Sufi Araştırmaları Cilt/Volume: 2 Sayı/Issue: 3 Kış/Winter 2011
Transkript
Sufi Araştırmaları Cilt/Volume: 2 Sayı/Issue: 3 Kış/Winter 2011
Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 1 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Sahibi: Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği adına Mehmet Veysî DÖRTBUDAK Editör: Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Gürol PEHLİVAN Yabancı Dil Danışmanları Prof. Dr. Metin EKİCİ - Mehmet Nuri ERDEM - Emine ERSÖZ Redaksiyon Yrd. Doç. Dr. Furkan ÖZTÜRK - Mehmet ERSAL - Mehmet ALTUNMERAL Gülcihan PEHLİVAN - Pınar ERSAL Sanat Danışmanı Özkan BİRİM Teknik Sorumlu Ramazan ÇELİK Yazışma Adresi 5527 sok. No: 41/11 Uncubozköy / MANİSA Elmek: [email protected] Baskı Tibyan Yayıncılık Basım Yayım Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. 1145/1 Sok. No: 55/A Yenişehir – İzmir Tel: 0232 459 77 78 Faks: 0232 449 32 93 e-posta: [email protected] - web: www.tibyanyayincilik.com Kültür Bakanlığı Sertifika No: 16613 Eylül – 2012 2 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 SÛFÎ ARAŞTIRMALARI SUFI STUDIES Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies Cilt/Volume: 2 Sayı/Issue: 3 Kış/Winter 2011 ISSN 2146-1449 MANİSA Yılda iki sayı yayımlanan ulusal hakemli bir dergidir. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği'nin yayın organıdır. 3 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 4 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 YAYIN KURULU Esin ÇELEBİ BAYRU (Uluslararası Mevlânâ Vakfı II. Başkanı) Prof. Dr. Rahmi KARAKUŞ (Sakarya Üniversitesi) Prof. Dr. Himmet KONUR (Dokuz Eylül Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞİMŞEKLER (Selçuk Üniversitesi Mevlânâ Araş. Ens. Md.) Yrd. Doç. Dr. Cahit TELCİ (Celal Bayar Üniversitesi) BİLİM KURULU Prof. Dr. Namık AÇIKGÖZ (Muğla Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Rami AYAS (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Osman BİLEN (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. İlhan GENÇ (Dokuz Eylül Üniversitesi) Prof. Dr. Turan GÖKÇE (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Gürer GÜLSEVİN (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Ayşe İLKER (Celal Bayar Üniversitesi) Prof. Dr. Alimcan İNAYET (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa KARA (Uludağ Üniversitesi) Prof. Dr. Adnan KARAİSMAİLOĞLU (KırıkkaleÜniversitesi) Prof. Dr. Zeki KAYMAZ (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üniversitesi) Prof. Dr. Yusuf Ziya KESKİN (Harran Üniversitesi) Prof. Dr. Atabey KILIÇ (Erciyes Üniversitesi) Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ (Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Aynur KOÇAK (Kocaeli Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet ÖGKE (Akdeniz Üniversitesi) Prof. Dr. Kazım SARIKAVAK (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet Hakkı TURABİ (Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN (Ege Üniversitesi) Prof. Dr. Ayşe ÜSTÜN (Uşak Üniversitesi) Prof. Dr. Emine YENİTERZİ (Mevlânâ Üniversitesi) Doç. Dr. Safi ARPAGUŞ (Marmara Üniversitesi) Doç. Dr. Ziya AVŞAR (Bozok Üniversitesi) Doç. Dr. Gülgün ERİŞEN YAZICI (Onsekiz Mart Üniversitesi) 5 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Doç. Dr. Mehmet KIRBIYIK (Selçuk Üniversitesi) Doç. Dr. Mustafa SARI (Mevlânâ Üniversitesi) Doç. Dr. Ömer Faruk TEBER (Onsekiz Mart Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Gül GÜLER (Harran Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Mustafa GÜLER (Harran Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Sezai KÜÇÜK (Sakarya Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. A. Yılmaz SOYYER (Süleyman Demirel Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Mustafa TATÇI (Gazi Üniversitesi) Yurtdışı Temsilcileri Prof. Dr. Amin ODEH (Ürdün) Prof. Dr. Ahmad Naseem SHAH (Hindistan) Prof. Dr. Elfine SIBGATULLİNA (Rusya Federasyonu) Dr. Seema ARİF (Pakistan) Dr. Güzel TYUMOVA (Tataristan) 6 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 İÇİNDEKİLER EDİTÖRDEN ............................................................................................... 9 Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM MEHMED ALİ FETHÎ’NİN HZ. ALİ’DEN KIRK SÖZ TERCÜMESİ: “TERCEME-İ KELÂM-I ERBA‘ÎN-İ HAZRET-İ ‘ALİYYÜ’L-MURTAZ” ..................................... 11 “Die Übersetzung der Vierzig Sprüche vom Khalif Ali” von Mehmet Ali Fethi Âdem CEYHAN ISLAM AND THE ROLE OF SHRINES IN KASHMIR .................................................................................................... 43 Keşmir’de İslam ve Türbelerin Rolü Dr. G. H. MİR MUHYÎ-İ GÜLŞENÎ’NİN SÎRET-İ MURÂD-I CİHÂN İSİMLİ ESERİ .............................................................................................. 51 The Work of Muhyi-i Gülşeni’s Siret-i Murad-ı Cihan Abdullah ARI ÇEVİRİ “TASAVVUF” KAVRAMININ VE ANLAMLARININ ETİMOLOJİK İNCELENMESİ................................................................. 77 Yazan: Dr. Amin Yousuf Oudeh Çeviren: Emine ERSÖZ 7 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 8 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 EDİTÖRDEN Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM "Sûfi" ile "sâfi" arasında köken ve anlam açısından çok yakın bir ilişki söz konusu. Sâfi olabilmek tortulardan ve bulanıklık oluşturan hallerden uzak kalmayı gerektiriyor. Sonuçta da arı-duru bir hal ortaya çıkıyor. Böyle bir hal âyineyi temiz ve pürüzsüz kılıyor. O zaman da ona yansıyan her ne olursa daha net gözüküyor. Sûfiliğin ana amacı ise o âyineyi Yüce Allah'ın cemal tecellilerine mazhar kılmaktır. Tıpkı Mesnevi'deki ayna hikayesinde olduğu gibi. Hikayeyi hatırlayalım: Çinli ve Rum ressamlar sanatlarında üstün olduklarına dair tartışırlar. Padişah kimin haklı olduğunu ortaya çıkarmak için tarafları yarışmaya çağırır. Ortası perdeyle ayrılmış bir odada ressamlar çalışmaya başlarlar. Çinliler padişahtan her türlü boya ve süs malzemesi desteği alırlar. Rumlar ise hiç boya istemez. Herkes işine koyulur. Çinliler rengarenk boylarla harika resimler yaparlar. Rumlar ise ellerindeki malzemelerle perdeyle ayrılmış odada Çinlilerin resim yaptıkları karşı duvarı önce temizlerler, sonra cilalayıp iyice parlatırlar. Nihayet padişah sonucu görmek üzere odaya girer. Çinli ressamların yaptıkları güzel resimleri görünce çok beğenir. Sonra Rum ressamların tarafına geçer. Rumlar iki oda arasındaki perdeyi kaldırırlar. Çinlilerin yaptıkları karşı duvardaki resimler olduğu gibi Rumların parlattığı duvara yansır. Resimler duvardakinden çok daha ihtişamlı ve göz alıcı görünür ve tabi yarışmayı Rum ressamlar kazanır. Hz. Mevlana Hak aşıklarını işte bu Rum ressamlara benzetir. Onlar gönüllerini hırstan, tama'dan, cimrilikten, kinlerden arındırarak bir ayna gibi saf ve tertemiz kılmışlardır. Başka bir ifadeyle Cemal tecellilerinin yansımasına engel olan bütün perdeleri kaldırmışlardır. Allah'ın hadsiz hesapsız tecelli- 9 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği leri, güzellikleri orada yansır, ışıldar durur. Sufi Araştırmaları Dergisine bilimsel araştırmaları ile katkıda bulunan değerli bilim adamlarımızı böyle nitelemek geliyor içimden. Onlar iki işi birden yapıyorlar. Biri üzeri zaman ve ihmal perdesiyle örtülmüş güzelliklerin üzerlerindeki perdeyi kaldırmaları, diğeri de bunu yaparken bu güzellikleri kendi âyinelerine yansıtıp kalemleriyle orada resmetmeleridir. Bu cümleden olmak üzere bu sayıya yazı veren Prof. Dr. Adem CEYHAN'a, Dr. G. H. Mir'e, Abdullah ARI'ya ve Emine ERSÖZ'e kalbî şükranlarımı sunuyorum. Tabii bu arada Gürol PEHLİVAN kardeşimin emeğini yad etmek en azından bir kadirşinaslıktır. Değerli bilim adamlarımızın sâfi gönüllerine sûfiliğe dair nice güzellikler yansımasını ve bu vesile ile bunlara mazhar kılmaya çalıştığımız dergimizin uzun zaman yaşamasını diliyorum. Sevgiyle kalın. 10 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 MEHMED ALİ FETHÎ’NİN HZ. ALİ’DEN KIRK SÖZ TERCÜMESİ: “TERCEME-İ KELÂM-I ERBA‘ÎN-İ HAZRET-İ ‘ALİYYÜ’L-MURTAZ” “Die Übersetzung der Vierzig Sprüche vom Khalif Ali” von Mehmet Ali Fethi Âdem CEYHAN* ÖZET Bu yazıda 19. asırda yaşamış mutasavvıf şair ve yazarlarımızdan Mehmed Ali Fethî’nin (1804-1857) Hz. Ali’nin kırk sözü konusundaki Türkçe mensur eseri tanıtılmakta ve bahis konusu kitapçığın yeni harflere aktarılan aslı ve günümüz Türkçesine çevrilen metni sunulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Hz. Ali- Mehmed Ali Fethî- Tercüme- Erbaîn. ZUSAMMENFASSUNG In diesem Artikel wird das Buch “Die Übersetzung der Vierzig Sprüche vom Khalif Ali” von Mehmet Ali Fethi (1804-1857) sowohl in der osmanischen als auch in der modernen türkischen Sprache dargestellt. Schlüsselwörter: Khalif Ali- Mehmed Ali Fethî- Übersetzung- Vierzig. * Prof. Dr., Celal Bayar Üniversitesi Fen- Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, MANİSA. 11 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği GİRİŞ İslâm tarih ve kültürünün Hz. Muhammed’den sonraki en mühim şahsiyetlerinden biri olan Hz. Ali, tasavvuf tarihinde de müstesna ve itibarlı bir mevkıye sahiptir. Bazı tasavvuf erbabı, manevî bir miras olarak aldıkları irfanın, kendilerine Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali gibi ileri gelen sahabeler yoluyla Hz. Peygamber’den intikal ettiğini ifade ederler. Hz. Ali’nin “subaşı, serçeşme-i evliyâ, şah-ı evliyâ” gibi isim ve sıfatlarla yüceltilmesinin sebebi, eda ettiği bu manevî vazife dolayısıyladır. Şunu da ehemmiyetle belirtmek gerekir ki, asıl kaynak, Hz. Ali’nin de öğreticisi, terbiye edicisi ve rehberi olan Hz. Muhammed’dir. Her ne kadar Hz. Ali’nin yaşadığı çağda “tasavvuf” adı kullanılmamışsa da anılan kelimeyle anlatılan “ayne’l-yakîn”, “hakka’l-yakîn” derecesindeki bilgilerin ve hâllerin, fiilen, yaşayış seviyesinde var olduğu, elde bulunan malûmata dayanılarak rahatlıkla iddia ve isbat edilebilir. Tasavvufî eserlerde Hz. Ali’ye nisbet edilerek anılan bazı derin manalı, veciz sözler de İslâm dininin takva, güzel ahlâk ve farzlara ilâveten edilen nafile ibadetler sonucunda erişilebilen bu sırlı, Bâtınî yönüne işaret etmektedir. Ebû Nasr es-Serrâc (ö. 378/988), tasavvuf ilminin ilk kaynakları arasında yer tutan el-Lüma‘ isimli kitabında, Cüneyd-i Bağdâdî’nin şöyle söylediğini nakleder: “Allah kendisinden râzı olsun, Emîru’l-mü’minîn Hz. Ali, eğer harplerle meşgul olmasaydı bizim bu tasavvuf ilmimize dâir pek çok incelikleri bize öğretirdi. Çünkü o, kendisine ilm-i ledün verilmiş biriydi. İlm-i ledün Kur’ân’da Hızır (a.s.)’a hâs kılınmış bir ilimdir: Biz tarafımızdan ona bir ilim (ledün) öğretmiştik.”1 Ebû Nasr Serrâc, anılan eserinde, Allah’ın Hz. Peygamber’e üç çeşit ilim verdiğini belirterek bunlardan birinin de sahabenin bir grubuna açıklanan, başkalarına açıklanmayan ilim olduğunu ifade eder. Hz. Ali’den rivayet edilen “Allah Resûlü bana benden başka bir kimsenin bilmediği yetmiş bâb ilim öğretti” sözünün bu tür ilimden olduğunu ilâve eder.2 Taarruf adlı eserinde Hz. Ali’yi büyük sûfîler arasında sayan Kelâbâzî (ö. 380 veya 384 /990-994), onun bazı veciz sözlerini de nakleder.3 er-Risâlesi tasavvufun esas kaynakları arasında bulunan Kuşeyrî (376-465/986-1072) de anılan eserinde sırası geldikçe Hz. Ali’nin hikmetli sözlerine ve menkıbelerine 1 2 3 12 Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ İslâm Tasavvufu Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, haz. Hasan Kâmil Yılmaz, İstanbul 1417-1996, s. 137. (İktibas edilen ayet Kur’an, Kehf, 18/65). Ebû Nasr Serrâc Tûsî, a.g.e., s. 371. (Ayrıca bk. s. 373, 410). Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf- Ta‘arruf, haz. Süleyman Uludağ, 2. bs., İstanbul 1992, s. 59, 142, 193. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 yer verir.4 Bu örnekler, herhâlde Hz. Ali’nin tasavvuf tarihinde ne kadar mühim bir yer tuttuğunu göstermeye yeter. Edebiyat tarihimizde yer tutan eserlerden mühim bir kısmı, telif veya tercüme yoluyla meydana getirilen manzum yahut mensur ahlâk kitaplarıdır.5 Ahlâk kitapları, muhtevalarına göre sınıflandırıldığında, Hz. Ali vecizelerinin tercümesi veya şerhi mahiyetindeki metinler de “ahlâkî güzel sözler” kategorisi içinde mütalâa edilir.6 Türk edebiyatı tarihinde Hz. Ali vecizelerine ait eserler, umumiyetle “Sad-Kelime-i Alî”(Yüz Söz) ve “Nesrü’l-leâlî” (İnci Saçısı) adıyla bilinen güzel söz derlemelerinin tercüme ve şerhi mahiyetindedir. “SadKelime-i Alî”, meşhur Arap âlimi Câhız’ın (ö. 255/869) Hz. Ali sözleri arasından seçtiği ve Reşîdüddîn Vatvat’ın (481-87-578/1088-1094?-1182) ArapçaFarsça olarak tercüme ve şerh ettiği yüz vecizedir. Şiî alimlerden Tabersî’nin (ö. 548/1154) derlediği rivayet edilen “Nesrü’l-leâlî” ise, Hazret-i Ali’ye ait 250300 civarındaki özlü sözü elifba sırasına göre ihtiva eden bir metindir. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla, 15. asrın ilk çeyreğinden 20. asır ortalarına kadar bu konuda meydana getirilen sahibi belli kırk kadar eserin, aşağı yukarı on beşi Nesrü’l-leâlî, on beşi de Sad-Kelime-i Alî tecümesi ve/veya şerhidir. Hz. Ali’nin 10, 40, 100, 200 gibi çeşitli sayılardaki vecizesini tercüme ve şerh eden edebî şahsiyetlerden takriben dörtte birinin 40, 69, 100 vb. sayıda hadis mütercimi olduğu da görülmektedir. Bu konuda dikkat çekici hususlardan biri de Hz. Ali’nin bazı hikmetli sözlerini dilimize çeviren, Farsça yahut Türkçe olarak şerh eden kırk civarındaki edebî şahsiyetten dörtte birinin Halvetîlik, Gülşenîlik, KadirîlikCelvetîlik, Mevlevîlik, Rifâîlik gibi tasavvufî mekteplere mensup veya muhip (dost) oluşudur. Meselâ, Hz. Peygamber’in 69 hadisini birer kıt’ayla Türkçe’ye çevirdikten sonra, Hz. Ali’nin Sad-Kelime’sinden onunu aynı şekilde tercüme eden Vardar Yeniceli Usûlî (ö. 940/1538), Gülşenî dervişidir.7 936 (1529-30) yılında bazı kudsî hadis, hadis ve Hz. Ali vecizeleriyle Ebû Hanîfe, Üveys, Süfyân-ı Sevrî gibi İslâm büyüklerinin sözlerini tercüme ve şerh ederek eserine “Cinânü’l-cenân” adını koyan Vâhidî’nin de –kendi beyanlarına da4 5 6 7 Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi, haz. Süleyman Uludağ, 4. bs. İstanbul 2003, s. 203, 268, 333, 341, 430. Bu tür eserler hk. fazla bilgi için bk. Bursalı Mehmed Tâhir bin Rif‘at, Ahlâk Kitaplarımız, İstanbul 1325 (1909). Agâh Sırrı Levend, “Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten 1961, (2. bs.) Ankara 1988, s. 91, 96, 104. Şairin hayatı ve eserleri hk. bilgi için bk. Âdem Ceyhan, “Usûlî’nin Hadis ve Vecize Tercümeleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 20012003, c. XXX, İstanbul 2003, s. 147-188. 13 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği yanılarak- derviş olduğu sanılmaktadır.8 Hz. Peygamber’in kırk hadisini ve Hz. Ali’nin kırk sözünü nazmen dilimize çeviren şairlerimizden Harîmî’nin, 16. asır Osmanlı mutasavvıflarından, “Türbe Şeyhi” vasfıyla meşhur, Halvetî tarikatına mensup Bosnalı Ali Dede (ö. 1007/1598)9 olduğu tahmin edilmektedir.10 Hz. Ali’nin yüz sözünden doksan beşini birer kıt’ayla dilimize çeviren Aksaraylı Seyyid Hasan Rızâyî (d. 1007/1599-ö.?), elde bulunan eserlerinden anlaşıldığına göre, Kadirî ve Celvetî’dir.11 Nesrü’l-leâlî’yi 1120-1123 (1708-1711) yılları arasında “Rişte-i Cevâhir” (Cevherlerin ipi) adıyla tercüme ettikten sonra “ârifâne bir sûretde” şerh eden Konyalı Nesîb Yûsuf (ö. 1126/1714), Mevlevîdir.12 Tasavvufî temayül veya mensubiyeti konusunda bilgi yahut fikir sahibi olduğumuz Sad-Kelime-i Alî mütercimlerinden biri de 19. asrın ikinci yarısının renkli kişilerinden olan ve “İmamzâde Vehbi Molla” diye tanınan Mustafa Vehbî (ö. 1294/1877)’dir. Vefatından sonra Çamlıca Bektaşi Tekkesinde gömülüşüne bakarak Vehbî Molla’nın Bektaşîlikle alâkası olduğu söylenebilir.13 Yine 19. asrın tanınmış Mevlevî şeyhlerinden olan Osman Salâhaddin (1235-1304/1820-1887) de Nesrü’l-leâlî’yi 1297 (1879-80) yılında nesren Türkçeye çevirmiştir.14 Akşehirli şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi’nin oğlu olduğundan “Akşehirlizâde” sanıyla tanınan ve Hz. Ali’nin Sad-Kelime’sini “Şemmetü’l-esrâr” (Sırlardan Bir Koklamalık, Cüz’î Bir Miktar) adıyla çevirip izah eden Ali Haydar Bey’in (1263-133/1847-1914-15), en azından bir Mevlevî sempatizanı olduğu söylenebilir. Çünkü o, adı geçen eserini, H. 1297 (M. 1880) yılında Manisa Mevlevîhanesi şeyhi İbrâhim Fahreddin Çelebi’nin ricası üzerine ter8 9 10 11 12 13 14 14 Vâhidî, Cinânü’l-cenân, Ankara Millî Ktp. 06 Mil Yz. A 6817; ayrıca, a.g.e, Dersaâdet 1313 (1897), s. 9. (Âdem Ceyhan, Türk Edebiyatında Hazret-i Ali Vecizeleri, Ankara 2006, s. 204-209). Hayatı ve eserleri hk. bilgi için bk. M. Serhan Tayşi, “Ali Dede, Bosnevî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1989, c. 2, s. 386. Âdem Ceyhan, “Harîmî’nin Hz. Ali’den Kırk Vecize Tercümesi”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, yıl 2003, c. 1, Sayı 2, s. 45-58. Hasan Rızâyî’nin hayatı ve eserleri hk. bilgi için bk. Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Mecelletü’n-nisâb fi’n-niseb ve’l-kunâ ve’l-elkāb, Süleymaniye Ktp. Hâlet Efendi nr. 628, vr. 232b; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-‘ârifîn esmâ’ü’l-müellifîn ve âsârü’l-musannifîn, nşr. Kilisli Muallim Rifat-İbnülemin Mahmud Kemal, İstanbul 1951, c. 1, s. 295; Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333 (1915), c. 1, s. 62; Mustafa Çağrıcı, Hasan Rızâyî ve Tezkiretü’s-sâlikîn ile Mahmûdiyye Adlı Eserleri Tahkik ve Değerlendirilmesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek lisans tezi, İstanbul 2006, s. 13-33. Nesîb Yûsuf, Rişte-i Cevâhir, İstanbul 1257 (1842), s. 3. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, ts., [1315/1897] c. 4, s. 619; Mahmud Cevad İbn eş-Şeyh Nâfi, Maârif-i Umûmiyye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve İcrâatı, İstanbul 1338, s. 37, 112, a. mlf. a.g.e., (haz. Taceddin Kayaoğlu), Ankara 2001, s. 3-35, 102. Bu tercümenin bir nüshası, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp. M. R. 759, vr. 43b-58b. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 cüme ve şerh etmiştir.15 Nesrü’l-leâlî’yi 1303 (1886) yılında “Emsâl-i Alî” (Hz. Ali’nin Meselleri) adı altında çeviren Muallim Nâcî Efendi’nin (12651310/1849-1893) de kendi açık ifadelerinden Mevlevî dostu olduğu anlaşılmaktadır.16 Bir tercümesini burada söz konusu ederek sunacağımız Mehmed Ali Fethî Efendi’ninse Halvetiyye’nin Şâbâniyye kolundan olduğu bilinmektedir. Mütercimin elmizdeki kitapçığını tanıtmaya başlamadan önce, hayatı ve eserleri hakkında kısaca bilgi vermek uygun olacaktır: Mehmed Ali Fethî kimdir? 19. asır Osmanlı âlim, mutasavvıf, şair ve yazarlarından biri olan Mehmed Ali Fethî, 1219 (1804) yılında, bugün Bulgaristan sınırları içindeki Ruscuk’ta doğdu. Eserlerinde “seyyid” olduğunu bildiren M. Ali Fethî’nin babasının adı, Osman’dır. Bundan dolayı Mehmed Ali, memleketinde “Osman Beğzâde” diye tanındı. Gençliğinde yüksek ilimleri tahsil etmek için Edirne’ye geldi ve bu şehirde uzun müddet ikamet etti. 1239 (1824) senesinde, yirmi yaşında İstanbul’a giden Ali Fethî, bir müddet Dersaâdet’te ilim öğretimiyle vakit geçirdi. Onun bu sıralarda, Aksaray Sinekli Bakkal’da “Kuşadalı Tekkesi” adıyla bilinen dergâhta tasavvufî faaliyetlerle meşgul Kuşadalı İbrâhim Halvetî’ye (1188-1262/1774-1846)17 intisap ettiği anlaşılmaktadır. 1245 (1829)’de Ruscuk’a dönen Ali Fethî, memleketinde bir müddet mektep hocalığı yaptı. 1251 (1835)’te yeniden İstanbul’a geldi. Burada müderris olarak birkaç sene ilim talimiyle uğraştı. 1255 (1840) yılında açılan Mekteb-i Maârif-i Adliye muallimliğine tayin edildi. Aynı yıl, “Huzur Dersleri”ne18 muhatap olarak katılan Ali Fethî Efendi’nin bu vazifesi, 1271 (1855) yılına kadar devam etti. 1263 (1847)’de bazı sebeplerden dolayı hocalık memuriyetini bırakıp Fatih Camii’nde tefsir dersleri vermeye başladı. 1266 (1851) senesi sonlarında Meclis-i Maârif-i Umûmiye, bir yıl sonra ise Encü- 15 16 17 18 Akşehirlizâde Ali Haydar, Şemmetü’l-esrâr, 1. bs. Saruhan Sancağı Matbaası, 1297 (1880); 2. bs. (Merâsıdü’l-hikem’le birlikte) 1299 (1881). Bu iki eserin sadeleştirilmiş baskısı: Hikmetler ve Sırlar (s. nşr. Abdulkadir Akçiçek) İstanbul 1987. Muallim Nâcî, Sünbüle (Ömer’in Çocukluğu, s. 129-222’de) İstanbul 1307, s. 194. (Bu konuda daha fazla bilgi için bk. Muallim Nâcî, Emsâl-i Alî, Hazret-i Ali’nin Hikmetli Sözleri, haz. Âdem Ceyhan, İstanbul 2011, s. 16-19). Hayatı ve faaliyetleri hk. bilgi için bk. Nihat Azamat, “Kuşadalı İbrâhim Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2002, c. 26, s. 468-470. “Huzur dersleri”, Ramazan aylarında padişahın huzurunda yapılan tefsir dersleridir. (Geniş bilgi için bk. Mehmet İpşirli, “Huzur Dersleri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1998, c. 18, s. 441-444). 15 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği men-i Dâniş azası arasına katıldı.19 Anılan akademik encümen azalığına seçilmesine bir teşekkür ifadesi olarak 1268 (1852)’de “İlm-i Tabakāt-ı Arz” adlı eseri Arapça’dan Türkçeye tercüme etti. Ali Fethi Efendi, sultanın buyruğu üzerine, 1267-1271 (1851-55) yılları arasında, İstanbul’daki vakıf kütüphanelerinde karışık hâlde bulunan kitapların isimlerini, yazarlarını, hangi dilde yazıldıklarını ve hangi ilim dallarına ait olduklarını tesbite gayret etti. Dört yıl süren çalışması sonucunda “el-Âsâru’laliyye fî Hazâ’ini’l-kütübi’l-Osmâniyye” adlı eserini meydana getirdi. Padişaha sunduğu bu çalışmanın karşılığında terfî ettirilip ihsana nail olan Ali Fethî Efendi, takriben bir sene sonra, 1272 (1856) yılında Halep mollalığına tayin edildi. Devrinin tanınmış ilim adamlarından ve faziletli kişilerinden olan Mehmed Ali Fethî, 1274 senesi Rebîülevvel ayının yirmi ikisinde (10 Kasım 1857 tarihinde) İstanbul’da vefat etti ve Eyüp’te Mihrişah Valide Sultan haziresinde gömüldü. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Mehmed Alî Fethî, sadece zahirî ilimleri tahsil etmek ve öğretmekle yetinmemiş, tasavvufla da fiilen alâkadar olmuş bir kişidir. Rusçuklu Ali Fethî, Kuşadalı’nın zamanımıza ulaşan mektuplarından anlaşıldığına göre, onun en fazla mektup yazdığı müridi20 ve zikir telkin etmekle vazifelendirdiği kişilerdendir. Şiir ve nesirdeki maharetiyle çeşitli ilim dallarına ait vukufu, çağdaşları tarafından övülerek anlatılan Mehmed Ali Fethî’nin hilye, hadis ve vecize tercümeleri, ayrıca bibliyografya ve jeoloji konusunda eserleri vardır.21 Ali Fethî Efendi, şiirlerinde “Fethî” ve “Alî” mahlaslarını ayrı ayrı veya aynı manzumesinde birlikte kullanmıştır. Eserleri Mehmed Ali Fethî’nin eserlerinden birkaçı basılabilmiş; diğerleri ise el 19 20 21 16 Bu müessese hk. bilgi için bk. Abdullah Uçman, “Encümen-i Dâniş”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1995, c. 11, s. 176-178. Yaşar Nuri Öztürk, Kutsal Gönüllü Velî Kuşadalı İbrâhim Halvetî, İstanbul 1982, s. 44-45. Mehmed Ali Fethî’nin hayatı ve eserleri hk. bilgi için bk. Fatîn Dâvud, Hâtimetü'l-eş'âr, İstanbul 1271/1855, s. 324; Mehmed Süreyyâ, a.g.e., c. 4, s. 8-9; Bursalı Mehmed Tâhir, Aydın Vilâyetine Mensup Meşâyıh, Ulemâ, Müverrihîn ve Etibbânın Terâcim-i Ahvâli, İzmir, 1324/1908, s. 24; a. mlf. Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333 (1915) c. 1, s. 395; Bağdatlı İsmail Paşa, a.g.e., nşr. İbnülemin Mahmud Kemal- Avni Aktuç, İstanbul 1955, c. 2, s. 375; İbnülemin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, (3. bs.) İstanbul 1988, c. 1, s. 411; İnehânzâde Mehmet Nâil, Tuhfe-i Nâilî, 1949, c. 2, s. 753, nr. 3178; Ali Birinci, “Mehmed Ali Fethi (Rusçuklu)”, Yapıtları ve Yaşamlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul, 1999 c. 2, s. 104- 105; Hüseyin Şıra, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yüksek lisans tezi, İstanbul 2008, s. 10-38. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 yazması hâlinde kalmıştır. Matbu (basılmış) eserleri şöyle sıralanabilir: 1. İlm-i Tabakāt-ı Arz, İstanbul 1269 (1853), XV+142 s. Fransız jeologlarından Elie De Beaumont’un (1798-1874) yazdığı bu eser, önce Arapça’ya tercüme edilmiş; daha sonra Mehmed Ali Fethi tarafından Türkçe’ye çevrilmiştir. 