PDQ Bach - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü
Transkript
PDQ Bach - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü
Sanat Dergisi Sayı 4 Müzik Tarihinin En Önemsiz Bestecisi Şekeronya ya da MASAL ÜLKESİ SAMDOB’dan Yepyeni Bir Aşk-ı Memnû Prodüksiyonu P.D.Q. Bach HURREM SULTAN BALESİ ve OYTUN TURFANDA Kapak Fotoğrafı: Ankara DOB - Kanlı• Nigar 1 Opera Bale İçindekiler Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği Adına İmtiyaz Sahibi Fazıl Tütüner Genel Sekreter Sorumlu Yazı İşleri Müdürü A. Vahap Kokulu Yayın Yönetmeni İhsan Toksöz Sanat Dergisi Başkan Yardımcısı Dış İlişkiler ve Medya İlişkileri Koordinatörü Selami Gedik Başkan Yardımcısı Reklam Koordinatörü Bengü Yılmazer Hadra Etkinlik Koordinatörü Demet Şaman Tarlakazan Halkla İlişkiler ve Sponsorluk Koordinatörü Fatma Kozacıoğlu Web Sitesi Koordinatörü Ziya Aykın Sayman Eyüp Dinç Yayın Kurulu Demet Şaman Tarlakazan Gülümden Alev Karaman Yasemin Ural Yapım [email protected] 0324 238 0 532 Kültür Mh. Cengiz Topel Cd. No: 10 Kat: 1 D:1 Çamlıbel / MERSİN Kapak ve Sayfa Tasarımı Burçin Keseci Baskı Güven Ofset Ltd. Şti. Uray Caddesi No:25/A Mersin Tel: 0324 238 28 80 - 237 27 80 Basım Tarihi 27.11.2015 Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği The Association of Mediterranean Opera and Ballet Club Bahçe Mh. 4606 Sk. İstiklal İşhanı Kat:2 Mersin Tel: 0324 238 86 80 [email protected] • www.akob.org Bağışlarınız için: İŞ BANKASI Uray Şubesi (6607) - Hesap No: 959250 IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50 Donations: İŞ BANK - Uray Branch IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50 BIC: ISBKTRISXXX 06-09 ANKARA DOB KANLI NİGAR Haldun Özörten 10-11 KADININ FENDİ Özlem Belkıs 12-15 ANTALYA DOB ŞEKERONYA YA DA MASAL DÜNYASI Nazlı Zeynep Ergüven 16-17 SAMSUN DOB SAMDOB'DAN YEPYENİ BİR AŞK-I MEMNÛ PRODÜKSİYONU 18-19 ÖYKÜ: AYŞE Fazıl Tütüner 20-24 MÜZİK TARİHİNİN EN ÖNEMSİZ BESTECİSİ P.D.Q. BACH Aytuğ Ülgen 26-28 SAMSUN DOB HURREM SULTAN BALESİ VE OYTUN TURFANDA Deniz Olcay Yamanus Bertan Rona Dergimize gönderilen yazı ve görseller yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yayınlanan yazıların içeriğinden yazarlar sorumludur. 3 Opera•Bale OPERA BALENİN ÇEKİCİ SICAKLIĞI İhsan Toksöz [email protected] nasıl bir yol izleyebilecekleri konusunda bir çıkarsama yapabilmelerinin önünü açıyor. Ah! Günümüzde de var mıdır acep böyle tutkulu ve idealist izleyiciler? Var tabii, hem de örgütlenmişler; AKOB diye bir dernek kurmuşlar Mersin’de… :)☺ Nazlı Zeynep Ergüven halen Antalya’da sahnelenen “Şekeronya ya da Masal Dünyası” çocuk oyununu yazarken nasıl bir yol izlediğini, nasıl bir yöntem uyguladığını, bir çocuk oyununun içeriğinin önemini vurguluyor yazısında. OPERA BALE Sanat Dergisi’nin 4. sayısıyla karşınızdayız. Dergi artık ete kemiğe bürünüyor. Dergimize gönderilen yazılar salt haber niteliğinden arınıp artık ilginç, bilgilendirici ve müzikseverlerin keyifle okuyacağı bir niteliğe bürünmeye başladı. Bu ileriye yönelik hedeflerimizle örtüşüyor. Tüm Opera Bale Müdürlüklerimizdeki yöneticilerden, sanatçılardan ve yazarlardan dergimizde yer alacak yazılar bekliyoruz. Dergimiz Mersin’de yayınlandığından sizlerin yazılarınızla zenginleşecek ve altı kentimizdeki opera bale etkinlik haberleri ve değerlendirmeleri dergimizde yer alacaktır. OPERA BALE sizler için, bu sanat dallarına ilgi duyan, müzikseverler için var. Bu sayımızda Ankara’da sahnelenen Kanlı Nigar müzikalini kapak yaptık. Müzikalin yaratılmasında birlikte çalışan Haldun Özörten ve Belkıs Özlem’in kalemlerinden çıkan iki yazıda, anonim öyküden hareketle oyunun ana karakteri Nigar’a yeni bir kişilik kazandırılarak oyunun müzikal olarak nasıl tekrar yaratıldığını okuyacaksınız. “Bizden” olan konuların sahnede başarısına güzel bir örnek olan Kanlı Nigar müzikali Ankara sahnelerine renk katıyor. Sevgili Fazıl Tütüner ise bir öyküsü ile dergimizde: “Ayşe”… Tütüner öyküsünde klasik müzik ve opera bale sanatlarına gönül verenlerin, gençlerin etkinliklere çekilerek eğitilmesi ve yeni izleyiciler kazanılması yolunda Opera•Bale 4 Bu sayımızın sürpriz ismi, Mersin’den tanıdığımız genç maestro ve müzikolog Aytuğ Ülgen. Ülgen bize “Müzik Tarihinin En Önemsiz Bestecisi P.D.Q. Bach”ı tanıttığı yazısıyla yazar kadromuza katılmış bulunuyor. Eh! Ne diyelim - sürpriz yazarımızdan sürprizlerle dolu bir yazı. Keyifle, gülümseyerek okuyacaksınız. Samsun’dan da iki yazarımız var: Deniz Olgay Yamanus Türk bale sanatının ilk iki perdelik balesi olan, rahmetli Nevit Kodallı’nın “Hurrem Sultan” balesini 1977 yılında ilk defa sahneye koyan, Türk bale sanatına damga vurmuş, 2001 yılında yitirdiğimiz koreograf Oytun Turfanda ile bizleri geçmişin derinliklerinde buluşturuyor. Birçok defalar değişik kentlerimizde sahnelenen eser halen Samsun seyircisi önünde başarı ile sergileniyor. Bertan Rona, “Yepyeni bir Aşk-ı Memnu Prodüksiyonu” olarak tanımladığı, Samsun’da sahnelenmekte olan, rejisörlüğünü yaptığı Aşk-ı Memnu operasının altıncı prodüksiyonu hakkında bilgilendiriyor bizleri.. Havalar soğuyor; operaevleri sıcak, sımsıcak… Rengarenk… Müzik dolu… Dergimizin sonundaki kentinizin opera bale programlarına bakınız, eserlerinizi seçiniz. Gidiniz; ruhunuz arınsın, içiniz şenlensin… AKOB Abonelik [email protected] Tel : 324 238 86 80 Gsm: 532 466 49 16 KANLI NİGAR Haldun Özörten Opera•Bale 6 Kanlı Nigar oyununu müzikal olarak seyirci ile buluşturmaya karar verdiğimiz zaman, 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık Bölümü öğretim görevlisi Doçent Özlem Belkıs’la beraber uzun bir araştırma ve çalışma sürecine girdik. Oyunu sahnelemeye karar verdiğimiz dönem, kadına şiddetin ve baskının arttığı ya da zaten var olan bu sorunun su yüzüne iyice çıkmaya başlayıp kendini gösterdiği bir zamana denk gelmişti. Kanlı Nigar oyunu ilk olarak Hayali Küçük Ali (Mehmet Muhittin Sevilen) tarafından bir Karagöz Hacivat oyunu olarak kaleme alınmıştır. Eseri daha sonra Sadık Şendil tiyatro eseri olarak tekrar kaleme almış ve bu versiyonu uzun yıllar film ve tiyatro oyunu olarak sahnelenmiştir. Kanlı Nigar oyununu müzikal olarak seyirci ile buluşturmaya karar verdiğimiz zaman, 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık Bölümü öğretim görevlisi Doçent Özlem Belkıs’la beraber uzun bir araştırma ve çalışma sürecine girdik. Oyunu sahnelemeye karar verdiğimiz dönem, kadına şiddetin ve baskının arttığı ya da zaten var olan bu sorunun su yüzüne iyice çıkmaya başlayıp kendini gösterdiği bir zamana denk gelmişti. Toplumsal bilincin geliştirilmesi için sahnede bir şeyler yapmak, bu soruna bizler de sanatçı olarak parmak basmak istiyorduk. İşte bütün bu düşüncelerle oturduk masa başına ve çalışmaya başladık. İlk olarak Nigar’ın bütün baskılara karşı tek başına namusu ile yaşayan ve hayatını devam ettiren bir karakter olması konusunda hemfikir olduk. Bizim yarattığımız Nigar; besleme olarak verildiği evde baskı görmüş, cinsel tacize uğramış, daha sonra çocuk gelin olarak evlendirilmiş, hayatı boyunca mutlu olamamış, eşi öldükten sonra kızıyla birlikte artık erkek egemenliği altında yaşamak istemediği için - o dönem kadınların tek yapabildiği iş olan bohçacılık yaparak, arada da fal bakarak, ayakları üstünde durmaya çalışan, feminist bir karakter olarak karşımıza çıktı. 