlerini benimseyeceklerdir. Birçok örnekte görüldüðü
gibi, askeri koalisyonlara duyulan ihtiyaç her zamankinden daha çok olacaktýr. Çünkü koalisyon harbi, uzun vadeli ve stratejik çözümlerin tek yoludur.”* (abç)
Bu konsept, Sovyetler Birliði’nin daðýtýlmýþlýðýnýn, emperyalizme karþý sosyalist sistemin “sürekli bir tehdit” unsuru olmaktan çýkartýlmasýnýn, yani “komünist tehdit”in uzun süreli ittifaklarýn ortak
paydasý olmaktan çýkartýlmasýnýn bir sonucudur.
Ancak, tüm söylemlerde görmezlikten gelinen en temel nokta ise, “stratejik ortaklýk” ya da “stratejik ittifak” kavramlarýnýn tümüyle askeri nitelikte olduðudur. Bugün ülkemizde yaratýlan kargaþanýn ve belirsizliðin temel nedeni de, “stratejik ortaklýk”ýn bu askeri
niteliðidir.
Bugün Genelkurmay’dan Dýþiþlerine kadar tüm oligarþik yönetimin devlet kurumlarýnýn bildiði gerçek, “stratejik ortaklýk”ýn askeri nitelikte olduðudur. Ancak “ittifak”ýn taraflarý bugün için ortak
bir askeri hedef sahibi deðillerdir. Sorun da buradan çýkmaktadýr.
Düne kadar “komünist tehdit” ya da Sovyetler Birliði, “taraflar”ýn ortak askeri hedefi olarak var iken, bugün bu mevcut deðildir.
Amerikan emperyalizminin askeri saldýrýlarýnda ifadesini bulan askeri hedeflerle oligarþik yönetimin askeri hedefleri çakýþmamaktadýr.
Bunun doðal sonucu olarak, Amerikan emperyalizminin askeri hedeflerine yönelik bir “koalisyon gücü” olunmasý için “baþka nedenler” gerekli hale gelmiþtir. Ve herkesin bildiði gibi, bu “baþka nedenler”
parasaldýr, ekonomiktir. Amerikan emperyalizmi ile yapýlan tüm görüþ* Robert H. Scales, Future Warfare, s. 191-203.
276
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
melerin ve pazarlýklarýn ticaret, kredi, ihale vb. ile baþlamasýnýn gerçekliði de buradadýr. Bu da, Amerikanýn paralý askeri olma çabasýný ifade etmektedir.
Tüm bunlar, Amerikan emperyalizmi ile iþbirlikçi burjuvazinin
kendi iç sorunlarýdýr. Ýþbirlikçi burjuvazi, gerek Sovyetler Birliði’nin
varolduðu, gerekse daðýtýlmýþlýðý koþullarýnda baþlayan “globalizm”
propagandasý döneminde, kendi konumunu ve iþbirlikçiliðinin sýnýrlarýný bilecek durumdayken, bugün bu durumda deðildir. Bunun sonucu olarak, oligarþik yönetim (sivil ve asker devlet aygýtý) tam bir belirsizlik içine girmiþtir. “Medya” nýn “politikasýzlýk”, “vizyonsuzluk” olarak ifade ettiði bu durum, Amerikan emperyalizminin dünya çapýnda
saldýrganlýðýný artýrmasýyla birlikte büyümüþtür.
TÜSÝAD baþkaný Tuncay Özilhan 26 Mart günü Ceylan Otel’de
yaptýðý konuþmada bu belirsizliði þöyle ifade etmiþtir:
“Türkiye’nin yerleþik siyasi yönetim anlayýþý, zaman zaman kapalý bir toplumun siyaset, ekonomi ve dýþ politika
anlayýþýnýn etkisi altýna girmektedir. Bu anlayýþ, yüzyýlýmýzýn gereklerine uygun bir ulusal çýkar tarifi yapmak yerine,
geçen yüzyýlýn anýlarýyla beslenen bir ulusçuluðu rehber
edinebilmektedir. Tarihsel nedenlerle iç tehditlere odaklanan bir ulusal güvenlik anlayýþý yüzünden, uluslararasý
krizleri okumakta zorluk çekebilmektedir. Ülke içi iktidar
dengelerine, dünya dengelerinden daha fazla konsantre
olduðundan, uluslar arasý iliþkilerde gerçekçi çözümler üretmekten uzaklaþabilmektedir.”
Bu durumda, Sakýp Sabancý’nýn “Talih kuþu omuzumuza kondu, biz burada baðýrdýk haykýrdýk, kýþ kýþ kýþ, kuþu uçurttuk” sözlerinde ifade edilen “ekonomik yardým paketi” karþýlýðý Amerikanýn
hizmetine asker verme “konsepti” geliþtirilmiþtir.
Bu “konsept”, kendi ifadeleriyle, “ekonomik yardým” karþýlýðý
diye sunulan paralý askerlikten ibarettir.
Bu “paralý askerlik konsepti”nin en temel sorunu, hiçbir askeri tehdit ve düþmanlýk sözkonusu deðilken, askerlerin ülke dýþýna
gönderilmesinin ve Amerikan emperyalizminin hizmetine verilmesinin halka nasýl kabul ettirileceðidir. Oligarþinin bir kanadý “Dimyat’a
pirince giderken evdeki bulgurdan” olmaktan korkmaktadýr.
Ýþte burada küçük-burjuva aydýnlarý yeniden “silah baþý” yapmak durumundadýrlar. Bu kesim içinde özellikle eski dönemin “sol”
küçük-burjuva aydýnlarýnýn “geçen yüzyýlýn anýlarý”ndan kurtarýlmasý
önem taþýmaktadýr. Bu “kurtarma” iþinde Cengiz Çandar ve M. Ali
Birand “iki silahþör” olarak ön cephede savaþýrken fazlaca inandýrýcý
olamamaktadýrlar. Bu nedenle “cephe”ye yeni ve taze güç sürülmesi gerekmektedir. Ancak ellerinde “yeni ve taze”, “yýpranmamýþ” bir
güç de bulunmamaktadýr. Dolayýsýyla “az kullanýlmýþ”, “az yýpranmýþ”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
277
KURTULUÞ CEPHESÝ
güçlerle yetinmek zorundadýrlar. Ama ellerinde fazlaca aday da yoktur.
Bu durumda AKP’nin iktidar “özlemiþ” ve “büyümek” isteyen
sermaye kesimleri (küçük ve orta sermaye) devreye sokulmak
zorundadýr. Cüneyt Zapsu’da simgeleþen bu yeni “islamcý” kesim,
ABD’den alýnacak paranýn bir kýsmý ile satýn alýnmaya hazýrdýrlar. Bu
kesimler içindeki, 1 Mart’ta “II. tezkere”nin reddedilmesiyle daha
fazla deðer kazandýklarýný düþünenler ile “bu kadarý yeter” diyenler
arasýndaki çeliþki ise fazlaca önemli deðildir.
Ya eski “sol” kanat küçük-burjuva aydýnlarý ne durumda?
