Mayıs 2015, Cilt 7, Sayı 2 - Kanuni Sultan Süleyman EAH
Transkript
Mayıs 2015, Cilt 7, Sayı 2 - Kanuni Sultan Süleyman EAH
ISSN 2148 - 273X . Istanbul Kanuni Sultan Süleyman Tıp Dergisi (JOPP dergisinin devamıdır) Mayıs 2015 Cilt: 7 Sayı: 2 SAHİBİ Doç. Dr. Ali GEDİKBAŞI (Hastane Yöneticisi) EDİTÖRLER Sultan KAVUNCUOĞLU, Yavuz DEMİRARAN, Teoman AKÇAY EDİTÖR YARDIMCISI Kamuran ZİYARETLİ ŞANLI YAYIN KURULU Hasan Önal Doğukan Yıldırım Müge Gökçe Merih Çetinkaya Melike Korkmaz Toker Enver Özdemir Cemil Ertürk Aykan Gülleroğlu Arda Kayhan İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Tıp Dergisi Türkiye Atıf Dizini (Türkiye Citation Index) ve TÜBİTAK / ULAKBİM veri tabanlarında yer almaktadır. www.kanunieah.gov.tr Sahibi: Ali Gedikbaşı Yayın Türü: Yerel Süreli Yazı İşleri Müdürü: Kamuran Ziyaretli Şanlı Yayın Evi ve Baskı Yeri: LOGOS YAYINCILIK TİC. A.Ş. Yönetim Yeri / Yayıncı: S. B. Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Turgut Özal Cad. No. 1 Halkalı/Küçükçekmece/İSTANBUL Tel: 0212 404 15 00 Yıldız Posta Cad. Sinan Apt. No. 36 D. 66/67 34349 Gayrettepe-İstanbul Tel: (0212) 288 05 41 - (0212) 288 50 22 Faks: (0212) 211 61 85 E-mail: [email protected] www.logos.com.tr S. B. Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Süreli Yayınıdır. Ocak, Mayıs ve Eylül aylarında olmak üzere yılda 3 sayı olarak yayınlanır. Bu dergi Acid Free (Alkali) kağıda basılmaktadır. / This journal is printed on Acid-Free paper Önsöz Değerli meslektaşlarım, 2009 yılından beri yayınlanan tıp dergimizin İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Tıp Dergisi olarak yeni bir sayısı ile tekrar sizlere ulaşmış olmanın onur ve mutluluğunu yaşıyorum. İnsanlık var oldukça insan sağlığını konu edinen tıp bilimi de gelişmelerini arttırmak için çabaları devam edecektir. Bu çabalar zaman içinde bilgilerle zenginleşip bir sonraki gelişime pencere açar. Bilimsel araştırmalar ve onların doğal sonuçları da bir birikim havuzunun dolmasına neden olacak küçük çaplı girişimlerdir. Bu gelişim havuzu içinde dergimizin katkısının büyük olması arzusu içindeyim. Eğitim ve araştırma hastanesi olarak tıp dergimiz ile bilimsel yayınlara önem verip okunur orijinal araştırmalar yayınlayıp, bilimsel bir mesaj göndermek ve tıp bilmine katkıda bulunmak temel hedefimdir. Bu amaçla dergimiz editörleri, danışma kurulu üyeleri ve hakemleri kaliteli, saygınlık bakımından ön sıralarda yer alan, değerli araştırma dergisi haline getirmek için çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar titizlikle seçilmiş makaleler yanında, SCI indeksi kaygısı ile değerli orijinal araştırmalarını yabancı dergilere gönderen yazarlarımızın araştırmalarını dergimize kazandırmaya yöneliktir. Bu amaçla dergimiz için “http://www.iksstipdergisi.com” adresli web sayfası oluşturulmuş olup uluslar arası veri tabanlarında yer almak için başvuru yapılmıştır. Günden güne siz yazarlarımızın ilgisi ve katkısıyla artan derleme, araştırma, olgu sunumu yazıları ile dergimiz hızla büyümektedir. Bu yazıların yayınlanmasında danışman hakemlerin katkısı da büyüktür. Dergimizin prestijini arttıran siz yazarlarımız danışman hakemlerimiz ve derginin çıkarılmasında emeği geçen yayın organlarımıza katkılarından dolayı teşekkürlerimi sunuyorum. Doç. Dr. Ali Gedikbaşı Yönetici Başhekim Editör’den Değerli meslektaşlarım, Yoğun çalışma şartlarıma rağmen bilimsel araştırmaya zaman ve emek ayırarak deneyimlerinizi bizlerle paylaştığınız için teşekkürler. Dergimiz yaklaşık bir yıldır pediatri, jinekoloji-obstetri, çocuk cerrahi yanında diğer bilim dallarının bilimsel çalışmalarına da yer vermektedir. Ülkemizin farklı Üniversite, Eğitim Araştırma ve Devlet Hastaneleri’nden gönderilen çalışmalar dergimize zenginlik kazandırmaktadır. Her çalışmanın bir emek ve değer olduğu bilinci içinde araştırmalarınızı hakemlerimizin incelemesine sunarak, yayına hazırladık ve sizlere ulaştırdık, emeği geçen herkese teşekkürler… Dergimizin bundan sonraki hedefi Türk Tıp Dizini yanında SCI Expended grubu dergiler içine girmektir. Bunun için değerli bilimsel araştırmalarınızı bizlerle paylaşmanızı istiyoruz. Eylül 2015 sayısında buluşmak üzere hepinize sağlıklı başarılı günler dilerim. Eğitim Görevlisi Uzm. Dr. Sultan Kavuncuoğlu DANIŞMA KURULU • ACİL TIP Arif Duman (Bolu) Mansur Kürşad Elkuran (Bolu) Tarık Ocak (İstanbul) • ÇOCUK ENDOKRİNOLOJİ, CERRAHİ Erdal Adal (İstanbul) Sertaç Aydın (İstanbul) Rüveyda Bundak (İstanbul) Feyza Darendeliler (İstanbul) • AİLE HEKİMLİĞİ Dilek Toprak (İstanbul) • ANESTEZİ VE REANİMASYON ALGOLOJİ Mustafa Tayfun Aldemir (İstanbul) Hilal Aydoğlu (Zonguldak) Pervin Bozkurt (İstanbul) Mesut Erbaş (Çanakkale) Ali Fuat Erdem (Sakarya) Aykan Gülleroğlu (İstanbul) Volkan Hancı (İzmir) İsmail Katı (Ankara) Leyla Saitoğlu (İstanbul) Ziya Salihoğlu (İstanbul) Gülbin Sezen (Düzce) Ümit Yaşar Tekelioğlu (Denizli) Onur Özlü (Düzce) • BEYİN CERRAHİSİ Ali Osman Akdemir (İstanbul) Erhan Emel (İstanbul) Akın Gökçedağ (İstanbul) Feyza Karagöz Güzey (İstanbul) Bekir Tuğcu (İstanbul) Adem Yılmaz (İstanbul) • ÇOCUK ALLERJİ VE İMMÜNOLOJİ HASTALIKLARI Arzu Babayiğit Hocaoğlu (İstanbul) Haluk Çokuğraş (İstanbul) Ayça Vitrinel (İstanbul) • ÇOCUK KARDİYOVASKÜLER BÜYÜME-GELİŞME • ÇOCUK GASTROENTEROLOJİSİ VE METABOLİZMA Figen Çokuğraş (İstanbul) Selim Gökçe (İstanbul) Tülay Erkan (İstanbul) Tufan Kutlu (İstanbul) Nafiye Urgancı (İstanbul) • ÇOCUK GÖĞÜS HASTALIKLARI Zeynep Seda Uyan (Kocaeli) • ÇOCUK HASTALIKLARI Murat Elevli (İstanbul) • ÇOCUK HEMATOLOJİ-ONKOLOJİ • ÇOCUK NEFROLOJİSİ İpek Akil (İstanbul) Ayşe Balat (Gaziantep) Neşe Bıyıklı (İstanbul) Salim Çalışkan (İstanbul) Aysel Kıyak (İstanbul) Alev Yılmaz (İstanbul) • ÇOCUK NÖROLOJİSİ Adnan Ayvaz (İstanbul) Erhan Bayram (İzmir) Mine Çalışkan (İstanbul) Kürşat Bora Çarman (Eskişehir) Burak Tatlı (İstanbul) Coşkun Yarar (Eskişehir) • ÇOCUK ROMATOLOJİ Arzu Akçay (İstanbul) Nuray Aktay Ayaz (İstanbul) Gönül Aydoğan (İstanbul) Özgür Kasapçopur (İstanbul) Sema Anak (İstanbul) Gülyüz Öztürk (İstanbul) Zafer Şalcıoğlu (İstanbul) Bahattin Tunç (Ankara) Deniz Tuğcu (İstanbul) Emine Türkkan (İstanbul) Şule Ünal (Ankara) Müferret Ergüven (Kocaeli) Betül Sözeri (İzmir) • ÇOCUK RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI Ebru Çengel Kültür (Ankara) • ÇOCUK VE ERGEN • ÇOCUK İNFEKSİYON HASTALIKLARI Emin Sami Arısoy (Kocaeli) Melike Keser Emiroğlu (Konya) Nevin Hatipoğlu (İstanbul) Selim Öncel (Kocaeli) Rengin Şiraneci (İstanbul) RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI Fuat Kırcelli (İstanbul) • ÇOCUK YOĞUN BAKIM Demet Demirkol (İstanbul) Metin Karaböcüoğlu (İstanbul) • NEONATOLOJİ • ÇOCUK CERRAHİSİ Mehmet Eliçevik (İstanbul) Haluk Emir (İstanbul) Gökhan Gündoğdu (İstanbul) Serdar Sander (İstanbul) Gülay Aydın Tireli (İstanbul) Abdullah Yıldız (İstanbul) • ÇOCUK KARDİYOLOJİ Ayşe Güler Eroğlu (İstanbul) Alper Güzeltaş (İstanbul) Ender Ödemiş (İstanbul) Kazım Öztarhan (İstanbul) Funda Öztunç (İstanbul) Gül Sağın (İstanbul) Mete Akisu (İzmir) Saadet Arsan (Ankara) Melih Çetinkaya (İstanbul) Uğur Dilmen (Ankara) Ayla Günlemez (Kocaeli) Ayşe Engin Arısoy (Kocaeli) Nilgün Kültürsay (İstanbul) Yıldız Perk (İstanbul) Fehmi Tabak (İstanbul) Sibel Özbek (İstanbul) Emel Yılmaz (İstanbul) Fahri Ovalı (İstanbul) Münevver Türkmen (Aydın) Mehmet Vural (İstanbul) Mehmet Yalaz (İzmir) • ENDOKRİNOLOJİ Taner Bayraktaroğlu (Zonguldak) • FİZİKSEL TIP VE REHABİLİTASYON Selami Akkuş (Ankara) Fatma Nur Kesiktaş (İstanbul) Nurdan Paker (İstanbul) Jülide Öncü (İstanbul) Figen Yılmaz (İstanbul) • GENEL CERRAHİ Gürhan Baş (İstanbul) Mustafa Kalaycı (İstanbul) Bülent Kaya (İstanbul) Hamdi Bülent Uçan (İstanbul) Suat Can Ulukent (İstanbul) Abdussamet Yalçın (Ankara) Mehmet Yaşar (İstanbul) Mehmet Akın Taşyaran (Ankara) • KARDİYOLOJİ Atilla Rasih Yener (İstanbul) • MİKROBİYOLOJİ VE KLİNİK • KADIN HASTALIKLARI VE DOĞUM Aysu Akça (İstanbul) Murat Api (Adana) Oğuz Arslan (İstanbul) Osman Aşçıoğlu (İstanbul) Melahat Dönmez (İstanbul) Haluk Erdal Malatyalıoğlu (Samsun) Şefik Eser Özyürek (Bursa) Mesut Abdulkerim Ünsal (Trabzon) Doğukan Yıldırım (İstanbul) MİKROBİYOLOJİ Tuncay Özekinci (Diyarbakır) • NEFROLOJİ Taner Baştürk (İstanbul) Rümeysa Kazancıoğlu (İstanbul) • NÖROLOJİ Orhan Deniz (İstanbul) • ORTOPEDİ VE TRAVMATOLOJİ • İNFERTİLİTE, ENDOKRİNOLOJİ Murat Berkanoğlu (Antalya) İsmail Çepni (İstanbul) Cem Demirel (İstanbul) Fatih Durmuşoğlu (İstanbul) Cem Fıçıcıoğlu (İstanbul) Erdal Kaya (İstanbul) Özay Oral (İstanbul) Cihat Ünlü (İstanbul) Gonca Yıldırım (İstanbul) Tolga Atay (Isparta) Halil İbrahim Balcı (İstanbul) Kerem Birsel (İstanbul) Mehmet Erdil (İstanbul) Ali Erşen (İstanbul) Cemil Ertürk (İstanbul) Nuh Mehmet Elmadağ (İstanbul) Hasan Hilmi Muratlı (Edirne) Gazi Zorer (İstanbul) • PATOLOJİ • GÖĞÜS CERRAHİSİ Murat Kara (İstanbul) Ekber Şahin (Sivas) • GÖZ HASTALIKLARI Ahmet Demirok (İstanbul) • HEMATOLOJİ İmdat Dilek (Ankara) Ali Kutlucan (Konya) • JİNEKOLOJİK ONKOLOJİ Özgür Akbayır (İstanbul) Ahmet Gülkılık (İstanbul) Kemal Güngördük (Mardin) Selver Özekinci (İstanbul) Fetin Rüştü Yıldız (İstanbul) • RADYOLOJİ Kadir Güzin (İstanbul) A.Tan Cimilli (İstanbul) Sezai Şahmay (İstanbul) Mustafa Fatih İnecikli (İstanbul) Ceyhun Numanoğlu (İstanbul) Volkan Ülker (İstanbul) • PERİNATOLOJİ Ali Er (İstanbul) Arda Kayhan (İstanbul) • TIBBİ GENETİK Alev Atış (İstanbul) Ahmet Aydın (İzmir) Mehmet Ali Çıkrıkçıoğlu (İstanbul) Vedat Dayıcıoğlu (İstanbul) Beyhan Tüysüz (İstanbul) Ömür Tabak (İstanbul) Ahmet Gül (İstanbul • İÇ HASTALIKLARI Mehmet Hurşitoğlu (İstanbul) Tufan Tükek (İstanbul) Halil Aslan (İstanbul) Ali Gedikbaş (İstanbul) İbrahim Polat (İstanbul) Gökhan Yıldırım (İstanbul) • İNFEKSİYON HASTALIKLARI VE MİKROBİYOLOJİ • ÜROJİNEKOLOJİ İsmail Yaşar Avcı (Ankara) Alpaslan Akyol (Elazığ) Kadriye Kart (İstanbul) İbrahim Çelebi (İstanbul) Ayşe İnce (İstanbul) Alper Şener (Çanakkale) Cemal Ark (İstanbul) Ağahan Han (İstanbul) Zeynep Ocak (İstanbul) Adnan Yüksel (İstanbul) • ÜROLOJİ Halil Başar (İstanbul) Erhan Erdoğan (İstanbul) Bilal Eryıldırım (İstanbul) Yusuf Özlem İlbay (İzmir) Hüseyin Koçan (İstanbul) Enver Özdemir (İstanbul) Fatih Tarhan (İstanbul) . Istanbul Kanuni Sultan Süleyman Tıp Dergisi ISSN 2148 - 273X Mayıs 2015 Cilt: 7 Sayı: 2 İçindekiler Derleme / Review • Mide Diffüz Adenokarsinomu-Linitis Plastika Diffuse Gastric Adenocarcinoma-Linitis Plastica B. Kaya, M. Velidedeoğlu, A. Şener, A. Cezik ........................................................................ 47-52 Klinik Araştırma / Clinical Investigation • Erken Doğumun Önlenmesi İçin Servikal Serklaj Uygulanan Hastalarda 17 Hidroksiprogesteron Kaproat Kullanımının Değerlendirilmesi Evaluation of 17 Hydroxyprogesterone Caproate Use to Prevent Preterm Births in Patients Treated with Cervical Cerclage M. Eken, E. Çöğendez, O. Temizkan, G. Şahin Ersoy, Z. Bütün, S. Tuğrul ........................... 53-57 Derleme / Review • Atletik Performans, Genetik ve Gen Dopingi Atletic Performance, Genetics and Gne Doping K. Ulucan, E. S. Topal, B. K. Aksulu, B. Yaman, İ. C. Çiftci, T. Bıyıklı ................................... 58-62 Klinik Araştırmalar / Clinical Investigations • Yoğun Bakıma Kabul Edilen Zehirlenme Olgularının Analizi Analysis of the Poisoning Cases Admitted into Intensive Care Unit A. Urfalıoğlu, N. Dilmen, S. F. Öner, O. Hanbeyoğlu, Z. Gündoğdu ...................................... 63-68 • Vajinal Kanamanın İlk Trimester Fetal Anöploidi Tarama Testi Parametrelerine Etkisi The Effect of Vaginal Bleeding on Parameters Used in the First Trimester Fetal Aneuploidy Screening Test M. F. Karslı, K. D. Seçkin, B. Çakmak, C. Toğrul, O. Altınboğa, T. Küçüközkan .................... 69-72 İçindekiler (devam) • Obezitenin Term Gebelerde Maternal ve Fetal Sonuçlara Etkisi: Bir Olgu Kontrol Çalışması The Effect of Obesity on Maternal and Fetal Outcomes in Term Pregnant Women: A Case-Control Study D. Taşdemir, E. Karaman, A. Yıldız, A. Han, Y. Karaman, H. Talay ........................................ 73-78 Olgu Sunumları / Case Reports • Toraksa Olan Ateşli Silah Yaralanmasında Merminin Atipik Seyri The Atypical Trajectory of a Bullet in Gunshot Injury of Thorax S. Doğan, C. Akman, E. Sağlam Gürmen, Z. Saral Öztürk, T. Ocak ..................................... 79-81 • Senkron Apendiks ve Kolon Tümörünün Bir Olgu Nedeniyle İrdelenmesi Evaluation of a Case of Synchronous Appendiceal and Colonic Tumors S. C. Ulukent, N. A. Şahbaz, Y. M. Özgün, Ö. Akbayır .......................................................... 82-83 • Baker Kist Orijinli Pigmente Villonodüler Sinovit Pigmented Villonodular Synovitis Originating From The Baker’s Cyst: A Case Report B. Dernek, P. Kürsüz Köseoğlu, T. Aydın, M. Dursun, F. N. Kesiktaş .................................... 84-86 • Sezaryen Sonrası Vajene Doğan Myom Vaginal Prolapse of a Myoma After Cesarean Section B. Büke, Ç. Güven, D. Şimşek, S. Demir ............................................................................... 87-89 • Polihidramniyozun Nadir Görülen İki Nedeni: Konjenital İshal ve Bartter Sendromu Two Rare Causes of the Polyhydramnios: Congenital Diarrhea and Bartter Syndrome O. Işık, A. Günlemez, N. Akçay, E. Yıldızlı, K. Bek, A. Aydoğan, A. Engin Arısoy ................. 90-93 • Ayak Başparmak Distal Falanksta Osteokondroma Osteochondroma of the Distal Phalanx of the Great Toe G. Özdemir, B. Yılmaz, E. A. Yazar ........................................................................................ 94-96 Derleme İKSST Derg 7(2):47-52, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.047 Mide Diffüz Adenokarsinomu-Linitis Plastika Diffuse Gastric Adenocarcinoma-Linitis Plastica Bülent Kaya*, Mehmet Velidedeoğlu**, Aziz Şener*, Azamet Cezik* *Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği **İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı ÖZET SUMMARY Linitis Plastika (LP), tüm gastrointestinal sistemde görülebilen, submukoza ve musküler tabakaya diffüz olarak yayılan adenokarsinom türüdür. En sık midede görülür. Kötü diferansiye tümör hücrelerinin midenin tamamını infiltre etmesi sonucu, reaktif fibrozise bağlı mide duvarı kalınlaşıp, sert bir hâl alır. Hastalık, lenfatik yayılım yoluyla ve komşu organların içine doğru lokal olarak genişleyerek ya da peritoneal karsinomatoza yol açarak erken dönemde hızla yayılır. Mide kanserinin klasik semptomlarının yanında genişleyemeyen mide nedeni ile erken doygunluk, şişkinlik ve özofagusa reflü gibi yakınmalar görülür. LP tanısında üst gastrointestinal sistem endoskopisi, endoultrasonografi, bilgisayarlı tomografi ve tanısal laparoskopi değerlidir. Endoskopik işlemlerde derin biyopsiler alınması önerilir. LP tedavisi literatürde tartışmalıdır. Cerrahi tedavinin uzun dönem yaşam süresini arttırmadığını iddia eden çalışmalar mevcuttur. Diğer taraftan cerrahi ile birlikte kemoterapi ve radyoterapi uygulamalarının önerilmektedir. Linitis Plastica (LP) is a type of adenocarcinoma which can be detected anywhere in gastrointestinal system and characterized by diffuse spread of tumor cells into the submucosa and muscular layer. It is detected most commonly in stomach. Undifferentiated tumor cells infiltrate all gastric wall with reactive fibrosis and gastric wall become thick and rigid. The disease spreads very quickly through lymphatic route to the nearby organs or cause peritoneal carcinomatosis. In addition to classical symptoms of gastric cancer, it is usually represented with early satiety, dyspepsia and reflux. Upper gastrointestinal system endoscopy, endoultrasonography, computed tomography and diagnostic laparoscopy are important tools in the diagnosis of LP. Deeper biopsies are recommended in endoscopic interventions. The treatment of LP has been extensively discussed in the literature. Some authors claimed that surgery does not improve long term survey in LP. On the other hand, surgery with chemotheraphy and radiotheraphy are suggested by many authors. Anahtar kelimeler: mide kanseri, Linitis plastika Key words: gastric cancer, Linitis plastica GİRİŞ Malign hücrelerin peristaltizm boyunca yayılması sonucu mide, hacmi küçülerek özofagus ile duodenum arasında huni gibi bir hâl alır. Bunun sonucunda gıdalar kolayca yemek borusuna geri kaçabilir (2). Mide kanseri erken dönemde bulgu vermediği için, hastalar ileri aşamalarda başvurur. Zengin lenfatik yayılım olması nedeniyle, kanser hızla cerrahi rezeksiyon sınırlarının ilerisine yayılır. Bu yüzden semptomlar başladıktan sonra gelen hastalarda genellikle uzak metastazlar mevcuttur (1). LP terimi makroskopik bulgularına göre ilk kez 1858 yılında Brinton tarafından tanımlanmıştır (4). Yine 1943’te, Saphir hastalığın makroskopik morfolojisini, neoplastik özelliklerini ve metastatik yayılımını tarif edene kadar hastalığın neoplastik mi yoksa inflamatuvar bir Linitis Plastika (LP), tüm gastrointestinal sistemde görülebilen, submukoza ve musküler tabakanın içine diffüz olarak yayılan adenokarsinom türüdür. En sık midede rastlanır. Diğer mide kanseri tiplerine göre daha genç yaştaki hastalarda görüldüğü belirtilmiştir. Hastalık, dolum defekti ya da yaygın ülserasyon olmaksızın midenin büyük bir kısmının ya da tamamının rijit olması ile karakterizedir (2). Kötü diferansiye tümör hücrelerinin midenin tamamını infiltre etmesi sonucu, reaktif fibrozise bağlı mide duvarı kalınlaşıp sert bir hâl alır (1-3). Hastalık tarafından infiltre edilen mide duvarı, matara mide olarak da adlandırılan görünümün oluşmasına neden olur. Alındığı tarih: 30.11.2014 Kabul tarihi: 21.03.2015 Yazışma adresi: Doç. Dr. Bülent Kaya, Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği, Turgut Özal Cad. No.1 Küçükçekmece / İstanbul e-posta: [email protected] 47 İKSST Derg 7(2):47-52, 2015 süreç mi olduğu tam olarak anlaşılamamıştır (5). LP tüm mide kanserlerinin yaklaşık %3-19’unu oluşturur (6). Tüm dünyada insidansında dikkat çekici bir artış gözlenmektedir. Hastalık, lenfatik yayılım yoluyla ve komşu organların içine doğru lokal olarak genişleyerek ya da peritoneal karsinomatoza yol açarak erken dönemde hızla yayılır. Hematojen yolla karaciğer metastazı %10 gibi göreceli olarak daha az görülür (7). Karaciğer metastazı, uzak lenf nodu metastazı ya da peritoneal karsinamatoz varlığında ortalama sağ kalım yalnızca 6 ay olarak bulunmuştur (8). Midede en sık antrum ve pilorik bölge etkilenirken, tüm mide tutulumu nadir değildir. LP tanısı için mide duvarının dairesel olarak en az 1/3’inin etkilenmesi gerektiği belirtilmiştir (9). Gastrik linitis plastica tipik olarak diffüz tip gastrik adenokarsinomunun submukoza ve muskularis propriaya infiltrasyonu nedeniyle oluşur. Ancak nadir görülse de, lobuler meme kanserinin hematojen yayılımı, metastatik gastrik linitis plastikanın en sık nedenidir (10). Otopsi serilerinde metastatik meme kanserli olguların %15’inde gastrik metastaz saptanmıştır (11). Hastalığın morbidite ve mortalitesi yüksek olup, 5 yıllık sağkalımın % 3-10 arasında değiştiği bildirilmiştir (12,13). Hastalık mukozanın derin tabakasında meydana geldiğinden mukoza yüzeyinde belirgin anormallik görülmeyebilir. Bu durum endoskopik tanı konmasını güçleştirebilir. Bu hastalarda birden çok ve derin biyopsilerin alınması gerekebilir (14). Histolojik olarak taşlı yüzük hücre tipindeki gastrik adenokarsinomların %7 ila 10’unu linitis plastika oluşturmaktadır (13). Mide duvarında yaygın neoplastik infiltrasyon ve dezmoplastik reaksiyon yapan hastalığın seyri sırasında, mide duvarı rijid bir hâl alır (Resim 1). Linitis plastica durumunu oluşturan kanser hücreleri tarafından salınan EGF (Epidermal growth factor) ve TGF (Transforming growth factor) gibi faktörler, kollajen sentezine neden olarak submukozal kalınlaşmadan sorumludur. Hızlı bir şekilde lenfatiklere yayılan hastalığın peritoneal karsinomatoza neden olması nadir değildir. Hastalığın genetik kökenleri üzerinde durulmuş, mide epitel proliferasyonunu düzenleyen gen olan PSCA geninde defekt tespit edilmiştir. Ayrıca E-Cadherin gen mutasyonu kanser gelişiminde suçlanmıştır (15,16). 48 Resim 1. Mide duvarında tümöral infiltrasyon ile yaygın kalınlaşma. SEMPTOMLAR Mide kanserlerinde en sık görülen semptomlar kilo kaybı, iştahsızlık, karın ağrısı, epigastriumda kitle, disfaji, bulantı ve kusma gibi yakınmalardır (7). Hazımsızlık, anemiye bağlı hâlsizlik gibi yakınmalerle de karşılaşılır. Linitis plastica tipi mide kanserlerinin en önemli özelliği geç belirti vermesidir. Klasik mide kanseri semptomlarının yanında sertleşmiş ve genişleyemeyen mide yapısından dolayı gıda intoleransı, çabuk doyma, şişkinlik gibi semptomlar LP’de daha sık görülebilir. Ayrıca sert ve genişlemeyen mide, gıdaların özofagusa reflüsüne neden olabilir. TANI Midenin LP tipi adenokarsinomunun tanısı geleneksel olarak fırça sitoloji ve mukozal biyopsi ile konulur. Ancak bu teknikler lezyonun submukozal yerleşiminden dolayı yanlış negatif sonuçlar verebilir. Endoskopik incelemede mide mukozası kısmen normal görünebilir. Mukoza vişne kırmızısı renginde olabilir. Bu durum akut veya kronik gastrit olarak yorumlanabilir. İncelemede genişlemiş mide kıvrımları saptanması önemli bir bulgudur.. Endosonografi (EUS) rehberliğinde ince iğne aspi- B. Kaya ve ark., Mide Diffüz Adenokarsinomu-Linitis Plastika rasyon biyopsisi, anaplastik bir neoplazmın göstergesi olan bol miktarda serbest malign hücrelerin tespit edilmesini kolaylaştırır (7,17). lenfoma, benzer EUS görüntüsüne sahip olabilir. Ayırıcı tanıyı ileri evrelerde EUS ile de yapmak zordur (22). Bu hastalığın karakteristik histopatolojik özelliği, aşırı desmoplastik reaksiyonun eşlik ettiği minimal mukozal değişimle birlikte submukoza ve stromaya hücresel yayılım olmasıdır (7,18). Yalnızca mukoza içeren standart endoskopik biyopsiler doğru tanı konulamamasına yol açabilir. Bu şekildeki şüpheli olgularda daha büyük ve derinden doku alınmasına olanak sağlayan diatermi özelliği olan kementler kullanılabilir. Ancak bu durumda da perforasyon riski göz ardı edilmemelidir. Aynı noktadan multipl biyopsi alınması da doğru tanı koyma şansını artırır. Musküler tabaka ya da subserozada görülebilse de tipik stromal reaksiyon submukozal tabakada belirgindir (14). Endoskopik biyopsilerde %30’lara varan oranda yanlış negatif sonuçlar olabilir (17). Hatta Shan ve ark. (18) 55 hastanın hiçbirinde ilk endoskopide tanı konulamadığını, ikinci endoskopide 4, üçüncü endoskopide 12 hastanın tanı aldığını bildirmişlerdir. Tipik endoskopik bulgu, mide duvarının kalınlaşması ve sertleşmesi şeklindedir. Benzer endoskopik görünüme sahip olmaları nedeniyle, gastrik lenfoma, Menetrier hastalığı, amiloidosiz gibi hastalıklar ayırıcı tanıda yer alır (18). Birtakım gastrit olguları da LP’yi taklit edebilir. Koroziv gastrit ve sitomegalovirüs gastriti bunlara örnektir. İdiyopatik fibrozisle giden hipertrofik gastrit, etiyolojisi aydınlatılamamış, linitis plastika görünümüne diğer bir antitedir (19). Songur ve ark. (22), primer gastrik lenfomanın ekojenitesinin belirgin olarak gastrik linitis plastikadan daha düşük olduğunu göstermişlerdir. Gastrik divertikülozda endoskopik görünüm ve tomografik bulgular LP ile karışabilir. EUS eşliğinde ince iğne aspirasyon biyopsisi gereksiz müdahalelerin önüne geçebilir (23,24) . Yine EUS işlemi sırasında alınan biyopsilerin tanı koymada değeri daha yüksektir. EUS ile perigastrik lenf bezlerinin değerlendirilmesi başarı ile yapılır. Endoultrasonografinin (EUS) mide duvarı invazyonunu göstermede ve perigastrik lezyonları saptamada faydalı bir görüntüleme yöntemi olduğu gösterilmiştir (18,20). Shan ve ark. (18), LP’nin EUS incelemesinde ultrasonografik olarak 5 kattan oluşan mide duvarının kaybolduğunu ve bunun yerini mide duvarının hipoekojenik kalınlaşmasının aldığını bildirmişlerdir. İlk 3 tabakanın bulanıklaştığını ve kalınlaştığını, 4. tabakanın ise belirgin bir şekilde kalınlaştığını saptamışlardır. LP ile bazı hastalıklar benzer endoskopik görünüme sahip olsa da bunların EUS görüntüleri birbirinden farklıdır. Örneğin, yalnızca 2. tabakanın kalınlaştığı görülürse tanıda Menetrier hastalığı akla gelmelidir. Gastritis sistik profunda da tipik EUS görüntüsü ise, kalınlaşmış submukozal tabakada ekojenik olmayan multiloküler kistik kütlenin olmasıdır (21) . Ancak gastrik linitis plastika ile primer gastrik Ameliyat öncesi tetkik aşamasında hastalığın yaygınlığının da araştırılması gerekmektedir. Abdominal bilgisayarlı tomografi, mide duvarında kalınlaşma ile birlikte, mideyle komşu organlar arasındaki planda silikleşme ya da çevre lenf bezlerinde infiltrasyon tespit edebilir (Resim 2). Resim 2. Kalınlaşmış ve matara benzeri görünüm almış mide (http://library.med.utah.edu/). F-18 fluorodeoksiglukoz pozitron emisyon tomografisinin (FDG PET) mide kanserindeki kullanımı sınırlıdır. Çünkü primer gastrik tümörlerin bu izotopa çok fazla afiniteleri yoktur. Düşük olması ya da hiç FDG tutulumu olmaması taşlı yüzük hücrelerinden dolayıdır (25). TEDAVİ Linitis plastikanın tedavisi tartışmalı bir konudur. Peritoneal ekilme, lenf bezi metastazı ve komşu 49 İKSST Derg 7(2):47-52, 2015 organlara tümörün yayılımının sık görülmesi nedeniyle hastaların ancak %20’si total gastrektomiden yarar görmektedir (26). Hastaların çoğunda tam rezeksiyon mümkün olmadığından, son birkaç yıldır, postoperatif radyoterapi ve/veya kemoterapi ya da neoadjuvan yaklaşımlar tartışılmaktadır (25,26). Bazı yazarlar, radikal cerrahiye ilaveten bir sistemik ve/veya intraperitoneal kemoterapi gibi daha radikal multimodalite içeren tedavi yaklaşımlarını savunurken, diğerleri ise, küratif cerrahi uygulanan hastalarda dahi genel sağkalım düşük bulunduğu için, hastalara yalnızca primer kemoterapinin verilmesinin uygun olacağını belirtmektedirler (27-29). Aranha ve ark. (30), hiçbir tedavi almayan hastalara kıyasla palyatif kemoterapi ya da radyoterapi alanlarda ortalama sağkalımda belirgin bir artış tespit etmişlerdir. Bir başka çalışmada, küratif rezeksiyondan sonra yıllık sağ kalım oranı %11,5 olarak bulunmuştur (31). Schauer ve ark. (8) çoklu organ rezeksiyon ve metastazektomileri yapmalarına rağmen, hastalarının ancak 1/3’inde R0 rezeksiyona ulaşabilmişlerdir. Diğer bir çalışmada, hiçbir tedavi görmeyen hastalarda sağkalım oranı 7,8 ayken, tam rezeksiyon uygulananlarda bu oran 30,2 aya çıkmıştır. Ancak palyatif rezeksiyonun sağkalım avantajı sağlamadığı bildirilmiştir (32). Yine 16’dan fazla lenf bezi tutulumu olan hastaların çoğunda kemik metastazı mevcut olup, bu hastalar kötü prognoza sahiptirler (32). Tanısal laparoskopi LP tedavisinde önemli bir role sahiptir. Lokal tümör yayılımı, lenfatiklere ve komşu organlara yayılım, uzak metastazlar ve peritoneal tutulumun histopatolojik olarak teyit edilmesi, tanısal laparoskopi ile ortaya konabilir. Schauer ve ark. (8) çalışmalarında hastalarının %60’ında peritoneal yayılımı ancak laparoskopi sonrasında tespit edilebilmiş, tomografi bu hastalarda yetersiz kalmıştır. Bu yaklaşım gereksiz laparotomi ve geniş rezeksiyonlardan kaçınılmasını sağlayacaktır (33,34). Literatürde LP ile ilgili en geniş serilerden birisi olan Schauer ve ark.’nın (8) bildirdiği 120 hastalık çalışmada, ortalama yaşam süresi 8 ay olarak tespit edilmiş, beş yıllık sağkalım %8 olarak bulunmuştur. Hastalara uygulanan R0, R1, R2 rezeksiyonlar sonrasında ortalama yaşam süresi sırayla 17, 6 ve 6 ay olarak bulunmuştur. R1 ve R2 rezeksiyon yapılan hastalarda ortalama yaşam süresi açısından fark görülmemiştir. Lavaj sitolojisi, uzak metastaz ve rezeksiyon oranla50 rının sağkalıma anlamlı etkisi olduğu bulunmuştur. Pedrazzani ve ark.’nın (9) bildirdiği 102 olguluk seri, literatürde diğer önemli hasta grubunu oluşturmaktadır. Bu hastalar 1990-2007 yılları arasında tedavi edilmişlerdir. Bu hastaların 10’u preoperatif olarak inoperabıl olarak değerlendirilmiştir. Cerrahi eksplorasyon yapılan 92 hastanın 32’si unrezektabıl olarak sınıflandırılmıştır. Rezeksiyon uygulanan 60 hastanın 20’sine palyatif cerrahi (R2), 12’sine R1 rezeksiyon uygulanmıştır. Geri kalan 28 hastaya kürative cerrahi (R0) uygulanmıştır. Bu hastaların ortalama yaşam süresi 5,7 ay olarak tespit edilmiştir. Nüks eden olguların büyük bir kısmında (18 hasta) tümör peritoneal yüzeyde yinelenmiştir. Çalışmanın sonucunda hastaların ileri evrelerde tanı aldıkları, hastaların, ancak %30’unda R0 küratif rezeksiyon şansının olası olduğu, R0 rezeksiyondan sonra bile kür şansının olmadığı, bütün hastalarda rekürenslerin intraabdominal bölgede ortaya çıktığı ve bunun nedeninin de peritoneal ekilme olduğu sonucuna varılmıştır. Klasik mide kanserinde olduğu gibi, peritoneal sitolojinin müspet olduğu olgularda, intraabdominal (peritoneal ve/veya lokorejyonel) rekürens çok sık görülmektedir. Gastrik kanser için daha önceden gösterildiği gibi, pozitif peritoneal sitoloji ya da sınırlı peritoneal karsinomatoz olan LP olgularında hipertermik intraperitoneal kemoterapi (HİPEK) bir tedavi seçeneği olabilir (35,36) . Diffüz tip gastrik kanserli hastalarda ancak tam rezeksiyon prognoza olumlu etki edebilir. Çoklu organ rezeksiyonu gerekli bile olsa, R0-rezeksiyon yapılabileceği düşünülüyorsa ancak o zaman cerrahi rezeksiyon endikedir. Peritoneal karsinomatöz ya da pozitif lavaj sitoloji varlığında cerrahi yöntem herhangi sağkalım avantajı sağlamaz (11). LP hastalarının cerrahi sonrası takibi standart mide kanserli hastalardan çok farklı değildir. CA 19-9 düzeyleri (eşik değeri 45 U/I) prognostik faktör olarak değerlendirilebilir. Mide kanserinde lenf nodu metastazı ve peritoneal yayılım olduğunda yükseldiği bilinmektedir. Artmış serum CA 19-9 seviyeleri ile kötü prognoz arasında anlamlı ilişki bulunmuştur. Serbest peritoneal tümör hücre varlığının immünositokimyasal yöntemlerle tespit edilmesi çok kuvvetli bağımsız prognostik bir faktör olmuştur (37). Bu grup B. Kaya ve ark., Mide Diffüz Adenokarsinomu-Linitis Plastika hastalar, M1 olan diğer hastalıklardaki gibi çok kısa sağ kalıma sahiptirler (38). Sonuç olarak, Linitis plastika kötü prognoza sahip, genellikle ileri evrede karşımıza çıkan adenokarsinomanın bir formu olup, hastaların çoğunda küratif tedavi şansı yoktur. Primer cerrahi sonrası da prognoz kötü seyretmektedir. Ancak değişik alternatif tedavilere rağmen, cerrahi rezeksiyon tek potansiyel küratif yaklaşım olmaya devam etmektedir. Komplet rezeksiyon prognozda iyileşmeye yol açabilir. Cerrahi, ancak komplet rezeksiyon şansı varsa önerilmelidir. Hastaları palyatif kemoterapiye mahkum etmek yerine, preoperatif kemoterapi ve/veya HİPEK’i içeren çok yönlü tedavi modalitelerin denenmesi daha fazla yarar sağlayabilir. KAYNAKLAR 1. Yu J, Yang D, Wei F, Sui Y, Li H, et al. The staging system of metastatic lymph node ratio in gastric cancer. Hepato-gastroenterology 2008;55:2287-90. 