7 Opera•Bale Peki, böyle güçlü bir yapıya sahip olan bir kadın, etrafında yardıma ihtiyacı olan insanlara, özellikle de kadınlara sırt çevirebilir miydi? Elbetteki hayır. Taşlar yerine oturmaya başlamıştı… Hayali Küçük Ali’nin eserinde bulunan evde çalışan sermayeler, bizim müzikalimizde şiddet gören, tacize uğrayan kadınlar olarak ortaya çıkmaya başladılar. Etrafında şiddet gören ve tacize uğrayan kadınları görmezden gelemeyen kahramanımız böylece ilk “Mor Çatı”yı oluşturmaya başladı. Evi koca dayağından sağır olmuş, tacize uğramış kadınların kurtuluş yeri oldu. Geçimlerini sağlamak için namuslarıyla çalışan kadınlar, ama yalnız yaşayan kadınlar… Yalnız yaşayan kadına bakış açısı her dönem bazı geri düşünceli insanlar tarafından hoş karşılanmamıştır. Günümüzde de aynı sorunları yaşamıyor mu kadın? Hala kadının en büyük sorunlarından biri değil mi şiddet? Yapılan araştırmalar gösteriyor ki - ilkokul mezunu veya üniversite mezunu hiç fark etmiyor - her kesimden kadın şiddet görüyor ve bu acıyı yaşıyor. Opera•Bale 8 Kanlı Nigâr’da Özlem Yıldız ve ben, toplumda yaşanan çok ciddi bir soruna dikkat çekmek istedik. Kadına yalnız olmadığını hatırlatmak istedik, onun yanında olduğumuzu hissettirmek istedik. Bu arada da erkeğe bir ‘dur bakalım’ dedik. “Kadın aciz değildir, kafasına koyduğu şeyleri yapar, çalışır, evini geçindirebilir, aşık olabilir ve bütün bunları dilediği şekilde yapar” dedik. “Egemenliğin yalnız sende olduğunu zannetme! Fiziksel olarak güçlü olman kadına istediğin gibi davranma hakkını vermez sana. Kendine çeki düzen vermeli ve karşındakinin de bir insan oluğunu unutmamalısın, yoksa çok kötü durumlara düşebilirsin” dedik… Bütün bunların ışığında Özlem Belkıs çok güzel bir eser ortaya çıkardı. Şarkı sözleri ve hikâye tamamdı; sıra besteye gelmişti. Ülkemizde tiyatro müzikleri ve müzikaller konusunda çok yetkin bir isim olan Cem İdiz’ in kapısını çaldım. Uzun bir çalışma dönemi de onunla beraber geçirdik. Cem İdiz baştan sona.Türk motiflerinin olduğu, batı müziği armoni yapısıyla çok hoş besteler yaptı. Kanlı Nigâr 2 yıllık zorlu bir çalışmanın ürünüdür. İlk olarak İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sahneledik eseri. Seyircinin yoğun ilgisi geçen süre içerisinde arttı. Halen 3. sezonumuza girdik ve sürekli kapalı gişe oynuyoruz. Geçen sene Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde de sahnelenmeye başlayan Kanlı Nigâr burada da seyircinin yoğun ilgisi ile karşılaştı. Sahnelerimizde Türk eserlerinin sayısının arttırılması gerektiğine inanıyorum ve bu konuda çaba sarf ediyorum. Özellikle bizden olan bu tür müzikallerin opera seyircisi sayısının artışı konusunda bize yardımcı olacağı inancındayım. Daha pek çok seyirciye ulaşıp onlarla birlikte güzel anlar yaşayabileceğimiz umudunu taşıyorum.. Kanlı Nigâr sahnelendiği her iki kentimizde de tam bir ekip çalışması ile meydana geldi. Seyircinin hoşuna gittiyse bu hepimizin uyumundan dolayıdır. Gerek İzmir, gerekse Ankara’da beraber çalışma şansı yakaladığım herkese çok teşekkür ederim. 9 Opera•Bale K A DININ FENDİ Özlem Belkıs Anonim hikâyeler, meddah, ortaoyunu ve gölge oyunu hikâyeleri içinde kadının fendi teması dikkat çekici bir yer tutar. Erkekleri kandıran, hile ile kazançlı çıkan, erkeği oyuna getiren kadınların hikâyeleridir bunlar. Çoğu zaman hafifmeşrep, şuh, erkeğe ceza türünden kadınlar... Kadının fendi, yani kadının hilesi, düzeni, erkeği yener bu anlatılarda. Bunlara göre kadının aklı fikri dolap, dümen, hile peşindedir. Gerçekten kadının aklı böyle mi işler, yoksa haklı veya kazançlı çıkmasının başka yolu olmadığı için mi böyle davranmak zorunda kalır? Bana kalırsa düşünmemiz gereken konu bu... Kadın, hakkını arayacağı, düşüncesini ortaya koyacağı, dahası özgürce yaşayacağı koşulları bulamadığı için böyle dolambaçlı yollara, hilelere başvurmuştur. Bir anlamda zorunluluk olan bu durum, bir süre sonra kadının karakteri olarak görülmüş, anonim öykülerde, geleneksel anlatılarda kadının genel imajını belirlemiştir. Şimdi bu imajı değiştirme, bu yargılardan kurtulma zamanı... Elbette önce değiştirmek istediğimiz formu anlamak, kaynağını, çerçevesini görmek, bilmek gerek. Bunun için önce anonim öyküye ve kaynaklarına bakmalı. GELENEKSEL TİYATROMUZDA KANLI NIGÂR ÖYKÜSÜ ÜZERİNE Bilindiği gibi Kanlı Nigâr, Gölge Oyunu ve Orta Oyunu gibi geleneksel gösteri sanatlarında sıklıkla işlenen anonim bir halk hikâyesidir. Opera•Bale 10 Geleneksel gölge oyunumuz Karagöz’de Kanlı Nigâr, Kar-ı Kadim (eski zaman işi, klasik oyunlar) ile Nev-icad (yeni uydurulmuş oyunlar) olmak üzere ikiye ayrılan Karagöz oyunlarından, Kar-ı Kadim grubu içinde sayılır. Cevdet Kudret’in ilk kez 1968’de yayınlanan Karagöz adlı üç ciltlik önemli incelemesinde belirttiğine göre, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’de ‘taklid’ diye andığı on oyundan biri de Civan Nigâr, yani Kanlı Nigâr’dır. Ayrıca Sabri Esat Siyavuşgil’in 1941 tarihli Karagöz başlıklı incelemesinde Kanlı Nigâr, üç gruba ayrılan Karagöz oyunlarından ikinci grup olan ‘Vesile, entrikalı cemiyet satirleri’ başlığının altındaki ‘mandıra tipi oyunlar’ başlığında incelenmiştir. Siyavuşgil, bu başlıktaki oyunların tiplerden çok konularıyla önem kazandığını, taklitlerin ve toplum hayatından alınan sahnelerin yanında toplumsal yergiye de önem verildiğini belirtmiştir. Yine Cevdet Kudret, Kanlı Nigâr’ın Karagöz metninin 1924’ten itibaren yazılı olarak aktarıldığı kaynakları da bibliyografya olarak kitabında tanıtmaktadır. Ortaoyunu’nda da Karagöz’de olduğu gibi Kanlı Nigâr hikâyesi Kar-ı Kadim oyunlar içinde sayılır. Geleneksel gölge oyunumuz Karagöz ile büyük benzerlikler gösteren Ortaoyunu’nda da Kanlı Nigâr öyküsü, çokça kullanılan, sevilen bir oyun olmuştur. Cevdet Kudret, Kanlı Nigâr’ın ortaoyunu metninin ilk kez 1939’da Selim Nuzhet Gerçek tarafından yayımlandığını belirtiyor. Gerek Gölge Oyunu formunda, gerekse de Orta Oyunu’nda anlatılan ve oynanan Kanlı Nigâr hikâyesi temel olarak, aynı erkek (Çelebi) tarafından aldatılan iki kadının (Kanlı Nigâr ve Salkım oyuncular mı etkindir? Yüzümüzü batıya çevirip metne dayalı bir dramatik tiyatroyu mu geliştirmek için çalışmalıyız, yoksa geleneksel tiyatromuzun ortaoyunu, karagöz, meddah gibi türlerini mi devam ettirmeliyiz? Geleneksel türler, öğeler yeni üretilecek metinlerde kullanılamaz mı? Kısaca çeşitli platformlarda, çeşitli şekillerde ve fikirlerde Ulusal Türk Tiyatrosu’nun kimliği ve özellikleri, kökleri ve geleceği tartışılmıştır. Bu bağlamda geleneksel seyir türlerimiz olan gölge oyunu, ortaoyunu ve meddahın yeniden üretilerek, farklı form ve biçimlerde kullanılması konuşulmuş, tartışılmıştır. Burada, yapısal ve biçimsel öğelerden ziyade içerikle şekillenmiş bir Kanlı Nigâr var. Daha çok dönemi ve öykünün olay dizisini kullanan bir yapıdan söz edebiliriz. Burada Nigâr ve beraberindeki kadınlar, anonim anlatıda ve sonraki metinlerdeki gibi hafifmeşrep ya da yaşamlarını bedenleriyle kazanan kadınlar olarak değil, bohçacılık yaparak geçimlerini sağlayan, iyi bir mahallede oturmak istedikleri için de bu durumu gizlemek zorunda kalan kadınlar olarak ele alınıyor. Nigâr, anonim öyküdeki gibi randevuevi işleten bir femme fatale değil... Daha çok kendi derdinde ve neşesinde yaşayan, hayatın sillesini(!) yemek zorunda kalmış, yaşamda güçlenince de başkasına yardım elini uzatmış, acısını neşesiyle örtmüş bir kadın. Kadının yalnız başına var olamamasına, başında bir erkek olmadan yaşamasına kuşkuyla bakan düzene itiraz eden bir kadın. Yaşadıklarından ders çıkaran, öğüde dönüştüren bir kadındır Nigâr. Bu yüzden, “Feleğin sillesini yediysen akıllanmayı da bileceksin” der ve şöyle devam eder: İnci) intikam almalarını, bu vesile ile eve girmeye kalkan erkekleri teker teker dövüp, giysilerini soyup sokağa atmalarını, ya da evde aynı anda içirip sarhoş edip mahalleye rezil etmelerini konu alır. Öykü, ak-kara çatışmasını içeren Hacivat-Karagöz / KavukluPişekâr yanında Sarhoş, Arap, Beberuhi, Zeybek, Rumelili Hüsmen Pehlivan, Bekçi, Laz gibi tiplemeler üzerine kuruludur. Hemen tahmin edileceği gibi aktarılan anonim durum, çeşitli dramatik formlarda defalarca merkez ya da çıkış noktası olarak kullanılmıştır. Anonim öyküyü çıkış noktası edinen eserlerin çoğunlukla Kanlı Nigâr adını taşımalarının nedeni, anonim öyküdeki başkahramanın baskın rolüdür. Bu öykü, kadın ve erkek figürleri karşı karşıya getiren eğlenceli yapısı gereği, tiyatroda olduğu gibi sinemada da beğenilerek farklı yazarlarca kullanılmıştır. BUGÜNÜN NİGÂR’I... Yeni, özgün eserler üretmekte geleneksel form ve öykülerden yararlanmak yeni bir yaklaşım değildir. Tiyatro tarihindeki pek çok büyük yazar gibi özellikle 1960’lı yıllarda geleneksel tiyatromuzu kendi özgün metni ile yeniden üreten Haldun Taner, Vasıf Öngören, Turgut Özakman, Mehmet Akan, Oktay Arayıcı gibi yazarlarımız hatırlanmalıdır. Özdemir Nutku, Sevda Şener, Metin And gibi birinci kuşak tiyatro kuramcılarımız, 1960’lı yılları, Türk tiyatrosunun “altın çağı” olarak nitelemişlerdir. Bu yıllardaki tiyatro tartışmalarının en belli başlısı ise ‘ulusal tiyatro’ üzerine olandır. Bizim tiyatromuz göstermeci mi, benzetmeci türde mi bir tiyatrodur? Dramatik metinler, yazılı oyunlar mı, anonim öyküler ve doğaçlayan “Felek, dünya demektir. İyinin kötünün, yanlışın doğrunun bir arada olduğu âlem demektir. Her şeyi içine alan sema demektir, gökkubbe demektir. Dünya âlem iyiyi kötüyü, yanlışı doğruyu bir arada kabul eder, ama insan hep kendisi için uğraşır durur… İnsanoğlu, toprak gibi olmayı beceremez. Toprak gibi her şeyi kabul edip, karşılığında tohumu yeşertmeyi bilmez, hep birlikte yaşayamaz… Felek, talih demektir. Ama biz kadınlar için okkalı bir tokat demektir! O tokadı atan da ne hikmetse hep erkeklerdir. Sonra o tokadın izi ömrünce silinmez!” Bir yandan öğüt verir Nigâr, diğer yandan peşini bırakmayan, beklentisini sürdüren erkeklere de cezalarını verir... Kadının fendi, bu kez bir ceza mekanizması olarak işler. “Keyfim kâhya istemez, özgürdür” diyen Nigâr, evini gözetleyen erkeklere, en ufak bir sesi kötüye(!) yoran namuslu(!) kadınlara, tanımadığına kötü gözle ve kuşkuyla gözlerle bakan mahalleliye “namusumu benden sor, saatlerden değil, önce kendini bil, beni değil!” der. KAYNAKLAR And, Metin (1985). Geleneksel Türk Tiyatrosu, İstanbul: İnkılâp Yayınevi. Belkıs, Özlem (2003). Kalemden Sahneye, 2. Cilt, İstanbul: YGS Yayınları. Kudret, Cevdet (2004). Karagöz, 3 cilt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Kudret, Cevdet (2007). Ortaoyunu, 2 cilt, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Nutku, Özdemir (1988). Dünya Tiyatrosu Tarihi, 2. Cilt, İstanbul: Remzi Yayınevi. Siyavuşgil, Sabri Esat (1961). Karagöz, Ankara: Milli Eğitim Basımevi. Şener, Sevda (1998). Cumhuriyetin 75. Yılında Türk Tiyatrosu, İstanbul: T. İş Bankası Yayınları. 11 Opera•Bale “Sanatın işlenmesi, duyarlılığımızın eğitilmesidir ve bizler sanatsal bir hava içinde yetiştirilmediğimiz takdirde, bomboş bir ruhsal yaşamın, karmakarışık bir sezgiselliğin ve giderek anlamsız ve tatsız bir dünyanın şiddetine ve suçuna itiliriz. Yaratma istemi olmadığı yerde ölüm içgüdüsü oluşur ve bu da sonsuz bir yıkıcılığa götürür bizi.” Herbert Read Şekeronya ya da Masal Ülkesi Nazlı Zeynep Ergüven Opera•Bale 12 Sylvia Balesi Wolfgang Schneider “Çocuklar İçin Tiyatro” kitabının önsözünde çocuklarla ilgili şöyle diyor: “Onlar yalnızca yarının izleyicileri olmamalı, onlar bugünün de izleyicileri. Onlar geleceğin izleyicisinin oluşmasına hizmet etmemeliler, onların ciddiye alınması gerekir – şimdi ve burada. Onlar herhangi bir izleyici kitlesi değiller, onların birer birey olma hakkı bulunmalı ve tiyatro onların her biri için bir yaşantı olmalı.” (1) Schneider’in düşüncesine katılmamak mümkün değil. Çocuk tiyatrosu, müzikli çocuk oyunu dendiğinde hemen hemen herkes bu konudaki hassasiyetini belirtiyor fakat uygulama konusuna gelince teoride savunulan savlar pratikte geçersiz notlar alıyor. Çocuk tiyatrosuna, müzikaline sözde gösterilen itina uygulama noktasına gelince zayıf kalıyor. Yarının seyircisi olarak ifade edilen çocuklar için yazılan ve sahnelenen çocuk oyunları sanıyorum ‘şimdi ve burada’yı atlama konusunda bir sakınca görmüyorlar. Başarılı örneklerin de aralarında bulunduğu çocuk oyunlarının sayıca az olması bizleri umutsuzluğa düşürmemeli. Çocuklar için müzikli çocuk oyunu yazmaya karar verdiğimde çıkış noktam onların hayal dünyasına ve yaratıcılığına duyduğum hayranlıktı. Pedagojik ayrıntılarla boğulmuş, didaktik öğütlerin verildiği, çocukların hayal dünyasının hafife alındığı, estetik ve sanatsal kaygılardan yoksun oyunların çocukların dünyasında bir yerlere dokunmadığı gibi onları tiyatro, opera ve bale sanatından da uzaklaştıracağı kanısındayım. Çocuk oyunlarında dramatik çatışmanın ‘iyi ve kötü’, ‘doğru ve yanlış’ kavramları üzerine kurulması yaygın bir kullanım. Ancak bu kavramların siyah ve beyaz çizilmesi çocuk oyunlarının gerçek yaşamla olan bağının kopmasında önemli bir gösterge. Bir çocuk tiyatrosunda/müzikalinde gerçek yaşamdan tamamen soyutlanmış, tek boyutlu, idealize edilmiş bir gerçeklik anlayışıyla sunulan karakterlerin ve onların neden olduğu olaylar dizisi, çocuğun gerçek yaşamla olan bağlarını koparmasının ötesinde söz konusu oyunun estetik olarak da zayıf kalmasına neden olur. Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun belirttiği gibi ”Sanatın sınırsız toprakları üzerinde tiyatro, çocuklara yarının yaşamı için estetik dünyayı hazırlamak zorundadır.” (2) İki boyutlu karton karakterler neden ve nasıl sorusunun üzerini kalın bir toprakla örterken, çok boyutlu bir karakter çocukta kavrayışı ve düşünmeyi körükler. Çocukların algı kapasitesini, fikirlerini, düşünme yeteneğini zihinsel olarak zenginleştirmeyi hedefleyen oyunlar kuşkusuz çocukların çok daha heyecan duyarak izleyeceği oyunlar olacaktır. 13 Opera•Bale “Şekeronya” çocuk müzikalini kaleme alırken, bu düşünceler daima aklımın bir köşesindeydi. Elbette çocukların dünyasına dokunmanın büyülü yanı beni cezbederken, bu konudaki hassasiyetim, yazarken hep bana eşlik etti. Çocukluğumla ilgili anılar arasında masal kitaplarının rengârenk yaratıcı dünyası bende ayrıcalıklı bir yere sahipti. Artık bir yetişkin olarak bu oyunu yazıyor olsam da içimde muhafaza ettiğim bu dünya, masallar arasında gezmeye devam ediyordu. Oyuna adını veren Şekeronya bir diğer adıyla Masallar Ülkesi, benim büyümek istemediğim bir dünyaya referansta bulunuyor. Metafor olarak da görülebilecek bu ülkenin kapıları masal seven, okuyan herkese açık. ‘Kitapları sevin, kitap okuyun’ gibi sloganlaşmış didaktik ifadelerden özenle kaçındığımı itiraf etmeliyim. Göstermek istediğim burada böyle bir büyülü dünya var ve siz bu dünyaya masalları okuyarak, dinleyerek onları severek dâhil olabilirsiniz. Bu son tahlilde çocukların seçimine kalan bir tercih, bir dayatma söz konusu değil. Okuldan kaçan, kitaplarına sahip çıkmayan “Fırıldak” karakterinin, sonunda okuma yazma öğrenme hevesinin ne noktaya kadar başarılı olacağı sorusunun da cevabı net değil belki ama, kitaplarla dostluk kurarsa onu ne denli güzel bir dünyanın beklediği açık olarak