Onlar “direnme” kararý almýþ görünmektedirler. Sýnýfsal özellikleri nedeniyle bu “direniþ”i uzun süre sürdürebilme kararlýlýðýna
da sahip deðillerdir. Bu nedenle, emperyalizme karþý yapýlan her silahlý eylemle kendi “direnme” tutumlarýný sürdürmeye çalýþmaktadýrlar. Ancak hiçbir biçimde örgütlü ve zafere doðru ilerleyen bir antiemperyalist devrimci mücadelenin geliþmesini istememektedirler.
Onlarýn tek isteði, kendi tezlerini destekleyecek kadar silahlý eylem
yapýlmasýdýr. Böylece “biz demiþtik” diyebilmeyi ummaktadýrlar.
Bu süreçte, “savaþanlar ve savaþtýranlar”, her zaman olduðu
gibi, tüm “medyatik” olanaklarý kullanarak, her türlü demagojinin,
dezinformasyonun kol gezdiði bir savaþ alaný oluþturacaklardýr. Ne
yaparlarsa yapsýnlar, askeri niteliðinden ayrýlmýþ “stratejik ortaklýk”
gibi içeriksiz ve boþ sözlerle insanlarý ne denli kandýrmaya çalýþýrlarsa
çalýþsýnlar, Amerikan emperyalizminin paralý askeri olunacaðý gerçeðinin üstünü örtemeyeceklerdir.
278
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Necip Fazýl’ýn
“Büyük Doðu”sundan
ABD’nin
“Büyük Ortadoðu”suna
[Tayyip Erdoðan ve
Mehteran Takýmýnýn Amerika Seferi]
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sayý: 77, Ocak-Þubat 2004
Tayyip Erdoðan’ýn 8,5 milyar dolarlýk Baðdat seferi baþarýsýzlýða
uðradýktan sonra çýktýðý ABD seyyahati, Pentagon’un resmi ajaný,
Wolfowitz’in kiþisel uþaðý ve AKP’nin yaðdanlýkçýsý Cengiz Çandar’ýn*
deyiþiyle, “on ikiden olmasa da, on ikiye yakýn bir yerlerden vurarak”, “büyük baþarýyla” tamamlanmýþtýr.
Tayyip Erdoðan’ýn W. Bush’un karþýsýnda “bacak bacak üstü* Murat Yetkin, Radikal’de yayýnlanan “Irak krizinin perde arkasý...” adlý yazý
dizisinde Cengiz Çandar’la ilgili olarak þöyle yazmaktadýr:
“Erdoðan konuþmasýný bitirince Alirýza onu bürosuna davet etti. Erdoðan, Zapsu,
Dýþiþleri Bakaný Yakýþ ile milletvekilleri Egemen Baðýþ ve Ömer Çelik birlikte davete
icabet ettiler. On beþ dakika sonra Fairmont Oteli’ne geçtiler. Onlar Alirýza’nýn yanýndayken Wolfowitz çýkýþa yöneldi. Makam otosuna binerken CSIS’de karþýlaþtýðý bir
Türk gazeteciyi de yanýna davet etti; Wolfowitz, binadan Cengiz Çandar’la ayrýldý.
Çandar, Wolfowitz’e 3 Aralýk yemeðinden aradýklarýný bulup bulmadýklarýný sordu.
Çünkü Wolfowitz’in ertesi gün Ankara’dan ayrýlýrken yaptýðý iyimser açýklamalara
karþýn, ayný sýrada Dýþiþleri Bakanlýðý görüþmelerde üs modernizasyonuna dair bir
anlaþma olmadýðýný ilan ediyordu.
Çandar, þoför ve korumalarý da dikkate alarak, yýllardýr tanýþtýðý güçlü þahine savaþýn ne zaman baþlayacaðýný þifreli bir þekilde sordu: ‘Kokteyl parti ne zaman baþlýyor?’
Wolfowitz ciddiyetle cevap verdi: ‘Ona baþkan karar verir.’
Çandar üsteledi: ‘Tamam da, yine de yaklaþýk bir tarih vardýr.’ ‘Yok,’ diye kestirip
attý Wolfowitz. ‘Kararý baþkan verecek.’ Zaten birkaç blok ötedeki Fairmont Oteli’ne
gelmeden önce bir kýrmýzý ýþýkta Çandar araçtan atladý.”
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
279
KURTULUÞ CEPHESÝ
ne” atýþý, W. Bush’un ceketinin önü ilikliyken ceketinin önünü açmasý, beyazlar içindeki türbanlý karýsýnýn W. Bush’un karýsýna Mevlana þiirleri hediye etmesi, W. Bush’un “alýþýlmadýk biçimde” ve kendi
evinde “davetsiz misafir” olma pahasýna “bayanlarý” “ziyaret” etmesi, Amerika seferinin “medya-magazin” servislerinin en güzide konularý olarak iþlenirken yeni bir diplomasi türü icat edildi. AKP’nin finansatörlerinden Albayraklar’ýn Yeni Þafak gazetesinin ilan ettiði bu yeni
diplomasi, “vücut dili diplomasisi” olarak tarihe geçti.*
Bu magazin haberleri içinde Tayyip Erdoðan’ýn Ýstanbul’da
gerçekleþtirilen intihar eylemleri sonrasýnda büyük uðraþýlarla bulduðu ve “medya” tarafýndan alkýþlanan “dinci terör” tanýmýnýn W.
Bush tarafýndan, “Hayýr, dinci terör olmaz. Dindar insanlar terörist
hareketlere giriþmezler” diyerek tekzip edilmesi de fazlaca önemsenmedi.
Tayyip Erdoðan’ýn, W. Bush’un son “ulusa sesleniþ” konuþmasýnda kullandýðý “Büyük Ortadoðu”nun coðrafi bir sýnýrlamadan çýkartýlarak, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerini de içine alan daha geniþ
çerçeveye oturtulmasý gerektiðini söylemesi de üzerinde fazlaca durulmayan bir “laf” olarak kaldý.
Oysa Tayyip Erdoðan ve Abdullah Gül’ün “üstadý” Necip Fazýl
Kýsakürek’in “Büyük Doðu”sunu bilenler, Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoðu” planlarý karþýsýnda AKP mehteran takýmýnýn
nasýl heyecanlandýðýný kolayca anlayacaklardýr.
Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoðu” planý, en açýk
biçimde, W. Bush’un “ulusal güvenlik danýþmaný” Condoleeza Rice
tarafýndan 2003 yýlýnýn Aðustos baþýnda Washington Post gazetesine
yazdýðý bir makalede yer almýþtýr.
Condoleeza Rice “Ortadoðu’yu Deðiþtirmek” baþlýklý yazýsýnda, 22 devletten oluþan ve 300 milyon nüfusa sahip olan bölgede
“deðiþimin” gerçekleþtirilmesinde Irak iþgalinin kilit öneme sahip olduðunu belirterek þöyle demektedir:
”Irak’ýn özgürleþtirilmesi, bölgeye Ýkinci Dünya Savaþý
sonrasý Avrupa’da yaþananlarla kýyaslanabilecek bir deðiþim
yaþatacak. Büyük çatýþmalarýn bitiminden yaklaþýk 100 gün
sonra Ýsrail ile Filistin arasýnda barýþ adýmý atýldýðýný görebiliyoruz. Deðiþmiþ Irak, nefret duygularýnýn filizlenemeyeceði bir Ortadoðu için anahtar ülke olabilir.”
