Dinamik gazete 71. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Transkript
Dinamik gazete 71. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Mayıs 2013 Yıl: 24 Sayı: 71 [email protected] Sinemanın Emek’i Yıkılıyor sayfa 8’te @DinamikGazete gazete Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü süreli yayınıdır. Ücretsizdir. Kampüste Bu Yıl Neler Oldu? Yıl boyunca kampüs gündemine taşınanlar Oğuz Kaan Çağatay Kılınç’ın haberi sayfa 15’te Akil İnsanlar Hedef 2020 Toplumsal uzlaşmayı sağlayabilecekler mi? Süreçten galip çıkmaya ne kadar yakınız? Naz Vardar ve Tuğrul Acar’ın haberi sayfa 2’de Mehmet Gürsoy’un haberi sayfa 6’da Ayaküstü Lezzetler Alper Tarık Gürsoy ve Tuğba Aladağ, müdavimi olunan seyyar satıcıları sizler için keşfetti. sayfa 20’de BOĞAZİÇİ’NDE 150. YIL 18 www.dinamikgazete.com açıldı! BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ İŞLETME VE EKONOMİ KULÜBÜ 02 siyaset Değerli Anlar Genel Yayın Yönetmeni Akın Toksan [email protected] Bazı anlar olduğuna inanıyorum. Kişiliğimizi şekillendiren kritik anlar bunlar. 5 yaşında kafanızı merdiven demirine sıkıştırmak gibi. Ne kadar aciz olduğunuzu anlıyorsunuz. Ya da televizyonda ilk kez öpüşen bir çift gördüğünüz an. Ufkunuz genişliyor. Aynı zamanda, utanmayı öğreniyorsunuz. İlk kez bir köpek tarafından kovalanınca nasıl bir hayatta kalma potansiyeliniz Sahibi Sahibi: Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü adına Tolgacan Ceylan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Tolgacan Ceylan Genel Yayın Yönetmeni Akın Toksan Editör Cemre Akdemir Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları Alper Sezer, Duygu Söyler, Kıvılcım Değirmencioğlu, Serap Çelik Yazı Kurulu Ahmet Kemal Sürmeli, Alper Tarık Gürsoy, Elif Turhan, Furkan Ali Can Çelenlioğlu, Gözdenur Işıkçı, Güner Durmaz, Mehmet Gürsoy, Melike Duygu, Miray Palaz, Naz Vardar, Nazlı Azergün, Oğuz Kaan Çağatay Kılınç, Özge Osmanoğlu, Rezan İbişhükçü, Tuğba Aladağ, Tuğrul Acar www.buik.boun.edu.tr Görsel Yönetmen Bertuğ Yasavullar Matbaa Yılmazlar Basım Yayın Matbaacılık Pro. Tic. Ltd. Şti. Tel: 0212 565 56 82 www. yilmazlarbasim.com.tr Yayın Kurulu Ekin Akın, Kadir Aydın, Bilge Eralp, Akın Toksan, Berkant Aşar, İlkgül Özçamur, Mehmet Sarıgül olduğunu, ne kadar donanımlı olduğunuzu fark ediyorsunuz. Düşe kalka sürmeye çalıştığınız bisiklet ilk kez devrilmeden ilerlediğinde çabalamanın önemini görüyorsunuz, hayatınızda dengenin var olması gerektiğini. İlk biranızı içtiğinizde çevrenizden kabul görebilmek için size kötü gelen o tadı yadırgayamıyorsunuz, alışıyorsunuz. Bazı şeyleri sevmeyi öğreniyorsunuz. Birileri ölüyor bazen, hiçbir şeyin kalıcı olamayacağını görüyorsunuz. Ona da alışıyorsunuz. Bu anları yaşarken fark edemeyebiliyorsunuz. O sırada durup düşünemeyebiliyorsunuz. Bu anların değerini bazen bir saat sonra bazen on yıl sonra anlıyorsunuz. Hayatın bir anlamı olabileceği fikri oluşuyor kafanızda. Anlam yüklemeyi öğreniyorsunuz. İlk uçak yolculuğunuzda ne kadar aciz olduğunuzu tekrar anlıyorsunuz. Hayatınız üzerinde sizden başka faktörlerin de söz hakkı olduğunu. Yer çekimi gibi. Hava akımı gibi. Kemer ikaz ışığı gibi. Ufkunuz genişlemeye devam ediyor. Yurda yerleşeceğiniz gün, oda arkadaşınızın, güneşin odaya hangi açıyla gireceğini hesaplayarak seçtiği yatak. Liseye başlarken oturduğunuz ilk sıra. Sınava girdiğiniz sınıftaki klima. İlkokula başlarken aldığınız ilk kalem. Bakkaldan çaldığınız ilk şeker. Çizdiğiniz ilk resim. Heyecandan kustuğunuz ilk turnuva. Heyecandan kustuğunuz ikinci turnuva. Doğduğunuz gece ağlamanıza sinirlenen 4 yaşındaki ablanızın babanızı zorla götürdüğü kebapçı. Her şeye bir anlam yükleyebiliyorsunuz. Bazen de birinin söylediği bir söz tüm gidişatı değiştirebiliyor. “Seni seviyorum” diyebiliyor o kişi. Aynı kişi “Konuşmamız lazım” da diyebiliyor yeri geldiğinde. Ya da siz diyorsunuz. Böyle anlarda; eleştiri kaldırabilmeyi, eleştirmeyi, vazgeçebilmeyi, sonlandırmayı ve nefret etmeyi öğreniyorsunuz. Bir şeye başlarken onu sonlandırma ihtimalini de yarattığınızı öğreniyorsunuz. Ufkunuz genişlemeye devam ediyor. Hoşlandığınız insanın sevgilisi olduğunu da öğrenebiliyorsunuz. Yenilgiyi kabul etmeyi ya da sabretmeyi deneyimliyorsunuz. Her anınız önemli. Aldığınız her nefeste kişiliğiniz yapılanmaya devam ediyor. Sinir hücreleriniz arasında yeni bağlantılar oluşuyor. Bazı bağlantılar kopuyor. Unutmayı öğreniyorsunuz. Değer bilmeyi. Saygı duymayı. Doğru zamanda doğru şeyler söylemeyi öğreniyorsunuz. Bazı şeyleri mantığınıza güvenerek bazılarını ise duygularınıza yenik düşerek yapmayı öğreniyorsunuz. Bazıları ise kendiliğinden gerçekleşiyor. Bazen bir mekan oluyor sizi değiştiren. Bazen içindeki insanlar. Öylesine girdiğiniz bir kapıdan öylece çıkamayabiliyorsunuz. İşte o anda bir kez daha ufkunuz genişliyor. Başta yönetim kurulu arkadaşlarım Ekin, Kadir, Bilge, Berkant, Mehmet ve İlkgül olmak üzere, editörüm Cemre’ye, yazı işleri sorumlularım Alper, Duygu, Kıvılcım ve Serap’a ve ufkumu genişleten, farkındalığımı artıran tüm İşletme ve Ekonomi Kulübü ailesine sonsuz teşekkürler. BARIŞTIRMAYA NİYETLİ 63 KİŞİ Hükümet ve İmralı arasındaki görüşmelerle başlayan barış çözüm sürecine hizmet eden Akil İnsanlar Heyeti, Kürt sorunu ve toplumsal uzlaşma konularında halkın görüşlerini toplamak üzere çalışacak olan 63 üyeden oluşuyor. Naz Vardar [email protected] Tuğrul Acar tugrul [email protected] Heyet üyelerinin açıklanmasıyla medyada çeşitli tartışmalar devam ededursun, 4 Nisan 2013 itibariyle görevlendirildikleri bölgelerde halkla görüşmeye başlayan heyet üyeleri görevlerindeki ilk aylarını doldurdu. Akil İnsanlar Fikri Nasıl Ortaya Çıktı? Fikir 2012 yılının Haziran ayında Kemal Kılıçdaroğlu’nun meclisteki partilere Akil İnsanlar modelini önermesiyle ortaya çıktı. CHP’nin önerisi meclis içinde çoğunluktaki partilerden seçilmiş milletvekilleri ve meclis dışında da siyasetle ilgisi olmayan ‘akil’ insanların kuracağı komisyonların toplumsal uzlaşmayla ilgili fikir üretmesi üzerineydi. Öneriye göre TBMM bünyesinde 4 siyasi partiden çözüm için çalışmaya istekli toplam 8 üye seçilerek Toplumsal Mutabakat Komisyonu kurulması düşünülüyordu. Bunun yanı sıra Toplumsal Mutabakat Komisyonu ve TBMM ile paralel çalışacak partilerin eşit önereceği toplam 12 kanaat önderi, akademisyen veya STK üyesi olan Akil İnsanlar Heyeti kurulması önerisi sunulmuştu. Görüşmeler sırasında AKP tüm partilerin onay vermesi durumunda öneriye olumlu baktığını söylese de BDP’nin destek verip MHP’nin fikre karşı çıkması durumu zorlaştırdı. İlk etapta öneriler hayata geçirilemedi ancak barış - çözüm sürecinin başlamasıyla Akil İnsanlar Heyeti AKP önderliğinde kurulmuş oldu. Ayrıca 9 Mayıs 2013 günü üyeleri belirlenip göreve başlayan “Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin siyaset Değerlendirilmesi Amacıyla Meclis Araştırma Komisyonu” kuruldu. MHP ve CHP, komisyona hiç üye vermemeleri üzerine salonu terk ederek tepkilerini belirttiler. Akil İnsanlar Kimler? Akil İnsanlar Heyeti’ndeki 63 kişi 9 kişilik gruplar halinde kendi bölgelerinde bir başkan, başkan yardımcısı, sekreter ve 6 üyeyle halkla görüşmelerine başladılar. Muhalefetten genel anlamda hükümete yakın isimlerin yer alması eleştirisi yapılırken, diğer bir görüş heyetin çeşitli meslek grupları ve siyasi görüşlerden insanlar içerdiği yönünde. Akademisyenler ve Sanatçılar Akil insanlar fikrinin ilk öne sürüldüğü gün de belirtildiği gibi heyetin belli bir kısmını akademisyenler oluşturuyor. Gazi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Hüseyin Yayman AKP’ye yakınlığıyla biliniyor. Prof. Murat Belge Bilgi Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Türkiye’nin önde gelen sol aydınlarından birisi. Galatasaray Üniversitesi’nden Prof. Beril Dedeoğlu Uluslararası İlişkiler alanından Türkiye’nin sayılı akademisyenlerinden olarak gösteriliyor. Marmara bölge heyeti başkanı Prof. Deniz Ülke Arıboğan Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi ve aynı zamanda Akşam gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Yardımcı Doçent Vahap Coşkun geçtiğimiz haftalarda istifa edene kadar Taraf gazetesinde köşe yazarlığı yapıyordu. Hülya Koçyiğit, Orhan Gencebay, Lale Mansur ve Yılmaz Erdoğan ise heyette yer alan sanatçılar arasında. Sivil Toplum kuruluşlarından temsilciler oluşturuyor. İnsan Hakları Derneği’nden Öztürk Türkdoğan Akdeniz bölgesi, Hak-İş’ten Mahmut Arslan Doğu Anadolu, DİSK’ten Erol Ekici Ege, KESK’ten Lami Özgen Güneydoğu Anadolu, Türk-İş’ten Mustafa Kumlu İç Anadolu, TZOB’ten Şemsi Bayraktar ve TESK’ten Bendevi Palandöken Karadeniz bölgesindeki sivil toplum kuruluşu temsilcilerinden. Heyetin Gazeteci-Yazar Üyeleri Akil İnsanlar Heyeti’nde hem tecrübeli hem de genç gazeteci ve yazarlara da yer verildi. Fehmi Koru, Abdurrahman Dilipak ve Ali Bayramoğlu gibi tecrübeli gazeteciler hükümete yakınlıklarıyla biliniyor. Hilal Kaplan, Sibel Eraslan ve Nihal B. Karaca, Fadime Özkan heyetin muhafazakâr liberal kadın üyelerinden. Heyetin Karadeniz çalışma grubunda yer alan Yıldıray Oğur, Genç Siviller hareketinin kurucularından birisi ve o da istifa etmeden önce Taraf gazetesinde köşe yazarlığı yapıyordu. Heyette Kimler Yok Akil İnsanlar Heyeti’nin kamuoyuna ilk açıklandığı günden bu yana konuşulan konulardan biri de Yaşar Kemal gibi önceden heyette yer alacağına kesin gözüyle bakılan ve heyette olması gerektiği düşünülen belli kişilerin heyette yer almamasıydı. Akil İnsanlar heyeti oluşturulurken belli bir kritere bağlı kalınmadığı için kimi isimlerin heyette yer bulamamasının doğal olduğu da söyleniyor. Bunun yanında, özellikle laik ve milliyetçi kesimlerden isimlerin heyette gerekli yer bulamadığı eleştirisi de muhalefet tarafından dile getirildi. Kürt meselesi ve çözümüne yönelik ciddi bilgi sahibi olan ve Heyetin STK Temsilcileri Heyet üyelerinin belli bir kısmını 03 farklı kesimlerden kabul gören Nuray Mert ve Hasan Cemal gibi gazetecilerin heyette yer almaması, “AKP ve Başbakan kiminle sorunluysa heyete alınmamış” iddialarını destekliyor. Heyetin İşleyişi ve Protestolar Kamuoyuna açıklandığı günden bu yana heyet hem bütünsel anlamda hem de heyet üyeleri bireysel olarak çeşitli eleştirilerin hedefi oldu. Örneğin MHP lideri Bahçeli, Lale Mansur hakkında “Enteresan filmlerle anılan hanımefendi” dedi. Üyelerin yeterliliği ve sağlayabileceği katkılar tartışma konusu oldu. Üyeler özellikle Batı’da gittikleri yerlerde çoğu zaman MHP teşkilatı tarafından protestolarla karşılandı. Medyada da heyetin görüşmelerine ve heyet üyelerinin açıklamalarına geniş yer veriliyor ve kimi zaman yöneltilen eleştirilerle provakatif hale getiriliyor. Fakat her durumda heyet çalışmasına devam ederek kendilerine verilen zamanda görüşmelerini bitirmek ve istenilen raporu meclise sunmak için çalışıyor. Bu sebeple Akil İnsanlar Heyeti’nin barış sürecine ve toplumsal uzlaşmaya sağlayacağı katkı uzun vadede belli olacağa benziyor. 