gösteriliyor. Opera•Bale 14 Karakterleri çizerken de, yukarda değindiğim sorunsallar üzerinden, karakteri tek bir bakış açısıyla değerlendirme anlayışının altını oymaya çalıştım. Fırıldak hem yaramaz hem uslu, hem söz dinleyen hem dinlemeyen, hem akıllı hem saf, onunla kurduğumuz bağ kendi yanlışlarımızı sorgulama hakkını veriyor bize. Biraz daha iddialı söyleyecek olursam, yanlışlarımızı sevme hakkı veriyor bize. Hayatta yaptığımız yanlışlarla dost olmak onları sert yargılamaktan, onları görmezden gelmekten çok daha olumlayıcı sonuçlara yol açıyor. Çocuklara sezgisel olarak hissettirmek istediğim noktalardan biri de bu oldu. Çocukların en çok aşina olduğu “Kırmızı Başlıklı Kız” hikâyesi farklı bir bakış açısıyla sahnede yer alıyor. “Kötü Kurt” kavramının ters yüz edilmesi, “Tombiş” karakterinin Kırmızı Başlıklı Kız’ın büyükannesine götüreceği kekleri yemesi üzerine Kırmızı Başlıklı Kız’ın ne yapacağını şaşırıp masalın yeniden yazılması için Grimm Kardeşler’e danışılması, eserde masalın bir kurgu olduğunun, bir yazar tarafından kaleme alındığının altını çizerek esere çok boyutlu bir anlatım olanağı sağlıyor. Çocuk ruhunu müziğinde sonuna kadar muhafaza eden eserin bestecisi Murat Cem Orhan ile bu eserde bizi buluşturan – sanıyorum- ikimizin de çocukların dünyasına duyduğumuz saygı ve sonsuz sevgi. ”Şekeronya”nın dünya prömiyeri 2014 Aralık ayında Antalya Devlet Opera ve Balesi’nde gerçekleşti. Sahnelediği birbirinden nitelikli müzikli çocuk oyunlarıyla Antalyalı seyircilerin yakından tanıdığı eserin rejisörü Fatih Şanal’ın “Şekeronya”nın ayağa kalkıp canlanmasında emeği oldukça büyük. Müzikal çalışmalarını ilk günden itibaren büyük bir titizlik ve özveriyle yürüten Sait Karabulut aynı zamanda eserin orkestra şefliğini üstlenerek “Şekeronya”nın temelini oluşturan müzikal alt yapısının başarılı bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. Renkli ve yaratıcı kostümleriyle çocukları ilk andan itibaren etkisi altına almayı başaran kostüm tasarımcısı Zekiye Şimşek ile, iki ayrı dünyayı - gerçek ve masal dünyasını çocuklara yaşatan dekoruyla Ömer Gündüz, esere can veren isimler arasında yer alıyor. Karakterleri tüm boyutlarıyla canlandıran sanatçı arkadaşlarımızın “Şekeronya”yı çocuklara sevdirme konusundaki başarılı performanslarına en güzel yanıt sanıyorum minik izleyicilerimizin o küçük ellerinden geldi. Antalya Devlet Opera ve Balesi’nde benim de başından sonuna kadar provalarında bulunma şansına sahip olduğum “Şekeronya” eseri, çocuk kalmış dünyamıza bir kez daha bakma fırsatı bulup bunun tadını çıkardığımız bir ekip ruhuyla yapıldı. Kaynakça Schneider, Wolfgang, “Çocuklar İçin Tiyatro” Çev. Ayşe Selen, Mitos Boyut Yayınları, 2005, İstanbul, s.7 Prof. Dr. Nutku, Özdemir, “Oyun, Çocuk, Tiyatro” Özgür Yayınları, 2006, İstanbul, s. 145 15 Opera•Bale Aşk-ı Memnû, bir imparatorluk başkenti olan İstanbul’da, 19. asrın sonunda geçmektedir. Tanzimat’ın getirdiği sosyal-siyasal dönüşümün ve büyük çalkantıların bir arka plan oluşturduğu eserde, Adnan Bey ile ailesinin hikâyesi resmediliyor. İstanbul’un Anadolu yakasındaki zarif bir yalıda cereyan eden bu hadiseler toplamı, her ne kadar yalıdaki bütün karakterleri etkiliyor olsa da, Aşk-ı Memnû’da aslolan, Bihter’in trajedisidir. Bu noktadan bakıldığı vakit, “Bihter” ismi, (bambaşka hayatlar yaşamalarına ve aralarındaki büyük farklılıklara rağmen) Anna Karenina ve Madame Bovary’nin yanına yazılabilir. Opera•Bale 16 TARIK GÜNERSEL Büyük yazar Halid Ziya Uşaklıgil’in, 1899’da Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edildikten sonra, 1900 yılında kitap olarak basılan ve “ilk gerçek Türk romanı” olarak değerlendirilen ölümsüz eseri Aşk-ı Memnû’dan hareketle librettist Tarık Günersel’in yazmış olduğu libretto, romanın yayımlanışının yüzüncü yılında, yani 2000’de, kompozitör Selman Ada tarafından opera olarak bestelendi. Ada, bundan yaklaşık on yıl önce de yine Günersel ile işbirliği yaparak, komik operası Ali Baba & 40’ı yazmıştı. Ne var ki iki opera arasında her açıdan büyük farklılıklar göze çarpmaktadır. Bunlar arasında belki de en önemlisi, Ali Baba & 40’da gözlenen, zaman ve mekân üstü diyebileceğimiz oryantal (ama cihanşümûl) unsurların, Aşk-ı Memnû’da, yerini son derece açık bir tarihî ve içtimai çerçeveye bırakmış olması. HALİT ZİYA UŞAKLIGİL Bertan Rona Ne var ki Bihter ve onun özel hayatıyla ilgili olarak, librettoda, romanda bulunmayan çok önemli bir detay yer alır: Uşaklıgil’in romanının aksine, Günersel’in librettosunda, Bihter’in hamile kaldığını görüyoruz. Bu durum, opera diliyle işlenmek zorunda olan Bihter karakterinin içinde bulunduğu psikolojinin anlaşılabilmesi için vazgeçilmez önemdedir. Çünkü başka türlü, Bihter’i intihara sürükleyen (ve romanda sayfalar boyunca anlatma imkânına sahip olunan) ruh hâlini verebilmek mümkün değildir. Olay örgüsüne yapılmış bu ince ve çok anlamlı müdahalenin dışında, Günersel’in; Bihter’in intihar ettiği tabancayı, Adnan Bey’in maske yapma hobisini ve kitaplıktaki bir kitabın içinde yer alan şiiri ustaca birbirine bağlayarak etkileyici bir dramaturjik bütünlük oluşturduğunu söyleyebiliriz. Adnan Bey’in düğün esnasında tutuklanması ise hem oyuna tempo kazandırmakta, hem de Aşk-ı Memnû librettosuna, romanda hiç bulunmayan siyasal bir boyut eklemiş olmaktadır. Aşk-ı Memnû, şehir kültürü ve bilhassa İstanbul ile yoğrulmuş bir opera. İçerdiği müzik dili, oldukça rafine bir mimariyi, son derece incelmiş zevkleri ve en kibar bir muhiti anlatıyor. Eserin temelinde yer alan zarafet ve ışıltı, partisyonun her sayfasında kendini göstermektedir. Müzik, bizatihi o çevrenin bir ferdiymişçesine hayat bulmakta, Segâh Evlenme Âyini ve Yine Bir Gülnihâl gibi parçalarda büyük bir incelikle dönemin ruhunu tasvir etmektedir. Ne var ki bu durum, opera sanatının konvansiyonel dilinden taviz verildiği anlamına gelmez. Aşk-ı Memnû; reçitativoları, aryaları, ansambl ve korolarıyla opera formunun bütün gereklerini yerine getirir. Öyle ki, karşımızda, İtalyan operası stilinde, ama bize her yönüyle çok tanıdık gelen bir eser bulunmaktadır. Aşk-ı Memnû’yu olağanüstü kılan yönlerin başında, işte bu mükemmel sentez vardır. İnce armonileri, (yer yer kullanılan) çok başarılı kontrpuan dili, etkili orkestrasyonu ve kusursuz prozodisinin ötesinde, Aşk-ı Memnû, mükemmel şan partileri ile dikkat çeker. Eserde yer alan on dört arya; koloratürden şantan basa, lirik soprano ve tenordan subrete kadar insan sesinin bütün imkânlarını değerlendirir. Şarkıcılar tarafından tiyatro sahnesi dışında konser salonlarında da sıklıkla seslendirilen bu aryalar, operayı opera yapan şeyin arya olduğunun birer kanıtı gibidirler. Bunun yanısıra, eserde ansambller ve koro parçaları da ihmal edilmemiştir. Yazılmış ilk 12/8’lik kanto ve sadece kadın seslerini içeren ilk kentet, Aşk-ı Memnû’yu ayrıcalıklı kılan müzikal buluşlar arasında gösterilebilir. Aşk-ı Memnû, bir imparatorluk başkenti olan İstanbul’da, 19. asrın sonunda geçmektedir. Tanzimat’ın getirdiği sosyalsiyasal dönüşümün ve büyük çalkantıların bir arka plan oluşturduğu eserde, Adnan Bey ile ailesinin hikâyesi resmediliyor. İstanbul’un Anadolu yakasındaki zarif bir yalıda cereyan eden bu hadiseler toplamı, her ne kadar yalıdaki bütün karakterleri etkiliyor olsa da, Aşk-ı Memnû’da aslolan, Bihter’in trajedisidir. Bu noktadan bakıldığı vakit, “Bihter” ismi, (bambaşka hayatlar yaşamalarına ve aralarındaki büyük farklılıklara rağmen) Anna Karenina ve Madame Bovary’nin yanına yazılabilir. Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin, 2015-2016 sanat sezonunun ilk opera prömiyeri olarak 7 Kasım 2015 tarihinde ve gala olarak 9 Kasım’da sahneldiği Aşk-ı Memnû, daha önce Mersin (2003), İstanbul (2003), Ankara (2007), İzmir (2009) ve Antalya’da (2011) seyircisiyle buluşmuştu. Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin yeni yapımı, eserin altıncı prodüksiyonu olarak karşımıza çıkıyor. Samsun’un yanısıra İstanbul, Ankara, İzmir ve Mersin’den son derece önemli şarkıcı ve sanatçıları bir araya getiren bu prodüksiyonda rejisör olarak Bertan Rona, orkestra şefi olarak ise Lorenzo Castriota Skanderbeg isimlerini görüyoruz. Eserin sezon içindeki diğer sahnelenmelerinde Samsun Devlet Opera ve Balesi’nin salonunu dolduracak olan bütün sanatseverlere iyi seyirler dileriz. 17 Opera•Bale Öykü: Fazıl Tütüner [email protected] K Kaldığım huzurevinde yaşamım rahat ve kolay geçiyordu. İyi bakılıyordum. Fakat saatler ve günler birbirinin aynı gibi gelmeye başlamıştı. Diğer günlerden değişik olabilecek bir günü iple çeker gibi beklemek istiyor, bunun için yaşamımda ne gibi bir değişiklik yapabileceğimi bulamıyordum. Odamın geniş, çift camlı penceresinden, içinde kauçuk, akasya, çam ağaçları ve gül fidanları olan bahçeye ve karşı tepelerdeki portakal bahçelerine bakarak, içine iyice göçmüş turuncu koltuğuma oturuyor, tüm gün müzik yayını yapan yabancı kanaldan müzik dinliyor, yemek saatlerinde alt kata yemekhaneye iniyor, yemek sonraları ortak dinlenme salonunda kahve içerken günlük gazeteleri okuyor, ileri yaştakilerle birkaç sohbet ediyor, onlarla zorunlu olarak ağrılarını ve hekimlerle yaptıkları konuşmaları, hangi hapları aldıklarını dinliyor; akşamları ortak salonda değil de, odamda, ülkede gittikçe artan şiddetle ilgili haberleri televizyonda seyrediyor, arada bir Fransız filmi yakaladığım zaman seviniyor, güneş batarken bastonumla bahçede konsolos çiçekleri, hanım elleri, begonviller arasında kısa yürüyüşler yapıyor, geride kalan uzun hayatımı gözümün önünden geçiriyordum. Yaptıklarımdan bir yakınmam yoktu, yaptıklarımdan keyif alıyor, haplarımı aksatmıyor, ölümcül bir hastalığa yakalanmamış olmaktan hayata müteşekkir kalıyordum. Tek sorun, zamanın günlük akışında gerçekleştirebildiğim küçük değişiklikler veya sakinlerden birinin hastaneye kaldırılması veya ölümü dışında, söylediğim gibi, her günün aynı olması idi. Sıkışık kaldırımlarında rahat yürüyemeyeceğim, gürültüsüne dayanamayacağım şehrin kargaşası beni çekmiyordu. Kaldırımlarda ve caddelerde sık rastladığım çukurlara düşmekten, düşersem yanımda beni kaldıracak kimsenin olmayacağından, (sağ Opera•Bale 18 kolum pek tutmuyordu çünkü), bir arabanın bana çarpmasından ürküyor, şehre uzun zamandır inmiyordum. Bir gün, birkaç yıldır her sabah odamı temizlemeye gelen, şehirden gelirken küçük siparişlerimi getiren yurt görevlisi hanıma, küçük bir sohbete fırsat yaratmak için, aykırı ve tuhaf kaçacağını da bilerek, neşeli - istemesem de biraz kibirli; ”sen hiç operaya gittin mi” dedim. Alınabilirdi, kızabilirdi, üzülebilirdi. Yanıt verme yerine neşeli bir kahkaha attı. O binanın içine bir kez olsun adımını atmamış olduğundan emindim. Çevresinde de büyük olasılıkla kimse gitmemişti. Bir davet bile almış olsa yaşamında, “uygun giysim yok, insanlar bana bakıp gülerler, uygun düşmem, sıkılırım, ben anlamam” diyerek olumsuz yanıt vermiştir kesinlikle. Üç çocuğundan ikisini yetiştirmiş, evlendirmişti. Küçük kızıyla birlikte, kendilerini yıllarca önce terk ettiği eşinden ayrı yaşıyordu. “Seni bir gün operaya götüreyim” dedim. “Be ne anlarım operadan, götüreceksen kızımı götür” dedi. “Seni götüreyim, düşecek gibi olursam, beni tutarsın” dedim. “Ayşe’yi götür, artık büyüdü, tutar seni, ben götüremedim onu bir yere, sinemaya bile, arkadaşlarıyla gitti birkaç kez, bir yere gitmiş olur böylece” yanıtını aldım. Haftalar geçti. Bir zamanlar denizi ve ufku balkonunda birlikte seyrettiğimiz, ay yükselirken denizde, müziği konuştuğumuz, benden bir opera derneği kurmamı isteyen, yıllar önce denizi ve kıyıdaki evini bırakıp şu karşıdaki mor dağların ardına göçen dostum besteci Selman Ada’nın “Ali Baba ve Kırk Haramiler” operasının şehirde sahneye konacağını okudum. Yurdun yönetimine iki bilet aldırttım. tanıştırdım, ilk kez geldiğini söyledim. Aslı Hanım “artık bundan sonra bekleriz sık sık seni, yeni seyircimiz” dedi. Huzur evine arada bir hizmet veren taksi şoförü Mustafa, o gün önce Ayşe’yi evinden aldı, sonra gelip beni aldılar. Zoraki gülümseyen, ürkek, bakışlarını kaçıran, çok az konuşan bir kızdı Ayşe. Annesi kendi rengârenk giyimine göstermediği özeni, kızının giyimine göstermişti. Belki de yeni bir şeyler satın almıştı kızına o gün için. Bastonumu arabaya yerleştirmeme yardım etti. Ayşe’yi bırakmadan evine, çorba içtik akşam serinliğinde. Onu bırakırken annesi balkondan el salladı. Ayşe teşekkür etti ayrılırken, bu akşam daha önce yaşamadıklarını yaşadığını söyledi, elimi sıktı, tekrar operaya gitmeyi özleyeceğini söyledi. Yeni arkadaşımla yeni bir temsili, bir konseri iple çekeceğimi düşünerek, haramibaşının aryasını mırıldanarak uyudum o akşam. Uzun zamandır tadını özlediğim kara orman vişnesi pastasını, bol sütlü kahve eşliğinde yiyebileceğimiz pastanenin bahçesinde, büyük yapraklı kocaman kauçuk ağacının altında, rahat yumuşak koltuklarda oturduk. Ahşap sandalyelerde belim ağrıyordu çünkü. “Bak Ayşe, bunun adı neden kara orman vişne pastası biliyor musun, çünkü Almanya’da kara orman var, oranın vişnesi çok lezzetli, bu pastanın özgün adı “Schwarzwalderkirschtorte.” Kara ormanları bildiğini, hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın askerlerinin o ormanın içlerine kadar ilerleyebildiğini okuduğunu söyledi. “ Kitap okuyorsun demek ki, kitapçıya da gidelim o zaman. Bir Türk bestecinin operasını izleyeceğiz bugün, teşekkür ederim geldiğin için, bakarsın hoşuna gider. Türk bestecileri ile ilgili bir kitap alalım mı sana, ne dersin?” Ben oturdum kitapçıda rahatsız bir iskemleye. Kitapçı uzun süredir gelmediğimi söyledi. “Küçük hanım arkadaşlığımı kabul ederse, arada bir gelirim belki.” Ayşe’nin dolaşmasını, kitapları karıştırmasını istedim. Aradığımız kitabı buldu. 0 Ayşe seyircileri, oyuncuları, orkestrayı izliyor, iyice açılmış gözleriyle şaşırıyordu. Hem sahneyi hem Ayşe’yi izliyordum yan gözle onu rahatsız etmemeye çalışarak. Ayşe sıkılmadı, bazı anlar gülümsediğini, bazı anlar iç çektiğini, bazı anlar bir temsilde olduğunu unuttuğunu ve bol bol alkışladığını gözlemledim. En çok haramibaşının “Asla! Asla! Asla! Unutmam” aryasından etkilendiğini hissettim. Son yıllarda pek gelemesem de yeni sanatçılar dışında tanıdığım sanatçılar vardı sahnede. Yeni şef Lorenzo İtalyan’mış. Bestecisi dostum Selman Ada’yı ve senelerce öncesini andım sık sık eseri dinlerken. Çıkışta opera müdürü Aslı Hanım, artık pek gelmediğim için sitemde bulundu. Çok yaşlandığımı, yeni arkadaşım eşlik ederse arada bir geleceğimi söyledim. Ayşe’yi Cumartesi akşamlarını iple çekiyordum artık. Ayşe ile programım vardı çünkü. Hafta içinde huzurevinde geçirdiğim zaman sanki daha huzurlu ve daha mutlu idi. Okuduğum yazılar, yaptığım telefon konuşmaları arttı. Aynı binayı paylaştığım insanlara anlattıklarım fazlalaştı. Onlar Cumartesi izlenimlerimi anlatmamı bekliyorlardı Pazar günü kahvaltılarında. Bir hafta boyunca Cumartesini anlatıyordum onlara, ağrılarını unutuyorlardı bu arada. Aylar sonra Cumartesi programını üzülerek iptal etmeye başladım, temsillerde