Yazýsýnda, bölgede daha uzun kalacaklarýný belirten Rice,
* Tayyip Erdoðan’ýn ABD seferiyle ilgili olarak þöylesine abuk-subuk þeyler yazýlmýþtýr:
“Her iki liderin þöminenin önünde otururken el sýkýþmalarý da hafýzalara kazýndý.
Koyu renk takým giyen Bush ve Erdoðan’ýn ceketlerinde ülke bayraklarýnýn armasý
vardý. El sýkýþma esnasýnda Erdoðan’ýn ‘pek yerinden kýpýrdamadýðý’, Bush’un ise kolunu daha fazla uzattýðý görüldü.” (Yeni Þafak, 30 Ocak 2004.)
280
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Fas’tan Basra körfezine kadar olan tüm Ortadoðu ülkelerinde siyasi
ve ekonomik deðiþimler yaþanacaðýný, Saddam Hüseyin rejiminin
son bulmasýnýn, bölgedeki deðiþimi kuvvetlendirdiðini, Arap aydýnlarýnýn, Arap hükümetlerinden eksik olan özgürlük anlayýþýný tanýmlamalarýný istediklerini, yeni bir Arap manifestosundan bahseden bölgesel liderlerin, Arap ülkelerinde iç reformlara, daha fazla siyasal paylaþýma ve ekonomik açýklýða destek verdiklerini” yazýyordu.
Ýþte bu þekilde ifade edilen Amerikan emperyalizminin “enerji ve su kaynaklarýnýn güvenliðini garanti altýna almak” olarak özetlenebilecek stratejisinin yeni adý “Büyük Ortadoðu” olmaktadýr.
Tayyip Erdoðan ve mehteran takýmý, Necip Fazýl’dan aldýklarý
“Büyük Doðu” hayaline, Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoðu” planlarýyla daha fazla yaklaþtýklarýný düþünerek bu planýn asli
öðesi olmaya soyunmuþlardýr.
Onlarýn sanýsýna göre, Amerikan emperyalizminin Ortadoðu’yu
yeniden þekillendirebilmesi için, “laiklik ile islamiyeti en iyi biçimde
kaynaþtýrmýþ Türkiye” bir model ülke olarak alýnacaksa, “ýlýmlý islam
yönetimi” daha iyi bir model olabilecektir. Onlara göre, kendilerinin
temsil ettiði “ýlýmlý islam”, “Büyük Ortadoðu”nun ideolojik temeli
iþlevini görmelidir. Ancak onlar “Büyük Ortadoðu”nun “coðrafi sýnýrlamadan çýkartýlarak, Kafkaslar ve Orta-Asya ülkelerini de içine alarak geniþ bir çerçeveye”, yani Necip Fazýl “üstadlarý”nýn “Büyük Doðu”
çerçevesine oturtulmasýnýn daha doðru olacaðýný düþünmektedirler.
Böylece Türkiye’de iktidarý ele geçirecek olan “Büyük Doðu”cularýn ÝBDA kýtalarýyla “doðu”nun fethi teorisinden, Amerikan
emperyalizminin kýtalarýyla “büyük doðu”nun kendi önlerine serilmesi beklentisine geçmiþlerdir. Bunun için tek yapmalarý gereken
“ýlýmlý islamcý” portresi çizmekten ibarettir. Bu amaçla, yýllardýr Türkiye’de tedrisatýný yaptýklarý takiyyeyi uluslararasý planda sürdürmek
yeterli olacaktýr. Amerikan emperyalizminin her dediðini yerine getirerek ona þirin gözükmek, dalkavukluk yapmak, amaca ulaþmanýn
basit araçlarýdýr.*
Amerikan emperyalizminin, baþta Irak olmak üzere, tüm Arap
ülkelerindeki anti-amerikancý hareketleri ve direniþleri pasifize edebilmek için kullandýðý þiddet ve terör yanýnda, ideolojik bir araç olarak gördüðü “ýlýmlý islam” söylemi karþýsýnda, AKP þeriatçýlarýnýn “ýlýmlý
islam” görüntüsüyle Amerikan emperyalizmini kendi amaçlarýnýn ara* Þeriatçý kesim için takiyye, “ihtiyat, korku ve gizlenmek mânâsýna olup, mecburiyet veya zarar tehdidi karþýsýnda dinin icaplarýndan muafiyet” demektir. Yani “Bir
mü’minin ölüm ve iþkenceden kurtulmak için, olduðundan baþka türlü görünmesi ve
davranmasýna takiyye denir.” Tefsir-i Kurtubî’de, Ýmam Hasan el-Basrî,: “Müslümanlar için takiyye ruhsatýný kullanmak kýyamete kadar câizdir. Ancak bu ruhsatýn kâfirlere müdahane (dalkavukluk) ve þirin görünmek için kullanýlmasý haram olur” demektedir. Ama bunlar “tefsir”dir, kuldan kula deðiþir.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
281
KURTULUÞ CEPHESÝ
cý haline getirme çabasý, Tayyip Erdoðan ve mehteran takýmýnýn tek
hedefi durumuna gelmiþtir.
Yýllardýr “Ortadoðu’nun en büyük ve en güçlü ülkesi” ninnileriyle büyümüþ, “Tanrý daðý kadar Türk, Hira daðý kadar müslüman”
þeriatçý kuþaklarýn son temsilcileri, þeriat amaçlarýnýn Amerikan emperyalizminin stratejik amaçlarýyla böylesine çakýþtýðýný gördüklerinde sevinçten ne yapacaklarýný þaþýrmýþlardýr.
Amerikan emperyalizminin “müslüman bir halkýn laik, demokratik sistemi baþarýyla uygulayabileceði” savýyla desteklenen “Türkiye modeli”nin AKP þeriatçýlarý tarafýndan “revize” (“ýlýmlý islam modeli” olarak) edilirken, aradaki özsel farký görecek halde bile deðillerdir.
AKP’nin “ýlýmlý islam” profili çizen takiyye uzmaný þeriatçýlarýna
göre, Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoðu” planýnýn üç ayaðý bulunmaktadýr: Demokrasi (Filipin tipi demokrasi), serbest piyasa
(“özelleþtirme”) ve “terörle mücadele”, yani “radikal islamcýlarýn”
örgütlenmesinin önlenmesi. (Bkz. Yeni Þafak, 1 Þubat 2004.)
Amerika’nýn “kendileri gibi düþündüðünü” söyleyen, ama kendilerinin “Amerika’nýn istediði gibi düþündükleri”ni göremeyen, önlerine açýlacak olan “Büyük Doðu” pazarlarýndan elde edilecek
kârlarla gözleri kamaþan ve tüm yapmalarý gerekenin biraz takiyye,
biraz “muhafazakar demokrat” profili çizmekten ibaret olduðunu sanan bu þeriatçý takýmý, Amerikan emperyalizminin Ortadoðu’daki saldýrganlýðýnýn ve hegemonyasýnýn yeni iþbirlikçileri haline gelmiþlerdir.