04 dünya Editör “SERVET” DEĞERİNDE ÇÖP Cemre Akdemir [email protected] Sosyal Patlamaya Adım Adım Şu geçtiğimiz bir ay içinde bu ülkede insan hayatının devlet için ne kadar anlam taşıdığını tekrar görmüş olduk. Ardı arkası kesilmeyen biber gazlı polis müdahaleleri, pisi pisine insan hayatına kıyan futbol terörü ve tabi ki Hatay Reyhanlı’da patlayan bombalar. Hani göz görmeyince gönül katlanır derler ya, yıllarca yaşananlara gözünü kapatıp görmezden gelenlerin bile tepkisiz kalamayacağı noktaya geldi yaşananlar. Hiç gündemi takip etmeyen biri bile olsanız Facebook ve Twitter’daki haber akışının ne kadar değiştiğinden olan biteni anlarsınız. Genelde festival davetleri, komikli videolar arasında kaybolan sağduyu çağrıları bu sefer gündemin ta kendisi oldu. Patlamalardan sonra basına getirilen bariz yasak da sosyal medyadaki bu sağduyu patlamasının en önemli sebebiydi tabi ki. Yıllardır doğuda ve güneydoğuda savaşa tanıklık etmiş, son 50 yılını iç çatışmalarla ve orantısız şiddete maruz kalarak geçirmiş bir ülke ve vatandaşları için bile böylesi acılar ve kayıplar artık çok fazla. Gel gelelim her şey gözümüzün önünde yaşanırken, bu kadarı da olmaz deme noktasındayken bile etraf birden sakinleşiveriyor. Ülke olarak problemin odağını kaybetme sorunu yaşadığımız aşikar. Bunu biz isteyerek yapamasak bile illa ki birileri gelip odağımızla oynuyor, gündem hop diye değişiveriyor. Bir anda kaybolan onlarca hayatı konuşmayı bırakıp içki yasağını tartışmaya başlıyoruz. Uzun zamandır gündem değiştirerek olayların üstünü örtme, meclisten geçen yasaları örtbas etme muhabbeti var zaten. Ama öyle bir noktaya geldik ki Reyhanlı’yı basın yasağıyla, futbol terörünü yeni içki yasasıyla unutuveriyoruz. Sonra birden gündemi Amerika ziyaretleri ve yükselen kredi notları ele geçiriyor. Bir bakmışsınız kan ağlayan bir ülkeden yine “Ama ekonomimiz çok iyi durumda, Ortadoğu’da iyice güçlendik.” Türkiye’sine geri dönmüşüz. En “duyarlı”larımız bile hızla kendini yeni gündeme kaptırıp duyarlılığını başka bir şeye yoğunlaştırıyor. Geri dönüp baktığınızda kolayca üstü kapatılmış fakat yüzümüzü yere eğen, içimizi burkan olaylarla dolu bir ülke görüyorsunuz. Görüyorsunuz ama yine susuyorsunuz. Lanet bir döngü içinde kıvranıp duruyorsunuz. Bu biriktirmişlikle nereye kadar gider bu ülke; biriken onca acı, nefret, korku ne şekilde açığa çıkar ben de bilmiyorum. Ama bu konuda emin olduğum tek şey bu yasakların, bastırılmaların, susmaların eninde sonunda bir “sosyal patlama” doğuracağı. Hikayenin sonu… Herkesin kulüplere girerken bir hesabı vardır. Almak istedikleri, zaman geçtikçe katmak istedikleri. Kafadaki hesap çoğu zaman tutmaz. Benimki de tutmadı ve ne mutlu bana umduğundan fazlasını alarak ayrılanlardan oldum. Kazandırdıklarımı sayayım desem olmaz. Ama öyle bir kulüp düşünün ki size salt bir “yer”i sevme yetisi kazandırsın. İçinden gelip geçen insanlardan bağımsız; duvardaki afişini, zırt pırt çalan telefonunu, zor açılan kapısını sevebilmeyi öğretsin. Kulüpte eğlenerek, hüzünlenerek, düşünerek, öğrenerek, öğreterek geçirdiğim 3 seneyi tamamlarken öncelikle kulübün kapısından girmeme sebep olan kişilere, 3 yıl boyunca bana destek olan direktörlerime, advisorlarıma, çalışma arkadaşlarıma ve Dinamik Gazete ekibine; kısacası içinde var olmaktan her zaman gurur duyacağım İK ailesine çok teşekkür ederim. Yakın zamanda Japonya'da meydana gelen nükleer santral felaketi enerji üretimi konusunda birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Bazı ülkeler nükleer santraller yerine alternatif enerji seçenekleri ararken bu probleme çözüm bulan İsveç’in derdi ise çok daha farklı: Ülkenin "çöp rezervleri” bitti. Elif Turhan [email protected] Refah seviyesi en yüksek ülkelerden biri olan İsveç bir konuda daha başı çekiyor: Geri dönüşüm. Ülkede bulunan 250.000’den fazla konut için gerekli olan elektrik enerjisi ve yakıtın çok büyük bir kısmı çöpten sağlanıyor. Fakat ülke, kullanılacak çöpün kalmaması nedeniyle zor durumda ve komşusu Norveç’ten çöp ihraç etmek zorunda kalıyor. Ülkedeki çöplerin sadece %1’inin işlenemez olması devletin ve halkın çevreye olan saygısını açık bir şekilde gösteriyor.Halk çöpü düzenli bir şekilde ayrıştırarak atıyor ve gerisi devlete kalıyor. Toplanan çöpün %99’luk kısmı tekrar kullanım için çeşitli işlemlere tabi tutuluyor, ayrıca gübre ve enerji kaynağı olarak kullanılıyor. Gelişmiş çöp tesislerinde gaz salınımının en aza indirildiği İsveç’teki Çevre Koruma Ajansı’nda danışmanlık yapan Catarina Ostlund’ın İsveç’in kendi çöpünden daha fazlasını kullanma kapasitesi olduğunu açıklaması, çöpten enerji üretimi alt yapılarının da ne kadar kuvvetli olduğunu kanıtlar nitelikte. Herhangi bir ülkenin bir şeyler ithal etmesi normalde ekonomik açıdan bir kayıp olsa da, işler çöpe gelince değişiyor, Norveç’ten yıllık 800 000 ton çöp alan İsveç, bunun için para ödemek bir yana, üstüne Norveç’ten para alıyor. Çünkü; ülkelerin, Avrupa Standartları doğrultusunda topraklarında mümkün olduğunca az çöp bulundurmaları gerekiyor. Üstelik bu olağandışı ithalatla dikkat çeken İsveç hükümeti, geri dönüşümden arta kalan zararlı kısımları ise ülkesinde bırakmıyor, Norveç’e geri gönderiyor. Bunun yanı sıra İsveç, Norveç’le sınırlı kalmayıp çöp tesisleri vahim durumda olan İtalya, Romanya, Bulgaristan ve Balkan ülkelerinden –hatta Türkiye’den- de çöp ihracatı yapmayı planlıyor. Türkiye ise çöpten enerji elde etmek yerine “servet” değerindeki çöpü ayrıştırmadan atmayı tercih ediyor ve yıllık 1 milyar TL’lik bir kaynaktan vazgeçiyor. Son zamanlarda üzerine biraz daha düşülmeye başlansa da Türkiye çöpünün sadece %50’lik bir kısmını ayrıştırabiliyor. Her ne kadar büyükşehirlerde kişi başına üretilen günlük 1 kilogram atığın 600 gramı kullanılmadan çöpe gitse de son yıllarda çöp ayrıştırma tesislerinin ve işletmelerinin çoğalması umut verici olarak nitelendiriliyor. Kimileri tükenen doğal kaynaklar karşısında artan enerji ihtiyacını karşılamanın tek yolunun nükleer santral kurmaktan geçtiğini savunadursun, İsveç çöplerini sonuna kadar ayrıştırıp enerjisini elde edip bir de üstüne çöp ithal ederek ekonomisine ve çevreye katkı sağlıyor; ülke çöpünün bile değerini biliyor! dünya Yaşamım süresince bir kadın başbakan görebileceğimi düşünmüyorum.” sözlerinin sahibi, İngiltere’nin ilk kadın başbakanı ve 11 yıllık iktidarı süresince İngiltere’yi büyük şekilde etkilemiş bir yönetici olan Margaret Thatcher 8 Nisan’da hayatını kaybetti. Furkan Ali Can Çelenlioğlu [email protected] Siyasi hayatı boyunca bir yandan gerçekleştirdiği neo-liberal reformlarla Britanya’yı bugünkü gücüne kavuştururken, diğer yandan izlediği politikaların acımasızlığı ve despotizme varan tutumuyla aydın kesim başta olmak üzere büyük bir kitlenin tepkisini çekmişti. Böylesi bir ismin vefatı da tahmin edilebileceği gibi dünyada büyük bir etki yarattı. Öyle ki halk, Daily Mirror’ın vefat haberini verirken kullandığı ifadeyi -Bir Ulusu Bölen Kadın- doğrulamak istermişçesine iki zıt kutba bölündü. Ölümünün The Financial Times tarafından “Büyük Dönüştürücü”, Daily Mail tarafından “Britanya’yı Kurtaran Kadın”, Socialist Worker tarafından “Sevinin” diye duyurulması, ne denli tartışmalı bir isim olduğunu, ölümüyle dahi doğrulamış oldu. Günümüz Siyasetinin Eski Mimarı Thatcher’a yaklaşımdaki bu algı uçurumunun nedeni kuşkusuz ki Demir Leydi’nin tartışmalı politikalarıydı. Thatcher özetle, muhafazakâr bir siyaset güden, ekonomide liberalizm taraftarı ve dış politikada ise müdahaleci bir başbakandı. “Bir şeyin sahibi devletse o şey kimseye ait değil demektir. Kimseye ait olmayan bir şey de, kimsenin umrunda değildir.” diyerek savunduğu katı özelleştirme politikaları çok tartışıldı. Başta demir madenleri olmak üzere çoğu madenin kapatılmasına ve pek çok kişinin işsiz kalmasına yol açması ve adeta düşman olarak gördüğü sendikaların zayıflamasına neden oluşu yüzünden de çok fazla eleştirildi. 1982’de Arjantin’in Falkland Adaları’nı iki ay kadar kısa bir sürede ele geçirmesi bir yandan post- kolonyalizmin yolunu açarken bir yandan da kamuoyunun beğenisini kazandı. ABD’nin 1986’da Libya’yı bombalamasını ve 1990’da Kuveyt’i işgal etmesini desteklemesi, Şili’de diktatör Pinochet’ye, Güney Afrika’da Apartheid rejimine ve Kamboçya’da Kızıl Kmerlere arka çıkması onu en çok tartışılır yapan kararlarıydı. Thatcher, izlediği politikaların yanı sıra sözleri ile de sert ve otoriter zihniyetini belli ediyordu. “Dediklerimi yerine getirdikleri süre boyunca, bakanlarımın ne kadar konuştuğuyla ilgilenmiyorum.” diyebilecek kadar otoriter olan Thatcher’ın siyasi kariyerini sona erdiren ise seçimlerde mağlup edilememesine karşın 1990’da parti içi oylamayla azledilmesi olmuştu. “Ding Dong! Cadı Öldü!” Vasiyetinde devlet töreni yapılmasını gereksiz masraf olacağı için istemediğini belirten Thatcher’ın cenazesi de çok tartışılan bir konu oldu. Devlet töreni yapılmamasına fakat Ana Kraliçe ile Prenses Diana’ya yapılana benzeyen bir cenaze töreniyle defnedilmesine ve törenin masraflarının devlet tarafından karşılanmasına karar verildi. Muhalifleriyse Thatcher’ın özelleştirme politikalarına atıfta bulunarak cenazenin ihaleye çıkarılmasını ve azami değeri sunan tarafından fonlandırılmasını istedi. Bunun için #nostatefuneral hashtag’iyle Twitter üzerinden bir kampanya başlatıldı. Tören esnasında İngiltere pek çok gösteriye ev sahipliği yaptı. Londra’da Brixton semti, İskoçya’nın Glasgow şehri ve ülkenin sanayi kentlerinden biri olan ve işçi sınıfının yoğun olduğu Liverpool başta olmak üzere pek çok yerde sokak partisi verildi. Bir diğer tartışma konusu ise Amazon’da indirilme rekoru kıran ve muhaliflerince Thatcher’a atfedilen “Ding dong! The witch is dead!” sözlerine sahip şarkının müzik listelerinin birinci sırasına yerleşmesiydi. Bu sayede şarkı, BBC Radio1’ın Pazar günü yayınında yayınlanma hakkı kazandı ve BBC’nin böyle bir şarkıyı yayınlayıp yayınlamaması tartışması başladı. En son 51 saniyelik şarkının 5 saniyesinin 05 Thatcher’a Atfedilmiş Ünvanlar The Iron Lady (Demir Leydi): Bu unvan Thatcher’a, kimilerine göre demir gibi sert, sağlam ve kararlı olduğundan, kimilerine göre demir işçilerine karşı takındığı olumsuz tutumdan, kimilerine göre ise Sovyet Rusya tarafından verilmiştir. Fakat kesin olan, Thatcher’ın bu ünvanı benimsemiş ve bizzat kendi seçim kampanyalarında kullanmış olduğu gerçeğidir. Milk Snatcher (Süt Hırsızı): Bu ünvan ise Thatcher’ın, ilkokul öğrencilerine süt dağıtımı projesini devlet bütçesine yük olduğu gerekçesiyle durdurması ve halkın büyük tepkisini çekmesinden sonra verilmiştir. Thatcher Karşıtı 10 Şarkı: 1. The Not Sensibles, “I’m in Love with Margaret Thatcher” 2.The Blues Band, “Maggie’s Farm” 3.The Specials, “Ghost Town” 4.Klaus Nomi, “Ding Dong! The Witch Is Dead” 5.Newtown Neurotics, “Kick Out The Tories” 6.The Larks, “Maggie Maggie Maggie (Out Out Out)” 7. Crass, “How Does It Feel?” 8.Morrissey, “Margaret on the Guillotine” 9.Elvis Costello, “Tramp the Dirt Down” 10.Frank Turner, “Thatcher Fucked the Kids” Newsbeat adlı haber programında yayınlanmasına fakat aynı programda şarkının Thatcher’ın anısını aşağılama kampanyası ile birinci yapıldığının belirtilmesine karar verildi. İngiliz halkının konu Thatcher olunca bu denli kutuplaşmasının nedeni 11 yıllık iktidarı boyunca hem İngiltere için pek çok başarı elde etmesi hem de tüm dünya için birçok felaketin zeminini oluşturmasıydı. Bunca tartışılır yanına karşın yönetici kişiliğine, kararlılığına ve azmine saygı duyulan Thatcher’ın anısını yaşatmak amacıyla Centre for Policy Studies, her yıl ölüm yıldönümünde İngiltere’nin siyasi hayatına yön veren isimlere ödül vermeyi kararlaştırdı. 