2. Jafferbhoy S, Shiwani H, Rustum Q. Managing Gastric Linitis Plastica: Keep the scalpel sheathed. Sultan Qaboos University Medical Journal 2013;13: 451-3. http://dx.doi.org/10.12816/0003269 3.Kodera Y, Nakanishi H, Ito S, Mochizuki Y, Yamamura Y, et al. Detection of disseminated cancer cells in linitis plastica-type gastric carcinoma. Japanese Journal of Clinical Oncology 2004;34:525-31. http://dx.doi.org/10.1093/jjco/hyh097 4.London. BW. The Disease of the Stomach. 1859:310. 5. Saphir O PM. Linitis Plastica Type of Carcinoma. Surg Gyn and Obst 1943;76:206-13. 6. Sah BK, Zhu ZG, Chen MM, Yan M, Yin HR, et al. Gastric cancer surgery and its hazards: post operative infection is the most important complication. Hepatogastroenterology 2008;55:2259-63. 7. Mastoraki A, Papanikolaou IS, Sakorafas G, Safioleas M. Facing the challenge of managing linitis plastica--review of the literature. Hepato-gastroenterology 2009;56:1773-8. 8. Schauer M, Peiper M, Theisen J, Knoefel W. Prognostic factors in patients with diffuse type gastric cancer (linitis plastica) after operative treatment. European Journal of Medical Research 2011;16:2933. http://dx.doi.org/10.1186/2047-783X-16-1-29 9. Pedrazzani C, Marrelli D, Pacelli F, Di Cosmo M, Mura G, et al. Gastric linitis plastica: which role for surgical resection? Gastric cancer: official journal of the International Gastric Cancer Association and the Japanese Gastric Cancer Association 2012;15:56-60. 10.Taal BG, Peterse H, Boot H. Clinical presentation, endoscopic features, and treatment of gastric metastases from breast carcinoma. Cancer 2000;89:2214-21. http://dx.doi.org/10.1002/1097-0142(20001201)89: 11<2214::AID-CNCR9>3.0.CO;2-D 11. Cormier WJ, Gaffey TA, Welch JM, Welch JS, Edmonson JH. Linitis plastica caused by metastatic lobular carcinoma of the breast. Mayo Clinic Proceedings 1980;55:747-53. 12.Salvon-Harman JC, Cady B, Nikulasson S, Khettry U, Stone MD, et al. Shifting proportions of gastric adenocarcinomas. Archives of Surgery 1994;129:381-8; discussion 8-9. 13.Park JC, Lee YC, Kim JH, Kim YJ, Lee SK, et al. Clinicopathological aspects and prognostic value with respect to age: an analysis of 3,362 consecutive gastric cancer patients. Journal of Surgical Oncology 2009; 99:395-401. http://dx.doi.org/10.1002/jso.21281 14.Karila-Cohen P, Petit T, Aparicio T, Teissier J, Merran S. Linitis plastica. Journal de Radiologie 2005;86:37-40. http://dx.doi.org/10.1016/S0221-0363(05)81320-4 15.Upcinskas J, Wex T, Link A, Bartuseviciute R, Dedelaite M, et al. PSCA and MUC1 gene polymorphisms are linked with gastric cancer and pre-malignant gastric conditions. Anticancer Res 2014;34(12):716775. 16.Li XJ, Zhao Y, Ren H. E-cadherin expression and CDH1 promoter methylation in sporadic and hereditary gastric cancer. Nan Fang Yi Ke Da Xue Xue Bao 2015;35:125-7. 17.Carter JE, Nelson JJ, Eves M, Boudreaux C. Diagnosis of linitis plastica-type gastric adenocarcinoma by endoscopic ultrasound-guided fine needle aspiration: a case report. Acta Cytologica 2008;52:725-8. http://dx.doi.org/10.1159/000325630 18.Shan GD, Xu GQ, Li YM. Endoscopic ultrasonographic features of gastric linitis plastica in fifty-five Chinese patients. Journal of Zhejiang University Science B 2013;14:844-8. http://dx.doi.org/10.1631/jzus.B1200307 19.Terada T. Idiopathic fibrosing hypertrophic gastritis: a new entity that mimics linitis plastica carcinoma. Endoscopy 2009;41 Suppl 2:E90. http://dx.doi.org/10.1055/s-2008-1077664 20.Caletti G, Fusaroli P, Togliani T, Bocus P, Roda E. Endosonography in gastric lymphoma and large gastric folds. European journal of ultrasound: official journal of the European Federation of Societies for Ultrasound in Medicine and Biology 2000;11:31-40. http://dx.doi.org/10.1016/S0929-8266(99)00080-4 21.Okada M, Iizuka Y, Oh K, Murayama H, Maekawa T. Gastritis cystica profunda presenting as giant gastric mucosal folds: the role of endoscopic ultrasonography and mucosectomy in the diagnostic work-up. Gastrointestinal Endoscopy 1994;40:640-4. http://dx.doi.org/10.1016/S0016-5107(94)70272-1 22.Songur Y, Okai T, Watanabe H, Motoo Y, Sawabu N. Endosonographic evaluation of giant gastric folds. Gastrointestinal Endoscopy 1995;41:468-74. http://dx.doi.org/10.1016/S0016-5107(05)80005-7 23.Vander Noot MR, Eloubeidi MA, Chen VK, Eltoum I, Jhala D, et al. Diagnosis of gastrointestinal tract lesions by endoscopic ultrasound-guided fine-needle aspiration biopsy. Cancer 2004;102:157-63. http://dx.doi.org/10.1002/cncr.20360 24.Patel SD, Semeraro D, Hall RI. Linitis plastica due to 51 İKSST Derg 7(2):47-52, 2015 gastric diverticulosis. Journal of the Royal Society of Medicine 2005;98:416-7. http://dx.doi.org/10.1258/jrsm.98.9.416 25.Sampath S, Harisankar CN, Bhattacharya A, Gupta R, Mittal BR. F-18 fluorodeoxyglucose positron emission tomography/computed tomography in the staging of linitis plastica caused by primary gastric adenocarcinoma. World Journal of Nuclear Medicine 2013;12:67-9. http://dx.doi.org/10.4103/1450-1147.136696 26.Visset J, Hamy A, Letessier E, Aillet G, Paineau J. Linitis plastica of the stomach. Factors influencing prognosis. Chirurgie; memoires de l’Academie de chirurgie. 1992;118:236-42; discussion 43. 27.Macdonald JS, Smalley SR, Benedetti J, Hundahl SA, Estes NC, et al. Chemoradiotherapy after surgery compared with surgery alone for adenocarcinoma of the stomach or gastroesophageal junction. The New England Journal of Medicine 2001;345:725-30. http://dx.doi.org/10.1056/NEJMoa010187 28.Yonemura Y, de Aretxabala X, Fujimura T, Fushida S, Katayama K, et al. Intraoperative chemohyperthermic peritoneal perfusion as an adjuvant to gastric cancer: final results of a randomized controlled study. Hepato-Gastroenterology 2001;48:1776-82. 29.Sasaki T, Koizumi W, Tanabe S, Higuchi K, Nakayama N, et al. TS-1 as first-line therapy for gastric linitis plastica: historical control study. Anti-Cancer Drugs 2006;17:581-6. http://dx.doi.org/10.1097/00001813-200606000-00013 30.Aranha GV, Georgen R. Gastric linitis plastica is not a surgical disease. Surgery 1989;106:758-62. 31.Moreaux J, Barrat F, Msika S. Linitis plastica of stomach. Study of 102 cases surgically treated. Results of the surgical treatment. Chirurgie; memoires de l’Academie de chirurgie 1986;112:485-92. 32.Kodera Y, Ito S, Mochizuki Y, Yamamura Y, Misawa K, et al. The number of metastatic lymph nodes is a significant risk factor for bone metastasis and poor outcome after surgery for linitis plastica-type gastric carcinoma. World journal of surgery 2008;32:2015- 52 20. http://dx.doi.org/10.1007/s00268-008-9672-z 33.Nakagawa S, Nashimoto A, Yabusaki H. Role of staging laparoscopy with peritoneal lavage cytology in the treatment of locally advanced gastric cancer. Gastric cancer : official journal of the International Gastric Cancer Association and the Japanese Gastric Cancer Association. 2007;10:29-34. http://dx.doi.org/10.1007/s10120-006-0406-3 34.de Graaf GW, Ayantunde AA, Parsons SL, Duffy JP, Welch NT. The role of staging laparoscopy in oesophagogastric cancers. European journal of surgical oncology: the journal of the European Society of Surgical Oncology and the British Association of Surgical Oncology. 2007;33:988-92. http://dx.doi.org/10.1016/j.ejso.2007.01.007 35.Yan TD, Black D, Sugarbaker PH, Zhu J, Yonemura Y, et al. A systematic review and meta-analysis of the randomized controlled trials on adjuvant intraperitoneal chemotherapy for resectable gastric cancer. Annals of Surgical Oncology 2007;14:2702-13. http://dx.doi.org/10.1245/s10434-007-9487-4 36.Roviello F, Marrelli D, Neri A, Cerretani D, de Manzoni G, et al. Treatment of peritoneal carcinomatosis by cytoreductive surgery and intraperitoneal hyperthermic chemoperfusion (IHCP): postoperative outcome and risk factors for morbidity. World Journal of Surgery 2006;30(11):2033-40; discussion 41-2. http://dx.doi.org/10.1007/s00268-006-0038-0 37.Fujimoto T, Zhang B, Minami S, Wang X, Takahashi Y, et al. Evaluation of intraoperative intraperitoneal cytology for advanced gastric carcinoma. Oncology 2002;62:201-8. http://dx.doi.org/10.1159/000059566 38.Badgwell B, Cormier JN, Krishnan S, Yao J, Staerkel GA, et al. Does neoadjuvant treatment for gastric cancer patients with positive peritoneal cytology at staging laparoscopy improve survival? Annals of Surgical Oncology 2008;15:2684-91. http://dx.doi.org/10.1245/s10434-008-0055-3 Araştırma İKSST Derg 7(2):53-57, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.053 Erken Doğumun Önlenmesi İçin Servikal Serklaj Uygulanan Hastalarda 17 Hidroksiprogesteron Kaproat Kullanımının Değerlendirilmesi Evaluation of 17 Hydroxyprogesterone Caproate Use to Prevent Preterm Births in Patients Treated with Cervical Cerclage Meryem Eken*, Ebru Çöğendez*, Osman Temizkan**, Gülçin Şahin Ersoy***, Zafer Bütün*, Semih Tuğrul**** *Zeynep Kamil Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği **Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği ***Kartal Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği ****Özel Medistate Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği ÖZET SUMMARY Amaç: Servikal serklaj uygulanan hastalarda 17-hidroksiprogesteron kaproat (17-P) kullanımının doğum zamanı üzerindeki aditif etkisinin incelenmesidir. Objective: The primary aim of this study was to evaluate the effect of 17 alpha hydroxyprogesterone caproate (17-P) in the prevention of preterm labor in patients with cervical cerclage. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada, retrospektif olarak 20082013 yılları arasında Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde servikal serklaj uygulanan gebelerin incelenmesi planlanmıştır. Kontrol grubu yalnızca servikal serklaj uygulanan gebelerden, araştırma grubu ise servikal serklaj ile birlikte haftalık 17-P enjeksiyonları ile tedavi edilen gebelerden oluşturulmuştur. Primer çalışma sonucu 34. haftadan önce gelişen erken doğum ve 1500 g altında yenidoğan doğum oranlarını değerlendirmek olarak belirlenmiştir. Bulgular: Servikal serklaj tedavisine ilaveten 17-P kullanan grupta 34. gestasyonel hafta ve öncesi doğum oranı ve çok düşük doğum ağırlıklı (<1500 g) doğum oranı kullanmayan gruba göre daha düşük izlenmiştir (sırasıyla p=0,004, p=0,004). Sonuç: Servikal serklaj uygulanan gebelerde servikal serklajı takiben haftalık 17-P kullanımı gebelik süresini uzatma açısından etkili görünmekte olup, bu konuda daha fazla hasta ile yapılmış prospektif randomize kontrollü çalışmalara gereksinim vardır. Anahtar kelimeler: servikal serklaj, 17- hidroksiprogesteron kaproat (17-P), preterm doğum Material and Methods: A retrospective cohort study was designed to analyze the utilization of cervical cerclage in pregnant women treated at Zeynep Kamil Education and Research Hospital between 2008 and 2013. The patients were divided into two groups: patients receiving cerclage and 17-P combination therapy constituted the study group whereas the control group composed of patients who had been treated with cerclage only. The primary outcome measures were defined as the rate of premature birth before the 34. week of gestation and the rate of deliveries with a birth weight below 1500 g. Results: The incidence of very low birth weight (<1500 g) and ≤34 gestational ages infants was significantly lower in the patients receiving cerclage and 17-P than the patients treated only with cerclage (p=0.004 p=0.004). Conclusion: The weekly administration of 17-P following cervical cerclage for the prevention of preterm delivery seems to be effective in prolonging pregnancy. We are of the opinion that further prospective randomized controlled trials are necessary to confirm these findings. Key words: cervical cerclage, 17- hydroxyprogesterone (17-P), preterm birth Alındığı tarih: 17.10.2014 Kabul tarihi: 26.01.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Meryem Eken, Zeynep Kamil Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği, Op. Dr. Burhanettin Üstünel Cad. No: 10 Üsküdar / İstanbul e-posta: [email protected] 53 İKSST Derg 7(2):53-57, 2015 GİRİŞ Yıllar içerisinde obstetri alanında yaşanan tüm gelişmelere karşın erken doğum hâlen önemli bir sağlık sorunu olarak kabul edilmektedir (1). Erken doğumu önlemek için yatak istirahati, pesser uygulaması, servikal serklaj ve progesteron tedavisi gibi birçok tedavi kullanılmaktadır. Servikal serklaj erken doğumu engellemek amacıyla serviksin dikiş konularak kapalı tutulmasına dayanan tartışmalı bir girişimdir. Kısa serviks ve/veya hunileşme olarak tanımlanan servikal yetmezlikte servikal serklaj kullanımını irdeleyen klinik çalışmalar, erken doğumun önlenmesinde servikal serklajın öneminin belirlenmesi açısından yetersiz kalmış, servikal serklaj etkinliğinin araştırmanın gerçekleştirildiği popülasyonla bağlantılı olduğu öne sürülmüştür (2). Gebeliğin idamesinde oynadığı önemli fizyolojik rol de göz önüne alınarak, progesteron tedavisinin (doğal progesteron ve sentetik progestinler dâhil olmak üzere) düşük gelişiminin önlenmesi ve doğumun geciktirilmesi üzerine olan etkileri yoğun bir şekilde araştırma konusu yapılmıştır (3). Her ne kadar 17-P’nin hangi mekanizma üzerinden yineleyen erken doğum riskini azalttığı henüz ortaya konulamamışsa da, myometriyumun sessiz fazı (4), immün yanıtın düzenlenmesi (5,6) servikal olgunlaşma süreçlerinde (7) kullanılan yolaklara ilişkin çeşitli tespitlerde bulunulmuştur. Biz bu çalışmada, çeşitli endikasyonlar ile (gerek erken doğum öyküsü gerekse servikal uzunluk < 25 mm olması nedeniyle) serklaj yapılan hastalarda doğuma kadar uygulanan intramusküler 17-P tedavisinin doğum haftasına olan etkisini değerlendirmeyi amaçladık. GEREÇ ve YÖNTEM Çalışmamızda Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde Eylül 2008-Aralık 2013 tarihleri arasında servikal yetmezlik tanısı alan ve 2 veya daha fazla 2. trimester gebelik kaybı olan gebelere yapılan servikal serklaj olguları retrospektif olarak incelenmiştir. Servikal yetmezlik tanısı transvajinal ultrasonografi ile yapılan servikal ölçümün 25 mm kısa olması ve hunileşme 54 bulguları ile konulmuştur. Transvajinal yolla yapılan servikal uzunluk ölçümleri ve hunileşme bulguları not edilmiştir. Hastaların tamamı 11.-14. gebelik haftaları arasında gebelik yaşı tayini, erken majör fetal anomaliler ve kromozomal anomaliler açısından değerlendirilmiştir. Tüm hastaların idrar kültürü, vajinal kültürü ve servikal smear tetkikleri mevcuttur. Sonuçları normal olan hastalara genel anestezi altında mersilen mesh ile Mc-Donald serklaj yöntemi (8) kullanılarak servikal serklaj işlemi uygulanmıştır. Bu çalışma döneminde toplam 72 hastaya servikal serklaj uygulanmıştır. Bunlardan 9 olgu acil serklaj yapılan hastalar olduğundan bu olgular çalışma dışı bırakılmıştır. Servikal serklaj sonrası takip edilen hastalardan 46’sına 34. gestasyonel haftaya kadar haftalık intramusküler 500 mg 17-P tedavisi verilmiş ve 17 olguya da 17-P verilmemiştir. Her iki grup bebek doğum kiloları, doğum haftaları, 34. gebelik haftasından küçük doğumlar ve çok düşük doğum tartılı bebek (<1500 g) doğumu açısından kıyaslandı. Hastaların demografik özelliklerinden yaş, gebelik sayısı, gebelik kaybı ve serklaj uygulanma haftaları kaydedilmiştir. Koryoamniyonit, kanama, uterus kontraksiyonları, çoğul gebelikler veya amnion membran rüptürü olan hastalar çalışmaya dâhil edilmemiştir. İşlem sırasında tüm hastalara tek doz profilaktik antibiyoterapi tedavisi uygulanmıştır. Araştırmanın istatistik analizleri için SPSS (Statistical Package for the Social Sciences) v20.0 (SPSS Inc., Chicago, IL, USA) programı kullanıldı. Kategorik verilerin karşılaştırılmasında ki-kare analizi, sürekli değişkenlerin progesteron kullanımına göre karşılaştırılması için ise independent t testi (bağımsız örneklem t-testi) ve Mann Whitney U testi kullanıldı. Araştırmanın tümünde anlam düzeyi olarak p değeri <0,05 kabul edildi. BULGULAR Her iki grup ortalama yaş, gebelik sayısı, gebelik haftası açısından değerlendirildiğinde bulguların benzer olduğu gözlenmiştir (Tablo 1). Yine her iki grubun serklaj yapılma hafta ortancaları birbirine yakın izlenmiştir (p= 0,285) (Tablo 1). Serklaj yapılma endikasyonları açısından farklılık M. Eken ve ark., Erken Doğumun Önlenmesi İçin Servikal Serklaj Uygulanan Hastalarda 17 Hidroksiprogesteron Kaproat Kullanımının Değerlendirilmesi Tablo 1. Hastaların klinik ve demografik özellikleri. 17-P(+) Grup (n=46) Ort± Std/% (n) 17-P(-) Grup (n=17) Ort±Std/% (n) Yaş 31,5±5,6 32,5± 4,3 Gravida 4 (2-8)* 4 (3-6)* Gebelik kaybı 2 (0-6)* 2 (1-4)* Serklaj haftası 14 (11-18)* 15 (12-19)* NSD %26,6 (n=12) %23,5 (n=4) C/S %73,3 (n=33) %64,7 (n=11) Abortus gelişimi %0 (n=0) %11,7 (n=2) Doğum ağırlığı 3100 (410-4300)* 3000 (320-4210)* Doğum haftası 38 (22-40) 36 (19-40) P değeri 0,489 0,743 0,419 0,285 1,00 0,116 0,02 *Ortanca (minimum-maksimum), NSD: Normal Spontan Vajinal Doğum, C/S: Sezaryen Doğum Tablo 2. Hastaların servikal serklaj endikasyonlarının dağılımı. 17-P(+) (n=46) 17-P(-) (n=17) P değeri* %(n) %(n) Servikal yetmezlik (<25 mm) 2. trimester gebelik kaybı %26,7 (n=12) %23,5 (n=4) %73,3 (n=33) %76,5 (n=13) 1,00 *p<0,05 izlenmedi (p=1,00) (Tablo 2). Her 2 grupta da en sık, 2’den çok 2. trimester gebelik kaybı endikasyonu ile serklaj yapıldığı gözlendi. Doğum şekilleri açısından bakıldığında ise gruplar açısından fark izlenmedi (p=1,00). 17-P kullanan grup da abortus izlenmezken, kontrol grubunda %11,7 (n=2) oranında gebelik abortus ile sonuçlanmıştır. Her iki grupta da serklaj sonrası doğum şeklinin en sık sezaryen ile doğum olduğu görülmüştür (Tablo 1). 17-P kullanan grupta ortalama doğum haftası 38 izlenirken kullanmayan grupta 36 izlendi. Bu fark istatistiksel olarak anlamlı izlendi (p=0,02) (Tablo 1). Doğum kiloları açısından iki grup arasında istatistiksel olarak fark izlenmedi (p=0,116) (Tablo 1). Çok düşük doğum ağırlıklı (<1500 g) bebek doğurma oranları 17-P kullanan grupta kullanmayan gruba göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde düşük izlenmiştir (p=0,004) (Tablo 3). Benzer şekilde 34. gebelik haftasından önce doğum oranı 17-P kullanan grupta kullanmayan gruba göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha düşük bulundu (p=0,004) (Tablo 3). Tablo 3. Otuz dört gebelik haftası öncesi ve 1500 g altı doğum oranları. 17-P (+) (n=46) %(n) 17-P (-) (n=17) %(n) P değeri** Doğum ağırlığı ≤1500 g %4,4 (n=2) %35,3 (n=6) 0,004 Gebelik haftası ≤ 34 hafta %4,4 (n=2) %35,3 (n=6) 0,004 *p<0,05 TARTIŞMA Erken doğum; yenidoğan morbidite ve mortalitesinin en önemli nedenidir. Dünya genelinde her yıl 13 milyon erken doğum olmaktadır (9). Erken doğum oranını azaltmayı amaçlayan terapötik girişimler birincil olarak 37. gebelik haftasından önce ikincil olarak ise 34. gebelik haftasından önce olan doğumları azaltmayı amaçlamaktadır (10). Yapılan girişimler ile yenidoğan mortalite, morbidite ve uzun dönem nörolojik sekel sıklığında azalma, preterm yenidoğan bakımı ile ilgili masraflarda azaltma amaçlanmaktadır. Kısalmış servikal uzunluk tespitinden sonra ya da erken doğum öyküsü olan hastalarda en sık kullanılan iki yöntem servikal serklaj ve progesteron desteğidir (5,7,11). Spontan erken doğum öyküsü ve servikal kısalık (<25 mm) olan gebelerde servikal serklaj yerleştirilmesinin erken doğumların ve istenmeyen perinatal sonuçların önlenmesi bakımından yararlı bir uygulama olduğu ortaya konulmuştur (11). Ancak daha önceden erken doğum öyküsü olmayan kadınlarda uygulandığında annenin ya da yenidoğanın durumunda ciddi bir değişiklik sağladığı gösterilememiştir (12). Spontan erken doğum öyküsü ve tekil gebeliği olan kadınlara verilen haftalık intramusküler progestin tedavisinin (17-P) erken doğum insidansını etkin bir şekilde azalttığı gösterilmiştir (3); ancak erken doğumun önlenmesinde progesteron tedavisi ve servikal serklaj uygulamasının birlikte kullanımı üzerinde duran çok az sayıda araştırma mevcuttur. Berghella ve ark. (13) yaptıkları bir çalışmada, erken doğum öyküsü olan, servikal uzunluk 15-24 mm arasında ölçülen ve sonrasında servikal serklaj yapılan hastalarda 17-P kullanımının doğumdaki gebelik haftası üzerine katkısı araştırılmıştır. Bu çalışmada 17-P kullanan grup ile kullanmayan grup arasında erken 55 İKSST Derg 7(2):53-57, 2015 doğum (<35 hafta) açısından istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmamıştır. Ancak bu çalışmada, hastalarda 17-P kullanımının previable doğum (<24 hafta) ve perinatal ölümleri istatistiksel olarak anlamlı oranda azalttığını göstermişlerdir. Çalışmamızda, gebeliği sırasında ultrasonografik olarak servikal yetmezlik tanısı alan ve iki veya daha fazla 2. trimester gebelik kaybı olan gebelere yapılan servikal serklaj olguları retrospektif olarak incelendiğinde, 17-P kullanan grupta gebelik haftası ortalaması 38 hafta iken kullanmayan grupta 36 hafta olarak izlenmiş olup, istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık izlenmiştir (p=0,02). Yine 17-P kullanmayan grupta %11,7 oranında abortus izlenmiş olup, kullanan grupta abortus izlenmemiştir. Otuz dördüncü gebelik haftasından önce erken doğum oranı 17-P kullanan grupta kullanmayan gruba göre istatistiksel olarak anlamlı şekilde daha düşük bulunmuştur. Yine aynı şekilde çok düşük doğum ağırlıklı (<1500 g) doğum oranı 17-P kullanan grupta daha düşük izlenmiştir (p=0.04). Rebarber ve ark. (14) yaptığı bir diğer çalışmada, servikal serklajı takiben bir gruba haftalık 17-P enjeksiyonu uygulanmış, diğer gruba 17-P uygulanmamıştır. Her iki gruptaki yineleyen spontan preterm doğum (<35 hafta) oranları benzer bulunmuştur. Bu çalışmada, 17-P kullanımının yineleyen spontan preterm doğum oranını etkilemediği, ancak erken doğum tehdidini istatistiksel olarak anlamlı oranda azalttığı dolayısıyla yineleyen spontan preterm doğum öyküsü olan ve servikal serklaj yapılan hastalarda 17-P’nun bu yararlı etkisinin göz ardı edilmemesi gerektiği bildirilmiştir. Yirmi sekizinci gestasyonel hafta altındaki erken preterm doğumlar en yüksek mortalite ve morbiditeye sahiptir. Yine bu grupta sağ kalanlarda özellikle gelişme geriliği ve fiziksel engel gibi uzun vadeli sekeller daha sık izlenir (15). Çalışmamızda 17-P kullanan grupta <1500 g ağırlıklı doğum oranı %4,4 iken, 17-P kullanmayan grupta bu oran %35,3 olup, iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmiştir. Yine 34. gestasyonel hafta altı doğum oranı 17-P kullanan grupta %4,4 kullanmayan grupta ise %35,3 oranında izlenmiş olup istatistiksel olarak anlamlı fark izlenmiştir. 56 Rafael ve ark. (16) erken doğum öyküsü olan ve transvajinal ultrasonografide servikal uzunluk 25 mm ve altında olup, servikal serklaj yapılan hastalarda 17-P kullanan ve kullanmayan hasta gruplarını karşılaştırmışlar ve 35. hafta altı erken doğum sıklığına bakmışlardır. 17-P kullanan ve kullanmayan gruplar arasında erken doğum açısından anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Fakat bu çalışmada 17-OHP kullanan hasta sayısı 15’tir ve hasta sayısının az olması nedeniyle sonuçlar anlamlı olmayabilir. Temming ve ark. (17) yaptığı retrospektif kohort çalışmada ise; bir gruba servikal serklaj ve haftalık 17-OHP yapılmış, diğer gruba yalnızca servikal serklaj yapılmıştır. Primer olarak 34. hafta öncesi erken doğum oranları karşılaştırılmış. Yalnızca servikal serklaj kullanılanların %43,6’sında, servikal serklaj ve 17-OHP birlikte kullanıldığında ise %20’sinde 34. hafta öncesinde erken doğum gerçekleşmiştir (p=0,008). Her gebelik haftası için servikal serklaj ve 17-P kullanımını destekleyen ciddi bulgular kaydedilmiştir. Servikal serklaj ve 17-P tedavisinin birlikte kullanımı ile miad doğumun 2,59 kat daha olası olduğunu belirtmişlerdir (OR=2,59; p=0,013). Geçirilmiş erken doğum öyküsü gibi karışıklığa neden olan çeşitli unsurlara göre düzeltme yapıldığında, 34. haftadan önce erken doğumun gerçekleşme olasılığı servikal serklaj ve 17-OHP tedavisinin birlikte kullanıldığı grubuna kıyasla yalnızca servikal serklaj kullanılan grupta 22 kat daha yüksek olarak tespit edilmiştir (OR=22,16; p=0,0084). Bu çalışmada, servikal serklaj yapılan olgular, erken doğum öyküsüne ve endikasyona bakılmaksızın çalışmaya dâhil edilmişlerdir. Çalışmamızda 2 ve üstü preterm doğum öyküsü olan ve ultrason ile serviks <25 mm saptanan hastalarda servikal serklaj tedavisine ek olarak haftalık intramusküler 17-P uygulamasının gebelik süresini uzattığı ve düşük doğum ağırlıklı yenidoğan sayısını azalttığı görülmüştür. Çalışmamızın retrospektif olması ve hasta sayısının azlığı en önemli kısıtlılıkları olup, literatürde bu konuda yapılmış çalışma sayısı çok azdır. Buna karşın servikal serklaj ile 17-P’nin tek başına tedavi yöntemi olarak kullanıldığı çok sayıda karşılaştırmalı çalışma vardır. SONUÇ Servikal uzunluğu 25 mm’den daha kısa ölçülen ve M. Eken ve ark., Erken Doğumun Önlenmesi İçin Servikal Serklaj Uygulanan Hastalarda 17 Hidroksiprogesteron Kaproat Kullanımının Değerlendirilmesi preterm doğum öyküsü olan olgularda servikal serklaj tedavisine ilaveten 17-P kullanımının erken doğumu önlemede yararlı olduğunu düşünmekteyiz. Ancak servikal serklaj tedavisine ilaveten progesteron tedavisi ile plasebonun karşılaştırıldığı kontrollü prospektif randomize çalışmalara gereksinim olduğu düşüncesindeyiz. KAYNAKLAR 1. Werner EF, Han CS, Pettker CM, Buhimschi CS, Copel JA, Funai EF, et al. Universal cervical-length screening to prevent pretermbirth: a cost-effectiveness analysis. Ultrasound Obstet Gynecol 2011;38(1):32-7. http://dx.doi.org/10.1002/uog.8911 2. Berghella V, Rafael TJ, Szychowski JM, Rust OA, Owen J. Cerclage for short cervix on ultrasonography in women with singleton gestations and previous preterm birth: a meta-analysis. Obstet Gynecol 2011; 117(3):663-71. http://dx.doi.org/10.1097/AOG.0b013e31820ca847 3. Meis PJ. 17 Hydroksy progesterone fort he prevention of preterm delivery. Lipincott Willilams&Wilkins 2005; p.1128-4. 4.Alfirevic Z, Stampalija T, Roberts D, Jorgensen AL. Cervical stitch (cerclage) for preventing preterm birth in singleton pregnancy. Cochrane Database Syst Rev 2012;18(4):CD008991 5. Iams JD, Goldenberg RL, Meis PJ, Mercer BM, Moawad A, Das A, et al. The lenghth of the cervix and the risk of spontaneous premature delivery. N Engl J Med 1996;334(9):567-72. http://dx.doi.org/10.1056/NEJM199602293340904 6. Mercer BM, Goldenberg RL, Moawad AH, Meis PJ, Iams JD, Das AF, et al. The preterm pridiction study; effect of gestational age and cause of preterm birth on subsequent obstetric outcome. Am J Obstet Gynecol 1999;181(5 Pt 1):1216-21. http://dx.doi.org/10.1016/S0002-9378(99)70111-0 7. Meis PJ, Klebanoff M, Thom E, Dombrowski MP, Sibai B, Moawad AH, et al. Prevention of recurrent preterm delivery by 17 alpha-hydroxyprogesterone caproate. N Engl J Med 2003;348(24):2379-85. http://dx.doi.org/10.1056/NEJMoa035140 8. McDonald IA. Suture of the cervix for inevitable miscarriage. J Obstet Gynaecol Br Emp 1957;64:346. http://dx.doi.org/10.1111/j.1471-0528.1957.tb02650.x 9. Dodd JM, Crowther CA. The role of progesteron in prevention of preterm birth. Int J Womens Health 2010;1:73-84. 