2. Terceme-i Kelâm-ı Erba‘în-i Hazret-i ‘Aliyyü’l-Murtazâ, (Beyoğlu Kışlak-ı Hümâyûnu Litografyası, 1276/1859, 8 s.). Yazımızın asıl konusunu teşkil eden bu tercümeyi, mütercimin diğer eserlerini saydıktan sonra ele alıp inceleyecek ve takdim edeceğiz. 3. Tercüme-i Nesâyıh-ı Eflâtûn-ı İlâhî, (İstihkâm Alayları Litografyası 1280/1864) Adından da anlaşılacağı üzere, ünlü Yunan filozofu Eflâtun’un (m.ö. 427-347) bazı veciz sözlerinin Türkçe’ye tercümesinden ibaret, sekiz sayfalık bir kitapçıktır. 4. “el-Âsâru’l-aliyye fî Hazâ’ini’l-kütübi’l-Osmâniyye”, yukarıda bir nebze bahsedildiği gib, İstanbul vakıf kütüphanelerinin isimlerini ve cetvellerini içine alan bir eserdir.22 M. Ali Fethi Efendi’nin basılmamış eserleri: 1. Mîlâd-ı Muhammediyye-i Hâkāniyye ve Hilye-i Fethiyye-i Sultâniyye (Hilye-i Sultânî), Müellif, bu eserini 1256 senesi Şâban (1840 Ekim) ayı sonlarında yazmaya başlamış ve 1259 yılı Ramazan ayının ilk günü (25 Eylül 1843 tarihinde) tamamlamıştır. Kısaca “Hilye-i Sultânî” olarak anılan kitabın Ali Fethî Efendi tarafından konan adı, “Mîlâd-ı Muhammediyye-i Hâkāniyye ve Hilye-i Fethiyye-i Sultâniyye”dir. Söz konusu metin, içinde yer yer manzum parçalar da bulunan, Türkçe mensur bir eserdir. 12 baptan ibaret eserde, adından da anlaşılacağı üzere, hem Hz. Peygamber’in doğumuna, hem de fizikî yapısına ait konular hakkında bilgi verilmektedir.23 2. Risâle-i Feyz-i Fezâ’i1 ve Nûr-ı Nevâfil, (Süleymaniye Ktp. Yazma Bağışlar, nr. 2218). Bir mukaddime, bir bab ve bir hatime üzerine tertip olunmuştur. Eserinin başlangıcında beş vakit namazın farz oluşundan ve faziletlerinden bahseden yazar, müteakip fasıllarda nafile ibadetlerin hikmetini anlatmaya geç22 23 Bu eser hk. daha fazla bilgi için bk. Osman Ergin, Muallim M. Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve kütüphanesi, İstanbul 1937, s. 396, 415-417, 443-444; Ali Birinci, “Abdurrahman Nacim”, Müteferrika, İstanbul 1996, Sayı 8-9, s. 114. Bu eser hakkında daha fazla bilgi edinmek için Hüseyin Şıra’nın adı anılan yüksek lisans tezine bakılabilir. 17 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği mektedir.24 3. Risâle-i Semâye-i Necât li Kesbi Merâtibihü’d-derecât, (Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi nr. 3076), Kadı Iyâz’ın eş-Şifâ adlı eserinin 1. Kısım 2. Bab 24. Faslının sonunda yer alan hadisin tercüme ve şerhidir. Eserin, Zilka‘de 1263 (Ekim-Kasım 1846) tarihinde temize çekilmiş bir nüshası tercüme ve şerh zamanı hakkında bir fikir vermektedir.25 4. Risâle-i Hayrü’l-hasen li vusûli mehâsini el-müsteşârü mü’temen, (İstanbul Üniversitesi Ktp. Nadir Eserler Bölümü TY 6656). Mukaddime, dört fasıl ve hatimeden ibaret olan eserde aklın fazileti, mahiyeti, artması ve eksilmesi gibi konular üzerinde durulmakta; “elmüsteşârü mü’temen” (İstişare edilen, güvenilendir) hadisinin senedi, manası, vürud sebebi hakkında bilgi verilmekte; bu arada istişarenin faydalarından bahsedilmektedir. “İlm-i Tabakāt-ı Arz”(Arzın tabakaları ilmi, jeoloji) konusundaki eserinin baş tarafında yer alan tercüme sebebinden (s. 7), mütercimin bu kitabını 1269 (1852) yılından önce telif ettiği anlaşılmaktadır. Hz. Ali’nin Kırk Sözünün Tercümesi Hz. Ali’nin kırk vecizesinin tercüme ve şerhi konusundaki Türkçe eserler, Sad-Kelime-i Ali ve Nesrü’l-leâlî adlı derlemelerin çeviri ve açıklamalarına göre daha az sayıdadır. Hz. Ali vecizeleri konusunda tesbit edebildiğimiz elli civarındaki Türkçe tercüme ve şerhten sadece üçü, kırk Arapça özlü sözün çevirisi mahiyetindedir. Mütercimi bilinmeyen bir metinle26 on altıncı asır Osmanlı şairlerinden Bosnalı Ali Dede (ö. 1007/1598) olduğunu tahmin ettiğimiz Harîmî tarafından yapılmış kırk söz tercümesinde mevcut vecizeler, Nesrü’l-leâlî isimli derlemede bulunan cümlelerdendir. Edebiyat tarihimizde varlığını bildiğimiz nadir sayıdaki kırk söz tercümelerinden biri de Ruscuklu Mehmed Alî Fethî tarafından meydana getirilmiştir. Fakat Mehmed Ali Fethî, vecizeleri Nesrü’l-leâlî’den almamış; kitapçığının başında anlattığına göre, önce Hz. Ali’nin emir ve hutbelerinde yer alan hikmetli sözlerden binini tesbit etmiş; sonra bu vecizelerden kırk birini seçerek çevirmiştir. Böylece meydana gelen eser, 1276 (1859) yılında, yani mütercimin vefatından iki sene 24 25 26 18 Anılan eser hk. daha fazla bilgi için bk. Hüseyin Şıra, a.g.e., s. 36-38. Bu kitapçık hk. bilgi için bk. Hüseyin Şıra, a.g.e., s. 34-35. Kitâbu Hadîs-i Erbaîn, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Ktp. M. Cevdet Yazmaları M. C. K. 342, vr. 52b-62b. (Bu eser hk. bilgi için bk. Âdem Ceyhan, Türk Edebiyatı’nda Hazret-i Ali Vecizeleri, a.g.e., s. 121-124). Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 sonra bastırılmıştır. Eserin sonunda bulunan: (s. 8) BÀÈ» j°« ÅÍf»A \¼v¿ ÅIA fÀYA ÅIA ÆBÀR§ ÅIA ÓZN¯ Ó¼§ fÀZ¿ fÎn»A BÈÀUjM ÓN»A ÒÎmf´»A PBÀ¼¸»A ÊhÇ ÁM ibaresindeki “Seyyid” sıfatı, mütercimin kendisini Hz. Ali neslinden kabul etmiş olduğunu gösteriyor.27 İlmî gözlem ve araştırmalara göre, ferdin bazı karakteristik hususiyetlerinin teşekkülünde, bir ölçüde irsiyetin de tesiri vardır. Şu hâlde, Mehmed Ali Fethî’yi böyle bir çalışmaya sevkeden psikolojik faktörler arasında onun bu bağlılığını da saymak yerinde olur. Mehmed Ali Fethî Efendi, hamd ve salât sözlerinden sonra, “müminlerin emîri, önce ve sonra gelen evliyanın imamı, Hak yolunda giden dört halifenin sonuncusu, peygamberlerin iftihar vesilesi olan Hz. Muhammed’in amcası oğlu” manasındaki sıfatlarla takdim ettiği Hz. Ali’nin sözlerini tercümeye başlıyor. Mütercimin çevirdiği vecizelerin birkaçı (meselâ 8, 15, 31: Å¿ÛÀ»A Ò»By ÒÀ¸Z»A f°ÄÍÜ ¾B¿ Ò§BÄ´»A ,Á¼¨»A Éħ jña AfJ§ ɼ»A ¾giA AgA gibi) bazı hadis kitaplarında Hz. Muhammed’in hadisi olarak rivayet edilen sözlerden, bir kısmı (3, 15, 20, 25, 28, 39) Hz. Ali’nin Câhız tarafından seçilmiş Mie Kelime’sinde, bir kısmı (2, 7, 11,14, 24, 26, 27, 30, 34, 35, 38, 41) “Nesrü’l-leâlî” adıyla tanınmış derlemede, yarısından fazlası (1, 4, 5, 6, 8, 9, 10, 12, 13, 16, 17, 18, 19, 21, 22, 23, 29, 31, 32, 33, 36, 37, 40) ise Nehcü’l-belâga’da mevcut sözlerdendir. Vecizelerin sıralanışında elifba tertibi gözetilmemiştir. Fakat konularına dikkatle bakıldığında, mantıkî bir sıra takip edildiği, önce bilgi, sonra bu ilmin gerektirdiği iyi fiiller ve güzel ahlâkla alâkalı sözlere yer verildiği görülür: Kitapçığın baş tarafında Hz. Ali’nin okumayı, düşünmeyi, bilgi almayı teşvik eden, ilmin ve âlimlerin değerini belirten bazı vecizeleri çevrilmiş; bunların ardı sıra konuşma adabına dair öğütleri, sonunda ise kanaat, Allah’ın takdirine razı olmak, dostluk gibi hususlar hakkındaki birtakım özdeyişleri nakledilmiştir. M. Ali Fethî Efendi, vecizeleri çok kere kelimesi kelimesine aynen değil, genişleterek tercüme ediyor. Meselâ, Á¼¨»B· ²jq Ü cümlesini, “İlim gibi şeref yoktur” şeklinde çevirmeyi, herhâlde söyleyenin maksadını anlatmaya yeter görmüyor; ancak faydalı ilmin sahibine şeref vereceğini düşünerek “ilm”e “şerîf” sıfatını ekliyor: “‘İlm-i şerîf gibi izz ü şeref yokdur.” Ayrıca o, günahları işleyen kişiye, ne kadar bilgili olsa da, bilgisinin gerektirdiği gibi 27 Mehmed Ali Fethî, Tercüme-i Nesâyıh-i Eflâtûn-ı İlâhî, 1280/1864, s. 2’de de kendisini “Seyyid” sıfatıyla tanıtır. 19 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği davranmadığından, “âlim” denilmesinin dince uygun bulunmadığı fikrindedir. (bk. 19. sözün şerhi). Mütercimin genişleterek tercüme edişine başka bir örnek: “Âlimlerin meclisleri cennet bahçesidir” manasındaki ÒÄV»A ÒyËi BÀ¼¨»A o»BV¿ sözünü, Ali Fethî Efendi şöyle çeviriyor: “Mecâlis-i dânişverân, mânende-i bâğ-ı cinân, güşâyende-i kulûb-ı ehl-i irfândır.” Yani âlimlerin meclisleri, cennet bahçeleri gibi irfan sahiplerinin kalplerini açıcıdır. Mütercimin naklettiğimiz bu cümlesi, yaşadığı devrin bazı yazarları arasında değer verilen üslûba uygun olarak tercümesini yer yer seci‘li (...dânişverân... cinân... irfân) yaptığını da gösteriyor. Bu şekildeki çevirisi konusunda başka bir örnek: Kısaca “İlim, imanla mamur olur” şeklinde çevrilebilecek Á¼¨»A jÀ¨Í ÆBÀÍÜBI Ë sözünü “Bünyân-ı metânet-unvân-ı ilm ü irfân, ancak nûr-ı îman ve tasdîk u iz‘ân ile mâmûr u âbâdân olur” cümlesiyle ifade ediyor… Onun tercüme tarzını ve üslûbunu göstermek için, birkaç vecizeye dair çeviri ve şerhini daha takdim edelim: ÆB·iÜAË `iAÌV»A Ó¯ jÈ£ B¿ ɨ¯iA Ë ÆBn¼»A Ó¼§ ©³Ë B¿ Á¼¨»A ©yËA 13 “Her mâlûmâtın evza‘ı, yani rütbe-i menâfi‘den aşağı kalanı, yalnız lisânda cârî olup ameliyyâtdan ârî olanıdır ve erfa‘ ve a‘lâsı, erkân ve cevârihde âsârı rû-nümûd, yâni ilmîsiyle amelîsi cesed ile cân gibi yek-vücûd olanıdır.” [Günümüz Türkçesiyle: Her bilinen şeyin en bayağısı, yani fayda derecesinden aşağıda kalanı, (sadece) dilde cereyan edip amelsiz olanıdır. En yükseği, yücesi ise, insanın başlıca aza ve el, ayak gibi uzuvlarında alâmetleri meydana çıkmış, yani ilmîsiyle amelîsi bedenle ruh gibi tek vücut olanıdır]. Á¼¨M B¿ ½³ ÆA Ë Á¼¨M Ü B¿ ½´M Ü 21 Bilmediğin şey’i kāle alma, her ne kadar bildiğin şey kalîl ise de... Yâni izhâr-ı mâlûmât yolunda ibrâz-ı mechûlât eyleme ki, ekâzibden olmayasın. Zîrâ kizb ü dürûg, cehilden eşna‘dır demek olur. [Bilmediğin şeyi söyleme, her ne kadar bildiğin şey az olsa da... Yani bildiğin şeyleri gösterme yolunda bilmediğin şeyleri belirtme ki, yalancılardan olmayasın! Çünkü yalan ve gerçek olmayan söz, bilgisizlikten daha kötüdür]. ÉN¨Àm B¿ ½· TfZM Ü 23 Her işitdiğin şeyi havâdis edip söyleme! Yâni her kulağına giren, ağzından çıkmasın! Zîrâ kulak iki olduğu cihetle mesmûâtı dâ’imâ iki sınıf olur ki, biri sahîh ve savâb ise, dîgeri lâbüdd kizb ü hatâdır. Lisân ise birdir. Berheme-hâl mazhar-ı savâb olması lâzımdır. Her mesmûâtı söylemek, sahîhe 20 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 kizb ve savâba hatâ mezc eylemekdir. Anun-çün “Her işitdiğini tekellüm eylemek, yalancılıkda kişiye kâfîdir” diyü hadîs-i şerîfde vârid olmuşdur. [Her işittiğin şeyi haber edip söyleme... Yani her kulağına giren, ağzından çıkmasın! Çünkü kulağın iki olması sebebiyle işittikleri daima iki cins olur ki, biri gerçek ve doğru ise, diğeri mecburen yalan ve yanlıştır. Dil ise birdir. Onun mutlaka doğrunun çıktığı yer olması lâzımdır. Her işitilen şeyi söylemek, gerçeğe yalan ve doğruya yanlış karıştırmaktır. Onun için ‘Her işittiğini söylemek, kişiye yalan olarak yeter.’28 diye hadis-i şerifte gelmiştir.] Görüldüğü gibi, Ali Fethî Efendi, bazı vecizeleri sırf tercüme etmekle kalmıyor, gerek duyduğunda açıklıyor; izahları sırasında seleflerinden Mustafa bin Şücâ‘, Hocazâde Abdülazîz Efendi ve Nesîb Yûsuf’un yaptığı gibi, zaman zaman özdeyişlerin hatırlattığı ayet ve hadisleri de kaydediyor. (14, 18, 23. vecize). Onun tercümeden sonra kısaca izah ettiği vecizeler, kırk bir sözün yarısını teşkil eder. Mütercimin, bir vecizeyi şerh ederken insanın yaratılışına uygun bir işle uğraşması, meslek seçiminde çocukların ferdî kabiliyet, ilgi ve hünerlerini(n) göz önünde bulundur(ul)ması gerektiği yolundaki tavsiyesi (12), çağımız eğitimcilerinin de kabul ettiği bir esastır. Ali Fethî Efendi’nin bu eseri, ilim ve âlimlerin faziletlerini anlatan kırk hadis derlemelerinin29 bir benzeri veya devamı sayılabilir. İçine aldığı vecize miktarı bakımından Türk edebiyatı tarihindeki nadir örneklerinden biridir. Mütercimin eserine “Terceme-i Kelâm-ı Erba‘în-i Hazret-i ‘Aliyyü’l-Murtazâ” adını vermesine ve başta kırk söz tercüme ettiğini yazmasına rağmen, kırk bir vecize çevirmesinin Allah’ın biri sevdiğini bildiren bir hadisle alâkalı olduğunu tahmin ediyor ve bundan dolayı tezat sayılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Hâl tercümesinden ve eserlerinden zü’l-cenaheyn (iki kanatlı) bir şahsiyet olduğu anlaşılan Mehmed Ali Fethî, bu kitapçığında Hz. Ali’nin emir ve hutbelerinden -tarihî şahsiyetine uygun bulduğumuz- kırk bir sözü seçerek çevirmiş; bunlardan yarısını kısaca şerh de etmiş; böylece okuyanları faydalı ilim, güzel ahlâk ve yüksek meşrep sahibi olmaya özendirmek istemiştir. Eserin baskıları ve yazma nüshası: Mehmed Ali Fethî’nin “Terceme-i Kelâm-ı Erbaîn-i Hazret-i Alî” isimli eseri, 1276 (1859) yılında, Beyoğlu Kışlak-ı Hümâyûnu Litorofyahanesinde sekiz 28 29 Ebû Dâvud, “Edeb”, 80. Abdülkadir Karahan, İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis Toplama, Tercüme ve Şerhleri, (1. Bs. İstanbul 1954), 2. bs. Ankara 1991, s. 35. 21 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği sayfadan ibaret bir kitapçık şeklinde basılmıştır. Söz konusu tercüme, Reşehât-ı ‘Aynü’l-hayât’ın son birkaç sayfasının kenarında tekrar yayımlanmıştır.30 Aynı eserin Mustafa bin Ahmed tarafından 1322 (1905-1906) senesinde istinsah edilmiş bir yazması da vardır: Terceme-i Kelâm-ı Erbaîn-i Hazret-i Aliyyü’l-Murtazâ R..A., Konya Mevlânâ Müzesi Ktp. nr. 7019, vr. 110-127.31 M. Ali Fethî Efendi’nin bu kısa eserini, tercüme tarzını, üslûbunu göstermek ve karşılaştırmalı incelemelere imkân vermek üzere, takdim ediyoruz. Söz konusu tercümenin önce aslını, sonra günümüz okuyucusu tarafından kolayca anlaşılabilmesi için diliçi çevirisini sunacağız. Noktalama işaretleri ve vecizelerin sırasını gösteren sayılar, tarafımızdan eklenmiştir. “Terceme-i Kelâm-ı Erba‘în-i Hazret-i ‘Aliyyü’l-Murtazâ (Aslı) ÁÎYj»A ÅÀYj»A ɼ»A ÁnI `jqË ªjq Ðh»A fÀZ¿ BÄJÎJY Ó¼§ Ñ̼uË `jq Ë BÄ» ªjq ÅÀ» AfÀY ݨ¯ Ë Ü̳ Ë BJ¼³ ÅΧjrNÀ»A ÉIBZuA Ë Aifu ÅÎYjrÄÀ»A É»A Ó¼§ Ë Ve ba‘dü: Emîrü’l-mü’minîn, imâm-ı evliyâü’l-evvelîne ve’l-âhirîn, hâtimetü’l-hulefâi’l-erba‘ati’r-râşidîn, ibn-i amm-i fahrü’l-mürselîn Hazret-i Alî kerrema’llâhü vechehu ve radıya’llâhu anhu hazretlerinin eyyâm-ı hilâfet-i aliyyelerinde zebân-rîz-i Cenâb-ı Murtazaviyyeleri olan evâmir-i aliyye ve huteb-i seniyyelerinde münderic kelimât-ı kudsiyye-i hikmet-âmizlerinden tahrîc ve tertîbine muvaffak olduğum bin aded kelâm-ı maârif-nizâm-ı velâyetirtisâmlarından, bu defa kırk kelime-i neyyire tarh ve intihâb ve ihvân-ı dîne hediyye-i Aliyye-i Murtazaviyye olmak üzere icmâlen şerh ve tercümesi teberrüken istishâb olunmuşdur. Hemân Rabbimiz teâlâ ve tekaddes hazretleri ol zât-ı mukaddes-sıfâtın teveccühât-ı rûhâniyyeleriyle cümlemizin cenâb-ı şerâyi‘-işrâb-ı Muhammediyye’de leb-i atşânımızı Bμ§ BIjr¿ sırrına mazhar eyleye, âmîn yâ Rabbe’l-âlemîn! (s. 3) ÉÈUË É¼»A Âj·Ë Éħ ɼ»A Óyi K»BL ÓIA ÅIA Ó¼§ ÅÎN¿ÛÀ»A jοA ¾B³ 1) L̼´»A ©ÎIi ÉÃB¯ ÆEj´»A AÌÀ¼¨M Siz Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı taallüm eyleyin! Zîrâ rebî‘-i kulûb, ancak kelâm-ı Allâmü’l-guyûbdur. Yâni eşcâr u çemen, zuhûr ve taayyünât ile revnakbahşâ-yı zemîn ü zamân olmakda hengâme-i rebî‘a muhtâc olduğu gibi, kalb-i 30 31 22 Ali Safî, Reşehât-ı 'Aynü’l-hayât, Sarıgez (?) Taş destgâhı, 1291/1874, s. 518-525. (Bir nüshası: Süleymaniye Ktp. M. Ârif-M. Murad 158/17). Bu nüshanın tavsifi için bk. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Müzesi Yazmalar Kataloğu, Ankara 1994, c. 4, s. 74. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 insân dahi zâtında meknûn ve meknûz olan maârif ve kemâlâtı izhâr ve ibrâz bâbında râz-ı Kur’ân-ı Kerîm ile hem-râz olmağa muhtâcdır, demekdir. 2) ÆAj´»A ÑÕAj³ ÆBÄV»A ÕB°q Dâ’-ı dilin devâsı, tilâvet-i Kur'ân-ı azîmü’ş-şândır. 3) ÂÝmÜA Å¿ ݧA ²jq Ü Dü âlemde dîn-i İslâm’dan a‘lâ kadr ü şeref yokdur. 4) Á¼¨»A jÀ¨Í ÆBÀÍÜBI Ë Bünyân-ı metânet-unvân-ı ilm ü irfân, ancak nûr-ı îmân ve tasdîk u iz‘ân ile mâmûr u âbâdân olur. 5) Á¼¨»B· ²jq Ü İlm-i şerîf gibi izz ü şeref yokdur. 6) ½ÈV»B· j´¯ Ü Cehl ü nâ-dânî gibi mezellet ü meskenet ve fakr ü zillet yokdur. 7) É» ÑËj¿ Ü ÅÀ» ÅÍe Ü Merd-i bî-mürüvvetde kemâl-i diyânet olmaz. (s. 4) 8) Á¼¨»A Éħ jña AfJ§ ɼ»A ¾giA AgA Hak sübhânehu ve teâlâ hazretleri, bir kulu erâzil ve edânîden etmek murâd buyurdukda, bâis-i izzet-i dâreyn ve sebeb-i rif‘at-i kevneyn olan ilm-i şerîfi andan hatr ve men‘ edip cehele ve hazele zümresine ilhâk ve ilsâk eyler demekdir. 9) Êif³ ²j§ Å¿ Á»B¨»A Âlim-i kâmil, ancak kendü kadrini bilen ârif-i vâsıldır. 10) f§Bn¿ ½ÇBU Å¿ jÎa fÃB¨¿ Á»B§ Âlim-i anûd ve mutaassıb, câhil-i halûk ve mütemellikdan hayırlıdır. 11) ÒÄV»A ÒyËi BÀ¼¨»A o»BV¿ Mecâlis-i dânişverân, mânende-i bâğ-ı cinân güşâyende-i kulûb-ı ehl-i irfândır. 12) ªÌJñÀ»A Å¸Í Á» AgA ªÌÀnÀ»A ©°ÄÍ ÜË ªÌÀn¿ Ë ªÌJñ¿ ÆBÀ¼§ Á¼¨»A İlim iki nev‘idir: Birisi cevher-i tabîatdan münbais ve demîde ve bir nev‘i fem-i muallimden me’hûz ve şinîdedir. İlm-i tabîî olmadıkca, üstâddan ahzolunan ilim, fevâ’id-i tâmme ve menâfi‘-i ‘âmme ifâde etmez. Yâni tabîat-ı şi‘riyye ve tabîat-ı inşâ’iyyesi olmayan kesân, sa‘y ü ikdâm ile nazm-ı kelâma hüsn-i tâmm aldıramayıp ve inşâ-yı suhana intâk-ı merâm etdiremediği gibi, tabîat-i ilmiyyesi olmayan dahi her ne kadar bezl-i makdûr etse de ilm ü fazl ile kâm alamaz. 23 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Hâsılı, her hüner, iâne-i cevher-i tabîî ile resîde-i rütbe-i bâlâ-ter olur. Anun-çün bir tıfl-ı nev-resin mülâyim-i cevher-i tabîîsi bulunan maârifi fark ve temyîz edip isti‘dâd-ı zâtîsinin hilâfına uğraşdırmamağı hükemâ-yı maârifpîrâ hakāyık-ı hazâkat ve dakāyık-ı hikmetden addeylemişlerdir. (s. 5) 13) ÆB·iÜAË `iAÌV»A Ó¯ jÈ£ B¿ ɨ¯iA Ë ÆBn¼»A Ó¼§ ©³Ë B¿ Á¼¨»A ©yËA Her mâlûmâtın evza‘ı, yâni rütbe-i menâfi‘den aşağı kalanı, yalnız lisânda cârî olup ameliyyâtdan ârî olanıdır. Ve erfâ‘ ve a’lâsı, erkân ve cevârihde âsârı rû-nümûd, yâni ilmîsiyle amelîsi cesed ile cân gibi yek-vücûd olanıdır. 14) ÒÀ¸Z»A ÆAfUË Å¿ÛÀ»A ÒÀÎÄ« Hikmeti bulmak, mü’mine ganîmetdir. Yâni mâ-sadak-ı AjÎR· AjÎa ÓMËA f´¯ ÒÀ¸Z»A PÛÍ Å¿ Ë bulunmak, servet ü sâmân-ı ehl-i îmândır ki, vüs‘ati mesâlik-i insâniyyeye vesîle-i vesî‘a ancak hikmet-i vicdâniyyedir demek olur. 15) ¶B°Ä»A ½ÇA Å¿ Ì»Ë ÒÀ¸Z»A hb¯ Å¿ÛÀ»A Ò»By ÒÀ¸Z»A Mesâil-i hikemiyye güm-kerde-i mü’min-i muvahhid olduğu, umûr-ı bedîhiyyedendir. Emir böyle ise, zâyi eylediğin cevher-i hikmet, zebân-ı ashâb-ı nifâk ve dest-i erbâb-ı dalâletde dahi bulunur ise, ahz ü istihsâline mübâderet eyle demekdir. 16) OÃB· ÓN»A ÒÀ¸Z»A ha Gencîne-i hikmet, her ne mekânda bulunur ise, ahz ü istihrâcına müsâraat eyle, demekdir. 17) j¸°N»B· Á¼§ Ü Endîşe-i âlâ-i İlâhiyye-âsâ ilm-i a‘lâ olmaz. Yâni vâsıta-i fikr-i sahîh ile bulunan nüket ve mezâyâ, gayrı bir şeyle bulunmaz demekdir. 18) ÒίBu ÑAj¿ j¸°»A Suver-i mâlûmâtı rü’yet ve müşâhede ve hakāyık-ı mümkinâtı mütâlâa ve muâyene içün efkâr-ı sâkıbe, merâyâ-yı sâfiyedir. ÒÄm ÅΨJm PeBJ§ Å¿ jÎa Ò§Bm j¸¯ hadîs-i şerîfinin sırrı dahi bu remz-i latîfdir. (s. 6) 19) ½À§ Á¼§ ÅÀ¯ ½À¨»BI ÆËj´¿ Á¼¨»A İlim ve amel, yek madde olmağla ittisâl ve mukārenetleri fevkalâde olup ilm-i yakîn lâbüdd amel kurbünü intâc ve ifâde eder. Bu takdîrce, âlim olan zât, elbetde âmil olur, demekdir. Binâberîn merd-i maâsî-karîne şer‘an âlim denilmez, her ne kadar mâlûmâtı var ise de... 20) ɼÈUB¿ ÕAf§A pBÄ»A Nâs-ı nâ-dân nâ-mâlûmları olan ulûm ve maârife düşmanlardır. 24 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 21) Á¼¨M B¿ ½³ ÆA Ë Á¼¨M Ü B¿ ½´M Ü Bilmediğin şey’i kāle alma, her ne kadar bildiğin şey kalîl ise de... Yâni izhâr-ı mâlûmât yolunda ibrâz-ı mechûlât eyleme ki, ekâzibden olmayasın. Zîrâ kizb ü dürûg, cehilden eşna‘dır demek olur. 22) Á¼¨M B¿ ½· ½´M Ü ½I Á¼¨M Ü B¿ ½´M Ü Bildiğin şeyi söyleme; belki her bildiğin şeyi bile söyleme! Zîrâ kesreti makāl, vefret-i hatâ ve vebâl ile kasvet-i bâl îrâs eder, demekdir. 23) ÉN¨Àm B¿ ½· TfZM Ü Her işitdiğin şeyi havâdis edip söyleme! Yâni her kulağına giren, ağzından çıkmasın! Zîrâ kulak iki olduğu cihetle mesmûâtı dâ’imâ iki sınıf olur ki, biri sahîh ve savâb ise, dîgeri lâbüdd kizb ü hatâdır. Lisân ise birdir. Berheme-hâl mazhar-ı savâb olması lâzımdır. Her mesmûâtı söylemek, sahîhe kizb ve savâba hatâ mezc eylemekdir. Anun-çün “Her işitdiğini tekellüm eylemek, yalancılıkda kişiye kâfîdir” diyü hadîs-i şerîfde vârid olmuşdur. 24) ɻ̳ ÕjÀ»A ½´§ ½Î»e Kişinin suhan ve güftârı, aklının mihek ve mi‘yârıdır. (s. 7) 25) ¾B³ B¿ Ó»A j¤ÃAË ¾B³ Å¿ Ó»A j¤ÄM Ü Sözü söyleyen zâta bakma; kendi sıfâtı olan söze bak! 26) ¾BÀ»A pCi ÆBn¼»A Ò³Üg Talâkat-i lisân, re’s-i mâl-i insândır. Yâni belâgat-ı kelâm, sermâye-i ribh-i merâmdır, demek olur. 27) ɼÍÌñM Âݸ»A KΧ Kelâmın aybı, uzadılmasıdır. Yâni kelâma yakışan, hüsn-i tâmm-ı ihtisârla ifâde-i merâmdır, demek olur. 28) LeÜA ÕÌm ©¿ ²jq Ü Sû’-i edeb ile izz ü şeref ictimâ etmez. 29) ÓÄÀ»A ºjM ÓĬ»A ²jqA Vüs‘at ve gınânın eşref ve a‘lâsı, emel ve ümniyyenin her birini terk eylemekdir. Yâni istenildiği gibi râhat ve gınâ bulmak, istek ile uğranılan renc ü anâdan32 kurtulmakdır. 30) B¸¼¿ ŸM B¨Ä³ s§ Kāni‘ geçin, sultân olasın! Yâni hırs ve tama‘dan geçen, sultân gibi geçinir, demekdir. 32 Bu kelime aslî metinde sehven “gınâ” şeklinde yazılmıştır. 25 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 31) f°ÄÍÜ ¾B¿ Ò§BÄ´»A Hursend33 ve kanâat, vâreste-i nefed ü nihâyet bir mâl-i izz ü saâdetdir. 32) ÊBÎÃe j¿A ɼ»A ÊB°· ÉÄÍf» ½À§ Å¿ Dîni içün hıdmet edenin, emr-i dünyâsına Allâh Teâlâ kâfîdir. 33) ÉNÎÃݧ ɼ»A \¼uA ÉMjÍjm \¼uA Å¿ Gizlisini ıslâh edenin, âşikâresini Allâh Teâlâ ıslâh eder. Yâni içini pâk edenin, dışını Hak Teâlâ pâk eyler, demekdir. 34) `jNmB¯ ¹J¼ñI ¹³ki (s. 8) Rızk-ı maksûmun seni tâlib ve sana müştâkdır; sen müsterih ol; tâat-i Rezzâka bak, demekdir. 35) ¹» if³ B¿ ¹ÎMDÍ ²Ìm Senin için takdîr olunan şey, gelecekde sana gelir. Yâni hakkında mukadder ne ise, lâbüdd hâsıl olur, demekdir. 36) Byj»A ÅÍj´»A Á¨Ã Rızâ’-i kazâ’-i Hazret-i Gaffâr, ne ra‘nâ karîn ve ne güzel yârdir! 37) KÎJY É» Å¸Í Á» Å¿ KÍj¬»A Âlemde bî-kes ü garîb, yâr-i vefâdârdan bî-nasîb olandır... 38) ÒJZÀ»A ÔjñM KÎJZ»A ÑiBÍk Dostu ziyâret, muhabbete tarâvet verir. Yâni görüşmek, sevişmeği tâzeler demekdir. 39) ÕAj¿ ©¿ ÒJZ¿Ü Şân-ı mahbûbda şek ve mirâ’, adem-i muhabbet îmâ eder. Yâni şekk ve şübhe ile muhabbet ve meveddet hâsıl olmaz demekdir. 40) Ò¿Aj· ÆÝb»A Ò§BL Dostân-ı sadâkat-unvâna meyl ve itâat, ayn-ı kerâmetdir. 41) ÁYel¿ Lh¨»A Ljr¿ Tatlı suyun başı dâ’imâ müzdehamdır. Yâni zihâm, menba‘-ı âb lezzet ve halâvetinden nâşî olduğu, nezd-i ulü’l-elbâbda bî-irtiyâbdır. BÀÈ» j°«ÅÍf»A \¼v¿ ÅIA fÀYA ÅIA ÆBÀR§ ÅIA ÓZN¯ Ó¼§ fÀZ¿ fÎn»A BÈÀUjM ÓN»A ÒÎmf´»A PBÀ¼¸»A ÊhÇ ÁM * * * 33 26 Sözün aslından anlaşıldığına göre, bu kelime “hursendî” olmalıdır. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 (s. 2) Hz. Ali’nin Kırk Sözünün Tercümesi (Günümüz Türkçesiyle) Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla (başlarım). Bize doğru yolu gösteren ve açıklayan Allah’a hamd, İslâm’ı tebliğ ve izah eden sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed’e, onun gönlü açık ailesine, hak dinini kalbî, sözlü ve fiilî olarak kabul etmiş arkadaşlarına selâm olsun! Gelelim maksadımıza: Müminlerin reisi, evvel ve sonra gelen velilerin öncüsü, doğru yolda giden dört halifenin sonuncusu, peygamberlerin övünç vesilesi olan Hz. Muhammed’in amcası oğlu Hz. Ali’nin (Allah onun yüzünü ağartsın ve ondan razı olsun!) yüce halifelikleri günlerinde razı olunan dilinden dökülen yüksek emir ve hutbelerinde mevcut hikmetli, kudsî sözlerinden çıkarmaya ve düzenlemeye muvaffak olduğum bin adet velilik alâmetleri taşıyan, ilim ve irfan nizamlı cümlelerinden, bu defa kırk parlak sözü belirledim ve seçtim. Bunların, din kardeşlerine Hz. Ali’nin hediyesi olmak üzere kısaca şerh ve tercümesi, makbul görülmüştür. Daima yüce ve münezzeh Rabbimiz hazretleri, o mukaddes sıfatlı zatın ruhanî teveccühleriyle cümlemizin Hz. Muhammed’in dininden içmeye susamış dudaklarımızı, “yüce meşrep” (huy, hareket, meslek) sırrına mazhar etsin! Amin ey âlemlerin Rabbi! (s. 3) Müminlerin reisi Hz. Ali (Allah onun yüzünü ağartsın ve ondan razı olsun!) dedi ki: 1) L̼´»A ©ÎIi ÉÃB¯ ÆEj´»A AÌÀ¼¨M “Siz, şanı yüce Kur’ân’ı öğrenin! Çünkü kalplerin baharı, ancak gayıpları bilen Allah’ın kelâmıdır. Yani ağaçlar ve çimen, ortaya çıkma ve belli olmayla zemin ve zamana güzellik, tazelik vermekte bahar mevsimine muhtac olduğu gibi, insan kalbi de kendinde gizli ve saklı olan marifet ve mükemmellikleri göstermek ve meydana çıkarmak konusunda Kur’ân-ı Kerîm sırrı ile sırdaş olmağa muhtaçtır” demektir. 2) ÆEj´»A ÒÖAj³ ÆBÄV»A ÕB°q Gönül derdinin devası, şanı yüce Kur’ân’ı okumaktır. 