06 yaşam Serap Çelik [email protected] What Happens In Whatsapp Stays In Whatsapp Teknoloji geliştikçe, internete bağlı uygulamalar hayatımızda daha fazla yerini almaya, bununla birlikte vaktimizin çoğu da internette geçmeye başladı. Sürekli değişen trendlere nasıl bu kadar hızlı ve toplu bir şekilde ayak uydurabildiğimizi ise hala anlayabilmiş değilim. Bundan 5 sene önce, sms paketlerine ölümüne muhtaç olduğumuz zamanlardayken şimdilerde WhatsApp’sız yaşayamaz olduk. Sms paketlerinin kaçlı olduğundan ilişki durumu tespiti yaptığımız dönemde arkadaşımızın aniden 10.000 sms paketine geçmesi sevgilisi olduğunu anlamamıza yetiyordu. Şimdi öyle mi? İşin yoksa WhatsApp’a gir de last seen’lerine bak da oradan anlam çıkarmaya çalış. Kim uğraşacak bununla? (BUNUNLA BİLE UĞRAŞAN VAR) Bunun yanında sms devrinde içinde ünlü harfleri olan mesaj yazmak aşırı ciddiyet gibi algılanırken şimdi ünlüleri çıkararak yazmak adeta trip belirtisi haline geldi. Ama ünlüleri çıkararak az smsle çok laf söylemek hem smsten tasarruf yapmayı hem de annelerin mesajları görse bile anlayamamasını sağladığı için gençlerin adeta kurtarıcısıydı. Yani benim için öyleydi en azından. Nse cnm szn annelrnz bşi demiodu glb .s .s Yaklaşık 2 yıl önce çok yakın bir arkadaşıma WhatsApp101 dersi verirken listesindeki 8 kişiyi gösterip bak bunlar senin favorilerin dediğimde “ay ama ben bu kızı hiç sevmiyorum ki” dediğini nasıl unutabilirim? Şimdi ise 170 favorisi arasında statüsünde emojideki yıldırım işaretleri olan Hisarüstü elektrikçisi bile var. WhatsApp’ın beni üzen tek yanı ise last seen gerçeği. Eskiden mesajı okuyup okumamış gibi davranmak çok kolayken şimdi last seen yüzünden okunan mesaja illa ki hemen cevap verilmesi gerek. Sırf mesajını okuyup cevap vermedi diye az çemkirmemiştir Türk kızı sevgilisine. Iphone’da bu özelliği kapatma şansı varken insan, merakıyla gizemli olma isteği arasında bir seçim yapmak zorunda kalıyor ve bu da beni kafamda deli sorular moduna sokuyor. Bu WhatsApp çılgınlığının farkında olan bazı insanlar ise geçtiğimiz aylarda WhatsApp’a alternatif bir uygulama çıkardı: Message Me. İnsanlar Twitter’da orada burada Message Me pin’lerini paylaştıkça sırf meraktan binlerce insan bu uygulamayı indirdi. Yaratıcılıklarının sınırlarını zorlayan birkaç genç birbirine “paintvari” çizimlerini gönderdi, güldüler, eğlendiler. Sonra olayın anlamsızlığını anlayan biri durup “napıyoruz biz ya” dedi de çok şükür bu akım da azalarak bitti. Hala bu uygulamayı kullanıp keyif alan birileri varsa da helal olsun ne diyeyim. Ama sanki WhatsApp son nokta. Bundan daha iyisi bulunamazmış gibi geliyor bana. Amerikan Patent Dairesi başkanı 1800’lü yıllarda “İcat edilebilecek her şey icat edildi, artık yeni hiçbir şey icat edilemez.” demiş. Bazen Dünya’nın belki de en iyi gafını yapan o adamın ruh ikizim olduğunu düşünür sonra gülerim kendi kendime. Son yazımın son cümlesine gelirken bütün bir yıl boyunca sıkıntılı yazma süreçlerimde dert yanmalarıma katlanan Genel Yayın Yönetmeni’m Akın’a ve Editör’üm Cemre’ye buradan da teşekkürlerimi iletiyorum. *Bu arada sayın “vatsep” diyen arkadaşlar, lütfen “vatsap” diye telaffuz edip yazıyı tekrar okuyunuz. yaşam Yaz Olimpiyatları Yolunda İstanbul 2020 Yaz Olimpiyatları için aday şehirler belli, seçim için geri sayım başladı. Tokyo ve Madrid'in de dahil olduğu bu yarıştan İstanbul'un galip çıkıp çıkamayacağı ise merak konusu. Mehmet Gürsoy [email protected] 07 Türkiye uluslararası bir organizasyon düzenliyorsa, bu organizasyonun logosunun lale üzerinden şekilleneceğini az çok tahmin edersiniz. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kullanılan Türkiye logosunda ve Euro 2016 adaylığı logosunda rastladığımız o lale, hatırlanacağı üzere, İstanbul’un 2020 Yaz Olimpiyatları ve Paralimpik Oyunları’na adaylığı için hazırlanan logoda yine karşımıza çıkmıştı. Mart ayında Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) Değerlendirme Komisyonu üyeleri İstanbul’a gelip teftişlerini gerçekleştirdiğinden beri, hem bu logoyu daha çok görmeye, hem de adaylık üzerine cümleler kurmaya, olumlu ve olumsuz tepkilerimizi göstermeye başladık. Herkesin kafasında benzer sorular var: Bu süreçten galip çıkmaya ne kadar yakınız? Düzenlenecek olimpiyat İstanbul için kötü sonuçlar doğurabilir mi? Olimpiyatlar boyunca Dünya’nın gözünün İstanbul’a çevrilecek olması, yapılacak tesislerle spor kültürünün geliştirilmesi olumlu etkilerden bazıları. Bunların yanı sıra organizasyonel becerisini az çok kanıtlamış fakat imajını düzeltememiş bir ülke olarak bizim için müthiş bir fırsat olabilir ancak tablonun bunlardan ibaret olmadığını görmekte de fayda var. Olimpiyat düzenlemenin bir şehre ekonomik açıdan olumlu ve olumsuz etkileri olabileceğine dair tarihte örnekler var. Bu konudaki olumsuz örneklerden biri, Montreal. Ülke, 1976’da düzenlenen olimpiyatlarda oluşan 1,6 milyar dolarlık borcunu ödemeyi tam 30 yılda başarabildi. İstanbul için açıklanan bütçe 19,2 milyar dolar ve bu bütçe Madrid’i ona, Tokyo’yu ise dörde katlamış durumda. Şimdiye kadar düzenlenen tüm olimpiyatlarda istisnasız bir şekilde öngörülen bütçenin aşılmış olması, durumu daha da endişe verici kılıyor. Ancak Barcelona’ya bakarsak, oyunlardan kâr edildiğini, işsizliğin azaldığını, tesislerin İspanya sporunu çok ilerilere, bugünkü durumuna taşıdığını görüyoruz. Bu da, doğru planlamayla, olimpik mirası düşünerek yapılacak çalışmaların olası yararlı sonuçlarını gösteriyor. Endişeye neden olan bir başka konu ise şehircilik. İstanbul, oyunların düzenleneceği tesislerin birçoğuna sahip değil. Buna olimpiyat köyünü, açılış ve kapanış törenleri için yapılması planlanan Boğaziçi Stadyumu’nu kattığımızda, yapılacak inşaat hamlesinin boyutları daha net ortaya çıkıyor. Dümende ise yine TOKİ var ve bu da şehircilik adına oluşan kaygıları tek başına açıklamaya yetiyor. Olimpiyat için Belgrad Ormanı’na ve Esenler’deki ağaçlık alanlara tesislerin yapılacak olmasının ise ekolojik dengeye zarar verebileceği düşünülüyor. Ulus Atayurt’un Bant Mag için yazdığı makaleden, Seul 88 için 48 bin binanın yıkılıp 270 bin kişinin evlerinden tahliye edildiğini, Atlanta 96’ya hazırlık sürecinde 30 bin siyahi vatandaşın konut hakkını kaybettiğini öğreniyoruz. Pekin’de ise 1,5 milyon insanın evi yıkılmış. İstisnasız her olimpiyatta, düzenlenen şehirde yapılan “makyaj”, binlerce insanın mağdur olmasına neden oluyor. Bir benzerinin İstanbul’da yaşanması çok üzücü sonuçlar doğurabilir. Peki, İstanbul’un kazanan aday olma şansı ne? Olimpiyatlara ev sahipliği için beşinci adaylığımız olması, siyasi iradenin büyük desteği ve ısrarı, genç nüfus, yoğun halk desteği İstanbul’u ön sıralara taşıyan sebeplerden bazıları. İstanbul’un güçlü bir aday olduğunu, Tokyo valisi Naoki Inose’nin geçtiğimiz haftalarda “Müslüman ülkelerin tek ortak yönü Allah. Birbirleriyle kavga halindeler ve toplumsal sınıfları var.» açıklamalarından anlıyoruz. IOC’den tepki alan bu açıklamalarıyla yarışı başka bir boyuta taşıyan Inose, daha sonra özür dilemek durumunda kaldı. Bu olaydan bağımsız olarak bir hafta sonrasında yaşanan bir başka gelişme de, Başbakan Erdoğan’ın “Tokyo daha önce olimpiyat düzenlemişti, (Japon) Başbakan’a, bırakın bunu da biz yapalım dedim, inanıyorum ki gereken talimatı Tokyo Valisi’ne vereceklerdir.” açıklaması oldu. Başbakanın nükleer santral ihalesi karşılığında Japonya’dan olimpiyat adaylığını çekmesini istediği yönünde yorumlar da mevcut. İstanbul, Tokyo ve Madrid arasındaki bu çetin yarış 7 Eylül 2013’te nihayet son bulacak ve karar, IOC’nin Buenos Aires’teki toplantısında tüm dünyaya duyurulacak. Uzaktan oldukça cezbedici görünen olimpiyat meşalesi İstanbul’a yaklaştıkça, ateşin bir o kadar da yakıcı olduğu hissediliyor. 08 yaşam Sinemanın Emek’i Yıkılıyor “Hiçbir kültür bakanına, hiçbir politikacıya ve hiçbir yerel yöneticiye Emek’in önemini anlatamadık, anlamadılar. Artık anlamadılar mı, kendi yaşam deneyimlerine göre çok farklı bir mekân olduğu için mi kavrayamadılar, çocukluklarında sinemaya tiyatroya gitmemişler miydi, bu onların yaşam tarzına, kültürüne mi aykırıydı bilmiyorum...” Rezan İbişhükçü [email protected] Emek Sineması’nın 2013 Nisan’ında resmen yıkılmasına bu sözleriyle tepkisini gösteren Atilla Dorsay, ardından Emek Sineması’na kazma vurulduğu gün yapacağına söz verdiği üzere gazetedeki köşesini bıraktı. Yıkım süreci son aylarda İstanbul’un kültür sanat gündemini en çok meşgul eden konulardan biri haline geld. Tepkiler 2010 Nisan’ında, yıllardır süregelenin aksine İstanbul Film Festivali’nin Emek Sineması’nda yapılmayacağının açıklanması ve sinemanın kapatılmasıyla başladı. Geçtiğimiz Aralık ayında, sinemanın içinde bulunduğu Cercle d’Orient kompleksinin son kiracısı olan İnci Pastanesi’nin de yerinden çıkarılmasıyla, Emek Sineması’nın yıkımının önünde bir engel kalmamış oldu Şimdilerde Emek’in korunabilmesi için neredeyse her hafta bir protesto yapılıyor. 31 Mart’taki protestonun ardından kapısına kilit vurulan Emek Sineması önünde, 7 Nisan’da yüzlerce kişinin katıldığı bir protesto daha yapıldı. Polis barikatı, gaz ve tazyikli su ile karşılaşan protestoculardan dördü gözaltına alındı. Gözaltına alınıp akşam saatlerinde serbest bırakılan dört kişinin ertesi gün ifadelerinin alınacağı Çağlayan Adliyesi önünde Emek’in yıkılmasına karşı bir grup Mimarlar Odası, SİYAD ve sinemacılar adına bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada Emek’i koruyacaklarını söyleyen Kültür Bakanı ve orantısız güç kullanan polis eleştirildi. Ardından 14 Nisan’da ve 24 Nisan’da eylemler devam etti. Protestolarda pek çok yönetmen, senarist ve oyuncunun yer aldığı geniş bir insan yelpazesi, “Sinemanın “Emek’i” yok ediliyor!”, “Emek bir kamu malıdır. Herkesin malıdır!” sloganlarıyla tepkilerini dile getirdi. Emek’in Tarihine YolculukEmek Sineması’nı da çatısı altında barındıran Cercle d’Orient kompleksi 1884’te mimar Alexandre Vallaury tarafından tasarlandı. 1924’ten 1942 yılına kadar özel mülk olan o zamanki adıyla Melek Sineması, bu tarihte çıkarılan Varlık Dergisi gereğince İstanbul Belediyesi tarafından satın alındı. 1957 yılında kompleks, Emekli Sandığı tarafından satın alınınca ise, “Emek Sineması” adını almış oldu. Emekli Sandığı, Sosyal Güvenlik Kurumu’na dönüşünce kompleksin mülkiyeti bu kuruma geçti. Sık sık el değiştiren bu komplekste yer alan Emek Sineması, genel kanının aksine 1942 yılından bu yana kamu malı olma özelliğini sürdürdü. Yıkım Kararına Doğru 1992’de kompleksin tarihi dokusu bozulmadan restore edilmesi için açılan ihaleyi Kamer İnşaat kazandı ve yapıyı 25 yıllığına kiraladı. Binayı otel, Emek Sineması’nın altını ise otopark yapma projesi 90’lı yıllarda reddedilmesine rağmen, 2000’lerde el değiştiren firma, 2009’a gelindiğinde yeni bir proje hazırladı ve onay aldı. 2006’da çıkan “Yenileme Kanunu”nun esnekliği ve koruma kurulundaki uzman sayısının azalıp belediye temsilcilerinin artması projenin kabul edilmesine gösterilen nedenler arasındaydı. Projenin kabul edilmesiyle Emek Sineması’nın yıkım süreci de resmiyet kazanmış oldu. Firma projeyi “Biz bu salonu aynen koruyoruz ama yukarıya taşıyoruz” diye savunurken, projeye karşı çıkanların görüşü tavan süslemelerinin alınıp üst katlarda kurulacak yeni salona monte edilmesiyle Emek’in kültürel ve tarihi değerinin korunamayacağı yönünde. Tepkiler, Emek’in restore edilmemesi çevresinde değil, daha çok sinemanın kendi yerinden edilerek, sokak ile ilişkisini kesmiş, kültürel ve tarihi dokusunu kaybetmiş yeni bir Emek yaratılacağı düşüncesi etrafında yoğunlaşıyor. Öğrenci Görüşü Ezgi Erdem - Politika Hazırlık Emek sineması insanların sadece anılarını, çocukluklarını değil aynı zamanda bizim kültürel ve tarihi değerlerimizi de barındırıyordu. Her şey bir yana, İstanbul Film Festivali’ne 30 yıl boyunca ev sahipliği yaptı. Tüm bu mücadeleye rağmen bir çırpıda silinip atılması gerçekten çok acı. Bu sadece sinema ile alakalı değil, insanların anıları da tarihi değerlerimizle birlikte yıkıldı. bilim - teknoloji 9 Ölümsüzlük İksirinden Ölümsüz olmayı düşündünüz mü hiç, sonsuza kadar yaşayabilmeyi? Tarihin en eski zamanlarından beri insanlığın zihninin bir köşesinde yer bulmuştur bu düşüncenin gerçek olabilme ihtimali. Kimileri ölümsüzlük iksirini aramış, kimileri de günümüzde olduğu gibi teknolojiyi esas almış bu amaca ulaşabilmek için, 2045 projesinde olduğu gibi. Rus işadamı Dmitriy İtskov’un başını çektiği ‘ölümsüzlük şirketi’ olarak tanınan bir grup bilim adamı, tıptaki gelişmelerle geçmiş yıllara göre insan ömrünün uzadığı; ancak yine de ölümsüzlük konusunda tıpla bir yere ulaşılamayacağını savunarak, ‘Russia-2045’ adlı projeyi gündeme getirdi. Projeye göre, bilgi taşıma özelliğine sahip bir enerji olduğunu savundukları ruh, sağlıklı bir bedene transfer edilerek Melike Duygu [email protected] ölümsüzlüğe ulaşılabilecek. Çalışma grubunun öngörüsüne göre 2045’e kadar insan ruhunun yeri tam olarak belirlenecek ve bu ruh kopyalanıp yapay bir bedene taşınabilecek. Ölümsüz ruha cyborg* ve sibernetik teknoloji** ile ulaşılacak ve ruh daha sağlıklı bir ortama geçmeye davet edilecek. Bu sayede ruhun hasta bedenden ayrılışı, ruh için cazip bir konuma getirilecek. 