uzun süre koltukta oturunca belim ve sırtım çok ağrıyor ve dayanamıyordum. Bir kez, ikinci perdeyi izleyemeden ayrıldık arada. Ayşe’nin annesinden istedim aynı programı uygulamasını. Harcadıkları parayı pazartesi annesine veriyordum. Her hafta Ayşe’ye istediği bir kitabı almak da programın parçasıydı. Zaman ilerledi. Hemen hemen yurtta herkeste olduğu gibi beni de hastaneye kaldırdılar. Ayşe beni ziyaret ediyor, gelirken bir dilim kara orman vişne pastası getiriyor, okuduğu kitabı anlatıyordu. Getirdiği pastayı artık yiyemiyor, Ayşe’ye “sonra yiyeceğim” diyor, o gittikten sonra hemşirelere veriyordum. Yaşayacak fazla zamanım kalmadığını hissediyordum. Hastaneye noterin gelmesini istedim. Şehirdeki evimi Ayşe’ye bıraktığımı kayıt altına aldırdım. Ayşe geldiğinde aldığı Mozart kitabını gösterdi. Cumartesi izledikleri Sihirli Flüt operasını anlatmaya başladı. Sahneler gözümün önünden geçmeye başladı, gençliğim, çocukluğum, aryalar, tınılar… Sağ elimin işaret parmağını dudaklarıma götürdüm. Ayşe sustu, çekmeceyi işaret ettim. “Zarf ” dedim. “O zarf senin, sana teşekkür ediyorum.” Ayşe’nin gözlerinden yaşlar gelmeye başladı. Kısık sesle: “Ağlamak yok, sihirli bir hayat seni bekliyor, bak ben ağlıyor muyum” dedim. 19 Opera•Bale “Nero’dan bu yana en tehlikeli müzisyen.” Prof. P.Schickele Müzik Tarihinin En Önemsiz Bestecisi P.D.Q. Bach Aytuğ Ülgen Orkestra Şefi, Müzikolog Opera•Bale 20 P.D.Q. Bach J.S.Bach’ın en son çocuğundan sonra doğan çocuğu P.D.Q. Bach’ı bu kadar geç tanıdığım için kendimi biraz talihsiz hissediyorum. Hiç kimse yıllar sonra benim gibi yakınmasın diye sizlerle paylaşmaya karar verdim. İşte size eşsiz bir özgeçmiş 5 Mayıs 1807 tarihinde Leipzig’de, Anna Magdalena Bach ve Johann Sebastian Bach’ın sayısız çocuklarından gerçekten sayısız olanı olarak dünyaya gelmiş ve Bach aile ağacının en ince dalı olarak kalmıştır. Bach ailesinin diğer üyelerinin tersine hiçbir zaman kraliyet veya soylular arasında rağbet görmeyen P.D.Q. Bach için, ailesi tarafından yapılan “müzik sanatının güzel yüzündeki sivilce” tanımı kuşkusuz bu genç besteciyi sanat hayatının ilk yıllarında derinden etkilemiştir. Hatta aile daha da ileri giderek bu son çocuğun gayri meşru doğmuş bir sahtekâr olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir. P.D.Q. Bach uzmanı olarak dünya çapında bir şöhrete sahip olan müzikolog Prof. Peter Schickele’ye göre Johann Sebastian, oğluna gerçek bir isim bile vermek istememiş ve sırf bu nedenle hiçbir anlamı olmayan P.D.Q. kısaltmasını uygun bulmuştur. Prof. Schickele’nin daha sonraki inceleme ve etimolojik çalışmaları bu kısaltmanın, ailenin diğer üyelerinden geri kalmasın diye baba Bach tarafından gelişigüzel seçilen bir isim değil “pretty damn quick” yani Türkçe’ye “lanet olası hızda” şeklinde çevrilebilecek bir tanımın ilk harflerinden meydana gelen bir kısaltma olduğunu ortaya çıkartmıştır. Ünlü babası Johann Sebastian Bach’ın ne müzik alanında ne de bir başka konuda kendisine hiçbir şey öğretmediğini söyleyen P.D.Q.Bach’ın sözlerinin doğruluğuna inanmak için fazla kanıta gerek yok. Bütün bunlara bir başkaldırı olarak 1770 yılına kadar hiç beste yapmayan tarihin bu en önemsiz bestecisi 30’lu yaşlarına gelip de herhangi bir baltaya sap olamadığını gördüğünde yapabileceği en kolay şeyin ismini kullanarak kendisini bu karanlıktan kurtaracak müzikler bestelemek olduğunu fark etti. Böylece bir besteci olarak yaratıcı hayatının ilk kısmı başlamış oldu. Fırlama Dönemi Bu dönem Prof. Peter Schickele’nin Theodore Presser Company adlı yayın ajansına elinin altında bir dosyayla gitmesiyle başlar. Prof. Schickele odada bir yandan ileri geri hızla yürüyerek yayıncının kafasını karıştırırken diğer yandan elinde tuttuğu ve üzeri kahve lekeleriyle dolu notaları havada sallıyor, heyecan içerisinde bağırıyor ve büyük besteci Johann Sebastian Bach ile bir şekilde bağlantısı olduğunu sandığı bir adamın notalarını gün yüzüne çıkarttığını söylüyordu. Bu eser gibi onlarcası sadece birkaç yıl içerisinde tamamen keşfedilerek basıldığında P.D.Q.Bach’ın “Fırlama Dönemi” yapıtları tamamen bulunmuş olacaktı. Missa Hilarius adlı eserinin seslendirilmesi ardından kilise tarafından aforoz edilmiş ve hemen Wein-am-Rhein şatosunda yaşayan Prens Fred’in himayesi altına girmiştir. Bu dönemde edindiği arkadaşlar arasında Jonathan "Boozey" Hawkes ve Tom Collins gibi şahsiyetler vardır. 21 Opera•Bale Pişmanlık Dönemi Elindeki eski bir ilacın patentini aldıktan sonra oturduğu yerde kazandığı büyük paralarla son derece varlıklı bir adam olarak adım attığı bu son dönemi yine çalıntı eserlerle dolu olmasına karşın müzik tarihinde kalıcı izler bırakan dostluklar kurmuştur. Ölümünden 14 yıl önce, 1756 yılında kendisine büyük sevinçle bir oğlu olduğunu bildiren Leopold Mozart’ı ilk kutlayanlardan biri olmuş ve küçük Wolfgang Amadeus’a bilardo oynamayı öğretmesini tavsiye etmiştir. Çok uzaktan kuzeni olan L. S. D. Bach yani Leonhard Sigismund Dietrich Bach’ı ziyaret etmek için gittiği St. Petersburg’da oldukça neşeli vakit geçirmiş burada tanıştığı L.S.D. Bach’ın kızı Betty Sue ile evlenerek ülkesine geri dönmüştür. Popüler bir halk sanatçısı olmaktan hep uzak durmaya gayret ettiği halde müziği kendisinden daha ünlü olan P.D.Q. Bach birçok kaynakta Beethoven’in sağırlığına neden olmakla suçlanır. Beethoven’in kayıp not defterlerine yazdığı sanılan notlara göre artık iyice yaşlanan Beethoven, P.D.Q. Bach’ı her gördüğünde ne onu ne de müziğini duymamak için kulağına kahve çekirdekleri soktuğu için işitme yetisini yavaş yavaş kaybetmiştir. Pişmanlık dönemi boyunca 17 tane albüm yapmış, New York’ta kendi müziğine ayrılan yıllık konser dizilerine başlamıştır. Barok, klasik, romantizm ve empresyonizm gibi hemen her tür stilde dikiş tutturmaya çalışan besteci boogie, country, hip-hop ve rap gibi stilleri de denemiştir. Eserleri çoğunlukla yiyecek dolabı, kahve makinesi, kurşun geçirmez yelek ve mayın tarlası gibi yerlerde keşfedilen P.D.Q. Bach, akla gelen bütün çalgılar için yazdığı eserlerin yanı sıra, akla gelmeyen, örneğin bisiklet ve balon gibi çalgılar için de yazdığı birçok eseri bulunan son derece üretken ve çağının oldukça ilerisinde bir besteci olarak 1 Nisan 1742 tarihinde Baden-Baden-Baden’de ölmüştür. Salamura Dönemi Yaratıcı hayatının en uzun süreci olan “Salamura Dönemi” boyunca kontrpuan hatlarının aşırılığı ve çift görme rahatsızlığı nedeniyle yanlışlıkla oluşan muazzam armonik zenginliği dikkat çekicidir. Özellikle Haydn ve Mozart’ın müziklerini özümsediği bu dönemde J.S.Bach’tan Çaykovski’ye kadar hemen her besteciden aşırdığı tema, motif, bölüm ya da bir bütün halindeki yapıtlar P.D.Q. Bach için birçok söylentinin çıkmasına neden olur. “Eserlerindeki orijinal kısımların yalnızca neyi nerden çaldığını unuttuğu kısımlar” olduğu söylentisi de bu dönemde ortaya çıkan söylentilerden biridir. Kendisiyle aynı dönemde yaşayan sanatçı ve özellikle de bestecilerin özgeçmişlerinde sık sık görmeye alışkın olduğumuz şarap, kadınlar ve eğlence üçlemesi P.D.Q. Bach’ın hayatını neredeyse tamamen özetler. Salamura Dönemi’ne damga vuran en belirgin özelliklerden sayılan eşsiz taşkınlıklar bu dönemin sonuna doğru giderek azalır ve giderek yaşlanan besteci için daha münzevi ve rahat bir hayatın kapıları aralanır. S.999999 Eko Sonatı ve S.-2 Gross Konçerto bu dönemin önemli eserleri arasındadır*. Opera•Bale 22 Prof. Schickele P.D.Q. Bach’ı tanımlarken “Johann Christian’ın orijinalitesi, Carl Philipp Emanuel’in gururu, Johann Christoph Friedrich’in anlaşılmazlığına sahip” diyor ve ekliyor: “Ama en belirgin özelliği manic-plagiarism’dir.” Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama P.D.Q. Bach 1807’de doğmuş, bütün hayatını gerisingeri yaşayarak 1742’de ölmüştür. Tarihlerde hiçbir yanlışlık yok. Aslında Prof. Schickele’nin Theodore Presser Company’nin kapısını çalıp içeride bir fırtına estirdiği gün elinde tuttuğu notalar az önce kendisinin yazıp bitirdiği ve besteci P.D.Q. Bach olarak imzaladığı Gross Concerto’dan başka bir şey değildir. Yıllar sonra Theodore Presser Company o günü hatırlarken “aslında bütün bu karmaşa içerisinde net olarak duyduğumuz tek şey Johann Sebastian Bach’ın ismiydi ve bu nadide eser gibi onlarcasının ‘keşfedilmek’ üzere yolda olduğunun farkında değildik” diyecekti. * Handel’in HWV, J.S.Bach’ın BWV, Mozart’ın K. veya Kv. gibi harflerle sıraya dizilen eserlerindeki bu harfler katalogları hazırlayan müzikologların isimlerinin ilk harfidir. P.D.Q. Bach’ın eserlerini kataloglayan müzikolog Prof. Schickele de bu eserleri sıralarken “S.” kısaltmasını kullanmıştır. a te d eğer liste bazı si şö eserl yle: erini n Dikk -2 0 1/5 1 1a-1b 1+1 1 1/2 tsp. 3 3.1415926 gibi 4F 5-telli 7 8' 8va 13 13’le 14 arası 14 32' 36EE 39 50% indirim Gross Concerto Schleptet Royal Firewater Musick (Orijinal ve Dudeldorf edisyonu ) Variations on an Unusually Simple-Minded Theme Suite No. 1-2 for Cello All By Its Lonesome Şimdiye Kadar Keman ve Tuba İçin Yazılmış Tek Müzik "The Seasonings" Orotoryosu Ring Sonata da Circo (Circus Sonata) Kilise orgu ya da herhangi birşey için. The Short-Tempered Clavier, Gerçekten Zor Olanlar Hariç Bütün Majör ve Minör Tonlarda Prelüd ve Fügler The Civilian Barber (Sivil Berberi) Blaues Gras (Bluegrass Cantatı) The Magic Bassoon (Tragicommodity in One Act) Sihirli Fagot (Bir Bölümlü Trajikürün) Concerto for Bassoon vs. Orchestra (Orkestraya Karşı Fagot Konçertosu) Piccola Sonatı A Little Nightmare Music (Opera in One Irrevocable Act) Bir Küçük Kabus Müziği (Geri Dönülemez Bir Bölümlü) Notebook for Betty-Sue Bach Goldbrick Variations Lip my Reeds (Prelude and Fugue for Four Bassoons) Erotica Variations Six Contrary Dances The Musical Sacrifice Fuga Meshuga, Choral Prelude "Da kommit ja der Schurke” The Grossest Fugue * Bold italik yazılan rakamlar Schickele numaralarıdır. Türkçe’ye çevrildiğinde anlamını yitiren dil oyunları ya da atıfları olan başlıklar olduğu gibi bırakılmıştır. 88 96th St. 150 384, 492 440 888 1001 1227 1712 999999 2n-1 e = mt2 N2O Concerto for Piano vs. Orchestra (Orkestraya Karşı Piyano Konçertosu) Classical Rap Oedipus Tex (Dramatik Orotoryo) The Abduction of Figaro (Figaro’nun Kaçırılması) Sonata for Viola Four Hands (Dört El için Viyola Sonatı) Sonata Abassoonata Fantasieshtick for Piano and Orchestra Overture to "La Clemenza di Genghis Khan" 1712 Sahiden Büyük Orkestra için Uvertür Echo Sonata for Two Unfriendly Groups of Instruments Hansel ve Gretel ve Ted ve Alice Einstein on the Fritz, Opera Yalnızca Prelüd’ü keşfedilmiştir Missa Hilarious HE N Ü Z KE ŞF E DİL MEMİŞ A MA KE ŞF E DİL MEK Ü ZE RE O L A N E SE RL E RİND EN BA ZIL A RI - Eine Kleine Nichtmusik - Academic Frustration Overture - Deformation Symphony - Symphony in B# Major ("Pathetic") - "Moonshine" Sonata - The Ring of Sprites (şüpheli) 23 Opera•Bale Profesör Peter Schickele Buraya kadar sizlere tanıtmaya çalıştığım sıra dışı besteci P.D.Q. Bach aslında bir besteci, müzikolog, müzisyen, eğitmen, yazar ve büyük bir hiciv ustası olan Prof. Peter Schickele’nin yarattığı, öldürdüğü ve ölümünden sonra da keşfetmeye devam ettiği hayali bir kişilikten başka birşey değil. Geçmişten günümüze kadar birçok besteciyi hicveden Prof. Schickele bu amaçla yarattığı P.D.Q. Bach karakteri ile özdeşleşmiş ve çok yönlü uğraşıları ile günümüzün Rönesans adamlarından biri. Yaptığı şey kolay görünüyor olsa da, gerçekten büyük bir titizlik ve üzerinde uzun zaman harcanarak hazırlandığı hemen fark edilen gerek alıntılı eserler, gerekse P.D.Q. Bach adı ile yarattığı özgün eserler Prof. Schickele’nin bu şakayı ne kadar ciddiye aldığını gösteriyor ve bizleri sadece basit bir şakayla baş başa bırakmayıp görünenin ardındaki gerçeği keşfetmeye de çağırıyor. Dinlediği, sevdiği bestecilerin hassas noktalarını keşfetmek isteyen, tarihin önemli bestecilerini aslında neyin “önemli” yaptığının farkına varmak isteyen, çok abartılmış ya da yeterince dikkat edilmemiş bestecilerin eserlerinde aslında var olduğu halde sıradan bir dinleyicinin dikkatinden kolaylıkla kaçabilecek ilginç saptamaları gerçek bir hiciv ustasının gözünden görmek isteyen ve 300 yıllık Batı müziğine bu açılardan hiç bakmamış olanlar için Prof. Peter Schickele’nin yaptığı şey göründüğünden daha büyük bir ciddiyet ve samimiyetle ele alınmayı gerektiriyor. Opera•Bale 24 Çok ince müzikal şakalarla örülü olan eserleri, amatör müzikseverler için olduğu kadar profesyonel müzisyenler için de keşfedilmeye değer sürprizlerle dolu bir besteci Schickele. Örneğin son eserlerinden biri olan Prelude to Einstein on the Fritz, Philip Glass’ın Einstein on the Beach adlı operasına yapılan bir göndermedir. Eserin iskeletini oluşturan müzik J.S.Bach’ın Well-Tempered Clavier’inin ilk prelüdüdür, ancak her cümle Glass ile dalga geçen minimalist bir yaklaşımla bitmek tükenmek bilmeksizin tekrarlanır durur. P.D.Q.Bach’ın müziğindeki mizah, çoğunlukla dinleyicinin beklentilerine uyulmamasından kaynaklanır. Bunlar çoğu zaman bir tema ya da motifin alışılmış olandan daha çok tekrar edilmesi, normalden daha geç çözülmeler, beklenmedik ya da sıra dışı ton değiştirmeler veya “yüksek sanattan” “alçak sanata” ani geçişler şeklinde gerçekleşir*. kimse kimsenin emeğini gasp etmez. Böyle birinin doktor, doçent, profesör, müdür gibi unvanlarla onurlandırıldığını bir düşünsenize. Bu gerçekten çok ayıp olur. Bu tür ayıplar Türkiye’de asla olmaz. Olsa olsa Prof. Schickele’nin ülkesinde olur. * Özellikle besteci ve müzikologlar ile nota okumaya ilgisi olanların incelediğinde ilginç ve eğlenceli bulacağını sandığım bir analizi bu yazının sonuna ekliyorum. 1935 yılında Iowa’da doğan Schickele, Washington D.C. ve Kuzey Dakota’da büyümüş Sigvald Thompson ile müzik çalışmış. Swarthmore Koleji’nden müzik diplomasıyla mezun olan ilk ve tek öğrenci olarak Julliard Müzik Okulu’na girerek bestecilik eğitimi almış, bir yandan da çeşitli orkestralarda fagot çalmış. Kariyerine son derece üretken bir yaratıcı olarak devam eden Schickele bugüne kadar 100’e yakın senfonik eser yazmış, eserleri aralarında New York Filarmoni Orkestrası’nın da bulunduğu Amerika’nın en önde gelen orkestra ve toplulukları tarafından icra edilmiş. Bunların yanı sıra film müziği, halk ve popüler müzik gibi türlerde de yaratıları olmuş. Bu uğraşılarının sağladığı sayısız ödül arasında belki de en dikkat çekici olanları kazandığı beş Grammy Ödülü. Ayrıca P.D.Q. Bach eserlerinin kayıtlarından oluşan şimdilik 17 tane CD ve elbette bu CD’ler için verilen ödülleri de var. Ülkemizde hiç tanınmadığından emin olduğum bu bestecinin kısa süre içerisinde ve büyük bir hızla özellikle akademik müzik camiamızın bazı karanlık koridorlarında ilgi göreceğinden kuşkum yok. Akademik ve sanatsal çalıntı, aşırma, kaynak göstermeksizin kullanma gibi davranışlar, davranışın sahibine dünyanın her yerinde ve hemen her kurumunda çok şiddetli cezalar verilmesine neden olur. Ülkemizde böyle bir şey asla olmaz çünkü hiç kimse böyle ahlaksızca şeyler yapmaz. Mesela bir eğitmen öğrencisine makaleler yazdırıp altına kendi adını koyduktan sonra yayınlamaz, başkalarının fikirlerini, projelerini kendisine aitmiş gibi sunmaz, Prof. Schickele ve P.D.Q.Bach’a ilişkin bilgiler için aşağıdaki kaynaklardan yararlanılmıştır: SCHICKELE, Peter. “Definitive Biography of P.D.Q.Bach”, New York, Random House, 1977. http://www.schickele.com Bu yazı Haziran 2008 tarihli Sevda Cenap And vakfı Müzik Dosyası'nda yayınlanmış olup yazarın izniyle dergimizde yayınlanmaktadır. 