3) ÂÝmÜA Å¿ ݧA ²jq Ü İki âlemde İslâm dininden daha yüce değer ve şeref yoktur. 4) Á¼¨»A jÀ¨Í ÆBÀÍÜBI Ë İlim ve irfanın sağlam unvanlı yapısı, ancak iman nuru, doğrulama ve iz’anla (anlayış, kavrayış ve itaatle) bayındır ve şen olur. 5) Á¼¨»B· ²jq Ü Şerefli ilim gibi itibar ve ululuk yoktur. 6) ½ÈV»B· j´¯ Ü 27 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Cahillik ve nadanlık gibi horluk, yoksulluk, fakirlik ve alçaklık yoktur. 7) É» ÑÚj¿ Ü ÅÀ» ÅÍe Ü Mürüvvetsiz (insanlık, mertlik ve cömertliği olmayan) adamda tam dindarlık olmaz. (s. 4) 8) Á¼¨»A Éħ jña AfJ§ ɼ»A ¾giA AgA “Yüce Allah, bir kulu rezil ve alçaklardan etmek istediğinde, dünya ve ahiret itibarının vesilesi ve iki âlem ululuğunun sebebi olan şerefli ilmi ondan esirgeyip cahil ve aşağılıklar zümresine katar, katıştırır” demektir. 9) Êif³ ²j§ Å¿ Á»B¨»A Olgun âlim, ancak kendi değerini bilen, (Hakk’a) erişmiş olan âriftir. 10) f§Bn¿ ½ÇBU Å¿ jÎa fÃB¨¿ Á»B§ İnatçı ve mutaassıp âlim, geçimli ve yaltaklanan cahilden (daha) hayırlıdır... 11) ÒÄV»A ÒyËi BÀ¼¨»A o»BV¿ Âlimlerin meclisleri, cennetlerin bahçesi gibi irfan sahiplerinin gönüllerini açıcıdır. 12) ªÌJñÀ»A Å¸Í Á» AgA ªÌÀnÀ»A ©°ÄÍ ÜË ªÌÀn¿ Ë ªÌJñ¿ ÆBÀ¼§ Á¼¨»A İlim iki çeşittir: Birisi, yaratılış cevherinden ileri gelen ve çıkan; bir çeşidi, ilim öğreten hocadan alınmış ve işitilmiş olandır. Yaratılıştan gelen ilim olmadıkça, üstattan alınan ilim, tam fayda ve umumî menfaat vermez. Yani şiir ve nesirle alâkalı kabiliyeti olmayan kimselerin çalışma ve devamlı gayretle sözü mükemmel güzellikte nazmedemediği ve nesirle söz söyleme konusunda maksadını konuşturamadığı gibi, ilmî kabiliyeti olmayan da her ne kadar çok gayret sarf etse de ilim ve fazilette muradına eremez. Kısacası, her hüner, yaratılışa bağlı cevherin yardımıyla daha yüksek dereceye erişir. Onun için bir yeni yetme çocuğun tabiî cevherine uygun bulunan bilgileri, hünerleri fark edip ve seçip onu kendi kabiliyetinin zıddına uğraştırmamayı, marifetleri süsleyen âlimler, ustalığın gerçeklerinden, akıl ve bilgeliğin inceliklerinden saymışlardır. (s. 5) 13) ÆB·iÜAË `iAÌV»A Ó¯ jÈ£ B¿ ɨ¯iA Ë ÆBn¼»A Ó¼§ ©³Ë B¿ Á¼¨»A ©yËA Her bilinen şeyin en bayağısı, yani fayda derecesinden aşağıda kalanı, (sadece) dilde cereyan edip amelsiz olanıdır. En yükseği, yücesi ise, insanın başlıca aza ve el, ayak gibi uzuvlarında alâmetleri meydana çıkmış, yani ilmîsiyle amelîsi, bedenle ruh gibi tek vücut olanıdır. 14) ÒÀ¸Z»A ÆAfUË Å¿ÛÀ»A ÒÀÎÄ« 28 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 “Hikmeti bulmak, mümine ganimettir. Yani “Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir”34 (ayetine) uygun bulunmak, inanan insanların servet ve zenginliğidir ki, insanlık yollarının genişliğine bol vesile, ancak vicdanî hikmettir” demek olur. 15) ¶B°Ä»A ½ÇA Å¿ Ì»Ë ÒÀ¸Z»A hb¯ Å¿ÛÀ»A Ò»By ÒÀ¸Z»A “Hikmet meseleleri, Allah’ın birliğine inananın kaybettiği şey olduğu, açıkça belli işlerdendir. İş, buyruk böyle ise, kaybettiğin hikmet cevheri, nifak sahiplerinin dilinde ve sapıkların elinde dahi bulunursa, (onu) almaya ve elde etmeye giriş!..” demektir. 16) OÃB· ÓN»A ÒÀ¸Z»A ha “Hikmet hazinesi her nerede bulunursa, onu almaya ve çıkarmaya acele, teşebbüs et!” demektir. 17) j¸°N»B· Á¼§ Ü “Allah’ın nimetlerini düşünmek gibi pek yüksek ilim olmaz. Yani doğru fikir vasıtasıyla bulunan incelikler ve meziyetler, başka bir şeyle bulunmaz” demektir. 18) ÒίBu ÑAj¿ j¸°»A Bilinen şeylerin şekillerini görmek ve gözetlemek, mümkün olan gerçekleri düşünmek ve gözden geçirmek için delici, parlak ışıklı fikirler, temiz aynalardır. 35ÒÄm ÅΨJm PeBJ§ Å¿ jÎa Ò§Bm j¸¯ (Bir saat tefekkür, yetmiş sene ibadetten daha hayırlıdır) hadis-i şerifinin sırrı da bu ince işarettir. (s. 6) 19) ½À§ Á¼§ ÅÀ¯ ½À¨»BI ÆËj´¿ Á¼¨»A İlim ve amel tek madde (aynı harflerden meydana gelen bir öz) olduğundan, bitişme ve kavuşmaları fevkalâde olup sağlam bilgi, mecburen amel yakınlığını netice verir, ifade eder. Bu takdirde, bilgi sahibi olan kişi elbette (o ilmin gerektirdiği gibi) amel edici olur, demektir. Bundan dolayı günahkâr kimseye dinin hükmünce “âlim” denilmez, her ne kadar bilgisi varsa da... 20) ɼÈUB¿ ÕAf§A pBÄ»A Bilgisiz insanlar, bilmedikleri ilim ve marifetlere düşmandır. 21) Á¼¨M B¿ ½³ ÆA Ë Á¼¨M Ü B¿ ½´M Ü 34 35 Kur’ân, Bakara, 2/269. Bu cümle, “Bir saat tefekkür, bir sene ibadetten daha hayırlıdır” şeklinde ve “…bir sene…” yerine “…altmış sene ibadetten hayırlıdır” biçiminde de rivayet edilmiştir. Anılan cümlenin hadis değil, meşhur mutasavvıf Seriyyü’s-Sakatî’nin sözlerinden olduğu ifade edilmiştir. (Bilgi için bk. İsmâil bin Muhammed Aclûnî, Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs ‘amme’ştehere mine’lehâdîs ‘alâ elsineti’n-nâs, Beyrut 1418, c. 1, s. 370-71, hadis nr. 1004). 29 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği “Bilmediğin şeyi söyleme, her ne kadar bildiğin şey az olsa da... Yani bildiğin şeyleri gösterme yolunda, bilmediğin şeyleri belirtme ki, yalancılardan olmayasın. Çünkü yalan ve gerçek olmayan söz, bilgisizlikten daha kötüdür” demek olur. 22) Á¼¨M B¿ ½· ½´M Ü ½I Á¼¨M Ü B¿ ½´M Ü “Bildiğin şeyi söyleme; hattâ her bildiğin şeyi bile söyleme! Çünkü sözün çokluğu, hata ve günahın çokluğuyla kalbe katılık ve darlık verir” demektir. 23) ÉN¨Àm B¿ ½· TfZM Ü Her işittiğin şeyi haber edip söyleme!.. Yani her kulağına giren, ağzından çıkmasın! Çünkü kulağın iki olması sebebiyle işittikleri daima iki cins olur ki, biri gerçek ve doğruysa, diğeri mecburen yalan ve yanlıştır. Dil ise birdir. Onun mutlaka doğrunun çıktığı yer olması lâzımdır. Her işitilen şeyi söylemek, gerçeğe yalan ve doğruya yanlış karıştırmaktır. Onun için “Her işittiğini söylemek, kişiye yalan olarak yeter”36 diye hadis-i şerifte gelmiştir. 24) ɻ̳ ÕjÀ»A ½´§ ½Î»e Kişinin sözü ve lâfı, aklının (derecesini ölçmeye yarayan) mihenk ve miyarıdır. (s. 7) 25) ¾B³ B¿ Ó»A j¤ÃAË ¾B³ Å¿ Ó»A j¤ÄM Ü Sözü söyleyen kişiye bakma; onun sıfatları olan söze bak! 26) ¾BÀ»A pCi ÆBn¼»A Ò³Üg “Dilin açıklığı (düzgün sözlülük), insanın sermayesidir. Yani sözün belâgati (yerinde, hâlin gereğine uygun olarak güzel söylenmesi), istenen şeyi kazanmanın sermayesidir” demek olur. 27) ɼÍÌñM Âݸ»A KΧ “Sözün kusuru, uzatılmasıdır. Yani söze yakışan, kısaltmanın tam güzelliği ile maksadı ifade etmektir” demek olur. 28) LeÜA ÕÌm ©¿ ²jq Ü Huy kötülüğü ile izzet ve şeref bir araya gelmez. 29) ÓÄÀ»A ºjM ÓĬ»A ²jqA Genişlik ve zenginliğin en şereflisi ve yükseği, ümit ve isteğin her birini bırakmaktır. Yani istenildiği gibi rahat etmek ve zenginliğe erişmek, istekle uğranılan zahmet ve meşakkatten kurtulmaktır. 36 30 Ebû Dâvud, “Edeb”, 80. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 30) B¸¼¿ ŸM B¨Ä³ s§ “Kanaatkâr yaşa (ki) sultan olasın! Yani hırs ve tamahı terk eden kişi, sultan gibi geçinir” demektir. 31) f°ÄÍÜ ¾B¿ Ò§BÄ´»A Tok gözlülük ve kanaat, tükenme ve son bulmadan kurtulmuş bir izzet ve saadet malıdır. 32) ÊBÎÃe j¿A ɼ»A ÊB°· ÉÄÍf» ½À§ Å¿ Dini için hizmet edenin, dünya işine yüce Allah yeter... 33) ÉNÎÃݧ ɼ»A \¼uA ÉMjÍjm \¼uA Å¿ “Gizlisini ıslah edenin, açıkta olanını yüce Allah ıslah eder. Yani içini temizleyenin, dışını yüce Allah temizler” demektir. 34) `jNmB¯ ¹J¼ñI ¹³ki (s. 8) “Taksim edilmiş rızkın, seni isteyici ve sana (kavuşmaya) isteklidir. Sen rahat ol; yarattıklarının rızıklarını veren Allah’a itaate, ibadete bak!” demektir. 35) ¹» if³ B¿ ¹ÎMDÍ ²Ìm “Senin için takdir olunan şey, gelecekte sana gelir. Yani hakkında (Allah tarafından) takdir edilip yazılmış olan ne ise, mutlaka meydana gelir” demektir. 36) Byj»A ÅÍj´»A Á¨Ã Günahları örtücü ve affedici olan Allah’ın kazasına razı olmak, ne güzel yakın ve ne güzel dosttur!.. 37) KÎJY É» Å¸Í Á» Å¿ KÍj¬»A Âlemde kimsesiz ve garip, vefalı bir sevgiliden nasipsiz olandır… 38) ÒJZÀ»A ÔjñM KÎJZ»A ÑiBÍk “Dostu ziyaret, sevgiye tazelik verir. Yani görüşmek, birbirini sevmeyi tazeler” demektir. 39) ÕAj¿ ©¿ ÒJZ¿Ü “Sevilenin hâlinde (görülen) şüphe ve riya, sevgi ve dostluğun bulunmadığını ima eder. Yani şek ve şüphe ile sevgi ve dostluk meydana gelmez” demektir. 40) Ò¿Aj· ÆÝb»A Ò§BL Sadık dostlara sevgi ve itaat, kerametin ta kendisidir. 41) ÁYel¿ Lh¨»A Ljr¿ Tatlı suyun başı daima kalabalıktır. Yani kalabalığın, su kaynağının 31 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği lezzet ve tatlılığından ileri geldiği, akıl sahiplerinin yanında şüphesizdir. BÀÈ» j°« ÅÍf»A \¼v¿ ÅIA fÀYA ÅIA ÆBÀR§ ÅIA ÓZN¯ Ó¼§ fÀZ¿ fÎn»A BÈÀUjM ÓN»A ÒÎmf´»A PBÀ¼¸»A ÊhÇ ÁM KAYNAKÇA Abdulkerim Kuşeyrî, Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyrî Risâlesi, haz. Süleyman Uludağ, 4. bs., İstanbul 2003. Akşehirlizâde Ali Haydar, Şemmetü’l-esrâr, 1. bs. Saruhan Sancağı Matbaası, 1297 (1880); 2. bs. (Merâsıdü’l-hikem’le birlikte) 1299 (1881). Bu iki eserin sadeleştirilmiş baskısı: Hikmetler ve Sırlar (s. nşr. Abdulkadir Akçiçek) İstanbul 1987. Ali Safî, Reşehât-ı 'Aynü’l-hayât, Sarıgez (?) Taş destgâhı, 1291 (1874). Azamat, Nihat “Kuşadalı İbrâhim Efendi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ankara 2002, c. 26, s. 468-470. Azamat, Nihat “Kuşadalı İbrahim Halveti”, Osmanlı Araştırmaları, IV, 1984, s. 325-335. Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-‘ârifîn esmâ’ü’l-müellifîn ve âsârü’l-musannifîn, c. 1, nşr. Kilisli Muallim Rifat-İbnülemin Mahmud Kemal, İstanbul 1951; c. 2, nşr. İbnülemin Mahmud Kemal- Avni Aktuç, İstanbul 1955 Birinci, Ali, “Abdurrahman Nâcim”, Müteferrika, İstanbul, Bahar-Yaz 1996, Sayı 8-9, s. 109-116. Birinci, Ali, “Mehmed Ali Fethi (Rusçuklu)”, Yapıtları ve Yaşamlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, İstanbul, 1999 c. 2, s. 104- 105. Bursalı Mehmed Tâhir, Aydın Vilâyetine Mensup Meşâyıh, Ulemâ, Müverrihîn ve Etibbânın Terâcim-i Ahvâli, İzmir, 1324 (1908). Bursalı Mehmed Tâhir bin Rif‘at, Ahlâk Kitaplarımız, İstanbul 1325 (1909). Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, İstanbul 1333-1342 (1915-1924). Çağrıcı, Mustafa, Hasan Rızâyî ve Tezkiretü’s-sâlikîn ile Mahmûdiyye Adlı Eserleri Tahkik ve Değerlendirilmesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek lisans tezi, İstanbul 2006. Ceyhan, Âdem, “Harîmî’nin Hz. Ali’den Kırk Vecize Tercümesi”, Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, yıl 2003, c. 1, Sayı 2, s. 45-58. Ceyhan, Âdem, Türk Edebiyatında Hazret-i Ali Vecizeleri, Ankara 2006. Ceyhan, Âdem, “Usûlî’nin Hadis ve Vecize Tercümeleri”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 2001-2003, c. XXX, İstanbul 2003, s. 147-188. Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ İslâm Tasavvufu Tasavvufla İlgili Sorular-Cevaplar, haz. 32 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Hasan Kâmil Yılmaz, İstanbul 1417-1996. Ergin, Osman, Muallim M. Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve kütüphanesi, İstanbul 1937. Fatîn Dâvud, Hâtimetü'l-eş'âr, İstanbul 1271 (1855) Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlâna Müzesi Yazmalar Kataloğu, IV, Ankara 1994. İnehân-zâde Mehmet Nâil, Tuhfe-i Nâilî, I-II, 1949. İpşirli, Mehmet, “Huzur Dersleri”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1998, c. 18, s. 441-444. İsmâil bin Muhammed Aclûnî, Keşfü’l-hafâ ve müzîlü’l-ilbâs ‘amme’ştehere mine’l-ehâdîs ‘alâ elsineti’n-nâs, I-II, Beyrut 1418. Karahan, Abdülkadir, İslâm-Türk Edebiyatında Kırk Hadis Toplama, Tercüme ve Şerhleri, (1. bs. İstanbul 1954), 2. bs. Ankara 1991. Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf- Ta‘arruf, haz. Süleyman Uludağ, 2. bs., İstanbul 1992. Levend, Agâh Sırrı, “Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı, Belleten 1961, (2. bs.) Ankara 1988 s. 89-115. Mahmud Cevad İbn eş-Şeyh Nâfi, Maârif-i Umûmiyye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve İcrâatı, İstanbul 1338, a. mlf. a.g.e., (haz. TaceddinKayaoğlu), Ankara 2001. Mehmed Ali Fethî, Tercüme-i Nesâyıh-ı Eflâtûn-ı İlâhî, 1280 (1864). Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, I-IV, ts., 1308[1315/1897]. Muallim Nâcî, Emsâl-i Alî, Hazret-i Ali’nin Hikmetli Sözleri, haz. Âdem Ceyhan, İstanbul 2011. Muallim Nâcî, Sünbüle (Ömer’in Çocukluğu, s. 129-222’de) İstanbul 1307. Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Mecelletü’n-nisâb fi’n-niseb ve’l-kunâ ve’l-elkāb, Süleymaniye Ktp. Hâlet Efendi nr. 628. Nesîb Yûsuf, Rişte-i Cevâhir, İstanbul 1257 (1842). Osman Salahaddin el-mevlevî, (Tercüme-i Nesrü’l-leâlî), Topkapı Sarayı Müzesi Ktp. M. R. 759, vr. 43b-58b. Öztürk, Yaşar Nuri, Kutsal Gönüllü Velî Kuşadalı İbrâhim Halvetî (Hayatı Düşünceleri, Mektupları), İstanbul 1982. Şıra, Hüseyin, Rusçuklu Ali Fethi Efendi, Hayatı, Eserleri ve Hilyesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, yüksek lisans tezi, İstanbul 2008. Tayşi, M. Serhan, “Ali Dede, Bosnevî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1989, c. 2, s. 386. 33 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Uçman, Abdullah, “Encümen-i Dâniş”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1995, c. 11, s. 176-178. Vâhidî, Cinânü’l-cenân, Ankara Millî Ktp. 06 Mil Yz. A 6817. Bu eserin baskısı: Dersaâdet 1313 (1897). 34 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 35 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 36 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 37 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 38 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 39 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 40 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 41 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 42 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 ISLAM AND THE ROLE OF SHRINES IN KASHMIR Keşmir’de İslam ve Türbelerin Rolü Dr. G. H. MİR* ABSTRACT The aim of this article is to show the importance of the shrines as a social, cultural, religious, economic and political phenomenon in Kashmir. However, to understand their significance in Islamic context, we should aware of the Buddhist and Brahmanist past of Kashmir since the mass conversion of people to Islam could not part them with their pre-conversion orientations and practices. Thus it is emphasized in the article that a true picture of history of Kashmir cannot emerge unless it is viewed in the background of shrines. Key Words: Islam, Kashmir, shrine, Buddism, Brahmanism. ÖZET Bu makalenin amacı Kaşmir’de sosyal, kültürel, dini, iktisadi ve siyasi bir fenomen olarak türbelerin oynadığı rolü göstermektir. Bununla birlikte İslami bağlamda türbelerin önemini anlamak için, Kaşmir’in Budist ve Brahmanist geçmişinin farkında olmalıyız; çünkü kitlelerin İslam’a geçişi onları İslam öncesi yönelimlerinden ve uygulamalarından bir anda ayırmamıştır. Neticede, makalede, Kaşmir’in tarihinin doğru bir resminin, türbele* Sr. Project Officer, Directorate of Lifelong Learning, University of Kashmir, Srinagar 43 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği rin oluşturduğu arka plan olmaksızın ortaya çıkamayacağı vurgulanacaktır. Anahtar Kelimeler: İslam, Keşmir, türbe, Budizm, Brahmanizm. The shrines play a significant role in socio-cultural, religious, economic and political life of Kashmir. A comprehensive study of the role of the shrines in the history of Kashmir is an interesting phenomenon. The saints being exemplars of piety and spiritual excellence during their life time gained greater popularity after their death1 which determined the construction of shrines and emerged as centres of pilgrimage frequented by all the people irrespective of caste or creed. The valley of Kashmir, abounds in a fairly large number of saintly memorials, commonly known as ‘peer var’ abode of saints, manifested profound impact on the life and society of Kashmir. However, before analyzing role of shrines, it is essential to say a few things about Islam itself as this is the predominant religion in Kashmir. The meaning of the term Islam is, in the main peace, purity, submission and obedience. In the religious sense, it implies a total submission to the will of God and obedience to His Law. Allah asks men in the Quran to enter into Islam completely2. The submission to the will of Allah and obedience to His Law saves men from thousands of submissions on one hand and accrues true peace and an everlasting enjoyment on the other. The submission to the will of Allah and the obedience to His Law should not be on blind faith, nor on ignorance, nor on the surrender to fatalism, and nor on the loss of individual freedom. Thus the true name of religion is Islam. Allah declares the veracity and true religion of Islam unequivocally3. Islam has been the religion of mankind from the descend of Adam to the earth. Adam was the first Prophet and he taught people to believe in the oneness of God and His Omnipotence, Omnipresence and Omniscience. Other Prophets followed him and they also went on preaching the same mission. From Adam (pbuh) to Prophet Muhammad (pbuh), God’s prophets have directed mankind to Him. They were the media of the message to humanity. It is why Islam is not named after the name of its Prophet (pbuh), as for instance Christianity is after Christ (pbuh), and Buddhism after its founder, the Buddha. Some european orientalists do not like to call it Islam. They call it Muhmmadanism and the followers of Islam as Muhammadans. This is 1 2 3 44 Luislave Lebon, The Psychology of People quoted by H. P. fair Child, General Psychology, p. 346; cf. Pandharinath H. Prabhu, Hindu Social Organization. Al Quran, Second Para (Sayaqool), Surah Bakr, aayat-208. Al Quran, Third Para (Tilka-r-Rusul), Sura Al-Imran aayat-19. See also Al Quran, 5th Para, La-Yuhibul-Lahu, Sura Al-Mayidah, aayat-3. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 absolutely a wrong assertion because Muhammad (pbuh) who propagated Islam said, “I am not a new Prophet. I only preach and follow what is being revealed to me”4. The very first sentence of Quran says, “This is a book which is beyond any suspicion—God’s words. This is guidance for those who fear God. Those who believe in the Oneness of God without seeing him. Those who offer Nimaz (prayers) and those who spend in the name of Allah from what has been given to them by Allah. Those who believe in the genuineness of what has been revealed to you and to all those people who came before you. They are the people who are free from punishment because they actually fear God”5. This extract of Quran has the significance that Islam is not a new religion. It is a continuous process which was completed by the last Prophet Muhammad (pbuh). There are numerous aayats in the Quran which say that all Prophets have preached the same doctrine and there is nothing new which Prophet of Islam (pbuh) is telling you. It is interesting to note that the Quraish of Mecca had nothing to say against Prophet Muhammad (pbuh) except that “he is not telling us a new thing”. He is telling us the tales of those who came before. I am confirming all that you have already with you in He himself said the form of Bible, Torah and other books of God6. Now let us see what the message of all these Prophets has been. It has been that there is none but one God who deserves to be worshipped. Everybody is responsible to God for his deeds which will be judged by Him on the day of resurrection. The essence of the teachings of all these prophets has been given thus “it is not worship that you turn your face towards east or west. But the real worship of Allah is that you believe in right earnest in the existence of Allah, the reality of the day of judgment, the existence of God’s angles, the genuineness of all the Books revealed to different Prophets at different times, to spend in the name of Allah and help needy relatives, orphans, have-nots, those strained in the way, beggars and to free people from slavery, to offer Nimaz (prayers) to pay Zakat, to fulfil the promises when they are made to bear with fortitude the difficulties, and to be steadfast in wars. These are the people who have really confessed in the existence of God in the right sense7. This is the essence of Islam, a religion which in itself is the essence of 4 5 6 7 Al Quran, 26th Para, Sura Ahqaf, aayat-8. Al Quran, 1st Para, Sura Bakr, aayat 2 to 5. Al Quran, 30th Para, Surah Aa’la. Al Quran, 2nd Para, Surah Bakr. 45 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği all true religions as declared in the Quran “Quran is the consolidation of all Books revealed by Allah before Prophet Muhammad (pbuh)8”. These teachings of Quran have been supplemented by the Hadith and the Sunnah. We have been told to be good neighbours, to wish well to all, to be courteous, to be truthful and to be sympathetic to others. Islam was propagated in Arabia. It was a dynamic movement, and it spread far and wide to most parts of the world. With the passage of time, the real and simple teachings of Islam got adulterated by the philosophies of other countries which were conquered by muslim conquerors. Muslims came to Iran and they borrowed many practices from Zoroastrianism. They came to India and took up many things from Hinduism and Vandanta. Books of Greek philosophies were translated by Mamoon-ur-Rashid of Baghdad and that philosophy of Greece became part of Islam. Thus Islam in course of time lost its original simplicity and dynamism. The Muslims imitated others. In India, the idol worship was rampant. Islam was totally against it, but the Muslims took it in a different way. That is shrines of saints and relics of godmen thus came into being as a new cult. The saints and prophets who were only to be revered and obeyed came to be worshiped. This gave birth polytheism (shirk) and infidelity (kufr). They started calling themselves followers of saints and Sufis. There have been people who refused to be drawn to these new ideas and they were puritans who believed in Quran, Hadith and Sunnah in letter and spirit, but they were always a few and the majority became believers in saints rather than injunctions of Quran. Kashmir before Islam had been abode of Budhism and Brahamanism. The mass conversion of people to Islam could not part them with their preconversion orientations and practices. Hence the institution of shrines widely prevalent during Hinduism and their pilgrimage continued to be a sacred act within the indigenous traditions that is why Lawrence labelled Muslims of Kashmir as Hindus at heart9. The entire corpus of beliefs and practices associated with the shrines strengthened their roots after conversion by putting an Islamic content into it10. Coincidently the muslim shrines assumed important position in Kashmir and retained their traditional influence. They (muslims) could not do away with such traditions. A shining example can be put that the strategic replacement of singing of hymns (bhajan and keertan) in temples by collective loud recitations of Awradi Fathia in shrines and 8 9 10 46 Al Quran, 30th Para, Sura Baiynah. Walter Lawrence, The Valley of Kashmir, p. 286. Imtyaz Ahmad, Ritual and Religion among Muslims in India, Delhi:Manohar Publications, 1984, p. 16. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 mosques after every Fajr prayers contained praises to Oneness of God and salutations to Prophet Muhammad (pbuh). The shrines have widely recognized faith and reputation among the people and all the people looked at the shrines with awe and veneration. The unbounded faith made the people love and respect the shrines more than their lives. They would sacrifice anything dearest to them for the sake of saint and shrine. If the people in Kashmir had nothing to eat they would always donate one thing or the other to the shrine even if they had to sell some dearest household article11. The faith in shrines and relics can be had from the fact that when holy relic (moe mubarak) of Prophet Muhammad (pbuh) was brought to Kashmir, the crowd to receive the relic was so large that many people were trampled to death in the stampede12. When in December 1963, the sacred relic (moe mubarak) was found missing at Hazratbal shrine, the people throughout the valley got annoyed and frustrated against the ill act and forgot two times meals13. Similarly when the holy relic (moe mubarak) of Syed Abdul Qdir Jeelnai (ra) popularly known as Dastageer Sahib was on its way to shrine of Khanqahi- Qadriya at Khanyar, the people showered thousands of rupees on the relic that many a people who had gathered around could enrich themselves by collecting the money14. The shrines are as a means to ward off the evils and securing grant of favours both spiritual and mundane. The impact of shrines has been so overwhelming in building bridges within the community in tonning down the differences and respect for one another. It reinforced feeling for togetherness and concern for each others welfare in the face of forces of disintegration and divisiveness. The striking similarity in observance of exuberant rituals and traditions related to shrines promoted and strengthened the umbilical ties between the Hindus and the Muslims. The religious personality of Kashmir developed since times immemorial in a unique style. The shrines worked as beacons of love and brotherhood. “Seldom in the history of mankind, so writes Sir J. Marshal, has the spectacle been witnessed of two civilizations so vast and so strongly developed, yet so radically dissimilar as the Hindus and the Muslims meeting and mingling together15”. The distinctive character of shrines is the reflection and manifestation of communal harmony in Kashmir which led Mahatma Gandhi to pronounce that he had found a ‘ray of light’ only in Kashmir 11 12 13 14 15 Murasila Kashmiri Panditan 1872, p. 14. Peer Hassan Shah Khuihami, Tariqi Hassan, Vol 3rd, Translated into Urdu by M. Ibrahim Srinagar, 1960, p. 293. Mirza Kamaludin Shaida, Khalasatul Tawarikh, p. 307. Gh. Mohiud din Miskeen, Tariqi Kabeer, p. 323. S. M. Iqbal and K. L. Nirash (ed.), The Culture of Kashmir, New Delhi, 1978, p. 27. 47 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği when the entire subcontinent was in the grip of darkness of communal passion and hatred16. The popular faith with Islamic concepts dominating the socio-cultural and religious life but interspersed with the local traditions Hindu and Buddhist elements of thought and cultural saga reflect the assimilative and synthesising potentialities of Kashmiri people through the ages and enrich the thought content and socio-cultural heritage of the valley. The shrines provided much needed opportunity to add something jubilant and joyous in the long dreary and dull life of Kashmir during the period of urs (fair) occasions. These sacred centres were thronged by great musicians Jugulars wrestlers, dancers to display their art and skill at large gatherings at shrines. The visitors got a chance to experience the magnetic performances of artists of different areas of Kashmir. People feel lucky to watch the dambali (folk dance) performed by professional dancers of different areas of Kashmir. One can not resist the temptation to dance with dambali faqirs and the dancers fell in ecstasy. The shrines of Baba Naseeb Din Gazi at Bijbehara, Lal Bab Sahib at Zakura and Khan Sahab at Baramulla attracted the people in streams and swarms to watch the Dambali. The shrine of Qamar Sahab at Ganderbal was visited by the people mostly on the occasion of festival. Shikaras and Doongas were engaged by the people on the eve of festival. They arranged tea and sumptuous dishes, organized musical concerts with the voluntary contribution. The people bonfired a bundle of leush (piece of timber with rich content of resin or turpentine) at night on the occasion of urs at Ashmuqam as a mark of jubilation commemorating the killing of a dev (demon) by Baba Zain-Ud-Din Wali (ra) of Aishmuqam. In course of time the custom spread to people among other areas of Maraz17 (south Kashmir). In the villages where leush was not available people lighted sheaves of hay as a source of momentary recreation. The Ziarat of Mian Shah Sahib at Rainawari was equally venerated by both the communities and developed a spirit of cordiality. They gave themselves up to jollity and played with fireworks. A significant feature of this shrine was that people both the Hindus and the Muslims threw feasts on the seventh day of the dark fortnight in the month of Poh18. Before the dawn of modern era the people particularly in rural areas lived in culture of silence and their contacts and communications were 16 17 18 48 Sheikh Muhammad Abdullah, Aatish-i-Chinar (Autobiography), Srinagar, 1986, pp. 242-244. In Pre-modern Times south Kashmir was popularly was known as Maraz and north Kashmir as Kamraz. The tradition is quite contrary to the rishi cult of Kashmir. The rishis of Kashmir abstain meet eating. The people in locality of Mian Shah Sahab, Rainawari prepare fish particularly on this day, Srinagar Times, 26th January 1989. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 extremely limited. The festive occasions provided a rare opportunity for the people to come out of their stagnant social environment and interact with the pilgrims from different areas thereby providing a platform for their cultural exchange in the face of bleak cultural life of Kashmir. Arthur Neve thus remarks that there are great days to which the people especially women and children look keenly forward; for not only is their display at the shrine, but the opportunity of showing of their best clothes and jewellery and of watching the shops of city and making their frugal purchases. A bundle on the man’s back contains a few days’ rice and condiment, and the wife carries a fat cock as a present to the Mullahs19. The shrines have given new face to the economy of people in Kashmir. The large gatherings and congregations on Fridays and festive occasions at shrines in Kashmir have promoted and intensified the commercial activities. The crowded streets are swarming with shops, stretching beyond horizon, selling colourful and attractive items. The purchase of any article from the premises of shrine on the occasion of urs in particular is considered as a Tabruk (gift) in the household. During urs the shrines provide artisans, craftsmen and other performers from across the valley a platform to display their exquisite work of art to a larger audience. The mobilization of mass support through mosques and shrines is a very significant feature in the history of Kashmir. The Kashmiris throughout the ages have suffered prolonged and severe economic depression, lifelong bondage and other socio-religious atrocities which thwarted their access and involvement to multiplicity of life. The constant oppression, social stagnation and cultural isolation had undercurrents of deep frustration among the people which added to their inability to express their thoughts and feelings and raise a voice against the oppression. The shrines and the mosques particularly the Jamia Masjid of Srinagar which were indeed the platforms to assemble for political purposes and to express their feelings against the excesses and exploitation. Thus the protests and demonstrations against heavy taxation, consequent destruction of industries, forced labour, a law severely punishing muslims for cow slaughter, shifting of market from Jamia Masjid to Mahraj Gunj20, keeping muslims away from Govt. services and other such oppressions by officials of Maharajas during the Dogra rule21 were the issues confronting the muslims. The people used to meet at the shrines and the 19 20 21 Christian W. Troll (ed.), Muslim Shrines in India, Delhi: Oxford University Press, 1992, p. 180. Gh. Nabi Khanyari, Wajeeut Tawarikh, research Library Srinagar, p. 122. Christian W. Troll, Op. cit, p. 180. 49 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği mosques particularly at Khankahi Moula and Jamia Masjid to protest against the atrocities. To conclude, the shrines played a very important role in the life and history of Kashmir and a true picture of history of Kashmir can not emerge unless it is viewed in the background of shrines. 50 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 MUHYÎ-İ GÜLŞENÎ’NİN SÎRET-İ MURÂD-I CİHÂN İSİMLİ ESERİ1 The Work of Muhyi-i Gülşeni’s Siret-i Murad-ı Cihan Abdullah ARI∗ ÖZET Muhyî-i Gülşenî, 16. yüzyılda yaşamış, Bâlaybelen adlı ilk yapma dili kurgulamış, İbrahim Gülşenî’nin menâkıbını kaleme almış bir şahsiyettir. Makalemizde Muhyî-i Gülşenî’nin hayatı, tasavvûfî kişiliği ve eserleri hakkında bilgi verilmiş, Sîret-i Murâd-ı Cihân isimli eseri muhtevâ, dil ve üslûp yönlerinden tanıtılmıştır. Anahtar Sözcükler: Muhyî-i Gülşenî, Siret-i Murâd-ı Cihân ABSTRACT Muhyî-i Gülşenî is a figure who lived in 16th century, purposed the first articicial language called Bâlaybelen, wrote up İbrahim Gülşenî’s religious legend. In our article we information given about Muhyî-i Gülşenî’s life, mystical personality and works, a work called his Sîret-i Murâd-ı Cihân is 1 ∗ Bu makale tarafımızca hazırlanan basılmamış yüksek lisans tezinden elde edilen veriler ışığında yazılmıştır. Abdullah Arı, Muhyî-i Gülşenî, Eserleri ve Sîret-i Murâd-ı Cihân (İnceleme – Metin – Sözlük), Manisa: Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2010, s. V+310. Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yüksek Lisans Programı Mezunu. 51 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği introduced aspects of content, language and stylistic. Key words: Muhyî-i Gülşenî, Siret-i Murâd-ı Cihân GİRİŞ Bu makale, Muhyî’nin Sîret-i Murâd-ı Cihân isimli eserini tanıtmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla eserin giriş kısmında Muhyî-i Gülşenî’nin hayatı ve eserleri hakkında genel bir bilgi verildikten sonra Sîret-i Murâd-ı Cihân isimli eseri hakkında bilgi verilecektir. Daha sonra bu eserin dil ve üslûp özellikleri açıklanacaktır. En son kısımda ise eserin muhtevâsı ve tasavvûfî yönü ile ilgili bilgi verilecektir. H. 935 (m. 1529) yılında Edirne’de doğan Muhyî’nin asıl adı Muhammed’dir. Daha çok şiirde kullandığı Muhyî mahlasıyla2 tanınan Mehmed kendisini genellikle “Derviş Muhyî”, çağdaşları ise onu “Acem Fethioğlu”3 olarak tanıtır. Bazı kaynaklarda ise ismi Muhyiddin Efendi4 olarak geçmektedir. İncelediğimiz Sîret-i Murâd-ı Cihân isimli eserinde ise kendisini Derviş Muhyî-i Mısrî olarak tanıtmaktadır.5 Gülşenî tarikatına mensup olduğu için de Muhyî-i Gülşenî olarak bilinir. “Menâkıb’daki bilgilerden (s. 348-349) dedesi Ebû Tâlib’in İbrâhim Gülşenî’nin müridi olduğu, Şîraz’da ticaretle uğraşan Ebû Tâlib’in Akkoyunlular’dan Şîraz Valisi Sûfî Halîl’in halka yaptığı zulümlerden kaçıp ailesiyle birlikte Kazvin’e gittiği, babası Fethullah’ın burada doğduğu, dedesinin kızılbaşlar tarafından öldürülmesi üzerine Edirne’ye gidip yerleştikleri anlaşılmaktadır. Hulvî, Muhyî’nin babasının Ekmekçizâde diye tanındığını, kardeşlerinin defterdarlık görevinde bulunduğunu söyler 2 3 4 5 52 Mahlası ile ilgili olarak bk. “Onun “Muhyî” mahlasını seçiminde, İbn Arabî’nin bilhassa Kitâb-ı Abâdile’sinde teorik çerçevesini çizdiği “Muhammed ümmetinin evliyası, Tanrı’nın isimlerinden bir veya birden çok ismine mazhar olur; bu isimler vasıtasıyla varlığı terbiye eder. Bu isimlerin her biri peygamberlerde tam karşılığını bulur. Bunları keşf ehli ‘alâ kalbi İbrâhîm, alâ kalbi Süleymân (…)’diye adlandırırlar” şeklinde özetlenebilecek görüşleri etkili olur. Tanrı’nın, dirilten, hayat veren anlamlına gelen Muhyî adı, İsa Peygamber’de tam tecelli eder. O, bu isim marifetiyle ölüleri diriltir. Derviş Muhyî de ölü gönülleri diriltici olarak birçok çalışmasında kendi mahlasına vurgu yapar. Diğer ortak kardeşiyle ortak ad taşıyan Muhyî, kendisini bu şekilde ayırt eder.” Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), haz. Mustafa Koç, İstanbul: Klasik Yayınları, 2005, s. 4. Bk. Bağdatlı Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, İstanbul Üniversitesi Yazma Ktp. TY 2604, vr. 117a; Mehmed Nail Tuman, Tuhfe-i Nailî, c. 2, haz. Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Ankara: Bizim Büro Yayınları, 2001 , s. 392. Bk. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, c. 4, haz. Nuri Akbayır, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996, s. 1104-1105 “… Derviş Muwyî-i Mı¢rî böyle beyân eyler ki…” Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, Süleymaniye Ktp. Fatih Bölümü, No: 3496, vr. 1b. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 (Lemezât, s. 557).”6 Muhyî’nin Etmekçizâde Mehmed isimli bir erkek kardeşi ile ismi meçhul bir kız kardeşinin olduğu bilinmektedir.7 “1521’den sonra Osmanlı askerî üssünün Belgrad’a taşınmasıyla bir asırdır yüklendiği sınır şehri olma ağırlığından kurtularak sakin bir ortama kavuşan Edirne, Muhyî’nin döneminde sultanlar için bir sayfiye şehri, ulema için yüksek hiyerarşi, idareciler için imtiyazlı bir yer olma özelliğini ifade ediyordu.”8 İşte böyle bir ortamda doğan Muhyî, sekiz-on yaşlarında evlatlık olarak verildiği Nakşibendî şeyhinin oğluyla birlikte Üç Şerefeli ve Beyazıt medreselerinde öğrenim görmüştür. Bu yıllarda Nakşibendîliğin Ahrârîlik koluna mensup olan Hâce Kasım ve Hâce Muhammed’in tekkesine gidip gelmektedir.9 Edirne’deki eğitim-öğretim yıllarında Muhyiddin-i Arabî’nin eserlerini okuyup anlamaya çalışmaktadır. İbrahim Paşa Camisi’ndeki kütüphâneden Muhyiddin-i Arabî’nin Fususü’l-Hikem isimli eserini alıp, Edirne Ulu Camisi’nde bulunduğu sırada, Muhyiddin-i Arabî’nin eserlerini yakmasıyla meşhur olmuş olan Çivicizâde Muhyiddin Mehmed Efendi ile arasında Muhyiddin-i Arabî ve eserleri hakkında münazara geçer. Muhyî, Çivicizade Muhyiddin Mehmed Efendi’nin sorularını doğru yanıtlar ve münazara yerinden ayrılır.10 “Menâkıb’da, 953 (1546) yılında Ebüssuûd Efendi ile Gülşenî şeyhi Muhyiddin Karamânî’nin meclislerine devam ettiğini, Kanûnî Sultan Süleymân’a yazdığı kasideleri Kapıağası Haydar Ağa vasıtasıyla sultana ulaştırdığını, Farsça’ya hâkimiyeti sebebiyle ağanın kendisine “küçük Acem”, tarih düşürmedeki maharetinden dolayı Ebussuûd’un “sâhib-i târih” diye hitap ettiğini (s. 382), Haydar Ağa’nın evinde yapılan bir toplantıda şair Zâtî, Sehâbî, İbrâhim Gülşenî’nin torunu Şehnâme-i Âl-i Osmân müellifi Ârifî Fethullah Çelebi ve o esnada henüz ağa olan Şemsi Paşa ile tanıştığını anlatır (s. 413).”11 Bu yıllarda Gülşenî şeyhi Muhyiddin-i Karamanî’nin dışında Nakşî Hakim Çelebi, Ahrârî Nakşî şeyhlerinden Şeyh Ahte, Baba Haydar, Sultan Muhammed-i Laciverd-şûy, Hâce İsa-yı Fâzıl ve Hâfız Muhammed-i 6 7 8 9 10 11 Tahsin Yazıcı, “Muhyî-i Gülşenî”, DİA, 31, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2006, s. 79 Muhyî, Menâkıb’ da “… çün biraderüm Mı¢ra defterdâr olup…” ve “… diyü kâğıd emîni waqîrün hemşîre-zâdesi Mehmed Çelebi xaber virdi ki…” demesinden anlaşılmaktadır ki Muhyî’nin bir erkek kardeşi ve bir kız kardeşi vardır ve bu kız kardeşinin Mehmed Çelebi isminde bir oğlu bulunmaktadır. Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, yay. Tahsin Yazıcı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1982, s. 123, 294. Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), s. 5. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), s. 8. Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), s. 10-12. Tahsin Yazıcı, a.g.m, s. 79. 53 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Semerkandî gibi sufilerle tanışır.12 “954/m.1547 yılını da İstanbul’da geçiren Muhyî, 957-959/m.15501552 yılları arasında Edirne’de bulunmuş ve 1552 yılının sonunda Edirne’den ayrılarak ağabeyinin defterdarlık görevinde bulunduğu Kahire’ye gitmiş ve orada kadı naipliğine tayin edildikten sonra, İbrahim Gülşenî’nin oğlu Şeyh Ahmed Hayâlî’ye intisap ederek naiplikten ayrılmak istemişse de Kadı Bâkî Efendi’nin ısrarı üzerine bu isteğinden vazgeçmiştir.13 Bu sıralarda şeyhinin kızıyla evlenen Muhyî, Cemâleddin-i Hazrecî adındaki bir bilginden astronomi dersleri almış, bir taraftan da Mısır’a başdefterdar olarak atanan Bayezid Çelebi’nin oğlu Bâlî Bey’e Mesnevî okutmuştur.”14 Kısa bir zaman sonra halife olan Muhyî, Edirne ve İstanbul’a gitmiş15, İstanbul’da bir süre kaldıktan sonra tekrar Mısır’a dönmüştür. Muhyî’nin Edirne’de bulunduğu zaman zarfı içerisinde bazı sufilerle karşılaşmıştır. Bunlardan en önemlileri ve kendisini ömür boyu etkileyen Âşık Musa16 ve Abdullatîf-i Câmî17’dir. Edirne’de Abdullatîf-i Câmî’ye intisap eder ve bu Kübrevî şeyhinden Mesnevî dersi alır. Mısır’a kadı olarak atanan Bâkî Efendi ile birlikte Kahire’ye gider ve naip onlara Bâkî Efendi’nin yanında çalışır. İbrahim Gülşenî’nin oğlu Ahmed Hayâlî’nin tekkesine gitmeye başlayan Muhyî, Abdullatîf-i Câmî’ye intisap ettiğinden dolayı Ahmed Hayâlî’ye intisap etme konusunda tereddüt etmektedir. Bir gece görmüş olduğu rüya ile birlikte bu tereddüt hali kaybolur18 12 13 14 15 16 17 18 54 Konu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), s. 12-13. Ayrıntılı bilgi için bk. Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, s. 72. Uğurtan Yapıcı, Edirneli Mevlevî ve Gülşenî Şâirler, Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2009, s. 154. İncelemiş olduğumuz eserde Muhyî kendisinin İstanbul’a h. 985 senesinde geldiğini kaydetmektedir: “…Derviş Muwyî-i Mı¢rî böyle beyân eyler ki çün Mı¢ırdan sene xamse ŝemânîn ve tis<a mi’ede Qos§an§iniyyeye gelüp…” bk. Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 1b Konu ile ilgili olarak bk. Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), s. 18-19. Konu ile ilgili olarak bk. Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), s. 16-18. Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), s. 27-28’ de bahsi geçen rüya şudur: “Rüyada gördüm ki merhum Abdullatîf-i Câmî abdest almış, namaza gider gibi müteveccih. Nazar ettim, merhum Şeyh Ahmed Hayâlî ibn Gülşenî mukabilinde muntazır durur. Şeyh Abdullatîf varıp muhabbetle kucakladı. Zevkten rüyada bir miktar kendimden geçtim. Rüyada kendime geldim; gördüm ki efendi yalnız kalmış, şeyh gitmiş. Efendi bana bakıp eyitti: “Biri birden göresin.” Ben de “Merhum Şeyh Abdullatîf gitti, siz baki olun” deyip ayağına düştüm. Bu hâlde uyandım. Sabah huzurlarına vardığımda selâmdan sonra buyurdular ki: Gör evvel âhırı bâtında zâhir Gelen birdir giden birdir kalan bir Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Ahmed Hayâlî’ye intisap ettikten sonra Muhyî Gülşenî hilafetini alır ve İbrahim Gülşenî’nin türbesinde türbedarlık görevine başlar. Ömrünün geri kalanını Mısır’da geçiren Muhyî, bu zaman dilimi içerisinde Yesevî şeyhlerinden Emîr Nûr Muhammed isimli sufi ile Kahire’de tanışır. “1013’te (1604) İmâm Şâfiî’nin makamında uzlete çekildiği bilinen Muhyî’nin vefat tarihini Hulvî 1013 (1604), Bursalı Mehmed Tâhir 1014 (1605) olarak verir. Eserlerini içeren mecmuada (aş. bk.) yer alan bir tarih mısraının ebced değerinin 1017’yi (1608) göstermesi onun bu tarihten sonra vefat etmiş olabileceğini düşündürmektedir.”19 Vefat ettiğinde Mehmed, Mustafa, Ahmed ve Hasan Çelebi adlarında dört oğlu bulunduğu bilinmektedir.20 Biyografik ve tarihi kaynaklarda Muhyî, fazilet sahibi, ilim ve dünya hevesini bir kenara bırakıp tasavvuf yoluna giren bir insan21 olarak tanıtılır. “Ahdî ve Bâdî Efendi, Muhyî’nin düzgün ve güzel şiirler söylediğini, şiire yatkın olup nazmın birçok çeşidinde eser verdiğini kaydetmekte, pek çok muvahhidane ve şairane şiirleri olan Muhyî’nin nazım ve nesir olarak da kaleme aldığı rindane eserleri olduğunu ve bu eserlerin kusursuz olduğunu bildirmektedirler.”22 Tarih düşürmedeki mahareti dolayısıyla Ebüssuûd tarafından “sâhib-i tarih” diye adlandırılan Muhyî, kitaplarının yazıldığı tarihlere genellikle eserlerine verdiği isimle tarih düşürmüştür. Eğer eserinin isminde ebced hesabıyla tarih düşürmemişse, o zaman eserinin metninin içerisinde ebced hesabıyla tarih düşürmüştür. Muhyî’nin büyüklü küçüklü ikiyüze yakın eseri olduğu bilinmektedir. Günümüze ulaşan eserleri hakkında kaynaklarda23 ayrıntılı bilgi oldu19 20 21 22 23 Tahsin Yazıcı, a.g.m, s. 79-80. Ayrıntılı bilgi için bk. Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, s. XI. Şu kaynaklara bakılabilir: Bağdatlı Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, İstanbul Üniversitesi Yazma Ktp. TY 2604, vr. 117a; Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, haz. Mustafa İsen, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1994, s. 325; Nev’îzâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri Hadaiku’l-Hakaik fi Tekmileti’ş-Şakaik, c. II, haz. Abdülkadir Özcan, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1989, s. 596-597; Kâtip Çelebi, Fezleke, c.I, İstanbul 1286, s. 274-275; Mahmud Celâleddin Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, haz. Mehmet Serhan Tayşi, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1993, s. 557-558; Muhyî-i Gülşenî, Ahlâk-ı Kirâm, haz. Abdullah Tümsek, İstanbul: İnsan Yayınları, 2004. Uğurtan Yapıcı, a.g.e., s. 156. Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, yay. Tahsin Yazıcı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1982; Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), haz. Mustafa Koç, İstanbul: Klasik Yayınları, 2005; Tahsin Yazıcı, “Muhyî-i Gülşenî”, DİA, 31, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 2006, s. 79-80. 55 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği ğundan biz burada isimlerini vermekle yetineceğiz; 1. Menâkıb-ı İbrahim Gülşenî24 2. Reşehât-ı Muhyî25 3. Nefhatü’l-Eshâr 4. Hedyü’l-Harameyn26 5. Ahlâk-ı Kirâm27 6. Tefsîru Sûreti’l-Kadr 7. Kitâb-ı Me’âb 8. Hakka’l-Yakîn 9. Mevlevî 10. Risâle fi’l-Âkâid 11. Sîret-i Murâd-ı Cihân 12. Füyûzu’l-Velî 13. Risâle-i Beyne’l-Işâeyn 14. Silsiletü’l->Aşk 15. Şerh-i Hadîs-i Cibrîl 16. İhsânnâme28 17. Şerh-i Hadîs-i Erbaîn 18. Ahlâk-ı Kerîm 19. Hüsn ü Dil 20. Divan (Gazeller) 21. Kalbü Hakîkatü’l-Hakâik (Elfiyye) 22. Simsimiyyetü’l-Musavver 23. İttihâd-ı Esmâ be-Hüviyyet-i Müsemmâ 24 25 26 27 28 56 Bu eser Tahsin Yazıcı tarafından neşredilmiştir: Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, Yay. Tahsin Yazıcı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1982. Bu eserMustafa Koçtarafından makale olarak yayınlanmıştır: Mustafa Koç, “16. yyOsmanlı Coğrafyasında Karanlıkta Kalmış Nakşî-Ahrârî,Yesevî veKübrevî Şeyhleri”,KutadgubiligFelsefe-BilimAraştırmalarıDergisi,7(Mart2005),İstanbul:DergâhYayınları,s.213254. Bazı kaynaklarda bu eser, Hüde’l-Harameyni ve Huda’l-Haramayn olarak geçmektedir. Bu eser hakkında yapılan yayınlar şunlardır: Muhyî-i Gülşenî, Ahlâk-ı Kirâm, haz. Abdullah Tümsek, İstanbul: İnsan Yayınları, 2004 ve Mustafa Koç, “Ahlâk-ı Kirâm Yayımı: Akademik Rezalet!”, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, 8 (Ekim 2005), İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 309-315. Mustafa Koç, “16. Yüzyıl’da Kaleme Alınmış Bir Aşk Metni: Muhyî-i Gülşenî’nin İhsânnâme Adlı Mesnevisi”, Kutadgubilig Felsefe–Bilim Araştırmaları Dergisi, 8, 2005, İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 185-237. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 29 30 Divan (Kasideler) Gazâlenâme (Manzum) Gazâlenâme (Mensur) Hur’uf-ı Âliyât Mukattaât Şerh-i Müstezâd-ı Muhyî Risâle fî Esmâi’l-Hüsnâ Anberiyye Risalesi (Risâle fî Havâssı Anber) Mektuplar Muhtelif Şiirler Gül-i Sad-berg29 Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif30 Aynü’l-Hayât Şerhi Tuhfetü’l-Hekîm Hakâyıku’l-Hikem Mevlevî Tenezzülât-ı >Aşkıyye Arûz-ı Kebîr Sâka-i Kitâb Meşâhidü’l-Vücûd ve Mevâcidü’ş-Şühûd Risâle-i Vahdet Hikâyetü’l->Âşıkîn Vefr-i Muhyî Bâleybelen Risâleleri: Bereme’y-i Kâbe’y-Nele, Keveme’y-vünâ e Neveme’y-zünâ, Zimiye zeremâ Beniye neremâ, Lebeme’yvelâ sir Kâbe’y-Mevlâ, İzhâr-ı Ezmâr-ı Mâ-tekaddem ve Keşf-i Estâr-ı Merci’ün-ileyh-i Mübhem, Ye-Hameşem’y-bezem de’yEzenâ’y-Milîer, Tâfe bûyâ, Kereme’y-Âd, Zâte’y-Vekeşâ ve Hâte’y-Bekeşâ, Kitâb-ı Pîre Fân-beben, Masâdır-ı Elsine-i Erbaa Bu eser ile ilgili olarak bk. Nihat Öztoprak, Klâsik Türk Edebiyatı’nda Manzum Yüz Hadîsler, İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, 1993, s. 68-74; 433-476. Bu eser ile ilgili olarak yapılan çalışmalar şunlardır: Muhyî-i Gülşenî, Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif – transkripsiyon, gramer incelemesi-, haz. Murat Aşıcı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1989; Mustafa Koç, “16. yy’da Yapılmış Osmanlı Türkçesi Gramer Çalışması: Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif”, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, 9 (Mart 2006), İstanbul: Dergâh Yayınları, s. 209-234. 