10.MackeenAD, Seibel-Seamon J, Grimes-Dennis J, Baxter JK, Berghella V. Tocolytics for preterm premature rupture of membranes. Cochrane Database Syst Rev 2011(10):CD007062 http://dx.doi.org/10.1002/14651858.CD007062.pub2 11. MacKenzie R, Walker M, Armson A, Hannah ME. Progesterone for prevention of preterm birth among women at increase risk; a systematic review and metaanalysis of randomized controlled trials. Am J Obstet Gynecol 2006;194(5):1234-42. http://dx.doi.org/10.1016/j.ajog.2005.06.049 12. Werner EF, Han CS, Pettker CM, Buhimschi CS, Copel JA, Funai EF, et al. Universal cervical-length screening to prevent pretermbirth: a cost-effectiveness analysis. Ultrasound Obstet Gynecol 2011;38(1):32-7. http://dx.doi.org/10.1002/uog.8911 13.Berghella V, Figueroa D, Szychowski JM, Oven J, Hankins GD, Iams JD, et al: 17 alpha hydroxyprogesteron caproate for the prevention of preterm birth in women with prior preterm birth and short cervical lenght. Am J Obstet Gynecol 2010;202(4):351;e1-6. 14. Rebarber A, Cleary- Goldman J, Istwan NB, Rhea DJ, Desch C, Russo-Stieglitz K, et al. The use of 17 alpha hydroxyprogesteron caproate (17p) in women with cervical cerclage. Am J Perinatol 2008;25(5): 271-5. http://dx.doi.org/10.1055/s-2008-1064935 15. Ward RM, Beachy JC. Neonatal complication following preterm birth. BJOG 2003;110:8-16. http://dx.doi.org/10.1046/j.1471-0528.2003.00012.x 16. Rafael TJ, Mackeen AD, Berghella V. The effect of α 17 alpha-hydroxyprogesterone caproate on preterm birth in women with an ultrasound indicated cerclage. Am J Perinatol 2011;28(5):389-94 http://dx.doi.org/10.1055/s-0031-1272967 17. Temming L, Kirkland Tyler.C, Kullstam S, Rozario N, Mitra A, Joy S. A retrospective comparison of cerclage alone vs cerclage and 17P for the prevention of preterm birth. American J Obstet Gynecol 2013;1:219. 57 Derleme İKSST Derg 7(2):58-62, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.058 Atletik Performans, Genetik ve Gen Dopingi Atletic Performance, Genetics and Gene Doping Korkut Ulucan*,**, Ece Sena Topal***, Batu Kaan Aksulu**, Buğra Yaman**, İsmail Can Çiftci****, Türker Bıyıklı***** *Marmara Üniversitesi DHF, Tıbbi Biyoloji ve Genetik Bölümü **Üsküdar Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü ***Üsküdar Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Biyomühendislik Bölümü ****İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi *****Gelişim Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu, Antrenörlük Bölümü ÖZET SUMMARY Genom bilimi ve gen regülasyonu teknolojilerindeki gelişmeler, bilim insanlarına genetik hastalıkların tedavisinde yeni yöntemlerin geliştirilmesini sağlamıştır. Günümüzde mutasyonlu genin bulunduğu dokuya, genin tam ve çalışan formunu aktarmak olası hâle gelmiştir. Bu disipline “gen tedavisi” denmektedir. Bu yaklaşımın yanında, etki dışı uygulamalar ile sporcularda atletik performansı artırmak amacı ile performans artırıcı genlerin regülasyonları manipüle edilebilir. Bu alt- disipline ise “gen dopingi” adı verilmektedir. Bu uygulamanın en önemli özelliği, ilaç dopinginin aksine, tanısındaki zorluktur. Bu derlemede, kısaca, gen dopingine, gen dopingi metotlarına, aday genlere, olası tanı metotlarına, dezavantajlarına ve Dünya Anti-doping Merkezi’nin rolüne değinilecektir. Advances in genomic era and improvements in gene regulation technology lead scientists to treat genetic human diseases. It is now possible to introduce the intact gene into the tissues in which the mutated form of the gene is present. This discipline is called as “gene therapy”. Despite this success, gene therapy may be unethically manipulated to provide enhancement in athletic performance for athletes, by regulating the performance-related genes. This subdiscipline is called as “gene doping”. The most important characteristic of gene doping lies in the difficulty of making a diagnosis, unlike drug- based doping. This review briefly addresses the gene doping, methods, candidate genes, possible detection methods, disadvantages and the role of World Anti-doping Agency in gene doping. Anahtar kelimeler: gen dopingi, spor genetiği, gen terapisi, ACTN3 Key words: gene doping,sports genetics, gene therapy, ACTN3 GİRİŞ Sportif performansa etki eden genlerin sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Atletik performansın birçok farklı bileşeni olduğu, bu bileşenlerin bir arada fizyolojik sisteme etki ederek sporcularda atletik performansı oluşturduğu bilinmektedir (1). Bu bileşenlerden biri olan genetik alt yapı ile sportif performans arasındaki ilişki son yıllarda, özellikle 2003 yılından sonra daha da önem kazanmıştır. Yang ve ark. (2), alfaaktinin geninde (ACTN3) gösterdikleri yapısal bir mutasyonun, genin kodladığı aktinin proteininin 577. amino asidinde arjinin yerine durdurucu kodonun gelmesine neden olarak proteinin normalinden daha kısa formunun oluştuğunu bildirmişlerdir. Meydana gelen bu değişimin ise atletik performansa olan etkileri bildirilmiş, spor genetiği alanına önemli bir İnsan Genom Projesi (İGP) (1990-2003), insan genomu hakkında bilim dünyasına önemli bilgiler sağlamıştır. Bu projenin tamamlanması ile artık genlerin yaklaşık olarak sayısı, lokasyonları, yapıları ve fonksiyonları hakkında değerli bilgilere sahibiz. Bu bilgiler bizlere genlerin hastalıkların oluşumundaki rollerini, veya daha genel anlamda düşünürsek metabolizmamızı yönlendiren genlerin fonksiyonlarının belirlememize olanak vermiştir. İGP çıktıları sayesinde hastalıklar ile genler arasındaki ilişkileri belirleyebiliyor, genlerin yapıları ve olası mutasyon analizlerini gerçekleştirebiliyoruz. Alındığı tarih: 08.01.2015 Kabul tarihi: 21.04.2015 Yazışma adresi: Doç. Dr. Korkut Ulucan, Büyükçiftlik Sok. No: 6 Güzelbahçe, Nişantaşı 34365 İstanbul e-posta: [email protected] 58 K. Ulucan ve ark., Atletik Performans, Genetik ve Gen Dopingi katkıda bulunmuşlardır. Daha önce Montgomery ve ark. (3), spor genetiği alanında önemli çalışmaları başlatmış, Yang ve ark.’nın (2) desteği ile bu alandaki çalışmalar daha da önem kazanmıştır. Günümüzde ise tüm dünyada birçok merkez bu alanda çalışmalar yapmaktadırlar. Ülkemizde de bu alanda çalışmalar yapılmaya devam edilmektedir ve incelenen genetik parametreler ile sportif performanslara yatkınlıklar arasında ilişkiler ortaya konmaya çalışılmıştır (4-8). Günümüzde insan performansı ile ilgili, hepsi valide olmasa da yaklaşık 250 genetik bölge ilişkili bulunmuştur. Bu genetik bölgelerin bir kısmı, farklı popülasyonlarda analiz edilmiştir. Spor genetiği çalışmalarının birinci aşamasını aday genlerin, yani performansa etki eden genlerin belirlenmesi oluşturur. Canlıların fizyolojik ve anatomik gelişimleri, genlerin ve bu genlerin çevreleri ile etkileşimleri sayesinde belirlenir. Tek ve çift yumurta ikizlerinde gerçekleştirilebilen bağlantı analizleri ile atletik performansa etki eden gen veya gen fragmanları belirlenir. Bir sonraki aşamada, belirlenen ve aday olarak önerilen genetik bölgeler başarılı sporcularda ve sedanter bireylerde analiz edilir. Bu analiz sonuçlarından elde edilen veriler, farklı popülasyonlar da tekrarlanır ve ilgili genetik varyasyonun incelenen performansa olan etkisi belirlenmeye çalışılır. Gen tedavisi, klinik olarak herhangi bir genetik bozukluğun gen aktarımı yolu ile tedavisi için kullanılan bir terimdir. Doksanlı yılların başından itibaren uygulanmaya başlanmış, hâlen beraberinde tartışmaları getiren bir tedavi yöntemidir. Bu alandaki gelişmeler, spor bilimcilerin aklına yeni bir fikrin gelmesine neden olmuştur. Acaba atletik performansı artırmak amaçlı gen veya genetik materyaller kullanılabilir mi? Konvansiyonel doping uygulamalarının da artık daha saptanabilir olması bireyleri ve bilim insanlarını yeni arayışlara itmiştir. Spor bilimindeki gelişmeler, yeni ve etkili antreman yöntemleri, gelişen takım veya bireysel teknikler, spor sektöründeki yüksek reklam ve kulüplerin yüksek beklentileri sporcuları daha sık ve daha yoğun antreman programları uygular hâle gelmelerine neden olmuştur. Bununla beraber, sporcularda başarma ve başarılı olma psikolojisi, yeni rekorlar kırıldığında yüksek maddi getiri gibi koşullar da eklendiğinde sporcularda başarılı olma arzusu ön plana çıkmakta- dır. Sonuç olarak, doping veya gen dopingi uygulamaları sporcular için başarıya giden yolda bir takviye olarak düşünülmektedir. Ancak beraberinde getirebileceği sağlık sorunları çoğunlukta göz ardı edilmektedir. Gen Dopingi Nedir? Gen dopingi; genlerin ve genetik elementlerin bireylerin atletik performansını artırmak amacı ile tedavi edici olmayan kullanımı olarak adlandırılmaktadır (9). Uluslararası Olimpiyat Komitesi (International Olimpic Commity, IOC) ve Dünya Anti-doping Ajansı (World Anti-doping Agency, WADA) gen dopingi ile etkin çalışmalar yürüterek dünyada gen dopinginin önüne geçilmesi için çabalar göstermektedirler. 2003 yılından itibaren ise gen dopingi yasaklı uygulamalar içine alınmıştır (10). Gen Doping Yöntemleri Gen dopinginde ilgili geni hücrelere aktarmada virüsler, kimyasal veziküller (lipozom) veya fiziksel metotlar (gen tabancası) kullanılmaktadır. Gen aktarımı, ya hücrelerinin kültüre edildiği ortamda (in-vitro) ya da direkt virüslerin bireylere verilmesi gibi in-vivo olarak gerçekleştirilebilir. In-vitro uygulamalarda kültüre edilen hücrelere gen aktarıldıktan sonra gen aktarımında başarı sağlanan hücreler, tekrar bireye aktarılmaktadır (11,12). Gen Dopingi İçin Aday Genler Performans artırıcı genleri, kodladıkları proteinlerin yapısal ve işlevsel fonksiyonlarına göre sınıflandırılabiliriz. Erişimin kolay olması ve metabolik aktivitelerinin daha iyi bilinmesi nedeniyle gen dopingi dendiğinde olası gen aktarımının yapılacağı doku kas dokusudur, örneğin hipertrofi gibi etkilerin gözlenebileceği ve eritropoetin hormonunun salgılanması gibi (13). Dünya Dopingle Mücadele Merkezi (WADA), 2005 yılında yayımladığı çalışmasında, insanlarda gen dopingine aday olan ve model olarak seçilen iki genden söz ederek olası gen dopingi çalışmalarına ışık tutmuştur. Bunlar eritropoetin (EPO) ve insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-1) genleridir. Eritropoetin geni: EPO kemik iliğinde alyuvar hücrelerinin yapım hızını artıran glikoprotein hormondur. 59 İKSST Derg 7(2):58-62, 2015 Fetal yaşamda az da olsa karaciğerde üretilebilen bu sitokinin asıl üretim yeri böbreklerdir. Alyuvar yapımının yanında beynin nöronal hasarlara verdiği yanıtta ve yara iyileşmesinde de görevleri bulunmaktadır (14,15). EPO geni 7q22’de lokalizedir. EPO tedavisi maymun ve farelerde gerçekleştirilmiş, şiddetli anemik olguların tedavisi için umut vaat etmiştir. İnsülin Benzeri Büyüme Faktörü (IGF-1): İnsülin benzeri büyüme faktörü geni 12q23.2’de lokalizedir. Yapı olarak insüline benzemektedir ve çocuklukta büyüme ile ilgili etkin görevleri olan hormonun ergenlik döneminde de anabolik etkileri devam etmektedir (16). Büyüme hormonu (somatotropin) etkisini IGF-1 üzerinden göstermektedir. IGF-1, tirozin kinaz özelliğindeki reseptörlerine bağlanarak hücrelerde hem bölünmeyi tetiklemekte hem de programlı hücre ölümü olan apoptozisin önüne geçmektedir (17). Fare deneylerinde de ayrıca IGF-1’in kas gelişimini uyardığı ve kas kitlesini artırdığı da belirtilmiştir (18). Tablo 1. Gen dopingi amacı ile kullanılabilecek aday genler, lokasyonları, ID numaraları ve atletik yapıya olan etkileri. Aday Genler Anjiyotensin- I dönüştürücü enzim (ACE) Alfa- aktinin (ACTN3) Endotelyal Nitrik Oksit Sentaz (eNOS) Hipoksi uyarılabilir faktör (HIF1A) Damar büyüme faktörü (VEGFA) Eritropoetin (EPO) Fosfoenolpirüvat karboksikinaz (PCK2) İnsülin Benzeri Büyüme Faktörü (IGF-1) Miyostatin (MSTN) Lokasyon / Gen ID Fonksiyon 17q23.3/ 1636 Dayanıklılık- Hız 11q13.1/89 Dayanıklılık- Hız 7q36/ 4846 Dayanıklılık- Hız 14q23.2/ 3091 Dayanıklılık 6p12/ 7422 Dayanıklılık 7q22/ 2056 Dayanıklılık 14q11.2/ 5106 Dayanıklılık 12q23.2/3479 Güç 2q32.2/2660 Güç hücresel görevleri birbirilerinden farklı olacaklarından ortak etkiden söz etmek zordur. Hatta uygulama yapmadan da gen dopinginin olumsuz etkilerini kestirmek zor görünmektedir. Listedeki genler, belki direkt gen dopingi ile başka hücrelere aktarılamayacak kadar komplike olabilirler, ancak bilim insanları bu genlerinde içinde bulunduğu metabolik yollar üzerinden atletik performansı artıracak yeni uygulamalara devam etmeleri olasıdır. Ayrıca gen dopinginde kullanılabilecek Tablo 1’de sözü geçmeyen farklı genlerin de olması kesindir. Gen dopingindeki en büyük sorun genin arzu edilen dokuya naklidir ve şu anki en yaygın yöntem viral vektor kullanımıdır. Ancak, geni hücreye aktarmakta görev alan virüs her zaman istenilen dokuya ve genomik bölgeye gitmez ve taşıdığı genetik materyali farklı bir bölgeye aktarabilir ve insersiyonal mutagenez adı verilen olay gerçekleşir. Bu mutasyon ise bireyleri maligniteye götürebilen tehlikeli bir süreci tetikleyebilir (20). Olası ikinci risk ise gerek virüse, gerekse onun oluşturacağı rekombinan proteinlere karşı oluşabilecek şiddetli immünitedir. Örneğin, EPO naklinden sonra bireylerde hormon seviyesindeki artış, kanda eritrosit miktarının normalin üzerinde olmasına neden olacaktır. Eritrosit artışı ise hematokrit yükselmesine neden olarak bireyin sağlığı için tehlikeli boyutlara ulaşabililir. Başka bir örnek ise gen dopingi sonrası bireylerin artmış fiziksel aktivitelerinin neden olabileceği kardiyovasküler sorunlardır (21). IGF1 veya miyostatin dopinglerinde kas metabolizmasındaki sorunlardan dolayı kas-kemik yapılarında ki sorunlarda olası gözükmektedir (22,23). Gen Dopinginin Olumsuzlukları Gen Dopingini Tespit Etme Metotları Atletik performansı artırmaya yönelik yapılacak olan gen dopinginin spor ve sporcu etiği ve ahlakı dışında önemli olan en büyük olumsuzluğu, doping yapan sporcudaki sağlık sorunları olacaktır (19). WADA, gen dopinginin tespitine dayanan projeleri destekleyerek sporda gen dopinginin tespitini sağlayan metotların geliştirilmesine destek vermektedir. Gelinen noktada ümit veren çalışmalar olsa da gen dopingini tespit eden etkili ve hassas bir metot bulunmamaktadır. Ancak, WADA yaptığı açıklamalarda yolun sonuna doğru gelindiğini ve çok yakında gen dopinginin saptanabileceğini web sitesinden duyurmuştur. Teknolojik gelişmelerin ışığında moleküler biyoloji ve genetik bilimindeki ilerlemeler ile birlikte, insanlarda performansa etki eden gen ve gen grupları her geçen gün daha da detaylı olarak belirlenmektedir. En çok üzerinde çalışma yapılan gen dopingine aday genler Tablo 1’de özetlenmiştir. Dengede devam eden bir metabolik sürece eklenen genin aktivitesi, dengede devam eden metabolizma da düzensizliklere neden olacaktır. Aday genlerin 60 K. Ulucan ve ark., Atletik Performans, Genetik ve Gen Dopingi Gen dopinginin tespit edilmesinde, aktarılan genin konak canlıda oluşturduğu tahribat veya metabolizmasındaki değişikliklere dayanan tanı metotları üzerinde yoğunlaşılmıştır, RNA veya protein profillerinin değişmesi, gen aktarmada kullanılan vektöre karşı oluşturulan immünite gibi (10). Gen dopinginin belirlenmesinde kullanılması planlanan yeni bir yöntem de DNA barkodlaması tekniğidir (10). Bu yöntem de yaygın kullanılmamakla beraber, günümüzde uygulanması çok olası gözükmemektedir. Sporculara göre dizayn edilebilecek olan biyolojik pasaport şu an için en kuvvetli aday olmasına rağmen, bu metotla ilgili de tartışmalar devam etmektedir. Sportif amaçlı uygulanabilecek gen dopinginin saptanmasında ki en kesin metot kas biyopsisi olacaktır. Ancak bu uygulama pratikte çok kolay görünmemektedir. Yani sporculardan yarış sonu kas materyalinin temini, uygulanacak olan yöntem ile beraber düşünüldüğünde çok da pratik ve uygun bir tanı protokolü olarak görülmemelidir. Son yıllarda miRNA’lar üzerindeki çalışmalarda gen dopingini ve gen ekspresyon profilinin tespitinde önemli roller üstlenebileceğini göstermiştir. Bir Sonraki Nokta: Nano-doping Nano-teknoloji son yıllarda hızla gelişen ve gerek bilimsel yaşamda, gerekse gündelik yaşamımıza etki eden bir bilim dalı olmuştur. Maddenin milimetrenin milyonda biri kadar ölçekte, maddelerin organizasyonlarında meydana getirilen değişiklikler ile yeni materyal ve biyomalzemeler üretilebilmektedir. Bu üretilen maddeler, kendilerini oluşturan atomların, farklı özelliklerini göstererek çok farklı amaçlarda kullanılabilmektedirler. Örneğin, günümüzde uygulama alanı olan kir tutmayan dış cephe boyaları, ütü istemeyen gömlekler bunlara örnektir. Sağlık alanında ise cerrahi işlemlerde kulanılabilecek hücreler, tansiyon düzenleyebilecek giysiler, anemik hastalıkların tedavisinde kullanılabilecek yapay alyuvarlar olarak verilebilir. Nano-dopingin ise, hücre veya dokularda performansın artmasına yönelik yapılacak olan uygulamaların nano-moleküller yardımı ile olması düşünülmektedir. Bu nano moleküller, istenilen dokulara daha hızlı ve herhangi bir immünite oluşturmadan girebilecek olması da sporda gen doping için korkutan diğer bir yöndür. Bu amaçla gen yapılarının kendileri kullanılabileceği gibi RNA ve küçük RNA molekülleri de kullanılabilecektir. WADA Bu Konuda Neler Yapıyor? WADA bu konu ile ilgili gerek seminer, gerekse düzenlediği kongreler aracılığı ile gen dopinginin hem uygulama hem de tespitinde önemli roller üstlenmektedir. Gen doping 2001 yılında Uluslararası Olimpiyat Komitesi toplantısında tartışılmış ve 2002 yılında ise “Atletik Performansın Artışına Genetiğin Etkileri” seminerinde bu konu ile ilgili ciddi çalışmaların yürütülmesi kararını almıştır. 2003 yılında gen dopingini de yasaklı madde sınıfına koyan WADA, o tarihlerden günümüze kadar önemli çalışmaları desteklemiş ve bu konu ile ilgilenen komitesini oluşturmuştur. Sonuç olarak, gen dopingi, sporun önündeki en büyük engellerden biridir. Sporcu ahlakı ve spor etiği ile bağdaşmamasının yanında sağlık sorunlarıda oldukça düşündürücüdür. Sporun en önemli özelliklerinden biri olan eşit şartlarda yarışma hakkını ortadan kaldıran, sporcu sağlığını hiçe sayan ve haksız avantaj sağlayan bu uygulamanın yerine genetik yapıya uygun sportif aktivitelerin tercih edilmesi ve performansın artırılmasında doğal yollardan yararlanılması, daha gerçekçi ve sürekli başarıların kazanılmasında genel tutum olmalıdır. Bu amaçla dopingle mücadelede uygulanabilecek en etkin yol WADA veya Ulusal merkezler değil, sporcuların kendisinde olmalıdır. Kaynaklar 1. Bouchard C, Dionne F, Simoneau F, Boulay M. Genetics of aerobic and an-aerobic performances. Exerc. Sport Sci Rev 1992;20:27-58. 2. Yang N, MacArthur DG, Gulbin JP, Hahn AG, Beggs AH, Easteal S, North K. ACTN3 genotype is associated with human elite athletic performance. Am J Hum Genet 2003;73(3):627-31. http://dx.doi.org/10.1086/377590 3. Montgomery HE, Marshall R, Hemingway H, Myerson S, Clarkson P, Dollery C, et al. Human gene for physical performance. Nature 1998;393(6682): 221-2. http://dx.doi.org/10.1038/30374 4. Ulucan K, Göle S, Altindas N, Güney A. Preliminary findings of α -Actinin-3 gene distribution in elite Turkish wind surfers. Balkan J Med Genet 2013; 16(1): 61 İKSST Derg 7(2):58-62, 2015 69-72. http://dx.doi.org/10.2478/bjmg-2013-0020 5. Gunel T, Gumusoglu E, Hosseini MK, Yilmazyildirim E, Dolekcap I, Aydinli K. Effect of angiotensin I-converting enzyme and α-actinin-3 gene polymorphisms on sport performance. Mol Med Rep 2014;9(4): 1422-6. http://dx.doi.org/10.3892/mmr.2014.1974 6. Ulucan K, Göle S. ACE I/D Polymorphism determination in Turkish elite wind-surfers. Sport Science Review 2014;23(1-2):79–84. http://dx.doi.org/10.2478/ssr-2014-0005 7. Ulucan K, Bayyurt GM, Konuk M, Güney AI. Effect of alpha-actinin-3 gene on Turkish trained and untrained middle school children’s sprinting performance: a pilot study. Biological Rhythm Research 2014;45(4): 509-14. http://dx.doi.org/10.1080/09291016.2013.867628 8. Ulucan K, Yalçın S, Akbaş B, Uyumaz F, Muhsin Konuk. Analysis of solute carrier family 6 member 4 gene promoter polymorpism in young Turkish basketball players. The Journal of Neurobehavioral Sciences 2014;1(2):37-40. 9. Wells DJ. Gene doping: possibilities and practicalities. Med Sport Sci 2009;54:166-75. http://dx.doi.org/10.1159/000235703 10.Tural Ş, Tural E, Kara N, Ağaoğlu SA. Gene doping in sport. Selcuk University Journal of Physical Education and Sport Science 2011;13(3):253-60. 11. Azzazy HM, Mansour MM, Christenson RH. Doping in the recombinant era: strategies and counterstrategies. Clin Biochem 2005;38:959-65. http://dx.doi.org/10.1016/j.clinbiochem.2005.09.007 12.John SMG, Noble MA, Lewis DL, Herweijer H, Wolff JA. Progress toward a nonviral gene therapy protocol fort he treatment of anemia. Hum Gene Ther 2007;18:269-85. http://dx.doi.org/10.1089/hum.2006.186 13.Dias RG. Genetics, human physical performance and gene doping: the common sense versus the scientific reality. Rev Bras Med Esporte 2011;17(1):62-70. http://dx.doi.org/10.1590/S1517-86922011000100012 62 14.Siren AL, Fratelli M, Brines M, Goemans C, Casagrande S, Lewczuk P, et al. Erythropoietin prevents neuronal apoptosis after cerebral ischemia and metabolic stress”. Proc Natl Acad Sci USA 2001;98(7): 4044-9. http://dx.doi.org/10.1073/pnas.051606598 15. Haroon ZA, Amin K, Jiang X, Arcasoy MO. A novel role for erythropoietin during fibrin-induced woundhealing response”. Am J Pathol 2003;163(3):993-1000. http://dx.doi.org/10.1016/S0002-9440(10)63459-1 16.Keating GM. Mecasermin. BioDrugs 2008;22(3): 177-88. http://dx.doi.org/10.2165/00063030-200822030-00004 17.Delafontaine P, Song YH, Li Y. “Expression, regulation, and function of IGF-1, IGF-1R, and IGF-1 binding proteins in blood vessels”. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2005;24(3):435-44. http://dx.doi.org/10.1161/01.ATV.0000105902.89459.09 18.Harridge SDR, Velloso CP. IGF-1 and GH: potential use in gene doping. Growth Horm IGF Res 2009;19: 378-82. http://dx.doi.org/10.1016/j.ghir.2009.04.016 19.Baoutina A, Alexander IE, Rasko JE, Emslie KR. Potential use of gene transfer in athletic performance enhancement. Mol Ther 2007;15(10):1751-66. http://dx.doi.org/10.1038/sj.mt.6300278 20.Martinek V, Fu FH, Huard J. Gene therapy and tissue engineering in sports medicine. Phys Sportsmed 2000; 28(2):1-12. http://dx.doi.org/10.3810/psm.2000.02.691 21.Haisma HJ, Hon O de. Gene doping. Int J Sports Med 2006;27:257-66. http://dx.doi.org/10.1055/s-2006-923986 22.Barton-Davis ER, Shoturma DI, Musaro A, Rosenthal N, Sweeney HL. Viral mediated expression of insulin-like growth factor I blocks the aging-related loss of skeletal muscle function. Proc Natl Acad Sci USA 1998;95(26):15603-7. http://dx.doi.org/10.1073/pnas.95.26.15603 23.McKanna TA, Toriello HV. Gene doping: The hype and the harm. Pediatr Clin N Am 2010;57:719-27. http://dx.doi.org/10.1016/j.pcl.2010.02.006 Araştırma İKSST Derg 7(2):63-68, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.063 Yoğun Bakıma Kabul Edilen Zehirlenme Olgularının Analizi Analysis of the Poisoning Cases Admitted into Intensive Care Unit Aykut Urfalıoğlu*, Necla Dilmen**, Sait Fatih Öner**, Onur Hanbeyoğlu**, Zafer Gündoğdu** *Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı **Elazığ Eğitim ve Araştırma Hastanesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Kliniği ÖZET SUMMARY Amaç: Çalışmamızda, 2010-2014 yılları arasında yoğun bakıma akut zehirlenme nedeniyle kabul ettiğimiz hastaların yaş ve cinsiyet dağılımları, etiyolojik ajanları, hastaların hastaneye geliş ayı, psikiyatrik tanılarının olup olmadığı, yoğun bakımda yatış sürelerini, tedavi, prognoz ve mortalite oranlarını retrospektif olarak incelemeyi amaçladık. Objective: We aimed to evaluate the patients hospitalized in intensive care unit due to poisoning between 2010-2014 in terms of age, sex distribution, etiologic agents, month of admission, a psychiatric disorder (if any), length of stay in the intensive care unit, treatment, prognosis, and the mortality rate. Gereç ve Yöntem: Elazığ Eğitim ve Araştırma Hastanesi yoğun bakım ünitesine 1 Ocak 2010-1 Ocak 2014 tarihleri arasında kabul edilen 10 yaş üzeri zehirlenme olguları retrospektif olarak incelendi. Material and Methods: We retrospectively reviewed the records of all the patients above 10 years age treated in Elazığ Research and Training Hospital Intensive Care Unit with the diagnosis of poisoning between January 2010 and January 2014. Bulgular: Toplam 480 hastanın, 334’ü (%69,6) kadın, 146’sı (%30,4) erkek (%30,4) ve K: E oranı yaklaşık olarak 2,3/1 idi. Yaş ortalaması kadınlarda 26,2±12,01 yıl, erkeklerde ise 28,3±11,8 yıl idi. En sık zehirlenme nedeni, 411 (%85,6) ile ilaçlardı. Tekli ilaç alımıyla oluşan zehirlenmelerde analjezik-antiinflamatuvar ilaçlar, 125 (%37,4) en sık karşımıza çıkan gruptu. Olguların 407 (%84,8)’si intihar amaçlı olup, bunlardan 293 olgu (%72) kadındı. Hastaların %51’inde (245) önceden konulmuş psikiyatrik bir tanı mevcuttu. Yoğun bakımda kalış süresi ortalama 1,55±1,03 gündü. Hastalardan 5’ine (%1) mekanik ventilatör desteği verildi, bunlardan 1 olgunun (%0,2) tedavi sürecinde öldüğü tespit edildi. Results: A total of 480 patients (women, n=334; 69.6%, mean age, 26.2±12.01 yrs and men, n=146; 30.4%, mean age, 28.3±11.8 years) were included in the study. The most common cause of poisoning was related to drug therapy (n=411 (85.6%). In single drug poisoning, the most frequently encountered group was using analgesic-antiinflammatory drugs (n= 125: 37.4%). Majority (n=407: 84.8%) of all cases were suicide attempts with a female predominancy (n=293: 72%). Fifty-one percent (n=245) of the patients had previously established a psychiatric diagnosis. Mean duration of intensive care unit stay was 1.55±1.03 days. Mechanical ventilator support was supplied for 5 (1%) patients and 1 patient (0.2%) died during treatment. Sonuç: Zehirlenme olgularının bilinmesinin, hasta profilinin ortaya konulması ve eksiklerin görülmesi dışında, acil yaklaşım ile tedavi planlarını belirlenerek morbidite ve mortalite oranlarını azaltma açısından önemli olduğu, bu nedenle de retrospektif çalışmaların daha sık yapılmasının yararlı olacağı düşüncesindeyiz. Conclusion: The knowledge of poisoning cases not only defines the patient profile and the deficiencies of treatment but also determines the treatment plans with an emergency approach which would reduce the morbidity and mortality rates. Therefore we think that frequently performed retrospective studies will be beneficial. Anahtar kelimeler: akut zehirlenme, yoğun bakım, retrospektif analiz Key words: acute poisoning, intensive care, retrospective analysis Alındığı tarih: 15.01.2015 Kabul tarihi: 06.04.2015 Yazışma adresi: Yrd. Doç. Dr. Aykut Urfalıoğlu, Kahramanmaraş Üniversitesi Tıp Fakültesi, Uygulama ve Araştırma Hastanesi, Avşar Kampüsü 46100 Kahramanmaraş e-posta: [email protected] 63 İKSST Derg 7(2):63-68, 2015 GİRİŞ Zehirlenme; toksik bir maddenin veya toksik dozda alınan non-toksik bir maddenin organizmada bazı istenmeyen belirti ve bulguları ortaya çıkarmasıdır. Özellikle akut olarak oluşan zehirlenmeler birçok nedene bağlı gelişebilen, tıbbi ve toplumsal sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Akut zehirlenme nedeniyle hastanelerin acil servislerine başvuran hastalarda, birçok etiyolojik nedene rastlanmaktadır. Bu nedenler arasında ülkemizde en sık görülen, tıbbi ilaçlardır. Dokuz Eylül Üniversitesi İlaç ve Zehir Bilgi Merkezi (DEÜ-İZBM) 2007 yılı veri analizine bakıldığında maruziyetin %72,5 oranında ilaçlarla gerçekleştiği rapor edilmiştir (1). İlaçlarla oluşan zehirlenmeler, intihar amaçlı olabileceği gibi ilacın kaza ile yüksek doz alımı ya da normal dozlarıyla oluşabilen ilaç reaksiyonları şeklinde olabilmektedir. Ülkemizde daha çok suisid amaçlı alımın olduğu ve kadınlarda daha sık görüldüğü çeşitli çalışmalarda bildirilmiştir (2-5). İlaçlar dışında çeşitli besin maddeleri, kimyasallar, endüstriyel ve tarımsal kaynaklı maddeler, inhale edilen toksik gazlar ve hayvansal zehirler etiyolojik nedenler arasında sayılabilir. Zehirlenmelerin sıklığı ve etiyolojik nedenleri; coğrafi bölge, toplumların sosyokültürel ve ekonomik durumuna göre değişiklikler gösterebilir. Etiyolojik neden ne olursa olsun akut zehirlenmelerin bir kısmı potansiyel olarak ciddi sonuçlara yol açabilmekte ve bu nedenle de bir yoğun bakıma gereksinim gösterebilmektedirler. Yoğun bakım ünitelerindeki yatakların %5-30’unun zehirlenmeleri takip amacıyla kullanıldığı bildirilmektedir (6). Elazığ Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Reanimasyon ünitesine sahip olup Doğu Anadolu bölgesindeki illerin son sevk kurumlarından birisi konumundadır. Bu nedenle yalnız Elazığ’dan değil, çevredeki birçok ilden bu anlamda hasta kabul etmektedir. Biz çalışmamızda, 2010-2014 yılları arasındaki dört yıllık süre içerisinde yoğun bakıma akut zehirlenme nedeniyle kabul ettiğimiz hastaların yaş ve cinsiyet dağılımlarını, etiyolojik ajanları, hastaların hastaneye geliş ayını, yoğun bakımda yatış sürelerini, tedavi ve prognozlarını retrospektif olarak incelemeyi amaçladık. Özellikle hastaların geliş ayları ile etiyolojik neden arasında