Bu iþbirlikçiliðin ilk adýmlarýný Yeni Þafak gazetesi þöyle yazmaktadýr:
“ABD’nin bu çerçevede Türkiye’ den imam, vaaz, müftü
gibi yetiþmiþ din görevlililerini baþta Arabistan Yarýmadasý
olmak üzere, Ortadoðu’ya göndermesini istediði ortaya çýktý. Türk din görevlilerinin büyük kýsmýnýn ilahiyat fakültelerinden yetiþtiðine dikkat çekilirken, ülkeler arasýnda yapýlacak anlaþmalarla ABD, Türk ilahiyatçýlarýn, Pakistan, Afganistan, Arap Yarýmadasý ve Ortadoðu’ya gitmesini istiyor.
ABD’li bir diplomat, Türkiye’ nin, demokratik yapýsýnýn Müslüman toplumlara model olabileceðini belirterek, özellikle
Suudi Arabistan’da Vahhabilik’in yaygýn olduðunu, oysa Ýslam dünyasýndaki farklý anlayýþlarýn ‘dini terör’ kavramýnýn
da önüne geçeceðini öne sürdü.”*
Böylece, Amerikan emperyalizminin isteði doðrultusunda Ortadoðu ülkelerine gönderilecek olan imam, vaaz, müftüler, bir yandan
Ýmam-Hatip liselerinin “atýl kapasitesi”ne istihdam olanaðý saðlayacak, diðer yandan “ýlýmlý islam” yayýcýsý misyonu ile Amerikan emperyalizminin ajanlarý olarak görev yapacaklardýr. Hýristiyan misyo* Yeni Þafak, “Türkiye merkezli Büyük Ortadoðu”, 1 Þubat 2004.
282
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
nerlerinin yüzlerce yýl müslüman ülkelerde yapamadýklarýný, AKP’nin
imamlarý yapmaya adaydýrlar.
1960’larda Ýstanbul’a gelen 6. Filo’nun gemilerini kýble yaparak namaz kýlan bu þeriatçýlarýn dillerinden düþürmedikleri anti-Amerikancýlýðýn, basit bir takiyye olduðu böylece görünür hale gelmektedir.
“Paranýn dini, imaný olmaz” diyebilen Tayyip Erdoðan ve mehteran takýmý, hangi kaynaktan ve hangi amaçla verilecek olursa olsun, her türlü parayý almaya hazýr olduklarýný da ilan etmiþlerdir. Onlarýn “inanmýþlýðý”, paranýn sýnýrýnda bitmektedir.
Bill Clinton’un Cidde formunda söylediði þu sözler “inananlar”ý
hiç rencide etmemiþ görünmektedir:
“Eðer 1400 yýl önce otomobil olsaydý, Muhammet Peygamber, hanýmýnýn araba sürmesine izin verirdi; Suudi
Arabistan’ý dünyadaki ilk otomobil üreten ülke yapar, eþini
de bu sektörün baþýna getirirdi.”
Amerikan emperyalizminin iþbirlikçiliðine soyunmuþ þeriatçýlarýn son geldiði nokta, paranýn, imanýn önüne geçmiþ olmasýdýr. Onlar, AKP ve mehteran takýmýyla birlikte, imanlarýný her verene parayla
satabilecek, leasing yoluyla kiralayabilecek haldedirler.
”Dünya dev bir köye dönüþüyor. Bu köyde kapýlarýný
açarak birbiriyle daha yakýn ekonomik-siyasi iliþkiler kurmak suretiyle birlikte kazanan veya kapýlarýný kapatarak
endiþe içinde kendini izole edenler ayrýmý baþladý. Dünya
‘deðiþime katýlanlar’ ve ‘deðiþimi seyredenler’ olarak ikiye
ayrýldý. Bu çerçevede Türkiye, deðiþimi kucaklayan ve kazananlar arasýna katýlan ülke olma yolunda inançlý çabasýný
baþlatmýþtýr.” (Tayyip Erdoðan, “inananlar”ýn baþbakaný.)
Bill Clinton’un, küçük-burjuva ideologlarýn çok sevdiði “eðer
yaþasaydý”yla baþlayan demagojileriyle, Hz. Muhammet’i holding sahibi ve karýsýný da (Bill Clinton, Hz. Muhammet’in bir elin parmaklarýndan daha çok olan eþlerinden hangisinin olacaðýný söylemeyi
unutmuþtur) þirketin baþýna getireceðinden sözederken, kendileri “kazananlardan” yana olacaklarýný açýkça ilan etmiþlerdir.
Onlar, ülkemizde emperyalizm ve oligarþi tarafýndan üstyapýsal bir güç olarak yaþatýlan feodal ideolojinin temsilcisi olarak bugüne kadar yerine getirdikleri görevi icra etmeye devam edeceklerini
ilan ederken, dün üstü örtük biçimde sürdürdükleri iþbirlikçiliði, bugün aleniyete dökmüþlerdir.
Bu geliþmelerin karþýsýnda, hiç kimse þeriatçýlarýn mevcut düzene ve emperyalist sisteme karþý olduklarý düþüncesiyle kendisini aldatmamalýdýr.
Þeriatçýlar, demokratik devrimin tamamlanmadýðý, kapitalizmin yukardan aþaðýya, dýþ dinamikle (emperyalizme baðýmlý) geliþtirildiði bir ülkede, feodal kalýntýlarla kurulan ittifakýn ürünleridirler.
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
283
KURTULUÞ CEPHESÝ
“Uyum-çatýþma” diyalektiði içinde süren bu ittifakta, þeriatçýlarýn daha
fazla taviz almak, kendilerini daha güçlü hale getirmek için, oligarþi
ile olan “uzlaþmazlýk konularýný” öne çýkartarak “çatýþma”yý gündeme getirdikleri dönemlerde sergiledikleri “muhalif” konuma ve bu
dönemdeki “radikal” söylemlerine bakarak, anti-emperyalist ve antioligarþik mücadelenin bir müttefiki olabileceklerini düþünmek, eðer
oportünizm deðilse, su katýlmamýþ aptallýk olacaktýr.
Bugün Tayyip Erdoðan ve Abdullah Gül yönetimindeki AKP
(içinde barýndýrdýðý birkaç radikal þeriatçý unsur dýþýnda), tümüyle
emperyalist sisteme entegre olmayý tek hedef haline getirmiþlerdir.
Onlar, ülkedeki nispi demokratik ortamýn olanaklarýyla saðladýklarý
oy gücüne dayanarak Amerikan emperyalizminin Ortadoðu ve
Asya’daki saldýrganlýðýnýn baþ destekçisi olma peþindedirler. Onlarýn,
Amerikan emperyalizminin çýkarlarýna uygun geldiði ölçüde ve sürece, bir “islam cumhuriyeti” kurma çabalarýnýn yanýnda, Ortadoðu
ve Asya’da, anti-emperyalist ya da anti-Amerikancý her hareketi ve
silahlý direniþi ezmeye aday olduklarý görülmelidir. AKP’nin “Akýncýlar” dönemi kesin olarak sona ermiþtir.