57 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği adlarında Bâlaybelen risaleleri ve Şâmilu’l-Luga üzerine yaptığı Bâleybelen notlamaları. 1. Sîret-i Murâd-ı Cihân Muhyî Mısır’daki nâzır-ı nuzzârlık görevinin Cize kadısına verilmesi nedeniyle, kendisine yapılan adaletsizliğin düzeltilmesi ve eski görevinin iade edilmesini arzetmek üzere İstanbul’a, Sultan III. Murâd’ın huzuruna çıkar. Bu müracaatında 974/1567-1568 yılında yazdığı akâid ve ahlâk konularını içeren Sîret-i Murâd-ı Cihân eserini sultana hediye olarak sunar.31 Eserin adı, ebced hesabıyla yazılış tarihi olan, 974/1567-1568 yılını göstermektedir. Eserin ahlâk kısmı; tehzib-i ahlâk, tedbir-i menâzil ve siyaset-i müdûn başlıkları altında bölümlere ayrılmakta ve hatime ile bitmektedir. Bu nüshanın en önemli özelliği müellif hattı olmasıdır. Eser bu yönüyle müstensihler tarafından yazılmış olan Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın diğer nüshalarında ayrılır. Ketebe kaydında “Ketebehu mü’ellifü’l-waqîr Muwyî el-faqîr min fuqarâ e’ş-şeyx Awmed İbnü’şşeyx İbrâhim Gülşenî Qaddesa’llâhu Sırrahu’s-seniyyü.” ibaresi de bu düşüncemizi doğrular niteliktedir. İncelemiş olduğumuz bu eser iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım akâid konularını içermektedir. İkinci kısım ahlâk bahislerini ele almaktadır. Bu kısım 3 makalede anlatılmaktadır. İlk makale tehzîb-i ahlâk hakkındadır. İkinci makale tedbîr-i menâzil hakkındadır. Üçüncü makale devlet yönetimi hakkındadır. Son olarak hâtime bölümüyle eser bitmektedir. Sîret-i Murâd-ı Cihân’da konular âyet, hadis ve atasözleriyle izah edilir. Ayrıca Hz. İsa, İmâm Eş’arî, Tirmizî, Ebu Mansur, Aristotales, Şiblî, Hamdullah Hamdî, Mevlânâ, İbrahim-i Gülşenî, Erdeşir Bâbek ve Abdullah-ı Ansârî gibi peygamber, din bilgini, mutasavvıf ve filozofların düşüncelerine yer verilir. Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân’da çeşitli kaynaklar kullanır. Bu kaynaklar şunlardır; 1- Kur’ân-ı Kerîm 2- Hadisler 3- Abdullâh-ı Ensârî’nin ahlâk konulu kitapları 4- Meşâhidü’l-Vücûd ve Mevâcidü’ş-Şühûd isimli kendi eseri 5- Mevlânâ’nın Mesnevî’si Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın Süleymaniye Kütüphanesi görevlileri ile birlikte yapılmış olan nüsha tavsifi: 31 58 Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 1b-3b. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 SÜLEYMANİYE KÜTÜPHÂNESİ FÂTİH BÖLÜMÜ NO: 3496 Kitabın Adı Sîret-i Murâd-ı Cihân (Pend-nâme) Müellifi el-Gülşenî Dervîş Muhyî-i Mısrî Kitabın Dili Türkçe Ölçüleri 225X139,147X70mm. Varak Sayısı 110 yk. Satır Sayısı 11 str. Sütun Sayısı 2 stn. Hattı Talik İstinsah Tarihi - Müstensihi Müellif hattıdır. Cildi Bordo deri cilt. Şemseli, salbekli, tığlı, zencirekli, cetvelli, köşebentli, miklepli; Miklebi şemseli tığlı, zencirekli, cetvelli, köşebentli, şirazelidir. Kâğıdı Kalınca ve âherlidir. Krem rengi, saman sarısı ve şeker rengi olmak üzere dört ayrı renk kağıt kullanılmıştır. Mürekkebi Beyitler ve metin siyah, sözbaşları, başlıklar kırmızı mürekkeple yazılmıştır. 2a’da: Sultan Murâd’a yazılmış methiyenin başlığı ve şiirin içindeki sözbaşı altınla yazılmıştır. Tezhibi 1b’de: Serlevhası tezhiplidir. Tezhibin içinde beyaz boya ile besmele yazılıdır. Baştan sona bütün sahifeleri altın cetvellidir. Mülahazat Kitabın başındaki numarasız varakta “kitâbu fî ‘ilmi’l-Hakâyık ve’l-Ahlâk…” ibaresi yazılıdır. 1a’da: 2 adet mühür izi, vakıf kaydı, dairevi altın kontür içinde “……..” ibaresi yazılıdır. Kitabın cildi biraz yıpranmıştır. Muhyî’nin Süleymaniye Kütüphanesi dışındaki diğer Sîret-i Murâd-ı Cihân tam ve muhtasar nüshaları şunlardır; 1- İstanbul Nuruosmaniye Kütüphânesi no:2261’de bulunan Ahlâk-ı 59 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Kirâm: “Koyu kahverengi şirazeli, miklepli, üstü yeşil bez kaplı cilt içinde, 210X117mm ebadında olup. 159 varaktır. Satır adedi 17’dir. Yazı, talik olup, sözbaşları kırmızı mürekkeplidir. İlk iki sahife cevelleri yaldız, diğer cetveller kirmendir. Telif tarihinin de kaydedildiği (993) eserin istinsah tarihi (1091/1680)’dir. Müstensih Muhammed b. Hüseyin el-Kirmânî’dir.”32 Bu eser, bir unvan, üç ihsan ve bir payan olarak bölümlere ayrılmış, Dr. Abdullah TÜMSEK tarafından çalışılmıştır.33 2- Mısır’da Hidiv Kütüphânesi’nde bulunan mecmuanın 87b-146a varakları arasında bulunan Ahlâk-ı Kirâm: Muhyî’nin 993/1585 yılında yazmış olduğu bu eser; bir unvan, üç ihsan ve bir payan bölümlerinden oluşmaktadır. “Yazar, <unvân-i mabâdî adını verdiği birinci bölümde wikmet’in gerçek anlamı ile terim olarak kullandığı zamanki anlamını oldukça açık bir şekilde anlatmaktadır. Üç iwsân adını verdiği bölümün I. iwsân’ında tahžîb-i axlâq, II. sinde tedbîr-i menâzil, III. siyâset-i mudun ve qabâ’il, xatime de ise, bir takım öğütler yer almaktadır.”34 Muhyî, bu eseri oğulları için kaleme aldığını zikretmektedir. 3- Mısır’da Hidiv Kütüphânesi’nde bulunan mecmuanın 241a-272b varakları arasında bulunan İcmâlî Ahlâk: Mısır Beylerbeyi Seyyid Mehmed Paşa’ya sunulan bu eser, 1002/1594 yılında yazılmıştır. Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın üçüncü makalesi olan Medineler Tedbiri Beyanundadur isimli bölümün özeti şeklindedir.35 4- İstanbul Üniversitesi Yazmalar Kütüphânesi no: 2769’da bulunan Ahlâk-ı Kirâm Muhtasarı: Mısır Beylerbeyi Seyyid Mehmed Paşa’ya sunulmak üzere telif edilen bu eser, Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın üçüncü makalesi olan Medineler Tedbiri Beyanundadur isimli bölümün özeti şeklindedir. 45 varaktan oluşmaktadır.36 2. Dil ve Üslup Özellikleri 2.1. Dil Özellikleri 16. yüzyılda kaleme alınmış bir eser olan Sîret-i Murâd-ı Cihân, Sultan III. Murâd’a sunulmuş bir nasihatnâmedir. Bilindiği gibi 16. yüzyıl Eski Anadolu Türkçesi’nden Klasik Osmanlı Türkçesi’ne geçiş dönemidir. Sîret-i Murâd32 33 34 35 36 60 Muhyî-i Gülşenî, Ahlâk-ı Kirâm, s. 61-62. Muhyî-i Gülşenî, Ahlâk-ı Kirâm, haz. Abdullah Tümsek, İstanbul: İnsan Yayınları, 2004. Muhyî-i Gülşenî, Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, s. XVII. Ayrıntılı bilgi için bk. Muhyî-i Gülşenî, Ahlâk-ı Kirâm, s. 62; Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen, s. 46. Ayrıntılı bilgi için bk.Muhyî-i Gülşenî, Ahlâk-ıKirâm, s.62; Muhyî-i Gülşenî, Bâlaybelen, s. 46. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 ı Cihân’da bu döneme ait bir eserdir. Eserde Eski Anadolu Türkçesi’nin özellikleri dışında, Arapça ve Farsça terkiplerin varlığı da göze çarpmaktadır. Bu eser, Arapça ve Farsça kelimelerin fazla olmasına rağmen, akıcı bir Türkçe ile kaleme alınmıştır. Eserin dil özelliklerini şu şekilde değerlendirebiliriz: 2.1.1. Ses Özellikleri Eski Anadolu Türkçesi’nde tipik olarak görülen düz ünlüden sonra yuvarlak ünlü, yuvarlak ünlüden sonra düz ünlü sıkça görülür. Bu açıdan diyebiliriz ki; Sîret-i Murâd-ı Cihân’da düzlük yuvarlık uyumu tam olarak görülmez. >Âqıbet çün ferîd qalursın Kimün Kimün içün bu mâlı alursın (b. 711) Her diyârun diyârun bir özge <âdeti var Her biri bir işi qılur muxtâr (b. 719) >Ulemâ bildügin görür bunlar Hem mü’eŝŝirden anlar anlar eŝer (b. 738) Olmaq içün evvelâ nefs-i insânî ne cevher idügüni ma<lûm idüp ğâyet ve kemâli mefhûm ola (23b) Kelimelerin arkaik özellikleri, dil özellikleri ve vezin gereği metinde ünsüz düşmeleri gözlenmektedir. Oldı şâhid olarıla meşhûd Vechden anlar itdi ref<-i niqâb37 (b. 76) Bularun Bularun a¢lı bu ki ber-maqdûr İki qudretle bulmaz istikmâl38 (b. 183) 37 38 Ünsüz düşmediği şekli de vardır. Onlarun wâlini görüp her dem Bile ğam yiye vü evlâdur hem (b. 419). Ünsüz düşmediği şekli de vardır. Dâyim ola bu xulqlar kârun Bunlar eżdâdı olmaya yârün (b. 472). 61 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Dâyimâ qıl tefaxxu¢a a<yânı Ki bulur mülk olarla noqsânı (b. 518) K’ide, k’ola, k’anlara, k’irmedi, k’olasın, k’evvelâ, k’ey, k’anda gibi sözler metinde vezin gereği birleşmiş şekilde yazılmıştır. Ravżaya irdükde bu oldı recâ K’ide Xudâ xidmetin anun <a§â (b. 16) Belki var niçe mu<cizâtı anun K’irmedi enbiyâ ana çün şaqq (b. 153) Dürr anu çün girân-behâ oldı K’evvelâ bawre âşinâ oldı (b.541) Kelime sonlarındaki q harflerinin ğ harfine dönüştüğü görülmektedir. Ondur onlar velîkin ehl-i xaber Ondan artuğı eyledi i<lâm (b. 290) İqtidâ-yı şer<a qıl emr ile nehyünde müdâm Olmağ istersen eger xalq-ı cihana muqtedâ (b. 820) Muntaźır olalar niçe müddet Bir ayağ üzre ola bin aqdâm (b. 310) Kelime sonlarında q harflerinin x harfine dönüştüğü görülmektedir. yoxsa ehl-i Waqda ixtilâf ve ğareż olmaz (66a) ammâ taf¢îline nihâyet yoqdur(68a) yoqdur yoxsa şerden men< itmek gerek (71b) 2.1.2. Şekil Özellikleri Sîret-i Murâd-ı Cihân’da bazı eklerde Eski Anadolu Türkçesi özellikleri görülmektedir. Eyilerle ger itmesen ¢owbet Bari kemlerden eylegil nefret (b. 539) 62 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Edeb ile hem oluban mev¢ûf Olalar i<tidâl ile me’lûf (b. 344) >İlm içün ger wased iderse kişi Cümleden aqbew olısardur işi (b. 649) xaśmu <askeri e§râfına śalıvirmegin <asker biri birini qırup śınmışlar (78b) ve anlardan evvelden ziyâde ıttıśâl ve qurbet göstermeye istemiyiser eger kendiler ziyâde gösterürlerse xidmetlerinde quśûr qomaya (95a) Arapça köke Türkçe ekin eklendiği de görülmektedir. vezâretden müşkül-rek iş olmaz (82b) Sîret-i Murâd-ı Cihân’da terkipli cümleler oldukça fazla yer almaktadır. Bunların çoğu Arapça ve Farsça terkipli cümleler olup, hamd, senâ ve tevhid gibi konularda sık görülmektedir. VâhibVâhib-i âmâlâmâl-i şehânşehân-ı cihân EkremEkrem-i xalq a<dala<dal-i >Oŝmâniyân (b. 5) Awdwd-i pâk u vâwidvâwid-i Xâlıq Vawdeti hem şümârdan a<lâ (b. 48) X⢢a âlâl-i peyempeyem-ber ü a¢wâb Ki olardur efâđilefâđil-i aqvâm (b. 267) pes bunı daxi teqallübteqallüb-i awvâl ve teğallübteğallüb-i ricâl ve te§âvülte§âvül-i rüzgâr ve neqâvet--i edvâr ve tebeddülneqâvet tebeddül-i mülk ü düvel ve teğayyürteğayyür-i milel ü niwal mütelevvin itmeyüp dâyim u qâyimdür (23a) 2.1.3. Bağlaçlar Tek başına anlamı olmayan, anlamca birbiriyle ilgili cümleleri veya cümlede görevdeş sözcük ve söz öbeklerini bağlamaya yarayan kelimelere bağlaç denir. Bağlaçlar metinde akıcılığı sağlayan unsurlardandır. Sîret-i Murâd-ı Cihân’da bağlaçlara sıklıkla rastlanmaktadır. ¥arafeyne kimisi qâbil olur Ya<ni cehl-i basî§e <âdil olur (b. 355) 63 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Kim ki bunlarla dâyim ide <amel Olmaya xalq içinde ana bedel (b. 811) İqtidâ-yı şer<a qıl emr ile nehyünde müdâm Olmağ isterse eger xalq-ı cihana muqtedâ (b. 820) ve eger kemlük üzre sülûk itdi ise andan śaqınmaq gerek ki <uqûq ile mevśûf olan wuqûq mürâ<âtını itmek muwâldür ba<dehu mâ-teqaddümde olan dostları ile geçen sîretini istifsâr itmek gerek ve evvelki imtiwâna bu wâli mużâf itmek gerek ki şükr-i ni<am ve küfrânı ne vechledür biline (87a). 2.2. Üslup Özellikleri 2.2.1. Redif “Sözcük anlamı “arkadan gelen”dir. Uyak sözcüğünün revi harfinden sonra gelen harf, ek, takı ve sözcüklere denir.”39 Sîret-i Murâd-ı Cihân’daki redif örnekleri şunlardır: Ašl-ı axlâq kim <adâletdür dür Wikmet ü <iffet ü şecâ<atdür dür (b. 387) Kim ki würriyet ile fâyıq ola Kesb ü ¢arfı hemîşe lâyıq ola (b. 438) Aqrabâ-yı hemîşe yâd eyle Keremün <âleme ziyâd eyle (b. 455) 2.2.2. Kafiye40 Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın kafiyelerine Arapça ve Farsça kelimelerin hâkim olduğu görülmektedir. Kafiyeyi teşkil eden kelimelerin hangi dilden olduklarının örneklenmesi amacıyla Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın 1-10, 51-60, 101110, … 801-810 beyitleri incelenmiş, yaklaşık 170 beyit tutan kısmın dillere göre dağılımı grafikte gösterilmiştir. 39 40 64 Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara: Türk Dil Kurumu, 2005, 8. Baskı, s. 68. Bu bölümü oluştururken şu makale örnek alınmıştır: Erol ÇÖM, “Şemseddîn-i Sivâsî’nin İbret-Nümâ Adlı Mesnevisi”, Türkiyât Araştırmaları Dergisi, 24 (Güz 2008), Konya: Selçuk Üniversitesi Basımevi, s. 127-163. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 2.2.2.1. Kafiyenin dillere göre dağılımı41 Grafikte de görüldüğü üzere, kafiye kelimelerinin ikisi de Arapça (A-A) olan beyitler % 50, ikisi de Farsça (F-F) olan beyitler % 12 ve biri Arapça diğeri Farsça (A-F) olan beyitler % 18’lik bir paya sahiptir. Buna göre Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın kafiye kelimeleri %80’lik büyük bir oranla Türkçe harici dillerdendir. Sadece Türkçe kelimelerden oluşan kafiyeler ise % 6 gibi küçük bir orandadır. Ancak, kafiyelerin %80’ini oluşturan, dilimize Arapça ve Farsçadan girmiş bu kelimeler 16. Yüzyılda yaşayan Osmanlı tebaasının günlük hayatlarında kullandıkları kelimelerdendir. Aşağıda yer alan örneklerde de bu hususu görmek mümkündür: 2.2.2.1.1. Türkçe kelimelerle yapılmış kafiyeler: itmez / gitmez (b. 406) saqın / yaqın (b. 703) çoq / yoq (b. 706) 2.2.2.1.2. Türkçe – Arapça kelimeler yapılmış kafiyeler: sen / Yemen (b. 3) 41 Kısaltmaların açılımı şöyledir: Arapça-Arapça (A-A), Arapça-Farsça (A-F), Arapça-Türkçe (A-T), Farsça-Farsça (F-F), Farsça-Türkçe (F-T), Türkçe-Türkçe (T-T). 65 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği ola / hevâ wažer / yaqar (b. 353) (b. 410) 2.2.2.1.3. Türkçe – Farsça kelimelerle yapılmış kafiyeler: Ger / bî-her (b. 453) Umar / mâr (b. 710) Rence / eglence (b. 754) 2.2.2.1.4. Arapça kelimelerle yapılmış kafiyeler: kâmil / zâyil (b. 354) câhil / <âkil (b. 551) §âhir / ®âhir (b. 601) 2.2.2.1.5. Farsça kelimelerle yapılmış kafiyeler: pâdişâh / güvâh (b. 1) herkes / bes (b. 506) şehü / rehü (b. 756) 2.2.2.1.6. Arapça – Farsça kelimelerle yapılmış kafiyeler: râm / merâm (b. 2) nîk / tawrîk (b. 359) i®hâr / xûşyâr (b. 802) Eserin tamamı göz önünde bulundurulduğunda rediften çok yararlanılmadığı, “tam” ve “yarım” kafiyelerin ağırlıkta olduğu görülmektedir. Eserin geneli mesnevi nazım şekli ile yazılmıştır. Bu nedenle her beytin mısraları kendi arasında kafiyelidir. Ancak eserin bazı kısımlarının kaside nazım şekli ile yazıldığı görülmektedir. Bu nedenle eserin bazı kısımlarında birinci beytin ikinci mısraı ile ikinci beytin ikinci mısraı birlikte kafiyelendiği görülmüş, kafiyelere göre grafik dağılımı yapılırken, iki beytin bir kafiye olarak değerlendirilmesi yoluna gidilmiştir. Bu tür kafiyeye birkaç örnek beyit aşağıda verilmiştir: Belki qalup <ademde gelmezdi Vâwid-i bî-żıdd oldı pes Mevlââ (b. 51) 66 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Olsa bir şehre ger iki sul§ân Bulur ol şehr bir dem içre fenââ (b. 52) Oldı Bu Bekrle <Ömer <Oŝmân Hem >Alî mîr-i cümle-i a¢wâb wâb (b. 101) Cümlesine kemînedür Muwyî İde rü’yetlerin <a§â Vehhâb hâb (b. 102) 2.2.3. Vezin Sîret-i Murâd-ı Cihân’da üç farklı aruz kalıbı kullanılmıştır. Bu aruz kalıpları ve geçtikleri beyitler aşağıdaki tabloda gösterilmiştir: Aruz Kalıbı Uygulandığı beyit Müfte‘ilün / Müfte‘ilün / Fâ‘ilün 1-33. Fe‘ilâtün / Mefâ‘ilün / Fe‘ilün 34-818. Fâ‘ilâtün / Fâ‘ilâtün / Fâ‘ilâtün / Fâ‘ilün 819-847. Sîret-i Murâd-ı Cihân’da aruz kusurlarından birisi olan imâle sıklıkla görülmektedir. Bu imâlelerin bulunduğu beyitlerin birkaçı aşağıda örnek olarak verilmiştir: Olmağa ol <izzet ü faxre sebeb Mı¢rda nâźırlığı qıldum §aleb (b. 17) İsmi ne <aynıdur ne xod ğayrı Oldı eşyâ meźâhir-i esmâ (b. 38) Her zemân nu§qunda bulunsun kerâmet sözleri Şükr qıl Allâha dâyim vir qażâsına rıżâ (b. 823) Aruz kusurlarından olan zihâf ise yazarın mahlasının bulunduğu beyitlerde görülmektedir: Muhyîyâ ger kerâmet istersen Qaydı qo ol melek gibi mu§laq (b. 160) 67 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Pes odur ¢âni<-i qadîm-i ewad Waydur ol Muwyî-i cemî<-i cihân (b. 209) 2.2.4. Edebî Sanatlar Sîret-i Murâd-ı Cihân’da da pek çok edebî sanat olmakla birlikte, ayrıntılı bir şekilde edebî sanatların tamamını nakletmek sözün çok uzamasına sebep olacağından biz burada örnek olarak birkaç edebi sanata yer vereceğiz. Nidâ Muhyiyâ ger kerâmet istersen Qaydı qo ol melek gibi mu§laq (b. 161) Cinas Oldı bir žerre <adl iy <âdil Niçe yıllıq <ibâdete <âdil (b. 512) Tevriye >Amel-i xayra qıl xurûc u duxûl Śavtunı râst eyle gözle u¢ûl (b. 743) İktibas Naźar ehlü ki kendülükle idi 42 " "ار ا اdidi (b. 615) 2.2.5. Âyet İktibasları Nasihatnâmelerin birinci kaynağı, Kur’an-ı Kerim’dir. Şair ve yazarlarımızın, eserlerini yazarken en çok bu kaynaktan yararlandıkları görülmektedir. Muhyî-i Gülşenî’de de aynı istifade söz konusudur. Gelmeden gitmeden münezzehdür 43 " ”ء ر اdimekdür aa (b. 45) " "یdidi çün Waq Oldı taxliqa qâdir olmağa dâll (b. 187) 44 42 43 44 68 “Rabbim! Bana (kendini) göster; sana bakayım!” A’râf, 7/143 (Melekler dediler ki:) “Ey İbrâhîm! Bundan vazgeç! Şu muhakkak ki gerçekten Rabbinin emri gelmiştir. Çünki onlara aslâ geri çevrilmez bir azab gelecektir.” Hûd, 11/76. “(Hiç) yaratan bilmez mi?” Mülk, 67/14. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Her birisi şühûdını söyler "( "ی آ یہ نb. 220) 46 "$ " ه اqabîlinden olur (28b) bunlar âb meŝâbesindedür ki 47" & ' ( " ا(ء آ70a) kemâ-qâle Allâhu Te<âlâ 48" زآ, ا-. ی/0 ر ه و1 ( و ) ی ) ب د-.( “ و23b) 45 2.2.6. Hadis İktibasları Nasihatnâmelerin ana kaynaklarından ikincisi hadislerdir. Sîret-i Murâdı Cihân’da da hadislerin kullanıldığı görülmektedir. Eyle bu pendümi benüm ez-ber Dîne didi na¢îwat ol server49 (b. 529) Anda k’olmaya nâmnâm-ı Waq mežkûr Ebter olur ol işden eyle <ubûr50 (b. 349) <Ulemânu Ulemânun Ulemânun midâdı bîbî-çeh ü çün Şühedâ xûnı ile olur mevzûn51 (b. 477) "4 م/ 6780 " fehvâsıyla <âqıbet ehl-i sa<âdet olmaq iwtimâli vardur (27b) ki 53"8 9. : ; < رات و< اذن )(= و: <" ola (58a) 54 "/:ر-." : س4 "وآ(ااmübteğâsınca her kimsenü tekmîli anun quvveti qadrincedür (64a) 52 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 “O, her gün (her an) bir işdedir!” Rahmân, 55/9. “Yoksa gerçekten onların çoğunun (söz) dinleyeceklerini veya akıl erdireceklerini mi sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidir; hattâ onlar yolca daha sapıktırlar.” Furkân, 25/44. “… her canlı şeyi, sudan yaptık…” Enbiyâ, 21/30. “7- Ve nefse ve onu (güzel bir şekilde yaratıp) düzenleyene! 8-Sonra da ona (o kişiye) günâhını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itâat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemîn olsun)! 9- (Ki) onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur! 10- Onu (isyânıyla) örten ise, mutlakâ hüsrâna uğramıştır!” Şems, 91/7-10. “Din, nasihattir.” “Bismillâhirrahmânirrahîm” ile başlamayan her iş noksandır; yarar ve bereketi azdır.” “Mahşerde ulema-i hakikatın sarfettikleri mürekkeb, şehidlerin kanıyla tartılır.” “Kim bir kavme benzerse, o onlardandır.” "Ben salih kullarıma, ötelerde, öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş ne de kimsenin hayaline gelmiştir." “İnsanlara akılları ölçüsünce konuşunuz.” 69 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 2.2.7. Atasözleri Atasözleri, halkımızın yaşam ve dünyayı algılayış biçimini, düşünüş tarzını gösterir. Atalarımızın geçmişte yaşamış oldukları tecrübeleri bize taşır. Şairler, az sözle çok şey anlatmak istediklerinde atasözlerine başvurmuşlardır. Muhyî-i Gülşenî’de bu kervana katılmış şairlerdendir. Xa¢m-ı <âqil ki âfet-i cândur Yigdür ol dostdan ki nâdândur (b. 550) Söz odur ki az ola vü öz ola Ţatlu ola hemîşe vü ţuz ola (b. 620) Šaqla ¢ırrun ¢ırrunı kimseye dime Diyüben ¢onra ğamların yime (b. 557) münâsib oldur ki yâr-ı śadıqun umûr-ı cüz’iyyesinden şübhe gelüp ictinâb itmeye ki <aybsuz yâr isteyen yârsuz qalur (88b) 2.2.8. Deyimler Deyimler genellikle gerçek anlamından az çok ayrı bir anlamı olan iki veya daha fazla kelimeden meydan gelen kalıplaşmış söz gruplarıdır. Sözün etkisini arttırmak için deyimler oldukça sık kullanılır. Hayır işlemek: Şer<de emn ü ye’s küfr oldı Xayr qıl tâ sa<âdet ola xitâm (b. 288) Malum olmak: Çün ležžet-i sa<âdetün wâli ma<lûm oldı (30b) Ağzına bal çalmak: meŝelâ eger ležîž xaberler ile dimağına bal çalarsa (92b) Sılaya gitmek: Šıla-i rawm qılsa bir kişi ger Ana eyler a<ţâ Xudâ bî-her (b. 453) Hak sözü acı durmak: Gerçi Waq söz acı durur ammâ Andadur derd-i nefs ü câna devâ (b. 530) 70 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 2.2.9. Farsça Yazılan Beyitler Mesnevî (26b) نAراه &ل ازC =C"ه "رن-م ا/ در)= اه Mesnevî (66a) =)ا- ن از هD)"ن آآن و 55 "=)ا- ى ان-FG 2.2.10.Arapça İbare "(اI DH"اول ا56 bu ma<nâ-yı mühimdür (73b) 3. Muhtevası 3.1. Sosyal Hayat ve Eğitim ile İlgili Konulara Bakışı Muhyî bir idarenin tek olması gerektiğini söyler. Bunun gibi bir şehirde iki sultanın olması durumunda o şehrin yok olmaya mahkûm olduğunu belirtir: Olsa bir şehre ger iki sul§ân Bulur ol şehr bir dem içre fenâ (b. 53) Muhyî-i Gülşenî ilim öğrenme konusu ile ilgili olarak âyet ve hadislere başvurur. İlim öğrenmek için Çin’e ve Maçin’e bile gidilebileceğini; âlimlerin mürekkeplerinin, şehitlerin kanlarıyla muvazene edileceğini; âlimin ölümünün cihânın ölümü anlamına geldiğini; âlim ile câhilin bir tutulamayacağını; Hakk’ın her ibadete bir vakit tayin ettiği halde ilim öğrenmek için herhangi bir vakit tayin etmediğini; ilim öğrenmek için soru sormaktan çekinilmemesini âmellerin Hakk rızası için yapılması gerektiğini, ve insanlar için yapılan âmellerin şirk olacağını beyan eder Šaqla šırrunı kimseye dime Diyüben šonra ğamların yime (b. 557) 55 56 1-Fıkıhtan bahsetse ağzından hep yokluğa ait sözler çıkar; o sözlerden yokluk kokusu gelir. 2-Küfre ait bahis açsa o bahsinde din kokusu vardır. Şüpheye dair söz söylese sözleri, yakîni anlatmış olur. http://tr.wikisource.org/wiki/Mesnevi/2881-2890 (20.05.2010). Önce fikir sonra amel. 71 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Sırrı šaqlamayan emîn olmaz Dîn ehli ana yaqın olmaz (b. 558) Kişinin başkasına söyledikten sonra pişman olmaması için sırrını saklaması gerektiğini, sır saklamayan insana güvenilemeyeceği ve din ehli olan kişilerin sır saklamayanlardan uzak durduğunu belirtir. Šaqla šırrunı kimseye dime Diyüben šonra ğamların yime (b. 557) Sırrı šaqlamayan emîn olmaz Dîn ehli ana yaqın olmaz (b. 558) Kişinin başkalarının ayıbını araştırmaması gerektiğini, onların ayıplarını elinden gelirse örtmesini, su gibi gördüğü şeyleri temizlemesini, ayna gibi ortaya çıkarmamasını ve kişinin kendi ayıbını görüp düzeltmesi gerektiğini söyler. Qılma pûşîde <aybı istifsâr Gel elünden gelürse setr it var (b. 597) Görme bed ğayri kendüni nîgû >Aybunı gözle ğayr-ı <aybını qo (b. 598) Šu gibi gördügüni qıl §âhir Âyine gibi eyleme źâhir (b. 601) İnsanların gevezelikten uzak durması gerektiğini, çok konuşmanın kalbi helak ettiğini, sözün az ve öz olanının makbul olduğunu belirtir. Söz odur ki az ola vü öz ola Ţatlu ola hemîşe vü ţuz ola (b. 620) Qalbi çoq söylemek helâk eyler Dâyimâ nuţqdan wużûr qaçar (b. 623) Muhyî, yemek yeme adabıyla ilgili olarak kişinin yemek yemeden önce elini yüzünü yıkaması, yemeğe bismillâh ile başlaması, diz çökerek yemesi, sofradan ne aç ne de tok bir şekilde kalkması, yemeğe tuzla başlaması ve sağ el ile yemek yenmesi gerektiğini beyan eder. 72 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Elüni ağzunı yuyup evvel Bağla bi’smi’llâh ile <azmine bel (b. 666) Dinüp yime sünnetini bul Diz çöküp yi ţa<âmını iy qul (b. 667) Ac olıcaq yi vü ţoq olmadın Çek elün źâhir ola tâ bâţın (b. 669) Šağ elünle yi loqman eyle šağîr Evvel âxir nemekle qıl tefţîr (b. 673) Böylece Muhyî-i Gülşenî’nin Sîret-i Murâd-ı Cihân’da sosyal hayat ve eğitim ile ilgili birkaç düşüncesini vermiş bulunmaktayız. 