mevsimsel bir ilişki olup olmadığının ve mevsime göre zehirlenme sıklığının belirlenmesi64 nin de yararlı olacağını düşünüyoruz. Ayrıca bu retrospektif incelemenin kendi iç değerlendirmemizi yapmamız, intoksikasyon olgularındaki hasta profilimizi ortaya çıkararak sonraki hastalarımızda eksiklerimizi tespit etmemiz, antidot hazırlığımız, toplumsal eğilimleri belirlememiz ve mortalitemizi ortaya koymamız açısından yararlı olacağını düşünüyoruz. GEREÇ ve YÖNTEM Çalışmada Elazığ Eğitim ve Araştırma Hastanesi Anestezi ve Reanimasyon yoğun bakım ünitesine 1 Ocak 2010-1 Ocak 2014 tarihleri arasında kabul edilen zehirlenme olguları yerel Etik Kurul onayı alındıktan sonra geriye yönelik olarak incelenmiştir. Hastaların yaş ve cinsiyet dağılımları, hastaneye geliş zamanı, psikiyatrik tanılarının olup olmadığı, zehirlenmenin olma şekli, zehirlenmeye yol açan neden, yoğun bakımda kalma süreleri, antidot kullanım oranları, mekanik ventilatör desteği verilip verilmediği, prognozları ve mortalite oranları retrospektif olarak araştırıldı. İstatistiksel değerlendirmede SPSS 13.0 programı kullanıldı. Veriler ortalama±standart sapma ya da sayı (%) olarak verildi. Gruplar arası karşılaştırmalarda ki-kare testi kullanıldı. p<0,05 olan değerler istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. SONUÇLAR Hastanemiz Anestezi ve Reanimasyon yoğun bakım ünitesine 1 Ocak 2010-1 Ocak 2014 tarihleri arasında akut zehirlenme nedeniyle kabul edilen toplam olgu sayısı 480’dir. Bu olguların, 334’ü kadın (%69,6), 146’sı erkek (%30,4) ve kadın/erkek oranı (K/E) yaklaşık olarak 2,3/1 idi. K/E oranlarının karşılaştırmasında kadınlarda istatistiksel olarak anlamlı yükseklik saptandı (p<0,05). Tüm hastaların yaş ortalaması 26,8±11,9 iken, kadın olguların yaş ortalaması 26,2±12,01 yıl, erkek olgularınki ise 28,3±11,8 yıl idi. Olguların yaş gruplarına göre dağılımı Tablo 1’de gösterilmiştir. Tabloda görüldüğü gibi olguların ilk 10-30 yaşta bir yığılma gösterdiği ve 10-20 yaştaki olgu sayısının, diğer gruplara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olduğu görüldü (p<0,05). Dört yüz seksen zehirlenme olgusunun; 411’i (%85,6) ilaç, 33’ü (%6,9) karbon monoksit (CO), 14’ü (%2,9) hayvansal zehirler, 9’u (%1,9) organofosfatlı tarım ilaçları, 6’sı (%1,3) kimyasal korozif maddeler, 4’ü A. Urfalıoğlu ve ark., Yoğun Bakıma Kabul Edien Zehirlenme Olgularının Analizi Tablo 1. Zehirlenme olgularının yaş gruplarına göre dağılımı. Yaş grupları (Yıl) Tablo 3. İntihar/Kaza ile zehirlenmelerle-Cinsiyet arası ilişkiyi gösteren dağılım. Sayı (%) 10-20 21-30 31-40 41 ve üstü 191 (%39,8) 152 (%31,7) 69 (%14,4) 68 (%14,2) Toplam 480 (%100) Erkek İntihar Kaza 114 (%28) 32 (%43,8) Sayı (%) Antiinflamatuvar-Analjezik Antidepresan-Antipsikotik Antibiyotik Sedatif-Hipnotik Antihipertansif Antiepileptik Antidiyabetik Bilinmeyen Antikoagülan 125 (%37,4) 106 (%31,7) 35 (%10,5) 21 (%6,3) 20 (%6) 13 (%3,9) 6 (%1,8) 6 (%1,8) 2 (%0,4) Toplam 334 (%69.6) mantar (%0,8), 2’si alkol (%0,4) ve 1’i de diğer nedenlerle (%0,2) oluşan zehirlenmelerdi (Şekil 1). Zehirlenme nedenlerine göre yapılan istatistiksel değerlendirmede, ilaçlarla olan zehirlenmeler diğer nedenlerle olan zehirlenmelere göre anlamlı derecede yüksekti (p<0,05). İlaçla oluşan zehirlenmelerde toplam 411 olgu (%85,6) olduğu, tekli ilaç alımının 334 olgu (%69,6), çoklu ilaç alımının ise 76 olgu (%15,8) olduğu görüldü. Tekli ilaç alımıyla oluşan zehirlenmelerde analjezik-antiinflamatuvar ilaçlar, %37,4’lük oran ile (125 olgu) en sık karşımıza çıkan gruptu. Sonrasında ise sırasıyla; %31,7’lik oran ile (106 olgu) antidepresan -antipsikotik ilaçlar, %10,5’lik oran ile (35 olgu) antibiyotikler, %6,3’lük oran ile (21 olgu) sedatifhipnotikler, %6’lık oran ile (20 olgu) antihipertansifler, %3,9’luk oran ile (13 olgu) antiepileptikler, %1,8’lik oran ile (6 olgu) antidiyabetikler, %1,8’lik oran ile (6 olgu) bilinmeyen ilaçlar ve %0,4’lük oran ile (2 olgu) antikoagülanlar gelmekteydi (Tablo 2). Çoklu ilaç zehirlenmelerinde ise en sık görülen kombinasyon %25’lik oran ile (19 olgu) analjezik-antiinflamatuvar ve antibiyotik kombinasyonuydu. Akut zehirlenme olgularının %84,8’inin (407 olgu) intihar amaçlı, %15,2’sinin (73 olgu) kaza sonucu Toplam 293 (%72) 41 (%56,2) 40 (%100) 73 (%100) Tablo 4. İntihar/Kaza ile zehirlenmelerle-Yaş grupları arası ilişkiyi gösteren dağılım. Tablo 2. Tekli ilaç ile zehirlenmelerde nedenlerin dağılımı. İlaç Kadın Yıl 10-20 21-30 31-40 İntihar 186 (%45,7) 135 (%33,2) 54 (%13,3) Kaza 5 (%6,8) 17 (%23,3) 15 (%20,5) 41 ve üstü Toplam 32 (%7,9) 407 (%100) 36 (%49,3) 73 (%100) olduğu saptandı. İntihar amacıyla alım sonucu gerçekleşen 407 zehirlenme olgusunun %72’si (293 olgu) kadın, %28’i (114 olgu) ise erkekti (K/E: 2,6/1). Kaza ile zehirlenmelerin ise %56,2’si (41 olgu) kadın, %43,8’i (32 olgu) ise erkekti. İntihar ve kaza ile oluşan zehirlenmeler cinsiyetle karşılaştırıldığında, intihar grubunda K/E oranı istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluştururken (p<0,05), kaza ile oluşan zehirlenmelerde fark olmadığı saptandı (p>0,05) (Tablo 3). İntihar amaçlı ve kaza ile oluşan zehirlenme olgularının yaş gruplarına göre dağılımı ise Tablo 4’te verilmekte olup, tablo incelendiğinde intiharın 10-20 yaş grubunda, kaza ile alımın da 41 yaş üzeri grupta daha yüksek oranda olduğu, buradan da anlaşılacağı üzere intiharın yaşla beraber azalırken, kaza oranının yaşla artmakta olduğu görüldü. İntihar amaçlı zehirlenmelerde neden incelendiğinde, en sık %97’lik oranla (395 olgu) ilaçlarla oluştuğu, kaza nedenli zehirlenmelerde ise %45,2’lik oranla (33 olgu) ile CO zehirlenmesinin en sık etken olduğu görülmektedir (Tablo 5). 6.9 2.9 1.9 1.3 0.8 İlaçlar CO Hayvansal zehirler Tarım ilaçları Korozif maddeler Mantar Şekil 1. Zehirlenmelere yol açan nedenlerin dağılımı. 65 İKSST Derg 7(2):63-68, 2015 Tablo 5. İntihar/Kaza ile zehirlenmelerle-Zehirlenme nedenleri arası ilişkiyi gösteren dağılım. İntihar Kaza İlaç Mantar CO Alkol Korozif maddeler Tarım ilacı Hayvansal zehirler Diğer Toplam 395 (%97,1) 16 (%21,9) 0 (%0) 4 (%5,5) 0 (%0) 33 (%45,2) 1 (%0,2) 1 (%1,4) 1 (%0,2) 5 (%6,8) 9 (%2,2) 0 (%0) 0 (%0) 14 (%19,2) 1 (%0,2) 0 (%0) Tarım ilacı Hayvansal zehirler Diğer Toplam 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 1 (%1,9) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 27 (%100) 47 (%100) 56 (%100) 39 (%100) 39 (%100) 52 (%100) 60 (%100) 43 (%100) 40 (%100) 26 (%100) 20 (%100) 31 (%100) 407 (%100) 73 (%100) Tablo 6. Olguların zehirlenme nedenleri ile geliş ayını gösteren dağılım. Geliş Ayı 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 İlaç 21 (%77,8) 38 (%80,9) 45 (%80,4) 35 (%89,7) 30 (%76,9) 44 (%84,6) 54 (%90) 38 (%88,4) 37 (%92,5) 24 (%92,3) 19 (%95) 26 (%83,9) Mantar 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 1 (%2,6) 1 (%2,6) 1 (%1,9) 1 (%1,7) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) CO 6 (%22,2) 9 (%19,1) 11 (19,6) 0 (%0) 2 (%5,1) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 5 (%16,1) Alkol 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 1 (%2,6) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 1 (%2,3) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) ntoksikasyon öncesinde psikiyatrik bir hastalık tanısı alan hasta sayısı tüm olguların %51’ini (245 olgu) oluşturmaktaydı. Bu 245 olgunun %83,7’sinde anksiyete bozukluğu, %14,3’ünde depresyon ve %2’sinde de psikotik bozukluk tanısı konulduğu görüldü. Olguların geliş aylarına göre tanılarına baktığımızda, zehirlenme tiplerinin aylara göre dağılımı Tablo 6’da görülmektedir. Bu tabloda aylara göre hastalardaki intoksikasyon tiplerinde anlamlı farklılıklar olduğu saptandı. Olguların yoğun bakımda kalış süresi ortalama 1,55±1,03 (min 1-maks 10) gündü. Tüm olguların %6,5’inde (31 olgu) antidot kullanılırken %93,5’lik oranda (449 olgu) semptomatik tedavi yeterli oldu. Beş olgu (%1) için ileri yaşam desteği gerektiği ve mekanik ventilasyon uygulandığı, bunlardan 1 olgunun (%0,2) eksitus olduğu saptandı. Bu olgu intihar amacıyla organofosfatı ağız yoluyla alan kadın bir hastaydı. Hasta 9 gün yoğun bakımda mekanik ventilatör desteği sağlandıktan sonra 10. gün eksitus oldu. Diğer 4 hastadan 2’sinin, antidepresan ve antipsikotik intoksikasyonu, 1 olgunun yine organofosfat intoksikasyonu sonucu mekanik ventilatör desteği aldığı, tedavi sonucu yoğun bakımdan şifa ile taburcu edildikleri saptandı. Bir olgu da kolşisin intoksikasyonu sonucu mekanik ventilatör desteği aldı. Bu olgu o 66 Korozif maddeler 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 1 (%2,6) 0 (%0) 0 (%0) 4 (%6,7) 0 (%0) 0 (%0) 1 (%3,8) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 1 (%2,6) 3 (%7,7) 1 (%1,9) 0 (%0) 2 (%4,7) 0 (%0) 1 (%3,8) 1 (%5) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) 3 (%7,7) 5 (%9,6) 1 (%1,7) 2 (%4,7) 3 (%7,5) 0 (%0) 0 (%0) 0 (%0) sırada hastanemizde gastroenterolog olmaması nedeniyle karaciğer yetersizliği gelişmesi üzerine sevk edildi. Sonuç olarak, akut zehirlenme nedeniyle yoğun bakım ünitemizde takip ettiğimiz hastaların %94,8’inin (455 olgu) şifa ile taburcu edilirken, %5 olgunun (24 olgu) sevk edildiği ve %0,2 olgunun (1 olgu) ise eksitus olduğu belirlenmiştir. TARTIŞMA İntihar amacı veya kaza ile gelişen zehirlenmeler tüm dünyada önemli bir sağlık sorunu olup, gelişmekte olan ülkelerde hastanelerin acil servisleri ve yoğun bakımlarına hasta kabullerinin en önemli nedenleri arasındadır. Zehirlenme olgularının; sık görülmesi, kısmen önlenebilir olması, acil girişim ile tedaviye iyi yanıt vermesi ve bazı olgularda da yoğun bakım desteği gerektirmesi kapsamlı olarak incelenmelerini gerektirmektedir. Bir çalışmada yoğun bakım ünitelerindeki yatakların %5-30’unun zehirlenmeleri takip amacıyla kullanıldığı bildirilmektedir (6). Zehirlenmelerin sıklığı ve etiyolojik nedenleri; coğrafi bölge, toplumların sosyokültürel ve ekonomik durumuna göre değişiklikler gösterebilir. Dünyanın birçok ülkesinde etiyolojik ve bireysel istatistikleri A. Urfalıoğlu ve ark., Yoğun Bakıma Kabul Edien Zehirlenme Olgularının Analizi içeren çalışmalar mevcut olup, bu çalışmalar o ülkede veya bölgedeki intoksikasyonların dağılımları hakkında bilgi vermektedir. Khundair ve ark. (7) 2010 yılında Katar’da yaptıkları bir çalışmada, acil servise zehirlenme nedeniyle başvuran hastalarda en sık neden olarak %61,6 oranında kimyasalların, ikinci sırada da %38,4 oranında ilaçların görüldüğünü bildirirken, Liu ve ark.’nın (8) Çin’de yaptıkları çalışmada, sıklık sırasıyla; ilaçlar, CO zehirlenmesi, besin zehirlenmesi ve pestisitlerin görüldüğü rapor edilmiştir. Ülkemizde Ayoğlu ve ark.’nın (9) yaptığı bir çalışmada acil servise zehirlenme nedeniyle başvuran hastalarda etkenlere bakıldığında ilk sırada tibbi ilaçlar, ikinci sırada korozif maddeler, üçüncü sırada organofosfatlı insektistler, dördüncü, beşinci ve altıncı sırada da sırasıyla mantar, alkol ve fare zehiri olgularına rastlanılmıştır. Akbaba ve ark.’nın (2) yaptığı diğer bir çalışmada, acil servise başvuran zehirlenmelerin %71’ini ilaçlar oluştururken, %18,9’luk kısmı da organofosfatlı tarım ilaçlarının oluşturduğu bildirilmiştir. Görüldüğü gibi farklı ülke ve hatta aynı ülke içindeki farklı bölgelerde zehirlenme nedenlerinin oranı değişmektedir. Çalışmamızda, zehirlenme olgularının nedeni en fazla ilaçlar olup, bunu sırasıyla CO, hayvansal zehirler, organofosfatlı tarım ilaçları, kimyasal korozif maddeler, mantar, alkol ve diğer nedenlerle oluşan zehirlenmeler oluşturmaktadır. İlaçlar, ülkemizdeki literatürlerle uyumlu olarak ilk sırada iken, diğer nedenlerin sıralaması değişebilmektedir. Zehirlenmeler ilaçların tek olarak veya çoklu alımlarıyla gerçekleşebilir. Tüm zehirlenme olgularının %50’sinde birden çok ilaç kullanımı olduğu bildirilmektedir(10). Çalışmamızda hastaların %15,8’si birden çok ilaç almıştı. Birden çok ilaç alanların yüzdesinin literatürdeki diğer çalışmalara göre düşük olmasının nedeninin; olgulardan alınan anamnezin güvenilir olmamasından ayrıca bölgesel ve sosyokültürel farklılıktan kaynaklandığını düşündük. Çalışmamızda tekli ilaç alımıyla oluşan zehirlenmelerde analjezik-antiinflamatuvar ilaçlar, %37,4’lük oran ile en sık karşımıza çıkan gruptu. Sonrasında ise sırasıyla; %31,7’lik oran ile antidepresan-antipsikotik ilaçlar, %10,5’lik oran ile antibiyotikler, %6,3’lük oran ile sedatif-hipnotikler, %6’lık oran ile antihipertansifler, %3,9’luk oran ile antiepileptikler, %1,8’lik oran ile antidiabetikler, %1,8’lik oran ile bilinmeyen ilaçlar ve %0,4’lük oran ile antikoagülanlar gelmekteydi. Çalışmamızla uyumlu olarak, Akköse ve ark. (11); zehirlenme olgularında ilaçla zehirlenmelerde analjezik-antiinflamatuvar ve antidepresan ilaçların ilk sırada yer aldığını bildirdiler. Benzer şekilde Tüfekçi ve ark.’nın (12) çalışmasında, ilaçların neden olduğu zehirlenmelerde antidepresanlar ve analjezik ilaçlar en önde gelmekteydi. Bu yüksek oranların; ülkemizde analjezik-antiinflamatuar ajanlar ile antidepresanların reçetesiz ve yaygın kullanımı sonucunda daha kolay ulaşılabilir olmaları ile ilgili olabileceğini düşünmekteyiz. Ayrıca; hastaların psikiyatrik sorunları nedeniyle antipsikotik veya antidepresan ilaç kullanımlarının olmasının, intihar girişimi amacıyla bu ilaçları kullanmalarını mümkün kıldığı kanısındayız. Sonuç olarak, Beskow’un yaptığı çalışmada, intihar girişimlerinde, önceden var olan psikiyatrik sorunların önemli bir etken olduğunu göstermiştir (13) . Çalışmamızda da tüm olguların önceden %51’inin psikiyatrik bozukluk tanısı almış olduğu; bu olguların %83,7’sinde anksiyete bozukluğu, %14,3’ünde depresyon ve %2’sinde de psikotik bozukluk tanısı konulduğu görüldü. Buradan yola çıkarak, psikyatri uzmanlarının yaptıkları psikiyatrik değerlendirmede intihar olasılığı yüksek olan hastaları tespit edip, verecekleri ilaç tedavisinde dikkat etmeleri gerektiğini düşünüyoruz. Çalışmamızda olgular demografik özelliklerine göre incelendiğinde kadın cinsiyette, erkeklerden daha fazla görüldüğü ve tüm olgulardaki yaş ortalamasına bakıldığında da 10-30 yaş arasında olguların yığılma gösterdiği görüldü. Bu sonuç literatürdeki birçok çalışma ile uyumludur (3-5). Yine, taradığımız hastalarda akut zehirlenme olgularının %84,8’inin intihar amaçlı olduğu saptandı ve bu olguların %72’si kadındı. İntiharın, 10-20 yaş grubunda, kaza ile alımın da 41 yaş üzeri grupta daha yüksek oranda olduğu, buradan da anlaşılacağı üzere intiharın yaşla beraber azalırken, kaza oranının yaşla artmakta olduğu görüldü. Bu durum, Ouedraogo ve ark.’nın (14) Burkina Faso’da 436 hastadaki zehirlenmeleri incelediği ve kaza ile zehirlenmeyi %70,8 gibi yüksek oranda tespit ettiği çalışma ve Shadnia ve ark.’nın (15), Tahran’da akut zehirlenmeleri değerlendirdikleri ve erkeklerde intihar girişimini daha yüksek buldukları çalışma dışında genel olarak literatürlerle uyumlu olarak bulundu (5,16,17). Bu verilerin, hem yurt dışında hem de ülkemizde kadınların ve gençlerin aile içi veya toplumsal konumlarından kaynaklanan sorunları ile ilişkilendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. 67 İKSST Derg 7(2):63-68, 2015 Olguların hastaneye başvurdukları aylara genel olarak baktığımızda, ilaç zehirlenmelerinin bahar ve yaz aylarında daha sık olmak üzere kış aylarında azaldığını, yine organofosfatlı tarım ilaçları ve mantar zehirlenmelerinin özellikle 4. ve 8. aylar arasında sık görüldüğünü, buna karşılık CO zehirlenmelerinin beklendiği üzere 12. ve 4. aylar arasında sık görüldüğünü görüyoruz. Bu incelemenin, intoksikasyon olgularındaki hasta profilimizi ortaya çıkararak sonraki hastalarımızda eksiklerimizi tespit etmemiz, antidot hazırlığımız, toplumsal eğilimleri belirlememiz açısından önem taşıdığını düşünüyoruz. Kurt ve ark. (18) yoğun bakımda ortalama yatış süresini 3,56 gün, Kaya ve ark. (19) ise 8.9 gün olduğunu bildirdi. Çalışmamızda ise yoğun bakımda ortalama kalış süresi 1,55 gün olarak bulundu. Beş olgu için ileri yaşam desteği gerekti ve mekanik ventilasyon uygulandı, bunlardan 1 olgu eksitus oldu. Çalışmamızda, mortalite oranı %0,2 olarak bulundu. Literatürde ise farklı oranlar mevcut olup Akbaba ve ark. (2) %0,8, Avsarogulları ve ark. (3) %1,6, Akköse ve ark.’da (20) %10, Kaya ve ark. (19) %11 mortalite bildirdiler. Sonuç olarak; zehirlenme olgularının bilinmesinin, hastanelerin kendi iç denetimini yaparak gerek hasta profillerini ortaya koymaları ve eksiklerini görmeleri açısından, gerekse acil yaklaşım ile tedavi planlarını belirleyerek morbidite ve mortalite oranlarını azaltmaları açısından önemli olduğu, bu nedenle de yapılan retrospektif çalışmaların daha sık yapılmasının hasta yararı adına çok önemli olacağı düşüncesindeyiz. KAYNAKLAR 1. Yıldıztepe E, Aksay NH, Demir Ö. Analysis of the 2007 data of the Dokuz Eylül University drug and poison information center, Turkey. Türkiye Klinikleri J Med Sci 2010;30(5):1622-30. 2. Akbaba M, Nazlican E, Demirhindi H, Sütoluk Z, Gökel Y. Etiological and demographical characteristics of acute adult poisoning in Adana, Turkey. Hum Exp Toxicol 2007;26:401-6. http://dx.doi.org/10.1177/0960327107076818 3. Avsarogulları L, Akdur O, Akin A, Durukan P, Ozkan S. Characteristic of acute adult poisoning in a university hospital emergency department in central Turkey. A three years analysis. Journal of Pakistan Medical Association 2012;62(2):129-33. 4. Dal O, Kavak H, Akay S, Ünlüer EE, Aksay E. Retrospective evaluation of poisoning patients in the 68 emergency department. J Contemp Med 2013;3(1):22-7. 5. Saglam AZ, Demir B, Ataoglu HE, Yenigun M, Temiz UL, et al. Causes of acute poisoning in adults: a retrospective study in a hospital in İstanbul, Turkey. J Public Health 2012;20(1):59-63. http://dx.doi.org/10.1007/s10389-011-0436-0 6. Henderson A, Wright M, Pond SM. Experience with acute overdose patients admitted to an intensive unit over six years. Med J Aust 1993;158:28-30. 7. Khudair IF, Jassim Z, Hanssens Y, Alsaad WA. Characteristics and determinants of adult patients with acute poisoning attending the accident and emergency department of a teaching hospital in Qatar. Hum Exp Toxicol 2013;32:921-9 http://dx.doi.org/10.1177/0960327113479043 8.Liu Y, Wolf RL, Zhu W. Epidemiology of adult poisoning at China Medical University. Clin Toxicol 1997; 35(2):175-80. http://dx.doi.org/10.3109/15563659709001189 9. Ayoglu NF, Ayoglu H, Kaptan Macit Y, Turan Ozkocak I. A retrospective analysis of cases with acute poisoning in Zonguldak, Turkey. Türk Anest Der Derg 2009;37(4):240-8. 10.Fuller GN, Rea AJ, Payne JF, Lant AF. Parasuicide in central London 1984-1988 JR Soc Med 1989;82: 653-6. 11. Akköse ŞA, Köksal Ö, Fedakar R, Emircan Ş, Durmuş O. 1996-2004 yılları arasındaki erişkin zehirlenme olguları. Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 2006;32(1):25-7. 12. Tufekci IB, Curgunlu A, Sirin F. Characteristics of acute adult poisoning cases admitted to a university hospital in Istanbul. Hum Exp Toxicol 2004;23:347-51. http://dx.doi.org/10.1191/0960327104ht460oa 13.Beskow J. Depression and suicide. Pharmacopsychiatry 1990;23:3-8. http://dx.doi.org/10.1055/s-2007-1014522 14.Ouedraogo M, Ouedraogo M, Yere S, Traore S, Guissou IP. Acute intoxications in two university hospitals in Burkina Faso. Afr Health 2012;12(4):483-6. 15.Shadnia S, Esmaily H, Sasanian G, Pajoumand A, Hassanian-Moghaddam H, et al. Pattern of acute poisoning in Tehran-Iran in 2003. Hum Exp Toxicol 2007;26(9):753-6. http://dx.doi.org/10.1177/0960327107083017 16.Yılmaz A, Güven Kukul FM, Korkmaz İ, Karabulut S. Acil serviste akut zehirlenmelerin retrospektif analizi. C.Ü. Tıp Fakültesi Dergisi 2006;28(1):21-6. 17.Dulger AC, Karadas S, Gonullu H, Aytemiz E, Aydın I, et al. Analyses of etiologic and sociodemographic properties of the intoxicated cases in Van city and its environs. J Clinic Toxicol 2012; 2:119. 18.Kurt İ, Erpek AG, Kurt MN, Gürel A. Adnan Menderes Üniversitesinde izlenen zehirlenme olguları. ADÜ Tıp Fakültesi Dergisi 2004;5(3):37-40. 19.Kaya S, Kararmaz A, Karaman H, Turhanoğlu S. Yoğun bakımımızdaki zehirlenme olgularının geriye dönük analizi. Dicle Tıp Dergisi 2006;33(4):242-4. 20.Akköse S, Fedakar R, Bulut M, Çebiçci H. Epidemiology of poisoning in adults: a 5 year study. Acil Tıp Dergisi 2003;3:8-10. Araştırma İKSST Derg 7(2):69-72, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.069 Vajinal Kanamanın İlk Trimester Fetal Anöploidi Tarama Testi Parametrelerine Etkisi The Effect of Vaginal Bleeding on Parameters Used in the First Trimester Fetal Aneuploidy Screening Test Mehmet Fatih Karslı*, Kerem Doğa Seçkin**, Bülent Çakmak***, Cihan Toğrul****, Orhan Altınboğa*, Tuncay Küçüközkan* *Sami Ulus Kadın Sağlığı ve Araştırma Hastanesi, Obstetrik ve Jinekoloji Departmanı **Kanuni Sultan Suleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Obstetrik ve Jinekoloji Departmanı ***Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Obstetrik ve Jinekoloji Departmanı ****Diyarbakır Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi, Obstetrik ve Jinekoloji Departmanı ÖZET SUMMARY Amaç: Çalışmanın amacı ilk trimesterde mevcut olan aktif vajinal kanamanın ilk trimester fetal anöploidi tarama testi parametrelerine olan etkisinin incelenmesidir. Objective: The aim of the present study was to investigate the effect of vaginal bleeding on biochemical parameters of the first trimester fetal aneuploidy screening test. Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza, 2009 ve 2013 tarihleri arasında 11.-14. hafta arası, perinatoloji kliniğinde düşük tehdidi tanısıyla yatan, kanaması olan ve bu aralıkta ikili tarama testi alınan gebeler çalışma grubu olarak dâhil edildi. Kontrol grubu olarak tekil gebeliği olan ek hastalığı bulunmayan, ikili tarama testi yaptıran ve ilk trimesterde kanama öyküsü bulunmayan gebelerden oluşturulmuştur. Gruplar maternal yaş, maternal kilo, gestasyonel hafta, gebelik öyküsü, ikili test parametreleri olan Nukhal translüsensi (NT), Baş-popomesafesi (CRL), serbest beta human koryonik gonadotropin (serbest β-hCG) ve Gebelikle İlişkili Plazma Protein-A (PAPP-A) Multiples of Median (MoM) seviyeleri açısından karşılaştırıldı. P değeri <0.05 olan değerler istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Material and Methods: The study population consisted of 11-14week- singleton pregnancies who were hospitalized for vaginal bleeding with the diagnosis of abortus imminens and had first trimester aneuploidy screening test in a perinatology clinic between 2009 and 2013. A control group of patients with similar gestational ages (11-14 wks) and singleton pregnancies without any vaginal bleeding, and systematic disease who underwent first trimester screening tests were also included in the analysis. The study and control groups were compared in terms of maternal age, maternal weight, gestational age, pregnancy history and first trimester screening test parameters (i.e. nuchal translucency (NT), crown-rump-length (CRL), free β-hCG, PAPP-A). P values less than 0.05 were considered to be statistically significant. Bulgular: Çalışma gebeliğinin ilk trimesterinde ikili tarama testi alındığı sırada aktif kanaması olan 139 gebe ve hiç kanaması olmayan 453 sağlıklı gebe olmak üzere toplam 592 gebeden oluşturuldu. Gruplar arasında maternal yaş, maternal ağırlık, gravida, parite, abort, yaşayan, gebelik haftası, NT, CRL ölçümleri açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Akut kanaması olan gebeler kontrol grubuyla karşılaştırıldığında PAPP-A ve serbest β-hCG MoM seviyeleri anlamlı olarak çalışma grubunda yüksek olarak saptandı (p<0,05). Trizomi 21 riski: 1/250 ve üstünde olan gebeler arasında da gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı (p>0,05). Sonuç: İlk trimester tarama testi yapılması planlanan gebelerde aktif kanamanın bulunması test biyokimyasal parametrelerini etkileyebileceğinden, taramanın kanamanın olmadığı bir zamanda yapılması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Yapılacak daha büyük çalışmalar ışığında, düşük tehdidi sırasında ikili tarama testinin yapılmaması görüşüne varılması uygun bir seçenek olacaktır. Anahtar kelimeler: ilk trimester tarama testi, vajinal kanama, PAPP-A, serbest β, -hCG Results: A total of 139 pregnant women with active vaginal bleeding when the first trimester screening test was performed was included in the study group, and 453 healthy pregnant women with similar gestational ages were included in the control group. There was no statistically significant difference between the groups in terms of maternal age, weight, gravidity, parity, abortion, live birth, gestational age, NT, and CRL measurements (p>0.05). When the groups were compared in terms of PAPP-A and free β-hCG MoM levels, a significant difference was found between the two groups (p<0.05). In terms of trisomy risk (≥1/250), there was no significant difference between the groups (p>0.05). Conclusion: Active vaginal bleeding may interfere with the biochemical parameters of the first trimester aneuploidy screening test, and should be considered when evaluating the test results. In the light of the further large-scale studies to be performed, it will be appropriate to arrive at a conclusion discouraging the application of screening tests at the time of abortus imminens. Key words: first trimester screening test, vaginal bleeding, PAPP-A, free β, -hCG Alındığı tarih: 10.02.2015 Kabul tarihi: 15.04.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Kerem Doğa Seçkin, Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği, Küçükcekmece / İstanbul e-posta: [email protected] 69 İKSST Derg 7(2):69-72, 2015 GİRİŞ İlk trimester fetal anöploidi tarama testi; maternal yaş, fetal ense saydamlığı kalınlığı (NT), maternal serum β-hCG ve PAPP-A seviyleri kombinasyonundan oluşup, 11.-14. gebelik haftasında yapılmaktadır (1) . Bu test %5 yalancı pozitiflik oranıyla, etkilenmiş gebelerin %90’ını tespit etmektedir (2,3). Maternal serum PAPP-A ve serbest β-hCG seviyeleri desidulizasyon ve plasentasyon proçesi ile yakın ilişki göstermektedir (4). Birçok faktör bu maddelerin serum seviyelerini etkileyebilmektedir (5). Düşük tehdidi ise servikal osun kapalı olduğu ama beraberinde vajinal kanamanın eşlik ettiği klinik durumu tanımlar. Vajinal kanamanın etiyolojisi tam olarak aydınlatılmamıştır fakat en önemli nedenlerinden biri maternal-fetal yüzdeki desidual damarların ayrılmasıdır (6,7). Daha önce yapılan çalışmalarda maternal serum Alfa -fetoprotein (AFP) düzeylerinin vajinal kanamadan etkilenebileceği gösterilmiştir (8-10). Ayrıca vajinal kanama öyküsü olan hastalarda bazı çalışmalarda serum serbest β-hCG seviyelerinde ve PAPP-A seviyelerinde yükseklik saptanmış olup (11,12), serum seviyelerinin etkilenmediğini de gösteren çalışmalar mevcuttur (13). Bu çalışmalarda genellikle tarama testi, vajinal kanama oluşmasından sonra yapılmıştır. Bu çalışmada amacımız hastanede vajinal kanaması mevcutken yapılmış olan ikili tarama testi biyokimyasal parametrelerine, akut vajinal kanamanın etkisinin incelenmesidir. GEREÇ ve YÖNTEM Çalışmamız olgu-kontrol çalışması olarak planlanmış, Ocak 2009-Aralık 2013 tarihleri arasında 3. basamak referans merkez olan hastanemizde düşük tehdidi nedeniyle yatmış olan (çalışma grubu) ve ikili tarama testi için gebe polikliniğine başvurmuş gebelerden (kontrol grubu) oluşturulmuştur. Çalışmaya katılan gebelerin bilgileri dosyalarının taranması sonucu retrospektif olarak elde edilmiştir. Hastane etik kuruluna çalışmayla ilgili başvurular yapılmış ve onay alınmıştır (Etik Kurul onay no: 2014; 6265). Gebeliğin 11.-14. haftası arası perinatoloji kliniğinde düşük tehdidi tanısı ile takip edilirken vajinal kanaması bulunan ve ikili tarama testi yapılan gebeler çalışma grubuna dâhil edildi. Vajinal kanama miktarı 70 olarak sabah vizite saatinde en az bir pet kanaması olan gebeler kanamalı olarak kabul edildi. Test sırasında devam eden kanaması olmayan ve lekelenme tarzında kanaması olan hastalar çalışma dışında bırakıldı. Ayrıca sistemik hastalığı, ilaç kullanımı, çoğul gebeliği olan hastalarda çalışma dışı bırakılmıştır. Kontrol grubu; yine tekil gebeliği bulunan, bu gebeliğinde kanama ve düşük tehdidi öyküsü bulunmayan gebelik haftaları çalışma grubuyla uyumlu gebelerden basit rastgele örneklemeyle 1:3 oranında oluşturulmuştur. Hastaların dosyalarından gebelik anamnezlerine ulaşılmış ve kaydedilmiştir. Tüm hastalara aynı ultrasonografi cihazıyla bakılmış olup, CRL ve NT değerleri ölçülmüştür. Venöz kan örnekleri tüm hastalardan ultrasonun yapıldığı günde alınmıştır. Maternal serum PAPP-A ve serbest β-hCG seviyeleri IMMULITE 2000 Immunoassay Sistemi (Siemens Healthcare Diagnostics Inc., NY) ile, solid faz enzim etiketli kemo-illuminesan immünometrik assay tekniği kullanılarak ölçülmüştür. Kit sensitivitesi PAPP-A ve serbest β-hCG için sırasıyla 0,025 mIU/ml ve 1 ng/ml olarak hesaplandı. Maternal serum ölçümleri gestasyonel yaş spesifik Multiples of Median (MoM) değerleri olarak hesaplanarak, maternal yaş ve sigara içme durumuna göre düzeltmeleri yapıldı. PRISCA 4.0 yazılım sistemi (Typolog Software Ltd.