Ve Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoðu” planýnýn
“mücevheri” olan Kýbrýs, “ýlýmlý islamcý” portresi çizen AKP þeriatçý
takýmý tarafýndan altýn tepside sunulmaktadýr.
Aylarca Kýbrýs adasýnýn hiçbir stratejik öneme sahip olmadýðý,
onun stratejik deðerinin 19. yüzyýlda kaldýðý yönünde propaganda
yapan “ver-kurtulcu” “globalist” iþbirlikçiler, Amerikan emperyalizminin “Büyük Ortadoðu”yu tek baþýna kurmaya giriþmeyeceðini bile
görememiþlerdir (Ayný durum “ýlýmlý-þeriatçýlar” ve “sol” kesim için
de geçerlidir).
Amerikan emperyalizmi “Büyük Ortadoðu”yu, NATO “þemsiyesi” altýnda gerçekleþtirmeyi planlamaktadýr. Bu nedenle, Kýbrýs adasýnýn Ortadoðu’daki stratejik konumu, gerek Amerikan emperyalizmi
için, gerekse NATO “þemsiyesi” altýnda birlikte hareket edeceði diðer (AB) emperyalist ülkeler için büyük öneme sahiptir.
Kýbrýs adasýnýn stratejik önemini Ocak ayý ortalarýnda AB Ortak Savunma ve Dýþ Politika Yüksek Temsilcisi Javier Solana þöyle
ortaya koymuþtur:
“Kýbrýs adasý, AB için stratejik öneme sahiptir. Kýbrýs, Avrupa’nýn siyasi güvenliði konusunda rol oynayabilecek bir konuma sahiptir.”
AB’ye girmek uðruna herþeye “ver-kurtul” mantýðýndan bakan küçük-burjuvalar da, “ýlýmlý islamcý” oyununa kendisini kaptýrmýþ
AKP þeriatçýlarý da, ellerindeki tek “kozu”, üstelik jeo-politik olmaktan öte, jeo-stratejik ve askeri öneme sahip Kýbrýs adasýný altýn tepside emperyalistlere peþkeþ çekmekten baþka þey düþünemez hale
gelmiþlerdir.
284
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
Emperyalistlerin NATO “þemsiyesi” altýnda kurmayý planladýklarý “Büyük Ortadoðu”nun Necip Fazýl Kýsakürek’in “Büyük Doðu”suyla hiçbir ilgisi olmasa da, Kýbrýs’ýn bu planýn harekât merkezi
olmasý kesindir. Herþeyi, eþini-dostunu, ailesini, kamu kuruluþlarýný
ve ülkesini satarak paraya çevirme meraklýsý küçük-burjuvalarýn ve
onlarýn Kýbrýs’taki “metresleri”nin*, Kýbrýs adasýnýn emperyalizmin
stratejik harekât üssü olduðunu gördüklerinde hayýflanmalarý da
beþ para etmeyecektir.
* “Türkiye, Anadolu’nun ücra bir köþesinden daha çok yardým yapmýyor mu
Kýbrýs’a? Metresi iþte. Kendi çocuðuna yapmýyor, metresine yapýyor.” (Kuzey Kýbrýs’ýn
yeni baþbakaný M. Ali Talat, “Kýbrýs Türki-ye’nin Metresi Gibi”, Vatan, 10 Aralýk 2003.)
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
285
KURTULUÞ CEPHESÝ
Sosyalizm ve Din
V. Ý. Lenin
Novaya Zihn, Sayý: 28, 3 Aralýk 1905
Bugünkü toplum, tamamen geniþ emekçi kitlelerin nüfusunun
ufak bir azýnlýðý; yani toprak sahipleri ve kapitalistler sýnýfý tarafýndan
sömürülmesi esasý üzerine kurulmuþtur. Bütün yaþamlarý boyunca
kapitalistler hesabýna çalýþan “özgür” iþçilere sadece kazanç saðlayan kölelerin yaþamýný sürdürmeye, kapitalist köleliðin güvenini ve
sürekliliðini saðlamaya yetecek oranda geçim olanaðý “tanýndýðýndan”, bu toplum bir köle toplumudur.
Ýþçilerin ekonomik baský altýnda olmalarý, kaçýnýlmaz biçimde
her türlü siyasal baskýya, toplumsal aþaðýlanmaya, kitlelerin ruhsal ve
moral çöküntüsünün artmasýna yol açar. Ýþçiler ekonomik kurtuluþlarý
adýna az ya da çok ölçüde siyasal özgürlük elde etmek için savaþabilirler. Ne var ki, kapital gücü yönetimden yok edilmedikçe ne oranda olursa olsun elde edilecek siyasal özgürlük, iþçileri yoksulluktan,
iþsizlikten ve baskýdan kurtaramayacaktýr.
Baþkalarý hesabýna çalýþmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnýz býrakýlmýþlýktan yýlmýþ halk kitleleri üzerine her yerde
büyük aðýrlýkla yüklenen ruhsal baský biçimlerinden biri dindir. Doðaya
yenik düþen ilk insanlarýn tanrýlara, þeytanlara, mucizelere ve benzeri
þeylere inanmasýna yol açýþý gibi, sömürülen sýnýflarýn sömürenlere
karþý mücadeledeki yetersizliði de kaçýnýlmaz olarak ölümden sonra
286
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
daha iyi bir yaþamýn varlýðýna inanmalarýna yol açar. Din, bütün yaþamý
boyunca çalýþan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi,
kýsmete boyun eðmeyi, sabýrlý olmayý ve öteki dünyada bir cennet
umudunu sürdürmeyi öðretir. Oysa yine din, baþkalarýnýn emeðinin
sýrtýndan geçinenlere bu dünyada hayýrseverlik yapmayý öðreterek,
sömürücü varlýklarýnýn ceremesini pek ucuza ödemek kolaylýðýný gösterir ve cenette de rahat yaþamalarý için ehven fiyatlý bilet satmaya
bakar. Böylelikle din, halký uyutmak için afyon niteliðindedir. Din,
sermaye kölelerinin insancýl düþlerini, insana daha yaraþan bir yaþam
isteklerini içinde boðduklarý bir çeþit ruhsal içkidir.
Ne var ki, köleliðinin bilincine varmýþ ve kurtuluþu için mücadeleye baþlamýþ köle, kölelikten yarý yarýya çýkmýþ demektir. Fabrika
endüstrisinin yetiþtirdiði ve kent yaþamýnýn aydýnlattýðý modern, sýnýf
bilinçli iþçi, dinsel önyargýlarý bir yana atar, cenneti papazlara ve burjuva baðnazlarýna býrakýr ve bu dünyada kendisi için daha iyi bir yaþam elde etmeye çalýþýr. Bugünün proletaryasý, din bulutuna karþý
savaþta bilimden yararlanan ve iþçileri bu dünyada daha iyi bir yaþam
adýna kavga vermek için birleþtirerek öteki dünya inancýndan kurtaran sosyalizmin yanýnda yer alýr.