2045’e kadar olan yaklaşık 30 yıllık süreç, ölümsüzlüğe ulaşmanın mihenk taşlarını oluşturacak. Bilim adamları bu dönemi; bedendeki değişimlere göre Body A, Body B, Body C ve D olmak üzere 5’er, 10’ar yıllık 4 kısma ayırmış. Buna göre 2015-20 aralığında insan beyninin gönderdiği sinyallerle komuta edilebilen yapay vücutlar 2045’e (Body A), yani avatarlar üretilecek ve satın alınabilecek maliyetlerle arabalar kadar yaygınlaşacak. 2025’e kadar olan 5 yıllık dönemde de avatarlara ölen birisinin beyninin transfer edilme denemeleri yapılacak, Body B oluşturulacak ve bu yapının ilk ticari kopyası ortaya çıkartılacak. 2025-35 aralığında ise yapay beyin oluşturulacak ve bununla beraber Body B’nin kopyası yapılacak. Son 10 senelik dönemdeyse Body D olan hologram vücut oluşturulacak ve e-insana ulaşılacak. Projenin bir fikirden, uluslararası bir konuma gelmesiyse Şubat 2012 tarihinde, Moskova’da yapılan ilk GF2045 (Global Future 2045) kongresiyle başladı. Kongreye 50’yi aşkın fizikçi, psikolog, sosyolog ve biyolog katıldı. Bu sene 15-16 Haziran tarihlerinde New York’ta ikincisi de düzenlenecek olan kongreye katılım herkese açık; bedeli öğrenciler için $300-500, yetişkinler için $700-900 olan biletlerden satın alınarak konferansa katılmak mümkün. Grup, projeyi uluslararası mecralarda duyurabilmek adına, son olarak 11 Mart’ta Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-moon’a bir açık mektup göndererek projenin gerekliliğini anlattı ve ikinci kongreye dikkat çekti. Bu girişimler insanları etkilemiş olacak ki bilim dünyasının dışında da projeyi destekleyen ilginç isimler de var: Steven Seagal gibi. Ünlü oyuncu yaklaşık 2 sene önce, projeyi desteklediğini dile getirdi. Bu projenin şimdiye kadar çözülememiş insan bilincini, zihni açıklayacağını ve bilimin gelişimi için çok önemli rolü olduğunu düşünen Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama da projenin büyük destekçilerinden. Bu ünlü isimlerin yanı sıra www.2045. com sitesindeki bağış kısmından isteyen herkes ‘insanlığın dönüşümüne’ destek olabiliyor. Peki, herkes geleceğin bu şekilde planlanmasında, “e-insan” oluşturulmasında hemfikir mi? Proje ilk olarak Rus Ortodoks kilisesinden tepki gördü. Durumun dini ve etik kısmı bir yana, projenin imkânsızlığını savunan bilim adamları da var. Onlara göre ruhun bilgisayara aktarılması bir kenara, yapay şuur yaratmak bile yakın ve uzak gelecekte mümkün değil. Günlük hayatta çokça duyduğumuz “Her canlı ölümü tadacaktır” gibi dini ve geleneksel öğretilerimiz bir yana, sonsuza kadar yaşamak, ölümsüz olmak gerçekten istenen bir şey midir, insanoğlu sonsuzluk sıfatını taşıyabilecek güçte midir, bilinmez. Proje planlandığı gibi giderse bu soruların cevaplarını 2045’te bulacağız gibi gözüküyor. *cyborg: Hem biyolojik hem yapay (mekanik, elektronik vb.) kısımları olan varlıklara verilen isim. Kalp pili taşıyan bir insan, beyinden komuta alan mekanik bir el veya kol, cyborg örnekleridir. **Sibernetik teknoloji ise; bu canlı ve cansız özellikleri bir yapıda toplayabilme becerisidir. 10 kültür-sanat Hangimiz Daha Yabancıyız? Hayata ne kadar kayıtsız kalabilirsiniz? Ne kadar umursamadan yaşayabilirsiniz? Belki Musa olabilirsiniz belki de Meursault, ya da henüz bir yönetmen tarafından beyazperdeye yansıtılmadınız veya bir yazar tarafından kağıda dökülmediniz. Zeki Demirkubuz’un 2001’de, Albert Camus’nun 1942’de hayata geçirdiği bu karakterler sadece “fark etmez” diyerek yaşayabilme potansiyeline sahip, toplumun genel yargıları ve kuralları dahilinde yaşamayı reddeden, “Yazgı”sına uyan topluma “Yabancı” kişiler. Zeki Demirkubuz, «Karanlık Üzerine Öyküler» kapsamındaki üçlemesinin ilk filmi Yazgı’nın senaryosunu, Albert Camus’nun Yabancı romanından esinlenerek yazdı. Filmin kurgusu kitapla birebir paralellik taşımasa da başkarakterler ve hikayelere hakim olan absürtlük, ikisinin de ortak noktası. Serdar Orçin (Musa) , Zeynep Tokuş (Sinem) ve Engin Günaydın’ın (Necati) başrollerini oynadığı film, yurt içi ve yurt dışında festivallerde gösterildi, 38. Altın Portakal Film Festivali’nden En İyi Film dahil 4 ödülle döndü. Filmin başkarakteri Musa annesiyle sıradan bir hayat sürerek rutin bir işte çalışan bir gençtir. Demirkubuz, bizi onun hayatının dönüm noktalarına tanık olmaya davet eder. Annesinin ölümü, Sinem ile ilişkisi, cinayetle suçlanarak hapse girmesiyle bize hem onun hayatından bir kesit sunar hem de olaylara tepkilerinden yola çıkarak onu daha iyi tanımamızı sağlar. Kendisini, tıpkı Camus’un Meursault’su gibi sürekli sütlü kahve içerken ve seçim şansı sunulan her şeye ‘fark etmez’ diyerek cevap verirken görürüz. Annesinin ölümünden etkilenmemesi, aksine her insanın bir yakınının ölümüne bazen sevinebileceğini söylemesi, iki karakterin de çevrelerindeki tek kızın evlenme teklifine dahi ‘fark etmez’ diye cevap vermeleri hayata kayıtsız kalışlarının en çarpıcı örneğidir. Ahlâk, gelenekler ve din gibi toplumun dayattığı kuralların onlar için önemi yoktur. Sadece fiziksel zevklere önem verirler. Eşleriyle ilişkileri sadece cinsellikten aldıkları zevk kadardır, gerçek bir sevgi söz konusu değildir ve bunu açıkça ifade ederler. Demirkubuz’un diğer filmlerinde karşımıza çıkan televizyon izlemenin verdiği hissizliğin, Musa’nın çevreye kayıtsızlığını ne kadar kolaylaştırdığını da görürüz. Meursault’un kumsalda sebepsiz yere öldürdüğü Arap ve cesede sıktığı fazladan 4 kurşun da aslında öldürmekten aldığı absürt, fiziksel hazzın bir örneğidir. Genelgeçer kurallara karşı olmaları onları otoriteye de karşı yapar. İkisi de polisi sevmediklerini itiraf ederler. Hapse girdikleri zaman savcıya ve avukata verdikleri umarsız cevaplar da otoriteyi ne kadar gereksiz gördüklerini gösterir. Demirkubuz, Yazgı için “Bütün hayatım boyunca taşıdığım suçluluk duygusunu olduğu kadar, imtiyazlılara ve gerçekte yalnızca imtiyaz isteyenlere duyduğum nefreti anlatmayı hep istiyordum.” diyerek kendisini Musa’yla özdeşleştirir ve Musa’nın eylemlerini gerekçelendirir. Bu yüzden annenin ölümü bile otorite figürünün hayatlarından çıkışına vesile olduğu için mutluluk vericidir. Musa’nın ve Meursault’un genele uymayan bütün bu absürt davranışları, onları toplumsal hayattan uzaklaştırır ve yabancılaştırır. Fakat onlara göre asıl yabancılık toplumun genelindedir. Özünden sapmış; otoritenin, ahlâkın, geleneklerin, dinin yaptırımları altına girmiş insanlığın yabancılaştığına inanırlar. Biz de filmin ve kitabın sonlarına geldiğimizde kendimize şunları sormadan edemiyoruz: Hangimiz daha yabancıyız? Musa mı? Meursault mu? Kayıtsız kalarak mı yoksa özümüzde olmayan şeylere, yazgımıza boyun eğerek mi daha fazla yabancılaşıyoruz? Naz Vardar [email protected] Kitap Uyarlaması Filmler Yazar – Yönetmen, Film (Kitap) 1. Yusuf Atılgan - Ömer Kavur, Anayurt Oteli 2.Cengiz Aytmatov - Atıf Yılmaz, Selvi Boylum Al Yazmalım 3.Feride Çiçekoğlu - Tunç Başaran, Uçurtmayı Vurmasınlar 4.Dostoyevski - Zeki Demirkubuz, Yeraltı (Yeraltından Notlar) 5.Metin Kaçan - Mustafa Altıoklar, Ağır Roman 6.Zülfü Livaneli - Abdullah Oğuz, Mutluluk 7. Fakir Baykurt - Metin Erksan, Yılanların Öcü kültür-sanat 11 Toprağın Kanı Biri, Türk Edebiyatının “yaşlanmaz şair çocuğu”, diğeri ise Türk Sinemasının “küskün ve dahi çocuğu”ydu. Her ikisi de aynı siyasi ve sosyal atmosferin içinde filizlenmiş birer ulu ve bilge çınardı. Ne yazık ki bu çınarlar artık aramızda değil. Yolu 1964 yılında “Susuz Yaz” ile kesişen Necati Cumalı ve Metin Erksan’dan arta kalanlar ise, sonsuzluğa ışık tutan eserleri. Güner Durmaz [email protected] Susuz Yaz, birçok açıdan, Türk Edebiyatında ve Türk Sinemasında ilkleri barındırır. Necati Cumalı, İzmir’de Hukuk Fakültesi’nden yeni mezun olmuş ve avukatlık mesleğini icra etmeye Urla’ya gitmiştir. Hikaye de orada canlanmıştır, orada et ve kemik yazıya dönüşmüştür. Yeni mezun bu gencecik avukat gerçekle tanışmıştır; su, kan ve toprak ile. Necati Cumalı’nın Susuz Yaz’ı, bu üç unsurdan oluşur. Su ve toprağı kendinden önceki yazarların yapamadığı şekilde anlatmasıyla Türk Edebiyatında bir ilktir. Hikayenin yazıldığı dönem de birçok olaya tanıklık eder. Demokrat Parti, Cumhuriyet’in kurucu partisi karşısında galip gelerek iktidar olur. Susuz Yaz, sadece köylüyle karşı karşıya gelen, “toprağın kanını”, suyu sahiplenen Hasan Kocabaş’ın hikayesi değildir; ayrıca müthiş bir siyasi arka plan barındırır. Yeni gelen “Hükümet”in köylüler, toprak ve onun mülkiyeti ile olan ilişkisi, Necati Cumalı’nın göstermek istediği ana unsurdur. Hasan Kocabaş ve kardeşi Osman Kocabaş karakterleriyle kurar dünyasını Cumalı. Bir köyü, bir toplumu anlatır. Toplumun kaderini anlatır bu iki kardeş üzerinden. İnsanın toprak ve mülkiyeti ile ilişkisinin kaçınılmazlarını gösterir bize arı ve şiirsel diliyle. Metin Erksan da Cumalı gibi, 83 yıllık yaşantısı boyunca birçok ilkleri yaşattı Türk Sinemasına. O Alper Sezer [email protected] İktidar Olmanın Gücü Adına! bizim ilk “dahi” yönetmenimizdi. Ne var ki dâhiler çoğu zaman yaşadıkları, eserler verdikleri dönemlerde tam olarak anlaşılamazlar. Metin Erksan da onlardan biriydi. İçinde bulunduğu toplum onun yoluna her zaman taşlar, “sansürler” koydu. Susuz Yaz da gösterime girdiği dönem pek anlaşılmadı kendi coğrafyasında. Aksine, Metin Erksan ve Susuz Yaz, 1964’te aldığı Altın Ayı En İyi Uluslararası Film ödülüyle uzak coğrafyalarda hak ettiği değeri buldu. “Susuz Yaz”, bize filmin ilk karesinden itibaren Erksan’ın rejimantasyon anlayışını gösterir. Cumalı’nın eserinin izinden giderek, ona sadık kalarak yönetir filmini. Doğanın bir parçasının, suyun mülkiyetini işler her sahnede. Suya sahip olan Hasan’ı birçok sahnede su ile iç içe bir halde gösterir bize. Erksan, Akira Kurosawa’nın 1954’te Seven Samurai ile gerçekleştirdiği şeyi Türkiye’de gerçekleştirir. Sinematik bir dille, köylü ve köylünün kaderini anlatır. Metin Erksan, aynı zamanda değişen siyasal konjonktüre de yer verir filminde. “Hükümet” kavramı üzerinde durur. Bu, aynı zamanda Erksan’ın Susuz Yaz’ındaki köylülerin siyasete bakışıdır. Partiler gider, gelir ama “Hükümet, hükümettir”. Her zaman tartışılagelmiş roman uyarlamalarının en başarılı örneklerinden olan Susuz Yaz, usta yazarı ve dahi yönetmeniyle, Türk Edebiyatı ve Sineması için zamanın sonuna dek varlığını koruyacak nadide eserlerden birisi. Türkiye’de siyaset, her kesimin sadece kendi derdi ve düşüncesiyle var olduğu, gücü eline alanın karşıtlarına karşı tavrının hiç değişmediği bir düzlemde ilerliyor. Dünün mazlumları dahi; bugün gücü ele geçirdiğinde benzer uygulamalarla karşı tarafa zulmetmekte, kendinden olmayanı sindirmekte hiçbir sakınca görmüyor.Gerek cumhuriyetin ilk yıllarında, gerekse 28 Şubat gibi yakın dönemlerde siyasetten ve toplumdan soyutlanmak istenen bir kesim; bugün büyük bir anlayış ve adalet beklentisiyle iktidara gelerek gücün, hazinenin ve copların yeni yöneticisi oldu. Fakat beklentilerin aksine ne yazık ki aldığı “ah”lar ile adından söz ettirdiği, vicdan ve adalet seviyesinin söylemlerle en örtüşmediği zamanlardan birini yaşıyoruz. Gücün ve ona tapanların yarattığı korku imparatorluğu, “biz en doğrusunu bilir ve yaparız” anlayışıyla kibirlerini her geçen gün daha da taçlandırıyor. Eleştirmek, karşıt bir görüşü savunmak gün geçtikçe daha da zorlaşıyor. Basın büyük bir baskı altında. Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü›nün (RSF) yayınladığı 2013 Dünya Basın Özgürlüğü listesinde 154. sıradayız! Sıralamanın yapıldığı ilk yıl olan 2003’te ise 115. idik. Freedom House Derneği’nin raporunda ise 120. sıradayız ve tüm raporlarda dünyada en çok gazetecinin tutuklu olduğu ülke konumundayız. Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi’ne göre Türkiye’deki sadece “mesleği sebebiyle”, yani örgüt bağlantısı vs. olmayan tutuklu gazeteci sayısı 49. Bu korku bir yana, çalıştığı kurumlardan uzaklaştırılan veya sansür yiyen gazeteciler de malum. Banu Güven, Ali Bayramoğlu, Bekir Coşkun, Hasan Cemal gibi çok farklı kesimlerden isimler, muhalefet ettikleri için yöneticilerinin sansürüne maruz kaldı. Oto-sansür; iktidarın şekillendirdiği siyasi ve ticari ilişkiler, vergi borçları gibi sebeplerle inanılmaz derecede artmış durumda. Bazı istisnalar dışında ana akım medya; sıkı yönetim varmışçasına başımıza bir şey gelmesin korkusuyla dilini törpülüyor.Sadece basın değil, meydanlara çıkan, derdini anlatmak isteyen herkes tehlike altında. Amerikan Haber Ajansı AP’nin araştırmasına göre 11 Eylül’den itibaren 10 yıl boyunca dünyada 35 bin kişi terör suçundan hüküm giymiş. Türkiye ise 12 bin 897 terör hükümlüsü ile ilk sırada! Şaka gibi ama dünyadaki teröristlerin 3’te 1’i ülkemizdeymiş. Terör yasasında yapılan değişikliklerin ardından 2005’te 273 olan mahkumiyet sayısı 2009’da 6 bine çıkmış. Hemen hemen tüm siyasi tutuklularımız terörist damgası yiyiveriyor artık çünkü. Darbe dönemlerini hatırlatmadı mı size de? “Siyasi tutuklu” tabiri bile ne kadar garip değil mi? Basın açıklaması yapmak, eyleme katılmak; hayatında silah görmemiş insanların saçma delillerle silahlı bir örgütle ilişkilendirilmesine yetiyor. Ortada sadece bağırıp döviz taşıyanlar varken bile onlarca kişi gözaltına alındı diye haberin sonuna bir cümle ekleniveriyor, gösterilen her tepkide onlarca hayatın geleceği karartılıyor. Çok masum ve demokratik eylemler dahi; gaz, cop ve gözaltıyla engelleniyor. Peki koca bir valinin; 1 Mayıs sonrası yoğun bakımdaki 17 yaşında bir kızı, yalan ithamlarla suçlu ilan etmek için resmen çırpınmasını, bir de vicdanım rahat deyişini unutabilir miyiz?Yaşananlar gösteriyor ki iktidar değiştikçe sadece sopa el değiştiriyor. Sopayı eline alan herkes, gücün ve kibrin sarhoşluğuyla karşıtlarını susturuyor. Adalet, hoşgörü, vicdan değil; baskı, hırs ve kibir, tüm aksi söylemlere rağmen her dönem devam ediyor. 12 kültür-sanat Etkinlik Rehberi “Vodafone Calling” Tatilde İstanbul’a Çağırıyor 1 Mayıs ile 30 Ağustos arası 120 gün sürecek bir festivale hazır mısınız? Organizatörlüğünü Pozitif Live’ın üstlendiği, sponsorluğunu ise Garanti Bankası ile Vodafone’un yapacağı Vodafone İstanbul Calling İstanbul’un en uzun soluklu festivali olmaya aday. Festival süresince, başta konserler olmak üzere panel, sergi, atölye ve birçok etkinlik, İstanbul’un dört bir yanındaki çeşitli mekânlarda gerçekleşecek. İnönü Stadyumu, Salon İKSV, Babylon ve Parkorman bu mekânlar arasında öne çıkanlardan. Zaz , 15 Haziran Parkorman Paris sokaklarında şarkı söylerken keşfedilen ve Youtube aracılığıyla kısa sürede pek çok ülkeden geniş bir hayran kitlesi edinen Zaz, bu ay içinde yayımlanacak olan yeni albümünün tanıtımı kapsamında 15 Haziran’da İstanbul’a geliyor. Müzik teorisi, keman, piyano, gitar ve koro şarkıcılığı dersleri alarak müziğe başlayan Zaz, 2009 yılında Paris’te gerçekleştirilen bir yarışmada birincilik kazandıktan sonra kendi yazdığı ve söylediği şarkılardan oluşan ilk albümünü yayımladı. Albümdeki “Je Veux” parçası ile “en beğenilen Fransız şarkıcı” ünvanının sahibi olan Zaz, jazz, rock, blues türündeki şarkıları ve hayranlık uyandıran sesiyle kaçırılmayacak bir konser vadediyor. Tiesto, 7 Haziran İnönü Stadyumu Hollandalı DJ, prodüktör ve toplam 7 albüm sahibi Tiesto, 7 Haziran gecesi İnönü Stadyumu’nda hayranlarıyla buluşmaya hazırlanıyor. 2012 yılında Twitter üzerinden canlı yayınlanan konseri ve Dünya AIDS Günü çerçevesinde çıkarmış olduğu “Dance, Save Lives” derleme albümü ile uzun süre adından söz ettiren Tiesto, 2011 yılında Mixmag tarafından“Dünyanın En İyi DJ’i” ünvanına layık görüldü. Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında Ahmet Kemal Sürmeli ahmet.sü[email protected] Rihanna, 30 Mayıs İnönü Stadyumu Albümü Unapologetic ile Billboard Top 100 listesinin 1. Sırasına tırmanmayı başaran Rihanna, Vodafone İstanbul Calling kapsamında 30 Mayıs’ta İstanbul’da olacak. Biletleri satışa sunulduğu ilk 15 gün içinde tükenen konser, festivalin ilk büyük konseri olma özelliği taşıyor. Mart’ta Amerika’da başladığı Diamonds World Tour ile Amerika sınırları içerisinde 28 konser verdikten sonra Avrupa turnesine başlayacak olan Rihanna’nın 3. durağı Türkiye olacak. Ünlü sanatçı, 2010 yılında ülkemize yine bir turne kapsamında gelmişti. Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında Bilet Fiyatı: 50-120 TL arasında Ke$Ha, 21 Temmuz Parkorman İlk single’ı “Tik Tok” ile 11 ülkede liste başı olan pop yıldızı ve söz yazarı Ke$ha, 21 Temmuz’da İstanbul Calling için sahneye çıkacak. İlk albümü “Animal” ile Kanada, Yunanistan ve Amerika’da listelere 1 numaradan giriş yapan Ke$Ha albüm içerisindeki 3 single ile uzun zaman boyunca listelerde 1 numara olarak yerini korudu. “GarbageChic” olarak tanımlanan tarzı ile Ke$Ha hayranlarını, çok enerjik bir konsere ve eğlenceye davet ediyor. Bilet Fiyatı: 110-250 TL arasında kültür-sanat 30 Seconds To Mars, 30 Haziran Parkorman Requiem for a Dream ve Fight Club filmlerinden tanıdığımız aktör Jared Leto’nun 30’lu yaşlarının ortasında baterist kardeşi Shannon Leto’yu da yanına alarak kurduğu 30 Seconds To Mars grubu, 30 Haziran’da hayranlarıyla buluşmaya hazırlanıyor. Çıkışını 2005 yılında “A Beautiful Lie” albümü ile yapan grup, “This is War” albümü ile birlikte 2 yıl süren bir turneye çıkmış ve tek albümle yapılan en fazla konser sayısıyla Guiness Rekorlar Kitabı’na girmiştir. Ayrıca, grup bugünlerde bir ilke daha imza atıp en son çıkan parçaları “Up in the Air”i, SpaceX ve NASA ortaklığıyla uzaya gönderecek.. 13 Iron Maiden, 26 Temmuz İnönü Stadyumu Dünyaca ünlü rock gruplarından Iron Maiden, “Maiden England” turnesi kapsamında 26 Temmuz’da İstanbul’da olmaya hazırlanıyor. Konserin açılışını ise Antrax ve Voodoo Six yapacak. Bugüne kadar toplam 90 milyon albüm satışına ulaşan Iron Maiden, 2011’de yayımladıkları son albümleri “The Final Frontier” ile 28 ülke listesinde uzun süre 1 numaradaki yerini korumuştur. Grup, bu albüm turnesi kapsamında da pek çok ülkeye giderek 2 milyondan fazla hayranına ulaşmıştır. 26 Temmuz’da unutulmayacak bir konser vaadeden Iron Maiden, hayranlarına “Scream for me Istanbul!” diye sesleniyor ve sizi bu deneyime ortak olmaya çağırıyor. Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında Bilet Fiyatı: 50-120 TL arasında Snoop Dogg , 7 Temmuz İnönü Stadyumu Dünya çapında 30 milyondan fazla albüm satışına ulaşmış Snoop Doog, Urban & Hiphop Day kapsamında 7 Temmuz’da hayranlarıyla buluşuyor. Gecenin açılışını ise sırasıyla Nas ve Cee- Lo Green yapacak. Bugüne kadar 12 ödül ve 40’tan fazla adaylık kazanarak bir rap efsanesi haline gelen Snoop Dogg, hip hop müziğinin en önemli temsilcileri arasında gösterilmesi dışında TV ve sinema oyuncusu ve prdüktör olarak da tanınıyor. Eğer konsere gitmeyi düşünenlerdenseniz, Snoop Dogg’un en çok satan ve en iyi kabul edilen albümü “Doggystyle”ı konser öncesi bir kez daha dinlemelisiniz. Bilet Fiyatı: 50-120 TL arasında Placebo, 16 Ağustos Parkorman Şu ana kadar açıklanan programda, festivaldeki konser ayağının son sahibi olarak görünen Placebo, 16 Ağustos’ta bir kez daha Türk hayranlarıyla buluşmaya hazırlanıyor. MTV Müzik Ödülleri’nde “En İyi Alternative Grup” ödülüne layık görülen grup, 15 yıllık kariyerine 6 Grammy ödülü, 11 Milyon albüm satışı ve 6 albüm sığdırdı. Son olarak 2010 senesinde yayınladıkları “Battle for the Sun” albümüyle Placebo, 10 ülkenin müzik listesinde 1 numara oldu ve 20 ülkenin müzik listesinde de ilk 5’e girmeyi başardı. Bilet Fiyatı: 130-350 TL arasında 14 dünya Boston’dan Çeçenistan’a Bir Karmaşa 11 Eylül sonrası yaşadığı travmanın etkilerini üzerinden ancak atabilen Amerikan toplumu, bu kez hiç beklemediği bir anda Boston’da bir terör eylemine maruz kaldı. Ancak hem Obama’nın ihtiyatlı tutumu hem de halkın ve basının tepkileri, geçtiğimiz on yıla göre bir şeylerin değiştiğini gösterir nitelikte. Alper Tarık Gürsoy [email protected] 15 Nisan’da Boston’da yerel saatle 14.49’da 10 saniye arayla patlayan iki bomba aniden dünya gündemini değiştirdi. Boston Maratonu’nun bitiş çizgisinde profesyonel koşunun bitmesinden yaklaşık 2 saat sonra patlayan el yapımı bomba 3 kişinin ölümüne, 200’den fazla insanın yaralanmasına neden oldu. Tencere kullanılarak yapılan bombanın içinin çivi ve benzeri metal parçalarla dolu olması yaralı sayısının yüksek olmasında temel etken. Kurbanlar arasında 8 yaşındaki Martin Richard’ın bulunması Amerikan halkının ve dünya kamuoyunun tepkisini şiddetlendirse de ilk izlenimler Irak Savaşı sonrası Amerikan halkının eskisi nazaran daha soğukkanlı olduğu yönünde. Olay sonrası incelemeye alınan kamera kayıtları FBI’a iki isim verdi. Ülkeye yaklaşık 10 yıl önce giriş yapan iki Çeçen kardeş Tamerlan ve Cevher Tsarnaev kapsamlı bir insan avıyla aranmaya başlandı. Medyaya yansıyan görüntüleri üzerine kaçmaya çalışan iki kardeş Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde görevli bir polis memurunu öldürdü. 18 Nisan gecesi kardeşlerden büyük olanı Tamerlan ölü olarak ele geçirdi. Kaçmayı başaran Cevher’i yakalamak içinse, güvenlik güçleri ertesi gün şehirde vatandaşlara sokağa çıkmamalarını önerdi. 19 Nisan günü akşam saatlerinde yakalanan Cevher’in sadece 19 yaşında olması patlamaların iki kardeşin planlayabileceği kadar basit olmadığı ihtimalini akıllara getiriyor. Ancak durum ne olursa olsun benzeri bir radikal İslâm saldırısında başka bir kıtada askeri harekat kararı alan ABD yönetimi, bu olay karşısında soğukkanlı kalmayı tercih etti. Şüphelilere dair bir iz bulunana kadar bombalanma olayını patlama olarak adlandıran basın için de aynı durum söz konusu. 9/11’den Günümüze ABD 11 Eylül sonrası Amerikan toplumu derin bir travmaya girmiş, ülkenin sembol yapılarından biri olan İkiz Kuleler’in yıkılması ve 2000 üzeri vatandaşın hayatını kaybetmesi üzerine yönetim teröre karşı anormal önlemler almış, saldırganlaşmıştı. Ülke güvenlik birimlerince her müslümanın potansiyel terörist olarak görülmesi, havaalanlarındaki yüksek önlemler ve El-Kaide ya da Taliban’la bağlantısı olduğundan şüphelenilen kişilerin yerleştirildiği askeri hapishane Guantanamo’daki tutukluların sayısındaki artış aslında ülkenin terör tehlikesi karşısında panik içinde bulunduğunun göstergesi olarak yorumlandı. Bir noktadan sonra nefrete dönüşen bu korku Irak işgaliyle eyleme dökülmüştü. Halkı galeyana getirmekten kaçınan Başkan Obama ise bu süreçte sakin ve ihtiyatlı davrandı. Aynı şekilde Obama olay sonrası belli bir kitleyi zan altında bırakmamak için terör ifadesini kullanmamayı tercih etmişti. Konu dünya basınında ilk sırayı alırken zanlıların Çeçen kökenli olması gözleri Rusya’ya çevirdi. Putin taziye dilekleriyle beraber bu terör saldırısının ABD’nin radikal İslam’a olan tutumundan kaynaklandığını ifade etti. Rusya Devlet Başkanı Çeçen militanları zamanında el altından destekleyen ABD’ye teröre karşı mücadele için de işbirliği teklifinde bulundu. Siyasi çevrelerde ise bu açıklama Esad’ı devirmek için radikal İslamcı gruplara destek veren ABD’ye bir uyarı olarak algılandı. ? kampüsten Boğaziçi’nde Bu Yıl Neler Oldu Eylül Oğuz Kaan Çağatay Kılınç [email protected] Ağustos Üniversite Harçları Kaldırıldı Üniversite harçlarının kaldırılması mı? Yoksa harçların alınmaya devam edilerek daha fazla imkan sunulması mı? %81 Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu’nun bugüne kadar yaptığı çalışmalardan memnun musunuz? Hayır - Okulun eğitim kalitesi ve akademisyenlerin üretkenliğinin arttırılmasına önem verirdim. Ne yazık ki, yeni kurulmuş bazı özel okulların akademisyenleri 150 yıllık geçmişi olan ve Türkiye’nin en iyi üniversitesi olarak nitelendirilen okulumuzdan daha üretken. Bunun dışında, öğrencilerin daha çok proje üretebilmesi, bu projeleri geliştirmelerine imkanlar sunulması gerektiğini düşünüyorum. Bunun yanı sıra, öğrencilerin kampüsler arası ulaşımını kolaylaştırmaya çalışırdım. Okuldaki aşırı hayvan populasyonuna kalıcı ve gerçekten verim alınacak bir çözüm bulmaya çalışırdım. - Yaz okulu fiyatlarını indirirdim. Özellikle Mühendislik öğrencilerinden alınan kredi başına 101 TL çok fazla. %75 Katılıyorum - Kulüpler dışında, öğrencilerin gerçekleştirmeye çalıştığı faaliyetlerle ilgilenirdim. Kulüp olmayan ancak bir etkinlik ya da proje için çalışan öğrenciler kaynakları için kendileri uğraşmak zorunda kalıyorlar ve kampüsleri kullanamıyorlar. Ancak burası hepimizin okulu, sadece kulüplerin değil. - Güvenlik sorununa çare ararım. Kampüs içinde makam aracımla dolaşmaz, bisiklet kullanır, çimlerde yatardım. Üniversite bütçesininin büyük kısmını, akademik kadro kalitesini daha çok yükseltmek, ve çeşitli bilim dallarında sadece klasik kabulleri değil, frontier research’ler yaparak yeni bulguları da anlatabilecek isimler transfer etmek için harcardım. - Daha güvenli bir kampüs ortamı sunmaya çalışırdım. Yazın meydana gelen kız yurdu duşlarına girilmesi olayından tutun da geçtiğimiz günlerde meydana gelen okul otoparkından motor çalınmaya çalışılmasına kadar ilgilenilecek şeyler var. Okulun kendi öğrencileri olarak kampüste kendimizi güvende hissetmeliyiz. Okul öğrencileri dışında kimsenin kullanamayacağı bir kampüs olalım ben de istemem. Tabii ki arkadaşlarımız da gelebilmeli ama her elini kolunu sallayan da kampüse girmemeli. Katılıyorum “Kontenjan artışlarının olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılabileceği pek çok şey var, üniversite yönetiminin bu konulara odaklanması lazım.” Ekim %29 Yemek fiyatları 2,25TL’den 1,50TL’ye indi ve 1TL’den kahvaltı verilmeye başlandı. Yemek fiyatlarının düşürülmesi, yemekhane kullanımınızı artırdı mı? Evet Öğrenci Görüşleri - Üniversitemize yakışan etkinlikler düzenlenmesi için uğraşırdım. ‘Boğaziçili’ bilincini kazandırmak ve kaliteyi artırmak adına ‘Boğaziçi Günleri’ düzenlerdim. %25 Katılmıyorum %88 Katılmıyorum Harçların kaldırılması %68 Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Olsam… “Kontenjan artışları üniversitemizin kalitesini düşürüyor.” Daha Fazla İmkan Sunulması %32 %12 Kontenjan artışları Boğaziçi Üniversitesi’ni olumsuz etkiledi. %19 Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, 3 Ağustos’ta rektörlük görevini Prof. Dr. Kadri Özçaldıran’dan devraldı. 15 %71 %28 Katılmıyorum Artırdı. “1TL’ye kahvaltı çıkınca, dışarıdaki bir poğaça bile pahalı gelmeye başladı.” %72 Katılıyorum Yemekhanede üç öğün yemek çıkması, yeme içme alışkanlıklarınızı değiştirdi mi? Artırmadı Hayır, eskiden nasılsa aynen devam. %48 Evet, artık daha düzenli besleniyorum. %52 16 kampüsten ? Boğaziçi’nde Bu Yıl Neler Oldu Kasım Mühendislik Fakültesi’nin 100. Yılı Kutlandı Remedial öğrencileri sorunlarını dile getirmek için eylemler düzenledi. %18 %75 Hayır %82 %39 Başarılı olamadıklarını düşünüyorsanız, Eylemi destekleyenler bu başarısızlığın kaynağı olarak kimi görüyorsunuz? %17 Üniversite yönetimi %28 Eylemler gereksizdi zaten %16 Aralık GETEM’in Telefon Kütüphanesi Projesi, Dünya İletişim Ödülleri’nde en iyi içerik ödülünü aldı. GETEM’in Telefon Kütüphanesi Projesi’ne bir kitap da siz okuyarak destek oldunuz mu? Ocak Yoğun kar yağışı nedeniyle öğrenciler, kış tatili öncesinde Kilyos’ta mahsur kaldı. Boğaziçi Üniversitesi Konfüçyus Enstitüsü, ‘Yılın En İyi Konfüçyus Enstitüsü’ ödülünü aldı. 21 Ocak’ta Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü eski müdürü Prof. Ahmet Mete Işıkara vefat etti. Eylemlere destek vermeyen diğer öğrenciler Şubat Levent – Hisarüstü metrosu çalışmaları başladı. %8 Evet Hayır Levent-Hisarüstü Mini Metrosu’nun planlanan açılış tarihi 2014’ten 2015’e çekildi. Açılışın daha da sarkacağını düşünüyor musunuz? %88 %48 Evet, biliyordum. Hayır, bilmiyordum %25 ÖTK’nın çalışmalarını yeterli buluyor musunuz? Evet, kazanımları oldu. Remedial öğrencilerinin Hayır, başarılı olamadılar düzenlediği eylemlerin başarılı olduğunu düşünüyor musunuz? %52 Evet ÖTK Seçimleri yapıldı. Peki siz de bir kitap okuyarak destekte bulunabileceğinizi biliyor muydunuz? %81 Evet %19 Hayır kampüsten 17 Mart Boğaziçi’ne mescit yapılması tartışmaları alevlendi. ‘Boğaziçi’ne Mescit’ için yapılan imza kampanyasına destek oldunuz mu? Kıvılcım Değirmencioğlu [email protected] Nasıl Marjinal Olunur? %15 Evet %85 Hayır Nisan Üniversitemizdeki kedilerin ve/ya köpeklerin varlığından memnun musunuz? %35 Hayır %65 Evet %20 Boğaziçi Üniversitesi’ndeki alkol yasağı üniversite yönetimi tarafından hatırlatıldı ve ciddi önlemler alındı. Evet Hayır %80 Boğaziçi Üniversitesi’nde alkol yasağı uygulamasını destekliyor musunuz? 9 Nisan’da Umberto Eco ile Orhan Pamuk, ‘A Dialogue On Facts, Fiction, History’ söyleşisinde bir araya geldi. Peter Weir, 12 Nisan’da Mithat Alam Film Merkezi’nde ‘Sinema Dersi’ verdi. Mayıs Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof.Dr.Gülay Barbarosoğlu EUA Yönetim Kurulu’na seçildi. 1 Mayıs’ta arkadaşlarıyla birlikte “Emek ve Dayanışma Günü”nü kutlamaya Taksim’e gitmişti 17 yaşındaki Dilan Alp. Kutlama “orantılı güçle” bölündü, Dilan polisin başına attığı gaz bombasıyla ağır yaralandı. O henüz yoğun bakımdayken, İstanbul Valisi Hüseyin Mutlu polis şiddetini, acımasızca kullanılan gaz bombasını haklı çıkarmak istercesine “Dilan marjinal grup üyesidir, elimizde kayıtları vardır.” açıklamasında bulundu. Valinin, en ufak bir sorumluluk hissetmiyormuşçasına yaptığı bu açıklamayı da marjinal sözcüğündeki suç imasını da anlamak güç. İnsanların fikirleri doğrultusunda, marjinal gruplar arasında yer alma özgürlüğünü unuttu diyelim ki vali, Dilan’ı da apar topar bir gruba üye olmakla suçlu ilan etti. Peki polis, karşısına çıkan her marjinal grup üyesine dilediği muameleyi yapma hakkını kimden aldı? Dilan gerçekten ima edildiği gibi bir gruba üye olsaydı bu, atılan gaz bombasını haklı mı çıkarırdı? Meydanlar mahkeme oldu da cezayı polisler mi tayin etmeye başladı? Vali Mutlu, Dilan yaralandıktan sonra kayıtlardan öğrenmişti de, polis daha gaz bombasını atarken mi biliyordu “marjinal grup” üyesi olduğunu ve bu şiddeti kendine hak görmüştü? Hüseyin Mutlu’nun açıklaması, Dilan’ın marjinal bir gruba üye olarak suç işlemiş olduğu varsayımıyla dahi çürütülebilecek kadar temelsiz aslında. Fakat valinin sözlerinin ötesinde, ortada “Vurun marjinale!” görüşünde bir hükümet olduğundan, önce marjinal kavramını sorgulamak gerek. Marjinal kelimesi, TDK’ya göre “aykırı” anlamına geliyor. Genel manada ise toplumda görüş ve yaşayışıyla çizginin dışında bulunan kimseler için kullanıyor. Açıklamada kastedildiğinin aksine, kelimenin hiçbir yerde yasadışılıkla ya da suçla ilişkilendirilmemiş olması çarpıcı. Acaba ortada suç teşkil edecek bir durum yoktu da vali anlamına çok da aşina olmadığımız bu sözcüğü, imalara açık kapı bırakmak için özellikle mi seçmişti? Marjinal kavramındaki aykırılığın neye, kime göre olduğu tartışılabilir, ama aykırı olan Dilan’ın 1 Mayıs’ta Taksim’de oluşu ya da hangi grupla geldiği değil. Çünkü Emekçi Bayramı olarak anılan bir günde, Taksim’de olmak için ne işçi olmaya ne de provake olmuş bir örgüt üyesi olmaya gerek var. Dilan 1 Mayıs’ta Taksim’e giderek en temel demokratik hakkını kullanmıştı, hatta gitmeseydi “marjinal” olurdu. Çünkü babası Ali Ekber Alp, 9 Şubat 2012’de, tüm özlük haklarına elkonularak işten çıkarılan 198 Hey Tekstil işçisinden biriydi ve 15 aydır hakkını almak için direnişteydi. Devlet teşvikleriyle kurulan ve özelleştirmelerle büyüyen Hey Tekstil, hem iktidarı hem de İstanbul 3.bölgede CHP’nin seçim kampanyasına verdiği finansal destekle muhalefeti arkasına almıştı. Firmanın iflası sonucunda ise, maaşlarını ve tazminatlarını dahi alamadan ortada bırakılan işçiler olmuştu. Normal olmayan bunlardı, insan hakkına, emeğine, vicdanına aykırıydılar. Evet işte tam da bu yüzden, bu haksızlıklara maruz kalmış bir babanın kızı olarak Dilan 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak zorundaydı. Hey Tekstil işçilerinin hiçbir haklarını alamadan kapı dışarı edilmesi, direnişçilerin iktidar, muhalefet ve medya tarafından yalnız bırakılması… Polis şiddeti yüzünden 17 yaşındaki bir kızın yoğun bakıma girmesi, son olarak da Dilan için 4 Mayıs’ta Taksim’e yürüyen Hey Tekstil direnişçilerine polisin tazyikli su ve copla müdahale etmesi… Elinizde bunların da kayıtları vardır sayın valim; sorumluları marjinal değilse, bu ülkede nasıl marjinal olunur? 18 kampüsten 1863’ten Bugüne Boğaziçi Üniversitesi bu sene kuruluşunun 150. yıldönümünü kutluyor. Boğaziçi ruhuna uygun biçimde hem köklü tarihimizin kuruluş adımları tekrar hatırlanıyor; hem de renkli 150. Yıl Etkinlikleri ile okulun, dünyanın ve Türkiye’nin bugünü ve yarını konuşuluyor. 1863 - Eğitimci Cyrus Hamlin’in ve iş adamı Christopher Robert’in gi- Miray Palaz [email protected] Gözdenur Işıkçı [email protected] rişimleriyle, Robert Kolej adı altında Bebek’te kuruldu ve ilk 31 öğrencisiyle eğitime başladı. Bu süreçte Hamlin okulun yöneticiliğini üstleniyor, Robert ise finansal destek sağlıyordu. Böylece ABD dışındaki ilk Amerikan koleji de kurulmuş oluyordu. itibariyle yeni Arnavutköy kampüsündeki beş ana bina tamamlanmıştı: Sage, Woods, Mitchell, Gould ve Bingham. Robert Kolej bugün eğitimine hala bu kampüste devam ediyor. 1869 – Osmanlı yönetiminden alınan yetki ile Rumeli Hisarı’nda bu- verebilme hakkı kazandı. günkü Güney Kampüs’ün inşaatı başladı. Çalışmalar esnasında kampüste mavi kireçtaşı bulundu ve binaların inşasında kullanıldı. 1871 – İlk binanın inşaatı tamamlandı ve Hamlin Hall adını aldı. Bugün bu bina, Öğrenci Faaliyetleri Binası ve 1. Erkek Yurdu olarak kullanılmakta. 1890 – Robert Kolej’in eğitim kadrosunda yer alan Mary Mills Patrick’in girişimleri sonucu Amerikan Kız Koleji resmen kuruldu. Böylece bu eğitim hazinesinin eksik ayağı da tamamlanmış oluyordu. 1920 – Amerikan Kız Koleji’nin Anadolu yakasındaki kampüsünün yangında ağır hasar görmesi üzerine yeni kampüsün inşaatı başlamıştı. 1920 1957 – Gerekli izinlerin alınmasıyla iki okul da yüksekokul diploması 1971 - O güne dek ayrı kampüslerde eğitim veren bu kız ve erkek liseleri, Arnavutköy’deki kampüste karma eğitim veren bir ortaokul-lise olarak hizmet vermeye başladı. Bugünkü Güney Kampüs ise, bağımsız bir Türk üniversitesinin kurulması için Türk hükümetine bağışlandı. Böylece Boğaziçi Üniversitesi, bu köklü hazinenin temelleri üzerine, onu daha da zenginleştirmek üzere kurulmuş oldu. İlk rektör ise Aptullah Kuran idi. Tüm bu süreçte bir ülkenin kuruluşuna, dünya savaşlarına, siyasi çalkantılara, ekonomik sıkıntılara şahit olan ve hatta tüm bunların tam ortasında yer alan bu okul, her bir güçlükle daha da zenginleşen bir hazinenin sahibi. Yıllar yılı her alanda ülkenin önemli isimlerini yetiştirmiş olan Boğaziçi Üniversitesi, geçmişinden aldığı temellerle; özgürlüğü, bilimi ve ilericiliği ilke edinmiş olarak eğitim hayatına devam etmekte. 1. Kız Yurdu kampüsten 150. Yıl Etkinlikleri Umberto Eco 19 Üniversitesi’ne dair derinlikli araştırmalarıyla tanınıyor. Boğaziçi’nin tarihi konusunda az sayıdaki uzmandan biri olan Freely, 20 Mayıs saat 16.00’da konuşmasını yapacak. 