&Co., Tornesch, Germany) kullanılarak trizomiler için prenatal risk durumu ölçüldü. Riski 1/250 ve üstünde olan gebelere bilgi verildi, ileri inceleme ve tetkik için yönlendirildi. Veriler SPSS 15.0 (SPSS 15.0, Chicago, IL, USA) istatistik programı kullanılarak hazırlandı. Grupların karşılaştırılmasında Student’s t testi ve Mann-Whitney U testi kullanıldı. Devamlı değişkenler için ortalama± standart sapma (mean±SD) belirtildi. İstatistiksel analiz için p değeri <0.05 değerler anlamlı kabul edildi. SONUÇLAR Çalışma, ilk trimesterde ikili tarama testi alındığı sırada aktif kanaması olan 139 gebe ve hiç kanama öyküsü olmayan 453 sağlıklı gebe olmak üzere toplam 592 gebeden oluşturuldu. Çalışmaya dâhil edilen tüm gebelerin yaş ortalaması 25.3 yıl (16-36 yıl), maternal kilo ortalaması 65.2 kg (52-79 kg), gestasyonel yaş ortalaması 11,8 hafta (11-13 hafta) olarak hesaplandı. M. F. Karslı ve ark., Vajinal Kanamanın İlk Trimester Fetal Anöploidi Tarama Testi Parametrelerine Etkisi Tablo 1. Grupların karakteristik özelliklerinin karşılaştırılması. Parametreler Çalışma grubu Kontrol grubu P değeri n:139 n:453 Ortalama±(SD)a Ortalama±(SD) Maternal yaş (yıl) 24,56 (8,987) Maternal ağırlık (kg) 64,60 (11,538) Gestasyonel yaş (hafta) 11,76 (0,769) Gravida 2,4 (0,9) Parite 1,3 (0,4) Yaşayan 1,2 (0,3) Abort 0,3 (0,1) 25,87 (9,765) 65,72 (13,109) 11,88 (0,744) 2,6 (0,8) 1,7 (0,5) 1,4 (0,2) 0,4 (0,1) 0,883 0,539 0,589 0,345 0,530 0,754 0,673 SD: Standart sapma a Çalışma (aktif vajinal kanaması olan gebeler) ve kontrol (sağlıklı gebeler) grupları karakteristik özellikler olan; maternal yaş, maternal ağırlık, gestasyonel yaş, gravida, parite, yaşayan ve abortus açışından karşılaştırıldığında aralarında anlamlı farklılık tespit edilmedi (p>0,05) (Tablo 1). Gruplar NT (1.049, 0.97) ve CRL (58.38, 59.85) ölçümleri açısından karşılaştırıldığında yine anlamlı farklılık tespit edilmedi (p>0,05). Ayrıca gruplardaki trizomi 21 riski ≥1/250 olan gebe sayıları kıyaslandığında gruplar arasında farklılık gözlenmedi (Tablo 2). İkili testin kanda bakılan parametreleri olan PAPP-A ve serbest β-hCG MoM değerleri açısından kıyaslandığında her iki parametrenin de çalışma grubunda anlamlı olarak yüksek olduğu gözlenmiştir (p<0,05) (Tablo 2). De Biasso ve ark.’nın (11) yapmış olduğu çalışmada, ilk trimesterde kanama öyküsü bulunan gebelerin serbest β-hCG MoM değerlerinde anlamlı yükseklik saptamış fakat PAPP-A MoM seviyelerinde farklılık bulmamıştır. Fox H’nin yapmış olduğu in vitro çalışmada, koryonik dokudaki azalmış oksijenasyonun sitotrofoblastları uyardığı ve artmış β-hCG üretimine neden olduğu gösterilmiştir (14). Yine Zygmunt ve ark. (15) hCG’nin trofoblast migrasyonunu arttırdığını in vitro olarak göstermişlerdir. Koryonik kanama ve hematom formasyonu oluşması sonucu azalmış oksijenasyon, fetüse oksijen desteğinin devam etmesi için hCG artışı mekanizmasıyla desteklenmektedir. Çalışmamızda da vajinal kanaması bulunan hastalarda serbest β-hCG MoM değerleri yüksek olarak saptamış olup, bu çalışmaları destekler niteliktedir. TARTIŞMA Pedersen ve ark.’nın (16) yaptığı çalışmada ise subkoryonik hemorajisi olan ilk trimesterdeki gebelerde PAPP-A düzeylerini etkilemediği gösterilmiştir. Heinig ve ark.’nın (12) yaptığı çalışmada ise vajinal kanaması olan grubun PAPP-A düzeyleri yüksek saptanmasına rağmen, anlamlı farklılık bulunmamıştır. Spencer ve ark. (13) ise erken gebelik döneminde vajinal kanaması olan gebelerde PAPP-A MoM değerlerini istatistiksel olarak anlamlı bulmamış olmalarına rağmen, daha yüksek saptamışlardır. Çalışmamızda ise aktif vajinal kanaması ola gebelerde PAPP-A MoM seviyeleri anlamlı olarak yüksek saptanmıştır. Düşük tehdidi olan gebelerde saptanan PAPP-A yüksekliğinin subkoryonik bölgede mevcut olan inflamatuvar proçesin bir sonucu olduğu düşüncesindeyiz. Bu bölgede bulunan iskemiye sekonder olarak plasentada üretilen PAPP-A seviyelerinin artmış olmasına bağlı gelişebilmektedir (17,18). Trizomi 21 riski kesim değeri ≥1/250 olma parametresi, vajinal kanaması olan ve olmayan gruplar arasında karşılaştırıldığında çalışmamızda anlamlı fark gözlenmemiş olup, Heinig ve ark. (12) benzer bulunmuştur. Çalışmamız için bunun nedeni, hem PAPP-A hem de serbest β-hCG MoM düzeylerindeki artışın, risk değerlerini etkilememiş olabilmesiyle açıklanabilir. Çalışmamızda, ilk trimesterde vajinal kanaması bulunduğu sırada ikili testi alınmış olan gebelerin PAPP-A ve serbest β-hCG MoM değerlerinde anlamlı yükseklik saptanmıştır. Buna rağmen, trizomi 21 riski ≥1/250 olan gebelerin sayılarında gruplar arasında anlamlı farklılık izlenmemiştir. Sonuç olarak, ilk trimester fetal anöploidi tarama testi yapılan gebelerin akut vajinal kanamasının olması test biyokimyasal parametrelerini etkilemekte ve sonuçları değiştirmekte olduğu görülmüştür. Yapılacak daha büyük çalışmalar ışığında vajinal kanamanın bu parametreleri etkilediğinin gösterilme- Tablo 2. Grupların ikili test parametreleri açısından karşılaştırılması. Parametreler PAPP-Ab MoMc free β-hCGd MoM Trizomi riski:1/250 altı NTe (mm) CRLf (mm) Çalışma grubu Kontrol grubu P değeri n:139 n:453 Ortalama±(SD)a Ortalama±(SD) 1,008 (0,643) 1,284 (0,735) 7 (%5) 0,881 (0,656) 0.904 (0,743) 25 (%5,5) 0,042 0,031 0,826 1,049 (0,226) 58,38 (9,623) 0,97 (0,259) 59,85 (9,386) 0,893 0,347 SD: Standart sapma, bPAPP-A: Pregnancy assosiated plasma protein-A, cMoM: Multiples of Median, dfree β-hCG: serbest βeta human koryonik gonadotropin, eNT: Nukal Translüsens, fCRL: Crown-rump-lenght a 71 İKSST Derg 7(2):69-72, 2015 si sonucu, vajinal kanamanın olmadığı bir zamanda tarama testinin yapılması uygun olacaktır. KAYNAKLAR 1. Kurtoglu E, Percin Z. İlk trimester maternal serum PAPP-A ve serbest Beta-hCG değerlerinin gebelik komplikasyonları ile ilişkisi. Van Tıp Dergisi 2012;19 (2):60-5. 2.Ong CYT, Liao AW, Spencer K, Munim S, Nicolaides KH. First trimester maternal serum free β human chorionic gonadotrophin and pregnancy associated plasma protein A as predictors of pregnancy complications. Br J Obstet Gynaecol 2000;107:1265-70. http://dx.doi.org/10.1111/j.1471-0528.2000.tb11618.x 3. Spencer K, Spencer CE, Power M, Dawson C, Nicolaides KH. Screening for chromosomal abnormalities in the first trimester using ultrasound and maternal serum biochemistry in a one stop clinic: a review of three years prospective experience. BJOG 2003;110: 281-6. http://dx.doi.org/10.1046/j.1471-0528.2003.02246.x 4. Chard T. Biochemistry and endocrinology of the Down’s syndrome pregnancy. Annals of the New York Academy of Sciences 1991;626(1):580-96. http://dx.doi.org/10.1111/j.1749-6632.1991.tb37949.x 5. Kagan KO, Wright D, Spencer K, Molina FS, Nicolaides KH. First-trimester screening for trisomy 21 by free beta-human chorionic gonadotropin and pregnancy-associated plasma protein-A: impact of maternal and pregnancy characteristics. Ultrasound Obstet Gynecol 2008;31:493-502. http://dx.doi.org/10.1002/uog.5332 6. Cunningham F, Leveno K, Bloom S, Spong CY, Dashe J. Williams Obstetrics 2014 24/E. McGraw Hill Professional 7. Salafia C, Maier D, Vogel C, Pezzullo J, Burns J, et al. Placental and decidual histology in spontaneous abortion: detailed description and correlations with chromosome number. Obstetrics & Gynecology 1993; 82(2):295-303. 8. Cuckle H, Van Oudgaarden ED, Mason G, Holding S. Taking account of vaginal bleeding in screening for Down’s syndrome. BJOG 1994;101(11):948-52. http://dx.doi.org/10.1111/j.1471-0528.1994.tb13037.x 9. Haddow JE, Knight GJ, Kloza EM, Palomaki GE. Alpha-fetoprotein, vaginal bleeding and pregnancy risk. BJOG 1994;93(4):589-93. 72 http://dx.doi.org/10.1111/j.1471-0528.1986.tb07959.x 10.Bernstein IM, Barth RA, Miller R, Capeless EL. Elevated maternal serum alpha-fetoprotein: association with placental sonolucencies, fetomaternal hemorrhage, vaginal bleeding, and pregnancy outcome in the absence of fetal anomalies. Obstetrics & Gynecology 1992;79(1):71-4. 11. De Biasio P, Canini S, Crovo A, Prefumo F, Venturini PL. Early vaginal bleeding and first-trimester markers for Down syndrome. Prenatal Diagnosis 2003;23(6): 470-3. http://dx.doi.org/10.1002/pd.611 12.Heinig J, Steinhard J, Schmitz R, Nofer JR, Witteler R, et al. Does vaginal bleeding influence first-trimester markers for Down syndrome? Prenatal Diagnosis 2007;27(4):312-6. http://dx.doi.org/10.1002/pd.1662 13.Spencer K, Spencer CE, Stamatopoulou A, Staboulidou I, Nicolaides KH. Early vaginal bleeding has no impact on markers used in first trimester aneuploidy screening. Prenatal Diagnosis 2010;30(6):54750. http://dx.doi.org/10.1002/pd.2519 14.Fox H. Effect of hypoxia on trophoblast in organ culture. A morphologic and autoradiographic study. Am J Obstet Gynecol 1970;107(7):1058-64. 15.Zygmunt M, McKinnon T, Herr F, Lala PK, Han VK. HCG increases trophoblast migration in vitro via the insulin-like growth factor-II/mannose-6 phosphate receptor. Mol Hum Reprod 2005;11(4):261-7. http://dx.doi.org/10.1093/molehr/gah160 16.Pedersen JF, Ruge S, Sorensen S. Serum levels of hPL, PAPP-A and PP14 in patients with early pregnancy bleeding and subchorionic hemorrhage. Acta Obstet Gynecol Scand 1995;74(1):30-2. http://dx.doi.org/10.3109/00016349509009939 17.Heeschen C, Dimmeler S, Hamm CW, Fichtlscherer S, Simoons ML, et al. Pregnancy-associated plasma protein-A levels in patients with acute coronary syndromes: comparison with markers of systemic inflammation, platelet activation, and myocardial necrosis. J Am Coll Cardiol 2005;45(2):229-37. http://dx.doi.org/10.1016/j.jacc.2004.09.060 18.Resch ZT, Chen BK, Bale LK, Oxvig C, Overgaard MT, et al. Pregnancy-associated plasma protein a gene expression as a target of inflammatory cytokines. Endocrinology 2004;145(3):1124-9. http://dx.doi.org/10.1210/en.2003-1313 Araştırma İKSST Derg 7(2):73-78, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.073 Obezitenin Term Gebelerde Maternal ve Fetal Sonuçlara Etkisi: Bir Olgu Kontrol Çalışması The Effect of Obesity on Maternal and Fetal Outcomes in Term Pregnant Women: A Case-Control Study Deniz Taşdemir*, Erbil Karaman**, Ahmet Yıldız***, Agahan Han*****, Yasemin Karaman****, Hasan Talay****** *Kırklareli Devlet Hastanesi Kadın Doğum Kliniği **Yüzüncü Yıl Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı ***Erciş Devlet Hastanesi ****Özel Lokman Hekim Hayat Hastanesi Kadın Doğum Kliniği *****Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi ******Mardin Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi ÖZET SUMMARY Amaç: Bu çalışmada, vücut kitle indeksinin term gebelerde metarnal ve fetal sonuçlara etkisini belirlemeyi amaçladık. Objective: We aimed to determine the effect of body mass index on maternal and fetal outcomes in term pregnants. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya prospektif olgu kontrol çalışması olarak, hastanemiz kadın hastalıkları ve doğum ünitesine başvurmuş ve doğumu hastanemizde gerçekleşmiş olan 37 hafta ve üzeri gebeler dâhil edildi. Çalışmada olgu grubunda vücut kitle indeksi (VKİ) 30 ve üzeri olan 142 gebe ile kontrol grubu olarak aynı gebelik haftalarındaki vücut kitle indeksi 30’un altı olan 158 sağlıklı gebe dâhil edildi. Gruplar, gestasyonel diyabet ve hipertansiyon sıklığı, sigara-alkol bağımlılığı, mekonyumlu amniyon, erken membran rüptürü, doğum şekli, sezaryen endikasyonları, post partum hemogram/hematokritte azalma, post partum enfeksiyon, bebek doğum ağırlığı, omuz distosisi, fetal APGAR skoru, ayrıca maternal fetal neonatal istenmeyen sonuçlar açısından karşılaştırıldı. Material and Methods: This prospective case- control study was performed on >37- week- pregnants who were admitted to our hospital obstetric unit and delivered their babies in our hospital. Study (n=142) group consisted of patients with mass indices ≥30 kg/m2 while the control group comprised of 158 healthy pregnants with mass indices less than 30 kg/m2 data from both groups were compared with respect to gestational diabetes and hypertension, cigarette-alcohol addiction, amnion fluid stained with meconium, premature rupture of membranes, mode of delivery, indications for cesarean section, decrease in postpartum hemoglobin/hematocrit, postpartum infection, birthweight, shoulder dystocia, fetal APGAR scores and unintended fetal and neonatal outcomes. Bulgular: Normal vücut kitle indeksi olan kadınlarla karşılaştırıldığı zaman, obez gebeler gestasyonel diyabet (p=0,044), hipertansiyon (p=0,0001), sezaryen sıklığı (p=0,001), sefalopelvik uygunsuzluk veya ilerlemeyen eylem nedeniyle sezaryen (p=0,001), hastanede kalış süresi (p=0,01), iri bebek (p=0,01), bebeklerin servis izlemine alınması (p=0,025) ve maternal-fetalneonatal istenmeyen sonuçlarda (p=0,001) istatiksel olarak anlamlı bir artışa sahipti. Her 2 grup arasında sigara/alkol bağımlılığı, erken membran rüptürü ve mekonyumlu amniyon, post partum hemoraji, düşük doğum ağırlıklı bebek doğurma sıklığı, yenidoğan APGAR skoru arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Sonuç: Çalışmamızdan elde ettiğimiz verilere göre maternal obezite gebelik komplikasyonlarının ve fetal-neonatal morbiditenin artmasında önemli bir faktör gibi gözükmektedir. Anahtar kelimeler: gebelik, gestasyonel diyabet, hipertansiyon, obezite, vücut kitle indeksi Results: When compared to women of normal body mass index, obese pregnant women had statistically significant increase with respect to rates of gestational diabetes (p=0.044), hypertension (p=0.0001), cesarean section (p=0.001), cesarean section due to cephalopelvic dissociation or obstructed labour (p=0.001), hospitalization (p=0.01), macrosomia (p=0.01), requirement for hospitalization (p=0.025) and unintended maternal-fetal outcomes (p=0.001). There was not any statistically significant difference between the two groups as for cigarette/alcohol addiction, premature membrane rupture, anmion fluid stained with meconium, postpartum bleeding, delivery of low- birth weight babies and newborn APGAR scores. Conclusion: According to data revealed from our study, maternal obesity seems to be an important factor increasing pregnancy complications and fetal-neonatal morbidity. Key words: pregnancy, gestational diabet, hypertension, obesity, body-mass index Alındığı tarih: 12.06.2014 Kabul tarihi: 07.01.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Erbil Karaman, Toki Evleri Tekevler Sok. K7-3 D. 14 Erciş 65400 Van e-posta: [email protected] 73 İKSST Derg 7(2):73-78, 2015 GİRİŞ Günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde yaşayan erişkin kadınların yaklaşık %30-40’ında obezite sorununun varlığı kabul edilmektedir (1,2). Birçok çalışma maternal obezitenin gestasyonel diyabet, enfeksiyöz morbidite, postpartum kanama, iri bebek doğurma ve hatta düşük gibi kötü obstetrik sonuçlar ile ilişkili olabileceğini bildirmiştir (3,4). Türkiye nüfus ve sağlık araştırması sonuçlarına göre ise Türkiye’deki kadınların %1,6’sının vücut kitle indeksi (VKİ) 18,5’ten küçükken, %58,4’ünün fazla kilolu veya obez kadınlardan oluştuğu bildirilmektedir. Gebelik süresince gıda alımının miktarı ve nitelikleri üzerindeki yaklaşımlar ve tartışmalar süregelmektedir. Gebelik süresince gıda kısıtlaması ya da fazla kilo alımının etkilerini değerlendiren deneysel çalışmalar yapılmasının popülasyon üzerindeki yorumu olası olmamaktadır. Bu nedenle epidemiyolojik incelemeler veya klinik gözlemlerin bunu ortaya koymada büyük önemi olacaktır. Yine de bu konuyla ilgili olarak hayvan çalışmaları gündeme gelebilir, ancak birçok memeli hayvandaki reprodüktif sistem farklılıkları dikkate alındığında, elde edilecek sonuçların rutin yaşamda uygulanabilmesi kolay değildir. Bu nedenle geniş serilerle yapılacak çalışmalar ve klinik gözlemlerden elde edilecek verilerin ileriki dönemlerde kullanılabilir kılınması önem kazanmaktadır. Biz de bu düşünce ışığında tek merkezli de olsa, geniş sayılabilecek bir seri ile ulusal bir grafiği yansıtabilecek nitelikte olan bu çalışmayı ortaya koymayı amaçladık. GEREÇ ve YÖNTEM Çalışma Mayıs-Temmuz 2013 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde Hastane klinik araştırmalar etik kurulunun onayı alınarak yapılmıştır. Çalışmaya alınan kadınlara, çalışma hakkında bilgi verilerek, sözlü ve yazılı onamları alındı. Hastanenin doğum ünitesine başvurmuş ve doğum eylemi başladığı düşünülerek yatışı yapılmış 37 hafta ve üzeri term gebeler çalışmaya dâhil edildi. Yeterli anamnez alınamayan olgular, koagülasyon bozukluğu olan hastalar, acil 74 sezaryen doğum endikasyonu (fetal distres, dekolman plasenta, kanamalı plasenta previa, kordon prezentasyonu) ile doğuma alınanlar, intra uterin mort fetus tanılı hastalar ve ikiz gebelikler çalışma dışında bırakıldı. Ayrıca 37. gebelik haftasından önce doğum yapan olgular, çalışmamızın dışında bırakıldı. Amerikan Beslenme ve Gıda Enstitüsü’nün kabul ettiği gibi (6), ağırlık ve boy değerlendirmesinde elde edilen verilerle belirlenen VKİ değerlerine göre çalışma kapsamına alınan 300 olgu, doğum öncesi VKİ değerlerine göre iki ayrı grupta incelendi. Buna göre VKİ 30 kg/m2 altındaki gebeler obez olmayan VKİ grubunda iken (n:158), >30 kg/m2 grubunda olanlar (n:142) yüksek VKİ (obez) olarak kabul edildi. Gruplar maternal demografik bilgiler, doğum şekli, gebelik sonuçları, gestasyonel diyabet ve hipertansiyon sıklığı, sigara-alkol bağımlılığı, mekonyumlu amniyon, erken membran rüptürü, sezeryan endikasyonları, post partum hemogram/hematokritte azalma, post partum enfeksiyon, bebek doğum ağırlığı, omuz distosisi, fetal APGAR, ayrıca maternal fetal neonatal istenmeyen sonuçlar açısından izlendi ve karşılaştırıldı. Gebeliğe bağlı hipertansiyon tanısı 20. gebelik haftasından sonra, idrarda proteinüriye eşlik eden artmış kan basıncı düzeyleriyle koyuldu. Artmış kan basıncı diyebilmek için en az 6 saat arayla ölçülen en az iki ölçümde sistolik 140 mmHg ve üzeri, diyastolik 90 mmHg ve üzeri kan basıncı olmalıydı (19). Gestasyonel diyabet tanısı ise 75 g oral glukoz tolerans testinde bir ya da daha yüksek değer saptanması durumunda konuldu (20). Postpartum enfeksiyon tanısı postpartum ilk 1 ay içinde yara yeri enfeksiyonu ve endomyometritis bulgularına rastlanan olgular olarak alındı. Endomyometritis ya da postpartum enfeksiyon tanısı, doğum sonrası ilk 10 gün içinde, 38°C’nin üzerinde ateş, uterus duyarlılığı ve kötü kokulu loşi varlığında kondu (21). Postpartum dönemde sezaryen kesi yerinde akıntı, sertlik, eritem ve ödem varlığında yara yeri enfeksiyon tanısı konuldu. İstatistiksel karşılaştırmada SPSS for Windows 19.0 istatistik paket program kullanıldı. Verilerin analizinde ki-kare, Bağımsız Örneklem T testleri kullanıldı. p<0,05 anlamlı kabul edildi. BULGULAR Çalışmaya alınan, takipleri ve doğumları Şişli Etfal D. Taşdemir ve ark., Obezitenin Term Gebelerde Maternal ve Fetal Sonuçlara Etkisi: Bir Olgu Kontrol Çalışması Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Doğum Kliniği’nde yapılan 300 hastanın 142’si (%47,3) VKİ’ne göre obez sınıfına dâhildi. Yüz elli sekiz gebe (%52,6) VKİ’ne göre obez olmayan (<30) gruptaydı. Üç yüz gebenin yaşı 18 ile 43 arasında değişmekteydi. Olguların yaş ortalaması 28,61±7,2 olarak bulundu (ortanca: 28). En az VKİ değeri 19 kg/m2, en çok VKİ değeri 44,0 kg/m2 izlendi, median değeri 28,7 olarak bulundu. Tablo 1’de çalışmaya alınan hastaların demografik özellikleri gösterilmiştir. Gruplar arasında hipertansiyon ve gestasyonel diyabet varlığı açısından bakıldığında obez olan olgu grubunda istatiksel olarak daha yüksek oranda rastlanmıştır (p<0,05). Tablo 1. Çalışma grubunun karakteristikleri (n, %). Karakteristikler olmayan (VKİ<30) Obez (VKİ>30) Obez p Olgu sayısı Maternal yaş <25 25-29 30-34 >35 142 158 40 (%28) 35 (%25) 41 (%29) 26 (%18) 45 (%28) 38 (%24) 47 (%30) 28 (%18) >0,05 >0,05 >0,05 >0,05 Parite Nullipar Multipar 92 (%65) 50 (%35) 98 (%62) 60 (%38) >0,05 >0,05 Hiperansiyon Var Yok 24 (%16,9) 118 (%83,1) 6 (%3,8) 0,0001* 152 (%69,2) 0,0001* Gestasyonel diyabet Var Yok 7 (%4,9) 135 (%95,1) 3 (%1,9) 0,044* 155 (%98,1) 0,044* Sigara/alkol kullanımı Var Yok 14 (%9,8) 128 (%90,1) 17 (%10,8) 141 (%89,2) >0,05 >0,05 *p>0,05 istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Tablo 2 gruplar arasındaki maternal ve obstetrik sonuçları göstermektedir. Buna göre obez gebelerde sezaryen oranı obez olmayan hasta grubuna göre anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p=0,0001). Doğum için başvuran gebe gruplarında erken membran rüptürü ve mekonyumlu amniyon açısından fark görülmemiştir. Hastanede kalış süresi obez grupta ortalama 4 günken, obez olmayan grupta 1 gün olarak görülmüş olup, istatiksel olarak yüksek bulunmuştur (p=0,001). Obez hasta grubunda enfeksiyon varlığı kontrol grubuna göre istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (%5,6’ya %1,2). Veriler değerlendirildiğinde VKİ değeri arttıkça, sezaryen doğum oranlarının da istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde artmakta olduğu görüldü (p=0,0001). Sezaryen endikasyonlarına bakıldığında, uterus skar dokusu olan endikasyonlar dışında (eski c/s, mükerrer c/s), ilk sırada 24 olgu ile sefalopelvik uyumsuzluk, 2. sırada 21 olgu ile makat-ayak geliş ve 3. sırada 13 olgu ile ilerlemeyen eylem endikasyonlarının bulunduğunu görmekteyiz. Sefalopelvik uyumsuzluk (CPD) ve ilerlemeyen eylem endikasyonları açısından tüm olgu grupları incelendiğinde, obez olmayan gebeler arasında bu endikasyonlar ile sezaryen oranı %6,4, obez olan grupta ise %18,4 olarak bulunmuştur. Tablo 3’te çalışma grubundaki hastaların fetal ve neonatal sonuçları değerlendirilmiştir. Yenidoğan düşük apgar skorları açısından gruplar arasında istatiksel anlamlı bir farklılık görülmemiştir. Bebek doğum kiloları açısından bakıldığında, obez grupta daha çok iri bebek olgusuna rastlandı (p=0,001). Ayrıca servis izlemine alınan bebek oranında obez grupta obez olmayan gruba göre istatiksel olarak daha yüksek bulunmuştur. Omuz distosisi yalnızca 1 doğumda rastlanmıştır. Bu bebek VKİ’i 42 kg/m 2 olan bir annenin bebeği idi ve doğum kilosu 5020 g idi. Tablo 2. Çalışmada maternal ve obstetrik sonuçlar. Obez (VKİ >30) Doğum şekli Vajinal doğum Sezaryen 47 (%33) 95 (%67) Obez p 107 (%67,7) 0,0001* 51 (%32,3) 0,0001* Erken membran rüptürü Var Yok 9 (%7.4) 133 (%93,6) 6 (%3,8) 152 (%96,2) 0,248 0,248 Mekonyumlu amniyon Var Yok 7 (%4,9) 135 (%95,1) 9 (%5,7) 149 (%94,3) 0,718 0,718 Postpartum enfeksiyon Var Yok 8 (%5,6) 134 (%94,4) 2 (%1,2) 0,0001* 156 (%98,8) 0,0001* Postpartum Hct azalma (ortanca) 2.8 3.1 0,986 Hastanede kalış süresi (ortanca) 4 1 0,001* * p<0,05 istatiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. Hct: hematokrit 75 İKSST Derg 7(2):73-78, 2015 Tablo 3. Çalışmanın neonatal sonuçları (n, %). Obez (VKİ >30) Apgar Normal Düşük İri bebek SGA bebek Servis izlemine alınan YD Omuz distosisi Obez olmayan (VKİ <30) 134 (%94,4) 152 (%96,2) 8 (%5,6) 6 (%3,8) 22 (%15,5) 7 (%4,5) 7 (%5) 9 (%5,7) 22 (%15,8) 14 (%9,1) 1 0 p 0,702 0,702 0,001* 0,575 0,025* * p<0,05 istatiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir. SGA: Gebelik haftasına göre küçük bebek YD: Yenidoğan TARTIŞMA Obezite kadınlarda sık görülen bir durumdur, gebe kadınların %28’i fazla kilolu ve %11’i obez sınıfına girmektedir (5). Gebelik boyunca ve doğumda obez olan kadınların antenatal, intrapartum, postpartum ve neonatal komplikasyonlar açısından önemli risk altında olduğu bilinmektedir. Çalışmamızda, maternal obezitenin sezaryen sıklığını, gestasyonel diyabet, hipertansiyon, hastanede kalış süresini, iri bebk doğurma sıklığını ve metarnal-fetal-neonatal istenmeyen sonuçlarda daha önce literatürde yayınlanan çalışmaların sonuçlarıyla benzer şekilde artırdığını gözlemledik (7-9). Baeten ve ark. (10) yaptığı çalışmada, obez hasta grubunda hipertansiyon oranı %13,5 ve obez olmayan grupta %6,5 olarak belirlenmiş ve istatiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştu. Yine aynı şekilde 1985 yılında yapılan ve 10000 gebeden oluşan geniş olgu sayılı çalışmada yazarlar hipertansiyon sıklığında anlamlı bir artış olduğunu bildirmişlerdir (p<0,05) (11). Çalışmamızda da hipertansiyon oranı obez grupta %16,9 olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur ve bunun vurgulanması oldukça önemlidir. Çünkü, hipertansif hastalıklar maternal mortalite’nin en önemli nedenleri arasında yer almaktadır ve geçen 20. yüzyılda tedavisine yönelik büyük ilerlemeler sağlanamamıştır. Bu bulgular ışığında obezitenin ve gebelikte alınan fazla kiloların gestasyonel hipertansiyon için bir risk faktörü olduğu söylenebilir. Obezitenin gestasyonel diyabet için güçlü bir risk faktörü olduğu, daha sonraki yıllarda diyabet, kardiyovasküler hastalık ve hipertansiyon gelişmesinde etkili olduğu vurgulanmaktadır (9). Kumari ve ark.’nın (12) yaptığı bir çalışmada, 188 olgunun bulunduğu 76 obez gebeler arasında gebeliğe bağlı diyabet oranı %23,4, 300 gebenin bulunduğu kontrol grubunda ise %1,3 olarak bulunmuş ve her iki grup arasında istatistiki olarak anlamlı fark bulunduğu ortaya konmuştur. Çalışma grubumuzda da obez gebe grubunda diyabet oranı %4,9 ve obez olmayan grupta ise %1,9 olarak bulunmuş ve istatiksel olarak yüksek olduğu görülmüştür (p=0,044). Szymanska ve ark.’nın (13) 2003 yılı çalışmalarında, obez gebeler arasında sezaryen oranlarının anlamlı olarak yüksek olduğu görülmektedir. Sheiner ve ark.’nın (14) 2004 yılı çalışmalarında, gebeliğe bağlı hipertansiyon ve diyabet hariç bırakıldığında bile obez gebeler arasında sezaryen oranlarının daha yüksek olduğu belirtilmektedir. Çalışmamızda da bu verilerle uyumlu olarak obez hasta grubunda sezaryen doğum oranı %67 iken, obez olmayan grupta %32,3 olarak saptanmıştır. Vahratian ve ark.’nın (15) 2004 yılı çalışmada, obez olmayan grupta (19.8-29.9) 412 gebe arasında ilerlemeyen eylem oranı %9,4, obez olan grupta, 200 olgu arasında %12,5 olarak görmekteyiz. Bu çalışmada, esas olarak aktif eylem başlamış olan olgularda 4 cm’den 10 cm’ye kadar servikal dilatasyonun süresi ve 3 cm’den itibaren servikal dilatasyonun her cm’si için ne kadar süre geçtiğine bakılmıştır. Bu çalışmada, obez gebelerde 4 cm’den 10 cm’ye kadar olan sürenin, kontrol grubundaki gebelere kıyasla daha fazla olduğu belirtilmektedir. Çalışmamızdan elde ettiğimiz sonuçlar bu veriler ile uyumlu bulunmuş ve obez gebelerde, uterus kasılmalarının optimum düzeyde olmayışı ve pelvise ait yumuşak dokularda yoğun yağ birikiminin bu gebelerde doğum eyleminin yavaş olmasına ve hatta ilerlemeyen eylem ve/veya CPD nedeniyle sezaryen oranlarının yüksek olmasına neden olabileceği ileri sürülmektedir (15). İntrapartum sonuçlar açısından değerlendirmeye alınan bir diğer kriter omuz distosisiydi. Literatürdeki olgu serileri incelendiğinde omuz distosisi olan olguların yaklaşık yarısının 4000 g eşik değerinin üzerindeki olgularda olduğu görülmektedir ve ayrıca diyabetik gebelerde ve iri bebeklerde omuz distosisi riski artmaktadır (16). Obez gebelerde bu iki klinik durum sık görüldüğünden omuz distosisi riskinin artmış olabileceği söylenebilir. Çalışmamızda, obez hasta grubunda 4000 g ve üzeri bebek doğumu %15,5 olarak görülürken, obez olmayan grupta %4,5 şeklinde D. Taşdemir ve ark., Obezitenin Term Gebelerde Maternal ve Fetal Sonuçlara Etkisi: Bir Olgu Kontrol Çalışması istatiksel olarak anlamlı derecede düşük bulunmuştur. Kumari ve ark.’nın (12) çalışmasında, obez grupta omuz distosi oranı %2,1, kontrol grubunda ise %0,7 olarak belirtilmektedir. Yazar her iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı olmayan (p<0,2) bir fark bulunduğunu belirtmektedir. Çalışmamız süresince yalnızca 1 olguda omuz distosisine rastlandı. Bu olgunun 2. gebeliği idi ve 5020 g erkek bebek olarak doğurdu. Hastanın VKİ değeri 42 (obez) olarak saptandı. Bu hastada izlem yapılamamıştır ve hasta tam vajinal açıklıkta doğumhaneye başvurmuştur. Çalışmamızda, omus distosisinin az olmasını şöyle açıklayabiliriz ki, doğumhane ünitemizde muayene ve sonrasında ultrasonografi ile iri olduğu saptanan fetüsler, genellikle sezaryen ile doğurtulmakta ancak multipar ve iri bebek doğurma öyküsü bulunan gebelerde sıkı bir izlem ile vajinal doğum denenmektedir. Yapılan bir çalışmada, obez gebelerde fetal makrozomi oranının yüksek olduğu ve dolayısıyla plasentalarının daha geniş bir sahaya yerleştiği, dolayısıyla bu gebelerde doğum sonrası dönemde kanama riskinin arttığı belirtilmektedir (17). Bunun aksine çalışmamızda her 2 VKİ grubunda, doğum sonrası postparum/ postoperatif birinci gün hematokrit ve hemoglobinde düşme miktarı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık izlenmedi (p=0,474, p=0,986). Aynı şekilde literatürün aksine çalışmamızda yara yeri enfeksiyonu ve postpartum endometrit açısından her iki VKİ grubunda anlamlı farklılık tespit edilmemiştir. Bianco ve ark.’nın (18) yaptığı çalışmada, obez grupta kontrol grubuna göre endomiyometrit ve yara yeri enfeksiyonu sıklığı sırasıyla %9,3 ve %0,7 ve kontrol grubunda %3,3 ve %0,1 olarak belirtilmektedir. Çalışmamızda, hastanede kalış süresi obez grupta anlamlı olarak daha yüksekti bu sonucun ortaya çıkmasında, obez gebelerde sezaryen oranlarının yüksek olması, hipertansiyon ve gebeliğe bağlı diyabet nedeniyle serviste izlem sürelerinin daha fazla olması etkili olmuştur. Neonatal sonuçlar açısından bakıldığında düşük doğum ağırlıklı bebek doğurma açısından obez olmayan grupta %5,7 iken, obez grupta %5 olarak tespit edildi. İstatiksel olarak anlamlı bir fark oluşmasa da obez grupta daha az görülmesi gebelikte alınan fazla kiloların her ne kadar obez grupta hipertansiyon gibi durumlar sık görülsede bebeği düşük doğum ağırlığından koruyabileceğini gösterebilir (17). Bebeklerin yenidoğan ve yenidoğan yoğun bakım servislerinde izlemi açısından bakıldığında obez grupta istatiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulunmuştur (%15,8’e karşılık %9,1). Bu durumu şöyle açıklıyoruz ki, obez gebelerde gebelik komplikasyonlarının yüksek olması nedeniyle, yenidoğanın geçici takipnesi, solunum sıkıntısı daha sık görülmekte, prematüre servisinde izlemli yenidoğan oranı daha fazla olmakta, gestasyonel diyabet ve iri bebek doğum oranı daha fazla olduğu için hipoglisemik yenidoğan sayısı daha çok olmaktadır. Çalışmamızın gücünü ve anlamını arttıran nedenler arasında, çalışmanın prospektif olarak planlanması, hastaların tek merkezde aynı cerrahi ekip tarafından takip edilip doğum şekline karar verilmesi ve bebek bakımlarının aynı merkezde yapılması sayılabilir. Çalışmamızı kısıtlayıcı nedenler arasında, değerlendirmeye alınan hasta sayısının az olması, bazı hastaların (koagülasyon bozukluğu olan, acil sezaryen endikasyonu ile doğuma alınan hastalar, ikiz gebelikler, yeterli anamnez alınamayan hastalar vb.) çalışma dışı bırakılması sayılabilir. Tüm fetal ve neonatal istenmeyen sonuçlar bir araya toplanıp, 2 grup arasında karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde, obez olmayan grupta, fetal veya neonatal istenmeyen sonuçlardan birinin karşımıza çıkma oranı %38,6 olarak bulundu. Bu oran, obez olan grupta ise %48,6 olarak belirlendi. İstatistiksel olarak anlamlı olan bu fark göstermektedir ki maternal obezite, perinatal morbiditenin azaltılması için önlem alınabilecek en önemli faktörlerden biri olarak görünmektedir. Sonuç olarak, gebelik öncesi normal VKİ değerlerine ulaşılması, bu konuda daha çok çalışmaya gereksinim duyulması ile birlikte, yapılabilecek en önemli öneri olarak görülmelidir. KAYNAKLAR 1. Olefsky JM. Obesity. In Harrison’s Principle Internal Medicine 12th Edition, Wilson JD, Braunwald E, Isselbacher KJ, Petersdorf RG, Martin JB, Fauci AS, Roo RK (eds.), McGraw-Hill Inc., New York, 1991, pp:411. 