Din, kiþinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler, din konusundaki tavýrlarýný genellikle bu sözlerle belirtirler. Oysa herhangi bir yanlýþ anlamaya yol açmamak için bu
sözlerin anlamý kesinlikle açýklanmalýdýr. Devlet açýsýndan ele
alýndýðý sürece, dinin kiþisel bir sorun olarak kalmasýný isteriz.
Ancak, Partimiz açýsýndan dini kiþisel bir sorun olarak göremeyiz. Dinin devletle iliþkisi olmamasý, dinsel kurumlarýn hükümete deðin yetkileri bulunmamasý gerekir.
Herkes istediði dini izlemek ya da dinsiz, yani kural olarak bütün sosyalistler gibi ateist olmakta tamamen özgür olmalýdýr. Vatandaþlar arasýnda dinsel inançlarý nedeniyle ayrým yapýlmasýna kesinlikle göz yumulamaz. Resmi belgelerde bir vatandaþýn dininden söz edilmesine de son verilmelidir. Kiliseye ve
dinsel kurumlara hiçbir devlet yardýmý yapýlmamalý, hiçbir ödenek verilmemelidir. Bunlar, devletten tamamen baðýmsýz, ayný
düþüncedeki kiþilerin oluþturduðu kurumlar niteliðinde olmalýdýr. Ancak bu isteklerin kesinlikle yerine gelmesi halinde, kilisenin devlete Rus vatandaþlarýn ise kiliseye feodal baðýmlýlýklarýnýn
sürdüðü, (bügüne kadar ceza yasalarýmýzda ve hukuk kitaplarýmýzda yer alan) engizisyon yasalarýnýn var olduðu ve uygulandýðý, insanlarý inançlarý ya da inançsýzlýklarý nedeniyle cezalandýrdýðý, insanlarýn vicdan özgürlüðünü baltaladýðý ve kilisenin þu
ya da bu afyonlamasýyla hükümetten gelir ya da mevki saðladýðý
utanç verici geçmiþe son verilebilir. Sosyalist proletaryanýn modern devlet ve modern kiliseden istediði, kilise ile devletin bir-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
287
KURTULUÞ CEPHESÝ
birlerinden kesinlikle ayrýlmasýdýr.
Rus devrimi, bu isteði siyasal özgürlüðün bir gereði olarak gerçekleþtirmelidir. Polis yönetimli feodal otokrasiye baðlý
memurlarýn baþkaldýrýsý, kilise evresinde bile huzursuzluk, tedirginlik
ve öfke yarrattýðý için din ve devleti ayýrma isteðini gerçekleþtirmek
konusunda Rus devrimi özellikle elveriþli bir ortamdadýr. Rus Ortodoks din adamlarý her ne kadar cahilseler de, onlar bile Rusya’daki
eski, ortaçaða uygun düzenin yýkýlmasýyla patlayan gümbürtüden
uyandýlar. Onlar bile özgürlük isteðinde birleþiyor, onlar bile bürokratik uygulamalara ve memur zihniyetine, “Tanrýnýn hizmetkârlarý”ný
zorla polise casusluk ettirmek isteyenlere karþý çýkýyorlar. Biz sosyalistler, bu hareketi desteklemeli, kilisenin dürüst ve içten üyelerine
doðru sonuca ulaþmalarý konusunda yardýmcý olmalý, onlarýn özgürlük isteklerini sürdürmelerini saðlamalý ve kilise ile polis arasýndaki
iliþkiyi koparmalarýný onlardan istemeliyiz. Ya içtenlikli ve dürüstsünüzdür, ki o zaman kilise ile devletin ve kilise ile okulun kesinlikle birbirlerinden ayrýlmasýndan, dinin tamamen kiþisel bir sorun olarak kabul
edilmesinden yana olursunuz. Ya da özgürlük konusunda bu tutarlý
istekleri benimsemezsiniz, ki o zaman da engizisyon geleneklerinin
hâlâ tutsaðý demeksinizdir; rahat memuriyetlerinize ve hükümet kaynaklý gelirlerinize baðlýsýnýz demektir; silahýnýzýn ruhsal gücüne inanmýyorsunuz ve devletten rüþvet almayý sürdürüyorsunuz demektir. O
takdirde de bütün Rusya’daki sýnýf bilinçli iþçiler size amansýz bir savaþ açacaklardýr.
Sosyalist proletaryanýn partisi açýsýndan, din kiþisel bir
konu deðildir. Partimiz, iþçi sýnýfýnýn kurtuluþu adýna bir araya
gelmiþ sýnýf bilinçli, ileri savaþçýlarýn toplandýklarý bir yerdir.
Böylesi bir birlik dinsel inanç biçiminde ortaya sürülen sýnýf
bilinci yoksunluðuna, bilgisizliðe ve geri kafalýlýða kayýtsýz kalamaz ve kalmamalýdýr. Din diye tanýmlanan ve halkýn üzerine indirilen koyu sisle, sözlerimizi ve yazýlarýmýzý kullanarak tamamen
ideolojik silahlarla savaþabilmek için kilisenin kaldýrýlmasýný istiyoruz. Rus Sosyal Demokrat Ýþçi Partisini, iþçilerin her türlü dinsel uyutmacadan kurtulmasý adýna mücadele etmek için kurduk.
Bizim için ideolojik mücadele kiþisel bir sorun deðil, bütün Partinin, bütün proletaryanýn sorunudur.
Madem ki durum böyledir, o halde Programýmýzda ateist olduðumuzu neden açýklamýyoruz? Hýristiyanlarýn ve öteki dinlere inananlarýn partimize girmesini neden yasaklamýyoruz?
Bu soruya verilecek cevap, din sorununun burjuva demokratlarý tarafýndan ortaya konuluþu ile Sosyal Demokratlar (Marksistlerb.n.) tarafýndan ortaya konuluþu arasýndaki ayrýmý belirleyecektir.
Bizim Programýmýz tamamen bilimsel, dahasý materyalist dünya görüþü temeli üzerindedir. Bu nedenle Programýmýzýn açýklanma-
288
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
KURTULUÞ CEPHESÝ
sý demek, din sisinin gerçek tarihsel ve ekonomik kökenlerinin açýklanmasýný da zorunlu kýlacak demektir. Propagandamýz kaçýnýlmaz
olarak ateizm propagandasýný, gerekli bilimsel yayýmlarýn yapýlmasýný,
otokrat feodal hükümetin bugüne kadar yasakladýðý ve kovuþturduðu
yazýlarýn Parti çalýþmalarýmýzýn bir dalý haline getirilmesini de içermektedir. Bir zamanlar Engels’in Alman sosyalistlerine verdiði öðüdü
þimdi bizim izlememiz gerekebilir: Onsekizinci yüzyýl Fransýz Aydýnlanma dönemi düþünür ve ateistlerinin yazýlarý çevirilmeli ve geniþ
ölçüde yayýlmalýdýr.