25 Opera•Bale HUR REM SULTAN BA LES İ ve O YT UN TUR FAN DA (1947 - 2001) 1948 yılında İstanbul Yeşilköy’de ilk Türk Bale okulunu açan, ulusal balemizin gelişmesi adına ilgisini ve katkısını kesintisiz sürdüren, Türk Ulusal Balesi’nin kurucusu Dame Ninette de Valois, yıllar boyunca koreografi alanında yetenekli ve istekli dansçıları destekledi. Bu çalışmalar bir perdelik eserler ile başlamıştı. Sait Sökmen’in Maurice Ravel’in Yaylı Çalgılar Dörtlüsü üzerine kurguladığı koreografisi ile “ÇARK” (1968), bir Türk koreograf tarafından sahnelenen ilk Türk Bale eseri olurken, Duygu Aykal’ın “ÇOĞUL” (1973 - Beste: Cengiz Tanç) adlı eseri ve Oytun Turfanda’nın koreografisi ile “PEMBE KADIN” (1974 - Beste: Necil Kazım Akses) baleleri ilk örneklerdi. Opera•Bale 26 Hürrem Sultan- Rengin Taş - Oytun Turfanda Rengin Taş-Oytun Turfanda-Deniz Olgay OYTUN TURFANDA Deniz Olgay Yamanus Gülbahar - Deniz Olgay Yamanus İLK İKİ PERDELİK ÖZGÜN TÜRK BALESİ Bale sanat tarihimizde İLK iki perdelik “Hurrem Sultan” balesi (Beste: Nevit Kodallı), 1977 yılında, Ankara Devlet Opera ve Balesi’nde, Türk balesine damga vurmuş dansçı, koreograf Oytun Turfanda tarafından yaratıldı. Koreografı, dramaturgu, kompozitörü, dekor ve kostüm kreatörü Türk olan bu eser, folklorik dans adımlarının klasik bale formlarıyla ustalıkla bütünleştirilmesi ile de önem taşımaktadır. Bu özelliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun, Kanuni Sultan Süleyman’ın yönetiminde huzur ve refah dolu günler geçirdiğini anlatan, birinci perdenin son tablosunda görülür. Osmanlı sarayının en zeki, en entrikacı kadını olan Hurrem Sultan, 46 yıl iktidar olmuş, sınırları her yıl biraz daha genişleyen imparatorluğa hükmetmiş Kanuni Sultan Süleyman’ın nikâhlı eşiydi. Kanuni’nin ilk eşi Gülbahar’dan olan oğlu Şehzade Mustafa’yı öldürtmesine neden olacak entrikalar çeviren Hurrem Sultan’ın yaşamı, yazarlara, ressamlara ilham vermişti. Bu aşkölüm-entrika dolu yaşam öyküsünden etkilenen sanatçı, Hurrem Sultan’ı bale eseri olarak sahnelemeye karar vermişti. Koreograf Oytun Turfanda’nın yansıtmak istediği duygusal atmosferi göz önünde bulunduran, dönemin büyük Türk bestecilerinden Nevit Kodallı, bir İLK olan, son derece ender bir yaklaşımı da ortaya koyarak, Koreograf - Kompozitör dayanışmasının en değerli örneklerinden birine imza atmıştı. Çalışmaları 3 yılı aşkın bir zamanda gerçekleştirilen müzik, dramaturgiye uygun olarak bizden olan ezgileri ve ruhu taşımaktadır. “Hurrem Sultan gerek amaç, gerek form olarak belirli bir Türk konusu üzerine tasarlandı ve yazıldı, bu nedenle bale tarihimizde ayrı bir yeri, özelliği ve önemi vardır” diyen Nevit Kodallı, Türk bestecilerinin bale için özel olarak besteleyecekleri yapıtlarla, ulusal Türk balesinin gelişeceğine inandığını söylemişti. Hurrem Sultan balesinde Kanuni’nin yaşamının önemli bölümleri tablolar halinde anlatılır. Eser, tablo değişimlerinin aralıksız olması nedeniyle de ayrı bir özellik taşımaktadır. Konu, oldukça güçlü bir dramatik çatıyı içerir. 27 Opera•Bale Birinci Perde 1. TABLO: Valide Sultan, küçük Şehzade Mustafa ve annesi Gülbahar, tahta geçen Sultan Süleyman’ı kutlarlar. 2. TABLO: Valide Sultan’ın, oğlu için seçtiği cariye, Güleryüz anlamına gelen Hurrem’dir. Haseki Sultan olma ümitlerinin tehlikeye gireceğini sezen Gülbahar üzüntülüdür. 3.TABLO: Kanuni, ilk kez gözlerine bakmaya cesaret eden yeni odalığından etkilenmiştir. Büyük adam, aşkıyla büyüyen Hurrem’i yaratır. 4. TABLO: Kenara itilmiş olan Gülbahar, oğlu Mustafa ile avunmaktadır. 5. TABLO: Muhteşem Kanuni Sultan Süleyman. 6. TABLO: Halk dirlik ve düzenin mutluluğunu yaşamaktadır. İkinci Perde 1.TABLO: Şehzade Mustafa Manisa valiliğine atanır. 2.TABLO: Hurrem, oğullarının ve kendisinin geleceğinden duyduğu endişe ile çeşitli entrikalara girişir. Rüstem Paşa’yı kullanmaktadır. 3.TABLO: Düzmece bir belgeye inanan Kanuni Sultan Süleyman, oğlunu cellâtlara teslim eder. 4.TABLO: Oğlunu yitiren Gülbahar, sonsuz acılar içindedir. 5. TABLO: Dünya ülkeleri tarafından saygıyla karşılanan Kanuni de her insan gibi sevgileri, tutkularıyla yaşamaktadır. Ulusaldan evrensele taşınmış olan Hurrem Sultan balesi tam da Madam’ın istediği gibi her yönüyle Türk eseriydi. 38 yıl önce Opera•Bale 28 Dünya Prömiyeri gerçekleştirilen balenin koreografı Oytun Turfanda, olayı beyninde tasarlar, şekillendirir, dramaturgiye uygun dansçılarla çalışmaya başlayıp bütüne ulaşırdı. Eseri için şunları söylemişti: “Kanuni, beyin arşivimde taht üzerinde oturur. Çabam o devri yad etmektir. Kimi dile getirir tutkuyu taşa yontar, beze çizer. Hareket konuşur benim uğraşımda olanaklar el verdiğince. Ağdalı bir dilden kaçındım, yalın anlatıma yöneldim. Konuyu tarihin tozundan, pasından arıtmak nedeniyle duygusallığa, yürek sıcaklığına ağırlık tanıdım. Sözün kısası böylesine bir yapıtta pürüzlere rastlanırsa kulunuz af ola…” İşte bu değerli eser, hala güncelliğini korumaktadır. 1979 yılında, baş koreograf olarak İstanbul Devlet Opera ve Balesi’ne atanan Oytun Turfanda 1990 yılında Hurrem Sultan balesini İstanbul seyircisiyle buluşturmuştu. Eserin diğer sahnelendiği yerler yıllara göre şöyledir: 1990 İzmir, 1999 İzmir, 2001 Aspendos Festivali, 2002 Mersin, 2010 Mersin (Nevit Kodallı’nın 1. Ölüm Yılında Anma Programı), 2012 İstanbul (Oytun Turfanda’nın 10. Ölüm Yılında Anma Programı ) 2013 Uluslararası Bodrum Dans Festivali, 2014 Bodenzee Festivali-Almanya. Nevit Kodallı’nın oğlu, orkestra şefi Murat Kodallı “HURREM SULTAN” balesinin müziğinin, ben ise uzun yıllar Oytun Turfanda’nın asistanlığını yaptığım eserin koreografisinin, bozulmadan gelecekteki nesillere aktarılması için çaba harcamaktayız. Diğer kentlerimizdeki Devlet Opera ve Balesi Müdürlüklerinde sahnelenmesinden sonra Samsun Devlet Opera ve Balesi 17-Ekim 2015 ve 12 Kasım 2015 tarihlerinde “Hurrem Sultan” balesini Samsunlu sanatseverlerle buluşturdu. Samsun’un genç ve yetenekli dansçılarıyla “Hurrem Sultan” balesini tekrar sahnelemek, Oytun Turfanda’yı bir kez daha anmak mutluluk verici. www.akob.org
Benzer belgeler
Bach`ı hiç böyle dinlemediniz! - Devlet Opera ve Balesi Genel
maestro ve müzikolog Aytuğ Ülgen. Ülgen bize “Müzik
Tarihinin En Önemsiz Bestecisi P.D.Q. Bach”ı tanıttığı
yazısıyla yazar kadromuza katılmış bulunuyor. Eh! Ne
diyelim - sürpriz yazarımızdan sürpri...
ANTALYA DEVLET OPERA VE BALESİ`NCE SAHNELENEN YERLİ
Havalar soğuyor; operaevleri sıcak, sımsıcak…
Rengarenk… Müzik dolu…
Dergimizin sonundaki kentinizin opera bale
programlarına bakınız, eserlerinizi seçiniz.
Gidiniz; ruhunuz arınsın, içiniz şenlens...
Opera ve Performans - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü
Web Sitesi Koordinatörü
Ziya Aykın
Sayman
Eyüp Dinç
Yayın Kurulu
Demet Şaman Tarlakazan
Gülümden Alev Karaman
Yasemin Ural
Yapım
korsan - Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü
Web Sitesi Koordinatörü
Ziya Aykın
Sayman
Eyüp Dinç
Yayın Kurulu
Demet Şaman Tarlakazan
Gülümden Alev Karaman
Yasemin Ural
Yapım