2. National Insititutes of Health Consensus Development Panel on the Health Implications of Obesity. Health implications of Obesity. Ann Intern Med 1985;103:147. http://dx.doi.org/10.7326/0003-4819-103-1-147 3. Edwards LE, Dickes WF, Alton IR, Hakanson EY. Pregnancy in the massively obese: course, outcome and obesity prognosis of the infant. Am J Obstet Gynecol 77 İKSST Derg 7(2):73-78, 2015 1978;131:479-83. 4. De Groot LC. High maternal body weight and pregnancy outcome. Nutr Rev 1999;57:62-4. 5. Bhattacharya S, Campbell DM, Liston WA, Bhattacharya S. Effect of Body Mass Index on pregnancy outcomes in nulliparous women delivering singleton babies. BMC Public Health 2007;7:168. http://dx.doi.org/10.1186/1471-2458-7-168 6. Olefsky JM. Insulin action and insulin resistance in obesity and non-insulin dependent, type II Diabetes mellitus. Am J Physiol 1982;243:E15. 7. Lee CY, Koren G. Maternal obesity: effects on pregnancy and the role of pre-conception counselling. J Obstet Gynaecol 2010;30(2):101-6. http://dx.doi.org/10.3109/01443610903474355 8. Madan JC, Davis JM, Craig WY, et al. Maternal obesity and markers of inflammation in pregnancy. Cytokine 2009;47(1):61-4. http://dx.doi.org/10.1016/j.cyto.2009.05.004 9. Majumdar A, Saleh S, Candelier CK. Failure to recognise the impact of ‘moderate’ obesity (BMI 30-40) on adverse obstetric outcomes. J Obstet Gynaecol 2010;30(6):567-70. http://dx.doi.org/10.3109/01443615.2010.492434 10. Baeten J, Bukusi E, Lambe M. Pregnancy complications and outcomes among overweight and obese nulliparous women. Am J Public Health 2001;91:436-40 http://dx.doi.org/10.2105/AJPH.91.3.436 11. Garbaciak JA, Richter M, Miller S, Barton JJ. Maternal weight and pregnancy complications. Am J Obstet Gynecol 1985;152:238-43. http://dx.doi.org/10.1016/S0002-9378(85)80029-6 12.Kumari AS. Pregnancy outcome in women with morbid obesity. Int J Obstet Gynecol 2001;73:101-7. 13.Szymanska M, Suchonska B, Wielogos M, BombaOpon D, Marianowski L. Pregnancy and labor in 78 obese woman. Ginekol Pol 2003;74(6):446-50. 14. Sheiner E, Levy A, Menes TS, Silverberg D, Katz M, Mazor M. Maternal obesity as an independant risk factor for cesarean delivery. Pediatr Perinat Epidemiol 2004;18(3):196-201. http://dx.doi.org/10.1111/j.1365-3016.2004.00557.x 15. Vahratian A, Zhang J, Troendle J, Savitz D, SiegaRiz AM. Maternal prepregnancy overweight and obesity and the pattern of labor progression in term nulliparous women American College of Obstet. Gynecol 2004;104:943-51. http://dx.doi.org/10.1097/01.AOG.0000142713.53197.91 16. Acker D, Sachs B, Friedman E. Risk factors for shoulder distocia. Obstet Gynecol 1985;66:762-68. 17. Sebire NJ, Jolly M, Haris JP, Wadsworth J, Joffe M, Beard RW, et al. Maternal obesity and pregnancy outcome: a study of 287213 pregnancies in London. Int J Obes 2001;25:1175-82. http://dx.doi.org/10.1038/sj.ijo.0801670 18.Bianco A, Smilen S, Davis Y, Lopez S, Lapinski R, Lockwood C. Pregnancy outcome and weight recommendations for the morbidly obese woman. Obstet Gynecol 1998;91:97-102. http://dx.doi.org/10.1016/S0029-7844(97)00578-4 19.Report of the National High Blood Preesure Education Program Working Group on High blood pressure in pregnancy. Am J Obstet Gynecol 2000;183:s1-s22. http://dx.doi.org/10.1067/mob.2000.107928 20. Moore T. Diabetes in Pregnancy. In: Creasy R, Resnik R (eds), Maternal-Fetal Medicine. Philadelphia. Saunders Company 1999; Chapter 53. 964-73 21.Gibbs R, Sweet R. Maternal and fetal infectious disorders In: Creasy R, Resnik R (eds), Maternal-Fetal Medicine. Philadelphia. Saunders Company 1999; Chapter 41. 672-77. Olgu Sunumu İKSST Derg 7(2):79-81, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.079 Toraksa Olan Ateşli Silah Yaralanmasında Merminin Atipik Seyri The Atypical Trajectory of a Bullet in Gunshot Injury of Thorax Serkan Doğan, Canan Akman, Ekim SaĞlam GÜrmen, Zeynep Saral ÖztÜrk, Tarık Ocak İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Tıp Kliniği ÖZET SUMMARY Ateşli silahlarla oluşan yaralanmanın ciddiyeti ve derecesi, merminin balistik özelliklerine bağlıdır. Silahın cinsi, atış mesafesi ve bunun sonucunda oluşan kinetik enerjinin gücü yaralanmanın ciddiyetini ortaya koyar. Biz de bu olgu sunumunda izlediği seyir göz önüne alındığında toraksa yönelmiş olan merminin kaburgaya çarpıp sıra dışı bir yol izleyerek batına doğru yönelmesi ile sebep olduğu yaralanmalar ve vücuttaki beklenilmeyen lokalizasyondaki sonlanışını tartışmak istedik. The severity of gunshot injuries depends on ballistic properties of bullets. The severity of injury detected by kinetic energy is related to type of gun, and the shot distance. In this case report we discussed an extraordinary trajectory of a bullet that entered into thorax then hit a rib and headed towards abdomen, stopped at an unexpected localization, and injuries incurred. Anahtar kelimeler: ateşli silah yaralanması, atipik seyir, mermi Key words: gunshot injury, atipic path, bullet GİRİŞ dokuya çarparak akciğer harabiyeti yapmaksızın lomber vertebraya yönlenen atipik seyirli bir ateşli silah yaralanması olgusunu tartışmayı amaçladık. Ateşli silahlar, geçmişte olduğu gibi günümüzde de avcılığın yanı sıra savunma ve saldırı amacı ile kullanılmaktadır. Kolay elde edilebilir olmaları nedeni ile ateşli silahlarla meydana gelen yaralanma ve ölüm olguları daha sık görülmektedir (1). Çoğu zaman mermi yönü doğrusal olmasına karşın bazen kurşunun giriş ve çıkış deliği arasında bir ilişki bulunamaz. Bunda etkili olan kullanılan silahın özelliği, atış mesafesi, hangi bölgeye geldiği ile ilgili faktörlerdir. Tüfeklere kıyasla tabancalar daha az şiddette kinetik enerjiye sahip olduklarından mermi çekirdekleri vücutta kemik gibi sert yapılı dokuya çarparak yön değiştirebilir ve giriş yerine göre beklenilmeyen bölgelere yönelip orada kalabilir (2). Vücudu terk etmemiş mermi çekirdeklerinin yerlerinin saptanması için en uygun yöntem hastanın skopi altında incelenmesi veya gerekli bölgelerin röntgen filmlerinin çekilmesidir (3). Sunumumuzda, sol göğüs ön yüzünde 6.-7. kaburga seviyesinde giriş deliği olan, ancak kemik Olgu Acil kliniğimize 29 yaşında erkek hasta toraksa nafiz ateşli silah yaralanması nedeniyle getirildi. Fizik muayenesinde, bilinç açık, koopere, oryante, vital bulguları stabil olup tansiyon arteriyel: 100/70 mmHg, nabız: 90/dk., solunum sayısı: 20/dk. olarak kaydedildi. İlk bakısında, sol hemitoraksta sternuma komşu 6.-7. kaburga seviyesinde 0,5x0,5 cm’lik giriş deliği tespit edildi, ancak merminin çıkış deliği bulunamadı. Yatakbaşı çekilen posterior anterior akciğer grafisinde akut bir akciğer hasarı, hemopnömotoraks tespit edilemedi. Abdominal yapılar ve kalbe yönelik hızlı ultrasonografik bakıda, perikardiyal mayi, batın içi serbest sıvı veya parankimal organ hasarı tespit edilemedi. Hemodinamisi stabil olan hastaya çekilen toraks ve batına yönelik tomografisinde, toraks içi Alındığı tarih: 22.01.2015 Kabul tarihi: 08.04.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Serkan Doğan, Atakent Mah. Turgut Özal Cad. No: 1 Altınşehir 34303 Küçükçekmece / İstanbul e-posta: [email protected] 79 İKSST Derg 7(2):79-81, 2015 Resim 1. Resim 3. Tartışma Resim 2. organlarda herhangi bir yaralanma ya da mermi çekirdeğine ait belirtiye rastlanılmadı (Resim 1). Ancak batın kesitlerinde mermi çekirdeğinin 3. lomber vertebra corpusu yanına saplanmış bir şekilde durduğu görüldü (Resim 2, 3). Kontrol muayenesinde, alt ekstremitelerde herhangi bir nörovasküler defisit saptanmadı. Antibiyoterapi, tetanos profilaksisi yapılan ve i.v. sıvı tedavisi devam eden hasta acil şartlarda operasyona alındı. Operasyonda tomografi görüntülerinde tespit edilemeyen diyafragma ve ince bağırsak yaralanması olduğu tespit edilip onarımı yapıldığı, ancak mermi çekirdeğinin yerinde bırakıldığı öğrenildi. 80 Toraks travmalarının %70’i künt, %30’u penetran yaralanmalardır (4). Penetran göğüs travmaları, kesicidelici alet yaralanmaları ve ateşli silah yaralanmalarından oluşur. Penetran yaralanmalarda mortalite oranı, künt travmalara göre daha düşüktür. Ateşli silah ile olanlarda mortalite ve morbidite, kesicidelici alet yaralanmalarına göre iki kat daha fazladır (5). Şöyle ki, kesici-delici alet yaralanmalarında mortalite %1-8 arasında değişirken, ateşli silah yaralanmalarında bu oran %14-20’ye ulaşmaktadır (6). Olgumuzda ateşli silah yaralanması sonucu merminin sol hemitorakstan giriş deliği tespit edilip batına yönelip diyafragma ve ince bağırsak perforasyonu oluşturduğu tespit edilmiştir. Bu durumda toraks ve batını ilgilendiren her iki ciddi yaralanma şüphesiz morbidite ve mortalite oranını artırabilmektedir. Ateşli silah yaralanmalarında mermi çekirdeği göğüs boşluğundaki kemik yapılara (sternum, kosta, vertebra) çarparak yön değiştirmekte ve giriş deliği ile uyumlu olarak izlemesi beklenen S. Doğan ve ark., Toraksa Olan Ateşli Silah Yaralanmasında Merminin Atipik Seyri yoldan çok farklı bir seyir takip edebilmekte ve buna bağlı olarak farklı komplikasyonlara yol açabilmektedir (7). Olgumuzda mermi çekirdeğinin doğrusal bir trase izlemeyip sternum ve kostaya çarparak yön değiştirdiği görülmüştür. Sol hemitoraks sternum komşuluğunda 6. interkostal aralık hizasından girip kota çarparak aşağı doğru yön değiştirmiştir. Sonrasında diyafragmayı geçip batında ince bağırsaklarda perforasyon yaparak 3. lomber vertebra kenarına saplanıp durmuştur. Silahların yaralama gücü, merminin çarpma sırasındaki kinetik enerjisi ve bu kinetik enerjinin dokulardaki yayılımına bağlıdır. Bu noktada kritik değişken merminin hızıdır. Yavaş hızlı mermilerde geçiş trasesi düzensiz ve değişken olmaktadır, bazen kurşunun giriş ve çıkış deliği arasında bir ilişki bulunamaz. Buna karşın, askeri silahlarla atılan yüksek hızlı mermiler, nispeten, yumuşak dokuyu düzgün olarak keser ve geçiş yolundaki kemikleri kırarak ilerler. Diğer önemli bir değişken ise uzaklıktır. Örneğin, av tüfeği ve tabancalar, düşük hızlı silahlar olmalarına rağmen, yakın mesafe atışlarda M-16 tüfekler gibi yüksek hızlı silahlardan daha fazla kinetik enerji üretebilirler (2). Olgumuzu incelediğimizde olası ortauzak mesafeli atış sonucu merminin kinetik enerjisinin azalarak yavaş hızlı mermi gibi davranmasına ve bu da merminin trasesinin değişkenliği ile giriş-çıkış deliği arasındaki uyumsuzluğu açıklamaktadır. Sonuç olarak, güncel acil tıp pratiğinde ateşli silah yaralanmaları nedeniyle değerlendirilen olgularda mermi çıkış deliği tespit edilememesi durumlarında acil tıp hekimleri olası traseleri yine gözden geçirmelidir. Bu durumlarda yineleyen fizik muayene ile beraber daha geniş bir alanı kapsayacak şekilde görüntüleme yöntemleri kullanılmasının oluşabilecek ciddi yaralanmaların saptanmasında acil tıp hekimlerine yol gösterici olacağını vurgulamayı istedik. Kaynaklar 1. Çoltu A, Durak D. Adli otopsileri yapılmış 141 ateşli silah yaralanmasına bağlı ölüm olgusunun retrospektif incelenmesi. Adli Tıp Derg 1992;8(1-4):49-51. 2. Uzun L, et al. Baş-boyun ateşli silah yaralanması: Sıradışı bir kurşun trasesi. KBB-Forum 2004;3(2) 3. Yılmaz A. Ateşli silahlarla oluşan yaralanmalar. TBB Dergisi 2004;50:167-79. 4. Yalçınkaya İ, Kurnaz M, Çobanoğlu U ve ark. Göğüs travması: 126 olgunun analizi. Ulusal Travma Dergisi 2000;6(4):288-91. 6. Mattox KL, Pickard LR, Allen MK. Emergency thoracotomy for injury. Injury 1986;17:327-31. http://dx.doi.org/10.1016/0020-1383(86)90156-7 7. Çobanoğlu U, Can M. Ateşli silah yaralanmasında merminin göğüs boşluğundaki atipik seyri: Olgu sunumu. Adli Tıp Bülteni 2008;13(2):78-81. 81 Olgu Sunumu İKSST Derg 7(2):82-83, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.082 Senkron Apendiks ve Kolon Tümörünün Bir Olgu Nedeniyle İrdelenmesi Evaluation of a Case of Synchronous Appendiceal and Colonic Tumors Suat Can Ulukent*, Nuri Alper Şahbaz*, Yiğit Mehmet Özgün*, Özgür Akbayır** *Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği **Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Jinekolojik Onkoloji Kliniği ÖZET SUMMARY Kolorektal tümörlerle birlikte görülen senkron ve metakron apendiks tümörleri sıklığı kesin olarak bilinmemekle beraber, literatürde bildirilmiştir. Altmış beş yaşında kadın hasta, kliniğimize 2 aydır devam eden kilo kaybı, hâlsizlik, sol yan ağrısı ve gaz-gaita çıkaramama yakınmalarıyla başvurdu. Yapılan kolonoskopik incelemede proksimal kolona geçişin olmadığı ve ileusa neden olan splenik fleksura tümörü saptandı. Total kolektomi yapılan hastanın patoloji sonucunda splenik fleksurada seroza invazyonu gösteren orta derecede diferansiye adenokarsinom ve apendikste de senkron olarak iyi diferansiye nöroendokrin tümor olduğu tespit edildi. Burada sizlere insidental olarak tespit ettiğimiz kolon adenokarsinomu ve senkron apendiks nöroendokrin tümörü olgumuzu sunmayı amaçladık. Synchronous primary appendicular neoplasms associated with colorectal cancer have been reported in the literature but their true incidence is unknown. A 65-year-old-woman consulted with the complaints of weight loss, fatigue, left flank pain and difficulty in defecation, and passing flatus. Colonoscopic examination showed a splenic flexure tumor, but proximal colon could not be examined because of luminal obstruction. She underwent total colectomy. Pathological examination of the resection material revealed adenocarcinoma of the colon and a synchronous well-differentiated neuroendocrine tumor of the appendix. We hereby report a case of incidentally detected synchronous appendicular neuroendocrine tumor and a colonic adenocarcinoma. Anahtar kelimeler: senkron tümör, nöroendokrin tümör, apendiks Key words: synchronous tumor, neuroendocrine tumor, appendix GİRİŞ min: 2,6 g/dl, Na:135 mmol/L, Cl: 93 mmol/L olarak saptandı. Diğer biyokimya değerleri ve tümör markerları (CEA: 2,23 ng/ml, Ca-125: 30 U/ml, Ca-15.3: 24,7 U/ml, Ca- 19,9 U/ml) normal olarak saptandı. Yapılan kolonoskopik incelemede splenik fleksurada lümeni tama yakin tıkayan, frajil, ülserovejetan kitle belirlendi. Kitleden alınan biyopsi patoloji sonucu adenokarsinom olarak geldi. Hastaya yapılan PET CT incelemesinde splenik fleksurada patolojik tutulum tespit edildi. Bunun dışında herhangi bir başka patolojik bulguya rastlanmadı. Ameliyatta splenik fleksurada dalağı invaze eden tümöral kitle belirlendi. Kitlenin proksimalindeki kolonik anslarda dilatasyon mevcuttu. İntra operatif yapılan digital muayenede kolonun başka bölgesinde patoloji saptanmadı. Hastaya genişletilmiş sol hemikolektomi ve splenektomi yapıldı. Rezeksiyon sonrasında transvers kolonun proksimal kısmında ve hepatik fleksurada dolaşım bozukluğu olduğu görüldü. Aynı zamanda hastanın proksimal kolon segmentleri preoperatif dönemde kolonoskopi ile incelenememiş olduğundan total kolektomi yapılmasına karar verildi. Rezeksiyon sonrası bağırsak devamlılığı ileosigmoidostomi yapıla- Kolorektal kanserler içerisinde senkron kanserler olguların %0,6-1,4’ünde görülür (1). Ayrıca, apendiks tümörü olan hastaların yaklaşık 1/4’inde kalın barsağın başka bir bölümünde senkron veya metakron tümörler olabileceği de bildirilmiştir (2,3). Endoskopi ve radyolojideki gelişmelere rağmen, hâlen apendiks mukozasının değerlendirilmesi ve apendiks tümörlerinin preoperatif dönemde tanısı çoğu zaman olası olmamaktadır. Burada sizlere rastlantısal olarak tespit ettiğimiz kolon adenokarsinomu ve senkron apendiks noroendokrin tümörü olgumuzu sunmayı amaçladık. Olgu sunumu Altmış beş yaşında kadın hasta, kliniğimize 2 aydır olan kilo kaybı, hâlsizlik, sol yan ağrısı ve gaz-gaita çıkaramama yakınmalarıyla başvurdu. Hastanın fizik muayenesinde karında distansiyon haricinde herhangi bir patolojik özellik tespit edilmedi. Hastanın laboratuvar bulguları Hgb: 8,6 g/dl, Hct: 26,9, albü- Alındığı tarih: 13.04.2015 Kabul tarihi: 28.04.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Nuri Alper Şahbaz, Turgut Özal Cad. No: 1 Küçükçekmece / İstanbul e-posta: [email protected] 82 S. C. Ulukent ve ark., Senkron Apendiks ve Kolon Tümörünün Bir Olgu Nedeniyle İrdelenmesi rak sağlandı. Ameliyat sonrası hasta sorunsuz olarak servise alındı. Postoperatif dönemde takiplerinde sorunu olmayan hasta ameliyat sonrası 7. gününde taburcu edildi. Hastanın patoloji sonucunda splenik fleksurada seroza invazyonu gösteren orta derecede diferansiye adenokarsinom ve apendikste de senkron iyi diferansiye nöroendokrin tümör olduğu tespit edildi. Hasta splenektomili olduğu için enfeksiyon hastalıkları ile adjuvan kemoterapi açısından medikal onkoloji kliniğine yönlendirildi. Yapılan 1. ay kontrolünde hastanın herhangi bir yakınması bulunmuyordu. NET tanısı alan her hastada gastrointestinal sistem ve diğer sistemler senkron bir primer malignite açısından taranmalıdır. Bunun için toraks ve batın BT görüntülemesi ve gastrointestinal sistemin endoskopik incelemeleri önerilmektedir (11). Hastamızda da olduğu gibi primer bir adenokanser nedeniyle opere olan ve patoloji piyesinde rastlantısal olarak bir NET tespit edilen hastalarda herhangi bir ek cerrahi tedaviye gerek yoktur. Senkron apendiks tümörlerinin gerçek insidansını saptamak için apendiksin rutin olarak çıkartıldığı prospektif çalışmalara gereksinim vardır. Tartışma Sonuç Genellikle karsinoid tümörler olarak da adlandırılan nöroendokrin tümörler (NET) tüm gastrointestinal sistemden veya akciğerlerden gelişebilirler. Bu dokulardaki nöroendokrin hücrelerden gelişen karsinoid tümörler ilk olarak Lubarsch tarafından tanımlanmistir (4). Lubarsch bunların karsinom olduklarını düşünmüş, fakat Oberndorfer bu tümörlerin kansere benzer, ancak daha yavaş büyüyen biyolojik davranışa sahip olduklarını göstererek karsinoid terimini kullanmıştır (5) . NET’lerin diğer maligniteler ile olan ilişkileri oldukça ilgi görmüştür. Yaklaşık %55’lere varan oranlarda ikincil primer malignitelerle (SPM) beraber görülebildikleri gösterilmiştir (6). SPM ve karsinoid tümör birlikteliği ilk olarak Pearson tarafından bir otopsi serisinde gösterilmiştir (7). SPM’ler genellikle gastrointestinal sistemi tutmakla beraber başka herhangi bir dokudan da kaynaklanabilmektedirler (6). NET’lerin prognozunu belirleyen en önemli faktörler tümörün lokasyonu ve tanı anındaki tümör çapıdır. Sıklıkla apendikste görülürler ve apendikste görülenler en iyi prognoza sahip olanlardır. Endoskopi ve radyolojideki gelişmelere rağmen, hâlen apendiks tümörlerinin preoperatif dönemde tanısı çoğu zaman olası olmamaktadır. Kolorektal tümörlerle birlikte görülen senkron ve metakron apendiks tümörleri sıklığı kesin olarak bilinmemekle beraber, literatürde bildirilmiştir. Bu nedenle tranvers ve sol kolon tümörü nedeniyle opere edilecek hastaların, preoperatif ya da intraoperatif apendikse yönelik bulgular normal olsa bile apendektominin de ameliyata eklenebileceği akla getirilmelidir. Senkron ve metakorn apendiks tümörleri ve bu tümörlere tanı konması sırasında yaşanan güçlükler nedeniyle kolorektal kanser ameliyatları sırasında rastlantısal apendektomi yapılıp yapılmaması sorusu akla gelmektedir (8,9). Literaturde kolorektal kanser hastalarında apendiks tümörü insidansını bildiren randomize kontrollü prospektif bir çalışma bulunmamaktadır. Olgumuzda da sol kolon tümörü ve rastlantısal olarak belirlenen apendiks NET birlikteliği mevcuttur. Ancak bu iki tümörün birlikteliğinin özel bir ilişki içerip içermediği veya zaten en sık görüldükleri bölgeler olması nedeniyle birlikte görülmüş olup olmadıkları hâlen açıklığa kavuşmamıştır. Epidemiyolojik çalışmalarda apendiks tümörleri tüm gastrointestinal tümörlerin %0,4-1’ini ve apendektomi spesimenlerinin %0,7-1,7’sini oluşturmaktadırlar (10). KAYNAKLAR 1.Benedetti M, Tinozzi FP, Dini S, Albertario S, Rossi G, et al. Synchronous and metachronous tumours of colon cancer. A review of 5 years of experience (1999-2004). Ann Ital Chir 2006;77(3):233-9. 2. Wolff M, Ahmed N. Epithelial neoplasms of the vermiform appendix (exclusive of carcinoid). II. Cystadenomas, papillary adenomas, and adenomatous polyps of the appendix. Cancer 1976;37(5):2511-22. http://dx.doi.org/10.1002/1097-0142(197605)37: 5<2511::AIDCNCR2820370544>3.0.CO;2-L 3.Iwuagwu OC, Jameel JK, Drew PJ, Hartley JE, Monson JR. Primary carcinoma of the appendix - Hull series. Dig Surg 2005;22(3):163-7. http://dx.doi.org/10.1159/000087134 4.Lubarsch O. Ueber den primaren Krebs des Ileum nebst Bemerkungen ueber das gleichzeitige Vorkommen von Krebs un Tuberkulose. Virchows Arch 1888;3:280-317. http://dx.doi.org/10.1007/BF01966242 5. Oberndorfer S. Karzinoide Tumoren des Dunndarms. Frank Z Pathol 1907;1:426-9. 6.Habal N, Sims C, Bilchik AJ. Gastrointestinal carcinoid tumors and second primary malignancies. J Surg Oncol 2000;75(4):310-6. http://dx.doi.org/10.1002/1096-9098(200012)75: 4<306::AIDJSO14>3.0.CO;2-3 7. Pearson CM, Fitzgerald PJ. Carcinoid tumors; a re-emphasis of their malignant nature; review of 140 cases. Cancer 1949;2(6):1005-26. http://dx.doi.org/10.1002/1097-0142(194911)2: 6<1005::AIDCNCR2820020608>3.0.CO;2-1 8.Albright JB, Fakhre GP, Nields WW, Metzger PP. Incidental appendectomy: 18-year pathologic survey and cost effectiveness in the nonmanaged-care setting. J Am Coll Surg 2007;205(2):298-306. http://dx.doi.org/10.1016/j.jamcollsurg.2007.02.071 9. Khan MN, Moran BJ. Four percent of patients undergoing colorectal cancer surgery may have synchronous appendiceal neoplasia. Dis Colon Rectum 2007;50(11): 1856-9. http://dx.doi.org/10.1007/s10350-007-9033-2 10. Murphy EM, Farquharson SM, Moran BJ. Management of an unexpected appendiceal neoplasm. Br J Surg 2006;93(7):783-92. http://dx.doi.org/10.1002/bjs.5385 11. Prommegger R, Ensinger C, Steiner P, Sauper T, Profanter C et al. Neuroendocrine tumors and second primary malignancy--a relationship with clinical impact? Anticancer Res 2004;24:1049-51. 83 Olgu Sunumu İKSST Derg 7(2):84-86, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.084 Baker Kist Orijinli Pigmente Villonodüler Sinovit Pigmented Villonodular Synovitis Originating From The Baker’s Cyst: A Case Report Bahar Dernek*, Pınar Kürsüz Köseoğlu*, Tuğba Aydın**, Memduh Dursun***, Fatma Nur Kesiktaş* *İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniği **Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniği ***İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi, Radyodiagnostik Anabilim Dalı ÖZET SUMMARY Pigmente villonodüler sinovit (PVNS) nadiren rastlanılan ve eklem, tendon kılıfı ve diğer sinoviyal yapılardan köken alan bir hastalıktır. PVNS genellikle erişkinlerde görülebilmekle beraber, nadiren de olsa çocuklarda da rastlanılabilmektedir. PVNS semptomları hastalığa spesifik özellik taşımamaktadır ve tedavisinde cerrahi teknikler gerekmektedir. Nadiren PVNS’ye atipik bölgelerde de rastlanılmaktadır. Olgu sunumumuzda nonspesifik belirti ve bulgularla ortaya çıkan atipik yerleşimli bir PVNS olgusu anlatılmıştır. Pigmented villo-nodular synovitis (PVNS) is a rare disease of joints, tendon sheaths and other synovial structures. PVNS mostly occurs in adults but sometimes it is observed in children. Symptoms of PVNS are not specific to the disease and treatment usually requires surgical techniques. PVNS is rarely seen in atypical locations. In our case, an anusual location of PVNS with nonspecific signs and symptoms has been disclosed. Anahtar kelimeler: pigmente villonodüler sinovit, Baker kisti, ağrı Key words: pigmented villo-nodular synovitis, Baker cyst, pain GİRİŞ belli aralıklıklarla steroid olmayan ilaç tedavisi alan hastanın yapılan medikal tedavi ile yakınmalarında hafif iyileşme sağlanmış fakat tamamen düzelme gözlenmemiştir. Bu nedenle hasta ileri tetkik ve tedavi amacıyla hastanemize yönlendirilmiştir. Pigmente villonodüler sinovit (PVNS) eklem, tendon kılıfı ve diğer sinovyal yapılardan köken alan ve nadir görülen bir hastalıktır. PVNS, sıklıkla erişkinlerde görülmekte ve özellikle büyük eklemleri tutmakta nadiren atipik yerleşim de gösterebilmektedir. Olgu sunumumuzda, nonspesifik belirti ve bulguların eşlik ettiği, atipik yerleşimli bir PVNS olgusu anlatılmaktadır. Olgu SUNUMU Kırk altı yaşında bir kadın hasta, spesifik bir travma öyküsü olmaksızın, dört aydır devam eden sol dizde şişlik ve ağrı yakınması ile polikliniğimizde değerlendirildi. Diz ağrısı şiddetlendiğinde bir dış klinikte Hastanın fizik muayenesinde diz eklemi çevresinde orta düzeyde şişlik ve ağrı, hafif ısı artışı ve kızarıklık gözlendi. Diz eklem hareket açıklığı 30º-90º arasında olup, manuel kas gücü değerlendirmesinde kuadriseps kas gücü 4/5 olarak tespit edildi. Sol diz ekleminin anteroposterior ve lateral grafilerinde herhangi bir kemik anomalisi saptanmadı. Manyetik rezonans görüntülemede (MRG) Baker kisti içinde difüz sinovyal proliferasyon gözlendi. T1 ve T2 ağırlıklı görüntülerde Baker kisti içinde düşük sinyal yoğunluklu heterojen nodüler kitle tespit edildi (Resim 1). Gradyan Alındığı tarih: 20.09.2014 Kabul tarihi: 23.03.