Ancak, hiçbir koþulda din sorununu burjuva radikal demokratlarýnýn sýk sýk yaptýðý gibi, soyut, ülkücü bir biçimde, sýnýf mücadelesinden kopuk “entellektüel” bir sorun olarak ortaya koymak yanlýþýna düþmememiz gerekir. Aþýrý baský temeline oturan ve iþçilerin
eðitilmediði bir toplumda, dinsel önyargýlarýn sadece propaganda
yöntemleriyle yok edilebileceðini sanmak budalalýk olur. Ýnsanlýðýn
üzerindeki din boyunduruðunun, toplumdaki ekonomik boyunduruðun bir sonucu ve yansýmasý olduðunu akýldan çýkarmak burjuva
dar görüþlülüðünden baþka birþey deðildir. Proletarya kapitalizmin
karanlýk güçlerine karþý kendi mücadelesiyle aydýnlanmadýkça, ne
kadar bildiri daðýtýlýrsa daðýtýlsýn, ne kadar söz söylenirse söylensin
proletaryayý aydýnlatmak olanaksýzdýr. Bizim açýmýzdan ezilen sýnýfýn
bu dünyada bir cennet yaratmak adýna gerçek devrimci mücadelede birleþmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanýn görüþ
birliðine gelmesinden daha önemlidir.
Ýþte bu nedenle Programýmýzda ateist olduðumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayýz. Ýþte bu nedenle, eski önyargýlarýný henüz sürdüren proleterlerin Partimize katýlmalarýný engellemiyoruz ve engellememek zorundayýz. Biz her zaman bilimsel dünya
görüþünü öðütleyeceðiz ve çeþitli “Hýristiyanlar”ýn tutarsýzlýklarýyla savaþacaðýz. Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadýðý halde din sorununun
birinci plana alýnmasý demek deðildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sýnýf
görüþler ya da anlamsýz fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasýna,
siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik geliþim karþýsýnda bir
yana itilivermesine göz yummamýz da demek deðildir.
Her yerde ve þimdilerde de Rusya’da reaksiyoner burjuvazi,
gerçekten önemli, temel ekonomik ve siyasal sorunlardan, yani Rus
proletaryasýnýn devrimci mücadelede birleþmesiyle bugünlerde çözümlenmeye baþlanmýþ olan sorunlardan kitlelerin dikkatini uzaklaþtýrmak amacýyla din adýna mücadeleyi kendine uðraþ edinmiþtir.
Bugün kendini Kara Yüzler kýyýmlarýnda gösteren ve devrimci mücadeleyi bölmeyi amaçlayan bu reaksiyoner tutum, yarýn çok baþka ve
çok ustalýklý biçimler alabilir. Biz, durum ne olursa olsun, bu reaksiyoner tutum karþýsýnda serinkanlý, dirençli olacaðýz ve temelde ol-
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
289
KURTULUÞ CEPHESÝ
mayan ayrýmlarýn etkilemeyeceði bir öðretiyi, bilimsel dünya görüþünü
ve proleter dayanýþmasýný öðreteceðiz.
Dinin devletten ayrýlmasý açýsýndan, devrimci proletarya dini
gerçekten kiþisel bir sorun durumuna getirmeyi baþaracaktýr. Ve ortaçað kalýntýsý küflenmiþ görüþlerden arýnmýþ, bu siyasal düzende,
proletarya, din aldatmacasýnýn gerçek kaynaðý olan ekonomik köleliðin kalkmasý için açýk ve yaygýn mücadele verecektir.
V. Ý. Lenin
Novaya Zihn
Sayý: 28, 3 Aralýk 1905
290
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
ADLAR VE KAVRAMLAR
DÝZÝNÝ
KURTULUÞ CEPHESÝ
ADLAR VE KAVRAMLAR
DÝZÝNÝ
12 Eylül askeri darbesi 33, 69,
89, 94, 133, 135, 150,
157, 159
12 Mart Muhtýrasý 34, 70, 128,
129, 133, 166, 223
1648 Ýngiliz Devrimi 174
1789 Fransýz Devrimi 174
24 Ocak Kararlarý 69, 132
28 Þubat süreci 87, 88, 90, 124,
145, 149, 166, 191, 192,
198, 201, 202, 230, 264
82 Anayasasý 90, 136, 226
A
A. Öcalan 117, 145, 149, 155,
166, 188, 195, 202
Abdullah Gül 193, 234, 238,
242, 243, 273, 275, 280,
284
Adil düzen 224
AKP 222, 223, 230, 231, 232,
242, 244, 246, 247, 249,
256, 260, 263, 264, 265,
266
AKP dalkavukluðu 247
Anadolu ticaret burjuvazisi 126,
127, 129, 135, 225
Anadolu tüccar ve esnafý 90, 248
ANAP-DSP-DTP koalisyon
hükümeti 141
ANAP-DYP koalisyonu 67
Anti-Dühring 10
“Ara rejim” 122, 123, 129
Asya Finans 269
Ateist 9, 10, 13, 57, 110, 162,
172, 287, 288, 289
Ateizm 11, 13, 16, 17, 289
B
Baþörtüsü sorunu 240, 256
Burjuva ilerici aydýnlarý 12
Büyük-Doðu 245, 280, 282
“Büyük Doðu” dergisi 235
Büyük Doðu Ýslam Cumhuriyeti 244
Büyük Ortadoðu 280, 281
C
C. Boyner 55, 137
Can Dündar 214, 215
Cengiz Çandar 157, 240, 247,
277, 279
CHP-MSP koalisyon hükümeti 93
Condoleeza Rice 280
Cüneyt Ülsever 247
D
Depolitizasyon 89, 133, 157,
158, 159, 163, 190, 200
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
293
KURTULUÞ CEPHESÝ
Devletin yeniden
yapýlandýrýlmasý 152
Din, halkýn afyonudur 110
Donald Rumsfeld 273
DYP-ANAP koalisyon hükümeti 137
DYP-Refah Partisi koalisyon
hükümeti 191, 248
DYP-SHP koalisyon hükümeti 135,
136
E
Ekonomik ve Mali Ýzleme
Merkezi 204
Emperyalist üretim iliþkileri 24,
33, 34, 36, 40, 79, 80, 82,
90, 93, 127, 138, 225, 231
Engels 9, 10, 11, 12, 17, 42,
43, 44, 59, 115, 178, 252,
253, 254, 255, 289
Erbakan 84, 228
Erfurt Programý 11
Ertuðrul Özkök 240, 247
F
Faisal Finans 28, 30, 269
Faizsiz bankacýlýk 270
Fazilet Partisi 166, 170
feodal sýnýflar 126
Fethullahçýlar 71, 170
Fettullah Gülen 190