3.2. Devlet Yönetimi ile İlgili Konulara Bakışı Muhyî-i Gülşenî, devlet yöneticisinin yapması gerekenleri şu şekilde anlatır. Melik, ihtiyaç sahibi olanların ihtiyaçlarını bizzat kendisinin karşılamalı, sözüyle kimseyi incitmemeli, Müslümanlara ve diğer insanlara karşı faydalı olmalı ve onları korumaya gayret etmelidir57. Düşmanların ülkesine saldıracağı zaman, düşüncesini kimseye söylememeli, akil insanlarla danışıp görüşmeli, kendi yanında bulunan dost yüzlü düşmanlardan sakınmalı ve düşmana casuslar göndermelidir58. Mecbur kalmadıkça düşmanla savaşmama yoluna gitmemeli, eğer savaş çıkar ve savaşta yenerse düşman halka eziyet etmemelidir59. Kendisine tabi olmamış insanlarla savaşa girmemesini, girdiği zaman iki düşman arasında kalabileceğini belirtir60. Savaşta ordusuna iyi bir yer seçmeli ve fedakârlık yapanlar ödüllendirilmelidir61. Savaş sonrasında esir almaya çalışılmalıdır62. Böylece Muhyî-i Gülşenî’nin Sîret-i Murâd-ı Cihân’da devlet yönetimi ile ilgili birkaç düşüncesini vermiş bulunmaktayız. 57 Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 73a Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 74a-75a. 59 Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 75b. 60 Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 76a. 61 Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 77b. 62 Muhyî-i Gülşenî, Sîret-i Murâd-ı Cihân, vr. 78a. 58 73 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 3.2.1.1. Dinî ve Tasavvufî Hayat ile İlgili Nasihatleri Muhyî-i Gülşenî, hâtime63 kısmında nasihatlere yer vermektedir. İşte o nasihatlerden bazıları şunlardır; Kıyamet gününden korkun. Ahireti bu dünya için satmayın. Eğer Allah’ı severseniz, Resulullâh’a tabi olun, böylece Allâh’ta sizi sever. Mâsivâyı Allâh için terk edin. Allâh’ı unutmayın. Nefislerinizi pâk eyleyin. Valideyninizi ihsan eyleyin. Akrabalarınıza, yakınlarınıza, düşkünlere dahi yardım eyleyin. Allâh’tan başkasına tapmayın. O’nun resullerine inanın. Namazınızı kılın, orucunuzu tutun, zekatınızı verin. Gece namazını eksik etmeyin. Ölümü sık sık hatırlayın. Daima şükr ve istiğfar edin. Günahlardan kaçının. Allâh’a muhabbetle iftihar edin. Allah’a tevekkül edin ve rızkınızı Allah’tan bilin. Sadakatli ve vefalı olun. İhlâslı olun. Fıkıh, hadis ve tefsir öğrenin. Gönlünüzü gıybet ve kötü sözden saklayın. Sevdiğinizi Allâh için sevin ve buğz ettiğinizi Allâh için buğz edin. SONUÇ Bu çalışmanın giriş bölümünde 16. yüzyılda yaşamış olan Muhyî-i Gülşenî’nin hayatı ve eserleri hakkında bilgi verilmiştir. Böylece Sîret-i Murâd-ı Cihân isimli eserin yazarının yaşadığı ortam ve yaşayış tarzı verilerek eserini hangi şartlar altında yazmış olduğu hakkında bir kanaate varılması amaçlanmıştır. Ayrıca bu çalışmayla görülmüştür ki Muhyî-i Gülşenî, devrinin tanınan bir mutasavvıf şahsiyetidir ve velût bir yazardır. Birinci bölümde Sîret-i Murâd-ı Cihân isimli eser tanıtılmıştır. Eserin nüsha özellikleri ve müstensihler tarafından yazılmış olan diğer nüshaları hakkında bilgi verilmiştir. Sîret-i Murâd-ı Cihân isimli eserin en önemli özelliğinin Muhyî-i Gülşenî tarafından bizzat yazılmış olmasıdır. Metnin diğer nüshalarından en önemli farkı budur. Bu fark, metnin edisyon kritik yöntemine başvurulmadan çalışılmasını sağlar. Yazarının vefatından sonra farklı müstensihler tarafından yazılmış olan Sîret-i Murâd-ı Cihân nüshalar ile karşılaştırılması ayrı bir makale konusu olmakla birlikte böyle bir çalışmanın yapılması metin-yazar-müstensih-yüzyıl bağlamında ilgi çekici bilgilere ulaşmamızı sağlayabilir. İkinci bölümde Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın dil ve üslup özellikleri hakkında bilgi verilmiştir. Eserin dil kurallarına uygun olarak kaleme alınması ve yapılan iktibaslar Muhyî-i Gülşenî’nin kültürlü bir şahıs olduğunu gösterir. Dil konusuyla ilgili olarak dil bilgisi konusunu ele aldığı Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif ve ilk yapma dil olan Bâlaybelen isimli eserin sahibi olan Muhyî-i Gülşenî’nin 63 74 Bu kısım Sîret-i Murâd-ı Cihân’ ın 101b-111b varakları arasında yer almaktadır. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 bu konudaki uzmanlığını göstermesi bakımından önemlidir. Üçüncü bölümde Sîret-i Murâd-ı Cihân’ın muhtevası ile ilgili olarak kısaca bilgi verilmiştir. Bu bölümden anlaşılıyor ki, akait kısmı sebebiyle tasavvufî bir eserdir, hâtimede ve eserin bütününde yer alan nasihatler nedeniyle nasihatnâme türünde ve devletin yönetimi ile ilgili vermiş olduğu bilgiler bakımından siyasetnâme türünde bir eser olduğu anlaşılmaktadır. KAYNAKÇA Bağdatlı Ahdî, Gülşen-i Şuarâ, İstanbul Üniv. Yazma Ktp. TY 2604. Dilçin, Cem, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara: Türk Dil Kurumu, 8. Baskı, 2005. Çöm, Erol, “Şemseddîn-i Sivâsî’nin İbret-Nümâ Adlı Mesnevisi”, Türkiyât Araştırmaları Dergisi, 24 (Güz 2008), Konya: Selçuk Üniversitesi Basımevi. Gelibolulu Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, Haz. Mustafa İsen, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, 1994. http://tr.wikisource.org/wiki/Mesnevi/2881-2890 (20.05.2010). Kâtip Çelebi, Fezleke, c.I, İstanbul 1286. Koç, Mustafa, “16. Yüzyıl’da Kaleme Alınmış Bir Aşk Metni: Muhyî-i Gülşenî’nin İhsânnâme Adlı Mesnevisi”, Kutadgubilig Felsefe–Bilim Araştırmaları, 8 (Ekim 2005), İstanbul: Dergah Yayınları. …….., “16. yy Osmanlı Coğrafyasında Karanlıkta Kalmış Nakşî-Ahrârî, Yesevî ve Kübrevî Şeyhleri”, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, 7 (Mart 2005), İstanbul: Dergah Yayınları. …….., “16. yy’da Yapılmış Osmanlı Türkçesi Gramer Çalışması: Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif”, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, 9 (Mart 2006), İstanbul: Dergah Yayınları. …….., “Ahlâk-ı Kirâm Yayımı: Akademik Rezalet!”, Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, 8 (Ekim 2005), İstanbul: Dergah Yayınları. …….., “Babilden Bâleybelene: İlk Yapma Dil, İlk Kutsal Dil”, Kutadgubilig Felsefe–Bilim Araştırmaları, 5 (Mart 2004), İstanbul: Dergah Yayınları. Mahmud Celâleddin Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, Haz. Mehmet Serhan Tayşi, İstanbul: M. Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1993. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, c. 4, haz. Nuri Akbayır, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1996. Muhyî-i Gülşenî, Ahlâk-ı Kirâm, Haz. Abdullah Tümsek, İstanbul: İnsan Yayınları, 2004. …….., Bâlaybelen (İlk Yapma Dil), Haz. Mustafa Koç, İstanbul: Klasik Yayınları, 75 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 2005. …….., Bünyâd-ı Şi’r-i Ârif – transkripsiyon, gramer incelemesi-, Haz. Murat Aşıcı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1989. …….., Menâkıb-ı İbrahim-i Gülşenî ve Şemleli-zâde Ahmed Efendi Şive-i Tarikat-ı Gülşeniye, Yay. Tahsin Yazıcı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1982. …….., Reşehât-ı Muhyî, Yapı Kredi Sermet Çifter Ktp., No: 302. …….., Sîret-i Murâd-ı Cihân, Süleymaniye Ktp. Fatih Bölümü, No: 3496. Nev’îzâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri Hadaiku’l-Hakaik fi Tekmileti’şŞakaik, c. II, Haz. Abdülkadir Özcan, İstanbul: Çağrı Yayınları, 1989. Öztoprak, Nihat, Klâsik Türk Edebiyatı’nda Manzum Yüz Hadîsler, İstanbul: Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, 1993. Sertoğlu, Mitat, “İlk Milletlerarası Dili Bir Türk İcat Etmişti”, Hayat Tarih Mecmuası, 1/1 (1 Şubat 1966). Tuman, Mehmed Nail, Tuhfe-i Nailî, haz. Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı, Ankara: Bizim Büro Yayınları, 2001. Yapıcı, Uğurtan, Edirneli Mevlevî ve Gülşenî Şâirler, Edirne: Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2009. Yazıcı, Tahsin, “Muhyî-i Gülşenî”, DİA, 31, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2006. 76 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 “TASAVVUF” KAVRAMININ VE ANLAMLARININ ETİMOLOJİK İNCELENMESİ∗ Yazan: Dr. Amin Yousuf Oudeh∗∗ Çeviren: Emine ERSÖZ∗∗∗ ÖZET Yüksek lisans ve doktora çalışmalarında Muhiddin ibn’l Arabî’nin eserlerini dil ve edebiyat açısından incelemiş, aynı zamanda tasavvuf düşüncesi hakkında da akademik çalışmalar yapıp, kitapları yayınlanmış olan Ürdün Âl-i Beyt Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Dr. Amin Yousuf Oudeh tarafından kaleme alınan “Tasavvuf Kavramının ve Anlamlarının Etimolojik İncelenmesi” adlı makalede, tasavvuf kelimesinin kökeni etimolojik açıdan incelenmiştir. Bu bağlamda araştırmacı-yazar, tasavvuf düşüncesinin Cahiliye Dönemi’nden itibaren gelişimini tarihsel süreç içinde ele alarak bazı büyük mutasavvıfların tasavvuf tanımlamalarını ve tasavvufla ilgili düşünce ve görüşlerini ifade etmiş ayrıca tasavvufun İslâmi temelleri üzerinde de durmuştur. Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Sufi, İslâm. ∗ ∗∗ ∗∗∗ ردنK ا200 2L4C ا73 LFHO ا62 د- اJردK اL اLM اN(1 (Jordan Academy of Arabic, 62.sayı, sayfa73 2002 Ürdün.) Dr. Amin Yousuf Oudeh Âl-İ Beyt Üniversitesi, Ürdün Emine Ersöz, Okutman, Süleyman Demirel Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Isparta. 77 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği 1. “Tasavvuf” Kelimesinin Kökü, Türevi ve Anlamı Gerek eski gerekse çağdaş mutasavvıflar, tasavvuf kavramının kökünü (türevini) araştırmaya özen göstermişlerdir. Bu kavramın dini yönden orijiniyle ilgili olarak İslâmla ilintisi doğrultusunda “sûfî” kelimesinin nesep (aidiyet) yada lakap olarak şekil ve içerik bakımından süzgeçten geçirilerek temellerinin belirlenmesine çalışmışlardır. İslâmdaki ruhi eğilimlerine ışık tutması olasılığıyla, yayılmaya başlayan zaman sürecinde, farklı ekoller üzerinde araştırma yapanlar, güvenilir ve tercih edilen herhangi bir görüşe henüz ulaşamamışlardır. Belki beklenilen sonuçların en önemlisine bu kavramın türevlerinin ve anlamlarının incelenmesiyle ulaşılabilir. Bu orijinin asli yada sonraki kavramlarının içerdikleri, böylece bu kavramların değişmezleri ve değişkenlikleri somutlaştırılmış olacaktır. Araştırılıp incelenen dönemde, isimlerin müsemmalarıyla, ıstılahların terminolojik anlamlarıyla ilintilerinde, olabildiğince rasgele sınırı aşmaktan çekinmeye çalıştığımızı burada belirtmek isteriz. Ehl-i Sünnete mensup bir çok gurup, tasavvuf kavramını korumaya teşvik ederek, isimlendirmeyi salt göz önünde bulundurmaksızın ancak “marifet”in sonuçlarını ve “sulûku” da itibara alarak bu kavramı kabul etmişlerdir. Bu yönüyle muhafazadaki dinamiklik oldukça güçlüdür. Haddi zatında tesmiye (isimlendirme) şayet içeriği kitap, sünnet ve icmâya uygun olursa bizzat ehl-i sünnetin tasavvurlarına göre problem olamaz. İlk anda İslâmın sunduğu pek çok kanıtlar vardır, belki de bu kanıtların birincisi “sohbet” ve “sahabe” kavramıdır. “Sahabe”; Peygamberin beraberinde ve sohbetinde bulunan ve ona inanmış her bir kimseye verilen addır. Sonra bu ismin başka hiçbir kimseye verilme şansı olmamıştır. Zira bu isimlendirmenin aslı sohbet şansını elde eden erkek ve kadınların özelliği olması bakımından günümüze kadar bir belge olarak kalmıştır. “Sahabe” kavramı; hem Muhâcirler (Mekkeliler), hem de Ensâr (Medineliler) için kullanılmıştır. Bu iki farklı isimden olan Muhâcir; dinleri için Mekke’den Medine’ye kaçanlara verilen isimdir. Diğeri ise Ensâr; onları karşılayan, ağırlayan ve hayatlarını onlarla paylaşan, Kureyşlilerin düşmanlıklarına karşı Peygambere yardımcı olan kimselerdir. Bundan önce Ensâr, kabileleri olan Evs ve Hazrec gibi isimleriyle tanınmaktaydılar... “Tabiûn” asrına intikal ettiğimizde bu kavramın (Tabiûn) terimi; Sahabeden biriyle aynı asırda yaşayarak dini ve dünyevi hayatlarını sürdüren kimselere bu ad verilmiştir. Burada isim ile müsemma arasındaki ilişkiyi daha fazla açıklamaya gerek yoktur. Aynı şekilde “sulûki” ve “ilmi” şahsiyet sahibi için de ıstilahi diğer kavramlar da söylenmiştir. Mesela; “Zühd” veya “zâhid”kavramları gibi; dünyevi işleri bir kenara bırakarak ahiret nimetlerini kazanma ve cehennem azabından kurtulma isteğiyle, zamanının çoğunu ibadetle geçiren kimselerdir. Bu kavram “seyr-i sulûk” sahibi için kullanılmıştır. 78 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 “Fakih” ya da “fukaha” kavramı ise ilmi terimdir. Zira bu kavram şahsiyetler için kullanılmıştır; Genellikle şer’i hükümleri kaynaklarından, çıkartmak için uğraşanlara verilen addır. İfade edilmek istenilen kastedilen mananın hakikatinden hareket ederek üzerinde ittifak olmuş isimlendirmelerden bir grubunu buluyoruz. Ama bazı isimlendirmeler vardır ki; örneğin giysi özelliği temel alınmıştır. Yüce Allah’ın sözünde şöyle ifade edildiği gibi: “Havârîler: Biz Ensârullahız (Allahın yardımcılarıyız) dediler”1. Bu isimlendirilmede, (Havârîler) kelimesi giysinin beyaz niteliğinden alınmıştır. Öyle ki; İsa’ya (a.s) yardımcı olan, onu seven dostları, beyaz giysi ile temayüz ediyorlardı. Daha sonra ona tabii olup Hıristiyan olanlar, beyaz giysi giymeseler de anlam yönüyle Havârîler zümresine dahil olurlar. ”Havârî” kelimesi ile tesmiye, asıl olarak giysi niteliğinden türetilmiştir. İçerik olarak ise; Mesih’e (a.s) yardım ve destekçi olduğunu teyit eden, kimseden gizlemeyen ve ek olarakta maddimanevi temizliği sembolize etmek için beyaz giyme2 niteliği için ifade edilmiştir. Kur’anın kendisi de Allah’a inanan kullarının niteliklerinden bize bahsetmektedir. Şahısların genellikle sulûkü (davranış biçimi) üzerine her bir zümre için isimlendirme yapmıştır. Bunlardan; tövbe edenler, sabredenler, şükredenler, muhsinler, secde edenler, rüku edenler, zikredenler, tevekkül edenler vs... Kulda var olan niteliğe dayandırılan sıfatlardır. Bu nitelikteki isimlendirilmelerin zikredilmesiyle şiirde de güzel bir şekilde ifade edilmiştir. Seyyid Humeyri’nin (ö.170h) Âl-i Muhammed’e (a.s) övgü sözü3: “Takva ehlidirler, idrak sahipleri, Ulunun uluları! Oruç tutarlar, gece namazlarındadırlar Kanaatkârdırlar, yüksek şahsiyetlerdir Ben-i Hıca ve Sed’uttandırlar Rükûdadırlar, secdededirler Hamd ederler, Namaz için cemaatten ayrılmazlar seçkindirler Yamalı giyinirler, seyahat ederler Kulluk yaparlar! Onların ilahı da onları sever!...” Öyleyse bu yönüyle gereklerin yerine getirilmesi ya da diğer etkenler olarak giysi, biçim, mekân, zaman, buna benzer şeylerden ve eylemlerden istifade edildikçe bu isimlendirilmeleri tartışma kabul etmez. Suffe Ehli, bizim için mekani isimlendirilmeye örnektir. Kendileri için sığınacak bir yer bulamayan hicret etmiş fakirlerdir ki peygamberin mescidi1 2 3 Âl-i İmrân:52 Sahihu’l-Buhâri’de havarilerin beyaz giymelerinden dolayı bu şekilde isimlendirildikleri rivayet edilmektedir Ashabu’n-Nebî (s.a.v) Kitabı, Dâr-u İbn-i Kesir, Şam 1993. Ed’Divân, tahkik ve şerh: Şâkir Hâdi Şükr, Dâru Mektebeti’l- Hayati, Beyrut, s.187. 79 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği ne sığınıp orada barınmışlardır ona nispetle bu isimle adlandırılmışlardır. Onlar sohbet şerefi, hicretin şerifi, sofu şerefi ile üç tesmiye şerefini kazandılar. Bu üç kavramın manaları altında yer almışlardır. Kapsamı kitap ve sünnetle ihtilaf etmediği sürece bu isimlendirilmeler itiraz kabul etmez. “Tasavvuf” kavramına itibar ederek ikinci asrın başlarında yaygınlaşan kavramlardan birisini örnek olarak sunduk, daha sonra bu dönemi belirlemek üzere yeniden dönmemiz gerecektir. Es-Serrâc et-Tûsî (ö.378) “sûfî” isimlendirilmesinin aslını inceleyen mutasavvıf tarihçilerinden ilki sayılabilir. Bu isimle neden adlandırıldılar, neden nispet ettiler “Sûfî isminin keşfi/açıklanması” başlıklı bölümde şunları ifade etmektedir: “Bu isimlendirme peygamberlerle (a.s), velilerle, salihlerle alakalı olarak yün giyene nispet edilerek alınmıştır”4. O da şekle özeldir. “Sûfi”nin içeriğini kapsayan diğer bir analiz de ise şunları eklemiştir: Tasavvufun içeriğinde iki şey merkez alınmıştır; Makamlar ve Haller. Bunlar sûfî deneyiminin dinamikleridir. Makamlar; Ruhi yükselmede sûfînin aşamalı olarak gittiği ahlâki mertebelerdir. Haller ise; Allah’ın hibe ettiği vicdanın kaynağı duygu durumlarıdır. Sûfî, bir makam yada bir halde durmaz. Bilakis o sürekli değişim halindedir. Sûfîler bizzat kendilerini şu sözlerle ifade ederler: “sûfî vaktinin çocuğudur” (anı yaşayandır). Bundan dolayıdır ki zâhid lakabı örneğin tasavvuf içeriğine delalet eden amaçla ters düşmez. Çünkü zâhid tasavvuf makamlarından olan zühd makamında durur. Aynı zamanda tövbe, sabır ve tevekkül ve makamlardan diğerlerini de tatbik eder. Hallerden olan “kabıd”, “basıd” ve “üns” de böyledir. Bunlardan yalnızca birisi tasavvuf anlamını ifade edemez. Et-Tûsî bu bağlamda şunları yazmıştır: “Sûfîler gerçekte böyle olmalıdırlar; yani yalnızca bir ismi gerçekleştirmeye çalışmazlar. Bundan dolayı onlara yalnız bir isim ne de bir ilim izafe ettim. Çünkü, şayet onlara her bir anda bir hal izafe etseydim onların üzerinde halleri, ahlâkı, ilimleri, eylemleri genellikle bulamazdım. Onları eğer böyle adlandırsaydım her bir zamanda başka bir isim vermem gerekirdi ve her bir an için başka bir hal izafe etmem lazımdı, böyle genelleme olmaz. Onlar kıyafetin zâhirine nispe edilirler. Çünkü yün giysi; Peygamberlerin (a.s) şevki, velilerin ve asfiyanın şiarıydı. Giysinin görünüşüyle izafe etmemin nedeni; bu isim, genel, kapsamlı, seçkin, 4 80 Et-Tusi, Ebu Nasr es’-Serrâc “el’-Lem’â”, tahkik: Abdu’l-Halîm Mahmud, Taha Abdu’l-Bâki Surur, Kahire 1960, s.40-41, s.574. El-Kelabâzi, Ebu Bekr Muhammed, “et’-Tearrufu li Mezhebi Ehli‘t-Tasavvufi” tahkik: Mahmud Emin en-Nuri, 2.b. Kahire 1980, s.310. Es-Suhreverdi elBağdâdi, Abdu’l-Kahır b. Abdullah “Avarifu’l-Maarif”, Gazalinin İhyau Ulumi’d- Din 5 cildin sonundaki ek, Beyrut ts, s.83. Ebu Naim, Ahmed b. Abdullah, “Hılyetu’l-Evliyâ ve Tabakatu’l-Asfiyâ”, 3.b, Beyrut, 1.c., s.345. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 onurlu halleri, ahlâkı, ilimleri ve amellerinin hepsini bildirmekteydi.5” Sonra Kur’ân’da, Havârîleri neden bu isimle adlandırıldıklarını şöyle anlatmıştır: “Beyaz giyen bir guruptu onlar, Allah, onları, çizdikleri profille; hallere, ilimlere ve amellere nispet etmeyip buna nispet etmiştir6; Mesih’i izleyenler bu isimle diğerlerinden ayrılmışlardır. Yün giymenin durumu ise, delaletine bağlı olarak Allah (azze ve celle) için tevazu ve alçak gönüllüğü, dünya nimetlerinden züht edip, Hak Teâlâ’ya yakınlık makamını gerçekleştirmek isteklerini ifade eder ki bu ise tüm peygamberlerin ve salihlerin özelliklerindendir. Kim onları örnek alırsa, kaba/sert giyinir, tevazuya en yakın olursa salihler zümresine girerler. Resulullah’ın elbisesine yama diktiği 7 ve yine eşi Ayşe (r.a) elbiselerini yamaladığı ve Ömer b.Hattab’ın yamalı giymiştir.8 “Yamalı elbise sahibi Allah üzerine yemin etse Allah o yeminini gerçekleştirir” meşhur bir hadistir. Burada muhtemelen yün elbise kastedilmektedir. Zira o zaman insanlar arasında özellikle de fakirler arasında daha yaygındı, Ehl-i Suffe’de gördüğümüz gibi… Hem satın alması kolay hem de toplumun o zamanda yün ürünlerine güvenmesi nedeniyledir. Bu durumlardan anlaşıldığı üzere, yaşam gerçeğinden diğeri ise cahiliyye genel kültüründen kaynaklanmıştır. Başka bir neden ise ilk peygamberler ve salihlerle ilgili rivayetlerden nakledilen, İslâmın yeni kültürünün teşekkülünde, dünya işlerinden yüz çevirmekle birlikte Allah’a yöneldiklerini gösteren yün elbise giyerek ibadet etmek özdeşleşmiştir. İ.Kuteybe, Mesih’i (a.s) nitelelendirmesinde şunları aktarmıştır: “Öğrendiğime göre, İsa, dostlarının yanına çıktığında üzerinde yünden bir cübbe/gömlek, kısa bir şalvar, yalın ayak, saçı ve bıyığı kısaltılmış, ağlayarak, dağınık, açlıktan rengi sararmış, susuzluktan dudakları kurumuş halde onlara şöyle seslenmekteydi: Esenlik üzerinize olsun Ey İsrail oğulları! Dünyayı dengesine koyan benim! Bunda şaşılacak ve övünülecek bir durum yok! Evimin nerede olduğunu biliyor musunuz? Evin nerede? Ey Ruhullah/Allah’ın ruhu! dediler. O da: Evim mescitlerdir, benim misk kokum su, azığım açlık, bineğim ayaklarım, kandilim geceleyin ay, yiyeceğim basit, meyvem ve fesleğenim/reyhan yeryüzü bitkileri, giyeceğim yün, şiarım korku, arkadaşlarım kötürüm ve miskinlerdir. Bir şeyim olmadan sabahlıyorum, huzurluyum ve çok zenginim. Benden daha zengin ve daha kazançlı kim var?9” 5 6 7 8 9 El’-Lem’â, s.40. a.g.e., s 40-41, et’-Tearrufu li Mezhebi Ehli ‘t-Tasavvufi”, s.29-30. İbnu’l-Cevzi, Cemâlu’d-Din Ebu’l-Ferac Abdu’r-Rahman, “Tarihu Omer b. el-Hattab” talik: Usame Abdu’l-Kerim er-Rifayi, s.161. Hılyatu’l –Evliyâ, 2/47. Uyunu’l-Ahbâr 2/269. 81 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Allah (azze ve celle), peygamberine, şu sözünde önceki peygamberlere uymasını emretti: “İşte o peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy.” (Enam:90) İşte onlardan Suffe oğulları; Arapların cahilliye döneminin ilk sûfîlerindendirler. Onlar; zahid olmaya gayret ediyorlar, yüce Allah’a kulluk etmeye çalışıyorlar, Kâbe’ye hizmet ediyorlar ve hacıların yolunu açıyorlardı. “Suffe” ve “Rebid” lakaplı Gavs Mur b. Edd’in evlatlarıdır, Suffe oğulları. Çünkü annesinin çocuğu yaşamadığı için çocuğunun yaşaması halinde çocuğun başına yün bez bağlayacağına ve çocuğu Kâbe’nin hizmetçisi kılacağına yemin etmişti. Nitekim de bunu yapmıştır. Oğlunu Kâbe’ye hizmet etmek için vermiştir, O rebıd (bağ, vesile) diye de tanınmıştır10. Kabenin hizmetinde bulunmuştur daha sonra onun oğlu da Kâbe’ye hizmet etmiştir. Bu bağlamda annesinin adağına vefa göstererek şiir olarak şunları söylemiştir11: “Yüce Mekke’yi vesile kılarak çocuk istedim Rabbimden! Ve beni bereketlendirdi onunla Benim için onu iyi insanlardan kıl!” İslâm gelmeden önce Suffe kabilesi hacılara hizmet ederlermiş Cahiliye eski şairi Merra b. Halif Fehmi onlar için şöyle demiştir12: “Yolda yürürdü Suffe Kabilesi, Mina mıntıkasından Yemek taşıyorlardı beraberlerinde de. Yayılıyordu yemeğin kokusu Kan rengi gözüküyordu siyaha çalan, etin üzerinde.” Bu öyküde bizi ilgilendiren şey adak geleneğinin tasavvufla ilintili olmasıdır. Dr. Şeybî bu alakayı, Gavsı göz önünde bulundurarak Allah için takdim edilen kurban olarak açıklamıştır. Adeta annesi şunu demek istemiştir: “Hamile olduğum bu çocuk Allah’a yakınlık olması gereğince Kâbe’ye hediyedir. Şayet hayatta kalacaksa O’ndan hediye, şayet onu öldürecekse o, zaten O’nundur.” Ve şöyle ilave eder: “Ehl-i Suffe’nin elbiseleri yündendir. Suffe oğullarıyla beraber her iki gurubun bireyleri de Allah’a doğru yol katetmekte ortaktırlar. Üzerinde iştirak ettikleri şey Kâbe’ye adak adamaları- 10 11 12 82 El-Kelbî, Cemheretu’n-Neseb s189.daha geniş bilgi için bkz: el-Ezraki “Ahbâru Mekkete”, s.128129. Hılyatu’l –Evliyâ, c,1, s.1, Ali, Dr.Cevvad, ”el-Mufassal fi’t-Tarihi’l-Arabı kable’l-İslami”6/387. Ahbâru Mekkete 3/387 el-Mufassal fi’t-Tarihi’l-Arabı kable’l-İslami”6/387. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 dır. Ruhları da Allah’ın tasarrufundadır13. Sonra bazı Cahilliye ve İslâmi bazı gelenekleri hatırlatır. Bunlar tasavvuf ile adak arasındaki sembolik ilişkiler üzerine devam eder. Örnek olarak Cahilliye dönemindeki kız çocuklarının öldürülmesidir. Altı yıl sürüyle beraber güdülmüş koyun olarak nitelendirilmesi amacıyla kızın kıyafetinde yünden bir cep yada saç bulunmasıdır. Kız kumlara defn edilmeden önce süslenir. Dr. Şeybî, Muhammed’ın (aleyhi’s selam) babası Abdullah’ın adak hikayesinde şunları iddia eder: Babası Abdulmuttalib Allah’a yaklaşmak için kurban adadığında, Allah ona bu kadar çocuk bahşettiğinden dolayı çocuklarına danıştı. Sonra Abdullah’ın bedeniyle kurbanı değiştirdi. Bu adetler, İsmail’le (a.s) temsil edilen kurban geleneğini, ilk kaynaklardan kesin olduğu teyit edilmiştir. İslâmi asırda ise yün, bazı vatandaşların Allah yolunda ölmek ve kurban olmak için sembolize edilerek ortaya çıkmaktadır. İ.Sad anlatmaktadır: ”Peygamber (a.s), Bedir vakasında ashabına şunları bildirdi: Allah, melekleriyle onların kalplerine bir bağ uzattı. Melekler indi. Yün, atların perçemlerindeydi. Peygamber (a.s) onlara şu sözleriyle emretti: Melekler besmele çekti sizler de besmele çekiniz”. Miğfer ve başlıklarının yünden yapılması14 ki Ali b. Ebû Talib (Allah yüzünü mükerrem kılsın) aynı şekilde bu durumla ilintilendirilmiştir. Nitekim o günlerde o beyaz yün ile tanınmaktaydı15. Bu bağlamda İsmail’in (a.s) kurban hikâyesi sembolik olarak tasavvufla kurbanın manası arasındaki ilintide temel olarak kalacaktır. İsmail kurbanlık iken Allah’ın onu koçla değiştirmesi ki daha sonra kurban haccın şartlarından biri haline gelmiştir. Bu örneklerden de anlıyoruz ki; delalet yönüyle tasavvufta yün, sembolik olarak açıkça yer almıştır. Bedir vakasında sahabenin başındaki yün bedenlerin ve ruhların Allah yolunda sunulmasına delalet etmesiyle ilgilidir. Yani beden burada cesettir ve kanın akması gerçek olup mecazi olmamasıdır. Buna karşın Cahiliyye döneminde yaşayan Gavs b. Mur başında takılı olan yün, kan dökme anlamında analiz edilemez. Bu ancak kulluk ve beytullah’a hizmet etmek manasındadır. Bu analiz doğru ise savaş ve cihatla arasında anlam ilişkisi kurmak ta mümkündür. Cihad diğer bir anlamda ise, nefsin heva ve hevesle, şeytanla mücadelesidir Her iki durumun da temeli Kur’ân ve sünnete dayanır. Bu son anlayış ise tasavvufun içeriğinde genel olarak tecelli eder. Özellikle de Hatem’ul-Essam’ın (ö.237) sözünde tasavvuf yolunda sulûk ile 13 14 15 Eş-Şeybî, Dr.Kâmil Mustafa, “Rey Fi İştikaki Kelimeti Sufi”, Mecelletu Kulliyeti ‘l-Adabi, 5 sayı Bağdat, 1962, s.236-237. İ. Sad, “Tabakatu İbni Sad” tahkik: Dr. İhsan Abbas, Beyrut, 2/16. “Rey Fi İştikaki Kelimeti Sufi”, Mecelletu Kulliyeti ‘l-Adabi, 5 sayı, Bağdat 1962, s.239-240. “Rey Fi İştikaki Kelimeti Sufi” Mecelletu Kulliyeti ‘l-Adabi 5 sayı, Bağdat 1962, s.240. 