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Bahar Dernek, Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi Kliniği, Turgut Özal Cad. No.1 Küçükçekmece / İstanbul e-posta: [email protected] 84 B. Dernek ve ark., Baker Kist Orijinli Pigmente Villonodüler Sinovit: Olgu Sunumu Resim 1. Aksiyal T1 ağırlıklı eko (A) ve T2 ağırlıklı eko (B) imajlar heterojen nodüler yumuşak doku kitlesini göstermektedir (ok başları). Yaklaşık yıllık insidansı milyonda 1,8 düzeyindedir (2). Genellikle genç erişkinleri etkilemekle beraber (ortalama 35 yaş), geniş bir yaş aralığına sahiptir ve kadınlarda biraz daha sık olarak görülür (2). Genellikle büyük eklemleri, özellikle de diz eklemini etkiler. Kalça eklemi ikinci en sık tutulan bölgedir. Diğer daha az sıklıkta etkilenen bölgeler arasında ayak bileği, dirsek, temporomandibüler eklem ve omurga yer alır (3,4). Resim 2. Gradyan eko sagital imajdaki düşük sinyal yoğunluklu odaklar (asteriks) hemosiderin birikimlerini göstermektedir (ok başları). eko görüntülerde düşük sinyal veren hemosiderin birikimlerine rastlanıldı (Resim 2). Bunun üzerine ortopedi ile konsülte edilen hastaya sinovyal biyopsi uygun görüldü ve yapılan patolojik incelemede diffüz PVNS tanısı konulan hastaya kitle rezeksiyonu uygulandı. TARTIŞMA PVNS sinovyal eklem, bursa ve tendon kılıflarını etkileyen ve nadir görülen bir proliferatif hastalıktır (1). Etiyolojisi hakkında net bir veri olmamakla beraber, daha çok hiperplazi, lokal metabolik bozukluklar, rekürren hemoraji ve travma en sık kabul gören nedenler arasında yer almakta, enflamatuvar reaksiyonlar ve tümör ise tam olarak aydınlatılamamış nedenler arasında yer almaktadır. Enflamasyonun etiyolojik nedenler arasında yer almasının temel nedeni olarak PVNS içerisinde yer alan hücrelerin poliklonal CD8 pozitif T hücreler olması ve bu hücrelerin temel olarak enflamatuvar özellik göstermesi sayılmaktadır (5). Olgumuzda klinik olarak enflamasyon varlığında PVNS görülmesi enflamasyon hipotezini destekler niteliktedir. Tipik olarak uzun süredir devam eden ağrılı kitle ve eklem hareket açıklığında kısıtlılık ile ortaya çıkar (3-6) . Tanıda etkilenen yapının X-ray ve MRG ile değerlendirilmesi önemlidir. PVNS’nin X-ray bulguları arasında kemik erozyonları ve yumuşak doku kitlesi ve eklem efüzyonuna sekonder periartiküler yoğunluk artışı bulunur (6). Olgumuzda x-ray ile her85 İKSST Derg 7(2):84-86, 2015 hangi bir bulgu tespit edilmemiştir. KAYNAKLAR MRG’de düşük T1 ve T2 sinyali görülmekte, hemosiderin birikimine sekonder hiperplastik sinovyum ve kemik erozyonlarına sıkça rastlanılmaktadır (6,7). Olgumuzda özellikle T1 ağırlıklı sekanslarda heterojen yumuşak doku lezyonları ve hemosiderin birikimlerine sekonder gradyan EKO sekanslarda düşük sinyal odakları belirgindir. 1. Kim IK, Cho HY, Cho HW, Seo JH, Lee DH, Peng W. Pigmented villonodular synovitis of the temporomandibular joint - computed tomography and magnetic resonance findings: a case report. J Korean Assoc Oral Maxillofac Surg 2014;4:140-6. http://dx.doi.org/10.5125/jkaoms.2014.40.3.140 2. de Visser E1, Veth RP, Pruszczynski M, Wobbes T, Van de Putte LB. Diffuse and localized pigmented villonodular synovitis: evaluation of treatment of 38 patients. Arch Orthop Trauma Surg 1999;119:401-4. http://dx.doi.org/10.1007/s004020050009 3. Aoyama S, Iwaki H, Amagasa T, Kino K, Okada N, Kishimoto S. Pigmented villonodular synovitis of the temporomandibular joint: differential diagnosis and case report. Br J Oral Maxillofac Surg 2004;42:51-4. http://dx.doi.org/10.1016/S0266-4356(03)00193-1 4. Kişnişci RS, Tüz HH, Günhan O, Onder E. Villonodular synovitis of the temporomandibular joint: case report. J Oral Maxillofac Surg 2001;59:1482-4. http://dx.doi.org/10.1053/joms.2001.28289 5.Oh SW, Lee MH, Eoh W. Pigmented villonodular synovitis on lumbar spine: a case report and literature review. J Korean Neurosurg Soc 2014;56:272-7. http://dx.doi.org/10.3340/jkns.2014.56.3.272 6. Cascone P, Rinna C, Ungari C, Poladas G, Filiaci F. Pigmented villonodular synovitis of the temporomandibular joint. J Craniofac Surg 2005;16:712-6. http://dx.doi.org/10.1097/01.SCS.0000159085.67672.2D 7. Kim IK, Cho HY, Cho HW, Seo JH, Lee DH, Peng W. Pigmented villonodular synovitis of the temporomandibular joint - computed tomography and magnetic resonance findings: a case report. J Korean Assoc Oral Maxillofac Surg 2014;40:140-6. http://dx.doi.org/10.5125/jkaoms.2014.40.3.140 8. Furlong MA, Motamedi K, Laskin WB, Vinh TN, Murphey M, Sweet DE, et al. Synovial-type giant cell tumors of the vertebral column: a clinicopathologic study of 15 cases, with a review of the literature and discussion of the differential diagnosis. Hum Pathol 2003;34:670-9. http://dx.doi.org/10.1016/S0046-8177(03)00250-8 9. Müslüman AM, Cavuşoğlu H, Yilmaz A, Dalkiliç T, Tanik C, Aydin Y. Pigmented villonodular synovitis of a lumbar intervertebral facet joint. Spine J 2009;9:e6e9. http://dx.doi.org/10.1016/j.spinee.2008.12.010 10.Teixeira WG, Lara NA Jr, Narazaki DK, de Oliveira C, Cavalcanti C, Marins LV, et al. Giant-cell tumor of the tendon sheath in the upper cervical spine. J Clin Oncol 2012;30:e250-e253. http://dx.doi.org/10.1200/JCO.2011.36.7482 Makroskopik olarak kalın sinovyum katlarından oluşan nodüller ile beraber karakteristik olarak kahve-kırmızı renginde yoğun hemosiderin depositlerine de rastlanılmaktadır. Mikroskopik olarak nonspesifik enflamatuvar sürece ait bulgular görülmekte, özellikle multinükleer dev hücreler ve hemosiderin birikimleri dikkat çekicidir (3,6). Olgumuzda MRG ile tanı konulmasını takiben yapılan mikroskobik incelemede enflamatuvar hücreler baskın olarak tespit edilmiştir. PVNS çoğunlukla yaygın lokal eksizyon ve total sinovektomi veya artroplasti ile tedavi edilmektedir. Yüzde 50’ye varan yüksek lokal rekürrens oranına sahiptir, sıklıkla multipl rekürrens gözlenir (8). Yüksek lokal rekürrens oranı nedeniyle PVNS hastalarına sıklıkla postoperatif radyasyon, radyoizotop infüzyonları ve kemoterapi gibi adjuvan terapötik stratejiler önerilmektedir. Malign farklılaşma nadiren görülür. Prognoz birçok iyi huylu olguda tutulumun boyutuna, etkilenen yapıya, ek kemik tutulumuna ve devam etmekte olan dejeneratif değişikliklere bağlıdır (8-10). SONUÇ PVNS birçok olguda ağrılı şişlik ile karşımıza çıkabilirken özellikle tutulumun atipik lokalizasyonda olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Tedaviye dirençli olgularda ağrının giderilmesi ve yaşam kalitesinin hızla iyileştirilmesi açısından ileri görüntüleme teknikleri olabildiğince ilk planda tercih edilmelidir. 86 Olgu Sunumu İKSST Derg 7(2):87-89, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.087 Sezaryen Sonrası Vajene Doğan Myom Vaginal Prolapse of a Myoma After Cesarean Section Barış Büke*, Çağrı Güven*, Deniz Şimşek*, Sibel Demir** *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı **Alibey Hospital ÖZET SUMMARY Uterin fibroidler (UF) premenopozal dönemdeki kadınlarda en yaygın görülen jinekolojik tümörlerdir. Günümüzde kadınların çocuk sahibi olma isteklerini 30 yaş sonrasına ertelemeleri nedeniyle gebelikte miyom saptanma sıklığı geçmişe oranla artış göstermektedir. Gebelikte myom saptanan kadınların büyük kısmı herhangi bir sorun yaşamadan gebeliklerini sonlandırmaktadır, ancak literatürde miyomlar; spontan düşük, erken eylem, ablasyo plasenta, erken membran rüptürü, fetal malprezantasyon, distosi, sezaryen ile doğum, postpartum kanama ve histerektomi ile ilişkili bulunmuştur. Bu olgu sunumunda, gebeliğinde fundal bölgede, servikal bölgede, uterus posteriorunda birden fazla myom olan hastanın gebelik takibinde myom dejenerasyonuna bağlı ağrı dışında komplikasyonu olmamıştır. Servikal bölgedeki yaklaşık 8 cm’lik myom nedeniyle hasta sezaryen ile doğumu gerçekleştirilmiştir. Sezaryende hastanın myomlarına müdahale edilmemiştir. Post-operatif 2. günde taburcu edilen hasta, postoperatif 15. günde vajinal kanama nedeniyle kliniğimize başvurmuştur. Hastanın vajinal muayenesinde serviksi dilate eden vajene doğmuş yaklaşık 5-6 cm’lik, plasental kalıntıyı andıran, dejenere miyom saptanmıştır. Genel anestezi altında myom vajinal yolla ekstirpe edilmiştir. İşlem sonrası kanaması olmayan hasta postoperatif 1. günde taburcu edilmiştir. Uterine fibroids (UF) are the most common gynecological tumors in women during premenopausal period. For the last decade women tend to delay childbearing after the age of 30 which leads to greater number of pregnancies with uterine fibroids. Although most of the pregnancies reach term without adverse events, it is clearly known that uterine fibroids are associated with a high risk of spontaneous miscarriage, preterm labor, placental abruption, premature rupture of membranes,fetal malpresentation, labor dystocia, cesarean delivery, postpartum hemorrhage and hysterectomy. In this case report; we present a woman who had an 8 cm- intramural myoma located at the posterior wall of the uterus during pregnancy. At the postoperative 15th day she presented with vaginal bleeding. On gynecological examination, an approximately 6 cm heterogen mass mimicking placental rest material which prolapsed to vagina was determined. This mass extirpated from uterine cervix and sent for pathological examination which was reported as degenerated uterine fibroid material. The patient was discharged from the hospital in the following day. Anahtar kelimeler: gebelik, miyom, vajene doğan myom, vajinal myomektomi Key words: pregnancy, myoma, vaginal prolapse, vaginal myomectomy GİRİŞ spontan düşük, erken eylem, ablasyo plasenta, erken membran rüptürü, fetal malprezantasyon, distosi, sezaryen ile doğum, postpartum kanama ve histerektomi ile ilişkili bulunmuştur (4). Uterin fibroidler (UF), premenopozal kadınlarda en yaygın görülen jinekolojik tümörlerdir. İnsidansı yaklaşık olarak %20 ila %25 arasında değişmektedir (1). Gebelikte myom prevalansı %0,1 ile %3,9 arasında değişmekle beraber, bazı çalışmalarda gebelikte myom prevelansı %10,7 olarak da saptanmıştır (2,3). Gebeliği boyunca myom saptanan kadınların büyük kısmı herhangi bir sorun yaşamadan gebeliklerini sonlandırıyor olmasına rağmen, literatürde myomlar; Gebelik süresince genellikle myomlar semptom vermedikleri için herhangi bir müdahaleye gerek kalmamaktadır. Ancak bazı olgu serilerinde gebelikte yapılan başarılı myomektomilerden söz edilmektedir (5). Myomektomi yalnızca konservatif yaklaşımla gerilemeyen ağrı varlığında, kan transfüzyonu gerektirecek Alındığı tarih: 07.12.2014 Kabul tarihi: 09.01.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Barış Büke, Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, İzmir e-posta: [email protected] 87 İKSST Derg 7(2):87-89, 2015 bebek doğumunu takiben gözlemde uterusun posterior duvarında serviks komşuluğunda yaklaşık 8 cm’lik intramural-subseröz yerleşimli myom saptandı. Etkin uterin kontraktilitenin mevcut olması, uterin atoni bulgusunun olmaması ve gereksiz obstetrik kanamaya neden olmamak amacıyla myoma müdahale edilmedi. Post-partum 2. günde herhangi bir komplikasyon olmadan hasta taburcu edildi. Şekil 1. Servikal myomun prenatal ultrasonografik görüntüsü. Post-partum 15. günde vajinal kanama nedeniyle başvuran hastanın yapılan jinekolojik muayenesinde; spekulum ile bakıda serviksten vajene doğan yaklaşık 6 cm boyutunda, sızıntı tarzında kanamalı, öncelikle plasental kalıntı izlenimi veren oluşum izlendi. Hastanın bakılan pelvik ultrasonografisinde endometriyumun düzenli olduğu serviksi dilate ederek vajene uzanım gösteren solid oluşum gözlendi. Genel anestezi altında vajene doğmuş solid kitle kendi etrafında döndürülerek ekstirpe edildi. İşlem sırasında kitle parçalanarak tamamına yakın çıkarıldı ve takiben revizyon küretaj yapıldı. Postoperatif birinci günde taburcu edilen hastanın patoloji sonucu leiomyoma olarak raporlandı. Tartışma Şekil 2. Vajene doğan myomun ultrasonografik görünümü. kadar kanama durumunda ya da myomun dejenerasyonu sırasında enfekte olması durumunda düşünülmelidir. Literatürde gebelik sırasında yapılan sınırlı sayıda vajinal myomektomi olgusu da bulunmaktadır (6-8). Bu olgu sunumunda, gebeliği başında intramural myom saptanan, gebelik boyunca sorun yaşamayıp postpartum 15. günde vajene doğan myom nedeniyle kanama yakınmasıyla başvurup vajinal myomektomi yapılan bir olgudan söz edilecektir. Olgu sunumu İn vitro fertilizasyon tedavisi sonucu gebe kalan, 39 yaşında ilk gebeliği olan hastanın rutin antenatal taraması sırasında ilk trimester obstetrik ultrasonografisinde büyüğü uterus posterior duvar alt segment yerleşimli intramural myomları olduğu saptandı. Gebeliği sırasında myoma bağlı herhangi obstetrik sorun yaşamayan hastanın, 38. gebelik haftasında makat prezentasyon ve su gelişi nedeniyle sezaryenle doğumu gerçekleştirildi. Sezaryen ile 2610 g canlı erkek 88 Gebelik boyunca myomların büyük kısmının (yaklaşık 1/3) boyutunun değişmediği bilinmektedir. Yaklaşık %22-%32 oranında, myomların gebelik boyunca volüm artışı gösterdiği ve yine %25 oranında, myomların dejenerasyon nedeniyle küçülme gösterebildiği yapılan çalışmalar sonucunda saptanmıştır (9,10). Myomlar gebelik boyunca genellikle sessiz kalmakla beraber, en sık myom dejenerasyonuna bağlı ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Olgumuzda da, birinci ve ikinci trimestırda ağrı nedeniyle hospitalizasyon gerekli olmuştur. Öncelikli tedavi seçeneği kısa süreli analjezik ilaç kullanımı olmakla beraber, medikal tedaviye yanıtsız olgularda son çare olarak operasyon düşünülebilir. Myomlar, gebelik dışında olduğu gibi gebelikte de bası bulguları oluşturarak yineleyen idrar yolu enfeksiyonu ve konstipasyona neden olabilmektedir. Olgumuzda myom posteriora lokalize olduğu için kontipasyon yakınması birçok kez ortaya çıkmıştır. Myomların birçok gebelik komplikasyonuyla ilişkili olduğu bilinmektedir. Ancak, ilginç şekilde yapılan bazı çalışmalarda, myomların erken membran B. Büke ve ark., Sezaryen Sonrası Vajene Doğan Myom rüptüründe riski azalttığına dair bulgular da saptanmıştır (11). Hastamızın mevcut malprezentasyonunun da olası nedeni posterior servikal yerleşimli 8 cm’lik myomu gibi görünmektedir. Gebelikte ve sezaryen sırasında myomektomi önerilmemekle beraber, gebelikte konservatif tedavinin yararlı olmadığı ağrı durumunda, ciddi kanamaya yol açan myomlarda ve enfekte dejenerasyon gösteren myom bulunması durumunda, özellikle gebeliğin ilk ve ikinci trimestrında başarılı bir şekilde opere edildiği olgu serileri bulunmaktadır (5). Saplı subseroz myomların kanama riskini çok arttırmadığı gösterildiği için sezaryen sırasında çıkarılmaları düşünülebilir (12). Daha önce myomektomi yapılmış hastalarda, özellikle de kaviteye girilmiş sezaryen ile doğum önerilen doğum şeklidir. Myomlar için önerilen uterin arter embolizasyon tedavisi, çocuk istemi olan kişilerde ve gebelerde kontraendike olarak karşımıza çıkmaktadır (11). Doğum sonrası dönemde myomların boyutu genellikle değişmemekle birlikte, yaklaşık %7,8 oranında myom %10 oranında volümünde azalma olabilmektedir (9,10). Myomların puerperium dönemi sonrası yeniden değerlendirilmesi uygun olacaktır. Myomun eşlik ettiği gebeliklerle sıkça karşılaşılmakla birlikte, puerperium döneminde vajene prolabe olan ve vajinal myomektomi yapılan olgu sayısı çok az bulunmaktadır. Yine kliniğimizde Ergenoğlu ve ark. (13) tarafından karşılaşılan bir olguda, post-partum 40. günde vajene doğan myomun loşi drenajını engellemesi nedeniyle hastada sepsis ve pulmoner emboli gelişmiş, hastaya histerektomi yapılmış, takibinde pulmoner emboli için tıbbi tedavi uygulanmıştır. Murakami ve ark.’nın (14) bildirdiği başka bir olguda, hasta postpartum 16. günde vajinal kanama yakınmasıyla başvurmuş ve hastaya abdominal myomektomi yapılmıştır. Puerperiumda vajene doğan myom olgularında, plasental retansiyon, uterin inversiyon, servikal maligniteler ayırıcı tanıda düşünülmelidir. Ayrıntılı jinekolojik muayene ve görüntüleme değerlendirmede en önemli basamaklardır. Her ne kadar vajene doğan myom olgularında vajinal myomektomi öncelikli seçenek olsa da kanamanın kontrol altına alınamadığı durumlarda abdominal veya laparoskopik yöntemlerle histerektomi seçeneği de akılda tutulmalıdır. Kaynaklar 1. Farquhar CM, Steiner CA. Hysterectomy rates in the United States 1990-1997. Obstet Gynecol 2002;99:22934. http://dx.doi.org/10.1016/S0029-7844(01)01723-9 2. Khaund A, Lumsden MA. Impact of fibroids on reproductive function. Best Pract Res Clin Obstet Gynaecol 2008;22(4):749-60. http://dx.doi.org/10.1016/j.bpobgyn.2008.01.009 3. Laughlin SK, Baird DD, Savitz DA, et al. Prevalence of uterine leiomyomas in the first trimester of pregnancy: an ultrasound-screening study. Obstet Gynecol 2009;113:630-5. http://dx.doi.org/10.1097/AOG.0b013e318197bbaf 4. Katz VL, Dotters DJ, Droegemeuller W. Complications of uterine leiomyomas in pregnancy. Obstet Gynecol 1989;73:593-6. 5. De Carolis S, Fatigante G, Ferrazzani S, Trivellini C. De Santis L, Mancuso S, Caruso A. Uterine myomectomy in pregnant women. Fetal Diagn and Ther 2001;16(2):116-9. http://dx.doi.org/10.1159/000053893 6. Oruç S, Karaer O, Kurtul O. Coexistence of a prolapsed, pedunculated cervical myoma and pregnancy complications: a case report. J Reprod Med 2004; 49:575-7. 7. Demirci F, Somunkiran A, Safak AA, et al. Vaginal removal of prolapsed pedunculated submucosal myoma during pregnancy. Adv Ther 2007;24:903-6. http://dx.doi.org/10.1007/BF02849983 8. Kilpatrick CC, Adler MT, Chohan L. Vaginal myomectomy in pregnancy: a report of two cases. South Med J 2010;103(10):1058-60. http://dx.doi.org/10.1097/SMJ.0b013e3181efb552 9. Aharoni A, Reiter A, Golan D, et al. Patterns ofgrowth of uterine leiomyomas during pregnancy. A prospective longitudinal study. Br J Obstet Gynaecol 1988;95:510-3. http://dx.doi.org/10.1111/j.1471-0528.1988.tb12807.x 10.Rosati P, Exacoustòs C, Mancuso S. Longitudinal evaluation of uterine myoma growth during pregnancy. A sonographic study. J Ultrasound Med 1992;11:511-5. 11.Klatsky PC, Tran ND, Caughey AB, Fujimoto VY. Fibroids and reproductive outcomes: a systematic literature review from conception todelivery. Am J Obstet Gynecol 2008;198:357-66. http://dx.doi.org/10.1016/j.ajog.2007.12.039 12.Hasan F, Arumugam K, Sivanesaratnam V. Uterineleiomyomata in pregnancy. Int J Gynaecol Obstet 1991;34:45-8. http://dx.doi.org/10.1016/0020-7292(91)90537-F 13.Ergenoğlu AM, Yeniel AÖ, Ulukuş M, Aşkar N. Pulmonary embolus arising from sloughed off myoma in late puerperium. J Turk Ger Gynecol Assoc 2010; 11(3):160-2. http://dx.doi.org/10.5152/jtgga.2010.26 14.Murakami T1, Niikura H, Shima Y, Terada Y, Okamura K. Sloughing off of a cervical myoma after cesarean section: a case report. J Reprod Med 2007; 52(10):962-4. 89 Olgu Sunumu İKSST Derg 7(2):90-93, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.090 Polihidramniyozun Nadir Görülen İki Nedeni: Konjenital İshal ve Bartter Sendromu Two Rare Causes of the Polyhydramnios: Congenital Diarrhea and Bartter Syndrome Olcay Işık*, Ayla Günlemez*, Nihal Akçay**, Esma Yıldızlı**, Kenan Bek***, Ayşen Aydoğan****, Ayşe Engin Arısoy* *Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Neonatoloji Anabilim Dalı **Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatri Anabilim Dalı ***Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Nefroloji Anabilim Dalı ****Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi, Pediatrik Gastroenteroloji Anabilim Dalı ÖZET SUMMARY Polihidramniyoz yüksek riskli gebelik belirtisidir. Polihidramniyozla birlikte, perinatal morbidite ve mortalite artmaktadır. Etiyolojide annede diyabet, ikizden ikize kanama, plasental koryoanjioma, fetal anomali gibi sık görülen nedenler yanı sıra özellikle erken başlangıçlı ciddi polihidramniyoz olgularında; fetal renal tübülopati ve konjenital diyare gibi amniyotik sıvıyı arttıran daha nadir ciddi hastalıklar da yer almaktadır. Polyhydramnios is a sign of high-risked pregnancy. Perinatal morbidity and mortality rates increase with polyhydramnios. In its etiology, along with most common reasons, like maternal diabetes, twin-to-twin hemorrhage, placental chorioangioma and fetal anomalies, rarery seen but crtical conditions as fetal renal tubulopathy and congenital diarrhea which increase the amount of amniotic fluid particularly in the early-onset severe polyhydramnios cases can be enumerated. Bu makalede, annelerinde nedeni belirlenemeyen polihidramniyoz öyküsü olan ve fetal poliüri ve ishalle teşhis edilen; yenidoğan döneminde “Neonatal Bartter Sendromu” ve “Konjenital İshal” tanısı alan iki olgumuz polihidramniyozun nadir nedenleri olarak sunulmuştur. In this article, 2 neonatal cases of “Neonatal Bartter Syndrome” and “Congenital Diarrhea” diagnosed with signs of polyuria and diarrhea in mothers with a history of idiopatic polyhydramnios were presented as rarely seen causes of polyhydramnios. Anahtar kelimeler: polihidramniyoz, neonatal Bartter, konjenital ishal Key words: polyhydramnios, neonatal Bartter, congenital diarrhea GİRİŞ volümü 500-2000 ml arasındadır. Son trimestirde amniyon sıvı volümünün 2000 ml’den fazla olması polihidramniyoz göstergesidir. Ultrasonografik olarak ise, en geniş amniyon sıvı cebinin 8 cm veya üzerinde olması veya amniyon sıvı indeksinin, gebelik haftasına göre %95 veya %97,5 persentilin (amniyon sıvı indeksi >25) üzerinde olması polihidramniyoz olarak tanımlanır (3,4). Amniyotik sıvı volümü maternal-fetal-plasental kompartmanlar arasındaki dinamik ilişkilerle kontrol edilir ve gebelik boyunca değişiklikler göstererek dengelenir (1). Bu kompartımanlar arasındaki denge bozulduğu zaman gebelik risk altına girmektedir (2). Normal bir gebelikte amniyotik sıvı hacmi günde 10 ml’den az olacak şekilde gebeliğin 34. haftasına kadar artar ve bu dönemden sonra tekrar azalmaya başlar. Normalde term gebeliklerde amniyon sıvı Bu makalede annelerinde nedeni belirlenemeyen polihidramniyoz öyküsü olan ve yenidoğan dönemin- Alındığı tarih: 28.12.2014 Kabul tarihi: 25.02.2015 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Olcay Işık, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Neonatoloji Anabilim Dalı, Kocaeli e-posta: [email protected] 90 O. Işık ve ark., Polihidramniyozun Nadir Görülen İki Nedeni: Konjenital İshal ve Bartter Sendromu de “Neonatal Bartter Sendromu” ve “Konjenital İshal” tanısı alan iki olgumuz fetal poliüri ve ishalin polihidramniyozun nadir nedenleri olarak sunulmuştur. OLGU SUNUMLARI Olgu 1 Otuz yedi yaşındaki annenin 3. gebeliğinden 30. gebelik haftasında erken doğum eylemi nedeniyle sezaryenle 1330 g olarak hastanemizde doğan erkek bebek prematürite ve solunum sıkıntısı nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitemize yatırıldı. Antenatal öyküsünde annenin gebeliğin 25. haftasında ciddi polihidramniyoz nedeniyle hastanemiz perinatoloji bölümüne sevk edildiği, yapılan incelemelerde polihidramniyoz dışında patoloji saptanmadığı öğrenildi. Anne ve baba sağlıklı olup aralarında 2. dereceden akrabalık mevcuttu. Prematürite ve solunum sıkıntısı nedeniyle hastaya solunum destek tedavisi ve total parenteral nutrisyonla birlikte oral beslenme başlandı. Yoğun bakım yatışının 6. gününde ekstübe edilen hasta izlemde uygun İV sıvı tedavisine rağmen kilo kaybetti ve sıvısı artırıldı. Postnatal 10. günde sıvı-elektrolit replasmanına rağmen klinik dehidratasyon bulguları gelişti, İV sıvı gereksinimi 200 ml/kg/günü bulan hastada, kan gazında metabolik alkaloz (PH: 7,53, HCO3: 42,3 mmol/L, PCO2: 48,9 baz açığı: 21,7 mmol/L) hiponatremi (Na:126 mEq/L), hipopotasemi (K:2,8 mEq/L) ve hipokalsemi (Ca:6,9 mg/dl) tespit edildi, böbrek fonksiyonları normal bulundu. Plazma renin düzeyi: 384 u/ml (N:5-47 u/ml) ve plazma aldosteron düzeyi >900 pg/ml (N:20-180 pg/ml) ile yüksek bulundu. Takibimizde hipokalemik metabolik alkaloz, hiponatremi, hipokalsemi, hiperkalsiüri, dönem dönem ateş-dehidratasyon bulguları saptanan ve perinatal öyküsünde de polihidramniyoz mevcudiyeti olan hastamızda neonatal Bartter sendromu düşünülerek indometazin tedavisi başlandı. İndometazin tedavisi sonrası hastamızın Na, K replasman gereksinimi, intravenöz sıvı gereksinimi belirgin azaldı ve kilo almaya başladı. Şu an 5 aylık olan hastamız yalnızca oral elektrolit replasmanıyla takip edilmektedir. Olgu 2 On yedi günlük erkek bebek, ishal, kilo alamama halsizlik yakınmasıyla yenidoğan polikliniğimize başvurdu. Otuz altı haftalık, 2600 g, sezaryenle doğan bebeğin antenatal öyküsünde nedeni belirlenemeyen polihidramniyoz tespit edildiği öğrenildi. Hastanın fizik muayenesinde: V.A:1940 g olarak doğum kilosunun altındaydı (%25 tartı kaybı) ve belirgin dehidratasyon bulguları mevcuttu. Dışkı incelemesinde; dışkının idrar görünümünde olduğu, kan, mukus içermediği, dışkı miktarının 350-390 ml/ gün kadar fazla olduğu, dışkı Cl içeriğinin 20 mEq/L (N:15-25 mEq/L), dışkı Na içeriğinin 100-110 mEq/L (N:20-30 mEq/L), dışkı pH’ının 6,5-7 civarında seyrettiği, dışkı osmatik açığının 50 mOsm/kg’nin altında olduğu (50 mOsm/kg’nın altı sekretuar, üzerindeki değerler osmotik ishal olarak sınıflandırılır), kültürde üreme olmadığı saptandı ve bulgular sekretuar ishalle uyumlu bulundu. Biyokimyasal incelemelerinde; üre:73, kreatinin: 2,27, Na:152, K:5,6 Cl:128, Ca:8,9; kan gazında metabolik asidoz (pH:7,06, PCO2:14, HCO3:3,9) saptandı. Hastaya intravenöz sıvı-elektrolit tedavisi ve metabolik asidoza yönelik bikarbonat tedavisi başlandı. Konjenital sekretuar ishal tanısı konulan hastada antenatal dönemde saptanan polihidramniyoz nedeninin fetal yaşamda başlayan ishal olduğu düşünüldü. Aile onay vermediği için bağırsak biyopsisi yapılamadı. Hasta tedaviye rağmen PN 20. günde eksitus oldu. TARTIŞMA Polihidramniyoz, gebeliklerin %1-3’ ünde görülür ve en sık nedeni idiyopatiktir (5,6). Polihidramniyoz, diyabet gibi anneye ait nedenlerle, ikizden ikize transfüzyon, koryoanjioma gibi plasental nedenlerle veya fetusa ait nedenlerle ortaya çıkabilir. Fetal konjenital anomaliler (anensefali, hidrosefali, trakeoözofageal fistüller, duodenal atrezi, spina bifida, yarık damak- dudak, trizomiler, akondroplazi gibi bazı sendromlar), hidrops fetalis, fetal nöromüsküler disfonksiyon (myotonik distrofi), fetüs tarafından yutulan amniyotik sıvının emilimini engelleyen gastrointestinal obstrüksiyonlar, doğuştan metabolik hastalıklar, fetal hepatit ve pulmoner lenfanjiektazi polihidramniyoz nedeni olabilir (7,8). Polihidramniyoz, daha nadiren fetal poliüri ve ishale bağlı olarak da gelişebilir. 91 İKSST Derg 7(2):90-93, 2015 Bartter sendromunun neonatal formunda fetal diürezin artmasına bağlı polihidramniyoz ve sonucunda erken doğum sık görülmektedir (9-12). Amniyotik sıvının elektrolit düzeylerinin analiziyle Bartter sendromu tanısı antenatal dönemde konabilir. Antenatal Bartter sendromu nadir görülen otozomal resesif tübülopatidir. İdiyopatik polihidramniyoz; fetal poliüri, amniyotik Cl artışıyla karakterizedir (13). Henle kulbunun çıkan ince kolunda transepitelyal Cl reabsorbsiyonundaki defekt primer patojenik mekanizmadır (14). Fetal poliüri, hidramniyoza yol açar, fazla sıvı da prematüre doğuma neden olur. Prenatal dönemde indometazin kullanımı; prematüre doğumu, polihidramniyozu ve aynı zamanda neonatal dönemde nefrokalsinosis gelişimini de önler (15,16). Yenidoğanda masif poliüri, hayatı tehdit eden sıvı kaybı atakları ve gelişme geriliği görülebilir (17). Yakın dönemde trofoblastik DNA tetkiki ile daha erken ve daha kesin tanı konulabileceği bildirilmiştir (18). İlk olgumuzda da literatürlere uygun olarak ciddi polihidramniyoz bulgusunun yanı sıra postnatal dönemde metabolik alkaloz, hiponatremi, hipopotasemi, hiperaldosteronizm, hiperkalsürisinin olması bize neonatal Bartter sendromu tanısını koydurdu. Yine, nadir şekilde ciddi sekretuar tipte konjenital diyareler (mikrovillüs inklüzyon hastalığı, konjenital Cl diyaresi, konjenital Na diyaresi) antenatal dönemde başlayarak fetüste ishale ve buna bağlı polihidramniyoza neden olabilir (5,19,20). Bu olgularda prenatal olarak USG’de çok sayıda sıvı dolu dilate bağırsak ansları, ileus bulguları dikkati çekebilir. Konjenital Cl diyaresi; intrauterin dönemde başlayan sulu ishal ile karakterizedir. Prenatal USG’de polihidramniyoz ve sıvı ile dolu bağırsak anslarının gösterilmesi tanıyı destekler (21). Kesin tanısı; postnatal dışkı Cl düzeyinin 90 mEq/L üzerinde ya da dışkıda Cl düzeyinin dışkıdaki Na ve K düzeyinin toplamından fazla olması, hipokloremik metabolik alkaloz tablosu ile konulur (22,23). Mikrovillüs inklüzyon hastalığında da prenatal USG’de yine dilate bağırsak ansları ve polihidramniyoz bulguları dikkat çeker. Bu bulgular, 3. trimestrın erken dönemlerinde intestinal obstrüksiyonu taklit eder. 2001 yılında Kennea ve ark. (24) ve yine 2010 yılında Chen ve ark. (25) 3. trimestrde tespit ettikleri 92 bağırsak dilatasyonu ve polihidramniyozla postnatal mikrovillüs inklüzyon hastalığı tanısı konulan birer vaka sunmuşlardır. Mikrovillüs inklüzyon hastalığında kesin tanı postnatal yaşamın ilk günlerinde başlayan ciddi sekretuar diyare, dehidratasyon, metabolik asidoz ve dışkıda Na konsantrasyonunun 100-130 mEql/L arasında olması, biyopsi ve gen analizi ile konulur (26-29). İkinci olgumuzda ise; prenatal takibi ünitemizde yapılmadığı için prenatal USG bulguları bilinmiyordu. Ünitemize başvurduktan sonraki takibinde günlük dışkı volümünün 350-380 ml/gün arasında seyretmesi, çok sulu, idrar görünümünde dışkılaması, dışkıda Na içeriğinin 100-120 mEq/L civarında yüksek olması ve ciddi dehidratasyon, metabolik asidoz tablosunun devam etmesi nedeniyle tanıda öncelikle mikrovillüs inklüzyon hastalığını düşündük. Dışkı Cl içeriğinin normal olması ve metabolik alkalozun olmaması konjenital Cl diyaresinden; yine dışkıda Na içeriğinin yüksek olmasına rağmen, hiponatreminin olmaması da tanı da konjenital Na diyaresinden bizi uzaklaştırdı. Biyopsi yapılamadığı için ön tanımızı kesinleştiremedik. Polihidramniyoz, sonuç itibariyle yüksek riskli gebelik belirtisidir. Polihidramniyozun tespiti ve takibi; yüksek riskli gebeliklerin tanımlanması, korumaya yönelik adımlar atılması, fetus ve yenidoğandaki riskleri azaltmak için uygulanacak tedavilerin belirlenmesi açısından çok önemlidir. Annede polihidramniyoz öyküsü olan yenidoğanlar doğumdan sonra özellikle anomaliler açısından ayrıntılı muayene edilmeli ve kilo alımları yakın izlenmelidir. Doğumdan sonra anormal kilo kaybı olan, dehidratasyonu gelişen bebeklerde bebeğin beslenmesi sorgulanmalı ve poliüri, ishal gibi yenidoğan döneminde gözden kaçabilecek sıvı kayıpları denetlenmelidir. Yenidoğan döneminde poliüri ve ishal saptandığında, öyküde polihidramniyozun olması tablonun konjenital olabileceğini düşündürür ve tanıya yardımcı olur. KAYNAKLAR 1. Chescheir NC, Seeds JW. Polyhydramnios and oligohydramnios in twin gestations. Obstet Gynecol 1988;71:882-4. 