G
Genelkurmay 87, 88, 90, 94,
95, 123, 125, 139, 141,
145, 146, 147, 166, 169,
189, 198, 200, 203, 204
“Globalist” küçük-burjuvalar 246
Globalizm 125, 184, 189, 195,
201, 215, 245, 277
H
Halk Savaþý 167, 168, 218
Harp Akademileri Ko mutanlýðý 165
Ý
Ýhlas 37, 39, 55, 71, 95, 125,
141, 142, 229, 248, 268,
269
Ýhlas holding 157
“Ilýmlý islam” 190, 281, 282, 284
Ýmam-Hatip liseleri 39, 236, 256,
282
294
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
Ýsmet Berkan 240, 247
Ýhracata yönelik sanayileþme 134
Ýþbirlikçi-tekelci burjuvazi 26, 27,
28, 34, 35, 68, 69, 70, 78,
79, 86, 90, 95, 125, 126,
127, 130, 131, 142, 192, 193,
203, 223, 224, 232, 248,
267, 270
Ýdeolojisizleþtirme 200
II. Cumhuriyetçiler 157, 181, 183,
189
II. MC hükümeti 23, 129
II. yeniden paylaþým savaþý 126
Ýslam inkýlâbý 244
Ýslamcý þirket 229
Ýslamcý aydýnlar 181
Ýslamcý sermaye 141, 142, 156,
192, 248, 269
Ýthal ikameci sanayileþme 134
J
Jakoben Fransa 174, 175, 176,
245
Jakoben laiklik 246
Jakobenler 175
K
Kemal Derviþ 247, 266
Kemalist devlet 18, 189, 192,
240, 246
Kemalizm 33, 189, 245, 246
Kombassan holding 157
Komünist Manifesto 62, 117
Komünizme karþý din 28
Komünizmle Mücadele
Dernekleri 128
Kozmopolitizm 245
Küçük ve orta sermaye 90
Küçük ve orta sermayenin
mülksüzleþtirilmesi 81
Küçük-burjuva aydýnlarý 18, 19,
33, 38, 47, 50, 51, 52,
127, 134, 138, 139, 148,
154, 155, 156, 159, 166,
183, 189, 194, 195, 215,
225, 231, 237, 246, 274,
277, 278
Küçük-burjuvazi 28, 74, 105,
123, 127, 128, 129, 134,
139, 140, 153, 154, 155,
KURTULUÞ CEPHESÝ
180, 181, 183, 260, 265,
267, 268
Küçük-burjuvazinin iþbirlikçiburjuvaziye yedeklen 28, 129
Küçük-burjuvazinin sað kanadý 184
Kullanýlmýþ oto ithalatý 84, 86
Kürt ulusal hareketi 80
L
“Laik” kent küçük-burjuvazisi 267
Laiklik 18, 20, 31, 41, 43, 44,
46, 47, 49, 50, 51, 76, 89,
111, 122
Liberal türbancýlar 240, 244, 245
M
M. Ali Birand 277, 240
M. Belge 20, 33
Marks 9, 10, 11, 46, 61, 100,
174, 176
Marksizm 9, 11, 20, 46, 58,
63, 116, 117, 118, 180,
185, 197, 255
MC hükümetleri 232
Mehir 256
Menderes 266
Milli burjuva 270
Milli Görüþ 223, 233, 265
Milliyetçi-muhafazakar 129
MNP (Milli Nizam Partisi) 33, 34,
70, 223, 224, 229, 233,
235, 270
MSP (Milli Selamet Partisi) 23, 27,
35, 70, 71, 76, 77, 93,
129, 132, 193, 226, 235
Murat Belge 157
Murat Yetkin 247
MÜSÝAD 91, 139, 192, 270
N
Necip Fazýl Kýsakürek 232, 233,
234, 235, 236, 238, 242,
243, 244, 245, 280, 281,
285
Nispi refah 163
O
Oligarþi 149, 150, 151, 153, 154
Oligarþinin siyasal zoru 153, 154,
158
Orta sermayeye 92, 138
OYAK 142, 192
Ö
ÖD Partisi 88, 89, 155, 166, 214
Öncü Savaþý 159, 161, 162, 163,
164
Özal “vizyonu” 266
P
Pasifikasyon 80, 89, 123, 130,
132, 133, 154, 157, 163, 227
“Post-modern darbe” 230, 264
“Post-modern darbe”nin
Programý 205
R
Radikal þeriatçýlar 157
Radikal “baþörtücüler” 245
Radikal islamcýlar 18, 20, 22,
181, 242, 282
Re-export bir ekonomi 264
RP (Refah Partisi) 34, 80, 81,
92, 93, 138, 139
Refahyol hükümeti 81, 82, 87,
88, 90, 91, 92, 93, 95,
124, 137, 138, 139, 228
S
Sami Selçuk 170, 172, 174, 175,
176, 181, 182, 183, 184,
189, 190, 239
Siyasal zor 54, 62, 154, 159,
163, 202
“Sol” kanat küçük-burjuva
aydýnlarý 274
Stratejik ittifak 275
stratejik ortaklýk 274, 275
Stratejik ve Uluslararasý Etütler
Merkezi (CSIS) 274
Suni denge 51, 131, 153, 161
Sünniler 23
Þ
Þeyh Sait isyaný 61
Þii hareketi 24
Þeriatçý konfeksiyon 267
Þeriatçýlýk 18, 20, 22, 23, 25,
32, 39, 40, 47, 87, 122,
123, 139, 143, 145, 166,
183, 189, 202, 231, 240,
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
295
KURTULUÞ CEPHESÝ
245, 268
“Þeriatçýlýk-laiklik”
kutuplaþmasý 124
T
Turgut Özal 79, 227
T. Özal’ýn ikinci versiyonu 266
Taha Akyol 229
Tanrý daðý kadar Türk, Hira daðý
kadar müslüman 235
Tansu Çiller 75, 135, 228
Tayyip Erdoðan 191, 238, 242,
243, 260, 264, 266, 271,
273, 275, 279, 280, 282,
283, 284
Tekel-leþememiþ sanayi ve ticaret
burjuvazisi 130
Tekelleþememiþ sanayi ve ticaret
burjuvazisi 24, 27, 29, 31,
36, 37, 40, 68, 70, 71, 72,
75, 86, 95, 129, 130, 132,
135, 137, 143, 144, 150, 192,
229
Televoleci iktisatçýlar 183
Tesettür 229, 240, 241, 242,
245, 267
Tesettür modasý 242
Tesettür pazarý 229
Thomas Münzer 59
TOBB 91, 93, 125, 139, 223
296
Laiklik ve Þeriatçýlýk Üzerine
Toprak aðalarý ve tefecisermaye 129, 224
Tuncay Özilhan 277
Türban 31, 229, 238, 239, 241,
247
Türban eylemleri 123, 149, 156,
161, 256
Türban sorunu 239, 240, 247
Türk-Ýslam Sentezi 233, 248
Türki Cumhuriyetler 71, 81, 92,
136, 228, 269, 271
TÜSÝAD 67, 75, 91, 125, 130,
133, 135, 138, 150, 168,
277
U
Ülker þirketler gurubu 29, 37,
142, 268, 269
Ulus-devlet 183, 184, 189, 190
W
Wolfowitz 279
Y
Yalým Erez 139
Yeni Þafak gazetesi 234, 235,
243, 269, 280, 282
Yeni-sömürgecilik 33, 34, 84,
86, 126, 134, 143, 154,
159, 223, 224, 246, 248
“Yenilikçiler” 157, 192, 193, 194