20 Mayıs / İklim Değişikliği, Enerji - Çevre: Rajenda K. Pachauri Nobel Barış Ödüllü, Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Başkanı Rajenda K. Pachauri, Boğaziçi Üniversitesi’ne geliyor. Yale Üniversitesi İklim ve Enerji Enstitüsü kıdemli danışması olan Pachauri, Albert Long Hall’de iklim değişikliği hakkında konferans verecek. Festivallerin Sineması 14 Mart / Ayşe Tütüncü Dörtlüsü Konseri Boğaziçi Üniversitesi 150.yıl kutlamaları süresince, üniversitenin ev sahipliğini yaptığı ilk etkinlik “Ayşe Tütüncü Dörtlüsü” konseri oldu. 5 yaşında başladığı müzik hayatına 7 yaşında başladığı konservatuar eğitimiyle devam eden Ayşe Tütüncü, 1995’ten beri sürdürdüğü ‘Piyano Perküsyon’ çalışmalarıyla biliniyor. Ayşe Tütüncü Dörtlüsü, piyanoda üniversitemiz mezunu Ayşe Tütüncü, gitarda Emre Karabulut, bas gitarda Şuayip Yeltan ve perküsyonda Serdar Gönenç’ten oluşuyor. 20 Mart / Yazı ve Muhalefet Paneli 150.Yıl etkinlikleri kapsamında, Boğaziçi Üniversitesi’nin edebiyat ile olan ilişkisinin ele alındığı Yazı ve Muhalefet Paneli gerçekleştirildi. Panele Boğaziçi mezunu Murat Gülsoy, Meltem Ahiska, Bülent Somay, Müge Sökmen ve Semih Sökmen katıldı. Panel süresince Hayalet Gemi, Metis Çeviri, Akıntıya Karşı ve Defter gibi 1980 döneminde önemli eserler vermiş dergiler tartışıldı. Bunun yanı sıra, Boğaziçi Üniversitesi’nin kültürel ve akademik ortamının edebiyatçılar üzerindeki etkisine değinildi. 27 Mart / Festivallerin Sineması Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Pelin Esmer ve Reha Erdem gibi birçok sinemacının yetiştiği Boğaziçi Üniversitesi, ‘Festivallerin Sineması’ adlı panele ev sahipliği yaptı. Azize Tan, Fırat Yücel ve Yamaç Okur’un katılımıyla gerçekleşen panelde tartışılan konu Emek Sineması ve festivallerin çektiği ekonomik sıkıntılar oldu. 9 Nisan / A Dialogue on Facts Fiction History: Umberto Eco - Orhan Pamuk Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk ve İtalyan yazar Umberto Eco, başkanlığını Bologna Üniversitesi Öğretim Üyesi Patrizia Violi’nin yaptığı söyleşide bir araya geldi. Koleksiyon ve liste yapmak gibi ortak yönleri bulunan iki yazar; edebiyat, tarihi roman ve saf roman gibi konular üzerine konuştular. Söyleşide Eco, özel şey- leri anlatmayı sevmediği için aşk konularını işlemediğini söylerken; Pamuk, naif okuyuculardan uzak durmaları gerektiğinden bahsetti. 10 Nisan / Technology Institutions & Wealth Inequality in The Very Long Run: Sam Bowles Dünyaca ünlü ekonomist, Santa Fe Enstitüsü araştırma profesörü Samuel Bowles, Ekonomi Bölümünün daveti üzerine, Tübitak’ın da desteği ile Boğaziçi Üniversitesi’ne konuk oldu. Avcılık ve toplayıcılık zamanından modern zamanlara kadar geniş bir yelpazede ekonominin gelişimi üzerine konuşan Bowles, gelir dağılımındaki artan eşitsizliğe değindi. 12 Nisan / Sinema Dersi - Peter Weir Ölü Ozanlar Derneği, Truman Şov ve birçok ünlü filmin yönetmeni Peter Weir; İKSV ve Mithat Alam Film Merkezi işbirliğinde, başkanlığını sinema yazarı Esin Küçüktepe Pınar’ın yaptığı bir söyleşi gerçekleştirdi. Peter Weir, kişisel sinema sürecinden bahsederken, sinema tarihine girmiş filmleri hakkındaki sorulara cevap verdi. En çok ilgisini çeken konunun savaş olduğunu söyleyen Peter Weir, oyuncu seçiminin bir film için çok önemli olduğunu da vurguladı. 17 Nisan / “Dünden Bugüne Boğaziçi Üniversitesi: 1863 - 2013” Kitap Tanıtım Yemeği 150 yıllık tarihsel gelişimi ele alan “Dünden Bugüne Boğaziçi Üniversitesi: 1863 – 2013” kitabını tanıtmak ve 150. Yıl coşkusunu Boğaziçi Üniversitesi mezunları ile kutlamak amacıyla Four Seasons Hotel’de bir gece düzenlendi. Geceye, Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının yanı sıra iş ve sanat dünyasından önemli isimler de katıldı. Gecede konuşma yapan Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, tüm mezunları üniversiteye katkıda bulunmaya davet etti. Davette konuklara Mehmet Altun tarafından hazırlanan kitap hediye edildi. 29 Nisan / The Idea of The City in Literature Arthur Miller uzmanı İngiliz yazar ve edebiyat eleştirmeni Prof. Christopher Bigsby, Edebiyatta Şehir Düşüncesi adlı bir söyleşi gerçekleştirdi. Her şehrin kendi geçmişini koruması gerektiğini belirten Bigsby, günümüzde şehirlerin artık şiddet dolu mekânlara dönüştüğünü belirtti. Ünlü eleştirmen, söyleşide Emek Sineması’nın durumuna da değindi. 2 Mayıs / Flamenko Coşkusu “Maria Tavora Flamenco Group” İspanyol flamenko sanatçısı Maria Tavora ve grubu dansı ve müziğiyle izleyenlere Endülüs coşkusu yaşattı. 15 Mayıs 2013 / Dünyanın Merkezi: Uluslararası Bağlamda Robert Kolej Brown Üniversitesi’nde tarih dersleri veren, Amerikan tarihi ve uygarlığı alanında uzmanlaşan Widmer, Robert Kolej ve Amerika’nın eğitim politikalarından bahsetti. Widmer, başkanlık döneminde Bill Clinton ile de çalışmalarıyla tanınmıştı. Gelecek Etkinlikler 20 Mayıs / Öncesi ve Sonrası: Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi - Ne değişmedi? Aslen Fizik alanında uzman olan ve üniversitemizde de Fizik departmanında dersler veren John Freely, ayrıca Robert Kolej ve Boğaziçi Boğaziçi Mezunlar Korosu Konseri 23 Mayıs / Bilginin Fethi: Büyük İskender’den Fatih Sultan Mehmet’e Değişim ve Uygarlık Yale Üniversitesi’nde ders veren Dimitri Gutas, Arap ve İslam Çalışmaları alanında uzman. Helen Tarihi konusunda yetkinliğiyle de tanınan Gutas, 23 Mayıs saat 16.00’da Boğaziçi’nde. 24 Mayıs / Çatalhöyük Excavations & Its Impact on Cultural Heritage Road of Anatolia: Ian Hodder 1993’ten beri Çatalhöyük’te yaptığı kazı çalışmalarıyla bilinen İngiliz arkeolog Ian Holder, üniversitenin konuğu olacak. Rektörlük Konferans Salonu’nda gerçekleşecek olan seminerde Holder, Çatalhöyük ve Çatalhöyük’ün Anadolu kültürel mirası üzerindeki etkilerinden bahsedecek. 13 Haziran / Boğaziçi Mezunlar Korosu Konseri Ali Mahmut Abra yönetiminde 2003’ten beri konserler veren Boğaziçi Mezunlar Korosu, Dede Efendi’den Cengiz Onural’a 22 bestecinin eserlerini sunacak. Ekim / Ders Dışı Zamanlar Sergisi 1863 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nin kültürel ve akademik gelişimini yansıtmak amacıyla dünü bugüne bağlayacak bir sergi yapılacak. Aynı zamanda sergide, öğrenci kulüpleri ve üniversite öğrencilerinin kampüs yaşamı gündeme gelecek. 20 mekan AYAKÜSTÜ LEZZETLER Alper Tarık Gürsoy [email protected] Tuğba Aladağ [email protected] Sadece kısıtlı zamanlarda veya kısıtlı bütçeyle karnınızı doyurmak istediğiniz yerler olmaktan çıkıp başlı başına lezzet durakları haline gelen seyyar satıcıları sizler için keşfettik. İMÇ Unkapanı Pilavcısı Ayvaz Usta Meşhur Unkapanı Pilavcısı belki de İstanbul’da kendi alanında en ünlüsü. İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’nın önünde yıllardır hizmet veren Mardinli Ayvaz Usta eşsiz pilavıyla yoğun ilgi görüyor. Gece saat 3’te bile sıra beklemenin gayet olağan olduğu meşhur pilavcı sadece taksicilerden, esnaftan ilgi gören sıradan bir seyyar satıcı değil; zira sanal alemde, ambulanstan inip pilav alan hemşirelerle ilgili hikayeler dolaşmakta. Ajda Pekkan’ın kendisini “misafirlerine pilav yapması için” evine çağırdığını söyleyenler bile var. Günde 200 kilo pirinç tüketen Ayvaz Usta, ayranı ağacın dalına astığı bir fıçıdan veriyor. Türkiye’de pilava ketçap sıkma akımının da öncüsü olan ustamız damacanadan ketçabı su pompasıyla sıkarak müşterilerine kolaylık sağlıyor. 4 liranız ve sırada beklemeye sabrınız varsa Ayvaz Usta unutulmaz bir tecrübe olacaktır. Otello Kamil Sokak Köftecisi Ahmet Abi Dürümcü İrfan Levent’te Nispetiye Caddesi Petrol Sitesi girişinde her gece saat 22.00’dan sabahın erken saatlerine kadar açık olan gece dürümcüsü, İrfan ve Levent kardeşler tarafından işletiliyor. Eski bir kamyonetten bozma ocakta yapılan dürümler incecik lavaş içerisinde ve ufacık olması sayesinde gece yenmesine rağmen midenizi rahatsız etmiyor. Kullanılan malzemeler kaliteli, temiz ve dürümlerin fiyatları da makul. Kişi başı ortalama 10 TL’ye doymanın mümkün olduğu İrfan Usta’nın yerinde kendisinin söylediğine göre müşterilerinden birisinin 17 tane dürüm rekoru var. Dürümcü İrfan -biraz kalabalık olsa da- güler yüzlü hizmetiyle müşterilere hoş bir sohbet ortamı sağlıyor. Boğaziçi’ne bu kadar yakın olan İrfan Usta’ya yolu düşen herkes uğramalı. Birgün gazetesinin hemen önünde Otello Kamil Sokak’la Avni Dilligil Sokağı’nın kesiştiği noktada, Anadol marka bir kamyonetin kasasında hizmet veren Ahmet Abi klasik seyyar satıcı tanımına uymuyor. Yıllardır yerinden oynamamış Anadol, Ahmet Abi’yi İstanbul’un en meşhur “seyyar olmayan” seyyar satıcısı haline getiriyor. Kaldırımdaki tabureler ve ücretsiz içme suyuyla Ahmet Abi aynı zamanda en misafirperver seyyar satıcılardan. Köftelerinin lezzeti dillere destan olan Ahmet Abi’nin fiyatları da oldukça makul. Yarım ekmek köfte ve ayranla 5 liraya karnınızı doyururken her zaman yediğinizden farklı bir tada varabilirsiniz. Ekmeğin içinde köftenin yanında acı sos, soğan-maydanoz ikilisi ve pul biber de mevcut. Ahmet Abi müşterilerine çeyrek, yarım, üç çeyrek ve tam ekmek seçeneklerini de sunuyor. mekan Soğuk Sandviççi (Eski Dürümcü) Zahir Usta Zahir Usta soğuk sandviçleriyle 1994’ten beri Kadıköylülerin uğrak noktası. Gece saat 10’dan sonra Kız Kulesi manzarasında Üsküdar sahilinde çalışan Zahir Usta kaliteli ve çeşitli malzemeleriyle tatlı, tuzlu fark etmeksizin muhteşem sandviçler yapıyor. Bolca koyduğu kaliteli malzemeler fiyatlara da yansıyor, takibinde en az 7 lirayı gözden çıkarmanız gerekiyor. Ankara Siyasal’ı yarıda bırakmış olan Zahir Usta, birikimi ve kaliteli sohbetiyle benzerlerinden farklı bir seyyar satıcı. Kardeşi Tahir ve oğluyla beraber Anadolu yakasını çevreler hale gelen Zahir Usta yakın zamanda Reşitpaşa Caddesi’nde Fırat Dürüm adıyla bir dürümcü de açtı. Eskiden sandviçlere alternatif olarak tezgahında sunduğu dürümlerini yemek için artık Zahir Usta yerine yeni açtığı bu dürümcüye uğramak gerekiyor. Kral Kokoreç 1996 yılında açılan ve o günden bu yana büyük ilgi gören Kral Kokoreç, Sirkeci’de içinizi ferahlatan tarihi havası, samimi ortamıyla lezzetli ve kaliteli malzemelerini bir arada sunuyor. Kokoreç, kömürde çevirme yöntemiyle pişirildiğinden yağ oranı azalıyor ve müşterilerin ağzına layık bir lezzet ortaya çıkıyor. Alçak masa ve sandalyelerin üzerinde küçük acı biber, kekik, Antep’ten getirilen baharatlar ile tezgâhta kıtır kıtır doğranarak taze ya da ısıtılan ekmek arasına konularak servis ediliyor. Günlük ortalama 400-500 kişinin uğradığı bu mekânda müşteriler genelde fiyatı 6,50 TL olan yarım ekmek kokoreci tercih ediyor. Kral Kokoreç haftanın her günü hızlı servisi, sıcak ve davetkâr atmosferiyle Büyük Postane Caddesi’nde sizleri bekliyor. 