2. Goldstein RB, Filly RA. Sonographic estimation of amniotic fluid volume. Subjective assesment versus pocket measurements. J Ultrasound Med 1988;7: 363-9. O. Işık ve ark., Polihidramniyozun Nadir Görülen İki Nedeni: Konjenital İshal ve Bartter Sendromu 3.Moore TR, Cayle JE. The amniotic fluid index in normal human pregnancy. Am J Obstet Gynecol 1990; 162:1168. http://dx.doi.org/10.1016/0002-9378(90)90009-V 4.Manning FA, Platt LD. Antepartum fetal evaluation: development of a fetal biophysical profile score. Am J Obstet Gynecol 1980;136:787. 5. Fisk NM, Moessinger AC. Oligohydramnios and polihydramnios. In: Reed GB, Claireaux AE (eds), Diseases of the fetus and newborn, (2.ed), London: Chapman and Hall, 1995:1243. 6. Hill LM, Breckle R, Thomas ML, Fries JK. Polyhydramnios: ultrasonically detected prevalence and neonatal outcome. Obstet Gynecol 1987;69:21-5. 7. Kale A, Akdeniz N, Erdemoğlu M, Yalınkaya A, Yayla M. Polihidramniyos olgularının retrospektif analizi. Perinatoloji Dergisi 2005;313:158-62. 8.Magann EF, Doherty DA, Lutgendorf MA, Magann MI, Chauhan SP, et al. Peripartum outcomes of high pregnancies complicated by oligo and polyhydramnios: A prospective longitudinal study. The J Obstet Gynecol 2010;36(2):268-77. http://dx.doi.org/10.1111/j.1447-0756.2009.01145.x 9. Tourne G, Collet F, Varlet MN, Billiemaz K, Prieur F, et al. Prenatal Bartter’s syndrome. Report of two cases. J Gynecol Obstet Biol Reprod 2003;32(8): 751-4. 10.Garnier A, Dreux S, Vargas-Poussou R, Oury J.F, Benachi A, et al. Bartter syndrome prenatal diagnosis based on amniyotic fluid biochemical analysis. Pediatr Res 2010;67(3):300-3. http://dx.doi.org/10.1203/PDR.0b013e3181ca038d 11. Sieck UV, Ohlsson A. Fetal polyuria and hydramnios associated with Bartter’s syndrome. Obstet Gynecol 1984;63:22S-24S. 12.Ohlsson A, Sieck U, Cumming W, Akhtar M and Serenius F. A variant of Bartter’s syndrome associated with hydramnios, prematurity, hypercalciuria and nephrocalsinosis. Acta Paediatr Scand 1984;73(6):868-74. http://dx.doi.org/10.1111/j.1651-2227.1984.tb17793.x 13.Bhat YR, Vinayaka G, Vani R, Prashanth KA, Sreelakshmi K. Antenatal Bartter syndrome: a rare cause of unexplained severe polyhydramnios. Ann Trop Pediatr 2011;31:153-7. http://dx.doi.org/10.1179/1465328111Y.0000000006 14.Vargas-Poussou R, Feldmann D, Vollmer M, Konrad M, Kenny I, et al. Novel moleculer variants of the Na-K-2Cl cotransporter gene are responsible for antenatal Bartter syndrome. Am J Hum Genet 1998;62:133240. http://dx.doi.org/10.1086/301872 15.Dane B, Yayla M, Dane C, Çetin A. Prenatal diagnosis of Bartter syndrome with biochemical examination of amniotic fluid. Fetal Diagn Therap 2007;22:206-8. http://dx.doi.org/10.1159/000098719 16.Konrad M, Leonhardt A, Hensen P, Seyberth HW, Köckerling A. Prenatal and postnatal management of hyperprostaglandin E syndrome after genetic diagnosis from amniocytes. Pediatrics 1999;103:678-83. http://dx.doi.org/10.1542/peds.103.3.678 17.Shalev H, Ohaly M, Kachko L, Landau D. The neonatal variant of Bartter syndrome and deafness: preservation of renal function. Pediatrics 2003;112:628-33. http://dx.doi.org/10.1542/peds.112.3.628 18.Konrad M, Köckerling A, Leonhardt A, Karolyi L, Seyberth WH. Pre and postnatal diagnosis of hyperprostaglandin E syndrome following molecular diagnosis from amniocytes. J Am Soc Nephrol 1997;8:90A. 19.Eğritaş O, Dalgıç B, Wedenoja S. Congenital chloride diarrhea misdiagnosed as Bartter syndrome. Turk J Gastroenterol 2011;22(3):321-3. 20.Igrutinovic Z, Peco_Antic A, Radlovic N, Vuletic B, Markovic S, et al. Pseudo-Bartter syndrome in an infant with congenital chloride diarrhea. Srp Arc Celok Lek 2011;139(9-10):677-80. http://dx.doi.org/10.2298/SARH1110677I 21.Tsukimori K, Nakanami N, Wake N, Masumoto K, Taguchi T. Prenatal sonographic findings and biochemical assessment of amniotic fluid in a fetus with congenital chloride diarrhea. J Ultrasound Med 2007; 26:1805-7. 22.Ozen H, Tanrıöğer N. Congenital chloride diarrhea in a Turkish boy. Turk J Pediatr 1996;38:235-8. 23.Shanthala CC, Maiya PP, Benakappa N, Sajeev BK. Congenital chloride diarrhea. Indian J Pediatr 1996;63: 254-6. http://dx.doi.org/10.1007/BF02845252 24.Kennea N, Norbury R, Anderson G, Tekay A. Congenital microvillous inclusion disease presenting as antenatal bowel obstruction. Ultrasound Obstet Gynecol 2001;17:172-4. http://dx.doi.org/10.1046/j.1469-0705.2001.00211.x 25.Chen CP, Chiang MC, Wang TH, Hsueh C, Chang SD et al. Microvillous inclusion disease: Prenatal ultrasound findings, molecular diagnosis and genetic counseling of congenital diarrhea. Taiwan J Obstet Gynecol 2010;49:487-94. http://dx.doi.org/10.1016/S1028-4550(10)60102-7 26.Philips AD, Schmitz J. Familial microvillous atrophy: a clinicopathological survey of 23 cases. J Pediatr Gastroenterol Nutr 1992;14:380-96. http://dx.doi.org/10.1097/00005176-199205000-00003 27.Schmitz J, Ginies JL, Arnaud-Battandier F, et al. Congenital microvillous atrophy, a rare cause of neonatal intractable diarrhea. Pediatr Res 1982;16:104. 28.Cutz E, Rhoads JM, Drumm B, Sherman PM, Durie PR, et al. Microvillous inclusion disease: an inherited defect of brush-border assembly and differentiation. N Engl J Med 1989;320:646-51. http://dx.doi.org/10.1056/NEJM198903093201006 29.Croft NM, Howatson AG, Ling SC, Naim L, Evans TJ, et al. Microvillous inclusion disease: an evolving condition. J Pediatr Gastroenterol Nutr 2000;31: 185-9. http://dx.doi.org/10.1097/00005176-200008000-00019 93 Olgu Sunumu İKSST Derg 7(2):94-96, 2015 doi:10.5222/iksst.2015.094 Ayak Başparmak Distal Falanksta Osteokondroma Osteochondroma of the Distal Phalanx of the Great Toe Güzelali Özdemir, Barış Yılmaz, Etem Aytaç Yazar Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği ÖZET SUMMARY Osteokondromalar kemiğin en sık görülen benign tümörleridir. En sık uzun kemiklerin metafizer bölgelerinde, femur, proksimal humerus ve proksimal tibiada ve tendon yapışma yerlerinde yer alır. Bununla birlikte, ayak ve elde oldukça nadir olarak görülürler. Genellikle belirti vermeyen ve radyografiler ile rastlantısal olarak tespit edilen bu tümörün seyrek görülen ayak başparmak distal falanks lokalizasyonunda kolaylıkla atlanabileceğini bir olgu üzerinden paylaşmak istedik. Osteokondromas are the most common benign bone tumors. Most frequently, they are located on metaphyseal regions of long bones, femur, proximal humerus and proximal tibia and tendon attachment sites. However, their locations on foot and hand are rarely seen. This tumor is usually asymptomatic and detected incidentally on radiographs of the distal phalanx of the great toe. We wanted to share the data related to this rarely seen tumor localization which can be easily overlooked. Anahtar kelimeler: ayak başparmağı, osteokondroma, benign tümör Key words: toe, osteochondroma, benign tumor GİRİŞ linde ağrı, şişlik ve tırnakta gittikçe artan şekil bozukluğu yakınmaları ile farklı merkez ve kliniklerde değişik tanılar ile tedavi edilmeye çalışılmıştı (Resim 1). Bu tedavilerden hiçbir yarar görmeyen olgumuz, aynı yakınma ile hastanemizde başka bir kliniğe başvurmuş ve olgumuzdan biyopsi alınmasına karar verilmiştir. Ostokondromalar kemiğin en sık görülen benign tümörleridir. Fiz kartilajının olmaması gereken bir yerde periost altı kök hücrelerinden kaynaklandığı düşünülür. Neoplazmdan çok hamartom olarak kabul edilen kemik çıkıntı ile üzerini örten kıkırdak şapkadan oluşan bir yapıdır (1). Tüm benign kemik tümörlerinin %40-45’ini, tüm kemik lezyonlarının %6-8’ini oluşturduğu belirtilse de, aslında tüm olgular tanımlanamadığı için gerçek sıklığı belirlenmemektedir. Yapılan araştırmalarda genetik etkinliği ve cinsiyet ayrımı da ortaya konulamamıştır. Bununla birlikte, en sık büyümenin hızlı olduğu 6-20 yaşlar arasında görülür (1). En sık uzun kemiklerin metafizer bölgelerinde; distal femur, proksimal humerus ve proksimal tibiada ve tendon yapışma yerlerinde yer alır. Kalkaneus dışında tarsal kemiklerde genelde yer almasa da özellikle talus yerleşimli olgu bildirimleri vardır. Alt ekstremitelerde üst ekstremitelerden daha sık orandadır. Tüm vücutta ise en sık diz yerleşimlidir. Bununla birlikte, ayak ve elde oldukça nadir olarak görülürler (1,2). OLGU Olgumuz 17 yaşında erkek hasta olup, bir yıldır sağ ayak başparmak distal falanks tırnak yatağının latera- Biyopsi materyalinin patolojisi osteokartilajinöz ekzositoz ile uyumlu kemik fragmanlar olarak sonuçlanınca kliniğimize yönlendirilen olgu tarafımızdan değerlendirildi. Radyografilerinde sağ ayak başparmak distal falanks lateralinden kaynaklanan osseöz kitle, Manyetik rezonans görüntüleme (MRG) tetkikinde 6x9x10 mm egzositoz ile uyumlu kitle tespit edilmesi sonucu kitle için cerrahi eksizyona karar verildi (Resim 2, 3). Ameliyat odasında spinal anestezi altında yapılan eksplorasyonda tümöral kitlenin alttaki kemiğin medullası Resim 1. Alındığı tarih: 28.09.2014 Kabul tarihi: 22.12.2014 Yazışma adresi: Uzm. Dr. Barış Yılmaz, Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ortopedi ve Travmatoloji Kliniği, İçerenköy/ İstanbul e-posta: [email protected] 94 G. Özdemir ve ark., Ayak Başparmak Distal Falanksta Osteokondroma TARTIŞMA Resim 3. Resim 2. ile devamlılık gösterdiği görüldü. Bu klinik görüntüsü ile benign kabul edilen tümör, intralezyonel çalışılarak çıkarıldı (Resim 4, 5). Olgumuzun tüm takiplerinde enfeksiyon, nörolojik hasar gibi herhangi bir komplikasyon ve nüks gözlenmedi (Resim 6). Osteokondromlar yerleşim yerleri itibarıyla nörovasküler yapılara yakın olanlar dışında genellikle belirti vermezler ve radyografilerde rastlantısal olarak bulunurlar. Gerçekten de osteokondrom olgularında büyük ya da yüzeyel lezyonlar dışarıdan ciltaltında bir kabarıklık olarak görülebilirken, küçük ya da derin yerleşimli olanlar palpasyonla sert, altındaki kemik dokuya tespitli, hareketsizdir ve üzerindeki yumuşak dokuya yapışıklık göstermez. Çevre dokulara yaptığı irritasyon sonrası bursa gelişimi, yerleşim yerine göre çevre nörolojik doku basılarına bağlı nörolojik bulgular, damar irritasyonuna bağlı yalancı anevrizma gelişimi, eklem ile ilişkisine bağlı olarak hareket kısıtlılığı, komşu kemiklere bası ile şekil bozuklukları ya da travma sonrası daha sıklıkla sap bölgesinden kırılmaya bağlı bulgular ile başvurabilir. Bununla birlikte, genel iskeletteki osteokondromalarda malign dönüşüm riskinin %1’den az olduğunun bilinmesine karşın, ayaktaki ostekondromalarda malign dönüşüm bildirilmemiştir. Olgumuzun anamnezinde de zamanla özellikle ayakkabı giyme ile kitlenin ağrı yapmaya başlama öyküsü mevcuttu ve malignleşme gözlenmemişti. Osteokondromlar ergenlik çağında vücudun büyümesi ile paralel büyüme gösterir. Çevre dokuları etkilemediği sürece ağrısız sert 5-10 cm ebatlı bir kitle olarak hissedilir ve başka bulgu vermezler (1,4). Olgumuzda ergenlik çağının hızlı büyüme döneminde sağ ayak başparmak distal falanksında bir kitle fark ettiğine dair anamnez vermekteydi. Resim 5. Resim 4. Resim 6. Yerleşim yeri olarak genelde uzun kemiklerin metafizer bölgesinde yer alan osteokondromalar için bilinen en geniş serilerden biri olan Dahlin ve ark.’nın (3) 516 olguluk serisinde 14 el ve ayak osteokondroma olgusu bildirilmiştir. Olgumuz da ayak başparmağı distal falanksında yer alması itibarıyla yerleşim yeri açısından özellik göstermekteydi ve kolaylıkla başka tanılar alabilmekteydi. Bir başka çalışmada Unni KK. soliter osteokondromların %65’inin diz ve humerusta yerleştiğini bildirmiştir. Ayak distal falanks osteokondromu çok nadir görülür. Aynı çalışmada ayak distal falanksındaki bu kitle daha çok subungal ekzostoz olarak rapor edilmiştir (5). Ancak ayak distal falanksta subungal ekzositoz olarak birçok olgu bildirilmiş olmakla birlikte, distal falanksta gerçek osteokondroma bulunması oldukça nadirdir. Her ne kadar subungal ekzositoz osteokondromun bir alt grubu olarak düşünülse de radyolojik ve histopa95 İKSST Derg 7(2):94-96, 2015 tolojik olarak bazı farklılıkları vardır. Direkt radyografide subungal ekzositozun distal falanksın distalinde trabeküle kemiğin dışa doğru ışınsal tarzda büyüdüğü ve kortekse kadar ilerleyen bu spongioz kemiğin gerçek osteokondromda görülmemesi ayırıcı tanıda önemlidir (6,7). Osteokondromlar direkt radyografide bazen kemiğin genişlemesi, bazen saplı yuvarlak bir yapı ve bazen de gaga şekilli bir uzantı olarak görülür. Genellikle ince bir sap ya da geniş bir taban ile kemiğe birleşir. Üzerindeki kıkırdak başlık direkt radyografide görülemediğinden normal kemik üzerinde ağzı açık bir krater şeklinde bir görünüm alabilir. Uzun kemiklerin metafizer bölgesinde yerleştiği kemiğin korteksi ile devamlılık gösteren korteksi ve medullası ile devamlılık gösteren medullasının görülmesi ayırıcı tanıda çok önemlidir. Etkilenen metafizer bölgede şekil bozukluğu oluşturabilir. Bilgisayarlı Tomografi (BT) ya da MRG kemik çıkıntı üzerindeki kıkırdak başlık, lezyonun korteks ve medullasının yerleştiği kemiğin korteks ve medullası ile devamlılığı daha belirgin gösterir (8,9). Olgumuzun anamnezinde başka merkezlerde tedavi gördüğü süreçte hiçbir görüntüleme tetkiki yapılmaması tanının atlanmasının en önemli nedeni olarak görülmektedir. Biz olgumuzun değerlendirmesinde direkt radyografi ve sonrasında MRG görüntüleme ile kitlenin belirtilen bu özellikleri taşıdığını görmüş olduk. Histopatolojik olarak da osteokondromların subungal ekzositozdan farklı olduğundan söz etmiştik. Subungal ekzositozda mikroskobik olarak kıkırdak dokudan trabeküler iğsi hücrelerin proliferasyonu kortekse kadar iyi derecede maturasyon gösterirken, osteokondromda bu iğsi hücre proliferasyonu görülmez (10-12). Osteokondromlar makroskopik olarak karnıbahar şeklinde, üzeri çocuklarda büyüme plağına benzer şeffaf açık mavi renkli, erişkinde eklem kıkırdağına benzer opak beyaz renkli kıkırdak ile kaplı kemik çıkıntısı şeklindedir. Bazı büyük lezyonlarda kansellöz yapının içinde kıkırdak adacıkları bulunabilir. Histolojik incelemede üzerinde büyüme plağına benzer yapıda kondrositlerin çizgisel olarak dizildiği kıkırdak başlığın olduğu, yerleştiği kemiğin korteks ve medullaları ile devamlılık gösteren matür kemik yapıları izlenir. Kıkırdak başlık ile altındaki kemik yapının sınırları belirgindir. Kemik dokunun içini yağlı ve hematopoetik kemik iliği doldurur. Hyalin yapıdaki kıkırdak başlığın kalınlığı normalde 4-5 mm iken, bazı olgularda 1 cm’ye ulaşabilir. Çocuklarda 1-2 cm’lik kalınlık yaş ilerledikçe incelerek tamamen atrofiye uğrayıp görülmeyebilir. Kıkıdak başlığı oluşturan kondrositler uniform yapıda olup, pleomorfizm ya da çok çekirdek içermezler (13,14). 96 Semptom vermeyen olgularda klinik ve radyolojik takip yeterlidir. İrritasyon, travma, nörovasküler yapılara bası ve enfekte bursit varlığında cerrahi olarak rezeksiyon düşünülebilir. Göreceli olarak belirgin kozmetik deformite, eklem hareket kısıtlılığı ve malignite şüphesinde de rezeksiyon uygulanabilir. İskelet maturasonuna kadar cerrahi tedaviyi geciktirmek tekrarlama olasılığını azaltır. Distal falanks osteokondromalarında yetersiz cerrahi eksizyon nedeniyle nüks görülebilmektedir (15,16). Olgumuz da irritasyona bağlı ağrı ve kozmetik nedenler ile rezeksiyon tercih edilmiş ve takiplerinde nüks görülmemiştir. Sonuç olarak, genellikle belirti vermeyen ve radyografiler ile rastlantısal olarak tespit edilen bu tümörün seyrek görülen ayak başparmak distal falanks lokalizasyonunda kolaylıkla atlanabileceğini bir olgu ile paylaşmak istedik. Olgumuzun önemi klinik yaklaşımda ayak parmaklarında görülen şişliklerin daha dikkatli incelenmesi ve ayırıcı tanıda tümoral kitlelerin de akla getirilmesi gerektiğini anlatmasıdır. KAYNAKLAR 1. Kemik ve yumuşak doku tümörleri. Editör N. Dabak. TOTBID 2013;117-21. Frassica FJ, Frassica DA, McCarthy EF. Orthopaedic pathology in Miller MD, Thompson SR, Hart JA. Editors. Review of orthopaedics. 6th ed. Ch.9. Elsevier Saunders, Philadelphia, PA, USA. 2012; p.62374. 3. Dahlin DC. Bone tumors: General aspects and data on 6,221 cases. C Thomas Springfield, Ilinois;1978. 4.Mordenti M, Ferrari E, Pedrini E, Fabbri N, Campnacci L, Muselli M, et al. Validation of a new multiple osteochondromas classification through switching neural Networks. Am J Med Genet A 2013, 161A(3):556-60. http://dx.doi.org/10.1002/ajmg.a.35819 5. Unni KK. Dahlin’s Bone Tumors: General aspects and data on 11087 cases, 5th ed, Lippincot- Raven, Philadelphia, 1996, pp.11-23. 6. DaCambra MP, Gupta SK, Ferri-de-Barros F. Subungual exostosis of the toes: a systematic review. Clin Orthop Relat Res 2014;472(4): 1251-9. http://dx.doi.org/10.1007/s11999-013-3345-4 7. Turan H, Uslu M, Erdem H. A case of subungual exostosis. Indian J Dermatol Venereol Leprol 2012; 78(2):186. http://dx.doi.org/10.4103/0378-6323.93638 8. Dave A, Palacio D, Swischuk LE. Benign bone tumors. Contemporary Diagnostic Radiology 2007;30: 1-5. http://dx.doi.org/10.1097/01.CDR.0000300287.08608.e 9. Hsu CS, Vincent RH, Yao J. Tumors of the hand. Lancet Oncol 2007;8:157-66. http://dx.doi.org/10.1016/S1470-2045(07)70035-9 10. Thomas JG, Henninger CA. Subungual exostosis. Cutis 2012;90(5): 241-3. 11.Lee SK, Jung MS, Lee YH, Gong HS, Kim JK, Baek GH. Two distinctive subungual pathologies: subungual exostosis and subungual osteochondroma. Foot Ankle Int 2007;28(5):595-601. http://dx.doi.org/10.3113/FAI.2007.0595 12.Ertem K, Doğan S, Pepele D, Baydar M, Aydın E. Ayak başparmağı distal falanksta gerçek osteokondrom: Olgu sunumu. İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 2010;17(2):135-7. 13.Enneking WF. Bone and soft tissue tumors. 2nd.ed. Ch.12,13,14, Springer-Verlag, Wien NewYork. 1999; p.213-46. 14.Ludwig K. Cartilage tumors. In Davies AM, Sundaram M, James SLJ. editors. Imaging of bone tumors and tumor-like lesions. Ch.13, Springer-Verlag, Berlin Heidelberg. 2009; p.228-34. http://dx.doi.org/10.1007/978-3-540-77984-1_13 15.Multhopp-Stephens H, Walling AK. Subungual exostosis: a simple technique os excision. Foot Ankle Int 1995;16(2):88-91. http://dx.doi.org/10.1177/107110079501600207 16. Kho VK, Chen WC. Extraskeletal osteochondroma of the foot. J Chin Med Assoc 2010;73(1):52-5. http://dx.doi.org/10.1016/S1726-4901(10)70023-X 2. YAZARLARA BİLGİ İKSST Dergi Kuralları: “İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Tıp Dergisi (İKSSTD)” Sağlık Bakanlığı Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin yılda 3 sayı yayınlanan süreli yayın organıdır. Dergide jinekoloji, obstetrik, pediatri, pediatrik cerrahi ve temel tıp bilimlerini içeren orijinal araştırma makaleleri, olgu sunumları, derlemeler ile panel ve kongre gibi etkinliklerin duyuruları da yayınlanır. Dergiye gönderilen yazıların başka bir dergide yayınlanmamış ve kabul edilmemiş olması gerekir. Daha önce kongre ve bilimsel toplantılarda bildirilmiş ve özet halinde yayımlanmış çalışmalar belirtilmesi kaydıyla kabul edilebilir. Gönderilen yazıların biçimsel uygunluğu sağlananlar, editör tarafından 2 hakemin değerlendirmesine gönderilir, gerek görüldüğü takdirde istenen değişiklikler yazarlarca yapıldıktan sonra yayınlanmak üzere sıraya alınır, yayınlanır. Yazarlar editöre hitaben yazdıkları kapak mektubunda tüm yazarların makaleye akademik-bilimsel olarak katkıda bulunduklarını, makalenin bilimsel ve etik sorumluluğunu paylaştıklarını belirtmelidirler. Sadece on-line olarak gönderilen yazılar değerlendirmeye alınır. www.journalagent. com/iksst sitesine kayıt olunarak yazı gönderilmesi ve takibi yapılabilir. Yayınlanmak üzere dergiye gönderildikten sonra yazarlardan hiçbiri, tüm yazarların yazılı izni olmadan yazar listesinden silinemez, ayrıca hiçbir yeni isim, yazar olarak eklenemez ve yazar sırası değiştirilemez. Bilimsel sorumluluk Makalede adı geçen tüm yazarların yazıya doğrudan katkısı olmalıdır. Bu yazarlar makaledeki çalışmayı planlamalı, yapmalı, makaleyi yazmalı, revize etmeli, istatistiksel değerlendirmesini yapmalı veya son halini kabul edip gönderilmesine onay vermelidir. Araştırma makalelerinde hipotezlerin incelenmesi, verilerin istatistiksel değerlendirmesi ile olur. İstatistiksel Değerlendirmede yapılabilirse, bulguların miktarı belirtilmeli ve ölçüm hataları veya güven aralıkları uygun değerlerle gösterilmelidir. İstatistik kavramlar, kısaltmalar ve semboller tanımlanmalıdır. Makalelerin bilimsel kurallara uygunluğu yazarların sorumluluğundadır. Etik sorumluluk Yayınlamadan önce yazarlar www.logosyayincilik.com adresinde bulunan dergimize ait “Olur Belgesi”ni doldurup imzalayarak 0212 571 47 90’a faks yoluyla göndermelidir. Kurumların etik veya denetim kurulu onay ve desteği alındığını veya 1975’de kabul edilen Helsinki Anlaşmasında (http://www.wma.net/e/policy/b3.htm) belirlenen insan deneylerine ait ilkelere uyulduğunu ya da uyulmadığını, çalışmanın yapıldığı insanlardan bilgilendirildikten sonra rıza alındığı makalenin GEREÇ VE YÖNTEMLER bölümünde belirtilmelidir. Eğer çalışmada hayvanlar kullanılmış ise yazarlar aynı bölümde çalışmalarında hayvan haklarını koruduklarını ve kurumlarının etik kurullarından onay aldıklarını belirtmek zorundadırlar. Eğer makalede dolaylı veya dolaysız ticari bağlantı veya çalışma için maddi destek veren kurum/firma bulunuyorsa yazarlar; ön sayfada kullanılan ticari ürün, ilaç, firma ile ticari nasıl bir ilişkisinin olduğunu (konsültan, diğer anlaşmalar) bildirmek zorundadır. Makalelerin etik kurallara uygunluğu yazarların sorumluluğundadır. Yazım Dili Yönünden Değerlendirme Derginin yayın dili Türkçedir. Gönderilecek yazılarda Türk Dil Kurumu’nun Türkçe sözlüğü ile tıbbi terimler sözlükleri esas alınmalıdır. Yazılan metin yayın için kabul edildikten sonra dergiye ait kabul edilir ve telif hakkı yayımcı üzerine geçer. Editör, yayımcı tarafından kişilere veya mala gelebilecek herhangi bir hasar ya da yaralanmanın sorumluluğu kabul etmez. Yazının Hazırlanması Yazılar “Times New Roman” fontu ile 12 punto ile çift satır aralıklı, en az 25 mm kenar boşluğu bırakılacak şekilde yazılmalıdır. Gönderilen yazılarda şu sıraya uyulmalı ve her biri ayrı sayfaya yazılmalıdır: Sayfa 1, Başlık, Tam başlığı, onaylanmış finansal destek (ödenek) Sayfa 2, Özet ve Anahtar Kelimeler: Özet çalışmanın amacını, planlanışını, kurulumunu, hastaları, sonuçları ve tartışmayı içeren Amaç (Objective) Yöntem (Method) Bulgular (Results) Yorum (Conclusions) ana başlıklar altında ve 250 sözcüğü geçmeyecek şekilde yazılmalıdır. Özetin altına 3-10 anahtar kelime tanımlanmalıdır. Bilimsel makalelerdeki anahtar kelimeler, Türkiye Bilim Terimleri arasından seçilmeli bu kurala titizlikle uyulmalıdır. Bu amaçla http://www.bilimterimleri.com adresi kullanılmalıdır. Sayfa 3, İngilizce başlık özet ve anahtar kelimeler hazırlanacaktır. Bu sayfa 3. sayfanın özelliklerini içerecektir. Bu sayfa yabancı indeksler tarafından kullanılacaktır. Sayfa 4, Özetin sonrasında aşağıdaki kısımlar makaleye her biri ayrı sayfada olacak şekilde dahil edilmelidir. · Giriş · Gereç ve Yöntemler · Sonuçlar · Tartışma · Teşekkür Kaynakça: Kaynaklar metinde belirtildiği sırada numaralandırılmalıdır. Tablo ve figürlerde ilk kez belirtilen referanslar tablonun veya figürün açıklandığı metin içinde mutlaka belirtilmelidir. Kaynaklar parantez içinde arabik harflerle yazılmalıdır. Sunu, yayımlanmamış gözlemler, kişisel değerlendirmeler kaynak olarak kullanılmamalıdır. Sözlü olmayan yazılı referanslar (parantez içinde) yazılabilir. Kaynak olarak kabul edilmiş ancak yayımlanmamış makaleler için dergi belirtilmeli ve “yayımlanmakta” ifadesi eklenmelidir. Kaynaklar yazarların orijinal dokümanlarından doğrulanmalıdır. Dergilerin başlıkları Index Medicus’da belirtilen kısaltmalara göre yapılmalıdır. Makaledeki tüm yazarlar yazılmalı fakat sayı beşi geçerse altıncı olarak “et al” yazılmalıdır. Tablolar ve açıklamaları a) Tablolar: Ayrı sayfalara çift boşluklu yazılmalı ve rakamlara konuda geçen sırasına göre başlık verilmeli ve numaralandırma yapılmalı. Tablolar fotoğraf gibi sunulmamalı. Her sütuna kısa başlık verilmeli. Açıklayıcı bilgileri başlıkta değil dipnotlarda verilmeli. Dipnotlar için şu sırada belirtilmiş sembolleri kullanılmalı; a, b, c, d, e, f. b) Resimler: Şekiller özenle profesyonelce çizilmiş ve fotoğraflanmış olmalı, elle çizim veya kitap harfiyle basım kabul edilemez. Harfler veya belirleyici işaretler anlaşılır ve yazı boyutu her figür için sabit olmalıdır. Bir figürdeki tanımlamalar için büyük harfler kullanılmalı. Semboller, yazılar ve numaralar basım için küçültüldüğü takdirde dahi okunabilir olabilmeleri için belirgin biçimde anlaşılır olmalıdırlar. Başlıklar ve detaylandırılmış açıklamalar çizimin kendisinde değil resme ait yazıda olmalıdır. Resimler sisteme word dokümandan ayrı bir dosya olarak (.jpg formatında) yüklenmelidir. c) Kısaltmalar: Metin içinde kelimenin ilk geçtiği yerde parantez içinde verilir ve tüm metin boyunca o kısaltma kullanılır. Cümle ve paragraf başları kısaltma ve rakamla başlamaz. d) Açıklayıcı bilgiler: Ayrı bir sayfaya ardışık düzende çift aralıklı yazılır. e) İzinler: Diğer kaynaklardan temin edilmiş materyaller, dergiye izin veren telif hakkı sahibi tarafından yazılı bir ifade ile desteklenmiş olmalıdır. Teşekkür. Çalışmaya entelektüel olarak katılmış fakat yazarlık açısından katılım göstermemiş kişiler ve fonksiyonları buraya yazılabilir. Örnek, “bilimsel danışman”, “bioistatistik uzmanı”, “veri toplayıcısı” veya “klinisyen”. Bu kişilerden isimleri yazılması için izin alınmalıdır. Yazılı izinlerin alınmasından yazarlar sorumludur. Kaynak Örnekleri 1. Takihara H, Sakatoku J, Cockett ATK. The pathophysiology of varicocele in male infertility. Fertil Steril 1991;55:861-8. Kitaplar 2. Colson JH, Armour WJ. Sports injuries and their treatment. 2nd rev. ed. London: S. Paul, 1986. 3. Diener HC, Wilkinson M, eds. Drug-induced headache. New York: Springer-Verlag, 1988. 4. Weinstein L, Swartz MN. Pathologic properties of invading microorganisms. In: Sodeman WA Jr, Sodeman WA, eds. Pathologic physiology: mechanisms of disease. Vol. 1. Philadelphia: WB Saunders, 1974:457-72. Abstract 5. O’Hanley P, Sukri N, Intan N. Morbidity and mortality trends of typhoid fever due to Salmonella typhi at the Infectious Disease Hospital (IDH) in North Jakarta from 1984 to 1991 [abstract no. 945]. In: Program and abstracts of the 32nd Interscience Conference on Antimicrobial Agents and Chemotherapy. Washington, DC: American Society for Microbiology, 1992:268. Mektup 6. Kremer J. Yardsticks for successful donor insemination [mektup]. Fertil Steril 1991;55:1023-4. Yayımlanmakta 7. Lillywhite HB, Donald JA. Pulmonary blood flow regulation in an aquatic snake. Science. Baskıda. Orijinal makaleler 10 A4 sayfasını aşmayacak şekilde (özet, tablo, şekiller, kaynaklar dahil) hazırlanmalıdır. Olgu sunumları Olgu sunumları kısa ve öz, bilgilendirici nitelikli 5 sayfayı aşmayacak şekilde, bir tablo veya figürden oluşmalı; giriş, olgu sunumu, tartışma ve kaynaklar bölümlerini içermelidir. Derlemeler Derginin içeriğine ait konularda güncel, en son yenilikleri kapsayacak şekilde, 10 A4 sayfasını aşmayacak şekilde editörlerin uygun gördüğü kişiler tarafından ve en fazla 50 kaynak kullanarak yazılmalıdır. Editöre mektup Bu kısım dergide son zamanlarda yayınlanan makaleye yönelik eleştirileri içerir. Mektup kısa, özet (400 kelimeyi aşmamalı), çift boşluklu ve en fazla 5 kaynaktan oluşmalı. Mektup ve yanıtlar dergi formatına uygun olmalıdır. Yazışma ile birlikte detaylı adres, telefon ve faks numarası ve e-mail adresi bildirilmelidir. Editör, mektupları kısaltma ve dergi formatına uyumlu olması için diğer değişiklikleri yapma hakkına sahiptir. Düzeltmeler Düzeltmeler başka bir açıklama yapılmadığı takdirde sorumlu olan yazara yollanacaktır. Danışmanlar tarafından gerekli görülen düzeltmeler yapıldıktan sonra yazar yeniden düzenlenmiş yazısını, önerilen düzeltmeleri nerelerde yaptığını, eğer düzenleme yapmadıysa da gerekçesini içeren maddeler halinde “editöre cevap” mektubuyla birlikte en kısa sürede yeniden dergiye gönderilecektir. Yayın için kesin kabul edilen makaleler için sorumlu yazara bir mektup yollanacaktır. Düzeltme sırasında yapılan değişiklikler, yazım hataları dışında, yazarların sorumluluğundadır.
Benzer belgeler
Bebek Doğum Tartısının Maternal ve Fetal Komplikasyonlara Etkisi
Anabilim Dalı, *** Kanuni Sultan Süleyman Eğitim Araştırma Hastanesi, Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği
ÖZET