83 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği ilgili şunları ifade edilir: “Kim bizim yolumuza girerse ölümün dört özelliğini kendisinde hisseder: Beyaz ölüm; açlık, kara ölüm; yaratılmışlardan eza ve cefaya tahammül, kırmızı ölüm; heva ve hevese muhalefet ederek halis amel, yeşil ölüm ise; yamalı giymektir16.“ Sûfî Süheyl b. Abdullah (ö.283)’ın sözünde mana zirveye ulaşır. Bedensel kurban manasını şöyle açıklar: “Malı mubah, kanı hederdir17”. Bundan şu anlaşılmaktadır: Tasavvufta sembolik olarak iki anlam yüklenir, birincisi gerçekliktir ki o da ölümdür. Diğeri ise mecazidir. Allah için ihlâslı olmayı isteyerek heva hevesten gereksiz isteklerden inkıta edip nefsin öldürülmesidir. Bu son mana üzerine bu inceleme yapılmaktadır. Bu bağlamda tasavvuf nefis mücadelesi zühd ile dünya meşakkatlerinden kaygılarından kurtulmak, Allah için mütevazı olmak O’ndan başkasına değil yalnızca Allah’a yönelmektir. Bu delalete bakılıp, “marifet” anlamının göz ardı edilmesi öz yönüyle eksik kalır. Bu itibarla sonuç, sulûk= davranıştır. Mücâhedenin hedefi (sûfînin sulûkunda) Yüce Allah’ın şu sözünü doğrulayarak, Allah’ı isimleriyle, sıfatlarıyla efâliyle bilmektir: “Cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım18.” Mücahid, bu ayeti “ancak beni bilsinler19” diye tefsir etmiştir. Marifet (Allah’ı bilmek) mücâhedenin ve sûfînin sa’yinin/çalışmasının semeresidir. Eşdeğerli kelimeler olarak ele alındığında bazen “Arif” kavramı “sûfî” kavramıyla yer değiştirir. “Sûfî vaktinin çocuğudur”20, yerine “Arif vaktinin çocuğudur21” da denilmiştir. “Marifet; Allahla beraber kalbin hayat bulmasıdır”, “marifet, çaba gösterilmesiyle birlikte bu hasletin bizzat cömert olan Allah’tan (Cûd) gelmekte olduğunun bilinmesidir.22. Böylece (sûfî sulûku) mücâhede ile marifet arasında her ikisiyle tasavvufun anlamı tamamlanarak apaçık bağlantı ortaya çıkar23. Analize devam edersek söylenilen şu sözün üzerine çıkmış oluruz: Tasavvuf “safa”dan ya da “ehl-i suffeden” türetilmiştir. Etimolojik açıdan doğru olmasa da ancak mana cihetiyle doğru olan duruma ulaşırız: “Safâ” beşeri çirkinliklerden nefsin tasfiyesidir. Ehl-i suffe ise genel olarak kendi nefislerinde bu hasleti gerçekleştirmeye çalışan kimselerdir. Şuna işaret etmekte fayda vardır: Tasavvuf için bu gibi alışılmış keli16 17 18 19 20 21 22 23 84 El-Kuşeyrî, Abdu’l-Kerim b. Hevazan, “er’-Risaletu el-Kuşeyriyyeti fi’ilmi’t-tasavvuf” tahkik: Marûf Zerik, Ali Abdu’l-Hamid Baltacı, 2.b., Beyrut 1990, s.393-394. A.g.e., s.60. Ez-Zariyat: 56. Ebu Hayyân el-Endulûsi, “el-Bahru’l-Muhıd fi’t-Tefsir”, Beyrut 1992, 9/562. Es-Suhreverdi el-Bağdadi, Avarifu’l-Maarif, s.80. İ. Kayyimu el-Cevziyyeh, Ebu Abdullah Muhammed b. Ebi Bekr,”Medaricu’s-Salikıne “, tahkik: Muhammed el Mutesım billah el-Bagdadi, 2.b., Beyrut 1994, 3/319. Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.317. bkz:Bakara :282 ve Enfal:29 ayetlerle ilişkilidir. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 meler, diğerlerinden daha çok, asıl türevleri olur. İki harf en azından “sad” ve “fa” ortaktır. İşaret ettikleri kelimelere gelince benzerdirler. Tasavvuf kelimesi safa (Saf, pak) manasını da kapsar. Ehl-i Suffe’nin de niteliğidir. “suf” kelimesinin türevi olması doğrudur. Analizde sunduğumuz şeylerin ışığında; “Tasavvufun “suf” kelimesinden türetildiğini tercih edenlerin de görüşü doğrudur, diğerlerinin de24. Bahsi geçen “Mücâhede”, (sûfî sulûkunda) marifete götürür, Marifet te ince anlamıyla eşyanın üzerindeki gerçekleri iyice anlamaya kadar götürür. Bu durum tasavvuf için bizzat tasavvuf tanımlamalarıyla doğru orantılı mıdır? Tasavvuf iki yüzden fazla tanımlamayı ele almaktadır. Nicholsun çeşitli kaynaklardan yetmiş sekiz tanım toplamıştır25 Tasavvufun çeşitliliği ve sayısıyla ilgili şu sözleriyle yorum yapar: “ Tasavvuf tanımlayanların hali bizzat ancak hissettiklerinin ifade edilmesine gayret göstermeleridir. Her bir bireyde var olan gizli dinî duyguyu (mistik) kapsayan, terim olarak tanımlama kesinlikle olmaz. Bu tanımlamalar var oldukça, her halükarda tasavvufun bazı özellikleri ve yönlerini kısaca tasavvur etmektir26.” Bu söz, haller ve makamlarla ilintili de olsa son derece rakik, incedir. Tasavvuf yönüyle de değil yönlerindeki fazlalılıkla da değil bilakis hallerdeki ve makamlardaki tek bir cihetin olmasıdır. Bu ise; “her bir halde göklerin ve yerin yaratıcısına yönelinmesidir”27. Ancak tasavvufun tanımında haller ve makamların çeşitli olmasına bağlı olarak sözler çeşitli ve çoktur. En güzel bir biçimde kast edilen ise bizzat sûfîlerin şu sözüdür: “Sûfî, vaktin çocuğudur”28. Sûfîlerden bazısının tevekkül, fakr, zühd ve diğer makamlar üzerine çözümlemesini/açılımları yaptıkları tasavvuf tanımına geleceğiz. Bunlar makamların kapsamındadır veya tasavvufun öğelerindendir. Bazılarının kavramların bazılarını tasavvuf manasında zikr edip hallerle ilintilendirip çözümlediği gibi. Bunların hepsi oluşumundaki bir unsur niteliğiyle manaya girer. Bu ancak böyledir. Sühreverdî Bağdâdî (ö.563) tasavvufun mahiyeti için sözler binden fazladır ve nakli uzatır29. Ve şunları ekler: “Çünkü onlar, vakitsiz vakitlerdeki hallere işaret etmişlerdir. Tasavvuf anlamındaki şeyleri zikredebilirler. Örneğin fakr anlamında ki gibi aralarında burada benzerlik bulunsa da kesinlikle 24 25 26 27 28 29 bkz: Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.279, İ.Rezzuk ”Kavaidu’t-Tasavvufi”, tashih: Muhammed Zehri enNeccâr Mısır ts.,s.6. Bedevi, Dr.Abdurrahman, “Tarihu’t-Tasavvufi’l-İslamiyyi Mine’l Bidayeti Hatta Ahiri’l-Karni’s-Sani”, 2.b., Kuveyt 1993, s.89. Tarihu’t-Tasavvufi’l-İslamiyyi Mine’l Bidayeti Hatta Ahiri’l-Karni’s-Sani”, s.15. Nicholsun, “es-Sufiyye fi’l-İslam” Çev: Nureddin Şerbiyye, Kahire 1951, s.29. bkz: El-Enam:79 ve 162 Avarıfu’l-Maarif, s. 80 a.g.e., s.81. 85 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği farklıdır. Fakrin işaretleri bazen zühd bazen de tasavvuf anlamındadır. Manaları benzer, mürşitler için birbirinden ayırt edilmezler. Biz diyoruz ki, tasavvuf fakrın dışında ve zühdün gayrisidir. Tasavvuf fakr ve zühd manalarını ve artı niteliklerini bir araya toplayan isimdir. Bir kimse bunun dışında zâhid ve fakir dahi olsa sûfî olamaz30. Sûfîlerin dilinde tasavvufun manası için dolanan örneklerin bazıları şöyledir: Maruf Kerhi (ö.200h) şöyle demiştir: “Tasavvuf hakikatlere muttali olmak ve yaratılmışların ellerindekine umut bağlamamaktır31”. Birinci kısım tasavvufun marifet yönünün doğasına işaret eder o da eşyanın hakikatlerini ve zâhirinin verdiğiyle yetinmeyip, cevherlerini bilmektir. Tanımlanan diğer yönüne gelince ise tanım zühd makamına işaret eder. Allah’a rağbet edip, insanların ellerindeki mal ve mülklerden vazgeçmektir. Zu’n-Nun el-Mısri, sûfî ile ilgili buna benzer biçimde şöyle demektedir: “Sûfî konuştuğunda, onun konuşmasından hakikatler aynen ayan beyan olur. sükut ettiğinde ise, ilişkiyi kesmesinden dolayı yaraları dile gelir.”32 Kerhi ve Zun-nun’un marifete işaretleri özet şeklindedir. Ebû’l-Hasan el-Husri (ö.371h) bu yöndeki bazı detaylara işaret ederek şunları demektedir: “Sûfî, o kimsedir ki, onun (sufi) vecdi vücudu, sıfatları ise hicabıdır. Vecd hali sana hakikati gösterir. Hakiki Vücud/varlık ise Hak Teâla’nın vücud/varlığıdır. Yani sufi; sıfatları gizli O’nun (Allah’ın) varlığını bulan kimsedir33” Bu sözden şu kastedilmektedir: Varlık durumunun gerçekliği, sana zâhir olur. Gerçek varlık Yüce Hakkın varlığıdır, “O”ndan başkası değildir. Kulun sıfatları ise yokluk halidir. Fenâ ile kendi arasında dönüşür. Bu durum ise Hakk’ın varlığının bizzat kendi varlığı olduğunu idrak edememesine neden olur. İkinci olarak Semnun (ö. 290 h) ‘a tasavvuf sorulunca o şöyle dedi: “Hiçbir şeye sahip (malik) olmaman ve hiçbir şeyin sana sahip olmamasıdır(memluk)34” Buradaki Malik ile Memluk arasındaki ilişki karşılıklı dönüşümlü olan bir alakadır. Bir şeye sahip olan (malik) onun memlukudur, mal gibi aynı zamanda da sahiplenilmiştir, memluktur; sahibinin kalbinde ve elinde sahiplenilmiştir. Bir şeye sahip olduğunda o şeyin sana sahip olmamasıdır. Bu şu anlama gelir; salt ubudiyet makamının gerçekleştirilmesidir. Varlıkların 30 31 32 33 34 86 a.g.e., s.79. Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.280. Avarıfu’l-Maarif, s.79. Es-Silmî, Ebu Abdu’r-Rahman, “Tabakatu’s-Sufiyeti”, tahkik: Nuru’d-din Şeribeh“, 3.b., Kahire 1986, s.19. a.g.e., s.491. el-Lem’â, s.450, Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.280. El-Hucveri, Ebu’l-Hasan Ali b. Osman, “Keşfu’lMahcub” İnceleme: İs’âd Abdu’l-Hâdi Kandil, Beyrut 1980, s.233. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 köleliğinden özgürleşip kulluğunun salt Tek Allah için olmasıdır. Üçüncüsü: Amr b. Osman el-Mekki (ö 291h) şöyle demiştir: “Tasavvuf kulun her bir anda vaktini en iyi bir biçimde değerlendirmesidir35” Ahmed el-Ceriri (ö.304 veya 311h) de şunu söylemiştir: “Tasavvuf hallerin murakebesi/kontrolü ve edebin lüzumudur36.” Ebû Bekr eş-Şiblî (ö.334h): ”Tasavvuf duygularına hakim olmak ve kontrolünü sağlamaktır”37.dedi. Bu tanımlamaların hepsi, murakabe (otokontrol) halinden hareketle; kulun amellerinde, çalışmalarında en güzel ve kapsamlı bir biçimde yerine getirmesini gerektirir. Murakabenin Peygamber’in (a.s) ihsan hadisindeki sözünden istifade edildiğini söylemek isterim. “İhsan; Allah’ı görüyorcasına kulluk etmendir. O’nu görmesen de O seni görmektedir38” Dördüncüsü: Cüneyd’e (ö.297h) tasavvuf sorulduğunda o şöyle demiştir: “Hak’kın seni sende öldürmesi ve O’nunla sana hayat vermesidir.39” “Fenâ” hali için söylenmiş bir sözdür; kulun ruyettullahı görmesi için nefsini görmesinde fenâ bulmasıdır. Allah ile ve Alah için görmesi ve nefsi de böyle mülahaza etmesidir. Yani kul kendisinde Allah’ı görmek için bizzat kendisini görmede fenâ bulmasıdır. Ebû Nasr et-Tûsî‘nin (ö.378) sözü de aynı anlama gelmektedir: “Zâhiri ve batini olarak yaratılmışın ruyeti (görünüşü) sakıt olur, düşer40.” Kevnin, hakikat üzerine görünüşü Allah ile kaim olup kendisiyle değildir. Onun yokluk hakikati gerçek varlıkla kaim olmasaydı görünmez, hatta var olmazdı. Bu gerçeklikte ancak “fenâ” haliyle idrak edilir. Beşincisi: Ruveym‘e (ö.303h) tasavvuf sorulunca şöyle demiştir: “Yüce Allah’la beraber, O’nun istediği şey üzerine nefsin yönlendirilmesidir41”. Tasavvuftaki rıza makamına bakan, hoşnutlukta ve sıkıntıda Allah’a hamd eder. İtiraza mecal yoktur, ya da Allah’ın iradesi ve isteğine kızmak, sinirlenmek yoktur. Aynı anlamı Ebû Sehl es-Sa’lukî’de (ö.387h) okuyoruz: ”İtiraza yüz çevirmektir42.” Altıncı: Aynı şekilde Ruveym; rıza makamından fakr ve tevekkül makamına geçerek tasavvufu şöyle diyerek tanımlar: “Tasavvuf, üç haslet 35 36 37 38 39 40 41 42 Avarıfu’l-Maarif, s. 81. Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.282. Tabakatus_sufiyye, s.340. El-Buhari, İman ve Sefer Kitabı Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.280 Tabakatus_Sufiyye, s.503. El-Lem’â, s.45, Avarıfu’l-Maarif, s.81. Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.283. 87 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği üzerine kurulmuştur, fakra yapışmak, başkasını kendine tercih etmeyi gerçekleştirmeye çalışmak ve tasarruf ve seçimi terk etmektir43”. Yedinci: Ali el-Husrî’ye sence sûfî kimdir diye sorulduğunda o şöyle cevap verir: “Onun gönlü, yeryüzünü de gökyüzünü de kuşatır44 “ Kuşeyrî de bu tanımlamaya şöyle diyerek dikkat çeker: “Mahv haline işaret eden şeydir45”. Bu cümle tanımlamalardandır. Yukarıdaki her bir tasavvuf tanımlamasından makamlardan veya hallerden biri ile açıklanmıştır. Aralarında büyük ayrıcalık olmaksızın biri diğerine açılım yapar. Tıpkı tasavvufun tanımlanmasında tek sorumlu olduğu gibi ya da sûfînin anlam vermeksizin cevap verebildiği gibi makam ve hallerden hareket ederek cevap esnasındaki pozisyonuna göre yada soranın halini gözlemlenmesi gibi46. Bundan dolayıdır ki ibareler farklılık göstermektedir, işaret edilen mana ise birdir. Söyleyenin dediği gibi: “Farkı farklı ifadelerimiz senin güzelliğin ise tek İşaret etmektedir ki hepsi bu güzelliğe!.” 47 Tasavvuf kavramının önemli yönlerinden birisi makamlar ve hallere dayanır. Diğer yönü ise İslâm ahlâkından kaynaklanır. Geçmiş tanımlarda da bu yönünü zikretmeye çalıştık Çünkü tasavvuf kavramının tamamlanmasında bizzat kendisi destek etkendir. Ahlâksız, tasavvuf yoktur. Güzel ahlâk olmadan tasavvuf olmaz. Ahlâki tasavvufun delili bizzat Kur’ân ayetidir ki, yüce Allah elçisini (a.s) şu sözleriyle övmektedir: ”Sen yüce bir ahlâk üzerinesin48” Sonra peygamberin (a.s)’ın şu sözü vardır: “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim49” Bundan dolayı tasavvufun temelini ahlâk oluşturduğunu görmekteyiz. Onlar için tasavvuf, tartışmasız edep demektir. Ebû Hafs enNisabûrî (ö.270h) şöyle demektedir: “Tasavvufun bütünü edeptir, her bir an edeptir, her bir makam edeptir. Edepli olan insan-ı kâmil seviyesine ulaşır. edebini kaybeden ise Allah’a yakın bile sansa kendini O’ndan uzaktır, kabul edildiğini zannetse bile reddedilir50.” 43 44 45 46 47 48 49 50 88 a.g.e., s.280. a.g.e., s.283. a.g.e., s.283. El-Lem’â, s.45, Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.280. Eş-Şirazi, Sadru’d-Din Muhammed b. İbrahim “İkazu’n-Naimin” Tashih: Dr. Muhsin Mueyyidi, Tahran 1361, s.12. Kalem:4 Malik, Muvatta’da rivayet etmiştir, s.473. Tabakatus_Sufiyye, s.119. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Muhammed b.Ali el-Kassab ( ö.275) (Cüneyd’in Hocası): ”Tasavvuf yüce ahlâktır; yüce zamanda, yüce kimseden ve yüce kimselerle beraber ortaya çıkmıştır51” dedi. Ebû Muhammed Ceriri de (ö.311h) şöyle dedi: “Tasavvuf, tamamen güzel ahlâka bürünüp tamamen kötü ahlâktan uzaklaşmaktır52.” İmam Muhammed Bâkir’in (ö.113 veya 117h) bir sözü Hucveri’ye nispet edilir: ”Tasavvuf ahlâktır; kimin ahlâkı ziyadeleşirse tasavvufta da ziyadeleşir53”. Ebû Huseyn en-Nuri (ö. 295h): ”Tasavvufun marifet boyutunun temeli ahlâka dayanır” dedikten sonra şunları ekledi: “Tasavvuf biçimler, suretler ya da ilimler değil ama ahlâktır54.” En-Nuri, kendi asrında amel olmaksızın teorilere bağlı olanların tasavvuf iddialarını yaymalarından dolayı bu görüşünde isabetlidir. Tasavvufta, marifette gösterilen eylemler; tecrübi (zevki) bilgiyle şeriatte mücâhede hakikatinden sudur eder. Tasavvuf olgusunu, bu alanla ilgili yapılan tercümelerden de ahlâki boyuta dayandırıldığını görmekteyiz. Bu sözler güzel ahlâkın bir dinamik olduğuna delalet etmektedir. Tasavvufun binası ve manasının hükümlendirilmesi ahlâksız olamaz. Bu durağan dinamik tasavvufun zirve asrına İ.Arabî’yle (ö.638h) beraber uzanmıştır ki, daha sonrakilerin sözünü de yapılandırmıştır: “Tasavvuf ahlâktır; kim ahlâkça ziyadeleşirse tasavvufta da ziyadeleşir55.” Mutasavvıflar tasavvufu yalnızca nesir ile ifade etmemişlerdir, bazıları da şiir üzerine çalışmışlardır. Ebû Feth el-Besti (ö.404h) “safâ” kelimesinden hareketle bu anlamda şunları ifade eder56: “Sûfî için insanlar görüş ayrılığına düşüp çatıştılar! “Suf”/yün kelimesinin türevi olarak zannettiler Bu ismi; saf, pak, sûfî bir kimseden başkasına veremem! Zaten o da onunla lakaplandırılmıştır”. Sûfîlerin niteliklerinde ve hallerinde, zikir, münacat, dünyadan zühd, Allaha muhabbet ve özlem vardır ki tasavvuf olgusuyla örtüşmektedir. 51 52 53 54 55 56 El-Lem’â, .s45, Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.280. El-Lem’â, s.45. Keşfu’l-Mahcub, s.234. Tabakatus_Sufiyye, s.167. İ. Arabi, Muhyi’d-din Muhammed b. Ali, “El-Futuhatu El-Mekkiyye”, tahkik:Osman Yahya, tasdir: Dr.İbrahim Medkur, 2.b., Kahire 1985, 11/344. El-Biruni, Ebu’r-Reyhan Muhammed b. Ahmed, “Tahkik Ma Li’l-Hind Min Makbuleti Fi’l-Akli Ev Merzuleti”, Hindistan 1958, s.25. 89 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Ahmed b. Harrâz (ö.279h) şöyle demektedir57: “Zikredir, ariflerin kalplerinin özlemi. Onların zikirleri sır içindir, münacât vaktinde İstedikleri için döndürülür kadehleri Aymazlığı gibi sarhoşun, aymazdırlar dünyaya karşı Uçuşur gamları karargahta O’nun sevgisiyle ölüdürler, bedenleri yeryüzünde Allah’ın sevgisinden parlak yıldızlar gibidirler Düğünleri olur ancak sevgilinin yakınında Yücelere doğru yürürler ruhları ise örtülerde Onları yolundan saptırtmaz; Ne bir hüzün ne de bir zarar!” Zun-Nun el-Mısri, Şam sahillerin birinde gördüğü kadından bahseder; ona nereden geliyorsun? diye sorar Kadın: Yatmaktan yanları kabalaşmış kimselerin (gafiller) yanından dedi. O da nereye gitmek istemektesin? diye sorunca kadın: Ne ticaret ne de alışveriş, Allah’ın zikrinden alıkoymayan kimselerin yanına diye cevap verdi. Onları bana nitelendir deyince kadın şiir olarak şunları söyledi58: “Bir topluluk ki takındıkları kaygı, tasa, Allah olsun! Onlar kimseye taşımaz dertlerini! Mevla’dır İstedikleri; efendisidir onların Onların istekleri ne güzeldir; Vahid Samed için Onları aldatmaz dünya, ne de bir makam! Ne lokantalar, ne lezzetler ve ne de çoluk-çocuk Ne de şık giysiler! Sürurun/neşenin ruhu kente gelen Ancak bir menzilin arkasından koşan adım, Ona yaklaştıkça uzaklaşır, ebediyen Onlar, pınarların, vadilerin rehinleridir! Dimdik ayaktadırlar, onlara da az rastlarsın “ Zunun da bizzat kendisi, sûfîleri şöyle nitelendirmiştir59: “Kullarından saf pak kimseler vardır! Rabbime ant olsun ki, Kalpleri deniz, haşyet akar gider! 57 58 59 90 Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.304-305. Avarıfu’l-Maarif, s.81. Ebu Talib El-Mekki, Ilmu’l-Kalb, s.21-22. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Sırdır kalplerinde! Bedenlerinde, hareketlerinde ise sükunet Onlar huşu içersindedirler, Rabbi için Değerli madene doğru gider, Sessiz ruhları ile”. Ebû Nasr es-Serrâc et-Tûsî’nin (ö.378) tasavvufun manasını ve sufilerin hallerini açıklayan ve ifade eden kapsamlı beyitleri vardır. Bu beyitler hoş işari tefsirdir. Tasavvuf kelimesi harflerinin manalarını şöyle tefsir etmiştir60: تta: takvâ, صsad: safâ, وvav: vefâ, فfa ise futuvvet/yiğitliktir. “Feryat eden kimse! Bıkma sözlerimden! Nasihatini kabul et, nasihatçinin Tasavvuf; değil oyun, hile, yapmacıklık, sunilik! Sefalet içinde yaşamak, bağırıp çağırıp vecd hali de değil! Tasavvuf; değil yalancılık, tembellik, cehalet, şakacılık Bilakis; onur, şahsiyet, yiğitlik kanaatkarlık, tasavvuf Temizlik, ıslah olmak, takva, ilim, yetinme, paklık Rıza, dürüstlük, hoşgörü, vefa! Hakkıyla hukukuyla! Hayalet ve boş olamaz! Bunu gerçekleştiren yapan Yakîn ile gören, canla başla çalışan Verimli ve orta yolda olan yolcu!... Onurlu, gayretli, mütevazı! Ölülerin ve ruhların değişimi! Lambadan ışığın yayılması gibi; Nurlar yayılır; Esrarından!..... Takvânın; “تte” si, Safânın “صsad” ı , Vefânın “وvav” ı, fütüvvetin “فfa” sıdır Bunu ganimet bil!.....Feryat eden kimse sen !...” Geçmiş beyitlerdeki bu gibi kimselerin sıfatları, tasavvufun çeşitli tanımlamaları ile çoğu manalarla uyum göstermektedir. Örneğin Allah için dertlenmek, onun için mücâhede göstermek, O’nun zikriyle unsiyet peyda etmek, sevgisiyle kendinden geçmek, O’nun marifetiyle kalbinin ışıklanması ve dünyada fakr, zühd isteği, vs.... Bu bağlamda mana ve profillerden tasavvufun iki temeli ortaya çıkmaktadır; makamlar ve haller. Ancak akla şöyle bir soru takılabilir: Makamlar ve hallerden daha fazla olarak hem marifet hem de ahlâki yönüyle tasavvuf için, kapsamlı bir tanımlamayı sûfîlik ortaya koyabilirler mi? Taifenin başkanı olarak nitelenen Cüneyd, bu soruya ışık tutarak tasavvuf tanımlamasını kapsamlı olarak şu sözleri ifade etmektedir: “kalbi saflaştırmak, sıradan ahlâktan ayrılmak, beşeri sıfatlardan uzaklaşmak, nefsani 60 El-Hallac, el-Huseyn b. Mansur, “ed-Divân” tashih: Kâmil Mustafa eş-Şiblî, 2.b, Bağdat 1984, s.107. 91 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği isteklere karşı koymak, ruhani sıfatlar menzilesinde olmak, hakiki ilimlere bağlı olmak, ebediyyet için evlâ olana göre amel etmek, bütün insanlara nasihat etmek, hakikat üzerine Allah için vefalı olmak, İslâma ve Resul’e ittibaa etmektir61”. Bu tanımlama baştan sona iki şıkla özetlenir. Birincisi: Muhammedi öğretilere bağlı olarak nefisle mücâhedeyi temsil eder. Diğeri ise; hakikati ve İslâmın özünü temsil eder. Bu iki şıkla da tasavvufun manası tamamlanır. Kavramın icazi yönü ise; manayı ifadede mümkün olduğu kadar az lafızla ifade etmektir. Ebû Bekir El-Kittani’de tasavvufu bu bağlamda şöyle tanımlamasını buluyoruz: “ Saf/paklık ve Müşâhede/tanıklık şahid oluyoruz dir. Safâ; nefis ile mücâhedeyi anlatır ki bir araçtır. Müşâhede ise hakikat için tabir edilir ve gayedir. Sûfîlerde de hakikat; Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmektir ki bizzat Allah’ın (azze ve celle) kendi hakkında tanıklık ettiği gibi, meleklere ve ilim sahiplerine de tanıklık ettirmektedir62 ki; Yüce Allah’ın bu sözünde aynı şekilde ifade edilmiştir: “Allah, adaleti ayakta tutarak (delilleriyle) şu hususu açıklamıştır ki, kendisinden başka ilâh yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de (bunu ikrar etmişlerdir. Evet) mutlak güç ve hikmet sahibi Allah'tan başka ilâh yoktur63.” Böylece bu tanımlama tasavvufun manasının ifadesinde de uygunluk gösterir. Özetle tevhit hakikatine ulaşmada, “Sûfî”nin aracı olarak; gerek sanatsal yönden gerekse konu yönüyle kapsamı içerisinde yer alır. 2. Kavramın Tarihi Sürecinde Kavramın araştırmasında faydanın gerçekleşmesi için tasavvufun yayılmaya başlayan zaman süreci üzerinde durmak iyi olacaktır. Tusî (ö.378h) bu kavramın ortaya çıkma iddiası olarak, nispeten son dönemlerde bilindiği ve tasavvufun İslâma nispet edilemeyeceği ya da ona bidat olarak bakılması iddialarını red ederek, bu görüşe karşı çıkmıştır. Yapısı ve manası, Kitap ve sünnetle çakışmadığı sürece tesmiyeden kaçınılamayacağından bahsetmiştik Zaman boyutuna gelince, İslâmın ilk asrına yakın olması kavramın değerinden de az değildir. Zira yakınlığı tedavülde olmasının gücünü artırmaktadır. Tusî, kelimenin tarihini, Muhammed b. İshak b. Yesâr’a (ö.150) isnat ederek İslâm öncesine dayandırmaya çalışır; Muhammed b. İshak, Mekke rivayetlerini/haberlerini topladığı kitabında şöyle demektedir: “İslâm öncesinde Mekke’ye uzak bir ülkeden sûfî birisi gelip Beytullah’ı tavaf edip giderdi64”. Bu rivayet üzerine pek çok araştırmalar yapılabilir. Bilakis Tûsî, kesinlik derece61 62 63 64 92 Et’-Tearrufu Li Mezhebi Ehli ‘T-Tasavvufi”, s.34-35, Tabakatus_Sufiyye, s.464. Bkz: Abdu’l-Halim Mahmud, “Kadiyyetu’t-Tasavvuf el-Medresetu’ş-Şaziliyye”, 2.b, Kahire, s.348. Âl-i İmrân: 18 ayet El-Lem’â, s.42-43. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 sinde olmasa bile bu görüşe yakınlık göstermesiyle birlikte şüphe eder, şayet doğru ise İslâm öncesi bu ismin bilindiğine ve faziletli iyi kimselere bu ismin nispet edildiğine işaret eder65. Burada şunu soruşturabiliriz: Bu sûfî adamın, Ben-i Suffe sülalesinden olması mümkün müdür? Ya da kimlere intisap etmişlerdir? Sonra Tûsî, Hasan el Basri‘den (ö.110h) şöyle rivayet etmektedir: “Bir sûfîyi tavaf ederken gördüm, ona bir şey vermek istedim, almadı ve şöyle dedi: Yirmi kuruşum var (Dört Devanik; tekili Danik= yaklaşık beş kuruş) bende olan bana yeter66” Süfyan es-Sevri (ö.161h) şu sözüne işaret etmek istemektedir: “Ebû Hişam es-Sevri olmasaydı ince görüşlülüğü bilmezdim67”. Bu iki rivayete binaen tasavvuf kavramı hicri ikinci asrın ilk yarısında bilinmektedir. Massignıon ise hicri ikinci asrın ikinci yarısında ilk kez bilindiği görüşündedir68. Tûsî’nin daha önce zikrettiği iki kanıt, Musavir el-Varrak’ın (yaklaşık olarak ö.150) -ki kendisi Kufe’nin nadir şairlerindendir, muhaddistir- görüşlerini, teyit eder. Onun iki beyit şiiri riyakar adamı, riyakar kimseyi kınamaktadır. Bu beyitlerde tasavvuf kelimesini zikreder69: Güvenilir, emin demeleri için kendisine Mutasavvıf gösterir kendisini Tasavvuf ve emanet ne anlama gelmekte?! Hıyanet yolunu istemekte ama, istemez İlah’ı!” Bu kelimenin kullanımı yüz elli yıl önce yayıldığı kesindir. Beyitlerle, olmaması gereken sûfînin profili, çizilmiştir. Tasavvufun başlangıcının sınırını bilmesek te uzun zamandan beri bilindiği ve uygulandığıdır. Tasavvuf için iddiaların olması için Tûsî’nin, Hasan el-Basri’den naklettiği rivayet doğruluğu teyit eden bir durumdur. Tasavvuf ve sûfî kavramı hicri ikinci asrın başlarıyla ilk yarısının sonları arasında bilindiğidir ki, bu da Tabiûn asrıdır. 3. İslâmi Kaynakta Tasavvuf Tasavvufun türeviyle ilgili tartışmanın çok olduğu gibi kaynaklarında da ihtilaflar çoktur. Buradaki araştırmada elden geldiğince ihtilaf çatışmasına kesinlikle girilmeyecektir. Tasavvufun temellerini genel İslâmi erkana uygun 65 66 67 68 69 El-Lem’â, s.42-43. A.g.e., s.42. A.g.e., s.42.,İ. Cevzi, Sıfatu’s-Saffe, 2.b Beyrut 1992, 2/185. Bkz: Masiniyun Luveys, Mustafa Abdu’r-Rezzak, “et-Tasavvuf”, Beyrut 1984, s.27. İbnu Abdi Rabbih, “El’Ikdu’l-Ferid”, Şerh, tashih: Ahmed Emin ve Ahmed ez’-Zeyyin ve İbrahim el-Ebyari Kahire 1952, 3/217. 93 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği olarak çıkartılamaya çalışılacaktır. İlk sûfîler özellikle de tasavvuf deneyiminin tarihini açıklayanlar bu meselenin beyanında İslâm kaynaklarından Kitap ve Sünnetten çıkartıldığını ve tasavvufun geçerliliğine işaret etmişlerdir. Dayanağını İslâmla temellendirerek teyid etmişlerdir. İşte bu bağlamda da Tûsî, tasavvufu, İslâmi temellerden dördüyle bağlantı kurmuştur70. 1. Yüce Allah’ın kitabına uymak 2. Resul’e (a.s) bağlanmak 3. Sahabe ve tabiûn ahlâkıyla ahlâklanmak 4. Allah’ın salih kullarının edebi ile edeplenmek “Tûsî’nin bu temellendirmelerini, kim tasavvuf ve sûfîlerle ilgili yazdıysa bunları teyit etmiştir. Sûfî olmayan İ.Haldun (ö.808) dahi tasavvuf ile İslâm kaynağı arasında sıkı bir bağ olduğunu idrak etmekte ve Tûsî’nin söyledikleriyle aynı anlamda şunları söylemektedir: “Bu ilim, şerii ilimlerdendir milletlerde ortaya çıkarak aslı o kavimlerin yolu ve ümmetin selefinde halen devam etmektedir. Sahabe ve Tabiûn büyüklerinin ve daha sonrakilerin yoludur ki, bu yol hal ve hidayet yoludur. Temeli kulluktur. Allah için dünyanın güzelliklerinden ve ziynetlerinden yüz çevirip Allah’a kul olmaktır. Cumhurun kabul ettiği mal-mülk lezzetinden züht edip, yaratılmışlardan infirad etmek ve ibadet için halvet etmektir. Genel olarak sahabe ve selef böyleydi. İkinci ve daha sonraki asırda insanlar dünyalığa yönelerek dünyalığı talep ettikleri görülmektedir. Sûfîler ve mutasavvıflar adıyla kulluğa yönelenler olmuştur71.” İ.Haldun sûfî olmadığı halde objektif değerlendirmede bulunmuştur. Tasavvufun temelini, Resul’ü örnek alan güzide insanlardan, sahabeye ve tabiine bağlılıktan kaynaklandığı görüşündedir. Özet olarak Tûsî’nin temellendirmelerine ilk kaynak olarak Kur’ân-ı Kerim, haller ve makamları şöyle zikretmektedir: Tövbe edenler, sabredenler, fukara, tevekkül edenler, şükredenler, razı olanlar, zikredenler, huşu içerisinde olanlar, havf (korku) içerisinde olanlar, reca (talep) edenler, kalbi titreyeler, mukarrabin (yakın olanlar) Yüce Allah müşâhedeyle ilgili olarak zikrinde şöyle demektedir: “Şüphesiz ki, bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır72” Sünnete ise makamlara ve hallere tasavvufun manasını ifade ederken daha önce özet olarak vermiştik; “Safâ” ve “Müşâhededir. Safânın araç ve mücâhedenin ise gaye olduğunu bunun da müşâhede= marifet olduğunu ifade etmiştik. Yüce Allah’ın şu sözü kanıt teşkil etmektedir: 70 71 72 94 El-Lem’â s21. İ. Haldun, Mukadimme, Tahkik: Derviş el-Cüveydi, Beyrut 1995,s.514. Kaf: 37 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 “Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki, Allah, iyi davrananlarla beraberdir73.” “Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştırmış kimse için, şüphesiz cennet(onun) yegâne barınağıdır74.” Bu iki ayette mücâhedeye kanıttır. Aleyhi’s-salâtu ve’s-sellem şöyle buyurmuştur: “Mücahid, Allah için kendisiyle cihad edendir75” Resûl’un (a.s), sahabenin, tabiûnun ve Allah’ın salih kullarının sulûku bu konuda kanıtlardır. Siyer, hadis, tabakât, tarih kitaplarında, nefis ile mücâhedenin76 ve şerii temellere göre tezkiyenin, ilk asrın insanların meşguliyetlerini, fazlasıyla bulabiliriz. Mücâhedenin meyvesine gelince marifettir, Yüce Allahın şu sözünde özetlenir: “Allah'tan korkun. Allah size gerekli olanı öğretiyor77.” “Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız, O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir78.” Diğer bir anlamda hak ve batıl arasını ayırt etmektir. Bu furkan, sûfîlerin marifet cevherini özünü temsil eden furkandır. Takvâ ile eşyada Hakk’ın vechini aramaya çaba gösterir. Takva mücerred ilim olmayıp, her şeyden önce sulûktur. Yani mücâhededir. Tûsî’nin temellendirmelerinden dördüncüsü sonuncuya gelirsek, o da Allah’ın salih kullarının edebi ile edeplenmektir. Bunun da sûfîlerle uyum göstermekte olduğunu söyleyebiliriz. Mücâhede deneyiminden ortaya çıkan marifet ehlinin sözlerinde, manaların tecellilerini gördük. Ebû Ali ed-Dekkâk şöyle demektedir: “Mücâhede ile zâhirini (görünüşünü) tezyin edeni güzelleştireni, Allah müşâhede ile sırlarını güzelleştirir.”79 Ebû Osman el-Mağribi (ö.373h) şöyle söylemektedir: Mücâhedenin lüzümuyla keşf yolunun feth olunduğunu/ açıldığını sanan kimse hatalıdır80”. Burada şuna dikkat çekmekte fayda vardır: Sûfîler aralarında keşf, feth, müşâhede gibi marifet ile ilgili tabirleri kullanmaktadırlar. Oryantalistler bizzat kendileri, hedeflerinin ihtilafından dolayı tasav- 73 74 75 76 77 78 79 80 Ankebut: 69 Naziat 40-41 Tirmizi , Fadailu’l-Cihad, el Camiu’s-Sahih, Sununu’t-Tirmizi” tahkik: İbrahim Utveh Ivad, Kahire Hac: 78, Tevbe :41 Mufredatu elfazı’l-Kuran, tahkik: Safvan Adnan Davudi, Beyrut 1992, s.208. Bakara: 282, Enfal: 29 Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.98. A.g.e., s 98. 95 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği vufta çok yoğun çalışmalar, yapamadılar81. Ancak tasavvufun kaynağının İslâm olduğuna karar verdiler Nicholsun’un deneyimi bu alanda buna iyi bir örnektir. 1906 yılında, bildirdiği eski görüşlerinden geri adım atmıştır; tasavvufun yeni eflatuncularından, Gnastik Hıristiyanlardan doğduğunu ifade etmiştir. 1921’de yazdığı bir makalede, geri adım attığını da ifade etmiştir. Tasavvufun yabancı kültürlerden doğduğunu nefy etmiştir. Zühd ve tasavvuf olgusunun İslâmdan neşet ettiğine işaret etmiştir82. Massignion ise tasavvuf terimlerini inceledikten sonra, kaynakların dört olduğu görüşüne varmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in, sûfî terimlerin, baş kaynağı olduğudur. Arap ve İslâm bilimleri, hadis, fıkıh gibi ve ilk kelamcıların terimleri...Bilimsel dil; doğuda ilk Hıristiyanlığın altıncı asrında diğer dillerden oluşmuştur, Yunanca, Farsça vs, bilim ve felsefe dili olmuştur. İşin sonunda İslâmi tasavvufun bizzat İslâmın içinde doğduğu en azından ilk üç asırda doğduğuna işaret etmektedir.83. Bilakis bazı oryantalistler ise “İslâmsız tasavvuf olmayacağı” görüşündedirler84. Bu araştırmanın sonunda, bizzat sûfîlerin bazı sözlerini, yollarını ve ilimlerini Kur’ân-ı Kerimle ve Hadisi Şerifle, yüce İslâm ahlâkıyla bağlantılı olduğunu tescil edersek güzel olur. Zun-Nun el-Mısrî şöyle demektedir: Allah’a (azze ve celle) muhabbet alametleri; “Habibullah‘a (s.a.v.) ahlâkında, yaptıklarında, emirlerinde ve sünnetinde, O’na ittiba etmektir85. Cüneyd: “Resûl’un izinden gidip, yaratılmışlarla tüm yolları kapatmaktır86”. Kitap ve sünnete uymaktır ki, zaten bunların bilinmesi gereklidir87. Şâh el-Kirmanî (ö.300): Kim haramdan gözlerini çevirirse, şehvetlere karşı kendini tutarsa, murakabenin devamıyla iç dünyasını düzeltirse, sünnete ittiba ve helal yemeğe alışırsa ince anlayışında/feraset, hataya düşmez.”88 Şibli’nin şiir olarak tasavvuf ilmiyle ilgili olarak söyledikleri, Ali b. Ebû Talib’in söylediğiyle örtüşmektedir: Ali B. Ebû Talip şöyle demektedir:” Onlar, dünyaya bedenleri ile dost olur ama ruhları en yüksek makama bağlıdır ki, onlar yeryüzünde Allah’ın halifeleridir”89. Şibli de şunları demektedir90: 81 82 83 84 85 86 87 88 89 96 Bkz. Arberry.A.J., An Introduction to History of Sufism, Oxford 1942. Fi’t-Tasavufi l-İslamiyyi, çev: Ebu Alâ Afifi, önsöz s س-ع An Introduction to History of Sufism, p 48. Stoddart, William, The Mystical octrines and Methods Company 1983, p 19. Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.433. A.g.e., s.430. A.g.e., s. 433. Avarıfu’l-Maarif, s. 78. Er-Risaletu Kuşeyriyye, s.428. Eş’-Şerif Er’-Rıda, “Nehcu’l-Belagati min Kelami Emiri’l-Müminine Ali (as)”, şerh: İmam Muhammed Abduh, Beyrut, s.714. Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Tükenmez bir ilim; Tasavvuf ilmi Yüce, semâvî ve Rabbânî bir ilim! Faydalıdır erbâbına, bilirler bunları; Cömertler ve hususi hüner sahipleri! KAYNAKLAR: El-Ezraki, Ebû’l-Velid b. Abdullah b. Ahmed, “Kitabu Ahbari Mekke” ys, ts. El-Buhari, Ebû Abdullah Muhammed b.İsmail “el-Camiu’s-Sahih” Şam 1993. Bedevi, Dr.Abdurrahman “Tarihu’t-Tasavvufi’l-İslâmiyyi mine’l Bidayeti Hatta Ahiri’l-Karni’s-Sani” 2.b., Kuveyt 1978. El-Biruni, Ebû’r-Reyhan Muhammed b. Ahmed, “Tahkik Ma Li’l-Hind Min Makbuleti Fi’l-Akli Ev Merzuleti” Hindistan 1958. Et-Tirmizi, Ebû İsa b. Sureh “el Camiu’s-Sahih Sununu’t-Tirmizi” Tahkik: İbrahim Utveh Ivad, Kahire ts. El-Cürcani, Ali b. Muhammed, “Kitabu’t-Tarifati” Beyrut 1983. İbnu’l-Cevzi, Cemalu’d-din Ebû’l-ferac Abdu’r-Rahman, “Tarihu Omer b. El-Hattab”, Talik: Usame Abdu’l-Kerim er’-Rifayi, ys ts. İbnu’l-Cevzi, Cemalu’d-Din Ebû’l-Ferac Abdu’r-Rahman,”Sıfatu’sSuffeti”, 2.b., Beyrut 1992. El-Hallac, el-Huseyn b. Mansur,” “ed-Divân”, Tashih: Dr.Kâmil Mustafa eş-Şibli, 2.b., Bağdat 1984. Ebû Hayyân el-Endulusi, Muhammed b. Yusuf, “el-Bahru’l-Muhıd fi’tTefsir”, Beyrut 1992. İ. Haldun, Abdu’r-Rahman b. Muhammed, “Mukadimmetu İ. Haldun”, Tahkik: Derviş el-Cüveydi Beyrut 1995. Er’-Ragıb el-Esfahani, “Müfredatu Elfazıl-Kur’ân”, Tahkik: Safvan Adnan Davudi, Beyrut 1992. Er’-Rıda, Eş’-Şerif, “Nehcu’l-Belagati min Kelami Emiri’l-Müminine Ali (a.s)”, Şerh: İmam Muhammed Abduh, Beyrut ts. İ. Sad “Tabakatu İbni Sad”, Tahkik: Dr.İhsan Abbas ,Beyrut ts. Es-Silmi,Ebû Abdu’r-Rahman Muhammed b. El-Huseyn, “Tabakatu’sSûfîyeti” Tahkik: Nuru’d-Din Şeribeh“, 3.b., Kahire 1986. Es-Suhreverdi el-Bağdadi, Abdu’l-Kahır b. Abdullah, “Avarifu’l-Maarif”, 90 Et-Tarif Li Mezhep Ehl-İ Tasavvuf, s.106. 97 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Gazali’nin İhyau Ulumi’d- Din, 5 cildin sonundaki ek, Beyrut ts. Es’-Seyyid el-Humeyri, “Divanu Es’-Seyyid el-Humeyri”, tahkik ve Şerh: Şakir Hadi Şükr, Beyrut ts. Eş-Şirazi, Sadru’d-Din Muhammed b. İbrahim, “İkazu’n-Naimin”, Tashih: Dr. Muhsin Mueyyidi, Tahran 1361. Ebû Talib El-Mekki, Muhammed b. Ali, “Kutu’l-Kulubi fi Muameletu’lMahbubi”, Beyrut ts. Et-Tûsî, Ebû Nasr es’-Serrac, “el’-Lem’a”, Tahkik: Abdu’l-Halim Mahmud, Taha Abdu’l-Baki Surur, Kahire 1960. İbnu Abdi Rabbih , Ebû Omer Ahmed. Muhammed, “el-Ikdu’l-Ferid”, Şerh, Tashih: Ahmed Emin ve Ahmed ez’-Zeyyin ve İbrahim el-Ebyari, Kahire 1952. Ali, Dr Cevvad, ”el-Mufassal fi’t-Tarihi’l-Arabı Kable’l-İslâmi”, Beyrut 1970. İ. Arabi, Muhyi’d-Din Muhammed b. Ali, “el-Futuhatu el-Mekkiyye”, Tahkik:Osman Yahya yayınlayan: Dr.İbrahim Medkur, 2.b., Kahire 1985. El-Gazzali, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed ,“İhyau Ulumi’dDin” Beyrut ts. İ.Kuteybeh, Ebû Muhammede Abdullah b. Muslim, “Uyunu’l-Ahbar”, Beyrut ts. El-Kuşeyri, Abdu’l-Kerim b. Hevazan, “er-Risaletu el-Kuşeyriyyeti fi’ilmi’ttasavvuf” Tahkik: Maruf Zerik, Ali Abdu’l-Hamid Baltacı, 2.b., Beyrut ts. İ. Kayyimu el-Cevziyyeh, Ebû Abdullah Muhammed b. Ebi Bekr, ”Medaricu’s-Salikıne“ Tahkik: Muhammed el Mutesım billah el-Bagdadi, 2.b., Beyrut 1994. El-Kelabazi, Ebû Bekr Muhammed, “et’-Tearrufu li Mezhebi Ehli ‘tTasavvufi”, tahkik: Mahmud Emin en-Nuri, 2.b., Kahire 1980. El-Kelbi, Ebû’l-Munzir Hişam b. Muhammed b. Es’-Saib, “Cemheratu’nNesebi”, Beyrut 1993. Masiniyun Luveys, Mustafa Abdu’r-Rezzak, “et-Tasavvuf”, Beyrut 1984. Mahmud Dr. Abdu’l-Halim, “Kadiyyetu’t-Tasavvuf el-Medresetu’ş-Şaziliyye”, 2.b., Kahire ts. Ebû Naim, Ahmed b. Abdullah, “Hılyetu’l-Evliyâ ve Tabakatu’l-Esfiyâ”, 3.b., Beyrut 1980. Nicholsun R “fi’-Tasavvufi ‘l-İslâmiyyi ve Tarihihi”, Tercüme: Dr.Ebû ‘l-Ala Afifi, Kahire 1956. El-Hucveri, Ebû’l-Hasan Ali b. Osman, “Keşfu’l-Mahcub”, İnceleme: İs’âd Abdu’l-Hadi Kandil, Beyrut 1980. Eş-Şeybi, Dr.Kâmil Mustafa, “Rey fi İştikaki Kelimeti Sûfî”, Mecelletu 98 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Kulliyeti ‘l-Adabi, 5 sayı Bağdat 1962. Arberry.A.J., An Introduction to History of Sûfîsm, Oxford 1942. 99 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği SÛFÎ ARAŞTIRMALARI-SUFI STUDIES DERGİSİ YAYIN İLKELERİ GENEL İLKELER 1. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisi, hakemli bir dergi olup yılda altışar aylık dönemler hâlinde iki sayı olarak yayımlanır. 2. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisinde, Tasavvuf ile ilgili bilimsel makaleler, röportajlar, çeviriler, tanıtım yazıları vb. çalışmalara yer verilmektedir. 3. Yazının Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisine gönderilmesi, yayımı için başvuru olarak kabul edilir. Yazılar için telif ücreti ödenmez. 4. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisinde yayımlanan yazıların içerikleriyle ilgili her türlü yasal sorumluluk, yazarına aittir. 5. Sûfî Araştırmaları-Sufi Studies Dergisi, gönderilen yazılarda düzeltme yapmak, yazıları yayımlamak ya da yayımlamamak hakkına sahiptir. 6. Yayım dili Türkiye Türkçesi olmakla birlikte, gerekli ve uygun görüldüğü durumlarda, diğer Türk lehçeleri, İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça, Farsça ve Rusça yazılara da yer verilmesi mümkündür. 7. Makalenin başında 200 kelimeyi aşmayacak biçimde Türkçe özet, 35 kelimelik anahtar kelimeler; İngilizce başlık, İngilizce özet ve İngilizce anahtar kelimelere yer verilmelidir. 8. Yazının başlığının altında yazar adı, unvanı, görev yaptığı kurum ve kendisine ulaşılabilecek e-posta adresi gibi bilgilere yer verilmelidir. 9. Dergiye gönderilen yazıların daha önce başka bir yerde yayımlanmamış olması gerekmektedir. Kitap hâlinde yayımlanmamış sempozyum bildirilerinin yayımı ise, bu durumun belirtilmesi şartıyla mümkündür. 10. Yazılar, mutlaka Yazım Kılavuz unda belirtilen formatta gönderilmelidir. Bu formatta gönderilmeyen yazılar değerlendirmeye alınmayacaktır. YAZIM KILAVUZU SAYFA DÜZENİ 1. Yazılar, Microsoft Word programında yazılmalı ve sayfa yapıları aşağıdaki gibi düzenlenmelidir: Kağıt Boyutu A4 Dikey Üst Kenar Boşluk 5,4 cm Alt Kenar Boşluk 5,4 cm 100 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Sol Kenar Boşluk 4,5 cm Sağ Kenar Boşluk 4,5 cm Yazı Tipi Garamond Yazı Tipi Stili Normal Boyutu (normal metin) 11 Boyutu (dipnot metni) 9 Paragraf Aralığı 6 nk Satır Aralığı Tek (1) 2. Özel bir yazı tipi (font) kullanılmış yazılarda, kullanılan yazı tipi de, yazıyla birlikte gönderilmelidir. 3. Yazılarda sayfa numarası, üst bilgi ve alt bilgi gibi ayrıntılara yer verilmemelidir. 4. Makale içerisindeki başlıkların her bir kelimesinin sadece ilk harfleri büyük yazılmalı, başka hiç bir biçimlendirmeye, yer verilmemelidir. 5. İmlâ ve noktalama açısından, makalenin ya da konunun zorunlu kıldığı özel durumlar dışında, Türk Dil Kurumunun imlâ Kılavuzu esas alınmalıdır. 6. Metinlerde dipnot ve kaynakça bölümleri için, Dipnotlar sayfa altında sıralı numara sistemine göre düzenlenmeli ve aşağıda belirtilen kaynak gösterme usullerine uyulmalıdır: a. Kitap: Basılmış eser; yazar-yazarların ad ve soyadı, eser adı (italik), çeviri ise çevirenin, tahkikli ise tahkik edenin, sadeleştirme ise sadeleştirenin, edisyon ise editörün veya hazırlayanın, yayınevi, kaçıncı baskı olduğu, baskı yeri ve tarihi, cildi, sayfası. Tek yazarlı Mahmut Erol Kılıç, Sûfi ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İstanbul: İnsan Yayınları, 2008, s. 20. Çok yazarlı Gülbün Mesera vd., A. Süheyl Ünver Bibliyografyası, İstanbul: İşaret Yayınları, 1998, s. 50. (Kaynakça kısmında hazırlayanların hepsi yazılmalıdır) Derleme M. Öcal Oğuz (edit.), Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, Ankara: Grafiker Yayıncılık, 2004. 101 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği Çeviri William C. Chittick, Tasavvuf Kısa Bir Giriş, çev. Turan Koç, İstanbul: İz Yayıncılık, 2006, s. 10. b. Tez örnek: Barihuda Tanrıkorur, Türkiye Mevlevîhanelerinin Mimari Özellikleri, c. 1 –Metin-, Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, 2000, s. 51. c. Yazma eser: Yazar adı, eser adı (italik), kütüphanesi, varsa kütüphane bölümü, kayıt numarası, varak numarası. Örnek: Mehmed Emin Tokadî, Şerh-i Kelimât-ı Hâcegân, Millet Ktp., Ali Emîrî-Şer‘iyye, no: 832, vr. 18a. d. Hadis kitaplarında, ilgili eserin hadis alanında meshur olan referans yöntemi kullanılmalıdır. Örnek: Buharî, es-Sahîh, İman 1. e. Makale: Yazar adı soyadı, makale adı (tırnak içinde), dergi veya eser adı (italik), çeviri ise çevirenin adı, cildi/ sayı numarası (tarihi), sayfası. Telif makale örnek Ahmet Yaşar Ocak, “Babaîler İsyanından Kızılbaşlığa: Anadolu’da İslam Heterodok-sisinin Doğuş ve Gelişim Tarihine Kısa Bir Bakış, Belleten, LXIV/239 (Nisan 2000), Ankara: Türk Tarih Kurumu, s. 147. Çeviri makale örnek Wilferd Madelung, “Zeydilik ve Tasavvuf”, çev. Salih Çift, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 9/9 (2000), Bursa: Uludag Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, s. 233. f. Basılmış sempozyum bildirileri: Yazar adı soyadı, bildiri adı (tırnak içinde), sempozyum kitabının adı (italik), Basım yeri: Yayınevi, basım tarihi, sayfası. Basılmış bildiri örnek Ahmet Ögke, “Yiğitbaşı Velî’nin Tasavvuf Anlayışının Temel Özellikleri”, Manisalı Yiğitbaşı Velî Ahmed Şemseddîn-i Marmaravî Sempozyumu 26 Nisan 2008 Bildiriler, haz. Mehmed Veysî 102 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 Dörtbudak, Gürol Pehlivan, Manisa: Yiğitbaş Vakfı Yayınları, 2009, s. 63. g. Basılmış ansiklopedi maddeleri: Yazar adı soyadı, madde adı (tırnak içinde), ansiklopedinin adı veya kısaltması (italik), cilt numarası, basım yeri: Yayınevi, basım tarihi, sayfası. Basılmış ansiklopedi maddesi örnek: Tahsin Yazıcı, “Derviş”, DİA, 9, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı, 1994, s. 189. h. Kitapta bölüm: Yazar adı soyadı, bölüm adı (tırnak içinde), kitabın adı (italik), editör adı, basım yeri: yayınevi, basım tarihi, sayfası. Metin Ekici, “Araştırma Yöntemleri”, Türk Halk Edebiyatı El Kitabı, ed. M. Öcal Oğuz, Ankara: Grafiker Yayınları, 2004, s. 100. ı. Dipnotlarda kullanılan kaynak ilk geçtigi yerde yukarıdaki şekilde tam künye ile verilmelidir. İkinci defa gösterilen aynı kaynaklar için; yazarın soyadı veya meşhur adı, eserin kısa adı, birden çok cilt varsa cildi ve sayfa numarası yazılır. Örnek: Kuşeyrî, er-Risale, s. 21. i. Arapça eser isimlerinde, birinci kelimenin ve özel isimlerin baş harfleri büyük, diğerleri küçük harflerle yazılmalıdır. Farsça, İngilizce, vb. diğer yabancı dillerdeki ve Osmanlı Türkçesi ile yazılan eser adlarının her kelimesinin baş harfleri büyük olmalıdır. j. Birden çok yazarı ve hazırlayanı olan eserlerde her şahıs isminden sonra virgül konmalıdır. k. Ayetler italik karakterle yazılmalı, referansı (sure adı, sure no/ayet no) sırasına göre verilmelidir. Örnek: El-Bakara, 2/10. l. İnternet kaynaklarında yararlanıldığı tarih belirtilmelidir. Örnek: http://www.freeminds.org/ts3/km368.tif (05.05.2008) m. Dipnot referans numaraları noktalama işaretlerinden sonra konulmalıdır. 7. Makalenin sonunda kaynakça verilmelidir. 103 Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği ARTICLE SUBMISSON 1. Journal of Sufi Studies is a peer-reviewed semi-annual international periodical. 2. The content of Journal of Sufi Studies includes academic articles, reviews, translations, interviews and the like in the field of Islamic mysticism. 3. When sent to Journal of Sufi Studies, an article is presumed submitted. There will be no payment of royalties. 4. Author of a published article bears legal responsibilities. 5. Editors of Journal of Sufi Studies have the right to determine whether to publish an article or to reject it. They also may correct mistakes in an article. 6. The publication is in Turkish, but when it is necessary, articles in Turkic dialects, English, German, French, Arabic, Persian, and Russian can be published. 7.A 200-word summary and key words should be attached. 8. Author of an article must include his/her title, institute, and contact information. 9. The article has to be published for the first time. A symposium paper can be accepted if not published before. 10. Articles must be typed in the format below, otherwise they will be rejected. STYLE GUIDELINES 1. Articles must be typed with Microsoft Word in the format below. Page size A4 Portrait Margins Top 5.4 cm Bottom 5.4 cm Left 4.5 cm Right 4.5 cm Font Garamond Style Normal Font size Body text 11 Footnotes 9 Space between paragraphs 6 nk Line Space Single (1) 2. If special characters are used, the fonts must be sent, too. 3. There must be no page numbers, footers, or headers. 104 Sûfî Araştırmaları - Sufi Studies | SAYI 3 4. Headings must be typed in ‘Title Case’ with no other formatting. 5. Reference Format and Examples: a. Book: Author’s Last Name, First name initial. Title of the book. City of Publication: Publishing Company, year of publication, pages. b. Thesis Author’s Last Name, First name initial. Title of the thesis. City of university: Institute/University, year, pages. c. Manuscript Author’s Name. Title of the book. Library, cataloguing number, pages. d. Hadith Collections Sample: al-Bukhari, al-Sahih, Faith 1. e. Journal Author’s Last Name, First name initial. “Title of the article.” Title of the magazine, volume number, (issue number), pages. f. Published symposium paper Author’s Last Name, First name initial. “Title of the paper.” Symposium, City of Publication: Publishing Company, year of publication, pages. g. Encyclopedia entry Author’s Last Name, First name initial. “Title of the entry.” Encyclopedia, Volume, City of Publication: Publishing Company, year of publication, pages. h. Section of a book Author’s Last Name, First name initial. “Title of the section.” Title of the book, editor’s name, City of Publication: Publishing Company, year of publication, pages. 105
Benzer belgeler
Sufi Studies Cilt/Volume: 6 Sayı/Issue: 12 Yaz/Summer 2015
Mevlânâ Düşüncesi Araştırmaları Derneği adına Mehmet Veysî DÖRTBUDAK
Editör:
Prof. Dr. Mustafa YILDIRIM
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Gürol PEHLİVAN
Yabancı Dil Danışmanları
Prof. Dr. Metin EKİCİ - M...
1 Sayı/Issue - Sufi Araştırmaları Dergisi
Prof. Dr. Metin EKİCİ - Mehmet Nuri ERDEM - Emine ERSÖZ
Redaksiyon
Yrd. Doç. Dr. Furkan ÖZTÜRK - Mehmet ERSAL - Mehmet ALTUNMERAL
Gülcihan PEHLİVAN - Pınar ERSAL
Sanat Danışmanı
Özkan BİRİM
Teknik ...