21 22 kampüsten Uzaktaki köy: Kilyos ne alemde? Boğaziçi’nde hazırlık denince çoğu insanın aklına gelen, içinde yaşayanların şikayet, dışarıdakilerin ise merak ettiği Sarıtepe Kampüsü son zamanlarda yaptığı boykotla dikkatleri üzerine çekti. Peki Kilyos’u böyle ayağa kaldıran ne oldu? Duygu Söyler [email protected] Taraftarizm “Futbol çağımızın sorunlarının aynasıdır. Futbol toplumlarımızın aynasıdır.” diyor Alfred Wahl, futbolun öyküsünü anlattığı kitabında. Geçtiğimiz haftalarda Galatasaray-Fenerbahçe derbisi sırasında ve maçın ardından yaşananları düşününce keşke haklı olmasaydı diyor insan. Keşke futbol yalnızca bir spor olsaydı ve tribünler en sancılı taraflarımızı böyle apaçık ortaya koymasaydı. Yeterince kan akmıyormuş gibi bu memlekette bir de gencecik bir evlat fanatizme kurban gitmeseydi; Çorum’dan Niğde’ye, Şanlıurfa’dan Zonguldak’a yurdun dört bir yanından “taraftarlar birbirine girdi” haberleri gelmeseydi. Aidiyet duygusundan, birlik olmaktan anladığımız bu olmasaydı ve futbol, olması gerektiği gibi, herkesi kucaklayabilen keyifli bir aktivite olarak kalsaydı. Keşke. Maç sonrası yaşananları birkaç hadsizin işi olarak görebilmek içimizi rahatlatabilirdi, ancak büyük maçlar öncesi/sonrası birkaç kez olsun spor gazetelerini eline almış, ateşli taraftarlar arasında onların o kör coşkusuna kapılmadan kalmış ve etrafını izlemiş birisinin bu olayları öyle kolayca yorumlayıp sıyrılıvermesi pek mümkün değil. Biraz düşünmek bile futbolun diğer sıkıntılarımızdan hiç de soyutlanmamış olduğunu anlamaya yetiyor. İstisna değildi son maçta yaşananlar. Burak Yıldırım’ı, Mühendis Oktay’ı, Taksim’de iki United Leeds taraftarını öldüren; daha birkaç gün önce Adana’da 2 kişinin bıçaklanmasına, İzmir’de 23 kişinin yaralanmasına neden olan olayları çıkaran bireyler hep aynı zihniyetin tezahürü. Bu saldırganlık, hoşnutsuzluk, kendinden olmayanı aşağılama ve ona zarar verme dürtüsü taraftarlık maskesi altında olunca açıkça fark edemiyoruz ancak Avcılar’da transeksüel bireylere, Kocamustafapaşa’da Ermeni kadınlara, Malatya’da Alevilere yönelik gerçekleştirilen saldırılarla aslında aynı kaynaktan besleniyorlar. Göz ardı ettiğimiz bir diğer mesele de futbolun her bir yanına şiddet ve nefret sinmesi için elinden geleni yapan spor medyası. Spor gazetelerinde zaman zaman öyle bayağı, argo, nefret dolu, ötekileştirici, cinsiyetçi ve homofobik bir dil kullanılıyor ki biraz olsun sağduyulu bir insanın içine sindirmesi mümkün değil. Hele maçın taraflarından birisi yabancı ise ve işin içine “milli değerler” karışmışsa militarizmi, nefreti, aşırı bir milliyetçiliği ve hatta ırkçılığa varan ifadeleri satır satır okuyabiliyorsunuz gazetelerden. Yunanistan maçı öncesinde “Suyu Isıt Komşu Kızı”, yendiğimiz bir maç sonrasında “Haşırt Diye!”, aldığımız bir cezanın ardından “O... Çocukları” şeklinde manşetler atmak ve mağlup tarafa kadınsı özellikler yükleyip bu yolla onları aşağılamaya çalışan, Avrupa her söz konusu oluşunda Viyana kapıları benzetmesi yapan, Fatih’ten, Osmanlı tokadından bahseden erkek egemen, cinsiyetçi ve şovenist bir dil kullanmak ne yazık ki oldukça olağan karşılanıyor bu mecrada. Futbol ruhundan anlamadığımı düşünebilirsiniz, haklı da olabilirsiniz ama futbolun yakasına iliştirilmiş bu şiddetin ve nefretin kanıksanmasının getireceği tehlikeleri görmek gerekiyor. Gencecik bir insanın hiç uğruna ölümü üzerine bile kendi “tarafını” olumlamaya çalışan zihniyet her türlü saldırganlığa, çirkinliğe açık ve hatta açtır. Özge Osmanoğlu [email protected] Sarıtepe, birçok hazırlık öğrencisinin bir yılını geçirdiği, deniz kenarına konuşlanmış ama ıssızlığı sebebiyle “dağ başı” etiketini üzerinden atamamış bir kampüs. Kampüsün tatil köyünü andırması her ne kadar ilgi çekse de öğrencilerin kısıtlı imkanları bir o kadar da yakınmalara sebep olmakta. Bu yakınmalara son dönemde Kilyos yemekhanesinde ortaya çıkan sorunlar da eklendi. Şikayet şenlikler, boykotlar ve anketlerle dile getirildi, kararlar alındı, değişikliklere gidildi. Peki şikayetin sebebi neydi? Bu yılın ilk döneminde Kilyos’ta iki kere toplu zehirlenme olayı yaşanmıştı. Zehirlenmelerin ardından, yemekhanedeki bamyada kurt çıkması sabırları taşıran son damla oldu. Bunun üzerine Kilyoslu öğrenciler 6 Mart 2013’te “Kilyos’ta Şenlik Var!” diyerek, Kilyos kantinde toplanıp kendi imkanlarıyla hazırladıkları sandviçleri yerken şarkılar ve danslar eşliğinde şenlik havasında bir boykot gerçekleştirdiler. Bunun yanı sıra Kuzey Kampüs’te öğrenciler arasında bir anket düzenlendi. Ankette öğrencilere yemeklerin kalitesi, fiyatı hakkındaki düşünceleri ve Kilyos’taki kurtlu bamyadan haberdar olup olmadıkları soruldu. Anket sonuçlarına göre yemeklerden memnun olan ve kurtlu bamyadan haberdar olmayanlar çoğunluktaydı. Eylem sonrası okulun uygulamaları Öncelikle boykotu duyan Kantinler ve Kafeteryalar Komisyonu 8 Nisan 2013’te Sarıtepe Kampüsü’ne bir ziyaret gerçekleştirdi ve Kilyoslularla bu sorunlar üzerine konuşuldu. Ayrıca 15 Nisan 2013’te Boğaziçi Öğrenci Temsilciliği Kurulu Twitter’da “Kilyos’taki zehirlenme hadisesinden dolayı yemekhaneleri işleten firmaya ceza kesildiği” açıklamasını yaptı. Ardından yemek şirketi, salatalardan çıkan metal parçacıkları için bir ceza daha aldı. Okul tarafına anlaşmayı iptal etme hakkı doğduğundan bu iki ceza şirketi zor durumda bıraktı. Bunun üzerine Kilyos yemekhanesinde bazı değişikliklere gidildi. Yemekhaneyi dönüşümlü olarak bir gıda mühendisi ve yemek şirketinin gönderdiği bir sorumlu denetlemeye başladı, salatalar streç filmlerle kapatılarak daha steril hale getirildi. Yemeklerin sıcak tutulmasına gösterilen özen artarken, yemeklerin geri dönüşümüne yönelik prosedürler uygulamaya konuldu. Kilyosluların şenlikleri, boykotları ve anketleri dikkatleri üzerine çekerek şimdilik geçerli bir sonuç elde etti denilebilir. Fakat Kilyoslu öğrenciler üniversitenin kamusallığına uygun, taşeronun olmadığı bir yemekhane için mücadeleye devam etmekte kararlılar. Onların deyimiyle;“Kurtsuz bamya pişene kadar, Kilyos Kampüs’te şenlik var!”. Öğrenci Görüşleri Kilyos’ta yaptığınız boykotun amacına ulaştığını düşünüyor musunuz? Betül İşcan - İngilizce Öğretmenliği 2. Sınıf Günde iki öğün yemekhaneden yiyen bir öğrenciyim. Boykot öncesi, Kilyos’ta kurt ve zehirlenme vakaları dışında yemeklerin soğuk olması ve çeşitlerin azlığı da sorun yaratıyordu. Boykot, yemekhanedeki sorunların büyük ölçüde aşılmasını sağladı, çünkü sesimizi kampüs dışına duyurabildik. Artık neredeyse herkes istediği çeşit yiyeceği daha sıcak ve sağlıklı olarak yiyebiliyor. Yasin Efe- İşletme Hazırlık Boykotla sesimiz kesinlikle duyuldu ama hala problemler yaşıyoruz. Havalandırma sorunu hala çoğu kişiyi olumsuz etkiliyor. Yakın zamanda meyvelerde 2 kurt vakası daha yaşandı. Ayrıca yemekhane işi özel şirketlere bırakılarak devlet üniversitesinde okuyan öğrenciler özel sektörle muhattap ediliyor, bu da sorunların çözüm sürecini olumsuz etkiliyor. Boykotla bu konuda da sesimizi duyurmayı amaçlamıştık. sosyal Çevrim İçi Aktivizm Nazlı Azergün [email protected] Bugün insanların interneti büyük bir devrim olarak nitelendirmesinin en büyük sebeplerinden biri, onun uçan arabalar, zaman makineleri ve kapsül yiyecekler gibi ütopyalarımız arasında yer almamış olmasıdır. Gerçekten de, bir bilgisayar ya da akıllı telefon ekranından dünyada var olan tüm bilgilere erişebiliyor oluşumuz, internetin olmadığı bir dünyaya doğanlar için hayal etmesi dahi güç bir durumdu. İnternetin hayatın her alanına dahil olmasıyla insan, sadece bilgiye ulaşmakla yetinmemeye başladı. Zamanla, kanında bulunan düşünme ve paylaşma güdüsüyle, interneti derdini anlatmak, destek toplamak veya karşı çıkmak gibi eylemlerinin aracı haline getirdi. Klavye Delikanlılığı ve Meramını Anlatmak İnternet yaygınlaştıkça, çoğu insan sözlüklerde “geyik çevirme”, fotoğrafların altında tamamı büyük harflerle olacak şekilde tüm sülaleye selam yollama, arkadaşlara “Bak çok komik bir şey göstereceğim” diyerek komik video izletme gibi aktivitelerle yetinmemeye başladı. Forumlarda memur maaşlarından bahsederken tepkisini kimi zaman hakaretle ve küfürle, kimi zaman da dalga geçerek gösterdi. Mevcut iktidarla geçmiş iktidarların icraatlarını karşılaştıran resimler paylaştı. Bir iletiyi beğenince ya da mail’i başkalarına yollayınca Bill Gates’in servetini hayır kurumlarına bağışlayacağına inanan naif yanını zamanla kaybedip hızla ve daha saldırgan bir biçimde interneti politikleştirmeye başladı. Geçtiğimiz günlerde birçok kişi, sosyal medya profilindeki isimlerinin başına T.C koyarak, resmi kurum ve yazışmalardan T.C ibaresinin kaldırılmasını protesto etti. Hatta bu protesto biçimi o kadar hızla yayıldı ki, bir gazete dahi ciddi ciddi bu gelip geçici Facebook modasına uydu. 64 Kbps kapasiteli kiralık hat ile ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı’nda gerçekleştirilen ilk internet bağlantımızın üzerinden 20 yıl, Ekşi Sözlük’e “pena” başlığı altında ilk entry’nin girilmesinin üzerinden 14 yıl geçti. Peki, internet nasıl oldu da Yahoo üzerinden tavla oynadığımız, Mirc’de sohbet ettiğimiz bir ortam olmaktan çıkıp kendimizi ifade etmenin aracı haline geldi? 23 Boğaziçi Tweet @lepromyen: İlkokul 2de kafasını teneke dolaba çarpa çarpa yardığım çocuk facebookta beni bulup dürtmüş. Öc mü alcan napcan birader kaç yıl sonra. @BhdrKoca: kendi kıraş oynamıyorum ama sayfanın sağında kimin kaç levelde olduğu belli,ne ezikler gördüm ben utandım beee,beceremiyosan oynama şunu @anailbak: + Ya anne patates kızartsana - Ne patatesi yat uyu. + İyi ben kızartırım. Tereyağıyla tava nerde? - Tamam bırak sen bırak (JEDI MINDTRICK) @frkndmrdvn: Kandirildik ey halkim!! Saat dokuz. 80 yildir sabah namazından sonra yatmaz diye anlatılan dedem fosur fosur uyuyor. @ihsanaltay: bazen burdan kesin cikmaz ya derkenki ozguvenimi hoca gorse sormayim madem der he. @brn_kyrkc: Tarih asistanımızın bugünkü itirafı: gerçi sistemdeki ÖSYM fotograflarınız üç adam öldürüp gelmiş gibi ama yine de sizi tanıyabilirim. @secilsinem: Ayrıca el dediğiniz insanlara “ehe ehe” yapıp en yakınınızdaki insanların canını sıkmayın. Peki, bu örnekler, yani internetin fikirleri yaratıp yaymakta ve bu fikirlere destekçiler bulmaktaki başarısı, bu fikirlerin toplumu kalıcı bir şekilde etkileyeceğine işaret ediyor mu? Derdini klavye başında anlatmak, sokaklara dökülüp sanal kimlikler yerine doğrudan kendi benliklerimizle tepki göstermekle bir tutulabilir mi? İnternette her şeyin gelip geçici olması, bugün ak dediğimize yarın kara demenin kolaylığı, yapılan yorumların kısa sürede unutuluyor olması, kazın ayağının düşündüğümüz gibi olmadığını gösteriyor. Bir Aktivizm Aracı Olarak İnternet İnternetin ön ayak olduğu işe yarar ve gerçek projeler de yok değil. Ekşi Sözlük’ün yazarlarından topladığı bağışlarla Trakya’da bir hatıra ormanı başlatması, Fatih Altaylı’ya açtığı davadan kazandığı tazminatla sokak hayvanlarına mama yardımında bulunması, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’nın desteklediği sorulan sorulara doğru yanıt verildikçe Afrika’ya pirinç bağışında bulunan freerice.com gibi bir sitenin varlığı siber alemle yaşadığımız dünyanın aktivizmde birleşeceğinin en büyük kanıtlarından. Arap Baharı’nın Twitter üzerinden yeşermesi, artık kimi gazetelerin blog kısımlarında insanların fikirlerini yayabilmesi, tamamen bedava hizmet veren Wikipedia’nın oluşturulması, Julian Assange’ın Wikileaks üzerinden yaydığı gizli belgelerle bütün dünyada bir farkındalık yaratması, Alternatif Nobel Ödülü olarak da anılan Right Livelihood Award’ün internet üzerinden örgütlenmesi, Anti-Bullying ve Against Suicide hashtag’leriyle yapılan paylaşımların birçok insana yardımcı olması da gösteriyor ki, sanal dünyanın @ofengin: Hisar’dan çıkıp 6’da Beşiktaş’ta olmanın imkanı yok. 4’te çıkarsan 4 buçukta varıyorsun, 4 buçukta çıkarsan 6 buçukta. @apakberkay: Güneyde kalmanin en büyük avantajı; usudugunde üstüne bir şeyler alabilmek. Dezavantajı; aynı işlemi herkese yapmak zorunda olmak. eylemleri de gerçek dünyaya katkı sunabiliyor. Yine de, interneti fikirlerimizi oluşturmada ve yaymada araç olarak kullanırken aslında halen yemek yiyen, uyuyan, sosyalleşme ihtiyacı duyan canlılar olduğumuzu unutmamamız gerekiyor. İnsan doğası değişmedikçe, bir fikri savunurken ya da birine karşı çıkarken, doğrudan o kişinin karşısına geçerek, gözlerinin içine bakarak tartışmak, mavi ışık altında klavye tıkırtısı sesi eşliğinde tartışmaktan çok daha gerçekçi olmaya devam edecek.
Benzer belgeler
Dinamik gazete 69. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
kaybın hikayesiyle sitemleriCemre Akdemir
ni, taleplerini fark ettirmeye
Yazı ve Reklam İşleri Sorumluları
çalışıyorlar. 12 Eylül darAlper Sezer, Duygu Söyler,
Kıvılcım Değirmencioğlu, Serap Çelik
...
Dinamik gazete 68. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
Yaşamım süresince bir kadın başbakan görebileceğimi düşünmüyorum.” sözlerinin sahibi,
İngiltere’nin ilk kadın başbakanı ve 11 yıllık iktidarı süresince İngiltere’yi büyük şekilde etkilemiş
bir yöne...
Dinamik gazete 63. sayısını görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız.
BOĞAZİÇİ’NDE 150. YIL